Vehbi hacıkadiroğlu inançtan bilgiye

Page 1


İNANÇTAN BİLGİYE


FELSEFE DİZİSİ

İNANÇTAN BİLGİYE Vehbi Hacıkadiroğlu 2. Basım: Temmuz, 2002 Dizgi: Mustafa Balaban ISBN 975-406-752-X Baskı: Umut Matbaası (0212) 637 09 34 Cem Yayınevi: İpek Sokağı No: 10 80060 Beyoğlu-îstanbul Tel: (0212) 293 41 70 Faks: 244 15 33


VEHBİ HACIKADİROĞLU

İNANÇTAN BİLGİYE

cemfn yayınevi V #



İÇİNDEKİLER

İNSAN VE DEVLET 7

Devlet 7 İnsan 8 Özgürlük 10 Toplumlaşma 12 Örgütlü Topluma Doğru 14 İnsan ve Özgürlük 16 İşbirliği 17 Özgürlüğün Paylaşımı 19 Doğal Toplum 20 Bilgi ve İnanç 23 TARİH BOYUNCA BİLGİ VE İNANÇ TARTIŞMASI 27

İnançların Egemen Olduğu Dönem 27 Aristoteles 29 Sofistler 32 Roma'da Stoacılık 34 Spartacus Ayaklanması 36 Sonuç 37 ORTAÇAĞ: ŞAHLANAN İNANÇLAR DÖNEMİ 39

Göksel Dinler 39 Göksel Dinlerin Neden Olduğu Kıyımlar 42 Engizisyon 44 İnançların Kışkırtılması 46 BİLGİ ÇAĞINA DOĞRU 49

Deneysel Bilimlerin Ortaya Çıkışı 49 Deneysel Bilimlerle İnançların Çatışması 51 Deneysel Bilimlerin İnsan Kavramı 55 Evrim Kuramı ve İnsanlık 58 İnanç Yerine Bilgi 60 5


BİR XX. YÜZYIL DİNİ: MARKSÇILIK 65

Marx ve Marksçılık 65 Diyalektik Maddecilik 66 Değer Kuramı 68 Marksçılar'ın Toplumlarıı; Gelişmesiyle İlgili Görüşîen 73 Uygulamadaki Çelişkiler 75 Zorla Yayılma 78 Kaçınılmaz Son 82 1 ÜRKÎYE CUMHURİYETİ 87

OsmanlI'dan Cumhuriyet'e 87 Atatürk Dönemi 92 Atatürk Devrimleri 94 Devletçilik Dönemi 98 İsmet İnönü Dönemi 102 Demokratikleşme ve Devrimler 104 Demokrat Parti Dönemi 108 İki Askersel Başkaldırı (1960 ve 1980) Arasındaki Dönem 109 Çağdaşlaşmadan Kesin Kopuş 115 Terör Eylemleri 117 Geriye mi, İleriye mi? 121 TEK BİR DÜNYA TOPLUMUNA DOĞRU 125

Tek Toplumlu Bir Dünya Olanaklı mıdır? 125 Tek Toplumlu Dünya Özlenecek Bir Dünya mıdır? 132

6


İNSAN VE DEVLET

Devlet. İnsan topluluklarına şöyle bir baktığımızda insan­ ların hemen hepsinin belli devletlerin üyeleri olduğunu görü­ yoruz. Bu görüntü ortaya birtakım sorular çıkarıyor. İnsanlığın ortaya çıkışından beri her zaman devletler olmuş mudur? İn­ sanların böyle devletlere bölünmüş olarak yaşaması zorunlu mudur? Eğer zorunluysa bu zorunluluk nereden geliyor? Bu tür sorular tarih boyunca uzun süre "İnsanlar böyle ya­ ratılmıştır" denilerek yanıtlanmış sayılmıştır. Günümüzdeyse genellikle bütün sorulara olduğu gibi bu sorulara da bilimsel yanıtlar aranmaktadır. Bu bilimsel yanıt arayışının XVI. yüz­ yılla birlikte başladığını görüyoruz. Konuyu bu açıdan ele alan ilk düşünür de İngiliz filozofu Thomas Hobbes'dur (15881679). Hobbes bu konuyu kendisinin başyapıtı sayılan Leviathan 'da incelemiştir. Hobbes konuya "Hükümetsiz insanın yaşamı ne olurdu?" sorusuyla girer. Ona göre insan bencil ve kavgacıdır. Bu durum insanlan birbirine düşman eder. Öyle ki "İnsan insanın kurdu­ dur". İnsanın bu bireyciliği her türlü işbirliği olanağını ortadan kaldırır. Böylece, insanlan yıldıracak ortak bir gücün bulun­ madığı durumda, ki Hobbes buna "doğal durum" diyor, insan yaşamı "yalnız, yoksul, çirkin, kaba ve kısa ömürlüdür". Hobbes'a göre, insanlan yıldıracak bir egemenin buyruğu altında bir hükümet kuran insanların doğasında bir değişme olamayacağına göre onlar yine eskisi kadar bencil ve kavgacı kalacaklardır. Yine insanlar, genellikle banş içinde yaşamak is­ 7


temelerine karşın, egemenin banşı sağlamaya yönelik özel ön­ lemlerine karşı çıkarlar. Egemenler de genellikle, yönetim gü­ cünü ele geçirebilmek için, sınırsız yetkiden ödün verirler ve böylece doğal durumun özelliği olan birçok kötülükler hükü­ metlerin kuruluşundan sonra da sürüp gider. Böylece Hobbes'a göre, bir hükümetin yönetiminde yaşa­ manın üstünlüğü ancak egemenin sınırsız biçimde güçlü olması durumunda kendini gösterir. Düzensizlik, anarşi ve çekişmeler­ den kurtuluş ancak bu yoldan olabilir. Egemen, tek yasa koyu­ cu, hukukun tek kurucusu olmalıdır, kendi isteğine göre ceza ve ödül verebilmeli, kitapları yasaklayıp savaş açabilmeli, resmi dinlen seçebilmeli ve ibadet yöntemlerini belirleyebilmelidir. Hobbes'un düşünceleri üzerinde yapacağımız kısa bir in­ celeme bizi ilginç bir sonuca götürecektir. Günümüzde pek çok kimse Hobbes'un insanın doğası üzerine söylediklerini ko­ layca kabul edebilirse de onun bundan çıkardığı mantıksal so­ nuçları kabul etmeye yanaşmayacaktır. Gerçekten, doğal ola­ rak insanın bencil, kavgacı, işbirliğine karşı isteksiz olduğunu kabul edenlerin günümüzde çoğunlukta olduğu söylenebilir. Ancak bunun hemen de mantıksal bir sonucu olan, sınırsız güçlü egemenlerin gerekli olduğunu kabul edecek pek az kim­ se bulunur. Demek ki ortada bir yanlışlık vardır. İnsan. Birbirinin kurdu olan insanları yetkileri sınırlanmış bir egemenin yönetmesinin güçlüğü, yetkileri sınırsız bir ege­ menin kabul edilmesinin de olanaksızlığı göz önünde tutuldu­ ğunda Hobbes'un insanm doğasıyla ilgili varsayımlarının yan­ lışlığını kabul etmek gerekiyor, tnsanın doğası Hobbes'un öne sürdüğü gibi değilse insan nedir, onun ne tür bir doğası vardır? Önce insanın doğasını bilebilmek olanaklı mıdır? Eğer olanak­ lıysa bunu nasıl araştıracak ve sonuca nasıl varacağız? Aristoteles'ten günümüze dek her varlığın, onu o varlık yapan, bir özünün bulunduğunu kabul etmek gelenek olmuş­ tur. Günümüzde de pek çoklarınca sürdürülen bu düşünce bi­ 8


çimine göre bu öz, ilgili varlığın gözlemlenmesinden çıkarılan deneysel sonuçlarla değil de sezgi türünden bir düşünsel etkin­ likle elde edilebilir. Aristoteles'e göre örneğin insanı insan ya­ pan nitelik, hayvanlarla ortak olan duyarlığımızın karşıtı ola­ rak, ussallığımızın taşıyıcısı olan tindir. Böylece Aristoteles, tin ve beden ikiliğini, yani çağdaş felsefede en ünlü temsilcisi Descartes olan ikici (dualist) görüşü kabul etmiş oluyordu. Günümüzde bu ikici görüşün gücünü yitirdiği söylenebilir­ se de, insanı belirleyen bir özün bulunduğu düşüncesi, en azın­ dan örtülü olarak, etkinliğini sürdürmektedir. İşte insanı, dü­ şünen bir varlık, konuşan bir varlık, özgür bir varlık, tarihsel bir varlık olarak tanımlama çabaları böyle bir öz anlayışından kaynaklanmış gibi görünüyor. Oysa günümüzün belirleyici düşünme biçimi olan bilimsel düşünceye göre, canlı ya da cansız, her türlü varlıkları tanıya­ bilmek için onlann özünü aramanın bir anlamı yoktur. Yapıl­ ması gereken, doğruca, onlann çevrelerini nasıl etkilediklerini ve çevrelerinden nasıl etkilendiklerini incelemektir. Böylece örneğin suyu tanımak onun özünün ne olduğunu bilmek değil, onun, susuzluğumuzu gideren, tuzu ve şekeri eriten, sıcakta kaynayan, soğukta donan vb. bir madde olduğunu bilmek an­ lamına gelir. Doğal olarak bu niteliklerden birkaçı genel bir ni­ teliğin ürünüyse, o nitelikleri tek tek sayacak yerde onları do­ ğuran genel niteliği saymak, aynntılaıa ancak gerektiği zaman girmek uygun olur. İnsanı böyle bir bakışla ele aldığımızda, ilk aşamada onun yiyip içtiğini, yaşamını sürdürmek ve çocuklarını yaşama hazır­ lamak, birtakım hazlar elde edip acılardan kurtulmak yönünde çaba harcadığını görüyoruz. Bunların hepsini hayvanlarda da gördüğümüze göre, bütün bu türden özellikleri "bir tür hayvan olma" özelliği içinde toplayabiliriz. Ancak insanlarda hayvanlarda görmediğimiz birtakım özelliklerde görüyoruz. Gerçekten, nerede bir insan topluluğu varsa orada evler, arabalar, vapurlar, uça dar gibi insanların 9


gerek gördükçe yararlandıktan birçok yapı, araç, gereç vb. gö­ rüyoruz. Hayvan niteliği taşıyan varlıklar arasında bunları yal­ nızca insanların yaptığını da biliyoruz. Öyle ki, kimi hayvanlann yaptığı yuva ya da bannma yerlerine bakıp o hayvanlann da ev yapabildiklerini bile söyleyemiyoruz. Çünkü aynı cinsten hayvanlann yaptığı yuva ya da barınma yerlerinin doğa koşullannın benzerliği ölçüsünde birbirinin aynı olmasına karşın in­ sanlardan her birinin kendi uygun gördüğü biçimdeki bir evde oturmayı yeğlediğini görüyoruz. Özgürlük. Böylece insanla başka hayvanlar arasındaki başlıca farkın gelişmiş insan topluluklarının onlarsız edemedi­ ği yapı, araç ve gereçleri yapmakta ortaya çıktığını söyleyebili­ riz. Burada insanların etkinliklerini gözlemlemeye çalışırken gelişmiş toplumlan örnek alışımız, gelişmemiş toplumlarm da onların yaptıklarını yapabilme olanağını elde ettikleri zaman hemen aynı yolu izlediklerini saptamış olmamızdandır. Demek ki insanla öteki hayvan türleri arasındaki farka kaynaklık eden başlıca özelliği saptamış oluyoruz. Burada iki soru ortaya çıkıyor. Birincisi, insanların hay­ vanlardan farklı olarak yaptıkları şeylerin ortak bir özelliğini bulmanın ve bunların hepsini insanın bir ya da birkaç özelliği­ ne bağlı olarak açıklamanın olanaklı olup olmadığı sorusudur. İkincisi de insanın hayvanla olan bütün farkının bulduğumuz o tek özelliğe bağlı olarak açıklanabilip açıklanamayacağı soru­ sudur. Bu ikinci soruyu, yeri geldiği, yani o tek özellikle açıklanamayacak durumlarla karşılaştığımız zaman yanıtlamak üzere şimdilik bir yana bırakabiliriz. Öyleyse elimizdeki soru, insanın yaptığını gözlemlediğimiz yapı, araç ve gereçlerin tek bir özellik olarak anlatılıp anlatılamayacağıdır. Yapılan şeylere daha yakından baktığımızda, bunların hepsinin, insanın doğa karşısında daha özgür olmasını sağla­ mak gibi ortak bir özelliğinin bulunduğunu görmek zor değil­ dir. Gerçekten, evler bizi iklime göre yer değiştirme, taşıma 10


araçlau, bir yere gitmek için yürüme »e yükümüzü sırtımızda taşıma, makineler, iş görürken beden gücümüzle sınırlı kalma, elektrik, çevremizi görebilmek için gündüzü bekleme zorunlu­ luğundan, ya da bunların tutsaklığından, kurtulmamızı sağla­ maktadır. Yani bunların hepsini doğa karşısında eskisinden daha özgür olmak için yapıyoruz. Böylece insanı, şimdilik, do­ ğa karşısında özgürlük arayan hayvan olarak tanımlayabiliriz. Burada şimdilik sözcüğünü kullanmak zorundayız. Çünkü ileride insanın bununla açıklanamayacak birtakım özellikleriyle karşılaşabiliriz. O zaman tanımımıza o özelliklerin de eklenme­ si gerekir. Ancak, şimdilik diye bir sınırlama yapmış olmamıza karşm bu tanıma yine de karşı çıkanlar bulunabilir. Bunlar öz­ gürlüğü hayvanların da aradığının düşünülebileceğini belirterek diyebilirler ki, hayvanların özgürlük aramıyormuş gibi görün­ meleri onun nasıl elde edileceğini bilemeyişlerindendir. Bu du­ rumda insanı hayvandan ayıran özellik onun özgürlük arıyor ol­ ması değil, özgürlüğü elde etmenin yollarım bilmesi olabilir. Bu durumda, insanı özgürlük arayan değil, özgürlüğü elde etmenin yollarını bulabilen bir hayvan olarak tanımlamak gerekir. Bu karşı çıkma doğru bile olsa bu bizim düşünce akışımızı etkilemeyecektir. Çünkü buna göre insanda özgürlük arayışı bizim söylediğimizde de daha temelde, insanın yalnızca insan­ lığına değil hayvanlığına da bağlı olan, bir güdüdür. Ancak, öz­ gürlüğü elde etmenin yollarım bulabilecek durumda bulunma­ yan bir hayvanın özgürlük aradığını söylemenin de bir anlamı bulunamayacağına göre biz yine, insanı hayvandan ayırmak anlamında, insanı insan yapan özelliğin özgürlük arayışı oldu­ ğunu çekinmeden kabul edebiliriz. Öte yandan, özgürlük arayışının insanın temel güdüsü sa­ yılması gerektiği, günümüzde, bütün uygar dünyada geçerli olan bir görüştür. Eskiden, hayvanlarda olduğu gibi insanlarda da temel güdünün acıdan kaçmak ve haz elde etmeye çalışmak olduğu kabul edilir ve hayvanlan olduğu gibi insanları cezalan­ dırma ya da ödüllendirme söz konusu olduğunda onlar için de 11


bedensel haz ve acı uygulamasına başvurulurdu. Oysa günü­ müzde insanları cezalandırmak için onlara bedensel acı ver­ mek yerine özgürlükleri kısılmaktadır. Böylece, özgül lük arayışının insanın temel güdüsü, ya da en azından temel güdülerinden biri, olduğunu kabul etmekte bir sakınca bulunmadığı sonucuna varmış oluyoruz. Buna kar­ şı, insanın bütün özelliklerinin özgürlük arayışına bağlı olarak açıklanabilip açıklanamayacağı sorusunu henüz yanıtlamış de­ ğiliz. Fakat şimdilik onu bir yana bırakıp özgürlüğü elde etme yollarının neler olabileceği konusunu incelemeye başlayabiliriz. Toplumlaşma. İnsanların özgürleşme amacıyla ürettikleri yapı, araç ve gereçlere şöyle bir baktığımızda bunların birincil özelliğinin tek insanın yapamayacağı şeyler oluşlarında ortaya çıktığım görürüz. Öyle ki, diyelim bir fabrikada bin işçi çalışı­ yorsa ve bunlar kendi özgürlüklerini bu yoldan sağlıyorsa, bu bin kişiden herhangi biri "Ben tek başıma çalışacağım ve bura­ dan payıma düşecek olan özgürlüğü kendim sağlayacağım" di­ yemez. Bin işçiden biri bunu söyleyemediği gibi bin kişiden hepsi birden de "Biz bin kişi, başka insanlardan ayrı olarak ça­ lışıp kendi özgürlüğümüzü sağlayacağız, ürettiklerimizden baş­ kalarına bir şey vermeyeceğimiz gibi, başkalarının ürettiğinden de biz bir şey istemeyeceğiz" diyemezler. Belli bir üretici biri­ min bireyleri kendi aralarında birbiri için ne kadar gerekliyse, belli bir toplum içindeki üretici birimler de birbiri için o kadar gereklidir. Hatta biraz daha geniş düşünüldüğünde dünyanın bütün toplumlarının da birbiri için aynı ölçüde gerekli olduğu sonucuna varılır. Özgürlük arayışı insan olmanın vazgeçilmez koşulu, top­ lumsal yaşam da özgürlük arayışının vazgeçilmez koşulu oldu­ ğuna göre, toplumsal yaşam insanlığın da vazgeçilmez koşulu­ dur. Bu, insanın toplumsal bir varlık olduğunu öne süren Aris­ toteles'in bir bakıma haklı olduğunu gösterir. Burada 'bir ba­ kıma' deyimini kullanıyoruz, çünkü insanın toplumsallığının, 12


kannca ya da anlarda olduğu gibi, doğanın onu toplumsal bir yaşam sürdürecek biçimde yaratmış olmasından kaynaklanma­ dığım hiçbir zaman unutmamak gerekir. İnsan için toplumsal yaşam, dolaysız doğal içgüdünün ürünü olduğu için değil, ken­ di dolaysız doğal içgüdüsü olan özgürlük arayışı toplumsal ol­ mayan bir yaşamda olanaksız olduğu için gereklidir. Toplumsal yaşamın dolaylı yollardan da olsa doğal bir iç­ güdünün sonucu olduğunu bir kez kabul ettikten sonra onun dolaylı olduğunu vurgulamaya ne gerek bulunduğu sorulabilir. Bu önemlidir, çünkü yukarda Hobbes'dan söz ederken gördü­ ğümüz ve ilerde daha ayrıntılı olarak göreceğimiz gibi, öyle ko­ şullar ortaya çıkabilir ki, toplumsal yaşamı düzenli biçimde sürdürmenin en kolay yolunun toplumu oluşturan insanları sı­ kı bir tutsaklık düzeni altında tutmaktan geçtiği düşüncesi yay­ gınlık kazanabilir. İşte o zaman böyle bir düşünce biçiminin sa­ pıklıktan başka bir şey olmadığım görebilmek için, toplumsal yaşam gereksiniminin doğruca insanların özgürleşme gereksi­ niminden doğduğunu anımsamak yararlı olur. Buna karşın yine de insanlığın toplumsal yaşama geçişinin, birtakım insanların toplumsal yaşamın kendileri için ne kadar yararlı olacağım düşünüp, birlikte yaşamaya karar vermeleriy­ le ortaya çıkacağını düşünmemek gerekir. Çünkü böyle düşü­ nüp böyle bir karara varılabilmesi için ortada insanların bulun­ ması gerekir. Oysa henüz toplumsal yaşama geçmemiş olan varlıklara 'insan' adı verilemeyeceği gibi, böyle varlıkların dü­ şünüp bir karar alması da söz konusu olamaz. Böylece "Top­ lumsal yaşama geçmeden önce insanlaşma olanaksızdır, insan­ laşma gerçekleşmedikçe de toplumsal yaşama geçilemez' tü­ ründen bir ikilemle karşı karşıya bulunduğumuz düşünülebilir. Fakat özgürlük arayışı, yaşama düzenine gerekli biçimi vere­ bilmek için özel olarak karar alınmasını beklemeyecek kadar güçlü bir güdüdür. Gerçekten, az ya da çok gelişmiş birçok hayvanlarda, dişi­ nin gebelik aşamasmdan başlayıp, doğan yavrulatın yalnız baş13


larma yaşamaya başlayabilecekleri aşamaya ulaşmalarına dek uzanan süre içinde erkekle dişi arasında bir işbirliği kurulduğu gÖı ülür. İnsanlaşmaya yönelik varlıklar arasında da bunun böy­ le olacağı açıktır. Ancak, hayvanlarda yavrularla işbirliği yap­ mak gibi bir eğilim görülmüyor. Her yavru, tek başına yaşayabi­ lecek düzeye gelinceye dek ana babayla yalmzca yavrunun ya­ rarlandığı bir ilişki içinde yaşamakta, o düzeye geldikten sonra da ana babasıyla ilişkisini kesmektedir. Bu sonucun, yalnızca yavruların yeterince geliştikten sonra bile ana babaya yardım et­ me olanaklarının bulunmayışından ileri geldiği samlabilirse de durum tam öyle değildir. Gerek kuşlarda gerekse orman hay­ vanlarında yavrular, henüz yalnız yaşayabilecek düzeye gelme­ den önce, hem avlanma hem de düşmanlarından korunma ala­ lımda ana babaya etkili biçimde yardımcı olabilirler. Buna kar­ şı hayvanlarda bu olanaklardan yararlanma eğilimi görülmez. Oysa insanlaşmaya yönelen insansı varlıklarda, toplumlaş­ manın, yetişkin çoculdarın da ana babalarının yanında kalma­ yı sürdürmeleriyle başlamış olması, hemen kabul edilebilecek bir olgu gibi görünüyor. Çünkü tek başına yaşayabilecek yaşa yaklaşmış olanlar bir yana, çok küçük yaştaki çocuklar bile, bir yandan çeviklikleri ve hafiflikleri yüzünden, ağaca tırmanma ve benzeri işlerde ana babanın yapamayacağı işleri yapabilir­ ken, bir yandan da ana babanm yapamayacağı işlerde onlara yardımcı olabilirler. Öyle ki, yetişkin duruma gelecek olan ço­ cukların o zaman topluluğa yapacaktan katkının, yine o toplu­ luğa bindirecekleri yükün çok ötesine geçeceği çok önceden görülebilir. Böylece, yaşamını gitgide genişleyen bir topluluk içinde sürdürme isteğinin, insanın temel içgüdülerinin çok do­ ğal bir ürünü olduğunu kabul etmek gerekiyor. Örgütlü Topluma Doğru. Böylece, örgütlü topluma geçi­ şin, Hobbes'un öne sürdüğünün tümüyle karşıtı bir yoldan ger­ çekleşmiş olması gerektiğini söyleyebilecek durumdayız. Ger­ çekte insanlık toplumsal yaşamla birlikte başladığına ve insan 14


topluluktan da örgütsüz olamayacağına göre insanlar için ör­ gütlü ya da örgütsüz bir "toplumsal yaşama geçiş" aşamasının söz konusu olmaması gerekir. Hobbes'un büyük yanılgısı insanlann toplumsal yaşama geçmeden önce örgütsüz sürüler biçiminde bir tür toplumsal yaşam sürdürdüklerini düşünmesidir. O buna insanın "doğal durumu" diyor ve bu doğal durumda yaşayan insanların sürek­ li bir savaş durumunda olmakla birlikte tam bir özgürlük için­ de bulunmalan gerektiğini öne sürüyor. Hobbes'un insan kavramı ve bu kavrama dayanan toplum­ sal düzen anlayışı gerçeklere ne kadar ters düşerse düşsün, o, ça­ ğının gereği olarak Tann buyruklarının üstünlüğünü kabul etse bile, toplumsal yasaları Tann buyruklarından türetmekten vaz­ geçip, düşüncelerini gözlemlere dayandırmaya çalışan filozofla­ rın öncüsü olma onurunu taşımaktadır. Nitekim Hobbes'dan sonra yine aynı yolu tutan iki büyük filozofun, John Locke (1632-1704) ve J. J. Rousseau'nun da (1712-1778) insanlann ör­ gütlü topluma geçmeden önce bulunduktan durum konusunda­ ki görüşleri Hobbes'un görüşlerinden çok farklı değildir. Gerçekten Locke da insanlann toplumsal örgütlenmeye geçmeden önce, öldürmeler, acımasızlıklar ve ezikliklerle dolu olsa bile tam bir özgürlük içinde yaşadıklarım düşünmektedir. Ona göre örgütlü yaşama geçiş, herkesin doğal durumda ka­ zanmış olduğu hakları koruma isteğinin sonucudur. Locke, in­ sanlann örgütlü topluma geçmeden önce kazandığı haklar der­ ken mülkiyet hakkını düşünmektedir. Bu düşünce biçimine gö­ re insanlar örgütlü topluma geçmeden önce yeryüzünde birta­ kım toprakları kendi mülkleri olarak belirlemişler ve bu top­ raklan başkalarından koruyamayacaktan korkusuyla bir ege­ menin buyruğu altına girmeyi kabul etmişlerdir. Rousseau da Toplumsal Antlaşma ’sma, "tnsan özgür doğ­ muştur ve her yanından zincirlenmiş tir'1 tümcesiyle başlar. Böylece o da örgütlü toplumdan önceki insanın bir özgürlüğü­ nün bulunduğunu kabul eder ve bunu doğal özgürlük olarak 15


niteler. Rousseau ya göre insan örgütlü toplumsal yaşama geç­ mekle doğal özgürlüğünü yitirir, buna karşı yasaların sağladığı bir özgürlük kazanır. Onun burada düşündüğü özgürlük de. in­ sanın toplumsal yaşama geçmeden önce "ilk yerleşen" olarak elde etmiş olduğu mülklerinin sahibi olma özgürlüğüdür. İnsan ve Özgürlük. Böylece, toplumsal sorunları Tanrı kav­ ramından bağımsız olarak incelemek isteyen bu üç düşünür de, bir yandan toplumlaşmadan önce insanların tam bir özgürlük içinde yaşadıklarını, bir yandan da yine aynı insanların, özgür­ lüklerini güvence altına almak için örgütlü topluma yöneldikle­ rini öne sürmek gibi bir çelişkiye düşüyorlar. Bu çelişkinin kay­ nağım, sözü geçen düşünürlerin, bütün çabalarına karşın, top­ lumsal sorunlar söz konusu olduğunda dinsel inançlarının etki­ sinden kendilerini kurtaramamış olmalarında aramak gerekiyor. Gerçekten, Hobbes'dan 24 yıl önce doğan Galileo Galilei'den (1564-1642) başlayarak doğa bilimlerinin dinsel inanç­ ların etkisinden kurtulma yolunda hızla ilerlemiş ve bunu kısa sürede kesin biçimde başarmış olmalarına karşın, insan bilim­ lerinde bu yoldaki başarının günümüzde bile gerçekleştiği söy­ lenemez. İşte insanın toplumsal yaşama geçmeden önce özgür olduğu yani dünyaya özgür olarak geldiği düşüncesi de dinsel inançların etkisiyle ortaya çıkmış olmalıdır. Çünkü dinsel inançlara göre Tann kavramıyla insamn öz­ gürlüğü kavramı arasında aşılması hiç de kolay olmayan bir çe­ lişki bulunmaktadır. Her yaptığını tümbilgili (omniscient) ve tümgüçlü (omnipotent) bir Tanrının bilgisi ve yönetimi altında yapan bir insanın özgürlüğünden söz edilemeyeceği açıktır. Özgür olmayan bir insan davranışlarından sorumlu tutulama­ yacağına göre böyle bir insamn ödüllendirilmesi ve cezalandı­ rılması da söz konusu olamaz. Oysa ödül ve ceza, cennet ve cehennem kılığı altında, din­ lerin başlıca dayanağıdır. Bu durumda salt insanlann ödüllen­ dirilip cezalandırılmasına yönelik olan bir özgürlük türünün 16


ortaya atılması gerekmiştir. Bu türden bir özgürlüğün bir anla­ mı olduğu söylenemez. Ne demektir yeni doğan bir çocuğun ya da yalnız yaşayan bir adamın özgür olması? Bu, hayvanların da özgür olabileceğini kabul eden bir öz­ gürlük anlayışıdır. Bu anlayışa göre kuşlar belki de dünyanın en özgür varlıklarıdır. İstedikleri zaman dağları dereleri aşıp istedikleri yere gidebilirler. Peki ama kuşlar için istediği zaman ya da istediği yer var mıdır? Bir kuşun, içgüdülerinin ya da do­ ğal gereksinimlerinin belirlediği bir zaman ya da yer dışında, salt kendi isteğine göre seçeceği bir zaman ve bir yerin buluna­ cağı düşünülebilir mi? Gerçi kafese konmuş olan bir kuşun tut­ saklığından söz edilebilir. Fakat bu, onun, kendi uygun gördü­ ğü biçimde davranmasının değil, doğanın belirlediği biçimde davranmasının engellenmiş olmasındandır. İnsanlığın geçmişini iyi değerlendirebilmek, özellikle de geleceğin insanlığının doğruya yakın bir tasarımını oluşturabil­ mek için önce, dinsel inançlardan türediğini belirttiğimiz bu özgürlük kavramından kendimizi kurtarmak zorundayız. Top­ lumsal yaşam geleneğinden yoksun olup da yalnız yaşamakta olan bir varlık için özgürlük diye bir şey olamaz. Çünkü böyle bir varlık bir yandan yiyecek ve içeceğini sağladıktan sonra bir yandan da özgürlüğünü tatma olanağı bulamaz. Buna zaman bulsa bile ne yapacak boş kalan insan? Türkü söylemek ya da dans etmek için bile dinleyici ya da seyirci gereklidir. İşbirliği. Baştan beri belirttiğimiz gibi, insanlaşma işbirli­ ği amacıyla örgütlenmiş bir toplumsal yaşamla, özgürleşme ya da insanlaşmayla birlikte başlar. Ne bir saniye önce ne de bir saniye sonra. İşbirliği için bir araya gelen iki insan da örgütlü bir toplum oluşturmuş demektir. Örgütlülük işbirliğinin zorun­ lu bir koşulu olan işbölümünün de oluşmaya başlaması demek­ tir. Böylece insanlık, ailede başlayan işbirliğinin yeterince ge­ nişleyerek hayvanlar için düşünülmesi bile olanaksız olan yapı, araç ve gereçlerin elde edilmesiyle gerçekleşecektir. 17


Her işbölümü bir disiplini gerektirdiğine göre özgürleşme­ nin ilk adımının da disipline yani bağımlılığa doğru atılması ge­ rekiyor. Fakat binadaki bağımlılık tutsaklık türünden değil, iş­ birliğinin gereklerinin yerine getirilmesi yolunda insanların bi­ lerek ve isteyerek katlanması gereken bir bağımlılıktır. Böylece, özgürlüğün sınırlandınlmasmın koşullan da belirlenmiş oluyor. Buna göre özgürlük ancak özgürlüğü kısılan bireylere daha çok özgürlük sağlamak için gerekli olduğu ölçüde kısılabilir. Bu durumda bir toplumun üyelerine "Sizin özgürlüğünüzü verili bir işbirliğinin gerektirdiğinin de ötesinde kısacağım, bu­ na karşı size başka türden ödüller vereceğim" demenin hiçbir anlamı olamaz. Çünkü insan toplumsal yaşamı doğruca kendi­ sine özgürlük sağlasın diye seçmiştir Onun özgürlükten başka bir beklentisi olamaz. Özgürlüğü kısmanın insana acı çektir­ menin bir biçimi olduğunu daha önce belirtmiştik. Özgürlüğün gereksiz yere kısılmasının insanlar için en büyük işkence oldu­ ğunun hiç unutulmaması ve insanlararası ilişkilerin her zaman özgürlük açısmdan değerlendirilmesi gerekir. Birçok bireylerin ya da birey topluluklarının belli bir ama­ ca yönelik bir işbirliğine girip, bireylerin gelişmesinin toplu­ mun gelişmesine bağlı olduğu bir topluluk oluşturmalarına ge­ nellikle canlılar dünyasında rastlanır ve böyle topluluklara 'or­ ganizma' adı verilir. Bir organizmanın bireylerinin hücreler ol­ duğunu kabul edersek o organizmada hücreler bütünün geliş­ mesine yönelik bir işlev üstlenmişlerdir ve organizma geliştik­ çe bireyler de bu gelişmeden pay alırlar. Organizmada bireyler bilinçsiz varlıklar olarak doğanın kendileri için belirlediği işle­ vi yerine getirirler ve bir yandan organizmanın gelişmesini sağ­ larken bir yandan da kendileri gelişirler. Toplumlann bireyleri olan insanlarsa toplumun gelişmiş­ lik derecesine göre az ya da çok özgür varlıklar olduklarından işbirliğini yerine getirirken kendi uygun gördükleri biçimde davranırlar. Ancak bu özgürlük onların işbirliğine olan katkı­ 18


larını olumsuz yönde etkilemez. Tersine, işbirlığiyle üretilecek olan özgürlükten kendilerinin de pay alacağım bilen insanın bi­ linçli katılımı işbirliğinin verimliliğini artıracağından, insanla­ rın bu ortak üretime katkısı özgürlükleri ölçüsünde büyük olur. Öyle ki, günümüzde bile özgürlüğün işbirliğine yapacağı katkının yeterince anlaşılmamış olmasının insanlığın gelişmesi­ ni büyük ölçüde engellediği düşünülebilir. Özgürlüğün Paylaştnu. Tek başına yaşayan bir insanın özgürlüğü söz konusu olamayacağına göre, bu durumun bilin­ cinde olan insanın toplumsal üretimden payına düşen özgür­ lükten bir bölümünü yine topluma geri vermekten çekinmeye­ ceğini yukarda belirtmiştik. Belli bir insanı göz önünde tuttu­ ğumuzda bu insanla toplum arasındaki ilişkiler onunla başka insanlar arasındaki ilişkiler demektir. Buna da insanlararası ilişkiler diyebiliriz. Böylece, kendi özgürlüğünü toplumun gelişmesiyle kaza­ nacağını gören insan kendi çıkarının başkalarının çıkarlarıyla birlikte artacağını da görebilecek durumdadır. Bu durumda özgecilik bir tür bencillik, belki de bencilliğin daha üstün bir biçimi, olacak demektir. Yani toplumsal yaşam içindeki insan­ larda bencillik, kavgacılık ve daha bunlar gibi işbirliğini boza­ cak türden nitelikler ortaya çıkarsa bunlar ancak birer hastalık olarak ortaya çıkacaktır. Bu hastalıklar da, bütün hastalıklar gibi, hastanın çevresindekilerin bakımı, hoşgörüsü ve yardım­ severliğiyle tedavi edilebilecektir. Burada hastamn dışındaki insanlarda bulunması gerektiği­ ni kabul ettiğimiz hoşgörü ve yardımseverlik türünden nitelik­ lerin insanın doğasında bulunduğunu öne süremeyeceğimiz açıktır. Fakat işbirliğinin amacına ve bu yoldan da insanların kendi çıkarlarına uygun olan bu nitelikler, bencillik ve kavga­ cılık gibi niteliklerin tersine, hastalık olarak değil, toplumsal yaşamın insana kazandırdığı doğal nitelikler olarak ortaya çı­ kar. Böylece insanın doğası, insanları gerçekçi bir bakışla ince­ 19


ledikleri iddiasında bulunan filozofların düşündüklerine hiç de benzemeyen bir biçimde belirlenmiş oluyor. Doğal Toplum. Özgürlük arayan insamn, bu özgürlüğü bulabilmek için, doğal olarak kurduğu ve henüz bir dış etkiyle bozulmamış olan topluma 'doğal toplum’ adını verirsek, bir doğal toplumun kuruluş ve gelişme koşullarını saptamış oldu­ ğumuzu söyleyebiliriz. Böyle bir toplum, içinde insanların öz­ gürce işbirliği yaptığı bir toplum olacaktır. Çünkü birleşmenin amacı özgürlük elde etmektir. Elde edilen özgürlüğün paylaşıl­ masında da eşitlikten başka bir ölçüt düşünülmesi için ortada bir neden yoktur. Çünkü her birey, kendisinin topluma sağla­ dıklarının, toplumun kendisine sağladıkları yamnda son dere­ ce önemsiz olduğunu görebilecek durumdadır. Böyle bir toplum, insanların birbirinden yalnızca yarar gördüğü, bu yüzden de düşmanlık ve kıskançlık duygularının yeşerme olanağı bulamadığı bir toplum olacaktır. İşbirliği ya­ pan bireylerin sayısı arttıkça her bireyin payına düşen özgürlük de artacağına göre, toplumlaşmanın iç dinamiğinin düzeni bo­ zacak birtakım durumlar doğuracağı düşünülemez. Toplumun büyümesine koşut olarak ortaya çıkabilecek olan uzmanlaşma ve yönetim gereksinimleri gibi değişimlerin hepsi de toplumun gelişmesine yardımcı olmak üzere ortaya çıkacağından, bunla­ rın, toplumlaşmanın temelinde bulunan bireysel özgürlük ve eşitliği bozacak yönde işlemesi için bir neden bulunamaz. Gü­ nümüzdeki toplumların 'doğal toplum' adını verdiğimiz top­ lum tipine benzeyen bir yanının bulunmadığı açıktır. Günü­ müz toplumları bir yana, insanlıkça bilinebilen tarih dönemle­ rinin hiçbirinde doğal topluma az çok benzeyen bir topluma rastlanmadığı da bir gerçektir. Doğal toplumun kendi içinden, toplum düzenini bozacak birtakım güçler çıkması olanaksız ol­ duğuna göre, bozulmanın dış güçler etkisi altında ortaya çıktı­ ğını kabul etmek gerekiyor. Üstelik bu dış güçler toplumlaş­ manın daha ilk adımlarında, henüz toplumların kendi yaşam 20


biçimleri üzerine bilgi verecek türden belgeler ya da işaretler bırakabilecek düzeye gelememiş olduğu çok ilkel dönemlerde ortaya çıkıp toplum düzenini kökünden değiştirmiş olmalıdır. İşte insanlık tarihini yorumlarken karşılaşılan sorunların ba­ şında doğal toplum düzenini bozan bu dış güçler sorunu gel­ mektedir. Yeryüzünün belli bir noktasında bir erkekle bir dişiden oluşan bir insan ya da insansı çiftinin çocuklarını yanlarında alıkoyarak bir topluluk oluşturmaya başladığım düşünelim. Henüz toprağı işlemeyi ve hayvanları evcilleştirmeyi bilmeyen bu insanların geçim kaynağı, çevredeki bitkilerle av hayvanla­ rı olabilir. Başlangıçta işler insanların doğal eğilimine uygun olarak yürüyecek, nüfus arttıkça işbirliğinin ürettiği özgürlük­ lerden kişi başına düşen pay sürekli olarak artacaktır. Ancak iletişimin yalnızca bağırma yoluyla ulaşımın da yürüyerek ya da sırtta yük taşıyarak sağlanabildiği ilkel bir toplumun yarar­ lanabileceği çevre çok sınırlıdır. İnsanlarm kolayca buluşup anlaşmalarına ve üretimin kolayca toplanıp dağıtılmasına ola­ nak vermeyecek kadar geniş bir çevre katıksız bir işbirliğine el­ verişli olamaz. Bir kez katıksız işbirliği bozulunca ardından ne geleceğini kestirmek kolay değildir. Böylece toplumda bir bölünmenin ortaya çıkmasının kaçı­ nılmaz olduğu açıktır. Çünkü dar bir çevrenin yiyecek ve içe­ cek olanakları da sınırlıdır. Nüfus artışı bölünmeyi getirecektir. Oysa bölünme iki toplumun birbirine kesinlikle yabancılaşma­ sı demektir. Çünkü işbirliği gereksiniminin birleştirmediği ilkel insanları birbirine bağlayacak hiçbir şey yoktur. Henüz belki de konuşma yeteneği bile tek heceli birkaç anlamlı sesle sınır­ lı olan insanları birbirine bağlayacak anıl ardan, akrabalıklar­ dan, dostluklardan söz edilemez. Ayrılıktan bir süre sonra bu topluluklardan biri, çevresinin herhangi bir nedenle verimsiz­ leşmesi yüzünden göç etme zorunda kalır da, yoluna, öteki topluluğun yararlanmakta olduğu verimli bir çevre çıkarsa ölü­ müne bir savaş kaçınılmaz olacak demektir. 'Ölümüne' diyo­ 21


ruz, çünkü henüz toprağı işlemeye başlamamış bir toplumda tutsakları kullanma olanağı bulunmadığından, yeterince insanı beslemekte olan bir çevre için dışardan gelen her boğaz bir sı­ kıntı kaynağıdır. Savaşların doğal toplum düzeninde yapacağı yıkıntıların neler olabileceğini kestirmek kolay değildir. Ancak, toprağı iş­ leme ve hayvanlan evcilleştirme aşamasına gelmiş insanlann savaşta yenilenleri tutsak alıp köle olarak kullanmaya başlamalanyla birlikte doğal toplumun öldürücü bir darbe yiyeceği düşünülebilir. Çünkü bir toplumda bir tek köle ya da bir tek efendinin bulunabileceğinin kabul edilmesi bile insanlar ara­ sındaki katıksız işbirliğinin gerektirdiği salt eşitlik kavramını yok etmeye yetecektir. Yani başlangıçtaki doğal toplum düze­ nini savaşlar doğrudan doğruya bozamadıysa bile savaş tutsak­ lığının doğurduğu efendilik-kölelik kurumu bu düzeni yok et­ meye yetecektir. Bu düzen yok olduktan sonra insanlığın ne yönde geliştiğini görmek için insanlık tarihine şöyle bir bak­ mak yetecektir. Biz insanlık tarihine, kısaca da olsa, bir göz atmaya geçme­ den önce doğal toplumun yok olmasıyla ilgili gözlemlerimizin ortaya çıkardığı bir soruyu yanıtlamaya çalışacağız. Doğal top­ lumun kendi iç dinamiğinin yalnızca düzeni geliştirip pekiştire­ cek yönde işlediğini, bu yüzden de bu düzeni yalnızca dış et­ kenlerin değiştirebileceğini belirttikten sonra, iletişim ve ula­ şım olanaklarının son derece sınırlı olduğu ilkel toplumlar için coğrafya koşullarının bütün ayrılıkları, savaşları ve düzen bo­ zukluklarını açıklamaya yeterli olduğu sonucuna varmıştık. Oysa günümüzde iletişim ve ulaşım olanakları öylesine geliş­ miştir ki, yeryüzünün bütün genişliğine ve nüfusun bütün artı­ şına karşın insanlann görüşüp anlaşma olanakları, gerek yaşa­ ma alanı gerekse nüfus bakımından en küçük boyutlu bir ilkel toplumdaki görüşüp anlaşma olanaklannın ötesine geçmiştir. Bu durumda bütün insanların bir tek doğal toplum içinde ye­ niden birlikte yaşamak için hızla örgütlenmeye geçmeleri bek­ 22


lenirken, gerek toplumlar arasındaki gerekse toplumlann ken­ di içlerindeki ayrılık ve eşitsizliklerin hiç de azalma gösterdiği söylenemez. Burada çelişkili bir durum yok mudur? Bunun haklı bir soru olduğu açıktır. Fakat bu soruyu yanıtlayabilmek için toplumlann tarih içindeki gelişmelerinde bilgi ve inancın oynadığı ya da oynayabileceği rolleri de kısaca gözden geçir­ memiz gerekiyor. Bilgi ve İnanç. Bilgi ve inanç, insanları, belli durumlarda birtakım beklentiler içine sokan ve bu yoldan insan davranışla­ rını etkileyen ruhsal durumlardır. Hayvanda olduğu gibi insan­ ların da yeme, içme ve çocuklarını yaşama hazırlama gibi bir­ takım yaşamsal davranışlarım içgüdüler belirlerse de, bu temel davranış biçimlerinin ötesine geçerek doğa karşısında özgür­ lük arayışına geçen insan, artık bilgi ya da inançların belirledi­ ği yönde davranmak zorunda kalacaktır. Bilgi ve inancın her ikisi de, insanı, belli davranışlar ya da dünyadaki belli değişme­ ler sonunda ortaya çıkacak olan sonuçların beklentisine sokan ruhsal durumlar olduğu için bunlar genellikle birbirine karıştı­ rılır. Gerçekte ne zaman "Biliyorum" ne zaman da "İnanıyo­ rum" diyeceğimizi ayırt etmek her zaman zor olmaz. Asıl zor olan bu iki ruhsal durumu kesinlikle birbirinden ayırabilecek ölçütleri bulmaktır. Biz böyle ölçütler aramayı bir yana bıra­ kıp, durumu birkaç örnekle açıklığa kavuşturmaya çalışacağız. Sultan Ahmet Camii'nin altı minaresi olduğuna inandığı­ mızı değil, bunu bildiğimizi söyleriz. Buna karşı, Tanrının va­ rolduğuna inanan bir insan, bunu bildiğini değil buna inandığı­ nı söyler. Çünkü Sultan Ahmet Camii'nin yanına kadar gidip minarelerin altı tane olduğunu görme olanağı vardır. Oysa Tanrı için böyle bir kanıtlama olanaksızdır. Bu iki bildirimden birinin doğrulanabilir türden olduğunu, ötekininse doğrulana­ bilir türden olmadığım söyleriz. Demek ki doğrulanabilir tür­ den beklentilerimize 'bilgi', doğrulanabilir türden olmayan beklentilerimize de 'inanç' adım veriyoruz. Daha bu aşamada 23


bilgi ve inanç arasındaki farklardan biri hemen kendini göster­ mektedir. Bilen kimse beklentisi doğru çıkmadığı zaman bunu açıkça görüp bilgisinin yanlış olduğunu anlar ve bunu düzelt­ meye çalışır. Oysa inanan kimse beklentisi doğru çıkmadığın­ da bunu açıkça göremeyeceği için inancının yanlış olduğunu düşünemez ve durumu başka yollardan açıklamaya çalışır. Doğal olarak bilginin doğrulanması da her zaman yukarda verdiğimiz örnekteki kadar açık olmaz. Örneğin dünyanın çev­ resinin 40.000 km. olduğunu basit bir ölçme işlemine dayana­ rak doğrulayanlayız. Ancak bunun yine de bilgi türünden ol­ duğunu biliriz. Buna karşı, insanlığın gelecekte sınıfsız bir tek toplum olarak birleşeceği türünden bir beklentisini bildiren kimse, bunu gözlemlerine dayandınyorsa bildiğini, gerçekçi ya da bilimsel gözlemlere dayanmadan konuşuyorsa inandığını söyleyecektir. Yani bilgi ve inancın kesin bir tanımım verme­ mekle birlikte bunlan birbirinden ayırt edebildiğimizi söyleye­ biliriz. Buna göre insanlaşma yönünde ilk adım, insansal varlığın, içgüdülerinin yanında bilgi ve inançlarının da etkisi altında davranmaya başlamasıyla atılmış oluyor. Bir insanın bilgisinin pek küçük bir bölümü kendi gözlem ya da deneylerine daya­ nır. Bilginin büyük bölümü başkalarından ya da geçmişte yaşa­ mış kimselerden yazı ve söz aracılığıyla öğrenilenlerden olu­ şur. İnançların da temelinde gözlemler varmış gibi görünür. Fakat inançlar o gözlemlerin mantıksal sonucu olarak ortaya çıkmaz. Örneğin yoğun yağmurların ardından sellerin ve su taşkınlarının geldiği gözlemlenerek böyle yağmurların verece­ ği zararlar konusunda bilgi edinilmiş olur. Ancak yoğun yağ­ murların verdiği zararları gördükten sonra, bu yağmurların, doğa-üstü güçlerin insanları cezalandırmakta kullandığı bir araç olduğu inancına varılırsa bu inancın gerçek bir gözlemin sonucu olduğu söylenemez. Böylece, doğal nedenlerle zaman zaman ortaya çıkan yıkım ve kırımları önlemek için doğa-üstü güçlerin hoşuna gitmeyecek şeylerden kaçınmak gerektiği tü24


riinden düşünceler gözlemlere dayamyormuş gibi görünseler bile bunlar gerçekte hiçbir gerçek gözleme dayanmayan birer inançtır. Bir kez doğa-üstü güçlere inanmaya başladıktan sonra in­ sanları bu güçlerin sevdiği ya da sevmediği kimseler olarak iki­ ye ayırmanın ve o güçlerin sevmediği kimselerden dünyayı kurtarmak için gerekli yollara başvurmamn da kapısı açılmış olur. Öte yandan, bir şeye inanan insan bu inancının doğru ol­ duğuna da inandığı için, tıpkı bir bilginin karşıtının yanlış oldu­ ğu gibi, inançların da karşıtlarının yanlış olduğuna inanılır. Oy­ sa inançların doğrulanabilirliği olmadığına göre herhangi bir inancın doğru ya da yanlış olması da söz konusu olamaz. Yani bütün inançlar boşinançtır ve ’boşinanç’ teriminin de kendi ba­ şına özel bir anlamı yoktur. İnsanların inançlarının bu özelliği­ ni görmesi kolay olmamıştır. Nitekim inançsız insandan bir şey beklenemeyeceğini ve bütün büyük işlerin ancak inançla yapı­ labileceğini öne sürenler bugün bile çoğunluktadır. Oysa bü­ tün insansal ilişkilerin yalnızca inanca dayandığı bir dönemde, bütün kötü davranışların olduğu gibi, bütün iyi davranışların da temelinde inançların bulunması doğaldır. Ancak, doğru olup olmadığı herhangi bir yoldan anlaşılmayan inançların so­ nuçlarının iyi ya da kötü olması salt rastlantıya bağlı olabilir. Nitekim bütün insanlık tarihi inançların neden olduğu sa­ pıklıklar, kıyıcılıklar ve saçmalıklarla doludur. Ancak, genel olarak son birkaç yüzyıl, özellikle de son yüzyıl içinde bilgi ar­ tışı öylesine büyük bir hız kazanmıştır ki, önceleri yalnızca do­ ğal olaylarla sınırlı kalan bilgi insan ve toplum olaylarına, yani inançların alanına da, yayılmaya başlamıştır. Fakat doğal olay­ lar alanında olağanüstü gelişmeler doğuran bilginin inançları değiştirmede de aynı başarıyı gösterdiği söylenemez. Gerçek­ ten, inançlar bir kez insanların zihnine yerleştikten sonra, bun­ ların yanlışlığını gösteren gözlemler yapma olanağı elde edilse bile o inançları taşıyan kimselere gözlemlerin sonuçlarını ka­ bul ettirmek kolay olmuyor. 25


inançlardan gözlemler yoluyla kurtulmanın zorluğu bilgi­ nin inancı ortadan kaldırmasının zorluğu anlamına geldiğinden bu konu on binlerce yıl boyunca insanlar arasındaki ilişkileri belirleyen konuların başında gelmiştir. Çünkü inançlar bilgi karşısında yalnızca dolaysız bir direniş göstermekle kalmazlar, gerektiği zaman hiçbir bilginin uzanamayacağı yerlere çekile­ rek de kendilerini koruyabilirler. Nitekim insanlar tarihin bü­ yük bölümünde doğa-üstü güçleri yeryüzündeki hayvan ya da putlarla özdeşleştirmişler, bütün insanların yazgısına egemen olduğuna inandıkları bu hayvan ve putların insan karşısında ne denli güçsüz şeyler olduğunu görmeye yanaşmamışlardır. Fa­ kat uygarlığın belli bir düzeye geldiği yerlerde hayvan ve put­ lara tapmanın anlamsızlığım görmezden gelme olanağı kalma­ yınca doğa-üstü güçleri göklerin ulaşılmaz katlarına çekmek gerekmiş ve uygar dünyanın insanlarına göksel dinler inancı egemen olmuştur. Göklerin ulaşılmazlığının da ortadan kalk­ makta olduğu günümüzdeki durum göksel denilen dinlerin uzunca bir süre daha direnişlerini sürdüreceğini göstermekte­ dir. Böylece, bilgi ve inançla ilgili olarak insanlık tarihinin çok kısa bir özetini vermek gerekirse şunları söyleyebiliriz. Başlan­ gıçta insanların bilgisi çok az olduğundan, iletişim ve ulaşım olanakları, genişçe bir alanda yaşayan insan topluluklarımn iş­ birliği içinde yaşamalarına elverişli değildir. Bu yüzden toplumların büyüyüp genişlemeleri parçalanmalara neden olmuş ve sı­ kı bir işbirliğine dayanmadıkça düzenlerini sürdürmeleri ola­ naksız olan doğal toplumlar doğallıklarını kısa sürede yitirmiş olmalıdırlar. Yani insanların, daha insanlaşmanın ilk adımların­ da, kendilerini, birbirine rastladıkça savaşmaktan başka bir şey yapamayan toplumlarm üyeleri olarak buldukları düşünülebi­ lir. Bu aşamadaki bilgi yetersizliği, bu insanların, kendilerini içinde buldukları ayrılık, ayrıcalık ve savaş durumlarının insan­ lığın doğal durumu olduğuna inanmalarına neden olacaktır.

26


TARİH BOYUNCA BİLGİ VE İNANÇ ÇATIŞMASI

İnançların Egemen Olduğu Dönem. İnsanlık tarihinin bü­ yük bölümü, o dönemde yaşayan insanlann bilgi ve inançları üzerine bilgi edinmenin olanaksız olduğu, karanlıkta kalmış, dönemlerden oluşuyor. Başlangıçta yeryüzünün belli bölümle­ rinde dağınık biçimde yaşayan insan topluluklarından günü­ müze, yazılı belgeler bir yana, az çok bilgi verecek türden in­ san yapısı şeyler bile kalmamıştır. İnsanlararası ilişkiler konu­ sunda ilk önemli bilgilerin günümüzden 5-6 bin yıl önce, dağı­ nık toplulukların bir egemenin buyruğu altında toplanmasıyla oluşan Mısır devletlerinden günümüze kalan yapıtlardan elde edildiği söylenebilir. En önemli yapıtlar, tapınaklarla, bir tür yarı-ilah olarak görüldükleri anlaşılan hükümdarların anıt-mezarları olduğuna göre o çağlardaki insan ilişkilerinin merkezin­ de savaşların ve bu savaşlarda alınan tutsakların çalıştırılma­ sıyla yapılan ve toplumun inançlarını simgeleyen yapıtların bu­ lunduğu anlaşılıyor. Bu devletlerin kuruluşundan önceki küçük toplulukların yaşam biçimi ne olursa olsun, bunların birleşmesi savaşlar yo­ luyla gerçekleşeceğine göre, kurulan devletin bir doğal top­ lumla hiçbir benzerliğinin bulunmayacağı açıktır. Önce birleş­ meyi sağlayan sonra da dağılmayı önleyen güçler, yetkisini Tanrıdan aldığına ya da en azından bir yarı-tann olduğuna ina­ nılan bir egemende toplanmış görünse bile, bir egemenin bü­ tün bu işleri tek başına yapması olanaksızdır. Böylece daha 27


devletin kuruluş aşamasında ayrıcalıklı kimselerin ortaya çık­ ması kaçınılmaz olacaktır. Ele geçirilen topraklar belki de dev­ letin malı olarak kabul edilecektir. Fakat bu toprakların iyi iş­ letilebilmesi için de bunların ayrıcalıklı kimselerin yönetimine verilmesi gerekir. Yönetimle ilgili bu sınıf ayrılıklarının yanın­ da bir de savaşlarda alınan tutsaklarla ortaya çıkan efendi-köle ayrılığı olacaktır. Bu durumda, eski devletlerin tarihlerinin ayrıntıları üze­ rindeki bilgimiz ne kadar az olursa olsun, her devletin tarihi­ nin, bir yandan onun başka devletlerle, bir yandan da kendi içindeki sınıfların birbiriyle, yaptıkları savaş ve savaşımlardan oluştuğu düşünülebilir. Bu devletlerde zaman zaman sınıflar arasındaki güç ve varlık farklarını azaltmaya yönelik birtakım girişimlerde bulunulduğu anlaşılıyor. Fakat genellikle baştaki egemenin yerel yöneticilere karşı gücünü artırma isteğinden doğan bu gelişmelerin kısa bir süre sonra gücünü yitirdiği ve durumun eskisinden de kötüye gittiği görülüyor. Çünkü henüz, gerek toplumlar arasındaki gerekse her toplumun kendi için­ deki ayrılık ve ayrıcalıklarla ilgili yerleşik inançları değiştire­ cek bir bilgi artışı kendini gösterebilmiş değildir. Tersine, eski inançların etkisi altında ortaya çıkan ayrılıkların içinde doğup büyüyen insanlarda bu ayrılıkların doğal bir durum olduğuna inanma eğilimi gittikçe güçlenmekte olmalıdır. İnsanların yapıp ettikleri dışında neler düşündüklerini ve dünyayı nasıl gördüklerini anlayabilmek için gözümüzü günü­ müzden iki bin beş yüz yıl kadar öncelerinin Yunan uygarlığı­ na çevirmemiz gerekiyor. Bu tarihlerdeki Yunan düşünürleri­ nin düşüncelerinin pek azı doğrudan doğruya, büyük bölümü de başta Aristoteles olmak üzere daha sonraki Yunan düşü­ nürlerinin yazılarıyla günümüze dek gelebilmiştir. Doğal ola­ rak bu düşüncelere yalnızca inançlar egemendir. Büyük düşü­ nürler zaman zaman kuşku şimşekleriyle inançların karanlığı­ nı yırtmaya çalışmakta, fakat bilgi yetersizliği yüzünden, hiç kimse, eski inançların yerine yeni inançlar koymaktan başka 28


bir şey yapamamaktadır. Bilgi yetersizdir ve daha yüzyıllar bo­ yunca da yetersiz kalacaktır. Çünkü temel inançlar söz konusu olduğunda, bunlann deneyle doğrulanabilirliğinin araştırılma­ sı konusunda en küçük bir adım bile atılamamaktadır. O tarihte düşünceleri deneyle doğrulama yöntemi insanlar için öylesine yabancı bir kavramdır ki, gözlerinin önündeki Oliympos Dağı'nda ilahların yaşayıp her türlü insansal eylem­ lerde bulunduklarına inanan Yunanlılardan hiçbiri en yüksek noktasının yüksekliği 3.000 metreyi bulmayan bu dağa çıkıp bu ilahları gözleriyle görmeyi düşünmüyordu. Gençleri ilahlara inanmamaya yönelttiği için ölüm yargısı giyen Sokrates, ünlü savunmasında, ilahlara inandığım öne sürmüştür. Zaman za­ man, ilahlara inanmayan insanların bulunduğundan söz eden Platon'un da (İ.Ö. 427-348) ilahlara inandığı bu sözlerinden anlaşılmaktadır. O zamanlar Tannlan göklerin ulaşılmaz yük­ sekliklerine çekmek henüz düşünülmediğine göre, bütün za­ manların bu en büyük iki filozofunun da, bu ilahların ya Oliympos'ta ya da dünyanın başka bir yerinde yaşadıklarına inandıkları, fakat onların nerede yaşadıklarım araştırmaya ge­ rek görmedikleri anlaşılıyor. Bu büyük düşünürler bile göz­ lemle bilgi elde etme düşüncesinden böylesine uzaktır. En ilkel insanlarda bile, ateşin kimi nesneleri yaktığı, su­ yun eğik düzlem üzerinde kolayca akabileceği, dağlara tırman­ manın zor, düzlükte yürümenin kolay olduğu türünden birta­ kım deneysel bilgilerin bulunduğu düşünülebilir. Fakat bunlar bilinçli olarak gerçekleştirilmiş deneylerden elde edilmiş bilgi­ ler değildir. Bilinçli deneyler doğa bilimleri alanında bile he­ nüz düşünülmemektedir. Toplumsal konulardaysa öyle deney­ ler sözkonusu bile olamazdı. Aristoteles. Kendinden önce ortaya atılmış olan bilgi ve düşünceleri toplayıp eleştiriden geçirmek bakımından son de­ rece yetenekli bir filozof olarak ortaya çıkan Aristoteles'te de (İ.Ö. 384-322) durum farklı değildir. O da aynı cismin biri bü­ 29


yük biri küçük iki parçasının aynı anda boşluğa bırakılması du­ rumunda büyük parçanın küçüğünden daha hızlı düşeceğine inanmakta, yüksekçe bir ağaçtan öyle iki parça bıraktırarak so­ nucu gözlemlemeye ve böylece yanlışlarım düzeltmeye gerek görmemektedir. Bitki ve hayvan türleri üzerinde yaptığı son derece titiz ve ayrıntılı gözlemleri ve sınıflandırmalarıyla da ünlü olan Aristoteles, bu konularda herhangi bir deney yap­ mayı düşünmediği için canlıların gelişme ve ayıklanma konula­ rıyla hiç ilgilenmemiş ve her canlı türünün, kendisi onu nasıl görmüşse öyle yaratıldığını tartışmasız kabul etmiştir. Bu tutu­ mun, Aristoteles'in insanlararası ilişkilerle ilgili düşüncelerini derinden etkileyeceği açıktır. Nitekim öyle de olmuştur. Onun düşünceleri, deneysel bilimlerden habersiz olan toplumların en ilerisinde bulunan bir toplumda yaygın olan görüşleri yansıttı­ ğından bunlar üzerinde biraz ayrıntılı biçimde durmak yararlı olacaktır. Aristoteles insanın toplum dışında yaşamasının olanaksız­ lığını görmektedir. Ancak kendi çağında toplumu devlet tem­ sil ettiği için, ona göre, birbirinden ayrılamaz olan şeyler dev­ letle bireydir. Bunu da doğal karşılamak gerekir. Çünkü onun çağındaki anlayışa göre insanlar arasındaki ilişkileri ancak dev­ let düzenleyebilir. Bu günümüzde de böyledir. Fakat o çağda kölelik kurumu yürürlükte olduğu için devlet büsbütün önem­ lidir. Bir insamn birçok köle üzerinde egemen olup onlara sö­ zünü geçirebilmesi, uygun gördükçe onları cezalandırıp cam is­ tediği zaman ödüllendirebilmesi ve bütün bunlar olurken köle­ lerden herhangi bir başkaldırma eyleminin gelebileceğinden korkmaması için devletin desteğinden yararlanması zorunlu koşuldur. Böylece, gerçekte Platon'un toplumsalcı görüşünün karşıtı olarak bireyci olan Aristoteles’in yine de bireyin ve ai­ lenin, hatta sitelerin, kendi başlarına birer bütün oluşturama­ yacağını ve belli bir amacı gerçekleştirebilecek yapıda olup kendi başına bir bütün oluşturan tek varlığın devlet olduğunu kabul etmenin, bir toplum için gerekli olan değişik sınıflar, 30


özellikle de kölelerle efendiler, arasındaki dengenin ancak devlet eliyle sağlanabileceğini düşünmesinden kaynaklandığı söylenebilir. Öyle ki Aristoteles, bir devlet içinde bulunan ya­ bancıların yanında el işleriyle uğraşanlan, zanaatçi ve işçileri de yurttaş olarak görmüyor, bunlardan erdemli insanlar çıka­ mayacağını söylüyordu. Aristoteles'e göre efendilik-kölelik bağlantısı, kimi insanların başkalarının amaçlarının canlı aleti olmaktan başka bir işe yarayacak nitelikte olmayışına dayanı­ yordu. Kimi insanlar daha doğduktan gün köle, kimileri de efendi olarak belirlenmişlerdir. Bu iki takım arasında ortak hiçbir nokta yoktur, köle canlı bir alettir. Köleler güneyliler­ den, efendilerse Yunanlılarla kuzeylilerden çıkacaktır. Aristoteles'in kölelik konusundaki görüşleri inançların in­ sanlık tarihini yönlendirmedeki etkisini bütün açıklığıyla gös­ termektedir. Durumu kısaca özetlersek, daha önce sözünü et­ tiğimiz doğal nedenler yüzünden toplumlar arasında savaşlar çıkmakta, bu savaşlarda alınan tutsaklar köle yapılmaktadır. Böylelikle, hemen her toplumda dünyaya gelen insanlar çevre­ lerini gözlemlemeye başladıklarında insanların bir bölümünün efendi, bir bölümünün de köle olduğunu görürler. Bu gözlem­ ler, Aristoteles gibi büyük bir düşünürün bile, insanların bir bölümünün köle olmasının doğal bir durum olup, köleliğin, kö­ le olan insanların yaratılışının doğal bir sonucu olduğuna inan­ masına yetmektedir. Üstelik bu büyük düşünür hangi toplumların efendi hangi toplumlann bireylerininse köle olacağı üze­ rine kurallar da koyabilmektedir. Oysa Aristoteles'in ölümünden sonra 400 yıl bile geçme­ den o efendi olarak yaratılmış olan Yunanlılar Romalıların kö­ lesi durumuna düşeceklerdir. Cahil Romalıların kölesi olan Yunanlı filozoflarla ilgili fıkralar günümüze dek gelmiştir. Bunlardan en tanınmışı Stoa felsefesine yaptığı katkılar kadar, hem Yunanlı hem de eski bir köle olan efendisinin kıyıcı tutu­ mu karşısında gösterdiği erdemli katlanışla da ünlü olan Epiktetos'tur. 31


Sofistler, tsa'dan 700 yıl önce, Hesiodos ve Homeros dö­ neminde büyücü-canlıcı inançların etkisi altında, tanrıların ne istediklerini anlamaya çalışarak ona göre davranmaktan başka bir şey düşünemeyen insanların, aradan 300 yıl geçmeden Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi, günümüze dek etkilerini sür­ düren filozoflar yetiştirebilmesi her zaman bir şaşkınlık ve hay­ ranlık kaynağı olmuştur. Fakat asıl şaşırtıcı ve hayranlık verici olan, Aristoteles'ten de 100 yıl önce, 'Sofistler' adı verilen bir­ takım filozofları ı insanlararası ilişkiler bakımından günümüz­ de bile ulaşılamamış birtakım kuralları düşünebilmiş olmaları­ dır. En ünlü temsilcileri Protagoras (t.Ö. 482-411) olan Sofist­ lerin düşünceleri bize kadar ancak kendileriyle karşıt görüşte olan Platon ve Aristoteles aracılığıyla gelmiş olduğundan onlar genellikle yanlış anlaşılmışlardır. Böylece günümüzde 'sofist' sözcüğünün demagoji yoluyla yerleşik değerleri yıkmaya çalı­ şan kimse gibi bir anlama da geldiğini görüyoruz. Oysa, insan düşüncesinden bağımsız bir gerçekliğin bulunmadığı ve her şe­ yin ancak insanla olan ilişkisine bağlı olarak değerlendirilebi­ leceği olgusundan yola çıkan Sofistler gerek epistemoloji ge­ rekse hukuk ve etik alanında bugün bile yeterince anlaşılarak benimsenememiş düşünceler ortaya koymuşlardır. Biz, konumuz gereği olarak, epistemolojiyi bir yana bı­ rakıp onların hukuk ve ahlak alanındaki görüşleri üzerine eğildiğimizde, kimi insanların daha doğdukları gün köle, ki­ milerinin de efendi olarak belirlendiğini öne sürecek olan Aristoteles'ten 100 yıl önce Sofistlerin, yalnız Yunanlıların kendi aralarında değil, Yunanlılarla Barbarların da eşit ol­ duklarını öne sürebildiklerini görüyoruz. Onlara göre toplumların içlerindeki sınıf ayrılıklarıyla her toplumun belli ke­ simlerine tanınmış olan ayrıcalıklar hiçbir doğal nedene da­ yanmamakta, bu ayrılık ve ayrıcalıkları pekiştirmek amacıy­ la konmuş olan yasalar güçsüzlerin değil güçlülerin çıkarları­ nı korumaktadır. 32


Yine Sofistlerden kimileri soyluluğun ortadan kalkması, mülkiyetin eşit dağıtılması ve bütün yurttaşlara eşit eğitim hak­ kı tanınması, hatta siyasal açıdan kadınlarla erkekler arasında fark bulunmaması gerektiğini öne sürüyorlardı. Sofistler Yu­ nanistan'ı kent kent dolaşarak bu görüşlerini yaymaya çalış­ mışlardır. Sofistlerle birlikte, bir bakıma onların bir kolu sayılabile­ cek olan, Kuşkucular da yerleşik inançlarla çarpışmayı sürdür­ müşlerdir. Sofistlerin bir saptırma sonucu olarak ahlak yönün­ den küçümsenmiş olmaları gibi, Kuşkucular da içinde yaşadı­ ğımız dünyanın apaçık gerçekliğinden kuşku duymakla suçlan­ maya çalışılmışlardır. Oysa onların kuşku duydukları şey dün­ yanın gerçek olup olmadığı değil, öncesiz ve sonrasız bir varo­ luş dünyasının değişmez gerçekleri olduktan ileri sürülen bir­ takım inançların doğru olup olmadıktandır. Kuşkuculuğun en ünlü düşünürü, Platon'un kurup Aristo­ teles'in de içinde yetiştiği Akademi'nin başkam ve siyasal bir görevle Roma'ya gönderilmiş olan üç filozoftan biri olan Karneades'tir (Î.Ö. 214-129). Kameades'in düşünceleri Romalılar üzerinde öylesine etkili olmuştur ki, o zamanlar Roma'da yü­ rürlükteki disiplinci düşüncelerin savunucusu olan Cato, Karneades'in Roma'dan kovulması için, başarısızlıkla sonuçlanmış da olsa, büyük uğraş vermiştir. Kameades, gerek Tann inancı gerekse başka inançlarla ilgili olarak, günümüzün bile ilerisine geçen düşünceler öne sürüyor, özellikle o sırada Roma'da dü­ şünürleri ve devlet adamlarını güçlü bir biçimde etkileyen Sto­ acı düşünürlerin savlarını çürütmekte büyük ustalık gösteri­ yordu. Bütün toplumlarda Tann inancının bulunduğuna dayana­ rak Tannnın varoluşunu kanıtladıklanna inanan Stoacılara. Karneades, dünyada tanntammazlann da bulunduğunu belir­ terek karşı çıkıyordu. Dünyada akıllı ve yetkin varlıklar bulun­ duğuna göre dünyanın da akıllı ve yetkin olması gerektiğini öne sürenlere karşı da Karneades, bu düşünce biçimine göre. 33


dünyada kitara çalan insanlar bulunduğuna göre dünyanın da kitara çaldığının kabul edilmesi gerektiğini öne sürüyordu. O sırada Karneades'i ülkesine geri gönderme girişimleri başarıya ulaşamamışsa da, bir dünya devleti olmayı amaçlayan Roma İmparatorluğundaki egemen güçlerin bu tür düşünceleri savu­ nanlara kolay kazanamayacağı da daha o günlerden belli ol­ muştur. Nitekim İ.S. 100 yıllarında İmparator Dometiaıı bütün filozofları Roma'dan sürdürmüştür. Bu türden önlemlerin bir devletin sürüp gitmesini sağlayamayacağını ise Roma İmparatorluğu'ııun çöküşü göstermiştir. Böylece, insanların yalnızca inançlarına göre yaşadıktan on binlerce yıllık insanlık tarihi içinde 300 yıllık bir süre bo­ yunca Sofist ya da Kuşkucu diye nitelenerek küçümsenen bir­ takım düşünürlerin, insanlar için silinmez bir yazgı gibi görü­ nen boşinanç taşıyıcılığından onları kurtarabilmek için inanıl­ mayacak kadar güçlü bir özgürlük savaşı verdiklerini ve son aşamada yenik düşerek karanlığa karıştıklarını görüyoruz. So­ fistler ve Kuşkuculardan sonra düşünce dünyasına çöken ka­ ranlığın yer yer yırtılmaya başlaması için aradan en az 2000 yıl geçmesi gerekmiş ve düşüncelerin gerçek bir aydınlığa kavuş­ ması umudunun gerçekleşmesi ise en azından XXI. yüzyıla kalmıştır. Roma'da Stoacılık. Gerçekte Karneades'in karşı çıktığı ve çürütmeye çalıştığı felsefe öğretisi her şeyi bilgiye dayandır­ dığım öne süren Stoa öğretisidir. Stoa’ya göre yaşam, özünde düzenliliği ve iyiliği taşıyan evrene uygun olmalıdır. Bütün er­ demler neyin değerli neyin değersiz olduğunu bilmek anlamı­ na gelir. Yine Stoacılara göre, yabancılar ve köleler de içinde olmak üzere bütün ussal varlıklarda yaratıcı ateşten bir kıvıl­ cım bulunur. Bu inançlar bütün insanların ayrılıksız ve ayrıca­ lıksız olarak tek bir toplum içinde birleşmesi gerektiği sonucu­ na götürür. Nitekim. Stoacılar böyle bir dünyaya inandıklarını da öne sürerlerdi. 34


Üstelik o çağdaki yaşam biçimi karşısında çok aykın görü­ nen bu inançları savunanlar Yunanistan'da Sofistler'in görül­ düğü gibi yalnızca birtakım söz ustaları olarak da görülmüyor­ lardı. Senecca gibi ünlü bir avukat ve devlet adamı, Marcus Aurelius gibi bir imparator Stoacı felsefenin başta gelen savu­ nucuları arasında yer alırlar. Buna karşı Roma'da kölelik dü­ zeni bütün etkinliğini korumaktadır. Üstelik Roma'da kölele­ rin öldürülmesi yalnızca suçlu olduğu sanılanlarla da sınırlı kal­ mıyor, onlann yırtıcı hayvanlarla ya da birbirleriyle dövüştürü­ lerek ölüme yollanmaları da bir tür eğlence sayılıyordu. Stoacı filozoflar inançlarına aykın uygulamalan yalnızca toplumsal düzenin sürdürülebilmesi için zorunlu olarak hoş görmekle kalmıyorlar, inançlarına tümüyle aykın görünen bir yaşam sür­ dürüyorlardı. Bir yandan erdemi ve yoksulluğu öven Senecca bir yandan da hem dünya zevklerine düşkündü hem de çok varlıklıydı. Banşsever Marcus Aurelius'un yaşamında ise çok kanlı savaşlar yer almaktaydı. Öte yandan, bütün insanların tek bir toplum olarak birleşmesi gerektiğine inanan Romalılar, bu birliğin, Romalıların başka devletleri silah zoruyla bir bay­ rak altında toplamasıyla sağlanacağına inanıyorlardı ki, böyle bir inancın savaşlar için bahane oluşturmaktan başka bir işe yaramayacağı açıktır. Romalılar'ın inançlarıyla davranışları arasındaki bu çeliş­ kiler, inançların, doğru bile olsalar, insanları doğru yola yö­ neltmekte ne kadar yetersiz kaldığını gösterir. Sağlam bir bil­ giye dayanmadıkları için her yönde yorumlanmaya elverişli olan inançlar, yapılacak kötülükleri destekleme yönünde ko­ layca kullanılmakta, savunulması için özel bir destek gerekme­ yen iyi eylemler bakımındansa bunların yapacağı bir şey bu­ lunmamaktadır. Eğer böyle olmasaydı, bütün insanların birbir­ leriyle eşit ve aynı haklara sahip olduklarına inanan Romalıla­ rın başka toplumlarla savaşması, hele savaş tutsaklarını köle olarak kullanıp onları salt eğlenmek için yırtıcı hayvanlara par­ çalatmaları düşünülebilir miydi? 35


Spartacus Ayaklanması. Roma tarihinin ilginç olayların­ dan biri de bütün zamanların en büyük köle ayaklanmasının bu toplum içinde ortaya çıkması ve tam bir başarısızlıkla sona ermesidir. Roma'nın en parlak döneminde (İ.Ö. 73) Spartacus adında bir köle, arkadaşlarıyla birlikte kaçtıktan sonra çevresi­ ne başka köleleri de toplamış ve kendisini ezmek üzere gönde­ rilen askerleri yenilgiye uğratarak yüz bin kişilik büyük bir kö­ leler ordusu kurmayı başarmıştır. Fakat bu köleler ordusu, tam da gücünün doruğa çıktığı bir zamanda, bir yandan iç anlaş­ mazlıklar bir yandan da dış saldırılar karşısında, gücünü yitir­ miş, kölelerin bir bölümü savaşta ölmüş, bir bölümü devlet güçlerinin kıyıcılığı altında can vermiş ve geri kalanlar eskisin­ den de daha kötü koşullar altında geçecek olan bir kölelik ya­ şamına katlanmak zorunda kalmışlardır. Dünyada o güne dek görülmüş ve ondan sonra görülecek olan bütün ayaklanmaların belki de en haklısı denebilecek olan bu ayaklanmayı gerçekleştiren Spartacusçu kölelerin bu acıklı sondan kaçınmalarının olanaksız olduğunu görmek zor değildir. 100.000 kişi gibi, o çağ için çok kalabalık bir toplulu­ ğun yalnızca savaşla yaşamasının olanaksızlığı açıktır. Bu in­ sanların son aşamada belli bir yere yerleşip aileleriyle birlikte çağın koşullarına uygun bir toplum oluşturmaları gerekir. Bu da ancak yerleşilen yerde oturanları köleleştirerek yeni bir köleli toplum kurmakla olabilir. Bu durumda koşulların yeterin­ ce gelişmemiş olduğu durumlarda, yengiyle sonuçlanan çok haklı ayaklanmalarda bile başarının tümü, yıkılan bir kıyıcılık yönetimi yerine yeni bir kıyıcılık yönetimi koymak olacak de­ mektir. Üstelik, belli bir yörede böyle bir başarıya ulaşılsa bile o yörenin dışında kalan ve eski düzeni sürdürmek isteyen başka topluluklarla sürekli bir savaş durumuna girmek kaçınılmaz olur. Böylece hem üretici bir toplum olmanın gereklerini yeri­ ne getirmek hem de içerdeki ve dışardaki düşmanlarla sürekli bir savaş durumunda yaşamak zorunda kalan yeni yönetimin 36


varoluşunu sürdürmesi olanaksızdır. Nitekim tarih boyunca sömürülere karşı, Spartacus'unkilere bakışla daha küçük çapta da olsa, birçok ayaklanmalar ortaya çıkacak, fakat ayaklanan­ ların kendi aralarında tam bir anlaşma kurdukları durumlarda bile dışardan gelen saldırılara dayanma olanağı bulunamaya­ caktır. Sonuç. Eski çağların, doğal koşulların toplumlar arasında yarattığı ayrılıklarla toplumlann kendi içlerinde doğan ayrılık ve ayrıcalıkların sonucu olan çatışmalar, savaşlar, kıyımlar ve yıkımlarla dolu olduğunu görüyoruz. Doğal koşulların zorlan­ masıyla ortaya çıkan böyle bir dünya içinde doğup büyüyen in­ sanlar bu ayrılık ve ayrıcalıkların insanın doğasından kaynak­ landığına inanmakta, daha düzenli bir dünya içinde yaşama olanakları ortaya çıksa bile bu kez de inançların etkisi altında eski düzen sürdürülmektedir. Yerleşik inançların ortadan kalkması son derece zor olduğu gibi, insanlığın bilgisi de henüz emekleme dönemine bile girmemiş olduğu için şu ya da bu yol­ lardan değişen inançların yerine ancak yeni inançlar gelmekte ve yeni inançlar da insanlığa barış ve erinç getirmek bakımın­ dan eskisinden daha başarılı olamamaktadır. Tersine, zaman içinde inançların daha da güçlenip, savaş ve çatışmaları eskisi­ ne bakışla daha da yırtıcı kıldığı da görülmektedir. Bu yönden bakıldığında, Batı Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasıyla baş­ layıp Doğu Roma İmparatorluğu'nun ortadan kalkmasıyla son bulan Ortaçağ'ın, inançların şahlandığı bir dönem olduğu söy­ lenebilir.

■37


*


ORTAÇAĞ: ŞAHLANAN İNAÇLAR DÖNEMİ

GökseI Dinler. I.S. 400 ve 1400 yıllan arasında, yaklaşık 1.000 yıl süren Ortaçağ koyunca özellikle Asya ve Afrika’nın yakın bölümlerinde inançların, göksel dinler denilen daha kap­ samlı inanç sistemleri altında birleşip. insanlık tarihini daha yoğun biçimde etkilemeye başladıklarım görüyoruz. Göksel dinler denen Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın ortaya çıkış tarihleri gerçekte birbirinden çok farklıdır. Musevilik Hı­ ristiyanlıktan belki 1.300 yıl önce, İslamlık Hıristiyanlıktan 600 yıl sonra doğmuştur. Fakat bunların insanlık tarihi bakımından en etkili oldukları dönem, Ortaçağ' ın başlarında Hıristiyanlı­ ğın Avrupa'da yayılmaya başlaması, daha sonra İslamın Hıris­ tiyanlığı güneyden kuşatmaya başlaması ve özellikle XII. ve XIV. yüzyıl arasındaki Haçlı Seferleri dönemidir. Din savaşlarının bir yandan Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında, bir yandan da bu iki dinin kendi içlerinde, çıkması da gösteriyor ki göksel dinler arasında Museviliğin ayrı bir ye­ ri vardır. Gerçekten Musevilik yalnızca İbrani kavmine Tan­ rının Musa Peygamber aracılığıyla bildirdiği kurallardan olu­ şur. On buyrukla belirlenen bu kurallar öteki iki dinin de ka­ bul ettiği ve günümüze dek gelen birtakım ahlak kurallarıdır Museviler için bu kurallar kendilerinden başkalarını ilgilen­ dirmediğinden Musevi dininin savaş yoluyla yayılmaya çalışıl­ dığı görülmez. Tersine, Museviler inançlarından vazgeçmeye yanaşmadıkları için tarih boyunca hep baskılarla karşılaşmış­ 39


lardır. Buna karşın, öteki dinlerin bağnazlarının, zaman za­ man da Hıristiyan devlet yetkililerinin, Yahudileri hemen her kötülüğün perde arkasındaki kışkırtıcıları olarak görmeleri şaşırtıcıdır. Hıristiyanlığın yayılmasında inançları uğrunda ölümü gö­ ze alan ve bütün yaşamlarını egemen güçlerin baskısı altında sürdüren havarilerin büyük etkisi olmuştur. Bu din her yerde önce ezilenler arasında yayılmış sonra da egemenler onu resmi din olarak kabul etmişlerdir. Avrupa'da önce Roma Hıristi­ yanlığı kabul etmiş, Ortaçağ boyunca hemen bütün Avrupa toplumları Hıristiyan olmuşlardır. Hıristiyanlık ezilenlere umut veren bir din olmakla birlikte egemenler onu kendi ya­ rarlarına kullanmanın ve kendi yetkilerini Tanrıdan aldıklarını halka kabul ettirmenin yolunu kolayca bulmuşlardır. Böylece. başlangıçta Hıristiyanlığı kabul edenlere karşı kullanılan bas­ kılar daha sonra Hıristiyanlığın kurallarına aykırı davrananla­ ra karşı bir tehdit öğesi olarak kullanılmaya başlamıştır. İslamlığın yayılması Hıristiyanlığın tam tersi denilebilecek biçimde olmuştur. Hazreti Muhammed sürekli olarak düşman­ larıyla savaşmış ve savaşlarının hepsini de kazanmıştır. Pey­ gamberin ölümünden sonra da savaşlar ve fetihler sürmüş ve yalnızca yüzyıllık bir süre içinde, doğuda İranlılar ve Türkler Müslüman olmuş,' batıda Ispanya'nın Avrupa'daki fetihleri başlangıçtan 120 yıl sonra Poitier'de Charles Martel’in ordusu karşısında durmak zorunda kaldığı zaman Avrupa'nın kuze­ yinde birçok bölgeler henüz Hıristiyanlığı kabul etmemişti. Bu durumda günümüzde Avrupa'nın kuzeyindeki büyük bir böl­ genin Müslüman değil de Hıristiyan oluşu belki de yalnızca bir rastlantı sonucudur. Gerek Hıristiyanlık gerekse Müslümanlık, getirdikleri inançların, karşılaştıkları yerel dinlerin inançları karşısında çok üstün olduğuna inanırlar. Oysa inançların doğrulanabilirliği olmadığına göre, herhangi bir inancın doğru ya da yanlış olduğunu söylemenin bir anlamı olmadığı gibi, onun iyi ya da 40


kötü olduğunu söylemenin de bir anlamı olamaz. Bu durum­ da dünyanın pek geniş bir bölgesinde eski yerel dinlerin, Hı­ ristiyanlık ve Müslümanlık karşısında tümüyle ortadan kalk­ masının, buna karşı bu iki dinin yeni türden inançlar karşısın­ da hiç de ortadan kalkacak gibi görünmemesinin şaşırtıcı ol­ duğu düşünülebilir. Ancak göksel dinlerin, yerini aldıkları ye­ rel dinlere bakışla, yeni dinlere kolay kolay yerini bırakmaya­ cak olma bakımından bir üstünlüklerinin bulunduğunu da ka­ bul etmek gerekir. Bu da onların tanrılarının soyutluğundan geliyor. Gerçekten eski dinlerde kendilerinde büyük güçler bulun­ duğu varsayılan tanrıların, putlar, heykeller ve hayvanlar gibi somut birtakım varlıklar oldukları görülür. Bunlara inanma­ yanların onların güçsüzlüğünü görmesi hatta buna inananlara göstermesi çok kolaydı. Örneğin bir insanın bir putu kırdıktan, bir heykeli parçaladıktan ya da bir tanrı-hayvam öldürdükten sonra, hiçbir şey olmamış gibi, hiçbir ceza görmeden ortalıkta dolaştığım gören inanç sahiplerinin o tanrıya inanmayı sürdür­ meleri kolay olmayabilirdi. Göksel dinler Tanrıyı görülmez, dokunulmaz, kısaca, tümüyle erişilemez bir düzeye çıkararak ona inanılması zor bir biçim vermişlerdir. Ancak, insanları en inanılmaz şeylere bile inandırmanın bir yolu bulunabilir. Asıl zor olan onları bu inançlarından kurtarmaktır. İşte bu yüzden, göksel dinler inançları yok etmenin güçlüklerini olanaksızlık derecesine çıkarmış oluyorlardı. Burada yalnızca dinlerden söz etmekle, inanç konusunu gerçekte olduğundan daha dar bir alan içine soktuğumuz düşü­ nülebilir. Ancak, bizim konumuz insanlar arasındaki ilişkiler olduğuna göre dinsel inançlar alanının dışına çıkmamıza gerek kalmıyor. Çünkü özellikle Ortaçağ boyunca Avrupa ve çevre­ sinde yani Hıristiyanlık, Müslümanlık ve Museviliğin egemen olduğu bölgelerde yaşayan insanlar arasındaki ilişkiler hep dinsel dogmalardan türetildiği öne sürülen kurallarla belirlen­ miştir. Öne sürülmekten söz ediyoruz, çünkü birçok kuralların 41


gerçekte yürürlükteki dinden önce yerleşmiş inançların ürünü olmasına karşın, bunların değişmesinin olanaksız ya da yarar­ sız olduğunu gören din yetkilileri onları dinsel dogmalara bağ­ lamakta güçlük çekmemişlerdir. Göksel Dinlerin Neden Olduğu Kıyımlar. Gerçekte din­ sel doğmalar her türlü yoruma elverişli olacak kadar çelişkiler­ le doludur. Bu çelişkiler yalnızca uygulama alanında değil da­ ha felsefe düzeyinde kendini gösterir. Tanrının varoluşunun tartışılmaz kanıtı olarak her şeyin bir nedeninin bulunması ge­ rektiğini öne sürülen dinci düşünürler Tanrının nedeninin ne olabileceği sorusuna çelişkili yanıtlar vermek zorunda kalırlar. Öte yandan, her şeyin bir nedeninin bulunması zorunluysa mu­ cizeler olanaksız demektir. Oysa göksel dinlerin üçünde de peygamberlerin gerçekten peygamber olduklarının en güçlü kanıtı olarak mucizeler gösterilir. Denizin yanlıp Musa Pey­ gamberce adamlarını karşıya geçirmesi, İsa'nın Lazar'ı ölü­ münden üç gün sonra diriltmesi, Hazreti Muhammed'in bir parmak işaretiyle Ay'ın ikiye bölünmesi gibi ünlü mucizelerin dışında, göksel dinlerin temel çelişkilerinden biri de, bir yan­ dan her şeyin Tanrının iradesiyle gerçekleştiğini öne sürerken bir yandan da günah işleyenler karşısında gösterdikleri acıma­ sızlıktır. Göksel dinlerin temelinde bulunan bu çelişkilerin uygula­ mada değişik yorumlar doğurması ve her dinin kendi içinde bölünmelere uğraması kaçınılmazdı. Nitekim öyle olmuştur. Hıristiyanlık'ta önce Bizans kiliseleri Ortodoks Kilisesi adı al­ tında Roma'dan ayrıldı. Daha sonra Protestanlar da Katoliklerden ayrıldılar ve zaman zaman daha küçük çaplı ayrılmalar da oldu. Müslümanlıkta Peygamber'in ölümünden hemen son­ ra mezhepler ve tarikatlar ortaya çıkmaya başladı. Doğal ola­ rak ayrılmaların büyük bölümü ekonomik ve siyasal nedenler­ den kaynaklanıyor, fakat bunları da dinsel dogmaların yorum­ larına bağlamak zor olmuyordu. Daha sonra ayrılığın gerçek 42


nedenleri unutuluyor ve çatışmalar salt dinsel inanç ayrılıkları­ nın ürünü olarak ortaya çıkıyordu. Böylece, insanlık tarihinin en kanlı ve utanç verici olayları din ayrılıklarıyla yine dinlerin kendi içlerindeki bölünmelerden doğmuş görünürler. İslamda ayrılıklar genellikle siyasal nedenlerle ortaya çık­ mış ve mezhepler arasındaki çatışmalar siyasal savaşlarla birbi­ rine karışmıştır. Bir de dinin düşünceler üzerindeki aşın baskı­ sı tasavvufu doğurmuş, mutasavvıflık da kendi içinde birtakım tarikatlara ayrılmıştır. Mutasavvıflık ve tarikatlar zaman za­ man devletin düşmanlığını çekmiş ve bu da pek çok kıyıcılıkla­ ra neden olmuştur. Öte yandan, İslam'da zındıkların öldürül­ mesi gerektiğine inanılması da 'zındık' sözcüğünü işine geldiği gibi yorumlayanların, ortadan kaldırmak istedikleri kimselerin zındıklığına dayanarak onları öldürmesini kolaylaştırmıştır. Bununla birlikte insanları inançlan yüzünden öldürmenin sis­ temli ve örgütlü bir biçim alışının Hıristiyanlıkta Engizisyonun kurulmasıyla ortaya çıktığı söylenebilir. Roma'da Hıristiyanlığın kabulünden hemen sonra din sapkını olduğu saptanan kimselere ölüm cezası verilmeye baş­ landı. Dinsel dogmaların temelindeki çelişkiler göz önünde tu­ tulduğunda, din sapıklığının, egemen güçlerin görüşlerine uy­ mamak anlamına geleceği açıktır. Î.S. 1000 yıllarına kadar yu­ muşak tutulan uygulama bu tarihlerden sonra, özellikle kuzey­ de Fransa ve Hollanda'da din sapkınlarının ateşe atılmasıyla sertleşti. Sonradan İtalya ve Güney Fransa'da sapkınlık oldu­ ğu kabul edilen olayların artmasıyla Engizisyon kuruldu ve her piskopos kendi bölgesindeki din sapkınlarını bulmakla görev­ lendirildiği gibi, yöneticiler de bunlara yardıma çağrıldı. Engi­ zisyon mahkemelerinin yargılama yöntemi son derece ilkel ve sertti. Suçlanan kimseleri savunacak birisinin bulunmasına izin verilmiyor, suçlamayı kimin yaptığı da açıklanmıyordu. Kısa bir süre sonra sorgulamada işkence yapılması da kabul edildi. Pişmanlık duyduğunu kabul etmeyen suçlunun cezası yakıla­ rak öldürülmekti. 43


Engizisyon. Engizisyon Avrupa'da yüzyıllar boyunca sür­ dü. Özellikle Ispanya'da ancak XIX. yüzyıl başlarında kesin olarak kaldırılabildi. XVI. yüzyıl ortalarında Kraliçe Mary Tudor İngiltere'de de Engizisyonu kurmak istedi. Engizisyon kurulmadıysa da Kraliçenin yaptırdığı kıyıcılık ve işkenceler onun Kandökücü Mary olarak anılmasına neden oldu. Onun sapkınlığa karşı yürürlüğe koyduğu yasalarla, başta evli papaz­ lar olmak üzere, üç yüz kadar kurban yakılarak öldürüldü. Andre Maurois, İngiltere Tarihi adlı kitabında, bu ölümler sı­ rasında birtakım yüce davranışların da eksik olmadığını belir­ tir. Büyük bir Protestan rahibi olan Latimer pişman olduğunu söylese yaşamını kurtarabilecektir. Fakat yakılmadan önce ya­ pılması âdet olmuş olan tartışmada, sorgulara, İncil'i okuduğu ve orada Katolik törenlerini bulamadığı yanıtım vererek kendi isteğiyle ölüme gider. Kendisiyle aynı zamanda yakılacak olan Dr. Ridley'e şöyle der: "Üzülmeyin, Tanrının lütfuyla bugün İngiltere'de artık hiç sönmeyecek olan bir mumu yakacağız". Vaiz Latimer İngiltere’de bu türden kurbanların tek ömeği ol­ madığı gibi, onunkine benzeyen davranışların başka toplumlarda da ortaya çıktığı kuşku götürmez. İnançlarla ilgili davra­ nışların anlamını iyice kavrayabilmek için bu örnek üzerinde biraz durmak uygun olacaktır. Vaiz Latimer'in ölüm karşısındaki davranışının iki yönü vardır. Birincisi, yaşamı pahasına da olsa inancını korumak, İkincisi de yine yaşamı pahasına da olsa inancını açıklamaktan çekinmemektir. İnancını değiştirmek insanın kendi elinde de­ ğildir. Yani inancını korumak, sanıldığının tersine, aktif değil pasif bir tutumdur ve pasif bir tutumun bir yüceliğinin bulun­ duğu söylenemez. Üstelik herhangi bir inancın başka bir inançtan daha üstün ya da daha iyi olduğunu söylemek için de bir neden yoktur. Bu bakımdan, çok eski zamanlardan beri, kendi inançları yüzünden ölümü göze alan insanların bu dav­ ranışlarının da, başkalarımn inançları yüzünden onları öldü­ ren insanların davranışları kadar anlamsız olduğu söylenebi­ 44


lir. Ancak duruma bugünkü bakış açımızdan baktığımız za­ man da inancı uğruna ölenlerin yine boş yere ölmediklerini, onların, inançlarını açıkça söyleme hakkı uğruna öldüklerini söyleyebiliriz. Gerçekten, özgürlüğünü kazanmak için toplumsal yaşamı kabul etmiş olan insan gerçekte insanlığım da toplumsal yaşam içinde kazanmaktadır ve insan olmanın en belirgin niteliği de düşünmektir. Düşünmekse ancak düşünülenin başkalarına an­ latılmasıyla gerçekleşebilir. Böylece, bir insamn düşündüğünü söylemesine engel olmak ya da onu düşündüklerinin tersini söylemeye zorlamak onun insanlığını elinden almaya çalış­ maktır. Bu durumda, insanlığından vazgeçmemek için ölümü gpze alan Rahip Latimer'in yaktığı ateş, kendi sandığı gibi Pro­ testan inancının değilse bile, inandığını açıkça söyleme özgür­ lüğünün ateşi olabilir. Eski çağlardan beri olaylara bu yönden bakılabilse ve gerek öldürenler gerekse ölenler davranışlarının inanç özgürlüğüyle değil inançlarını açıklamak özgürlüğüyle il­ gili olduğunu görebilselerdi belki de böylesine insanlık dışı kı­ yımlara gerek kalmazdı. Oysa Ortaçağ1da inanç çatışmaları yalnızca dinsel sapkın­ lık denilen türden sapkınlıkları cezalandırma eylemleriyle de sınırlı kalmadı. Dinler arasındaki savaşların neden olduğu yı­ kımlar çok daha büyük oldu. XI. yüzyıl başından XII. yüzyıl sonlarına dek iki yüz yıl süren haçlı seferlerinde yüz binlerce insan öldü. Gerçi bu savaşların dinsel nedenleri kadar ekono­ mik ve siyasal nedenlerinin de bulunduğu doğrudur. Fakat bu savaşlar sırasında papazların oynadığı rolün ve onların yaptığı propagandaların şöyle bir gözden geçirilmesi bile, yüz binlerce insanı, kendi yurtlarından çok uzaklarda bulunan, hiç tanıma­ dıkları. eğer din adamlarının propagandaları olmasa tanımala­ rına da olanak bulunmayan başka yüz binlerce insanı öldür­ mek üzere sefere çıkarmamn inançların desteği olmadıkça başanlamayacak bir iş olduğunu görmeye yetebilir.

45


İnançların Kışkırtılması. İnançların neden olduğu yıkım ve kırımlar kadar belki daha da önemli olan, inançların bu yı­ kım ve kırımları gerçekleştirmek üzere nasıl harekete geçiril­ dikleri, nasıl kışkırtıldıklarıdır. İlk bakışta inançların bir patla­ maya neden olabilmesi için büyük baskılar altında kalması ge­ rektiği düşünülebilir. Oysa en yıkıcı inanç patlamalarının bas­ kılara karşı direnme biçiminde değil doğruca saldırganlık biçi­ minde ortaya çıkmış olmaları da gösteriyor ki inanan kimsele­ rin kendiliğinden eyleme geçmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Gerek saldırganlıklar gerekse direnişler her zaman ya siyasal egemenliğin bir ya da birkaç temsilcisinin kendi si­ yasal amaçlarım gerçekleştirmek için inançlara başvurmayı kestirme bir yol olarak görmesiyle, ya birkaç bağnaz insanın inananları etkilemesiyle ya da bu ikisinin karışımının doğur­ duğu kışkırtmalarla ortaya çıkmaktadır. Bütün bu olaylarda şaşırtıcı olan durum, çok kalabalık insan topluluklarının bir ya da birkaç kişinin oyuncağı olmayı kabul edişlerindeki kolay­ lıktır. Başta Pierre l'Ermite olmak üzere birtakım papazların inançlar üzerindeki kışkırtıcı etkisi olmasa yüz binlerce kişiyi ya ölmek ya da öldürmek üzere Haçlı Seferleri'ne çıkarmak olanağı bulunamazdı. Engizisyon, bir dinsel kurul temsilcisi olan Lucius III ile imparator Friedrich I'in anlaşması üzerine kuruldu. Bir kez Engizisyon kurulduktan sonra artık cinayetle­ ri işleyenler yani işkenceye karar veren yargıçlarla bu kararla­ rı uygulayan görevliler ya da cellatlar, yaptıklarını kendi inanç­ larının zorlamasıyla değil birtakım kuralların ya da buyrukla­ rın uygulayıcıları olarak yapıyorlardı. İngiltere'deki Engizis­ yon benzeri cinayetlerin de Mary Tudor adındaki yan deli bir Katolik Kraliçenin isteğiyle uygulandığı söylenebilir. Böyle bir Kraliçenin koyduğu kurallan, belki de çoğu Katolik olmayan yargıçlar, görevliler ve cellatlar uygulamışlardır. Görev alma­ dan önce belki bu cinayetleri işleyebileceklerine kendileri de inanmayan insanların bir kez uygulamaya geçtikten sonra gös­ 46


terdikleri soğukkanlılık ve acımasızlık akıl almaz boyutlara ulaşmaktadır. Ortaçağ'ın sona erişinden epey sonra, 1570'lerde, Fran­ sa’da yapılan ve Saint Barthelemy adı verilen genel kıyımın gö­ rüntüsü de ilginçtir Kral Charles IX'un, gerçekte annesinin kışkırtması sonucunda karar verdiği Protestan kıyımı Kralın adamlarının Paris'e dağılmasıyla başlamışsa da çalınan kilise çanlarının etkisi altında onlara katılan halkın bir gece içinde 3.000'i aşkın Protestan öldürdüğü görülüyor. Bu olaydan bir gece önce, ölen o 3.000 kişiyle onları öldüren yüzlerce insan belki de birbirinin düşmanı olduklanndan bile habersiz yaşa­ maktaydılar. Böylece, bilgi çağına doğru ilk adımların atılmaya başla­ dığı yeni çağlann başlangıcına dek süren Ortaçağ, inançların örgütlenmiş bir yapıya kavuşarak daha önceki çağlarda görül­ memiş ölçüde kıyıcı ve yıkıcı bir biçim aldığı bir dönem olmuş­ tur. Bu çağda, bilgi çağının yaklaştığını gösteren herhangi bir belirti bulunmamakta, tersine, Fransa'daki Saint Barthelemy kıyımı ya da İspanya Engizisyonu örneklerinde görüldüğü gi­ bi, gelişmeye başlamış Avrupa ülkelerinde Ortaçağ'ın sona er­ mesinden yüzlerce yıl sonra bile inanç eylemleri çok etkili ola­ bilmektedir. Öyle ki, bilgi yolunun açılmasında önemli ölçüde etkili olacak olan Eski Yunanın düşünce yapıtlarının Avru­ pa'da tanınmaya başlaması için bile Eski Yunan uygarlığının hemen ardından gelen bu çağın sona ermesini beklemek ge­ rekmiştir. Böylece, inanç edimlerinin doruğa ulaştığı Ortaçağ Avrupası'nda geçen olayları şöyle bir gözden geçirmek, inançların temel özelliklerini saptamak için yeterli görünüyor. Buna göre inançlar kendi başlarına ne iyi ne kötü, ne kıyıcı ne de katlam­ adır. Ancak inançlar insanları birtakım kışkırtıcıların oyunca­ ğı durumuna soktuklarından, tarihteki bütün kötülük edimle­ rinin temelinde inançların bulunduğu söylenebilir. Buna karşı bütün iyiliklerin inançtan doğduğu da söylenebilir ki bu da bir 47


ölçüde doğrudur. Fakat belli bir konuda iyi ve kötüyü birbirin­ den ayırt etme gücü bulunmayan insanların herhangi bir yol­ dan güç kazanması insanlık için her zaman tehlikelidir. İnsan­ ların işbirliği yapmalarında, amacın her zaman iyi bir şey yap­ ma olmasına karşın aym işbirliğinin çok zaman karşı durulmaz bir yıkıcı güç olarak ortaya çıkması, inançların iyi ve kötü kar­ şısındaki bu yansız tutumundan kaynaklanmaktadır. İnancın yerini bilginin alması, insanın iyi ile kötüyü birbirinden ayıra­ bilmesi demek olduğundan bilginin yöneltmesi kesinlikle iyiye doğru olacak demektir. Böylece insanın gerçek insanlığı ancak inancın yerini bilginin almasıyla ortaya çıkacaktır.


BİLGİ ÇAĞINA DOĞRU

Deneysel Bilim lerin Ortaya Çıkışı. Ortaçağ da bilgi çağı­ nın yaklaştığının hiçbir belirtisinin bulunmadığını söylerken, Ortaçağ’ın sonu gelinceye dek insanların hiçbir şey bilmeyip yalnızca inançlarının etkisi altında davrandıklarım söylemek istemediğimiz açıktır. İnsanlar Ortaçağ'ın başlangıcından da çok daha eski zamanlarda bile deneyle doğrulanabilen türden pek çok şeyler biliyorlar ve bu bilgilerini yaşamlarında da kul­ lanıyorlardı. Bu bilgiler yalnızca günlük yaşamda her zaman kullanılan basit bilgilerle de sınırlı değildi. Ortaçağ'ın başlangı­ cından yüzlerce yıl önce Eukleides geometrinin temel sorunla­ rını sistemli biçimde çözmüş, onun hemen ardından Arkhimedes bir akışkana batırılan bir cismin taşırdığı akışkanın ağırlığı­ na eşit bir kuvvetle yukarı doğru itildiğini bulmuştur. Bunların hepsi de deneyle doğrulanabilir türden gerçek bilgilerdir. Üs­ telik bu bilgiler uygulamada kullanılmakta, böylece bunların doğrulanması da kendiliğinden yapılmış olmaktadır. Yeniçağ'ın başlangıcına dek bilim alanında eksik olan şey deneyle doğrulanabilir türden bilgiler değil, deneyle doğrulamanın bi­ limsel bir yöntem olarak kullanılması gerektiği düşüncesidir. Deney ve gözleme dayanan bilginin ilk olarak gökbilim (astronomi) alanında ortaya çıktığı ve bunun öncüsünün de Kopemik olduğu görülüyor. Kopernik (1473-1543) kendi çağı­ na dek astronomide geçerli olan Ptolemaios'un Yermerkezci sistemi yerine Güneşmerkezci sistemi koymuştur. Birinci siste­ me göre Yer evrenin merkezinde sabit durmakta ve Güneş de 49


içinde olmak üzere bütün yıldızlar onun çevresinde dönmekte­ dir. Oysa Kopernik yerin bir yandan kendi ekseni çevresinde bir yandan da Güneşin çevresinde döndüğünü öne sürmüştür. Gerçi Kopernik bu sonucu gözlem ya da deneyden çıkarmış değildir. Hatta onun, öne sürdüğü görüşü deney yoluyla kanıt­ ladığı da söylenemez. Fakat o, Yermerkezci sistemi gözlemler­ le açıklamaktaki güçlüklerden yola çıkarak sonuca vardığı için deneyin bilimdeki değerinin anlaşılmasına öncülük etmiştir. Deneyi bilimde gerçek anlamıyla kullanan ilk bilim ada­ mının, yani deneysel yöntemin kurucusunun, Galileo Galilei (1564-1642) olduğu söylenebilir. Galilei'nin deneyle doğrulama yöntemine göre yaptığı ilk uygulamanın cisimlerin düşmesiyle ilgili olduğu söylenir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Aristoteles'ten beri, aynı cismin biri büyük öteki küçük olan iki parçasının aynı anda aym yüksek­ likten boşluğa bırakılması durumunda büyük parçanın ötekin­ den önce düşeceği sanılıyordu, işte Galilei deney yoluyla bu yanlışlığı düzeltmiş oldu. Ayrıca, Galilei'nin ölümünden birkaç yıl sonra hava boşaltma pompalan yapılınca düşme olayındaki hava direnci konusu da çözüme bağlanacak ve havasız bir or­ tamda bir kurşun parçasıyla bir kâğıt parçasının da aynı hızla yere düşeceğini kanıtlama olanağı doğacaktır. Bir kez deney ve gözlemin bilimin aynlmaz birer bölümü olduğu kabul edildikten sonra bu alandaki ilerlemenin olağa­ nüstü bir hız kazanmasını doğal karşılamak gerekir. Nitekim Galilei pek çok bilimsel deneylerinin yanında dürbünle gökci­ simlerinin devinimini de incelemeye başladı ve bu yoldan, yine Aristoteles'ten beri sürüp gelen bir başka yanılgıyı da düzelt­ me olanağı buldu. Bu yanılgı, Aristoteles’in, evrendeki bütün varlıkları ayaltı ve ay-üstü diye ikiye ayırıp, Ayın ve daha yukardaki gök­ cisimlerinin, yani Güneş ve yıldızların, kusursuz küreler biçi­ minde olduklarının ve bunların gökyüzünde kusursuz daireler çizerek döndüklerinin kabul edilmesinden ileri geliyordu. Ga50


lilei, dürbünüyle, Ayın hiç de kusursuz bir küre biçiminde ol­ madığını, onun da, en azından görünen yüzünde, tıpkı dünya­ nın yüzünde olduğu gibi dağlar ve koyaklar bulunduğunu gös­ termeye başladı. Fakat daha ilk adımda, yerleşmiş inançları yok etmenin hiç de sanıldığı kadar kolay olmadığı ortaya çık­ mış oldu. Gerçekten, en büyük bilginler bile ya dürbünle Aya bakmaya yanaşmıyorlar ya da elle tutulurcasına gördükleri gerçekleri kabul etmemekte direniyorlardı. Bilgiyle inanç ara­ sındaki bu çatışma, özellikle insanlar ve toplumlarla ilgili ko­ nularda, daha yüzyıllar boyu sürdüğü gibi günümüzde de sona ermiş değildir. Gökcisimleri gibi, insanlarla hiç ilgisi olmayan konularda­ ki gözlemlere karşı gösterilen tepki de, dolaylı yoldan, yine in­ sanlar ve tanrısal düzen konusundaki inançlann yıkılması kor­ kusundan doğuyordu. Hatta bu konudaki ilk çatışma Galilei'den biraz önce Kopemik'in, yer küresinin evreninin merke­ zinde sabit durup Güneşin ve yıldızların onun çevresinde dön­ düğü biçimindeki Ptolemaiosçu kurama karşı çıkarak, dünya­ nın Güneşin çevresinde döndüğünü öne sürmesiyle çıkmıştı. Deneysel Bilimlerle inançlann Çattşmasu Kopernik'in vardığı sonuç, üzerinde doğanın en yetkin varlıkları olan insan­ ların yaşadıkları dünyayı evrenin merkezi olmaktan çıkarmak­ la kalmıyor, aynca göklerde Tanrının kurduğuna inanılan dü­ zenin de yıkılmasına neden oluyordu. Kopernik'in, bu kuramı­ nı içeren kitabını kuramı buluşundan 25 yıl sonra bastırmaya karar vermesinin Kiliseyle başının derde gireceğini düşünme­ sinden ileri gelip gelmediği konusunda bir şey bilinmiyor. Hat­ ta kitap Papa Paulus IH'e ithaf edilmiş. Ancak Kopernik'in bu kuramından çok etkilenen Giordano Bruno ile Galileo Galilei Kilise yönünden onun kadar şanslı olmamışlardır. Kopemik'in ölümünden 5 yıl sonra dünyaya gelen Giordano Bruno aleyhi­ ne Roma'da 1576 yılında mezhep sapkınlığıyla ilgili bir dava açılmış, fakat o sonucun ne olacağını bildiği için İtalya'dan kaç­ 51


mıştır. Başka ülkelerde yaşamayı 24 yıl boyunca sürdüren Bruno, kendisini İtalya'ya çağıran kimsenin ihaneti sonunda Kili­ senin eline düşmüş ve işkencelere karşın düşüncesinden dön­ düğünü söylemeyi kabul etmediği için 1600 yılında diri diri ya­ kılmıştır. Galilei'nin buluşlarının inançlarla nasıl çatıştığını gösteren ilginç bir örnek Jüpiter'in uydularıyla ilgilidir. Galilei yaptığı teleskopla gökyüzünü incelemeye başlayınca Jüpiter'in çıplak gözle görülmeyen dört uydusunun bulunduğunu görmüş ve onun bu buluşu ortay a bir inanç sorunu çıkarmıştır. O zamana dek dünyamızla ilgili olarak beş gezegenle Güneş ve Aydan oluşan yedi gök cisminin bulunduğu kabul ediliyordu ve 7 sa­ yısı Hıristiyanların gözünde kutsallığı olan bir sayıydı. Jüpi­ ter'in uydularının bulunmasıyla gökcisimlerinin sayısı 11 gibi hiçbir özelliği olmayan bir sayıya dönüşüyordu. Bu, doğa bi­ limlerindeki gelişmelerin o bilimlerle hiç ilgisi olmayan alan­ lardaki inançların sarsılmasında şu ya da bu yoldan etkili ola­ bileceğinin tipik bir örneğidir. îşte zamanın felsefe profesörle­ rinin Galilei'nin teleskopuyla gökyüzünü seyretmeye yanaş­ mamalarının nedeni bu gibi sorunlardı. Yani Galilei'nin buluş­ larının Engizisyonu ilgisiz bırakacağı düşünülemezdi. Nitekim Engizisyon onu suçladı ve o da dünyanın gerek kendi çevresin­ de gerekse güneşin çevresinde döndüğünü öne sürmemeye söz verdi. Galilei ile bilim dünyasının yolunu açmada öncülük et­ miş olan İtalya'nın, ondan sonra bu alanda öteki Avrupa ülke­ lerinin çok gerisine düşmesinde, Giordano Bruno'nun yakıl­ masının yanında bu olayın da etkili olduğu düşünülebilir. Galilei'nin gezegenlerin devimleriyle ilgili buluşlarının, inanca dayalı Skolastik felsefenin yerini inançları sorugulamaya girişen bir deneyci felsefenin almaya başlamasında doğru­ dan etkili olduğunu söylemek belki biraz aşın görünür. Fakat bu iki olaym art arda gelişmesine bakıp da böyle bir olasılığı düşünmemek de olanaksızdır. Fransa'da Skolastiğin organizmacı (dünyayı canlı bir organizma olarak gören) felsefesi yeri­ 52


ne mekanist bir felsefe ortaya koyan Gassendi ile, bütün inançlanmızı yeniden ele alıp doğruluk derecelerini araştırmadan sağlıklı sonuçlara varmanın olanaksızlığını öne süren Descartes Galilei'den 30 yıl kadar sonra doğmuşlardır. İngiltere'de yi­ ne Galilei'den üç yıl önce doğan Francis Bacon deneyci bilim­ lere, ondan 27 yıl sonra doğan Hobbes de deneyci felsefeye gö­ türen yollan açmışlar, Hobbes'tan 44 yıl sonra doğan Locke da insanın doğuşunda zihnin boş bir kâğıt olduğunu, bütün bilgi­ lerin yaşam boyunca doğrudan ya da dolaylı deney yoluyla ka­ zanıldığım öne sürerek Deneyci (ampirik) felsefenin temelini atmıştır. Doğa bilimleri ya da deneysel bilimlerle felsefe ara­ sındaki bu sıkı bağlantıyı gördükten sonra, felsefenin insan bi­ limleriyle bağlantısı da göz önünde tutularak, deneysel bilim­ lerle insan bilimleri arasında bağlantı kurmak da kolaylaşıyor. Böylece, doğa bilimlerindeki ilerlemelerin insanlar arasındaki ilişkiler konusundaki düşünceleri etkilemesi de kaçınılmaz ola­ cak demektir. Gerçekten olayların akışı da bunu gösteriyor. Nitekim hepsi de Galilei ölmeden önce doğan, Alman­ ya'da Von Guericke, Fransa'da Mariotte, İngiltere’de Böyle XVII. yüzyılda fizik ve kimya bilimlerinin bir patlama yapma­ sını sağlarken, XVII. yüzyılın sonlarında doğan Montesquieu ve Voltaire ile XVIII. yüzyılın hemen başlarında doğan Rousseau ve Diderot gibi düşünürler XVIII. yüzyılda insan ilişkile­ ri üzerinde binlerce yıldan beri yerleşmiş inançların sorgulan­ ma sürecini başlattılar. Bu sorgulama gerçi günümüze dek sür­ müştür ve bir süre daha süreceği de anlaşılmaktadır. Fakat yi­ ne de onun ilk ürününü Fransız Devrimi'yle verdiği ve ondan sonra da ürün vermeyi sürdürdüğü söylenebilir. Aym XVIII. yüzyıl bir yandan da Lavoisier'nin ortaya attığı "Doğa'da hiç­ bir şey yok olmaz ve kendiliğinden varolmaz” ilkesiyle doğa bilimleri alanındaki son inanç kalıntılarını da ortadan kaldırdı­ ğı yüzyıldır. Doğal olarak bu, o inançlardan herkesin kurtuldu­ ğu anlamına gelmez. Kurtulanlar yalnızca o yüzyılın temsilcisi durumunda olan sınırlı sayıda bilim adamlarıdır. Fakat bu ka53


dan da bu olayı insanlık tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı saymak için yeterlidir. Böylece, insanların bilim alanında deneyin değerini anla­ maya başlaması üzerinden iki yüzyıl bile geçmeden yalnızca deneysel bilimler alanındaki inançların öldürücü bir darbe ye­ diğini görmekle kalmıyoruz, aym dönem içinde insan ve top­ lum ilişkileri alanındaki inançların da sarsılmaya başladığını görüyoruz. Gerçekte Fransız Devrimi'nin sarstığı inançların yerine bilginin geçmesi henüz söz konusu değildir. Hatta Fran­ sız Devrimi'nin bir inanç yerine başka bir inanç yerleştirmeye çalıştığı, devrime kadar insanlık için doğal görülen olguların başında gelen soylu-avam ayrımı yerine devrimden sonra zengin-yoksul ayrılığı inancının birinci sıraya konmak istendiği de söylenebilir. Fakat bir kez bilginin inana sorgulaması başla­ dıktan sonra artık yeni gelen inançların eski inançlar kadar uzun ömürlü olmayacağını görmek zor değildir. Ancak, buradaki uzun ya da kısa ömürlü olma ölçüsünün insanlık tarihi boyutları içinde belirlendiğini de unutmamak gerekir. Fransız Devrimi’nden sonra gittikçe güçlenerek, za­ manla, insanlar arası ayrılıklarla ilgili inançların tek temsilcisi olmaya doğru giden zengin-yoksul ayrılığıyla ilgili inancın devrimden 200 yıl sonra günümüzde en güçlü döneminde bu­ lunduğu bile söylenebilir. Fakat bu güçlülük, eğer yalnızca gö­ rünüşte kalıp zamanla içi boşalmakta olan bir güçlülük değil­ se, bu, hem 200 yılın insanlık tarihi bakımından oldukça kısa oluşundan hem de bu tek temsilcinin, yerine geçtiği her inan­ cın yıkılışıyla, az da olsa, yeni bir güç kazanmasmdandır. Ger­ çekte Fransız Devrimi'nin bütün kanlı eylemlerine karşın soylu-avam ayrılığı inancı da devrimle birlikte ortadan kalkmış değildir. Devrimin hemen ardından Fransa'ya egemen olan Napolyon da birçok soyluluk sanları dağıttığı gibi Napolyon'dan sonra gelen 30 yıllık bir Restorasyon döneminde krallık ve soyluluk kuramlarının yine de yaşamlarım sürdür­ düğü söylenebilir. 54


İnsanlar arasındaki ilişkilerin bilimsel bir bakışla incelenip sağlam sonuçlar elde edebilmesi için önce insanın başka canlı­ lar, özellikle de hayvanlar, karşısındaki yerinin belirlenmesi gerekiyordu. Oysa Fransız Devrimi'nden önce insanın yerini hangi bilimin belirleyeceği bile bilinmediği gibi, ilerde bu yeri belirleyeceği anlaşılacak olan biyoloji bilimi de henüz gerçek bir bilim dalı olarak ortaya çıkmamıştı. Fizik, kimya ve astro­ nomi alanlarında daha XVII. yüzyılın başlarında deneysiz bi­ lim olamayacağının anlaşılmaya başlamış olmasına karşın bi­ yoloji alanında deneyin değerini Buffon ancak XVIII. yüzyılın ortalarında belirtebilmiştir. Başlama tarihindeki bu gecikme biyolojinin gelişme sürecine de yansımış, bilimsel sorunların deneyden başka çözüm yolunun bulunmadığı gerçeği öteki bi­ limlerde XVIII. yüzyılda, biyoloji alanındaysa XX. yüzyılda kesin bir kabul görebilmiştir. Deneysel Bilim lerin İnsan Kavramı. İnsanın hayvanlar karşısındaki yerinin belirlenmesindeki güçlük, bir yönüyle de, varılacak sonucun dinsel dogmalarla çatışacağının bilinmesin­ den doğuyordu. Eski çağlarda canlı türlerinin evrim yoluyla ortaya çıktığı konusunda sezgileri bulunan kimi düşünürler çıkmış olsa bile, genellikle Aristoteles'in görüşüne uyulmakta ve canlı türlerinin birbirinden bağımsız olarak, oldukları gibi, ortaya çıktığına inanılmaktaydı. Bu inancı gökseldinlerin dog­ malarıyla bağdaştırmak çok kolaydı. Çünkü bu dinlere göre in­ sanlar tam ve yetişkin birer insan olarak yeryüzüne gelen Adem ile Havva'dan türemişlerdir. Bu yüzden de insanın do­ ğada özel bir yeri vardır. Böyle bir inanan, insanların, hepsi de Adem ve Havva'dan türemiş olsalar bile, kendi aralarında da ırk, renk hatta sınıf ayrılıklarına dayanan bir doğal ve değiş­ mez düzenin bulunduğu türünden inançlarla bağdaşmasında bir güçlük çıkmamıştır. Çünkü hiçbirinin sağlam bir dayanağı bulunmayan değişik inançlar, birbiriyle ne kadar çelişik olur­ larsa olsunlar, kolayca bağdaşırlar. 55


Buffon genellikle evrenin evrim yoluyla oluştuğunu dü­ şünmesine karşın türlerin evrim yoluyla birbirine dönüştüğünü açıkça söyleyememişti. Evrim kuramını ilk olarak XIX. yüzyıl başlannda Lamarck ortaya atmıştı. Ancak Lamarck'ın bu ko­ nuda ileri sürdüğü kanıtlar deneyle doğrulanamadığı için onun iddiası etkili olmadı. Bu yüzden evrim kuramım ilk olarak XIX. yüzyıl sonlarında Darwin'in ortaya attığı kabul edilir. Fa­ kat bu konudaki önyargılar öylesine güçlüdür ki, tartışmalara bir açıklık kazandırmak üzere Lamarck ve Danvin'in ileri sür­ dükleri görüşlerin birleştikleri ve ayrıldıkları noktaları belirle­ yerek Danvin'i çürütmek için söylenenlerin birer önyargıdan öteye gidemeyeceğini belirtmeye çalışmak yararlı olacaktır. İki bilim adamının görüşlerinin ortak yanı türlerin dönü­ şüm yoluyla değiştiğinin kabul edilmesidir. Bu kabul, insanın da ilkel canlılardan başlayan bir evrim sürecinin sonunda, kimi hayvan türlerinin dönüşümü yoluyla ortaya çıktığının kabul edilmesini gerektirir. Ancak Lamarck bu dönüşümü, yaşamda­ ki değişikliğin bedensel yapıyı da değiştireceği ilkesine göre açıklarken. Darwin çevreye uymayan türlerin ayıklanmasıyla çevreye daha uygun türlerin ortaya çıktığım öne sürer. Bu iki görüşü bir örnek üzerinden açıklamak için kutuplarda buzlar üzerinde yaşayan beyaz ayılan ele alalım. Kutuplarda buzlar üzerinde koyu renkli ayıların yaşaması çok zordur. Çünkü hem buz üzerinde koyu renkli ayıyı, onu av­ lamak ya da ondan kaçmak isteyenlerin görmesi çok kolaydır, hem de ayımn koyu renkli postu buzlardan yansıyan soğuk ışın­ lan emeceği için buz soğuğu ona büyük zarar verir. Demek ki beyazlık kutup ayılannın yaşamlarını sürdürebilmelerinin önemli koşullanndan biridir. Böylece kutuplarda yaşayan ayılann hepsinin beyaz oluşu doğanın bir lütfuymuş gibi görülebi­ lir. Eskiden gerçekten de buna benzer görüşler geçerliydi. Oy­ sa gerek Lamarck’ın gerekse Danvin’in kuramlarına göre ku­ tup ayılan kutuplara gökten beyaz ayı olarak düşmemişler, de­ ğişik renk ve türden başka hayvanların dönüşümü sonucunda 56


beyaz ayı olarak ortaya çıkmışlardır. Demek ki her iki kurama göre de kutuplara koyu renkte bir çift ayı gelse ve bu çift, çev­ renin bütün güç koşullarına karşın, yaşamlarını sürdürüp döl verme ve çoğalma olanağını bulabilse, orada doğan ayıların renkleri gittikçe açıklaşacak ve son aşamada kutuplarda yalnız­ ca beyaz ayılar kalacaktır. İki kuram arasındaki fark bu dönü­ şümün nasıl gerçekleşeceğinin açıklanmasında kendini gösterir. Lamarck bu dönüşümü inandırıcı biçimde açıklayamamış, kendi kuramı için burada verdiğimizden daha uygun örnekler bularak koşulların canlıyı çevreye uymaya zorlayacağına karar vermiştir. Ona göre örneğin zürafalar başlangıçta kısa boyun­ luyken ağaçların aşağılardaki yapraklan yetersiz kalınca boyunlannı yukarlara uzatmak zorunda kalmış olmalıdırlar. Bu zorlama sonunda her kuşağın boynu biraz daha uzayarak so­ nunda günümüzdeki duruma gelecektir. Bu yöntem ayıların renginin değişmesini açıklayamadığı gibi, bir canlının yaşamı boyunca bedeninde ortaya çıkan gelişmelerin onun çocuğuna taşındığı görüşünü de deneyler doğrulamamaktadır. Örneğin spor yaparak pazularım güçlendiren bir kimsenin çocuklarının pazularının, spor yapmayan bir babanın çocuklarınınkinden daha güçlü olacağını gözlemlere dayanarak söylemek olanağı bulunmuyor. Buna karşı Darvvin, kutuplarda yaşama ve döl verme ola­ nağı bulan bir renkli ayı çiftinden beyaz ayı türünün doğuşunu şöyle açıklıyor. Koyu renkli çiftin çocuklarının kimileri ana ba­ badan daha koyu renkli kimileri de daha açık renkli olacaktır. Kutuplardaki koşullar açık renkli ayılar için daha elverişli ol­ duğundan, koyu renkliler erken ölecek açık renklilerse onlar­ dan daha çok yaşayıp daha çok döl verme olanağı bulacaktır. Bu yoldan ayıların renkleri gittikçe açılacak ve son aşamada bütün kutup ayıları bir beyaz ayı türü oluşturacaktır. Böylece, Danvin'in ortaya attığı elenme ya da ayıklanma (Danvin'in kuramına "doğal ayıklanma" kuramı da denir) yöntemi çev­ reyle canlı arasında gerçekleşen her türlü uyumu açıklamaya 57


elverişlidir. Üstelik günümüz biyoloji bilginleri, yeni yapılan deneylerin Darvvin kuramının doğruluğunu gittikçe daha iyi kanıtladığını belirtiyorlar. Evrim kuramı üzerinde bu kadar duruşumuz, bu kuramın, insanın öteki hayvanlar arasındaki yerini açıkça göstermesindendir. İnsanın da amipten başlayıp milyarlarca yıllık bir dö­ nüşüm sonucunda ortaya çıkan canlı türlerinden biri olduğu bir kez anlaşıldıktan sonra artık doğa-üstü bir gücün bu doğal ayıklanma sürecini bir noktada durdurup "Bundan sonra orta­ ya çıkacak olan insan türünün kafasına ya da yüreğine ben özel bir şeyler koyacağım, onların kimisini akıllı kimisini akılsız, ki­ misini soylu kimisini soysuz, kimisini şu ırktan ya da şu renk­ ten kimisini de başka ırk ya da başka renkten yapacağım" di­ yerek yeni bir süreç başlatacağını, böylece her insanın ya da in­ san topluluğunun kendi özlerine bağlı değişmez niteliklerinin bulunabileceğini kabul etmek olanaksız olur. Yani yalnızca in­ sanlara özgü olarak gördüğümüz bütün nitelikler de, başka ni­ telikler gibi, insanla çevre koşullan arasındaki çatışmanın ürü­ nüdür ve sağlıklı bir insanın çevre koşullarının düzelmesi so­ nunda başka insanlarla eşit düzeye gelebileceğini kabul etmek bilimsel düşünmenin gereğidir. Evrim Kuramı ve İnsanlık. Böylece insanlar arasındaki soylu-avam ayrımının doğal bir ayrım olduğu inancım sarsan Fransız Devrimi'nin, evrim kuramım sezgisel biçimde de olsa düşünebilen Buffon'un hemen ardından gelmesinin bir rastlan­ tı sayılmaması gerekir. Bunun bir rastlantı olmadığı, buna ben­ zer başka inançların da aym dönemde sarsılmaya başlamasıyla belirginlik kazanmaktadır. Örneğin uygar ülkelerde, önce köle ticaretinin soma da köle kullanmanın yasaklanması girişimleri de XIX. yüzyılın ilk yıllarında yani Fransız Devrimi'nin hemen ardından başlamış, fakat kesin sonuçlara yüzyılımız içinde ula­ şılmıştır. Amerika'da köleliğin yasaklanmasını sağlayan iç savaş da Avrupa'daki girişimlerden biraz sonra başlamıştır. 58


İnsanlar arasındaki ırk ve renk ayrımlarının kaldırılması da aynı döneme rastlar Gerçi ırk ayrımını bilimsel bir kural olarak pekiştirmeye çalışan Kont Gobineau Irkların Eşitsizli­ ği Üzerine Deneme'sini 1855'de Darvvin'in İnsan Soyunun A s­ lı ve Cinsiyete Bağlı Ayıklanma 'sıyla (1871) hemen de aynı ta­ rihte yazmıştır. Fakat gerek Gobineau'nun üstün ırkçılığının gerekse ondan 60 yıl sonra bu kuramın en katı uygulaması bi­ çimindeki Hitlerciliğin, ölmekte olan ırk ayrımı düşüncesinin son çırpınışları olduğu söylenebilir. Nitekim Amerika'da yine X IX. yüzyılın ortalarına kadar süren ırk ayrımı da N azizmi ve Faşizmi yıkan II. Dünya Savaşı sonunda gerçekten sona erdi. Öyle ki XX. yüzyılın başlarında zencilerle aynı otobüse bin­ meyen Amerikalılar yüzyılın sonlarına doğru zenci bir komu­ tanın buyruklarına, zenci bir yargıcın yargılarına, zenci bir va­ linin yönetimine baş eğmekte hiçbir uygunsuzluk bulmaz ol­ dular. Efendi-köle, soylu-avam ve beyaz ırk-renkli ırk ayrımı gi­ bi, binlerce yıllık bir geçmişin ürünü olan ayrılıkların, deneyin bilim alanına girmesinden 400 yıl, deneyin doğa bilimlerinin tek dayanağı olarak kabul edilmesinden 200 yıl ve yine dene­ yin biyolojinin ve insan bilimlerinin tek dayanağı olarak görül­ meye başlamasından yalnızca 100 yıl gibi kısa süreler içinde hemen bütün uygar toplumlarda ortadan kalkması, bilginin inançların yerini almasının hiç de olanaksız olmadığını göster­ miştir. Değişmelerin oluşum süreleriyse, insanların koşulsuz bir eşitlik içinde yaşayacakları bir dünyayı sabırsızlıkla bekle­ yenlere çok uzunmuş gibi görünmesine karşın, insanlık tarihi bakımından inanılmaz ölçüde kısa sayılabilir. Daha da önemli olan bilimdeki ilerlemenin her gün yeni bir hız kazanmasının inançlardan kurtulma süresinin de gittikçe kısalacağını göster­ mesidir. Yukarıda saydığımız gelişmelere, bir de, genel olarak bü­ tün uygar ülkelerde demokrasinin en iyi yönetim biçimi olarak kabul edilmesini ekleyebiliriz. Buna karşı, demokrasinin bilgi 59


çağına özgü bir şey olmadığı, bu yönetim biçiminin çok eski çağlardan beri bilinmesi bir yana, günümüzden 2500 yıl önce, en azından Atina’da ve birçok Yunan sitelerinde uygulanmış olduğu öne sürülebilir. Fakat nüfusun belki de yansından çoğu kölelerden ve azatlı kölelerden oluşan, zanaatçi ve işçilerin yurttaş olarak kabul edilmediği bir toplumda bugünkü anlayı­ şımıza uygun bir demokrasiden söz edilemez. Günümüzdeki demokrasi uygulamalarında da insanlar arasında gerçek bir eşitlikten söz edilmesinin olanaksız oluşu, daha sonra ele ala­ cağımız ayrı bir konudur. Uygar toplumlarda ortaya çıkmaya başlayan, geleceğin doğal toplumuna yönelik gelişmeleri saptadıktan sonra, aym yöndeki yeni gelişmelerin ilerde nasıl ortaya çıkacağmı bugün­ den az çok doğruya yakın biçimde görebilmek için gerçekleş­ miş olan gelişmelerin nasıl ortaya çıktığı üzerinde doğru bir an­ layışa varmak gerekiyor. Böyle bir anlayış aym gelişmelerin geri kalmış toplumlarda nasıl ortaya çıkabileceğini anlamamı­ zı da kolaylaştıracaktır. İnanç Yerine Bilgi. Sözünü ettiğimiz çelişmelerin, inanç­ ların yerini bilginin almasıyla gerçekleştiği tartışılmaz bir olgu olarak ortaya çıkmış görünüyor. Ancak, inançların kütleleri bir bütün olarak etkilemesine karşın bilgiyi her bireyin ayrı ayn öğrenmesi gerekiyor. Bilimsel buluşları bir toplumun bütün bi­ reylerinin öğrenebilmesinin olanaksızlığı bir yana, birçok bi­ limsel buluşları ancak çok az sayıda bilginler kavrayabilmekte­ dir. Gerçekte bilimsel verilerin doğrudan doğruya inançların yerini alması gibi bir durum da söz konusu değildir. Bilginin, önce uygun bir yorumla inançların yürürlükte olduğu alana ak­ tarılması, inancın yerine ondan sonra geçmesi gerekiyor. Yo­ rumlamayı bilginin gelişmesini dışardan izleyen büyük düşü­ nürler yapacak ve toplumdaki gelişmeyi onlar hazırlayacaktır. Bu yönden ilk büyük değişim olarak Fransız Devrimi'ni alır­ sak, yorumcular olarak da Montesquieu, Voltaire, Rousseau, 60


Diderot gibi ünlü düşünürleri sayabiliriz. Bu düşünürlerden hiçbiri bilim adamı değildir. Hepsi de devrimden birkaç yıl ön­ ce öldüklerine göre, bunların, devrime götüren başkaldırma­ nın kışkırtıcıları oldukları da söylenemez. Fransız Devrimi'nde yorumcu düşünürlerin halkı hazırladıkları ve halkın da devrim­ le yeni bir düzen getirdiği biçimindeki yaygın görüşün de ger­ çeğe uygun olduğu söylenemez. Gerçekte yorumcu düşünürlerden etkilenen halk değil, halkı ayağa kaldırma gücünü kendilerinde gören eylemci düşü­ nürler ve hatiplerdir. Bunlar devrimin öncüleri olarak ortaya çıkarlar. Eylemleri halk da yapsa kararı veren öncülerdir. Za­ man zaman halkın eylemlerinin öncülerin kararlarım aşması­ nın, halkın öncülüğü ele almasından değil de, kışkırtılan insan­ ları durdurmanın onları kışkırtmak kadar kolay olmamasından kaynaklandığım da kabul etmek gerekiyor. Robespierre, Danton, Marat gibi birçok öncüler sayılabilir ve devrimin eylem bölümünü bunların kışkırttığı söylenebilir. Buradaki 'kışkırtma' sözcüğünün Fransız Devrimi gibi yüksek düzeyli bir başkaldırma eylemi için uygun olmadığını öne sürenler bulunacaktır. Hatta belki de böyle düşünenler ço­ ğunluktadır Ancak Fransız Devrimi biraz yakından incelendi­ ğinde durumun ilk bakışta sanılana pek uymadığı görülür. Bu devrimde dökülen kanların ve işlenen kıyıcılıkların, devrimin geniş bir çevreyi etkilemesi ve Fransızların dışında kalan toplumlarda da birtakım inançların sarsılması bakımından insan­ lık ölçüsünde yararlı olduğu söylenebilir. Fakat devrimin acıla­ rına katlanan Fransız halkının kazandıklarının dökülen kanla­ ra değdiğini söylemek pek de kolay görünmüyor. Gerçekten, devrimde Kral ve Kraliçeyle Fransa dışına ka­ çamayan çok sayıda soyluların yanında, bunlara hizmet etmek­ le suçlanan pek çok insan, birçoğu için en ufak bir suç kanıtı bi­ le bulunmamasına karşın, giyotine gönderilmişlerdir. Bunlar arasında deneysel bilimlere olan katkısıyla bir bakıma devrimi hazırlayan düşüncelerin temelini pekiştirmiş olan Lavoisi61


er'nin de bulunması son derece düşündürücüdür. Devrimle ge­ len bu karmaşa on yıldan fazla sürmüş ve ortalık ancak Napolyon diktatörlüğünün ortaya çıkmasıyla birlikte yatışmıştır. Diktatörlüğün de, bütün parıltılı görüntüsü içinde, Fransız hal­ kına Mısır'da, Rusya'da ya da İspanya'da vatan uğruna ölme onuru dışında çok bir şey sunduğu söylenemez. Fransız Devrimi’nden sonra, gerek Fransa'da gerekse A v­ rupa'nın başka ülkelerinde büyük değişiklikler olmuştur ve bundan sonra da olacaktır. Bu değişmelerden bir bölümü kan­ lı devrimler yoluyla bir bölümü de dereceli değişmeler yoluyla gerçekleşmiş ya da gerçekleşmektedir. Hangi yolun tarihin akışına daha uygun düştüğü konusunda bir anlayışa varabil­ mek için tarihin en ünlü devrimlerinden biri olan Fransız Dev­ rimi üzerinde biraz daha durmak gerekir. Biraz yakından ba­ kınca, devrimin, Fransız toplumuna çektirdiği büyük acılara karşın, Krallık ve soyluluk kurumlannı bile tam olarak ortadan kaldıramadığım görüyoruz. Gerçi Napolyon diktatörlüğünün de, ondan sonra gelen Louis XVIII ve Louis Philippe'in kral­ lıklarının da devrimden önceki krallıklara benzemediği doğru­ dur. Fakat devrim sırasındaki Louis XVI krallığının daha ön­ ceki krallıklara, örneğin Louis XIV krallığına benzemediği de doğrudur. Devrimin ardından, önce Napolyon'un daha sonra da kralların dağıttığı soyluluk sanları için de durum aynıdır. Bun­ lar da eski soyluluk sanlarına tam olarak benzemez. Fakat dev­ rimden hemen önceki krallar da daha eskilerine benzemez. Öyle ki, Fransa'da gerçek demokrasi devrimden 80 yıl sonra Napolyon IIl'ün düşmesiyle kurulabildiğine göre, devrimden 80 yıl önceki Louis XIV Fransasıyla devrimden hemen önceki Louis XVI Fransası karşılaştırıldığında devrimin Fransa'ya de­ mokratikleşme bakımından çok bir şey kazandırdığını söyle­ mek kolay olmayabilir. Buna göre, eğer başkaldırma ve kış­ kırtma yerine düşüncelerin daha hızlı yayılması ve yasaların yeni düşüncelere göre düzenlenmesi olanakları aransaydı 62


Fransa belki de yine aynı süre içinde demokrasiye ulaşır, fakat halk daha az acı çekmiş olurdu. Gerçekte eşitsizliklerin ortadan kalkmasında, eşitsizlikten zarar görenlerin başkaldırmalarının etkisi genellikle sanılan­ dan çok daha azdır. Fransız Devrimi'nden 2.000 yıl önceki Spartacus olayında bu böyle olduğu gibi Fransız Devrimi'nde de başka türlü olmamıştır. Fransız Devrimi'nden 10 yıl sonra Amerika'da köleliği kaldıran iç savaş da kölelerle efendiler arasında değil, köleliği kaldırmak isteyen efendilerle buna di­ renen efendiler arasında çıktı. Avrupa'da köleliğin kalkması ve ırk ayrımcılığının bırakılması, Amerika'da zenci beyaz ayrı­ mının ortadan kalkması, birçok toplumlarda demokratik yöne­ time geçilmesi gibi olaylar ezilenlerin ezenlere başkaldırmasıy­ la değil toplumları yönetenlerin düşüncelerindeki gelişmeler sonucunda gerçekleşti. Buna göre, çağdaş bir toplumun değişmesini hızlandırmak ancak inançların yerini bilginin alması sürecini hızlandırmakla olabilir. Devrimler ancak çağdışılığı tartışılmaz bir açıklıkla kendini gösteren ve her türlü düşünsel gelişmelere kapalı olan yönetimlere karşı yapıldığı zaman yararlı olabilir. Böyle du­ rumlarda da devrimin amacının toplumun çağın dışında kalma­ sına neden olan inançları temizleyerek bir bilgi toplumu oluş­ turmaya yönelik bir düzen kurmak olmalıdır. XX. yüzyıl başla­ rında çağın gerisinde bulunan toplumlardan üçünün, Japonya, Rusya ve Türkiye'nin, hızlı bir atılımla geri kalmışlıktan kur­ tulmaya çalıştıkları görülür. Atılımı XIX. yüzyılın sonlarında yapan Japonya kansız bir devrimle geri kalmışlıktan kurtulup çağdaşlaşmanın olanaklı olduğunu göstermek bakımından il­ ginçtir. Ancak, hem coğrafi durumu hem de toplumsal yapısı bakımından çağdaş Avrupa ülkelerinin çok uzağında bulunan Japonya'nın durumunun özel bir incelemeye konu olması ge­ rekir. Rus Devrimi, sosyalist devrim adı altında, çağdaşlaşma­ nın da ötesine geçmeyi amaçlayarak dünyayı sarsan bir biçim almıştır. Buna karşı, doğruca çağdaşlaşmayı amaçlayan Türk 63


Devrimi ulusal sınırlar içinde kalmışsa da, onun da geri kalmış ülkeler için bir örnek oluşturduğu ve ulusal sınırlar dışında da bir ölçüde etkili olduğu söylenebilir. Dünyamn bir bilgi toplu­ mu oluşturma bakımından geleceği üzerinde düşünmeye geç­ meden önce XX. yüzyılın bu iki tipik olayını en kaba çizgileriy­ le de olsa incelemek yararlı olacaktır.


BİR XX. YÜZYIL DİNİ: MARKSÇILIK

Marx ve Marksçılık. Marx, hukuk, felsefe ve tarih konu­ larındaki eğitimini, kendisinin doğumundan kısa bir süre önce ölen Hegel'in düşünsel etkisi altındaki Berlin üniversitelerinde yaptı. O da genç Hegelcilerin bütün sol kanadındakiler gibi "Dinin eleştirisi her eleştirinin temelidir" dediği için üniversi­ te kariyerine girmesi olanaksızdı. Gazetecilikte gördüğü baskı­ lar yüzünden, bir ömür boyu sürecek bir sürgün yaşamının baş­ langıcı olarak Paris'e kaçtı. Paris'te tanıştığı Engels'le araların­ da öylesine sıkı bir yazarlık işbirliği kuruldu ki Marksçı olarak nitelenen görüşlerden hangilerinin Marx'tan hangilerinin Engels'ten geldiğini ayırt etmenin kolay olmadığı kabul ediliyor. Marx Fransa'dan sürüldükten sonra gittiği Brüksel'de bir işçi birliğiyle yakınlık kurdu ve o birliğin isteği üzerine Engels'le birlikte, birliğin ilkelerini saptayan ve toplumcu akımlar üze­ rinde çok büyük bir etkisi olan Komünist Manifestosu'nu kale­ me aldı. Brüksel'den de sürüldükten sonra bütün yaşamını orada sürdürmek üzere Londra'ya yerleşti. Orada kesintili gazeteci­ lik işleri dışında hiçbir işte çalışmayıp, zengin bir sanayici olan Engels'in yardımlarım da gönülsüzce kabul ederek, çocukları­ nın ölümünün acısı, hastalıklar ve yoksulluklarla dolu bir ömür geçirdi. Bütün bu olumsuz koşullar altında, British Museum'daki sürekli çalışmalarıyla, kapitalizmin tarihsel çözümle­ mesini oluşturan Das Kapital adlı dev yapıtı için bilgi toplama­ yı dirençle sürdüren Marx'ın, XDC. yüzyılın maddesel değerle­ 65


rinin en büyük temsilcilerinin başkenti olan Londra'da sürdür­ düğü 34 yıllık yaşam, düşüncelerini yayma uğruna katlanılabi­ lecek özverilerin en üstün örneklerinden birini sergilemiştir. Marksçılığın zaman içinde bir din görüntüsü kazanmasında, başka etkenlerin yamnda, Manc'm sürdürmüş olduğu bu bilge yaşamının etkisi olduğu söylenebilir. Marx sağlığında Kapital'in yalnızca birinci cildini yayımlayabildi. Öteki iki cilt ölü­ münden sonra yayımlandı. M an, özellikle kapitalizmin en ön sıralarında bulunan İn­ giliz toplumundaki ekonomik ilişkiler üzerinde yaptığı incele­ melerle kapitalist sistemin o dönemdeki koşullar altında yok­ sulu daha yoksul, zengini daha zengin yapan mekanizmasını bütün incelikleriyle gözlemlemiş ve bu sistemin, sürüp gidecek türden doğal bir durum değil, tarihsel gelişmenin bir aşaması olduğu ve kendi iç çelişkileri yüzünden kökten bir dönüşüme uğrayacağı sonucuna varmıştır. Böylece onun, kapitalist meka­ nizmanın incelenmesinde, başka herhangi bir toplumbilimci­ nin başka herhangi bir toplumsal sistemi incelemekte göstere­ mediği ölçüde başarı gösterdiği, kapitalist sistemin hastalıklı yanlarım bütün açıklığıyla ortaya koyduğu söylenebilir. Öyle ki, onun görüşlerinden, onu toplumsal düzenin en büyük düş­ manı olarak görenler yararlanmış, kapitalizmin birçok kusurla­ rı Mara’ın o konudaki düşüncelerinin ışığı altında düzeltilmiş­ tir. Buna karşı Marksçılığı seçenler onun düşüncelerini tabulaştırarak Marksçılıkta Marx’ın da ilerisine geçmişler, XX. yüz­ yılda yeni bir din ortaya atmak istercesine her türlü esnekliği kuraldışı gören bir dogmatizme yönelmişlerdir. Bunun da yal­ nızca Manc'ın düşmanlarının işine yaraması kaçınılmazdı. D iyalektik Maddecilik. Marx düşüncelerinde Hegel'in et­ kisinde olmakla birlikte onunla temelden bir ayrılıkları bulun­ duğunu belirtmekten de geri kalmamıştır. Maddeyi tdeanın gerçekleşmesi olarak gören Hegel'e karşı Marx, ruh, zihin ve 66


beden aynmını bir yana atıyor ve bunların hepsinin tek bir var­ lığın, yani maddenin, değişik görüntüleri olduğunu kabul edi­ yordu. B öylece tam bir maddeci olarak ortaya çıkan Marx ken­ di maddeciliğinin klasik mekanik maddecilik olmayıp diyalek­ tik maddecilik olduğunu belirterek Hegel'e yeniden yaklaşıyor fakat Hegel'in diyalektiğinin başı üzerinde dikildiğini, onu ayaklan üzerinde yürütmek gerektiğini öne sürüyordu. Marx zaman zaman Hegelci "maddenin diyalektiği" kav­ ramından yararlanmıştır. Ancak daha sonra Engels, Mara'la kendisinin, kesinlikle sosyalizme götüren sağlam bir yasalar sistemi bulduklarım öne sürerek "diyalektik maddecilik" yasa­ sını ortaya koymuştur. Ancak bunun, Marksçılığı kesin olarak Hegelciliğin kucağına düşürdüğünü kabul etmek gerekiyor. Gerçekten, diyalektik gelişme, doğru ya da yanlış, eğer bir ya­ saysa bu bir düşünce yasası olabilir. Buradan yola çıkan Hegel, düşüncenin yasası diyalektik olduğuna göre, düşüncenin bir ürünü olan doğanın gelişmesinin de diyalektik olduğu sonucu­ na varıyordu. Buna karşı Marksçılar, doğanm bir görünüşün­ den başka bir şey olmayan düşüncenin yasası diyalektik oldu­ ğuna göre doğanm gelişmesinin de diyalektik olması gerektiği­ ni öne sürerek sözde Hegel'i tersine çevirmiş oluyorlar, fakat sonuç olarak onlar da, tıpkı Hegel'de olduğu gibi, doğanın ge­ lişmesinin diyalektik olduğunu kabul etmiş oluyorlardı. Oysa bu, sayısız ayrıntılı durumların etkisi altında bulunduğu için bir saniye sonra bile neyin ortaya çıkacağım bilmenin olanaksız ol­ duğu doğal olaylar arasındaki olgusal bağlantıyı, düşüncenin her türlü yabana etkilerden arındırılmış olan kavramları, ara­ sındaki zorunlu bağlantıyla bir tutmak anlamına geliyordu. Böylece Engels deneyden elde etmediği bu yasanın deney­ sel örneklerini vermekten geri kalmıyordu. Ona göre, 100 de­ receye kadar ısınan suyun birden buhara dönüşüp, sıfır derece­ ye dek soğuyan suyun birden buza dönüşmesi, doğada, biriken niceliklerin bir anda niteliğe dönüşmesinin bir örneğidir ve bundan, toplumsal birikimlerin de devrimler yoluyla dönüşü­ 67


me uğrayacağı sonucu çıkarılabilir. Bunun gibi, bir buğday ta­ nesinin, kendisini olumsuzlayarak sapa dönüşmesi ve sapın da olumsuzlanarak yeniden taneye, fakat eskisinden çok daha de­ ğerli olan çok sayıda taneye dönüşmesi de, doğadaki, olumsuzlanmanın olumsuzlanması ilkesinin bir örneğidir ve bundan da, kapitalistle proletaryanın birbirini olumsuzlaması sonunda es­ kisine göre üstün nitelikli bir sınıfsız toplum doğacağı sonucu çıkar. Marksçılar bu ilke ve kuralları son aşamada Tez/Antitez/Sentez üçlüsü içinde toplamışlar ve gerek doğal gerekse toplumsal olaylarda, gelecekteki durumların, bu üçlünün uy­ gulanmasıyla önceden görülebileceği sonucuna varmışlardır. Tez ve anti-tezin istendiği gibi seçilmesiyle uygun görülen her sonucun çıkarılmasına elverişli olan bu yöntem Marksçılığın temel dogması olarak kabul edilmiş, böylece, bilimsel bir top­ lumcu görüş olarak ortaya çıkmak isteyen Marksçılığın dinsel bir sisteme dönüşmesi için büyük bir adım atılmıştır. Engels'in Doğanın Diyalektiğinden alınan şu satırlar bu sözde-bilimsel sistem içinde ortaya atılan öngörülerden yalnızca biridir: "Maddenin üstün ürünü olan düşünen ruh, önüne geçilmez bir zorunluluk yüzünden bir gün yok olsa bile, onun başka bir za­ manda başka bir yerde yeniden doğması aynı zorunluluğun bir gereğidir." Değer Kuramı. Diyalektik Maddecilik Marksçılığın iki te­ mel dogmasından yalnızca biridir. İkincisi "emeğin kutsallığı" dogmasıdır. Bunun temelinde ise Mara'ın ortaya attığı Değer Kuramı vardır. Bu kurama göre bir malın değerini, yani fiyatı­ nı, içindeki emek miktarı belirler. Emeğin fiyatı yani işçinin üc­ reti de bu yasaya bağlıdır. Bu durumda emeğin fiyatı işçiyi yap­ maya, yani onu yaşatıp, onun kendisini yeniden üretmesini sağlamaya yetecek kadardır. Fakat işçi kendi fiyatından daha çoğunu üretir ve aradaki fark kapitaliste kalır. Böylece işçinin sefaleti bir ahlak sorunu değil, ekonomik yasaların işleyiş soru­ 68


nudur. Marx bu olguyu kapitalizme özgü bir sorun olarak gö­ rüyor, kapitalizmin de tarihsel gelişmenin zorunlu bir aşaması olduğunu düşünüyordu. Ona göre bu sistemde kapitalistin zen­ ginleşip işçinin yoksullaşması sürecek ve bu çelişki kapitaliz­ min sonunu getirecektir. Manc'ın, işçinin kapitalist karşısındaki durumuyla ilgili saptamasının, bunun kapitalizme özgü bir durum olduğu bölü­ mü doğru olmakla birlikte onun, bu durumun kapitalizmin tam da kendisinin incelemekte olduğu aşamasına özgü olabileceği olasılığını göz önünde tutmak istemediği anlaşılıyor. İşçinin yoksulluğunun kapitalistin daha ahlaklı ya da daha insansever olmasıyla düzelemeyeceği doğrudur. Fakat ortada kapitalistin güven içinde iş görmesini sağlayan bir devlet vardır. Bu devlet, sistemi çığırından çıkaracak türden kapitalist yönelimlere kar­ şı birtakım önlemler alabilir, örneğin tröst ve kartelleri önleye­ cek yasalar çıkarabilirdi. Öte yandan kapitalistlerin insaflı ol­ ması bir düzelme sağlamasa bile, onların bilgili olması işçinin yaşam düzeyinin yükselmesiyle verimin artacağını görmelerini sağlayabilir. Yaşam düzeyi yükselen işçi de kendi haklarını korumanın yollarını daha kolay bulabilir. Yaşam düzeyinin yükselmesiyle hak isteme gücünün artışı arasındaki karşılıklı etkileşimin, za­ man içinde, işçinin kuruluşa ortak olmasım sağlayabileceğini ve kapitalizmin tarihe karışmasının belki de bu yoldan gerçek­ leşeceğini düşünmekte bir abartmanın bulunduğu da kesin ola­ rak ileri sürülemez. Yani, yukarda da belirttiğimiz, gibi, kapita­ lizmin bir patlama y Dİuyla sona ereceği görüşü Manc'ın öne sürdüğü kadar kesin değildir. Nitekim Manc'tan sonra olaylar onun önceden gördüğü doğrultuda gelişmemiştir. Fakat Manc'ın kuramının asıl dogmatik yanı onun teme­ lindeki "emek" kavramından geliyor. Manc'a göre işçi bütün gücünü emeğinden almakta, onun uğradığı haksızlık da emeği­ nin karşılığını tam olarak alamamasından ileri gelmektedir. Manc'ın kendi yandaşlan üzerinde kurduğu otorite onun kura69


minin ortaya çıkardığı birçok somların sorulmasını önlemiş ve üretimin, yani bütün insansal başarıların, emeğin ürünü oldu­ ğu biçiminde bir dogmayı Marksçılığın temeline yerleştirmiş­ tir. Oysa "Eğer üretim emeğin ürünüyse, tek başına yaşayan bir insanın ya da ilkel bir toplumun bir bireyinin üretiminin uy­ gar bir toplumun bireyinin üretimi yanında hiç denecek kadar küçük oluşu tek ya da ilkel bireyin az emek harcamasından mı ileri geliyor?" sorusunu yanıtlamak kolay değildir. Eski zamanlarda, örneğin Eski Yunanda emek hiçbir za­ man değerli bir şey olarak görülmemiş, değerli emek kavramı­ nı ilk ortaya atan Hıristiyanlık olmuştur. Fakat Hıristiyan dü­ şünürleri emeği yalnızca mülkiyeti yasallaştırmak için kullan­ mışlardır. Gerçekten, Hıristiyanlığa göre Tanrı dünya nimetle­ rini bütün insanlara vermiştir. Bu nimetler üzerinde hiç kimse­ nin hakkı başkalannınkinden büyük değildir. Bu ilke mülkiyet hakkına yer vermediğinden bu hakkı şu ya da bu nedenle ko­ rumak isteyen düşünürler "İnsanın kendi emeğiyle elde ettiği şeylere sahip olabileceği" kuralını koymuşlardır. Bunun ardın­ dan, insanın sahip olduğu şeyleri miras ya da hibe olarak iste­ diği kimselere devredebileceği kuralı da gelince mülkiyet hak­ kı, buna bir bakıma mülkiyet haksızlığı da denebilir, yasal bir biçim almıştır. Böylece, emeğin yüceltilmesinın temelinde emekçilerin değil kapitalistlerin hakkının korunması yatar. Çünkü artık herhangi bir sermayedarın, sermayesini nereden bulduğu soru­ suna "Emeğimle kazandım" ya da "Babam emeğiyle kazan­ mıştı bana miras bıraktı" diyebilme hakkı doğmuş oluyor. Ön­ ce XIX. yüzyıl başlarmda Ricardo ve Owen gibi sosyalist eği­ limli büyük sermayedarların ortaya attığı bu yeni tür emek gö­ rüşleri daha sonra Marx tarafından işlenerek üretimin, makine amortismanları ve kimi toplumsal yardımlaşma masrafları çık­ tıktan sonra, doğrudan doğruya emeğin ürünü olduğunun ka­ bul edilmesi bir gelenek biçimini aldı. Oysa bu anlayış Marksçı yasaların toplumsal gelişme için belirlediği son aşama olan 70


ücretsiz, parasız, toplumsal sınıfsız ve en sonunda da devletsiz topluma nasıl erişileceğini açıklayamaz. Gerçekten, insanların emeği kavramının anlattığı türden bir etkinliğin bütün insanlarda birbirine eşit olduğunu kabul etmek olanaksızdır. Bu, yalnızca 40 kilodan çoğunu taşıyama­ yan bir hamalla 60 kiloyu kolayca taşıyabilen bir hamalın emekleri arasındaki eşitsizlik de değildir. Emek deyince kafa emeğini de birlikte ele almak gerektiği düşünülür ve bu yön­ den bir icatçı ile bir büro memurunun emekleri karşılaştırılırsa her emekçinin üretime katkısının ne kadar değişik olacağı or­ taya çıkar. Gelecekte bu emek eşitsizliğinin ortadan kalkması için bir neden bulunmadığına göre her emekçinin üretime kat­ kısı birbirinden çok farklı olacaktır. Öyleyse geleceğin sınıfsız toplumundaki paylaşmanın eşit olacağı nasıl söylenebilir? Ge­ leceğin insanlarının bugünkülerden daha tok gözlü olup, üreti­ me katkı payı yüksek olanların da başkaları kadar almaya razı olacaklarım söylemek inandırıcı olmaz. Çünkü ekonomik ya­ saların ahlak yasalarına göre işlemediğini Marx açıkça belirt­ miştir. Böylece, değerin emek kuramı, geleceğin sınıfsız toplumunun da, Marksçıların kapitalizmden sonra kurulacağım öne sürdükleri proletarya diktatörlüğünün de haklılığını gösterme­ mektedir. Öyleyse emeğin üretimdeki payı nedir? Bu soruyu yanıtlamak için yalnız yaşayan bir adamdan yo­ la çıkmak gerekir. Böyle bir varlığa 'adam' adım verişimiz, onun ilk fırsatta bir toplumun üyesi olmaya elverişli bir yapıda bulunmasındadır. Yoksa onun yaşamında gösterebileceği ba­ şarının tümü kendinin ve varsa çocuklarının yaşamını sürdüre­ bilmekle sınırlıdır ki bu da herhangi bir hayvanın yaşamından farklı değildir. İnsanlaşma en azından iki kişinin işbirliği etme­ siyle başlar ve işbirliği edenlerin sayısı arttıkça gelişir. İnsanın bütün başarılarının bu işbirliğiyle gerçekleştiğini bu kitabın ba­ şında özgürlük ve işbirliği ilişkisini incelerken belirtmiştik. İş­ birliğinin başarıları üretim biçiminde ortaya çıkar ve işbirliği yapan insanlardan hiçbiri bu üretimi gerçekleştirmek için işbir71


ligine girmeden önce yaşamını sürdürmek için harcadığı çaba­ dan daha çoğunu harcamakta değildir. Öte yandan, bir insanın yaşamını sürdürmesine üretimde bulunma denemeyeceğine göre insan üretiminin tümü işbirliğinden sonra ortaya çıkmak­ tadır. Demek ki insan bütün üretimini hiçbir üretimde bulun­ madığı dönemindeki emeğine eşit, hatta belki ondan da az, bir emek harcayarak yapmaktadır. Bu, bütün üretimin işbirliğiyle ortaya çıktığı, emeğin onda hiçbir payının bulunmadığı anlamı­ na gelir. Öte yandan, hiçbir birikimi olmayan insanların her türlü altyapıdan yoksun bir alanda işbirliğiyle bir şey elde etmek şöyle dursun, bir işbirliğine girişebilmelerinin bile olanaksız ol­ duğu açıktır. Buna karşı, ne ölçüde büyük bir birikim içinde bulunursa bulunsun, tek başına bir adam da her türlü birikim­ den yoksun bir dağ adamının yaptığından fazlasını yapamaz. Doğal olarak bir birikim içinde bulunup da işbirliği yapmayan insanlar için de durum aynıdır. "Yani ne yönden bakılırsa bakıl­ sın, üretim yalnızca insanlığın birikimiyle bu birikimi değerlen­ diren işbirliğinin ürünüdür. Burada bir noktayı vurgulamakta yarar var. Üretimde emeğin payı bulunmadığını söylerken, üretim için işbirliği ya­ pan insanların herhangi bir çaba harcamalarına gerek bulun­ madığını söylemek istemiyoruz. Çaba harcanmadan üretimin yapılamayacağı açıktır. Burada önemli olan, bir insanın üretim sırasında harcadığı çabanın, tek başına yaşadığı zaman yaşamı­ nı sürdürmek için harcamak zorunda olduğu çabadan daha faz­ la olmadığıdır. Oysa yaşamını sürdürmek için harcadığı çaba insanın yapısının bir bölümüdür. Öyle ki, yaşamını sürdürmek için gerekli olan her şey hazır olarak önüne gelen bir insan, spor ya da benzeri alanlarda bir çaba harcamazsa sağlığını ko­ ruyamaz. Yani bu ölçüdeki bir çabaya 'emek' adını vermek için bir neden yoktur. Üretimde bundan daha fazlası gerekme­ diğine göre, üretim insan emeğinin değil doğrudan doğruya in­ sanın insanlığının ürünüdür 72


Böylece, Marksçılığın diyalektik maddecilik dogmasına eklenen Emek Kuramı'nın da ikinci bir dogmadan başka bir şey olmadığı görülüyor. Bu ikinci dogmanın da Marksçılığın eylemci amaçları bakımından birincisi kadar, belki daha da önemli olduğu söylenebilir. Çünkü emekçi adı verilen sanayi işçileri belli iş yerlerinde toplu olarak çalıştıkları için haklarını korumak üzere işbirliği etmeye çok elverişli durumda bulunur­ lar. Haklarını korumak için birleşen insanların birlikte eyleme geçmeleri de çok kolay olabilir. Bu yüzden Marksçılık amaçla­ dığı sınıfsız ve ayrıcalıksız toplum idealiyle açıkça tutarsızlığa düşmeyi göze almış ve emeğin yüceliğini tartışmasız bir kural olarak ortaya atmaktan çekinmemiştir. M arksçılann Toplum lann Gelişmesiyle ilg ili Görüşleri. Engels'in Marksçılığı anlatan yazılarında öne sürdüğü düşün­ celerden hangilerinin doğrudan Marx'ın düşünceleri olduğu belirtilmediği için biz de belirttiğimiz görüşleri Marx'ın görüş­ leri olarak değil de Marksçı görüşler olarak niteleyeceğiz. Şim­ di artık yukarda açıkladığımız iki dogmanın etkisi altında bu­ lunan Marksçılığın toplumlann gelişmesiyle ilgili görüşlerine geçebiliriz. Marksçılara göre Marksçı materyalizmin daha önceki bü­ tün materyalizmlerden ayrı düşünülmesi gerekir. Onlara göre, örneğin idealizmin yıkılmasında çok etkili olan Feuerbach, in­ sanın, çevresine tepki göstererek o çevreyi değiştiren etkin bir varlık olduğunu gözden kaçırmıştı. Gerçekte insanın doğa kar­ şısındaki tutumu salt hayranlık değil, onu nasıl değiştirebilece­ ğine yönelik pratik bir tutumdur. İnsanın beslenme, ev edinme ve giyinme gibi temel gereksinimleri işbirliğini gerektirdiğin­ den bu gereksinimleri karşılamak tek insanın değil toplumsal insanın işidir. Bu nokta, hafif görünen, fakat sonuçları bakımından top­ lumcu görüşler için belki de yıkıcı olabilecek bir sapmanın baş­ langıcı gibi görünüyor. Burada, insanların 'üşünce ve niyetle­ 73


rinin değişken olduğu, bunları insanın özünün değil somut ko­ şullar içinde bulunan (bu somut koşulların büyük bölümünü de insanın kendisi yaratmıştır) tek tek insanların belirlediği, bu bakımdan insan doğasının daha yakından incelenmesi gerekti­ ği öne sürülüyor. Gerçekten, tek tek insanların doğasının ince­ lenmesinden söz edilerek, toplumsal yaşam içinde yoğrulma­ mış ve tek başına yaşamakta olan bir insanın düşünülemeyece­ ği, yani insanın insanlığını topluma borçlu olduğu, gözden ka­ çırılmış ve insanın insanlığını tanrıya borçlu olduğunu düşünen bireyci ahlak kuramlarının düştüğü çıkmaza düşülmüş oluyor. Böyle bir anlayış, insanın, hiç olmazsa üretim bakımından, toplum içinde erimesi gerektiğini gözden kaçırmaktadır. Marksçılann insanın toplumsallığı konusundaki bu yetersiz tu­ tumu, onların, toplumlann gelişme süreciyle ilgili açıklamala­ rında sık sık kendini gösterir. Onlara göre insan bir yandan kendi gereksinimlerini üretirken bir yandan da başka yaşamlar üretmektedir ve buradaki başka yaşamlar insanın kendi ailesi­ dir. Oysa bir ölçüde hayvanlarda da bulunan aile, insanlar için de olgusal bir gerçeklik olmakla birlikte, aile kurumunun insan için mantıksal bir zorunluluk olduğu ve sonsuza dek sürüp gi­ deceği çok kuşkuludur. Nitekim günümüzdeki işaretler bile ai­ le kurumunun tek bir insanlık ailesi içinde yavaş yavaş eriyip yok olacağım gösteriyor gibidir. Marksçılığın kuşkulu savlarından bin de yaşanan toplum­ sal, siyasal ve ruhsal süreçleri üretim biçiminin belirlediğidir. Bu kısaca "Yaşamı bilinç değil, bilinci yaşam belirler" biçimin­ de de anlatılır. Bu anlayışa göre üretim ilişkileri bir toplumun tarihi içinde kendiliğinden gelişir ve her çağda belirli bir biçim alır. Bu tarihsel sürecin daha başlangıç dönemlerinde üretim güçleri bir işbölümünü gerçekleştirir. Başlangıçta kendiliğin­ den düzenlenen bu işbölümünün özel biçimini toplumun üre­ tim biçimi belirler. Birey zamanla toplumun çıkarlarıyla kendi çıkan arasında bir karşıtlık algılar ve bu da belli toplumsal sı­ nıfların doğuşunu sağlar. 74


Bu anlayış biçiminin, Marksçılıgın insanlığın hedefi olarak gösterdiği, üretimin herkesin gereksinimine göre paylaşıldığı toplum biçimine götürecek yöntemi oluşturmaktan uzak oldu­ ğu açıktır. İşbirliğinin ileri bir aşamasında toplumun çıkarlarıy­ la bireyin çıkarının birbiriyle çatıştığı ve bu çatışmanın sınıfla­ rı doğurduğu kabul edilirse, çatışmanın zamanla nasıl ortadan kalkıp sınıfsız bir topluma nasıl ulaşılacağım açıklamak olana­ ğı kalmaz. Gerçekte Marksçılık toplumsal yaşamın kurumlarını üre­ tim ilişkilerinin belirlediğini öne sürerken, üretim ilişkilerini neyin belirlediğini açıklayamamakta, bu ilişkilerin zamanla kendiliğinden belirlendiği biçimindeki tarihselci görüşü kabul etmek zorunda kalmaktadır. Toplumun bilgisi geçirilen deney­ lerle sürekli arttığına göre bilgi düzeyi de, ne denli yavaş olur­ sa olsun, sürekli bir gelişme gösterir. Hatta bilgi düzeyinin yük­ selmesiyle inançlarda da birtakım değişmeler görülür ve insan­ ların davranışlarını da bilgi ve inançları belirler. Böylece "Yaşamı bilinç değil bilinci yaşam belirler" biçi­ mindeki Marsçı görüşü, 'bilinç' yerine 'bilgi' sözcüğünü koya­ rak 'Yaşam bilgiyi değil, bilgi yaşamı belirler" biçimine sok­ manın daha uygun olacağı söylenebilir. Bu değiştirmeyle, insan için gerçekten birinci önemde olan üretim ilişkilerini insanların bilgisinin yönettiğini unutup bu ilişkilere insanın da üstünde yer vermek gibi bir yanılgıya düşmekten kurtulunmuş olur. Oysa Marksçılık üretim ilişkilerini insanın üstüne çıkarmakla sınıfsız topluma götüren yollan da tıkamış oluyor, böylece toplumları, çelişkilerle dolu bir düşünce sistemine göre devrim yapmaya çağınyordu. Uygulamadaki Çelişkiler. Bu durumda, bilimsel bir sis­ tem olmak için gösterdiği bütün çabalara karşın, bilimsellikle ilgisi olmayan iki dogma ve bunlann çelişkili sonuçlarının etki­ si altında tam bir inanç sistemine, bir XX. yüzyıl dinine, dönü­ şen Marksçılığın uygulamaya geçirilmesi söz konusudur. Doğal 75


olarak uygulamada, bütün dinlerde olduğu gibi, Marksçıiık da sürekli tutarsızlıklara düşecek, dogmaları bırakmadan tutarsız­ lıklardan kurtulmak olanaksız olduğuna ve dogmalar da bıra­ kılamayacağına göre tutarsızlık sürüp gidecektir. Sovyetler Birliği'ndeki uygulamada olduğu gibi, sayısız çelişkiler karşı­ sında rejimin en az yetmiş yıl yaşamını sürdürebilmesi, bir tek kapitalist-proletarya çelişkisinin bütün bir kapitalist sistemi çökerteceğini öne süren Marksçılığm bu noktada da yanıldığı­ nı göstermektedir. Gerçekten çelişkiler, ilk büyük uygulamanın yani Sovyet­ ler Birliği’nde sosyalizmin (buna 'sosyalizm' adı verilen bir re­ jim demek belki de daha doğru olurdu) kuruluşuyla birlikte başladı. Marksçılara göre devrimin, kapitalizmin en büyük öl­ çüde gelişmiş olduğu toplumda, yani İngiltere'de ortaya çık­ ması gerekiyordu. Oysa devrim, kapitalist toplumların en geri kalmışında bile değil, henüz kapitalizme yeni yönelmekte olan Rusya'da gerçekleşti. Devrimi yapan proletarya olmadığına göre bir proletarya diktatörlüğü de kurulamadı. Fakat her kan­ lı devrimin sonucunda ortaya çıkan bir diktatörlük kuruldu. Böylece, Marx'ın, özgürlüğe proletarya diktatörlüğünden ula­ şılacağı biçimindeki, özünde tutarsız olan görüşü, proletarya diktatörlüğünün yerine siyasal diktatörlüğünün kurulmasıyla daha da tutarsız bir biçim almış oluyordu. Öte yandan, her kanlı devrimden sonra bir karşı-devrim korkusu yüzünden kaçınılmaz olan siyasal diktatörlük Sovyet Devrimi'nde başka bakımlardan da kaçınılmaz oluyordu. Ön­ ce, devrim ekonomik düzeni yıkan bir devrim olduğundan, ye­ ni bir düzen kuruluncaya dek bütün kitlelerin eskisinden daha büyük bir sefalete düşmesi kaçınılmaz oluyordu ve devrim yandaşlarının devrime düşman olmaları tehlikesi doğuyordu. Devrimin kendilerine de sıçramasından korkan yabancı dev­ letlerin oluşturduğu tehlike de Fransız Devrimi'nin karşılaştığı tehlikeden daha büyüktü. Çünkü devrim sırasındaki Fransa Avrupa'mn en güçlü devletiydi. Bu yüzden de dış güçleri bir 76


süre için yıldırabilmıştı. Oysa Rusya yalnızca Almanya ile ba­ şa çıkabilecek durumda bile değildi. Üstelik dış düşman tehlikesi sosyalizm açısından apayn bir önem taşıyordu. Çünkü sosyalizm ancak bütün dünyada bir­ den kurulur ve savaş tehlikesi tümüyle ortadan kalkarsa verim­ li olabilir. Böyle olmaz da savaş tehlikesi sürer, üstelik bu teh­ like, Sovyetler’de olduğu gibi, dünyanın en güçlü devletlerine karşı bir savaş tehlikesi biçimini alırsa, kapitalizmde sermaye­ nin üretimden aldığı paydan çok daha büyük bir bölümünü sa­ vaş gücünü artırmak için harcamak gerekir ve işçinin üretim­ den aldığı pay azaldıkça azalır. Nitekim sonradan, işçinin ya­ şam düzeyi bakımından sanayi toplumlannın gerisinde kal­ maktan kurtulamayan Sovyetler Birliği'nin, savaş gücü bakı­ mından en güçlü devletlerle boy ölçüşmekten geri kalmadığı görülmüştür. Devrimciler tek bir toplumda sosyalist devnmın olanaksız olduğunu bilmez değillerdi. Fakat Lenin daha ilk adımda dün­ ya devriminin o günün işi olmadığını görüp eldekiyle yetinme­ ye karar verdi. Lenin belki de, bir yandan adım adım sosyaliz­ mi kurarken bir yandan da dünya devriminin yollarını açabile­ ceğini umuyordu. Fakat sosyalizme yönelik bir devrim yaptık­ tan sonra sosyalizmin kurulamamış olması toplumun bir kaos içine düşmesi demektir. Böyle bir kaos durumunda koyu bir diktatörlüğe başvurmadan toplumu yönetmek olanaksız dene­ cek kadar güçtür. Lenin'in güçlü ve etkileyici kişiliği belki bu­ nu bir ölçüde başarabilirdi. Fakat o da çok erken, devrimden yedi yıl sonra, henüz 54 yaşındayken öldü (1924). Oysa sanayi devletleri bir yandan devrime karşı siyasal ön­ lemler alırken bir yandan da Marx'ın eleştirilerini de göz önün­ de tutarak devrimi işçiler için anlamsız bir kavrama dönüştür­ menin yollarını bulmaya çalışıyorlar, bunu bir ölçüde de başa­ rıyorlardı. Böylece, dünya devrimi görüşünde direnen Troçki'nin de yazgısı belirmeye başlıyordu. Lenin, kendisine uygun birtakım işlerde kullanarak onun yeteneklerinden yararlanma 77


olanağı bulduysa da, Lenin'in ölümünden sonra yönetimi ele alan Stalin'in ilk işi onu ülkeden kovmak oldu. Fakat Troçki sürgünde de eleştirilerinden vazgeçemediği için, sonunda, güç­ lü bir olasılıkla Stalin'in düzenlemesiyle, öldürüldü. Böylece kaçınılmaz olan gerçekleşti ve Stalin diktatörlü­ ğü, işçisiyle, köylüsüyle, bürokratıyla hatta bilim ve sanat adamlarıyla, toplum üzerine bir kâbus gibi çöktü. Bir süre son­ ra çıkan II. Dünya Savaşı diktatörlüğün daha da güçlendiril­ mesi için bahane oluşturdu. Fakat savaştan önce de, sözde sos­ yalist lider Stalin döneminde Sovyetler Birliği’nde kurulan dik­ tatörlüğün, ondan bir süre sonra Almanya'da kurulacak olan ırkçı diktatörlükten daha özgürlükçü olduğu söylenemez. Sa­ vaş sırasında özgürlüklerin büyük ölçüde kısılması belki de do­ ğal bir olgu olarak karşılanabilir. Fakat savaştan sonra dünya­ nın iki büyük gücünden biri olarak ortaya çıkan Sovyetler Birliği'ndeki totaliter yönetim bütün dünyanın gözü önünde halk üzerindeki baskılarını sürdürdü. Sovyetler Birliği'nin ekonomik bakımdan Hitler diktatör­ lüğünde görülen mucizevi başarıyı gösteremediği de b'ir ger­ çektir. Bu durum Almanya'daki ekonomik başarıların da dik­ tatörlüğün başarısı sayılmaması gerektiğini gösterir. Nitekim gerek Almanya'da gerekse İtalya'da Hitler ve Mussolini dikta­ törlükleri altında görülen ekonomik başarıların çok daha bü­ yüğü savaş sonrasının tam bir özgürlük içindeki Almanya ve İtalya'sında görülmüştür. Buna karşı Sovyetler Birliği'nin aynı ekonomik başarıyı gösterdiği söylenemez. Zorla Yayılma. Bütün bunlara karşın Marksçüığın birta­ kım insanların inançtan üzerindeki etkisinin onu bir din olarak nitelememizi haklı gösterecek kadar güçlü olduğu da yadsına­ maz. Bu gücün örnekleri yalnızca Sovyet halkının Hitler ordulan karşısında yurtlannı ve bir ölçüde de rejimlerini korumak için gösterdiği özveri örnekleriyle de sınırlı değildir. Daha II. Dünya Savaşı'ndan önce Ispanya'da Franko diktatörlüğüne 78


karşı en büyük direniş komünistlerden (ya da Marksçılardan) geldiği gibi, savaş sırasında Hitler ordularının saldırısına uğra­ yan ülkelerde de düşmana karşı en büyük direnci yine komü­ nistler göstermiştir. Hitler'e karşı kazanılan yengide Sovyetler'in payının bü­ yüklüğü Marksçı inancm Sovyetler dışında kalan ülkelerdeki etkinliğini büyük ölçüde artırmış oldu. Avrupa'nın birçok ül­ kelerinde komünistlerin iktidara geçmesini önlemek için A.B.D.'nin büyük baskılara başvurması gerekti. Yunanis­ tan'da bir ölüm kalım savaşı veren komünistlerin kazanması Batılı devletlerin siyasal baskılarına hatta askeri yardımlarına karşın güçlükle önlenebildi. Batıklarla Sovyetler arasındaki si­ yasal pazarlıklarda Rusya'nın nüfuz bölgesi olarak kabul edi­ len Balkan ve Orta Avrupa devletleriyse, kendi komünist par­ tilerinin de yardımıyla, komünist rejimi kolayca kabul ettiler. Bu devletler de, Sovyetler gibi, kendi rejimlerine 'sosyalist' adım verirken onların dışında kalan devletler bunlara 'komü­ nist' adını vermeyi uygun gördüler. Gerçekte ne sosyalist ne de komünist olan bu diktatörlük rejimlerinden söz ederken biz de 'komünist' sözcüğünü kullanacağız. Komünizmin bir tür din olduğunu söylerken, onun bir XX. yüzyıl dini olduğunu belirtmeye de özen gösterdik. Bu yönden komünizmin öteki dinlerden önemli bir farkı vardır. Öteki din­ ler yandaşlarına öldükten sonra gidilecek bir dünyadaki cennet ya da cehennem yaşamı gibi, en küçük bir eleştiri karşısında dağılıp dökülüverecek türden birtakım hayaller sunarken, ko­ münizm, yaşanmakta olan dünyadaki elle tutulurcasına somut gerçekler olan eşitsizlik, haksızlık ve saçmalıkları sergiliyor ve bütün bunlardan kurtulup insanların eşit koşullar altında yaşa­ dığı ayrılıksız ve ayrıcalıksız bir dünyaya giden yolları göster­ diğini öne sürüyordu. Böylece komünizmin vaat ettiği cennetin öteki dinlerin vaat ettikleriyle ölçülemeyecek kadar büyük bir gerçekliği ve inandırıcılığı vardır. Gerçi öteki dinlerde cennet ya da cehenneme gidecek insanların o dinlere inanan kimsele­ 79


rin kendileri olmalarına karşın komünizmin ideal dünyasına ulaşacak olan insanlar geleceğin insanlarıydı. Fakat bu fark ilk bakışta göründüğü kadar önemli değildir. Çünkü bir yandan günlük yaşamını sürdürürken bir yandan da gelecek kuşaklar için çalışmak yalnızca insanlara değil, hemen bütün canlılara özgü doğal bir eğilimdir. İnsanlarda bu eğilim yaşamını sürdür­ me eğilimi kadar güçlüdür. Bu yüzden insanlığın gelecekteki refahı için çalışan insanla kendi refahı için çalışan insan arasın­ da güdülenme bakımından önemli bir fark yoktur. Burada bir ayraç açarak Marksçılığın büyük yanılgısının, insanlığın geleceğini düşünen bir kimsenin davranışıyla kendi geleceğini düşünen bir kimsenin davranışı arasında bir fark bu­ lunmadığım görememek olduğunu belirtmekte yarar var. Ger­ çekte pek çok Marksçı bu olguyu açıkça görmemiş olsa bile bu­ nu görüyormuş gibi davranmış ve insanlığın geleceği uğruna kendi yaşamını yitirmekten çekinmemiştir. Buna karşı Marksçılığm devrimi bir temel kural olarak kabul etmesi, insanlara, çabalarının sonucunu kendileri yaşarken alabilecekleri inancı­ nı vermek içinmiş gibi görünüyor. Oysa böylece, sosyalist ide­ ale ulaşmak için, gerçekte verimsizliği ve sapmaları doğasında taşıyan bir yönteme başvurmayı gerekli görmek gibi çelişkili bir durum ortaya çıkmıştır. Öte yandan, insanların dünyadaki geleceğiyle ilgili olan sözde özgürlükçü düşünce sistemleri de, bilimsel bir temele de­ ğil de yalnızca inançlara dayanma bakımından komünistlerin düşünce sisteminden farklı değildir. Komünizmi dinlere benze­ ten şey onun kurallarının kesin ve ödünsüz oluşundan geliyor­ du. Ayrıca, özgürlükçü denilen düşünce sistemleri insanların eşit ve ayrıcalıksız yaşadığı bir dünya vaat etmek şöyle dursun, eşitsizliğin ve ayrıcalıkların insan yaratılışının gereği olduğuna inanıyorlardı ve bu türden inançlarda inşam derinden derine utandıran bir yön bulunduğu için bunlar dinsel dogmaların ka­ tılığına erişemiyorlardı. Yani öteki dünyayla ilgili dinler bir ya­ na bırakıldığında, içinde yaşadığımız dünyanın geleceğiyle ilgi­ 80


li olarak, bir yanda bütün haksızlık ve adaletsizlikleri olduğu gibi kabul eden, bir yanda da bunlara başkaldırıp geleceğin adaletli dünyasını kurmanın yollarını gösteren iki dünya görü­ şünün çarpıştığı söylenebilir. Bu durumda her toplumun en dürüst ve sağlam düşünce­ li gençlerinin, tümüyle komünist olması değilse bile, en azın­ dan öyle bir eğilim taşımasının kaçınılmaz olduğunu kabul et­ mek gerekir. Burada gençlerden söz edişimiz, insanların yaş­ landıkça bilgilerinin arttığını değil, evlenip bir aile geçindir­ mek zorunluluğuyla karşılaşmış insanların dünyadaki haksız­ lık ve eşitsizlikleri olduğu gibi kabul etmeye daha yatkın ol­ duklarım düşündüğümüzdendir. Böylece, ileri sanayi toplumlarmda Marksçı düşüncelerin işçilerin yaşam düzeyini düzelt­ mede önemli ölçüde etkili olduğu söylenebilir. Fakat geri kal­ mış ülkelerde hem işçiler yoksul halkın pek küçük bir bölü­ münü oluşturduğu hem de hükümetler komünistlerden bir şeyler öğrenecek yerde onlan susturma ve ezme yoluna git­ meyi daha kolay bulduğu için komünizmin oralardaki olumlu etkisinin ileri ülkelerdekilerden de çok altında kaldığı söyle­ nebilir. Komünizmin uluslararası düzeydeki etkisinin toplumlar içindeki etkisinden daha büyük olması kaçınılmazdı, nitekim öyle olmuştur. Sovyetler Birliği dünya sosyalizmi düşüncesin­ den vazgeçtiğini ileri sürmekle birlikte, ne o bu vazgeçmede iç­ tenlikli olabilir ne de o içtenlikli olsa bile dünyayı buna inandı­ rabilirdi. Bu yüzden Sovyetler'le ileri kapitalist ülkeler arasın­ da bir silah yarışmasının başlaması kaçınılmaz oluyordu. Bu, dünyanın hemen bütün toplumlarında, yoksul halkın refahı için kullanılabilecek kaynakların silahlanma yolunda kullanıl­ ması anlamına geliyordu. Böylece komünistler, bir yandan baş­ ka devletlere saldıkları korku yüzünden onların silahlanması­ na neden olurken, bir yandan da kendilerine karşı silahlan­ makta olduklarını gördükleri devletlere karşı kendileri de si­ lahlanmak zorunda kalıyorlardı. 81


XX. yüzyılın ilk yansında arka arkaya çıkan iki dünya sa­ vaşından sonra uygarlık dünyası savaşların anlamsızlığını göre­ biliyordu. Gerçekten her iki savaş yalnızca yenilenler için değil kazananlar için de yıkım olmuştu. İnsanların mutluluğu için katlanıldığı ileri sürülen savaşların, sonunda, yaşamlannı yiti­ ren milyonlarca insanla, eskisinden çok daha mutsuz olan in­ san topluluklarından başka bir şey bırakmadığım görmeyen kalmamıştı. Bu yüzden Sovyetler Birliği'yle kapitalist devletler arasında bir savaş çıkması olasılığını insan aklının kabul ede­ meyeceği düşünülebilirdi. Ancak, silahlanma yolunda her tür­ lü çabayı harcayan devletlerin, silah yapımında gösterdikleri başarıyı bu silahların kullanılmasını önlemekte de gösterebile­ cekleri çok kuşkuluydu. Öyle ki, XX. yüzyılın sonlarına doğru, atom bombalarının ilerde ortaya çıkacak etkileri de göz önün­ de tutulduğunda insanlığı belki de toptan yok edecek bir dün­ ya savaşı korkusu, savaşın akıl-dışı oluşu yüzünden olanaksız olduğu düşüncesine ağır basmaya başlamıştı. Kaçınılmaz Son. Fakat Sovyetler Birliği'nin ekonomik yönden çökmekte olduğu da gerek Sovyet yöneticilerinin ge­ rekse dış dünyadaki gözlemcilerin gözünden kaçmıyordu. Bu çöküntüde, savaş hazırlıkları için yapılan masraflarla, A.B.D. ile girişilen uzay yarışının yüklediği masrafların önemli etkisi olduğu açıktır. Üstelik Sovyet Devrimi'ne benzer devrimler yapanların bir siyasi diktatörlük kurmaları ne kadar kaçınıl­ mazsa böyle yıkıcı ölçülere varan silahlanma ve propaganda masraflarına katlanmak zorunda kalmaları da o kadar kaçınıl­ mazdır. Ancak çöküntüde planlı ekonominin iyi işlememesinin etkili olduğu da bir gerçektir. Çünkü bilgi düzeyi katı plancılık için yeterli değildir. Rejimin yıkılmasından sonra planlı ekono­ minin aksaklıktan bütün açıklığıyla gözler önüne serilmiştir. Bu aksaklıklarda, plam yapanlarla uygulayanlann bilgisizlik ve beceriksizlikleriyle, böyle bir ekonominin insamn doğal eği­ limleriyle uyuşabilip uyuşamaması gibi etkenlerin paylarının 82


ne ulduğu sorusu ilginç araştırmalara konu olabilir. Ancak bu­ rada bu konuya, çok yüzeysel biçimde de olsa, değinmek zo­ rundayız. Sovyet rejiminin çöküşünde, özgürlüğü kısılmış olan hal­ kın özgürlük arayışının ya da kapitalist devletlerin baskısının önemli bir payının bulunmadığı, gerçek nedenin ekonomi ala­ nında aranması gerektiği genellikle kabul edilmektedir. Ancak rejim çökmeden önce ekonominin kesin bir çöküntüye uğrayıp aç ve işsiz kitlelerin sokağa dökülmesi gibi bir durumun bulun­ madığı da bir gerçektir. Deneysizlik, bilgisizlik, savaş hazırlığı ve rejimin propogandasına yönelik uzay yarışının çjconomi üzerindeki olumsuz etkileri göz önünde tutulduğunda Sovyet rejiminin ekonomik başarısızlığının ilk bakışta sanıldığı kadar büyük olmadığı sonucuna da varılabilir. Bu saydığımız olum­ suz koşullara Sovyet rejiminin kuruluşu sırasındaki ekonomik durumun o sıradaki kapitalist devletlerin durumuna bakışla ne kadar geride bulunduğu ve rejimin yabancı sermayeden hemen hiç yararlanmadığı da eklendiğinde piyasa ekonomisinin plan­ lı ekonomi karşısında açık bir üstünlüğü olduğunu kabul et­ mek de kolay değildir. Gerçekte Doğu Almanya ekonomisinin Batı Almanya ekonomisine bakışla çok geride kalışı, Polonya gibi, komünist rejimi kabul etmeden önce sanayileşme yönünde başarılı olma­ sı beklenen bir ülkenin komünist rejimde başarısız oluşu ve ge­ nellikle de II. Dünya Savaşı sırasında büyük yıkıntıya uğrayan devletlerden Batıda kalanların demir perde gerisindekilere gö­ re daha çabuk kalkınmaları gibi durumlar düşünülürken de bu yabancı sermaye konusunun gözden kaçırılmaması gerekir. Sa­ vaştan sonra Batılı devletler A.B.D.'nin bitip tükenmez ola­ naklarından cömertçe yararlandılar. Demir perde gerisinde kalanlarsa böyle olanaklardan yararlanmadıkları gibi, tersine, uydu devletler, Sovyetler Birliği’nin sömürüsüyle karşılaştılar. Sovyetler Birliği de kapitalist devletlere karşı, kendi isteğiyle hatta kendi zorlamasıyla da olsa yüklenmiş olduğu koruyucu­ 83


luk görevini yürütebilmek için küçük komünist ülkeleri sömür­ mek zorundaydı. Hepsinden daha önemli olarak, Batılı devlet­ lerinin teknik bilgi yönünden başlangıçta Sovyetler'den ne ka­ dar üstün olduklarını da unutmamak gerekir. Bütün bunlar göz önünde tutulduğunda Sovyetler Birli­ ği'nin ve onunla birlikte, Küba dışındaki bütün komünist re­ jimlerin çöküşünü, bu çöküşten sonra tantanalı biçimde ileri sürüldüğü gibi, ekonomide serbest piyasa rejiminin, insanın öz­ gürlüğünü sağlayan ve bu yüzden de insanın doğasına uygun olan tek rejim oluşuna bağlamak, olgunlaşmamış bir ortamda kanlı bir devrim yoluyla sosyalizm kurulabileceğini öne sür­ mekten daha mantıklı görünmüyor. Serbest ticaret rejiminde yalnızca piyangolar ya da şans oyunları yoluyla kimi insanlara gelişigüzel dağıtılan olanakları olağan kabul etmek için bile in­ sanın akimdan zoru olması gerekir. O rejimin temelinde yatan haksızlık, adaletsizlik, hırsızlık ve soygunları şöyle bir düşün­ mek insanı insanlığından utandırabilir. Demek ki komünizmin moda olduğu zamanlarda Marksçı düşüncenin öncülüğünü kimseye kaptırmak istemezken komü­ nizmin çöküşünden sonra hemen özgürlük ve serbest piyasa türküleri söylemeye başlayanları bir yana bırakırsak, Marksçı düşünceye içtenlikle inanmış ve yeri geldikçe o inanç için her türlü Özveriye katlanmaktan çekinmemiş olan kimselerin ko­ münizmin çöküşünden sonraki durumu iyi değerlendirmeleri gerekiyor. Önce çöken şey sosyalizm ya da komünizm değildir, çünkü bunlar hiç kurulmamıştır. İkincisi, belli bir rejimi güç­ lükle de olsa kabul edebilecek kadar gelişmiş, yani yerleşik inançlardan kurtulmuş olmayan bir toplumda o rejimi kanlı bir devrim yoluyla insanlara kabul ettirmek için alınması zorunlu olan önlemlerin o rejimin yerleşmesini önleyecek tohumlan da içinde taşıdığını unutmamak gerekir. Böylece XX. yüzyıl, gelecekte kurulacağı bugünden açık­ ça görülebilen eşitlikli, ayrılıksız ve ayrıcalıksız toplumun bir an önce kurulmasını sağlamak için amaca ters düşen yollara 84


başvurmayı uygun gören Marksçı düşüncenin hem uygulama­ ya geçişini, hem de uygulamanın çöküşünü birlikte görmüş oluyor. Bu deneyin, ilerde kurulacak ideal dünyanın kurulma­ sının olanaksız olduğunu gösteren hiçbir işaret vermediğini, sonucun başarısızlığının uygulamadaki yanlışlıklardan kaynak­ landığını kabul etmek gerekiyor. İdeal topluma ulaşmak için başvurulması gereken yolları açıklığa kavuşturabilmek için bu konuyu daha sonra yeniden ele alacağız. Fakat daha önce yine XX. yüzyılın geçirdiği öteki deneyi, Türkiye Cumhuriyeti ola­ yını, incelemek yararlı olacaktır.



TÜRKİYE CUMHURİYETİ

OsmanlI'dan Cumhuriyet'e. Türkiye Cumhuriyeti Os­ manlI împaratorluğu'nun yıkıntıları üzerinde kuruldu. XI. yüz­ yılda, Orta Asya'dan, önce Horasan'a sonra da Anadolu'ya ge­ çen Türk boyları arasında bulunan Kayı boyunun Bey'i olan Osman Bey'in bağımsızlığını ilan etmesiyle bu büyük impara­ torluğun temelleri bir anda atılmış oldu. Altı yüzyıl ayakta ka­ lan Osmanlı Devleti bu sürenin birinci yansım yeni yerler fet­ hetmek için, ikinci yarısını da fethettiği yerlerin birer birer elinden gitmesini önlemek için savaşmakla geçirmiştir. Böylece Osmanlılann bütün tarihleri boyunca yerleşik bir devlet gölüntüsü vermediği söylenebilir. İngiliz tarihçisi A. Toynbee’nin Osmanlı Uygarlığı'nı yan­ da kalmış uygarlıklar arasında saymasına ve durumu OsmanlI­ ların göçebe toplum yapısını bırakıp yerleşik bir toplum olma yoluna gitmeyişlerine bağlamasına kimi Türk tarihçileri duy­ gusal birtakım nedenlerle karşı çıkmışlardır. Osmanlılann, za­ manla, yakın komşuları olduktan Avrupa devletlerinin uygar­ lık düzeyinin gerisinde kaldıktan XIX. yüzyılda hemen hemen Avrupa devletlerinin ortak sömürgesi durumuna düştükleri bir gerçek olduğuna göre bunu Toynbee'nin yaptığı gibi, Osmanlılann örgütlenme biçiminin çağın gerisinde kalışıyla açıklama yoluna gidilmezse, Türkler için gerçekten önyargılı olan başka batılı tarihçilerin açıklama biçimini kabul ederek bu impara­ torlukta başı çeken Türklerin uygarlaşma yeteneğinden yok­ sun olduklannı kabul etmek zorunda kalınabilir. 87


Gerçekte durum Toynbee'nin kabul ettiği gibi olmasa bile ona çok yakın görünüyor. Yani Osmanlı İmparatorluğumun dramının, çağdaş bir örgütlenme biçimine gidilirse imparator­ luktan, öyle bir örgütlenmeye gidilmezse de uygarlaşmaktan vazgeçmek zorunluluğuna düşmekten kaynaklandığım kabul etmek en uygun yol olurmuş gibi görünüyor. OsmanlIların felsefe ve bilim alanında Batıya bakışla geri kalışlarının, Fatih'in İstanbul'u alış tarihinde başladığı kabul edilen Yeni Zamanlar ya da Rönesans döneminde Avrupa'da başlayan düşünsel ve bilimsel gelişmeye onlann ayak uydura­ mamasından ileri geldiği söylenebilir. Bunun, Osmanlı devlet kuruluşunun deneysel düşünceye kapalı oluşuyla ne ölçüde ilgi­ li olduğunu söylemek kolay değildir. Fakat böyle bir durumun bir olgu olarak ortada bulunduğunu dâ kabul etmek gerekiyor Bilim ve sanata büyük değer verdiği, belki de bir yönüyle haklı olarak, ileri sürülen Fatih'in büyük bilgin Ali Kuşçu karşısında­ ki tutumundan bu konuda bir şeyler sezinlemek olanağı vardır. Semerkand'daki rasathanenin yöneticiliğini yapmaktay­ ken rasathanenin kurucusu Uluğ Bey'in öldürülmesi üzerine Semerkand'dan ayrılan Ali Kuşçu Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan'ın yanında çalışmaya başlamıştır. Uzun Hasan'ın Fatih'le görüşmeler yapmak üzere gönderdiği Ali Kuşçu üstün bilgin niteliğiyle Fatih'in dikkatini çekmiş ve elçiliğinin biti­ minden sonra gelmek üzere Fatih'in çağrısını kabul etmiştir. Böylece İstanbul'a yerleşen Ali Kuşçu Ayasofya Medresesi'ne müderris olmuş ve orada matematik, gökbilim ve dilbilgisi dersleri vermeye başlamıştır. Bu yüzden Fatih döneminde İs­ tanbul medreselerinde matematik ve gökbilimin çok ileri gitti­ ği kabul edilir. Ancak Ali Kuşçu'nun bu kısa yaşamöyküsünde gözden kaçmaması gereken bir nokta vardır. Uzun süre dünyanın en ileri rasathanesinde yöneticilik yaparak dünya gökbilimine katkıda bulunmuş olan büyük bir bilginin, Fatih gibi, elinde büyük olanaklar bulunan ve kendisine büyük değer veren bir 88


hükümdara rasathane yaptırması için öneride bulunmak iste­ meyeceği düşünülemez. Buna göre o dönemde İstanbul'da bir rasathane yaptırılmasından hiç söz edilmemiş olması, Ali Kuşçu'nun, ya Fatih'e önerisini kabul ettiremediğini ya da onun uygulamalı bilimler karşısındaki tutumuna bakarak ona bir öneride bulunmaya cesaret edemediğini gösterir. Her iki du­ rumda da Osmanlı hükümdarının yaşamla bilimi birbirinden il­ gisiz iki ayrı kurum olarak görme eğiliminde bulunduklarını gösterdiği söylenebilir. Böyle özel bir örnekten böylesine genel bir sonucun çıka­ rılmasını uygun görmeyenler bulunabilir. Fakat bu örneklerin sayısı az değildir. Nitekim Murat IIl'ün 1575'te, yani Avru­ pa'da rasathaneler kurulmasına yeni başlanmış olduğu bir ta­ rihte, yaptırdığı rasathaneyi beş yıl sonra aynı padişahın yıktır­ dığı görülüyor. Gerçi bu yıktırma olayı Şeyhülislamın padişahı kandırması yoluyla gerçekleşmiş gibi görünür. Fakat bu dö­ nem, Osmanlı İmparatorluğunun en güçlü olduğu dönemdir ve devletlerin güçlü dönemlerinde hükümdarlar dinsel telkin­ leri gözardı etmenin yolunu her zaman bulmuşlardır. Yani ra­ sathanenin yıktırılmasının hükümdarın da işine geldiğini kabul etmek gerekiyor. Osmanlı hükümdarları çok saygı gösterdikle­ ri bilim adamlarının, doğal ve toplumsal olaylarla ilgisi olma­ yan alanlar üzerinde tartışmalara girmelerini saygıyla karşıla­ makta fakat onların dünyaya ve topluma açılmalarına fırsat vermemektedirler. Böylece OsmanlIlarda bilim, çağdaş deneysel bilimlerle il­ gisi olmayan söz oyunlarıyla sınırlı kaldığı gibi, mimarlık dışın­ da kalan sanatlar da toplumla hiçbir işlevsel ilişkisi bulunma­ yan bir süslemecilik biçimini almıştır. Öyle ki, XVIII. yüzyılda kanat takarak Galata Kulesi'nden Üsküdar'a dek uçan Hezarfen Ahmet Çelebi'nin bu ilginç bilimsel deneyini Padişah IV. Murat bir tür büyücülük eylemi gibi görmüş ve onu Cezayir'e sürmüştü. Toplum sorunlarına ancak hicivlerinde dokunabilen şairler için de, bu konuda biraz aşırıya kaçma durumunda, Ne89


fi gibi boğulup denize atılma tehlikesi vardır. Osmanlı hüküm­ darlarının bilim ve toplumsal eleştiri konusundaki bu tutumu, İ.S. I. yüzyılda filozofları Roma'dan süren İmparator Domitı an'ın tutumuyla bir arada düşünülünce bilim ve düşünce adamlarının toplumsal konulara karışmasına en büyük tepki­ nin büyük fetih dönemlerinin hükümdarlarından geldiği düşü­ nülebilir. Bu hükümdarların bilim ve düşünce adamlannı ken­ di kendine düzenli biçimde çalışan bir saatin nasıl işlediğini merak ederek onu sökmeye kalkan çocuklara benzettikleri anhşılıyor. Doğal ve toplumsal olaylardan soyutlanmış bir sanat anla­ yışı, şiir, resim ve müzik alanında kendine özgü bir gelişme gösterip yerine göre birtakım başyapıtlar üretme olanağı bula­ bilirse de, böyle bir anlayış içine düşen bilim, boşa dönen bir vida gibi, hiçbir ilerleme göstermeden kendi çevresinde dönüp durmaktan başka bir şey yapamaz. Bu türden sanat ve bilimle­ rin halka yayılması da gereksiz olup her şeye karşın böyle bir yayılma yine de tehlikeli görüldüğünden bilim ve sanat ürünle­ rini halka iletecek araçlar da Osmanlılarca kuşkuyla karşılan­ mış ve Avrupa'da Fatih döneminde kullanılmaya başlayan ve kullanım alam büyük bir hızla genişleyen matbaa makineleri Osmanlılara üç yüz yıllık bir gecikmeyle girebilmiştir. Böylece en güçlü dönemine XVI. yüzyılda yani Avrupa da deneysel bilimlerin uygulamaya girdiği sırada erişen Osmanlı Devleti kendi özyapısını korumanın yolunu, düşünce, bilim ve sanat alanlarında her türlü deneysel yönelimi dışlamakta bul­ muş ve Avrupa'da yaşanan bilgi patlamasının farkına varabil­ mek için hiç olmazsa yüz elli yılın geçip savaş yenilgilerinin art arda sıralanmasını beklemek gerekmiştir. Fakat bu, OsmanlI­ ların, savaş yenilgilerinin temelinde yatan genel bilgisizliği gö­ rebilmesini sağlamış değildir. Tersine, savaş yenilgileri doğru­ dan doğruya askersel düzenin bozukluğuna bağlandığından ilk düzeltme girişimleri askersel düzenin değiştirilmesine yönelik olmuştur. 90


XVIII. yüzyıl sonlarıyla XIX. yüzyılın başlarında açılan Deniz ve Kara Mühendishaneleri ve Tıbbiye Okulu deneysel bilimler öğreten kurumlar kazanmak için değil, savaşlardaki başarısızlıklardan kurtulmayı sağlayacak teknik girişimlerde başarılı olmak ve orduların sağlık hizmetlerini iyi yürütebil­ mek için açılmış gibi görünürler. Öyle ki, XIX. yüzyıl sonların­ da kurulan fizik, kimya ve biyoloji gibi deneysel bilimler öğret­ meye yönelik yüksek öğretim kurumlarının bile askerlik hiz­ metlerini başanyla yürütmeyi sağlayacak mühendis ve tıp okullarına yardımcı olmak üzere açıldıkları anlaşılıyor. Nite­ kim Osmanlılar döneminde, askerlikle doğrudan ilgileri yok­ muş gibi görünen felsefe ve toplumsal bilimlerle ilgili olarak hemen hiçbir şey yapılmamıştır. Asıl ilginç olan, deneysel bilgilerin Batı uygarlığının do­ ğup gelişmesindeki öneminden Osmanlı aydınlarının da dev­ let adamları kadar habersiz oluşudur. Gerçekten, Tanzi­ mat'ın ilanından 10 yıl sonra devletin Fransa'ya gönderdiği Şinasi'nin ardından birçok Osmanlı aydını Avrupa'ya gönde­ rildiği gibi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi, toplum­ sal konularla ilgilenme iddiasında bulunan birçok aydınlar da siyasal baskılar yüzünden bir süre Avrupa'nın belli başlı başkentlerinde yaşamak zorunda kalırlar. Avrupa'da, doğa bilimlerinin yanında toplumsal bilimlerin de büyük gelişme­ ler gösterdiği ve toplumsal konularda en ileri görüşlerin or­ taya atılıp bunlardan pek çoğunun tartışmalarına sıradan in­ sanların bile katıldığı bir dönemde, sözü geçen aydınların Avrupa'ya hangi düşüncelerle gitmişlerse aynı düşüncelerle dönmüş olmaları inanılmayacak kadar şaşırtıcı bir durum­ dur. Rejime karşı oldukları için baskılara uğrayan ve sürgün­ lere gönderilen bu aydınlara göre OsmanlIların bütün derdi mutlakiyet yönetiminden ileri gelmektedir. Yalnızca meşru­ tiyet yönetiminin kurulmasıyla Osmanlılann Batı uygarlığı­ na hemen ulaşacağına inanmayan Osmanlı aydını yok gibi­ dir. 91


Bövlece, dünyanın henüz deneysel bilgiden habersiz inanç toplumlarından oluştuğu bir dönemde, bir inanç toplumu ola­ rak ortaya çıkan Osmanlılık, gözünü diktiği Batı dünyasında beliren bilgi toplumu kavramına büsbütün yabancı kalarak varlığını sürdürmeye çalışmış oluyor. Demek ki OsmanlI Dev­ leti XX. yüzyılın başında yıkılmayıp da bilgi toplumu olmaya yönelseydi, matbaanın kabulü olayında olduğu gibi burada da 300 yıllık bir gecikme söz konusu olacaktı. Her iki gecikmenin nedenini de, Türklerin bilim ve sanat konularındaki yetersizli­ ği üzerine spekülasyonlara girişen bağnaz Avrupalı düşünürle­ ri bir yana bırakırsak, İslam dininin ilerlemeye engel oluşuna bağlamak isteyenler olmuştur. Oysa gerçekte yalmzca Müslü­ manlık değil, bütün dinler ilerlemeye engeldir. Fakat ilerleme yoluna giren toplumlar dinlerin engelleyici gücünü kırmanın yolunu bulabilmişlerdir. Bu bakımdan, Osmanlı toplumunu di­ nin geri bıraktırdığı ne kadar doğruysa, dinin bu toplum üze­ rindeki aşırı etkisinin geri kalmışlıktan ileri geldiği de o kadar doğrudur. Gerçekte, daha önce de belirttiğimiz gibi, OsmanlIların bilgi toplumu olmaya yönelmesine karşı hiçbir engel bulunma­ sa bile, çökmekte olan imparatorluğun çökmesini kabul ede­ memekten gelen duygusal engellerden kurtulmak olanaksız­ dır. Bu duygusal engellerin aşılabilmesi için imparatorluğun birtakım nedenlerle yıkılması gereklidir fakat bu yeterli değil­ dir. Başlangıçta imparatorluğu besleyip güçlendiren sonra da kendisi o imparatorluktan beslenip güçlenmiş olan 600 yıllık bir inanç sisteminden de kurtulabilmek gereklidir. Bu koşul­ lardan birincisini, yani imparatorluğun yıkılışım I. Dünya Sa­ vaşı gerçekleştirdi. İkincisini, yani inançlardan kurtulmak için Türk toplumunun bilgi toplumu olmaya yönelmesini Atatürk devrimcileri sağlayacaktır. A tatürk Dönemi. Cumhuriyet'in ilk yıllan bütün özelli­ ğini Atatürk devrimlerinden kazandığı için, Cumhuriyet'in 92


kuruluşundan Atatürk'ün ölümüne dek geçen 15 yıllık döne­ me Atatürk dönemi demek uygun görünüyor. Atatürk devrimleri yapılmasaydı Türkiye'nin Bağımsızlık Savaşı'ndan sonraki herhangi bir tarihte ne gibi bir durumda bulunacağı­ nı kestirebilmek için Cumhuriyet'ten hemen önceki Osmanlı Devleti'nin uzantısı sayılabilecek yeni bir devlet düşünceğiz. Bu yeni Osmanlı Devleti'nin Lozan benzeri bir anlaşma ya­ parak hem Cumhuriyet Türkiyesi'nin sınırlarını elde ettiğini hem de kapitülasyonlardan kurtulmuş olduğunu varsayaca­ ğız. Cumhuriyet'ten kısa bir süre önce Meşrutiyet ilan edilmiş­ se de bunu izleyen Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı yeni ve yerleşik bir siyasal düzen kurulmasını engellediğinden Osman­ lI Devleti'ni, siyasal yönüyle padişah, dinsel yönüyle de halife adını taşıyan ve bu sıfatları babadan oğula geçme yoluyla ka­ zanmış olan bir hükümdara bağlı bir Meşrutiyet hükümetinin yönetmekte olacağı düşünülebilir. Müslüman olan ve olmayan halklar arasındaki ayrılık 80 yıl önceki Tanzimat Fermanı'yla sözde kaldırılmışsa da bunun uygulamada tam olarak gerçek­ leştiği söylenemez. İnsan hakları, özellikle de kadın hakları ba­ kımından son derece ilkel bir düzen yürürlüktedir. Okumayazma oranı % 10'u geçmiyor. Yalnızca Kuran okumayı öğre­ ten mahalle okulları dışında ilk ve ortaöğretim son derece za­ yıf ve sınırlı, yüksek öğretimse hemen yalnızca askerlik ve sağ­ lık hizmetlerini yürütecek yetenekte insanlar yetiştirmeye yö­ neliktir. Genel olarak Avrupa'nın bilgi toplumu olmaya doğru hızla yol alan toplumlarının yakın komşusu olarak, onların or­ tak sömürgesi denebilecek düzeyde tam bir inanç toplumu kar­ şısındayız. Bütün bu ilkellikler en somut biçimde ekonomi alanında kendini göstermektedir. Çağdaşlığın vazgeçilmez koşulu olan sanayi hemen hemen yok gibidir. Olanlar da imtiyazlı yabancı­ ların elindedir. Yalnızca İstanbul ve İzmir'de bulunan su, elektrik, toplu taşımacılık gibi kamu hizmeti gören işletmeler 93


"Yap, işlet, devret” yöntemine göre yabancılarca kurulmuş ve işletilmektedir. Yüz yılı aşkın bir zamandan beri süregelen borçlanma politikası Osmanlı Devleti'ni borçlarını ödeyemez duruma düşürdüğünden alacaklı devletlerin temsilcilerinin yö­ netimi altında bir Düyun-u Umumiye İdaresi kurulmuş, birta­ kım vergileri bu idarenin toplaması kabul edilerek Osmanlı ül­ kesi birkaç devletin yönettiği tam bir sömürgeye dönüştürül­ müştür. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye, Osmanlı Devleti'nin bir uzantısı olarak, yani Atatürk devrimlerine hiç başvurma­ dan, kalsaydı bu saydığımız koşullar içinde varlığını sürdürme­ ye çalışacaktı. Böyle bir devletin geleceğini saptamakta hiçbir güçlük yoktur. Lozan Antlaşmasıyla kapitülasyonlar, hatta Düyun-u Umumiye, kaldırılmış bile olsa, dış borçların büyük bir bölümü üstlenilmiş olacağından, ortada bir gelir kaynağı da bulunmadığına göre, kapitülasyonların değilse bile Düyun-u Umumiye'nin hemen yeniden kurulması yoluna gidilecek, ekonomik bağımsızlığın yitirilişi siyasal bağımsızlığı da içi boş bir kavrama dönüştürecekti. İşte Atatürk devrimleri yapılmasaydı, adı ister Türkiye, is­ terse Osmanlı Devleti olsun, toplumda böyle bir ekonomik ve sosyal düzen sürüp gidecekti. Buna göre Cumhuriyetten ister 20, ister 50, isterse 100 yıl sonra olsun, yeni bir dünya düzeni kurulup toplumlar arasındaki ilişkilerde kökten bir değişiklik olmadıkça Türkiye'nin gelişmiş ülkelerin sömürgesi olmaktan kurtulması şöyle dursun, böyle bir kurtuluşu düşünebilenler bile yola gelmez birtakım hayalciler olarak görülecekti. A tatürk Devrimleri. Türk toplumunda, Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte gerçekleşmeye başlayıp Atatürk'ün yaşa­ mı sona erinceye dek sürekli olarak gelişen devrimlerin Ata­ türk'ün kişiliğiyle bağlantısı öylesine açıktır ki, Cumhuriyetin kuruluşunu da içeren bu devrimlerin tümüne birden "Atatürk Devrimleri'' adı verilmesine, bir art niyetin ya da boş inancın 94


etkisinde bulunmayan herhangi bir kimsenin karşı çıkmasının olanaksız olduğu söylenebilir. Atatürk Türk toplumunun temel sorununun çağdaşlaş­ mak, bir başka deyimle, dünyamn gelişmiş ülkelerinin XVI. yüzyıl başlarından beri yöneldiği doğrultuda, inanç toplumu olmaktan kurtulup bilgi toplumu olmaya yönelmek olduğunu tam bir kesinlikle görebiliyordu. Osmanlı toplumunun bütün aydınlarının çağdaşlaşmanın tek koşulu olarak, o zamanın de­ yimiyle, mutlakiyetten meşrutiyete geçmeyi gördüğünü daha önce belirtmiştik. Böyle bir toplum içinde yetişen Mustafa Ke­ mal'in, gerçek bir çağdaşlaşmayı hedef alan, böylesine kökten­ ci bir toplumsal değişmeyi nasıl tasarlayabildiğim açıklamak olanaksız görünüyor. Çünkü aradan 70 yıl geçtikten sonra, çağ­ daş bir eğitim de görmüş olan bugünkü Türk aydınlarının bü­ yük bir bölümünün de Atatürk devrimlerini anlayabilmekten çok uzakta kaldıkları görülüyor. Ancak, tarih boyunca, ileriyi görebilme bakımından çağdaşlarını çok geride bırakan düşü­ nürlerin sayısı az değildir. Eski Yunan düşünürleri arasında bunun çok büyük örneklerinin çıkmış olması bir yana, özellik­ le Sofistler'in, bundan 2.500 yıl önce, toplumsal olayları açıkla­ ma bakımından çağımızın da çok ilerisine geçebilmiş oldukla­ rından daha önce söz etmiştik. Bu yönden bakıldığında Ata­ türk'ün büyüklüğünün, devrimleri düşünebilmenin yanında, belki de onun da ötesinde, devrimleri gerçekleştirebilmekte belirginleştiğini kabul etmek gerekiyor. Gerçekten, Cumhuriyet rejiminin kurulduğu yılla (1923) Atatürk'ün ölüm yılı (1938) arasında geçen ve bir toplumun ta­ rihi bakımından göz açıp kapama süresi kadar kısa görünen 15 yıl içinde yapılan bütün devrimlerin Türk toplumunun çağdaş­ laşmasına yönelik olduğu ve bu yolda yapılması gereken devrimlerden hemen hemen tümünün bu kısa dönem içinde ger­ çekleştiği görülüyor. Çağdaşlaşma yolunda, artık çağın çok gerisinde kalmış bir toplum biçimi olup çağdışı birtakım ideallerin besleyicisi duru­ 95


munda bulunan imparatorluk hayalinden kurtulmak gereki­ yordu. Türk toplumunu belli sınırlar içinde tek bir ulus olarak belirleyen Milli Misak formülüyle bu sağlanmış oldu. Anka­ ra'nın hükümet merkezi olarak seçilişinin de, yerleşmek ve ya­ şamak için doğal koşulların en uygun olduğu yerleri aramak yerine eldeki topraklan yaşanabilir duruma getirmek ilkesinde kendini gösteren uygarlık anlayışının etkisi altında gerçekleşti­ ği düşünülebili Böylece, her çağda toplumun çıkış noktası olan yerleşik t» plumun gerekleri yerine getirilmiş oluyordu. Yerleşik bir toplum düzeni içinde çağdaşlaşmanın iki zo­ runlu öğesinden biri inanç toplumu olmaktan kurtulup bilgi toplumu olmaya yönelme, öteki de ekonomik gelişme olacak­ tı. Bir toplumun inançlarından kurtulmasının çok uzun bir za­ manı gerektirdiğini görmek zor değildir. Fakat bir yandan top­ lum düzenini inançların etkisinden kurtarma, bir yandan da bilginin artırılması için gerekli önlemleri alma çalışmalarına hemen başlamak gerekiyordu. Bilgi artışı ekonomik gelişme­ nin zorunlu koşulu olan sanayileşme yönünden de çok önem­ liydi. Toplumu inançlarından değilse bile inançlarının olumsuz etkilerinden kurtarmanın yolunun laik bir düzenin kurulma­ sından geçtiğini Atatürk'ün görmemesi olanaksızdı. Fakat la­ ikliğin Cumhuriyet Halk Partisi'nin altı ana hedefinden biri olarak ortaya atılması için bile 1931 yılını beklemek gerekti. Laikliğin Anayasa'da yer alması ise ancak 1937'de gerçekleşe­ bildi. Fakat laikliğe götüren yolların açılmasına Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte başlandı. 1934'te Şeriye Vekâleti kaldırılıp Tevhidi Tedrisat (Eğitim Birliği) yasaları kabul edildi. 1927'de Halifelik kaldırıldı. Bu arada kıyafet ve yazı devrimi türünden devrimleri de, inançlarla ayrılmaz biçimde kaynaşmış kimi ge­ leneklerden toplumu kurtarma girişimleri olarak görmek gere­ kir. Osmanlılann ekonomik alandaki geri kalmışlıklarının ne­ denini bulup bu gerilikten kurtulmak için nelerin yapılması ge96


rektiğini saptamak daha da zordu. Bilgi alanındaki gerilik her şeyi açıklamaya yetmiyordu. Daha OsmanlIların son dönemle­ rinde ekonomik geriliğin özel sermayenin bulunmayışından ileri geldiğini düşünenler olmuş, bu yolda başarısızlıkla sonuç­ lanan birtakım girişimlerde de bulunulmuştu. Cumhuriyetin başlangıç döneminde de bu yolun bir kez daha denenmesinden kaçınılmadı ve aym başarısızlık burada da kendini gösterdi. Cumhuriyetin kuruluşundan 70 yıl sonra, hem de iyi eği­ tim görmüş birtakım sözde-aydınlar türeyecek, bunlar neden­ se Atatürk devrimlerini kötülemenin yollarını arayacaklar ve bunların büyük zorlamalarla bulabildikleri kötülükler arasında kendileme göre en karşı çıkılmaz olam ekonomik alanda dev­ letçiliğin yeğlenmesi olacaktır. Oysa Atatürk devrimleri içinde belki de en kaçınılmazı olan devletçiliğe geçiş konusundaki tek aksaklık bu işe öteki devrimlerden daha geç başlanmış olması­ dır. Gerçekten, hemen bütün gelişmiş devletlerin liberal eko­ nomiyi uyguladıkları bu dönemde, tarihsel nedenlerle geri kal­ mış bir toplumun çağdaşlaşmasının yolunun devletçilikten geç­ tiğini görebilmek (bugün bile bunu görebilenlerin sayısının ne kadar az olduğu göz önünde tutulduğunda) Atatürk için bile kolay değildi. Nitekim başlangıçta, özel girişimcinin bulunma­ dığı bir ülkede devlet eliyle özel girişimci yetiştirmek gibi kısır bir yola girildi. Gerçekten, özel girişimcilere devlet desteğiyle 1925'te kurdurulan Uşak ve 1926'da kurdurulan Alpullu Şeker Fabrikaları'nın yükünü, kuruluşlarından sonraki üç dört yıl içinde tümüyle devletin üstlenmek zorunda kalması sanayileşmemiş bir ülkede özel girişimcinin sanayi kurmasının olanaksızlığını açıkça göstermişti. Eline biraz para geçen özel girişimci, geliş­ miş ülkelerde ileri bir teknikle ucuz ve kaliteli olarak üretil­ mekte olan mallan ülkenin güç koşulları içinde üretmeye çalış­ manın güçlüklerine katlanmaktansa o malları ithal edip hazır­ ca para kazanmayı yeğliyordu. Bu küçük deneme, Atatürk'ün, 97


geri kalmış bir ülkede sanayileşmenin yolunun ancak devletçi­ likten geçebileceğini görmesine yetmişti. Atatürk gibi, her şeyi bilimden ve bilgiden bekleyen bir kimsenin mucizelere inanması olanaksız olduğuna göre, onun mucizeler yarattığını öne sürmek doğruca ona saygısızlık olur. Ancak, toplumsal gelişme süreci içinde elde edilen sonuçların nedenlerinin açıklanması bazen öylesine zordur ki, bu sonuçla­ rın nedenselliğe bağlı olarak açıklanamayacağını ve bunları kı­ saca mucize olarak nitelemek gerektiğini öne sürmek en kes­ tirme yol olarak görünür. Bu yönden bakıldığında Atatürk devrimlerinin gerçekten mucize olduğunu söylemek gerekiyor. D evletçilik Dönemi. Önce mucizelere en az elverişli görü­ nen ekonomi alanını ele alırsak, Türkiye'de 15 yıllık Atatürk döneminin özellikle devletçiliğin uygulamaya sokulduğu ikinci yarısında elde edilen sonuçlan mucizeden başka türlü açıkla­ manın olanaksız olduğunu görürüz. Gerçekte özel girişimciler arayışı içinde oldukça verimsiz geçmiş sayılabilecek olan ilk yarıda yapılanları bile kavramak kolay değildir. Nitekim bu ilk yarıda da bir yandan OsmanlI'dan kalma dış borçlar ödenirken bir yandan da demiryolu yapımına ve yabana şirketlerin imti­ yazındaki demiryollarının satın alınmasına başlanmış, Zongul­ dak havzasında kömür üretiminde önemli artışlar sağlanmış Ankara ve İzmir Belediyeleri'nin "Yap, işlet, devret" formülü­ ne göre daha önce yaptırmış olduğu su, elektrik ve kamu taşımacılığı tesislerinin satın alınmasına başlanmıştır. Fakat asıl inamlmaz olanlar devletçiliğin kabulüyle başla­ yan ikinci dönemde gerçekleşti. İmtiyazlı hiçbir yabana şirket kalmayasıya hepsi satın alındı. Osmanlı döneminde yapılanla­ rın iki katı kadar demiryolu yapıldı. Zonguldak Kömür Ocak­ tan satın alındı. İlk yarıda yapılmış olan iki şeker iki çimento fabrikasından başka iki şeker ve iki çimento fabrikası daha ya­ pıldı. Kocaeli Kâğıt Sanayii, Paşabahçe Cam Sanayii, Karabük Demir-Çelik Tesisleri, Bursa Merinos, Kayseri Halı İpliği, Ma­ 98


latya Bez, Nazilli Basma, Gemlik Suni İpek Fabrikaları kurul­ du. Etibank, Sümerbank, Maden Tetkik ve Arama Kurumu gi­ bi kurumlar kurularak sanayileşme atılımının gittikçe hızlan­ ması için gerekli önlemler alındı. Bütün bu işlerin tütün, incir ve üzümden başka dışarıya satacak hiçbir şeyi bulunmayan bir ülkede, dışa borçlanma şöyle dursun, Osmanlı döneminden kalma borçlar da ödenerek yalnızca yedi yıl içinde yapıldığını düşünmek gerçekten baş döndürücüdür. Burada, bilinçli bi­ çimde belli bir amaca yöneltilen bir toplumun nasıl akla sığmaz sonuçlar elde edebileceği bütün açıklığıyla görülmektedir. Bü­ tün Cumhuriyet tarihi içinde tek olup bir daha ortaya çıkması­ nın umulması bile güç olan bu olayı nitelemek için 'mucize'den başka bir sözcük bulmak gerçekten güçtür. Bu ekonomik gelişme patlaması süresince siyasal ve kültü­ rel alandaki devrimler de bütün hızıyla sürmüş, Türkiye tam anlamıyla laik ve her yönüyle uygarlığa ve bilgi toplumu olma­ ya yönelik bir toplum olmamn zorunlu koşullarını gerçekleştir­ miştir. Burada, laikliğin gerçekleşmesine karşı uygarlık ve bil­ gi toplumuna yalnızca bir yönelmeden söz etmemizi doğal kar­ şılamak gerekir. Çünkü uygarlığa ve bilgi toplumuna, ne kadar hızlı olursa olsun, ancak adım adım ulaşılabilir. Gerçekte Atatürk'ün son derece dengeli tutumu olmasay­ dı laiklik yeni devletin en büyük sorunu olabilirdi. Tarih bo­ yunca dinsel inançların toplumlara verdiği zararları göz önün­ de tutan bir önder, dinsel inançlara karşı bir savaş açma yolu­ na kolayca sapabilirdi. İnançlarından kurtulmak insanların kendi ellerinde olmadığına göre inançlara karşı açılacak bir savaşın toplumu nereye götüreceği de hiç belli olmazdı. An­ cak Atatürk dinsel inançların zararlarının inançların kendisin­ den değil onların kışkırtılmasından ileri geldiğini görebiliyor­ du. Böylece Atatürk döneminin Türk toplumunda dinsel inançlar, hem devletin hem de kışkırtıcılarının baskısından kurtulmuş oluyor ve Türk halkı dinsel inançlar bakımından ta99


rihinın en özgür dönemini yaşamış oluyordu. Ancak, Bağımsız­ lık Savaşı'nı tam bir demokratik düzen içinae Meclisçe alınan kararlara göre yöneten Atatürk, bir iki başarısız denemeden sonra laikliğin tam bir demokratik düzen içinde gerçekleştiril­ mesinin olanaksızlığını kabul etmek zorunda kaldı. Böylelikle Atatürk dönemi, siyasal bakımdan, demokratikleşmeyi vazge­ çilmez bir amaç olarak saklı tutmasına karşın uygulamayı bir süre için ertelemek zorunda kalan bir tek parti yönetimi biçi­ minde sürdürülmüş oluyordu. Atatürk Türkiyesi'nin, devletçiliğin kabul edildiği ikinci dönem içinde, çağdaşlaşma amacının, laikleşme ve sanayileş­ me dışında üçüncü bir atılımı daha zorunlu kıldığı anlaşıldı. Bu üçüncü atılımın da üniversite reformu olması gerekiyordu. Üniversite reformu yapmak için 1932'ye kadar beklenmiş ol­ ması şaşırtıcı görülebilir. Fakat öğretim konusunun özelliği yü­ zünden gecikmiş olan bu reform gereğini, biraz geç de olsa, gö­ rebilmek için de yine Atatürk dehası gerekliydi. O günün öğretim kurumlanılın durumu göz önünde tutul­ duğunda üniversitede devrim olarak nitelenecek ölçüde kök­ tenci birtakım reformlann yapılması gerekiyordu. Önce, genel­ likle öğretim sisteminde yapılmakta olan reformlardan doğal olarak üniversite de pay alacaktı. Ancak üniversitenin öteki öğretim kurumlanna göre bir özelliği vardır. İlk bakışta iyi bir öğretim politikasının önce ilköğretimi, ondan sonra ortaöğreti­ mi ve bunun ardından da üniversite öğretimini güçlendirmeyi amaçlaması gerekmiş gibi görünür. Oysa ilk ve ortaöğretim kurumlarının nasıl güçlendirileceğine karar verecek ve bu ku­ ramlarda öğretmenlik yapacak olanları üniversiteler yetiştire­ ceğine göre reformların kuramları güçlendirmeye yönelik uy­ gulamasına yukardan başlamak gerekiyordu. Öte yandan, o günlerin Türk toplununum başlıca amacı olan sanayileşmenin yürütülebilmesi için üniversitelerin, öğretim kurumu olmanın yanında, birer bilimsel araştırma kurumu olmaları da gereki­ yordu. O zamanların Darülfünun'unun durumu göz önünde 100


tutulduğunda araştırmaya yönelik reformun gerçekten devrim biçiminde olması gerektiğini görmek zor değildir. Atatürk'ün yönetimi altında geçen 15 yıllık kısa sürenin 10 yılının üniversite reformuna başlamadan yitirilmiş olması Cumhuriyet Türkiyesi için gerçekten büyük talihsizliktir. Fa­ kat üniversite reformunun hemen ardından çıkan bir fırsattan yararlanılmasındaki başarılı tutumu Atatürk'ün bu konuya ne kadar önem verdiğinin açık bir belirtisidir. Bu fırsat Alman­ ya'yı çağdaşlığın öncülerinden biri yapmakta büyük katkıları bulunan Yahudi asıllı bilim adamlarının Hitler'in ırkçı baskıla­ rı karşısında Almanya'dan kaçmak zorunda kalmış olmaların­ dan doğmuştur. Atatürk, Almanya'dan kaçanlar arasından, Tanzimat ka­ fasından kendini kurtaramamış herhangi bir önderin yapmak isteyeceği gibi, yalnızca teknik adamları seçmek yoluna gitme­ miştir. Tersine, Türkiye'ye çağrılmış profesörler arasında tek­ nikle hiç ilgisi olmayanlar çoğunluğu oluşturuyordu. Doğa bi­ limlerinde önde gelen düşünürlerin dışında toplumsal bilimler alanından da profesörler çağrılmış, hatta hukuk ve ekonomi gi­ bi az çok uygulamayla ilgili toplumsal bilimler dışında çok ün­ lü birtakım felsefe profesörleri de Türkiye'de çalıştınlabilmiştir. Tarihte bunun bir benzerini ararsak, bunu, iki yüz yıllık Os­ manlI batıcılığında değil, ancak, OsmanlIlardan yüz yıl sonra Batılılaşmaya karar verip 1887 de batıdan her alandan profe­ sör ve uzmanlar getirten Japonya'da görebiliriz. Böylece, özel­ likle İstanbul Üniversitesi, kuruluş yıllarından başlayarak bir altın devri yaşamış ve reformun gecikmesinin olumsuz etkileri sağlanan olanaklarla bir ölçüde atlatılabilmiştir. Yine de Ata­ türk'ün üniversite reformundan sonra ancak çok kısa bir süre yaşayabilmiş olmasının bu reformun tam bir başarıya ulaşama­ masında büyük ölçüde etkili olduğunu kabul etmek gerekir. Ancak, son olarak şunu bir kez daha belirtmekte yarar var. Atatürk ölmeden önce laikliğin ardından sanayileşmenin başlatılmış ve üniversite reformunun büyük ölçüde gerçekleş101


tirılmiş olması çağdaşlaşmanın temelinin sağlam biçimde atıl­ mış olduğu anlamına gelir. Çünkü bir toplumun çağdaşlaşma­ sı, laik bir devlet düzeni içinde kendi üniversitelerinden yeti­ şen bilim adamları eliyle kurulup kendisi de o bilim adamları­ nın yetişmesinde bir laboratuvar işlevi gören bir sanayi ile ger­ çekleşir. Atatürk'ün ölümünden önce bu işler bütün koşulla­ rıyla bir düzene bağlanmış ve bu düzen II. Dünya Savaşı'mn etkileri ülkeyi tam bir baskı altına alıncaya kadar sapmalara düşmeden yürütülmüştür. Ancak, sapmalara düşme hatta geri dönme olasılıklarının tümüyle ortadan kalkmış olduğu söyle­ nebilir mi? İsm et İnönü Dönemi. Atatürk'ten sonra yönetimin başına geçen ve onun amaçlarını en iyi anlayan kimse olan İsmet İnö­ nü, yönetimi ele alışının hemen ardından patlayan II. Dünya Savaşı'mn yıkıntılarından ülkeyi kurtarmanın en iyi yolunun savaşa girmemek olduğunu görebildiği için Türkiye savaş dı­ şında kaldı. Ancak, başta insan gücü olmak üzere ülkenin bü­ tün olanakları savunma yolunda kullanıldığından 1946'ya dek ekonomik gelişme bakımından önemli adımlar atılamadı. Öte yandan, savaşın ortaya çıkardığı iç ve dış güvenlik sorunlarının henüz demokratikleşme sürecinin başlangıcında bulunan bir ülkeyi koyu bir diktatörlüğe sürüklemesi kaçınılmaz olduğun­ dan bu dönemde siyasal gelişmenin de durduğu görülür. Savaş sırasında yine de, o günün Türkiye’si için ekonomik ve siyasal gelişme kadar hatta belki de daha önemli olan üç dev girişimde bulunulmuştur. Bunlardan biri ilkokul seferberliğidir ki, bütün gücünü savaş tehlikesini önlemeye harcamakta olan devletin bu işe kaynak ayıramaması ve okulların köylülere yaptırılmak istenmesi yüzünden ölü doğmuş olan bu girişim­ den olumlu bir sonuç alınamamıştır. Ancak dönemin Milli Eği­ tim Bakanı Haşan Ali Yücel'in öncülüğünde başlatılan Dünya Klasikleri'nin Türkçe'ye çevrilmesi girişimi son derece verimli bir başlangıç yaptı ve bu olay Üniversite Reformu ve Alman 102


profesörlerin Türkiye'de çalıştırılmaya başlanmasından sonra Cumhuriyetin kültür tarihinin en önemli olaylarından biri ola­ rak kaldı. Aynı dönemde İlköğretim Genel Müdürü olan İ. Hakkı Tonguç’un öncülüğüyle kurulan Köy Enstitüleri de yine Türkiye Cumhuriyeti'nin kültür tarihinin dönüm noktaların­ dan biridir. Gerek çeviri atılımının gerekse Köy Enstitüleri'nin ömürleri çok kısa olacak ve bunlara öncülük eden Yücel ve Tonguç'un görevden uzaklaştırılmalarıyla bu kurumlar önce sarsılacak, Demokrat iktidar döneminde de ortadan kalkacak­ tır. Bu iki durum, çok kısa yaşamları boyunca, biri aydınlar dü­ zeyinde öteki de köylü düzeyinde olmak üzere öylesine etkili olmuştur ki, bunlar kesintisiz yürütülebilseydi Türkiye'nin bil­ gi toplumu olma yolunda bugün nerelerde bulunacağı sorusu üzerinde ne kadar düşünülse azdır. Atatürk II. Dünya Savaşı'ndan önce ölmeyip de savaş so­ nuna ya da daha sonraki yıllara dek sağlıklı olarak yaşayabilseydi Türk toplumu Atatürklü 15 yıl boyunca gösterdiği dina­ mizmi bu sonraki yıllar içinde de gösterebilir miydi, en azın­ dan ilkokul seferberliği, Köy Enstitüleri ve klasiklerin çevirisi alanlarında girişimler birkaç kat daha verimli olabilir ve bun­ lara yenileri eklenebilir miydi, yoksa savaş koşulları bu yapı­ lanlardan ötesine izin vermez miydi? Yanıtlanması olanaksız olan bu sorulan uzatmanın bir anlamı yoktur. Fakat 1950'ye dek geçen on yıl içinde Atatürk ilkelerinden isteyerek yapılan önemli sapmalar görülmediğine göre Türkiye’de Atatürkçü dönemin 1950'ye kadar sürdüğü söylenebilir. Ancak, bu dö­ nemde Atatürk Devrimleri'nden önemli sapmaların olmayışı, böyle sapmaların tohumlarının atılmamış olduğu anlamına gelmez. Gerçekte Köy Enstitülerindeki ve dünya klasikleri­ nin Türkçe'ye çevrilmesi çalışmalarındaki gerilemelerle devrimlerden sapmanın ilk tohumları atılmış oluyordu. Bu olay devrim düşmanlarının bundan sonra izleyecekleri yöntemin de ipuçlarını veriyordu. Yöntem, Türk halkının önüne komüniz­ mi bir umacı gibi sürmek ve her ileri atılımın kaynağında ko­ 103


münist parmağı arayarak o atılımı önlemek temeli üzerinde kurulmuştur. Doğal olarak bunun asıl amacı toplumu yeniden dinsel inançların etkisi altına sokmanın yollarını bulmaktı. Bunun için bir yandan laik eğitim ve öğretimin zayıflatılması, bir yan­ dan da dinsel eğitim ve öğretimin güçlendirilmesi gerekiyordu. Böylece, 1950‘den önce yalnızca Köy Enstitüleri’ni kaldırma ve klasiklerin çevrilmesine son verme hazırlıklarının yapılma­ sıyla yetinilmemiş, ilkokullara, program dışı da olsa, din ders­ leri konularak laik öğretim ilkesinde ilk gedik açılmış oluyor­ du. Demokratikleşme ve Devrimler. Gelişmiş toplumlar de­ mokratik bir yönetime kavuşma yolunda öyle çabalar harca­ mış, öyle acılar çekmişlerdir ki bu toplumlar günümüzde de­ mokrasi konusunun tartışılmasını bile kabul etmeye yanaş­ mazlar. Bu toplumlardaki düşünme biçimine göre bir toplu­ mun mutluluğu için en iyi yolun hangisi olduğunu en iyi bile­ cek durumda olan o toplumun kendisidir. Demokrasi de hal­ kın kendi kendini yönetmesi demek olduğuna göre demokrasi­ den daha iyi bir yönetim biçimi olamaz. Çağımızın en büyük toplumbilimcilerinin demokratik yö­ netim konusundaki görüşleri az çok farklarla böyle özetlenebi­ lir. Ancak bu bilim adamlarının kendi gösterdikleri gerekçele­ re kendilerinin ne ölçüde inandıklarını kestirmek de kolay de­ ğildir. Bir kez, halkın mutluluğunu sağlamak amacım da gütse, yönetim teknik bir iştir ve bu işi en iyi yapacak olan da, halkın kendisi değil, o tekniği en iyi bilenler olabilir. Yönetim işini halkın kendisinin değil de temsilcilerinin yapacak olması da durumu değiştirmez. Çünkü seçilen kimselerin de bu konular­ da yetenekli olacaklarını beklemek için bir neden yoktur. Öte yandan seçilen kimseler, halkın değil, olsa olsa onla­ ra oy veren bir çoğunluğun temsilcisi olacak, çok zaman o ço­ ğunluğa çok yakın büyüklükte bir azınlık, hatta bazen o ço­ 104


ğunluğu kat kat aşan bir azınlıklar toplamı, temsilcisiz kala­ caktır. Üstelik, siyasal örgütlenmenin özellikleri, propaganda­ lar ve önceden görülmesi olanaksız birçok rastlantılar göz önünde tutulduğunda seçilen kimselerin kendilerini seçenle­ rin gerçek temsilcileri olabileceğini kabul etmek de kolay de­ ğildir. Oyların çoğunu, bir parti liderinin, hiçbir anlam taşıma­ dığı hatta salt yalandan başka bir şey olmadığı hemen herkes­ çe bilinen bir sloganının topladığı da seyrek rastlanan bir du­ rum değildir. Bu yollardan seçilen temsilcilerin, kendi geleceklerini de­ ğişik yollardan güvence altına almak için, çok zaman kötü bir diktatörden başka bir şey olmayan parti başkanının keyfi ka­ rarlarını yasallaştırma aracı olmaktan başka hiçbir işi görme­ dikleri de çok rastlanan durumlardandır. Genellikle birbiriyle kanlı bıçaklı karşı partilerden temsilcilerin, genel olarak tem­ silci çıkar ve ayrıcalıkları söz konusu olduğunda nasıl kolayca işbirliği yapabildiklerini gözlemlemek de öğreticidir. Böylece, gelişmiş ve demokratik ülkelerde halkın mutlulu­ ğuna ve toplumun gelişmesine yönelik çabaların geri kalmış ül­ kelerdekine bakışla daha verimli olması o ülkelerde demokra­ si kurallarının daha iyi işlemesinden değil, yöneticilerin daha bilgili, yönetim geleneklerinin daha yeterli, halkla yöneticiler arasındaki ilişkilerin daha iyi düzenlenmiş olmasındandır. Hat­ ta o ülkelerde demokrasinin iyi işlemesinin, yönetimin başanlı olmasının nedeni değil sonucu olduğu söylenebilir. Bütün bunlardan, gelişmiş ya da az gelişmiş, herhangi bir toplum için demokrasinin başka yönetim biçimlerinden daha iyi olmadığı sonucunu mu çıkarmak gerekiyor? Bu konu tartı­ şılırken insan olmanın özgürlük aramak anlamına geldiğini unutmamak gerekir. Özgürlüğün başında da düşündüğünü söyleme özgürlüğü gelir. Bunun yalnızca düşünen ve düşündü­ ğünü söylemek isteyen kimseleri ilgilendirdiği sanılmamalıdır. Çok az düşünen ve düşündüğünü söyleme yönünde aşırı bir is­ tek duymayan bir kimse için bile, herkesi ~ı her düşündüğünü 105


söyleyebildiği bir toplumun üyesi olduğunu bilmek çok önem­ lidir. Öte yandan, yine demokrasinin vazgeçilmez bir aracı olan seçimler, halkın kendini yönetmesini sağlayamasa bile halkta bu yolda bir aldanma doğurabilir ve böyle bir aldanma da hal­ kın mutluluğunu olumlu yönde etkiler. Üstelik, kendi seçtiği yöneticilerle kendi kendini yönettiğini sanan bir halka birta kim ilerici yasaları kabul ettirmekte büyük kolaylık vardır. Gerçekten, ilerici yasalar toplumun gelenekleriyle çatıştığın­ dan genellikle halkta bir baskı duygusu yaratır. Ancak bu ya­ saları kendi seçtiği temsilcilerin çıkardığını düşünen kimseler o baskı duygusundan kendilerini kurtarabilirler. Ayrıca, ilericilik bakımından halkta bir tutsaklık duygusu uyandıracak kadar aşırıya kaçan yasalar o halkın temsilcilerine de bir baskı olarak görüneceğinden, temsilcilerin yasa hazırla­ yıcılarını uyarması sonucunda halkın kabul etmesi olanaksız olan yasaların biraz yumuşatılması ya da bir süre ertelenmesi sağlanmış olur. Böylece, demokrasiyi, toplumun gelişmesini en iyi sağla­ yacak bir yönetim biçimi olarak değil, insanlardaki özgürlük arayışını en iyi karşılayacak yönetim biçimi olarak görmek ge­ rekir. Ancak, toplumun gelişmesi bir bakıma insanların özgür­ leşmesi anlamına geldiğinden, gelişmenin daha kısa yoldan sağlanabileceği bahanesiyle demokrasiden vazgeçmenin bir anlamı olamaz. Bütün bu durumlar göz önünde tutulduğunda Cumhuriyet'le birlikte Türk toplumunun hemen demokrasiye geçmesi gerekir miydi, eğer hemen geçmek gerekmiyorsa ne zaman gerekirdi soruları Cumhuriyet tarihi bakımından büyük önem taşımaktadır. Çağdaşlaşmanın vazgçeilmez koşulları olan laiklik, sana­ yileşme ve eğitim ve öğretim devrimlerinin biçimsel gerekle­ rinin demokratik yoldan gerçkeleştirilmesinin olanaksızlığı hem kolayca görülebilir hem de Atatürk Devrimleri'nde bu denenerek de görülmüştür. Öyle ki, Atatürk'ün bu yolda bir 106


iki başarısız denemeye girişmesi bile Bağımsızlık Savaşı sıra­ sında demokratik yoldan kazandığı başarıların verdiği cesare­ te bağlanabilir. Ancak, düşman karşısında inançlarını ve var­ lıklarını korumanın tek yolu üzerinde kolayca birleşiveren in­ sanları birtakım boş inançlardan kurtulmanın yollan üzerin­ de birleştirmenin çok zor, hatta olanaksız, olduğu kısa sürede anlaşıldı ve devrimlerin, kesin bir kararla hemen işe başlan­ masını gerektirenlerin hepsi tek parti döneminde gerçekleşti­ rildi. Atatürk'ün ölümünün hemen ardından II. Dünya Savaşı başladığı için, savaş sonuna dek bir demokratikleşme söz ko­ nusu olmadı. Asıl sorun savaşın sona ermesiyle başladı. İlk fır­ satta demokratikleşme Atatürk'ün ve onun gerçek izleyicisi olan İnönü'nün belli başlı idealiydi. Fakat zaman gelmiş ve devrimlere zarar vermeden demokratikleşme olanağı doğmuş muydu? Savaşın bitmesiyle birlikte artık zamanın geldiğini ka­ bul etmek gerekiyordu. Çünkü Atatürk döneminde Ata­ türk'ün kişiliğinin ve devrim coşkusunun etkisi altında az çok örtülü kalan baskılar savaşın getirdiği sıkıntılar yüzünden tü­ müyle ortaya çıkmış ve halkın dayanma gücünü aşan boyutlar kazanmaya başlamıştı. Buna, savaşı kazanan demokrasilerin, özellikle de Amerika'nın, baskılan da eklenince, koşullar ne olursa olsun, demokratikleşme kaçınılmaz olmuştu. Demokratikleşmenin başlamasıyla birlikte, Halk Partisi'nde bile, seçmenlere hoş görünmek üzere devrimlerden ödün verme eğilimi de başladı. Köy Enstitüleri, dünya klasik­ lerinden çeviriler ve dinsel öğretim gibi konulardaki gerileme­ leri gözlemleyen ve Demokrat Parti'nin halktan gördüğü ilgi­ nin büyük ölçüde bu partinin gericiliğinden kaynaklandığını düşünen Halk Partili politikacılar İnönü'yü sıkıştırmaktan geri kalmıyorlardı. Bu koşullar altında devrimlerin ödünsüz olarak korunması konusunda oldukça yalnız kalan İnönü iktidardan düşmeden önce de devrimlerden, az da olsa, birtakım ödünler vermek zorunda kaldı. Bu, iktidarı yitiren Halk Partisi'nin, 107


muhalefete düştüğü zaman da, ödünsüz devrimciliği yeterli bir güçle savunamamasma yol açtı. Böylece Türkiye’nin çağdaş­ laşma istencinin gittikçe hızını yitirerek sonunda bir çöküntü­ ye uğramasının temelinde, demokratikleşmenin değil de, poli­ tikacıların yetersizliğinin bulunduğunu kabul etmek gerekiyor. Demokrat Parti Dönemi. Demokrat Parti'nin iktidarı al­ dığı sıradaki Türk toplumunun durumu şöyle özetlenebilir Türkiye çağdaşlaşma yönünde büyük bir atılım yapmış ve bu atılımın sürdürülebilmesi için gerekli ilkeler bütün açıklığıyla ortaya çıkmıştır. Bu ilkelerden birincisi siyasal bağımsızlıktan ve bu bağımsızlığı zedeleyecek aşırı borçlanmalardan kaçın­ mak olmalıydı. Bu yapılmazsa devlet öteki ilkeleri uygulaya­ cak serbestliği bulamazdı. İkinci ilke laikliğin korunmasıydı ve çağdaşlaşmayla hemen de eşanlamlı olan bu ilkeden ödün ve­ rilmesi düşünülemezdi. Üçüncüsü devletçilikti, çünkü geri kal­ mış bir ülkede sanayinin kurulabilmesi için devletçe yürütülen planlı bir sanayileşmenin zorunlu koşul olduğu kesin olarak saptanmıştı. Son olarak, ülkenin hiç olmazsa birkaç üniversite­ nin bilimsel araştırma kurumlan olması yolunda başlatılmış olan reform sıkı biçimde yürütülmeliydi. Çünkü genel olarak çağdaşlaşmamn, özel olarak da sanayileşmenin, gerektirdiği bilgi ancak bu yoldan sağlanabilirdi. Oysa demokrat iktidar, kalkınmanın çağdaşlaşmayı, çağ­ daşlaşmanın da bu dört ilkeyi zorunlu kıldığım görmeyip, salt hayale dayanan bir "kalkınma" romantizmine kendini kaptır­ mış görünüyordu. Böyle bir iktidann, o dönemin uluslararası koşullarının da etkisi altında, borçlanma, bu yoldan da bağım­ sızlığını yitirme, tuzağına kolayca düşmesi kaçınılmazdı. Ger­ çekten öyle olmuş ve beş altı yıl süren bir bolluk döneminden sonra öyle bir borç batağına saptanılmıştır ki Türkiye, sanayi­ leşme ve kalkınma şöyle dursun, bir demokrat milletvekilinin deyimiyle, "nal mıhının bile bulunmadığı" bir ülke durumuna düşmüştür. 108


On yıllık dönemin ilk yansını temelsiz bir kalkınma çaba­ sıyla, ikinci yarısını da borç dilenciliğiyle geçiren demokrat ik­ tidarın üniversitelerin bilimsel araştırmaya yöneltilmesi konu­ suna el atması beklenemezdi. Buna karşı laiklikten verilen ödünler ekonomik sıkıntılara koşut olarak sürekli artıyordu. İktidarlar, ekonomideki bozulmanın halkta doğurduğu sıkıntı­ nın laiklikten verilecek ödünlerle hafifletilebileceği yanılgısın­ dan bir türlü kurtulamıyordu. Böylece 10 yıllık demokrat iktidar Türkiye'nin Cumhuri­ yet'le başlayan çağdaşlaşma mucizesinin bütün görkemini yok etmiş, Türk toplumunun yine gelişmiş ülkelerin uydusu olarak varlığını sürdürmeye çalışan herhangi bir geri kalmış ülke du­ rumuna düşmesi tehlikesi bütün açıklığıyla kendini göstermiş­ ti. Öyle ki, Türk halkının çok duyarlı olarak sahip çıktığı siya­ sal bağımsızlığın, biçimsel olarak değilse bile, uygulamada yiti­ rilmek tehlikesi başgöstermişti. Yeni bir seçimde demokratla­ rın iktidarı yitirmesi kaçınılmaz olmuşken bir askersel başkal­ dırı düşmeyi çabuklaştırdı. Böylece darbeciler, yalnızca baş­ kaldırının yol açabileği tehlikeli sonuçlan değil, ekonomik ba­ kımdan batağa saplanmış bir ülkeyi yönetmenin sorumluluğu­ nu da göze almış oluyorlardı. İk i Askersel Başkaldırı (1960 ve 1980) Arasındaki D ö­ nem. 27 Mayıs 1960'da yapılan darbeyi, Demokrat Parti'nin Atatürk Devrimleri'yle ilgili olarak bir karşı-devrim biçimini almaya başlayan tutumuna bir son vermekten başka bir amacı­ nın bulunmadığını söylemek biraz aşırıya kaçmak olur. Gerçek­ te darbecilerin hepsinin de tek bir amaçta birleştikleri de söyle­ nemez. Ancak darbecilerin oluşturduğu Milli Birlik Komitesi'nin başına Cemal Gürsel'in getirilişinin de gösterdiği gibi, Atatürk Devrimleri'nden gittikçe uzaklaşılmakta oluşunun bu darbede önemli ölçüde etkili olduğunu kabul etmek gerekiyor. Nitekim Cemal Gürsel'in sağduyusu, bir buçuk yıl gibi kısa bir süre içinde bütün Cumhuriyet tarihinin en ileri anayasası yapı­ 109


larak, bu anayasaya göre seçilmiş bir meclisin kurulmasını ve böylece iktidarın sivil yönetime devredilmesini sağlamıştır. Darbecilerin Atatürkçü yönetimi, Atatürkçülük'ten ayrılı­ şın en belirgin göstergesini oluşturan plansız ekonomiye karşı bir Devlet Planlama Teşkilatı kurulmasında da kendini göster­ miştir. Aynca, yine Milli Birlik Komitesi dağılmadan önce Cumhurbaşkanı seçiminde, demokratikleşme maskesi altında oynanmak istenen oyunlar da önlenmiş ve ilk dönemin Cum­ hurbaşkanı olarak Cemal Gürsel'in seçilmesi sağlanmıştır. Böylece seçimlerden sonra İsmet İnönü başkanlığında kurulan ve gericilerin azınlıkta olduğu koalisyon hükümetleri, en azın­ dan birkaç noktada, Atatürk Devrimleri'ne yeniden dönülme­ sinin yollarını açabilmiştir. Halk Partisi ağırlıklı koalisyon hükümetlerinin iktidarda kaldığı bu üç yılı aşkın (Kasım 1961-Şubat 1965) dönem, Tür­ kiye'nin, planlı ve disiplinli bir ekonomi politikasıyla birçok güçlükleri nasıl aşabileceğini göstermek bakımından önemli­ dir. Gerçekten, bu kısa süre içinde, Türkiye'nin ekonomik du­ rumunda Atatürk'ün devletçilik dönemindekinin bir benzeri denebilecek bir mucize daha gerçekleşmiş ve demokrat iktidar döneminde dışalım olanaksızlığı yüzünden tam bir felç duru­ muna düşmüş olan sanayileşme, dış borçlanma yolunda hiçbir özel önleme başvurmadan, demokratların en parlak dönemin­ dekinden daha canlı bir duruma gelmiştir. Yazık ki bu canlanma da 1965'te iktidara geçen Adalet Partisi hükümetlerinin plansız ve disiplinsiz politikası karşısın­ da ancak dokuz yıl sürebilmiş 1974'te dünyada görülen petrol krizinin de etkisiyle ekonomi, demokratlar dönemindeki felç durumuna ve bunun sonucu olan dışa bağımlılığa yeniden düş­ müştür. Bu koşullar altında üniversitelerin bilimsel araştırma­ ya yönelmesini sağlayacak önlemlerin alınması söz konusu ol­ madığı gibi, Milli Birlik Komitesi'nin kurup İnönü hükümetle­ rinin büyük bir özenle geliştirmeye çalıştığı Bilimsel Tetkik ve Araştırma Kurumu da kendi yazgısına bırakıldığı için, devrim110


lerden, eğitim ve öğretim alanındaki sapmaların da sonu gel­ miyordu. İmam-Hatip okullarının sayısındaki artışlar laiklik­ ten ne kadar uzaklaşılmakta olduğunu da açıkça gösteriyordu. Bu dönemin de bir darbeyle son bulmasında ekonomik çö­ küntü kadar gençlik hareketleri de etkili olduğu için, çağdaş­ laşma amacından gittikçe uzaklaşılması sürecini bunlarsız açık­ lama olanağı yoktur. Türkiye'de hükümet güdümünden ba­ ğımsız gençlik hareketlerinin 1959 yılına dek uzanan bir geçmi­ şi vardır. Ancak o dönemdeki gençlik hareketinin, Atatürkçü­ lüğün yorumuyla ilgili birtakım anlaşmazlıklar bir yana bırakı­ lırsa, tümüyle Atatürk devıimlerinin korunmasına yönelik ol­ duğu söylenebilir. Oysa 1968'teki durum oldukça farklıdır. Bu dönemdeki gençlik hareketleri, bir bakıma, Avru­ pa'daki benzeri hareketlerin Türkiye'ye yansımasıyla başladı. Başlıca Fransa ve Almanya'da ortaya çıkan bu hareketlerde gençlerin ne istediğini kendilerinin de bildiği kuşkuludur. Bun­ da, o tarihte kendini gösteren Amerikan egemenliğine karşı duyulan tepkinin, Marksizmin ya da Marksizmi kendilerine göre yorumlayan birtakım düşünürlerin, dünyanın geri kalmış ülkelerindeki yaşam koşulları karşısında gençliğin verdiği utanç duygusunun ve daha bunlara benzer birtakım karmaşık duyguların etkili olduğu düşünülebilir. Bu tür duygusal neden­ lerin, geri kalmış ülkelerdekine bakışla çok daha yüksek dü­ zeydeki bir bilimsel ortamda yetişmiş olan batılı gençleri ussal­ lıktan sürekli olarak uzaklaştırması olanaksızdır. Nitekim hü­ kümetlerin de gösterdiği anlayışla, Avrupa’daki gençlik hare­ ketleri belli bir sının aşmayan birtakım şiddet eylemlerinin ar­ dından, kısa sürede sona ermiştir. Türkiye'ye gelince, 27 Mayıs Darbesi'nden sonra yapılan anayasa Türk devletinin bir sosyal devlet olduğunu belirttiği için, gerek Milli Birlikçiler gerekse Halk Partisi ağırlıklı koalis­ yonlar döneminde hükümetlerin komünizm düşmanlığının gü­ cünü büyük ölçüde yitirdiği görülür. Ancak, 1965'te tek başına iktidara gelen Adalet Partisi Demokrat Parti'nin düşünce mi­ lli


rasına sahip çıktığı için, sol düşmanlığı yeniden alevlenmiş ve bu düşmanlık, yine Demokrat Parti döneminden beri alttan al­ ta gücünü sürekli artırmakta olan dinci akımlara karşı gösteri­ len hoşgörüyle birleşince Türk toplumunun dengesini altüst eden bir durum doğmuştur. İşte gençlik hareketlerinin başladı­ ğı sırada hükümetle ilgili durum budur. Gençlik yönünden de durum pek parlak değildir. Onların da gördükleri ve görmekte oldukları öğrenim, duygularının se­ line kapılmaktan kurtulup nesnel çözümlemelere yönelmeleri­ ne elverişli değildir. İlerde Türkiye için en büyük tehlikeyi oluşturacak olan dinci gruplar o tarihte henüz gerçek kimlikle­ ri içinde ortaya çıkmadıklarından öğrenciler yalnızca sağa ve solcu olarak ikiye ayrılmış durumdadır. Komünist düşmanlığı görüntüsü altında, büyük ölçüde dinci ve ırkçılardan oluşan sağcıları kendi yandaşı gibi gören hükümet, gençlikle ilgili ola­ rak, ülkenin bütün dertlerinin solculukta odaklandığı görüşün­ dedir. Öğrenci gençliğin 1960 Devrimi’ndeki etkinliğinin anıları sağcı bir hükümet için gerçekten ürkütücü olabilirdi. Ancak bu korku büyük ölçüde yersizdi, çünkü 1960’ta orduyla gençliği aynı amaçta birleştiren Atatürkçülük ruhu her iki kesimde de bulanıklaşmıştı. Nitekim 1971 Darbesi'nden sonra askerlerin etkisi altında kurulan ve solcu bir görünüş veren ilk hükümet, kısa sürede yerini sağcı bir hükümete bırakmış ve terörü önle­ me bahanesi altında solculara karşı bir baskı rejimi başlatmış­ tır. Öyle ki 1961 Anayasası'nın ilerici niteliği o dönemde bü­ yük ölçüde törpülenmiştir. Böylece Türkiye'de 1970-80 dönemi 'bilgisizliğin silahlı eyleme geçtiği" dönem olarak nitelenebilir. Bilgisizlik hem ey­ leme geçen gençlerin hem de bu gençlere karşı nasıl davranıla­ cağım bilemeyen hükümetlerin tutumunda kendini göstermek­ tedir. Gençliğin, genellikle de aydınların, bilgisizliği hem sağcı hem de solcular için geçerlidir. Ancak, dinci ve ırkçı inançların etkisi altında bulunan sağcılar için bilgili olup olmamak önem­ 112


li değildir. Bunlar Türkiye gibi geri kalmış bir ülkede, bir bakı­ ma geri kalmışlığı savunmak anlamına gelen sağcılığı savun­ makla, salt inançlarının etkisi altında, bilgiyle ilişkilerini kes­ miş durumdadırlar. Önemli olan solcuların bilgisizliğidir ki, o günün Türki­ ye'sinde bu da bir gerçektir. Düzenin değişmesi gerektiğini gö­ rebilenler onlar olduğuna göre onların bilgili olması gerçekten önemliydi. Çünkü düzenin ne yönde değişmesi gerektiği ve bu­ nun ne yoldan gerçekleşebileceği bilinmeden, yapılabilecek olanın tümü "Bu düzen değişmelidir" türünden sloganlar at­ maktan öteye gidemezdi. Gençler Batıdaki Marksçı düşünce­ leri benimsediklerini sanıyorlardı. Oysa Marksçılığın temelin­ deki çelişkileri görebilecek durumda olmadıkları gibi, genellik­ le Marksçılık konusundaki bilgileri de Batıdaki ilkokul öğre­ nimli işçilerin bilgisinden daha azdı. Sosyalizmin (ya da Marksizmin) temel yapıtları bir yana, 1974 yılına dek sosyalizmden dolaylı yoldan söz eden yapıtların bile Türkçe'ye çevrilmesi ya­ saktı. Böylece, başta laiklik ve düşünce özgürlüğü olmak üzere, yaygın ve güçlü öğretim, okuma ve okutma olanaklarının artı­ rılması, ülke bağımsızlığının dışa borçlanma yoluyla yitirilme­ sini önleyecek planlı bir ekonomik politika izlenmesi, polis ve jandarma baskısının, özellikle ülkenin geri kalmış bölgelerin­ deki, akıl almaz şiddetine bir son verilmesi ve toplumun genel­ likle hukukun bütün uygulama alanlarındaki aşırı ilkel uygula­ malardan kurtarılması gibi amaçlar ortada dururken ve bunlar uğrunda, çarpıcı, dirençli fakat kansız gösteri ve eylemlerle sa­ vaşılması olanağı varken, solcu gençler, sanki bunların hepsine birden bir kalemde çözüm getirecek büyülü yöntemler varmış ya da üretim gelirlerinin hakça dağıtılması sorunu öteki sorun­ lardan bağımsız olarak çözülebilirmiş de, bu, öteki sorunların da çözülmesi için bir başlangıç oluşturabilirmiş gibi, her türlü kötülüğe karşı düzen değişikliği, ya da, sözde daha somut bir çözüm olarak, hakça bölüşüm formülü öne sürülüyor ve bu 113


yolda sık sık şiddet eylemlerine başvurmaktan da çekinilmi­ yordu. Yanlış yoldan da olsa yine de Türk halkının bağımsızlığı, mutluluğu ve çağdaşlaşması için savaşım vermiş ve bu uğurda yaşamlarını yitirmekten çekinmemiş, gerçekte de kimisi yaşa­ mını kimisi de yaşamının en değerli yıllarını yitirmiş olan bu gençlerin davranışlarım yalnız bilgisizlikle açıklamaya çalış­ mak onların anılarına bir saygısızlık gibi görülebilir. Ancak, onlardan bugün sağ olup da çirkin bir döneklikle geçmişlerini unutturmaya çalışanların dışında kalanların, geriye şöyle bir baktıklarında, yurtları için özveride bulunmaktan başka hiçbir duygunun etkisinde kalmadan gerçekleştirdikleri eylemler için haklı bir gurur duysalar bile, varılan sonuçlar karşısında bir hü­ zün duymamaları olanağı var mıdır? Tarihin değişmez kuralı acımasızca işlemiş, bir topluma, inanç ve bilgi yönünden hazır­ lıklı olmadığı yeni bir düzen vermek için eyleme geçenler, top­ lumu daha da gerilere götürecek bir dikta rejiminin silindirleri altında ezilmekten kurtulamamıştır. Üniversite gençliği ya da genellikle Türk aydını için söylediklerimizin, politikacılarla onların meclisteki çoğu yüksek öğrenim görmüş temsilcileri için de doğru olduğu açıktır. O dönemde mecliste solcu parti olarak Halk Partisi ve bir seçim döneminde de Halk Partisi'yle birlikte işçi Partisi bulunuyordu. Solcu partiler düzenin bozuk­ luklarını gerçekten çarpıcı biçimde dile getiriyorlar, fakat ku­ rulması gereken düzen konusunda somut bir çözüm öneremiyorlardı. Bu dönemde solculuğun önde gelen temsilcisi duru­ munda bulunan Ecevit'in, kendisine büyük siyasal güç kazan­ dıran "Bu düzen değişmelidir" ve "Toprak işleyenin su kulla­ nanın" türünden sloganları iktidarda bulunduğu kısa dönem­ lerde uygulamaya girişilmesi bir yana, bunların ne anlama gel­ diğinin inandırıcı bir açıklamasını yapabildiği de söylenemez. Haşhaş ekimi yasağıyla ilgili olarak ABD, finansman işle­ riyle ilgili olarak da Dünya Bankası ve IMF karşısındaki tutu­ munun da gösterdiği gibi, Halk Partisi iktidarı ülke bağımsızlı­ 114


ğına karşı dolaylı yoldan gelen saldırılara da bir ölçüde diren­ mektedir. Ancak, planlı bir ekonomi politikasıyla birlikte git­ meyen bu tür direnişler sonun gelmesini çabuklaştırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Nitekim plansız bir sanayileşme ha­ yalinin etkisi altında Adalet Partisi de IMF'ye karşı az çok di­ renmeye çalışmış, fakat son aşamada Türkiye, sağın belli başlı temsilcisi S. Demirel'in deyimiyle "70 sente muhtaç" duruma düşmüştür. İşte 1980'de IMF karşısında kesin bir boyun eğme anlamına gelen 24 Ocak kararlarına bu yoldan gidilmiştir. Tür­ kiye'nin ekonomik bakımdan tam da 1980'deki koşullar içinde bulunduğu 1960 yılında, bu durumdan ancak planlı bir ekono­ miyle kurtulabildiği bilinmekteyken bu kez tümüyle ters bir yola gidilmesi, bu kararlar alındığı sırada iktidarda bulunan Adalet Partisi'nin yandaşlan arasında çağdaşlaşma ruhunun tümüyle yok olduğunu gösterir. Gerçekte Halk Partililer'de de bu ruhun büyük sarsıntılar geçirmekte olduğu söylenebilir. Bü­ tün bu koşullar yeni bir hükümet darbesini kaçınılmaz kıldığın­ dan 12 Eylül 1980'de Kenan Evren’in başkanlığında yeni bir cunta yönetime el koydu. Çağdaşlaşmadan Kesin Kopuş. Cunta ekonominin yöne­ timini gericiliğin en önde gelen temsilcisi olan Turgut Özal’a bıraktıktan sonra, kendisini tümüyle asayişin sağlanması konu­ suna verdi. Cuntacılara göre, kendilerini başkaldırmaya zorla­ yan olayların bütün suçu aydınlarla solcu gençlerde, işçilerde ve siyasal kaygılar yüzünden onların eylemlerinin bastırılması­ na izin vermeyen politikacılardaydı. Bu yüzden cunta bütün gücüyle, bir yandan kısa sürede korkunç sonuçlar doğurmaya başlayacak olan bir aydın ve solcu avına girişti, bir yandan da eski politikacıların siyasi etkinliklerini kısma yolunu tuttu. Sözde, çalışmalarına son verilen politikacıların yerini ılımlı po­ litikacıların alması isteniyordu. Fakat Cuntanın çağdaşlık anla­ yışına göre aşırı sağcı politikacılar ılımlı. ılımlı solcu politikacı­ larsa aşın sayılacaktı. 115


Cuntanın eylemlerine karşı gösterilen tepkiler Türkiye'de politikaya yön verenlerin düzeylerinin bütün açıklığıyla ortaya çıkmasına neden oldu. Gerçekte, ilerde siyasal haklarını yeni­ den kazandıkları zaman, politikacıların, Cuntanın eylemleriyle ilgili yakınma biçimine bakanlar o dönemin siyasal baskıların­ dan politikacılardan başka kimsenin sıkıntı çekmediğini sana­ bilirler. Oysa gerçekte ne olduysa, bu, eski bozuk düzeni sür­ dürmek isteyen politikacılara değil, bilgisiz biçimde de olsa yurt sevgisinden başka hiçbir etki altında bulunmadan o düze­ ni değiştirmek isteyen gençlere, özellikle de solcu sayılan genç­ lere, olmuştu. Bu gençlere uygulanan soruşturma, kovuşturma ve cezalandırma yöntemleri, politikacıların büyük bölümüyle birlikte devletin bütün basamaklarındaki görevlilerce kabul edilmiş ve akıl almaz bir acımasızlıkla uygulamaya konmuştur. İşkencenin insanlık dışı biçimleri bulunmuş ve bunlar her sor­ gulamada olağan olarak başvurulan uygulamalar olmuştur. Bir tek suçlunun bulunabilmesi için sayısız suçsuzlara işkence edil­ mesinden kaçmılmamıştır. İdamların gittikçe artan sayısı kar­ şısında dehşete düşen kimi gazetecilerin sorularını Kenan Ev­ ren "Asmayalım da besleyelim mi?" diye yanıtlamakta ve bu yanıt çok dar bir aydınlar çevresi dışında kimsenin tepkisini çekmemektedir. Üstelik, bütün bu kıyıcılıkların amacının eski­ sinden de daha bozuk bir düzenin kurulması olduğu kısa za­ manda ortaya çıkacaktır. Yine de öyle bir noktaya gelindi ki, idam cezalarına değil­ se bile bunların infazına bir son verme zorunluluğu doğdu. İdam infazlarının son bulmasımn Türk kamuoyunun ya da po­ litikacılarının, hatta yargıçların ya da genellikle hukukçuların direnişiyle değil de dış ülkelerin baskısı altında gerçekleşmesi. Türkiye'nin, çağdaş bilgi alanının bir bölümü olan çağdaş hu­ kuk alanında da Batı toplumlarının ne kadar gerisinde kalmış olduğunu göstermiştir. Doğal olarak bu gerilik Cuntadan son­ ra gelen sivil hükümetler döneminde de sürmüş ve günümüzde de sürüp gitmektedir. Yetkililerse hızım gittikçe artıran terör 116


eylemlerinde hukuk alanındaki bu geriliğin ne kadar etkili ol­ duğunu görmeye bir türlü yanaşmamaktadırlar. Cuntanın, kendinden önceki yönetimlerden devralıp kendinden sonrakilere daha da artmış olarak devrettiği ve günümüze dek sürekli artan ilkellik durumları yalnızca hu­ kuk alanıyla, hatta yalnızca ekonomi alanıyla da, sınırlı değil­ dir. Atatürkçülüğü, büyük ölçüde boş bir biçim altında da ol­ sa korumaya çalışacağı sanılan bir askeri cunta için asıl şaşır­ tıcı olan, geriliğe en büyük ödünlerin laiklik alanında verilmiş olmasıdır. Gerçekten, Cuntanın başında bulunan Kenan Evren'in, laikliğin erdemlerini dinsel telkinler yoluyla kanıtla­ maya çalışmak gibi bir tutkusu vardır. Bu yüzden de halkın karşısına çıktığı her yerde, Kuran'dan sureler okuyarak, İs­ lam dininin öteki dinlerden üstün olduğunu kanıtlamaya ça­ lışmaktadır. Ona göre gerçekte bilim ve ahlak dini olan İslam dini cahil yorumcular elinde üstünlüğünü yitirmiş gibi görün­ mektedir. Oysa, kışkırtıcıların etkisi altında bulunmadığı zaman din bakımından hemen hiçbir sorunu bulunmayan bir halka sürek­ li olarak kendi dinlerinin üstünlüğünden söz etmek bir tür kış­ kırtıcılık yapmaktan farksızdır. Ancak Cuntacılar yalnızca hal­ kı kışkırtmakla yetinmemişler ve okullara, sözde çocukları ah­ laklı yetiştirmek amacıyla, din dersleri, hem de İslam dininin yalnızca bir mezhebinin inançlarım öğreten din dersleri koy­ durmuşlardır. Bu korkunç uygulama Cuntadan sonra sözde si­ vil hükümet olarak gelen Özal hükümetinin bir Milli Eğitim Bakam'mn, ders kitaplarına, Danvin yasasının bir almaşığı ola­ rak dinlerin Yaratılış öğretisini de koydurmasıyla büsbütün çığrından çıkacaktır. Sonra da bu bilgisizler takımının yaptık­ larının cezasını çekmek Türk halkına düşecektir. Terör Eylemleri. Türk halkı bu dengesizlikler karşısında şaşırmış durumdayken, belli bir ölçüde de dengesizliklerin de etkisi altında, Cuntadan öncekindekine göre çok daha büyük 117


boyutlarda bir terör olayıyla karşılaştı. Bu kez Kürt ya da PKK sorunu olarak kendini gösteren bu yeni terörün, açık bir amaç ortaya koyamamış olan eski terörün sözde belli bir amaca yö­ nelmiş yeni bir biçimi olduğu söylenebilir. Oysa bu yeni terö­ rün amacı da sözde kalmaktadır. Çünkü ortaya atılan "Kültle­ re özgürlük” ya da "Kürt kimliğinin tanınması" gibi amaçların boş birer kavramdan başka bir şey olmadığı, bunlara dayana­ rak ortaya çıkanların bilgi düzeylerinin de ahlak anlayışlarının da bu içi boş kavramlara anlam kazandırmaya yetecek nitelik­ te olmadığı, her davranışlarında ve her sözlerinde açıkça ken­ dini göstermektedir. Bilgisizlik ya da moral yetersizlik yalnızca terörü gerçekleştirenlerde değil, onları yansız bir bakış ve bilimsel bir yön­ temle değerlendirdiklerini sanan birtakım sözde aydınlarda belirgin biçimde kendini göstermektedir Çünkü bunlar aynı içi boş kavramları terörcülerin amacı olarak göstermekte, fa­ kat bu kavramların gerçek bir anlamı bulunsa bile terörün bu amaçlara ulaşmada bir yarar sağlayıp sağlamayacağı konusu üzerinde düşünmeye yanaşmamaktadırlar. Bunlar 'terör' deni­ len birtakım insanlık dışı eylemlerle birtakım insanca amaçla­ ra ulaşıldığının tarihte bir örneğinin bulunmadığını göz ardı edip kendi tekerlemelerini yinelemekle yetinirler. Türk toplumu Ermeni teröründen başlayarak, Türk genç­ lerinin birbirini öldürmesi ve PKK eylemleri gibi örneklerin­ den terörü çok yakından tanımaktadır. Bunlardan ilk ikisinin amaçsızlığı ve saçmalığı üzerinde düşünmek bile gereksiz. Üçüncüsünde, bir zorlamaya başvurarak, Kürtlerin özgürlüğü ve kimliği sorununun bir anlamı olduğunu kabul etsek bile, bu olsa olsa, Kürt halkını daha mutlu kılma anlamına gelebilir. Böyle olunca, kendilerini hareketin öncüsü olarak gören bir ya da birkaç kişinin, kendi sağlık ve rahatlarını güvence altına al­ dıktan sonra, yüzlerce hatta binlerce Kürt gencini kaçınılması olanaksız bir ölüme göndererek, bununla da yetinmeyip, anla­ şılması büsbütün olanaksız nedenlerle, kadın, erkek, çoluk ço­ 118


cuk demeden sayısız Kürdü öldürerek Kürt halkını daha mut­ lu kılacağına nasıl inanılabilir? Bütün bu olayların temelinde Türk hükümetlerinin Kürt halkına ettiği eziyetlerin bir etkisinin bulunup bulunmadığı so­ rulabilir. Ancak bu soruya doğru bir yanıt verebilmek için iki şeyi birbirinden ayırmak gerekir. Bunlardan biri, Türk hükü­ metlerinin Türk ve Kürt halkı arasında etnik bir ayrım gözete­ rek Türk halkının Kürt hakim sömürmesini sağlaması durumu­ dur ki Türkiye'de böyle bir durumun bulunduğunu kabul et­ mek olanaksızdır. Bu, Türk hükümetlerinin insan hakları ya da buna benzer birtakım ahlaksal kurallara uymasından değil, Türklerle Kürtlerin birlikte yaşamasını sağlayan Osmanlı dü­ zeninin günümüzde de sürüp gitmekte olan özelliğindendir. Gerçekte Osmanlı düzeninde etnik ayrılıklara yer yoktur. Din ayrılıkları da Hıristiyanlarla Yahudilerin askerlik yapma yerine belli bir vergiye bağlanmalarında kendini gösterir. Eko­ nomik ilişkiler bakımından bir etnik sömürme düzeninden söz edilemez. Bu yüzden ülke sınırları içinde yaşayan değişik etnik kökenli halkların ekonomik koşullarını tarih ve coğrafya ko­ şulları belirlemiştir. Bu koşullar altında Anadolu halkının kuzey-batıdan güney-doğuya doğru gittikçe yoksullaştığı görülür. Bunun etnik kökenle ilişkisi öylesine azdır ki, bütün Osmanlı tarihi boyunca Sırp, Bulgar, Ulah vb. kökenli halkların refah düzeyi, genellikle Türklerin bulunduğu Orta Anadolu halkının ve Kürt-Türk karışımlı güney-doğu halkının refah düzeyinin çok üstünde kalmıştır. Yani ne yöne çekilirse o yana giden bir­ takım kuramsal gerekçelerle somut gerçekler çarpıtılmadıkça Türkiye'de, Kürtlerin, etnik kökenleri yüzünden ezildiklerini ya da sömürüldüklerini söylemek olanaksızdır. Ancak bu, Türkiye'deki Kürtlerin baskı altında, hatta Türk halkının karşı karşıya bulunduğu ortalama baskıyı da aşan bir baskı altında, bulunmadığı anlamına gelir mi? Hükü­ met yetkilileri de içinde bulunmak üzere hiç kimse bu sorunun yanıtının olumlu olduğunu söyleyemez. Gerçekten Kürtler, 119


Türk hükümetlerinin bir türlü kendini kurtaramadığı ilkel bir hukuk ve disiplin anlayışı yüzünden, çağdaş insan hakları anla­ yışına ters düşen büyük bir baskı altındadır. Fakat bu onların Kürt olmasından değil büyük çoğunluğun Türkiye'nin güney­ doğu bölgesinde yaşıyor olmasındandır. Çünkü bu bölgenin halkı yoksuldur ve halk yoksullaştıkça polis ve jandarma bas­ kısının da şiddeti artar. Dil konusu Türkiye'de Türklerle Kürtler arasında fark gö­ zetildiği savını haklı gösterebilecek belki de tek konudur. An­ cak Türk hükümetlerinin bu konudaki tutumunun, genellikle insan haklan ve özellikle de insanların düşündüklerini serbest­ çe açıklama hakları konusundaki tutumundan bağımsız olarak düşünülmesine olanak var mıdır? Bu durumda, bugün hangi nedenle ölüme gittikleri anlaşılamayan gençler arasında, bir al­ danma değil de gerçek bir ideal uğruna can vermeyi göze almış olabilecek çok az sayıdaki gencin, Türk toplumunun bir üyesi olarak, genellikle insan hakları, özellikle de düşünce özgürlü­ ğü ve bu arada Kürt dil ve kültürünün yaygınlaştırılıp geliştiril­ mesine yönelik olarak verecekleri kansız fakat her türlü eziye­ te katlanmayı göze alan bir savaşım, şimdi yapılan ve hareketi yönetenlerin dışındaki herkese yalnızca ölüm getiren anlamsız savaşımdan çok daha verimli olmaz mıydı? Kürt dil ve kültürü sorununu bile genel bir insan hakları sorunu içinde Kürtlerle paylaşmakta olan Türk halkı arasında başka haklar yönünden herhangi bir ayrılık bulunduğu düşü­ nülebilir mi? Günümüzde hemen bütün uygar ülkelerde kaldı­ rılmış olan idam cezalarının Türkiye'de yalnızca Kültlere uy­ gulandığım hiç kimse öne süremez. Bir tek suçluyu yakalaya­ bilmek için sayısız suçsuza işkence edenler, yasa kaçaklarım yakalamanın yolunu onların ailelerine hatta bütün bir köy hal­ kına işkence etmekte bulanlar, suçlulara yataklık edenıeri, bu­ nu isteyerek mi yoksa zor altında kaldıkları için mi yaptıkları­ na bakmadan acımasızca cezalandıranlar da bunu yalnızca Kürtlere uygulamakta değillerdir. 120


Bir sosyal demokrat bakanın, birçok maddeleri uluslarara­ sı anlaşmaların da gereği olan CMUK'nu kabul ettirmek için vermek zorunda kaldığı savaşım bu ülke politikacılarının hu­ kuk anlayışının çağın ne kadar gerisinde kaldığını göstermiştir. Politikacıların bu ilkelliği ülke halkının tümünü baskı altında tutar. Nitekim olağanüstü durum yasalarının uygulanacağı ille­ rin seçiminde de bu illerin halkının çoğunluğunun Kürt ya da Türk olduğuna bakılmadığı pek çok örneklerden bilinmekte­ dir. Kısaca, Türkiye'deki Kürtler baskı altındaysa, bu, onlann Kürt oluşundan değil, Türk hükümetinin insan haklarıyla ilgili tutumundaki ilkelliktendir. Bu baskılar, bütünüyle, ancak Tür­ kiye'de bilgi düzeyinin yükselmesiyle yani Atatürk Devrimleri'nin korunması ve genişletilmesiyle ortadan kalkar. Bunun yolu da üniversiteye gitmesi gereken gençlerin savaşa sürülme­ si olamaz. Öte yandan, terör sorununun terörcülere ödün vermekle çözülemeyeceği gerçeği, Türk hükümetlerinin insan haklarıyla ilgili olarak yapması gereken pek çok şeyin bulunmadığı anla­ mına gelmez. İnsanlığın bugünkü durumunda suçların cezalan­ dırılmasından vazgeçilmesi gerektiğini kimse savunamaz. Fa­ kat cezalandırmada şiddetin şiddet doğurduğu kuralının da unutulmaması gerekir. Suçlulara insan gibi davranmak onlann bir anlamda insanlaşmasını sağlar ve o anlamdaki insanlaşma da gereksiz yere cezanın göze alınmasını önler. Yani cezaların insancıllaştırılması, hele sorgulama sırasındaki insanlık dışı uy­ gulamalara son verilmesi, yalnızca genel olarak terör ortamı­ nın yok olmasına yardımcı olmakla kalmaz, sürdürülmekte olan terörün de şiddetini büyük ölçüde azaltır. Kaçınılmaz bir ölümü göze alarak terör eylemine girişmiş olan kimseleri idam cezasıyla tehdit etmenin hiçbir anlamı yoktur. Sağlıklı bir çö­ züm ancak sağlıklı bir hukuk düzeniyle elde edilebilir. Geriye mi, İleriye mi? Atatürk Devrimleri konusunda 1950'den beri sürüp gelen yozlaşma, 1980'den başlayarak, ör121


ce 24 Ocak kararlarının, ondan sonra Cunta yönetiminin daha sonra da Özal, Demirel ve Çiller hükümetlerinin etkisi altında tam bir geri dönüş biçimini almıştır. Bu geri dönüşün Türki­ ye'yi nereye götüreceği de artık açıkça görülmektedir. Bugün henüz tam o noktaya gelinmemiş olmakla birlikte kısa bir süre sonra varılacak nokta, I. Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı Devleti Türkiye'nin bugünkü sınırlan içinde egemenliğini sürdürebilse ve hiçbir devrim geçirmeden varlığını koruyabilseydi, bundan kısa bir süre sonra hangi noktada bulunacaksa tam o noktadır. Yani adı kapitülasyon olmasa bile gelişmiş ülkeler karşısında tam bir ekonomik ve siyasal bağımlılık, yalnızca uluslararası kredi kurumlannın uygun göreceği türde ve ölçü­ de sanayileşme, eğitim, öğretim ve toplumsal ilişkiler alanında tam bir geri kalmışlık ve laikliğin sözünün edilmesinin bile ya­ saklandığı bir din devleti. Bu durumda, Türk toplumunun Cumhunyet'le birlikte bir mucize gerçekleştirdiği, mucizelerin başlıca özelliği de yalnızca bir kez ortaya çıkmak olduğuna göre yeni bir mucize bekle­ mekten vazgeçip yazgıya boyun eğmekten başka yapacak bir şey kalmadığı söylenebilir mi? Bu doğru olmaz, çünkü tarih mucizelerden oluşmaz. Nitekim Türkiye Cumhuriyetini de bir mucize olarak değil, Türk toplumunun tarihsel birikiminin ona sağladığı gizil gücün uygun koşullar altında kendini açığa vur­ ması olarak görmek gerekir. Böyle bir olayın bir kez gerçekleş­ miş olması, buna benzer yeni bir olayın gerçekleşmesinin ola­ naksızlığını değil, tersine, böyle bir olasılığın yüksek olduğunu gösterir. Yeter ki birtakım gerçekler önyargısız olarak saptan­ sın ve bu saptamanın gerekliliğini gösterdiği önlemler sarsıl­ maz bir istençle alınabilsin. Ancak, bugün gelinmiş olan duru­ ma göre, gerçekleştirilmesi gereken değişmeler öylesine kök­ tenci ve öylesine çok yönlü olmak zorundadır ki, bunları yeni bir devrim olarak nitelemek hiç de abartma sayılmamalıdır. Bugünkü durumu dünya ölçüsünde değerlendirmek ister­ sek şöyle bir sonuca varabiliriz. XX. yüzyılın başlarında, geri 122


kalmışlıktan kısa bir sürede kurtulmak isteyen sosyalist ülke­ lerdeki devrimlerin, çağdaşlaşma amacının ötesine giden aşırı­ lıklar yüzünden bir çıkmaza saplanması gibi, doğruca çağdaş­ laşma amacıyla yapılan Türk devriminin de, bu kez politikacı­ ların yetersizliği yüzünden başarısızlıkla sonuçlandığı söylene­ bilir. Buna göre Türkiye’nin olağanüstü bir silkelenişle, bir an­ lamda hemen hemen bir geri dönüş yaptıktan sonra, yeniden çağdaşlaşmaya yönelmesi gerekiyor. Bu olağanüstü silkelenişi gösterememesi durumunda Türkiye'nin geleceği ne olabilir? Uzak ya da yakın bir gelecekte bütün toplumlann tek bir dün­ ya toplumu içinde erimesi ve bu toplumun bütün üyelerinin tek bir çağdaşlık düzeyinde birleşmesi beklenebileceğine göre, o uzak ya da yakın gelecekte Türkiye'nin yerinin ne olacağı bi­ çiminde bir soru gereksizdir. Bütün sorun, o noktaya doğru ilerlemekte olan uygarlık kervanında Türkiye'nin yerinin ne­ rede bulunacağıdır? Türk toplumu silkinip devrimlerini yeni­ den uygulamaya koyabilirse bu kervanın öncüleri arasında yer alacak, bu silkinmeyi gösterememesi durumundaysa öncülerin yedeğinde sürüklenerek ilerleme biçiminde bir yazgıya boyun eğmekten kurtulamayacaktır.

123



t e k b ir d ü n y a t o p l u m u n a d o ğ r u

Tek Toplumlu B ir Dünya Olanaklı mıdır? Genel olarak sağlıklı insanların sağlıklı biçimde örgütlenmesiyle kurulan bir dünyada insanı insan yapan bütün değerlerin, insanlığın geç­ mişten gelen birikimi üzerinde gerçekleştirilen bir işbirliğinin ürünü olduğunu daha önce de belirtmiştik. Böyle bir dünyada bedensel ya da ruhsal hastalıkları bulunan insanlar çevrelerin­ den hastalıklarının gerektirdiği ilgiyi görür. însanlann bireysel emeklerinin değer üretiminde bir payı bulunmadığına göre hiç kimse, ne insanlığın geçmiş birikiminde kendi atalarının ne de insanlığın geleceğinde kendisinin ya da çocuklarının özel bir katkılarının bulunduğunu ya da bulunacağını öne süremez. Tek tek insanlar için saptadığımız bu durumun toplumlar ya da ırklar, uluslar, devletler vb. için de geçerli olacağı açıktır. Ancak, sağlıklı bir işbirliğinin kurulabilmesi için önce bü­ tün insanların işbirliği içine girebilmelerinin fiziksel olanakla­ rının sağlanmış olması, bununla birlikte ve bunun ardından da insanlar ve toplumlar arasındaki ayrılık ve ayrıcalıkların doğal bir durum olduğu biçimindeki, hemen bütün insanlarda bulu­ nan, yerleşik inancın yok olması gerekir. Bilim, bütün insanla­ rın sağlıklı bir işbirliğine girmesinin iletişim ve ulaşım alanında gerektirdiği fiziksel koşulları hemen hemen sağlamış durum­ dadır. Yerleşik inançlann yok olması da onların yerini bilginin alması yoluyla gerçekleşecekse de bunun fiziksel koşullarının düzelmesi kadar kolay olmayacağını kabul etmek gerekiyor. Fakat bunun da, insanlık tarihinin süresine bakışla oldukça kı­ 125


sa bir zamanda gerçekleşeceği ve her türlü ayrılık ve ayrıcalık­ lardan arınmış tek bir dünya toplumunun sanıldığından çok daha kısa bir sürede kurulabileceği söylenebilir. İnsanlar arasındaki bütün ayrılıkların ortadan kalktığı bir dünyadan söz eden düşünürlerin sayısı az değildir. Fakat bun­ ların hepsi böyle bir dünyayı, çıkar düşüncesinden kendini kur­ tarmış ve insanları yalnızca insan olarak görüp insan olarak se­ ven kimselerin kuracağı bir dünya olarak gördükleri için bu tür düşünceler her zaman idealizmin en uç biçimlerine uzanan, gerçekleşmesi olanaksız birer düş gibi görülmüştür. Öyle ki Thomas More kendi düşlediği böyle bir ülkeye Yunanca’da 'Yok-ülke' demek olan 'Utopia' adını verdiği için ütopya söz­ cüğü hemen her dilde erişilemeyecek olan bir düş ülkesi anla­ mına gelmektedir. Çünkü insanlar, kendilerinin değilse bile, başka insanlann çıkar düşüncesinden kendilerini büsbütün kurtaracaklarına kolay inanmazlar. Öte yandan, gerçek dünya­ daki gelişmeler de böyle düşleri inandırıcı kılacak yönde değil­ miş gibi görünür. Ancak biz, az ya da çok uzak bir gelecekte gerçekleşeceği­ ni öne sürdüğümüz eşitlik ve barış dünyasını, insanlann gele­ cekte çıkarlarını düşünmekten vazgeçecekleri varsayımına da­ yandırmıyoruz. Biz baştan beri, böyle bir dünyamn, insanla­ rın her birinin bireysel çıkartan bakımından da en elverişli dünya olacağını belirtmeye çalıştık. Çünkü değer üretiminin, insanlığın birikimlerinin dışındaki tek kaynağı olan işbirliği, en yetkin biçimine öyle bir eşitlik ve barış dünyasında ulaşacaktır. Böyle bir işbirliğinin ürünü olan değerlerden her insana düşe­ cek pay da bugünün eşitsizlikler ve tutkulu çatışmalar dünya­ sında düşecek payın çok üstünde olacaktır. Tıpkı çok sayıda in­ sanın düzenli bir işbirliği içindeki üretiminden üreticilerin her birine düşen payın her insanın kendi başına üretebileceğiyle ölçülemeyecek kadar yüksek oluşu gibi. Yani ideal bir dünyaya erişebilmek için insanların, çıkar duygusu taşımayan bir tür melekler olmasına gerek yoktur. 126


Çünkü ideal dünyada her bireyin elde edeceği çıkar şimdikin­ den çok daha büyük olacaktır. Nitekim XIX. yüzyılın ikinci ya­ rısında, dünyanın en az dörtte birinin îngilizler için çalıştığı bir dönemde, hemen bütün İngilizlerin kendileri için çalıştığı bir­ kaç sanayiciden birinin durumuyla onun bugün yoksul düşmüş olan bir torununun durumu karşılaştırıldığında, doğa karşısın­ daki özgürlükler bakımından, bugünkü yoksul torun sanayici büyük dedesinden çok daha zengin sayılır. Büyük dedenin, Amerika'daki oğlunu görebilmek, hatta onun sesini duyabil­ mek, için aylar sürecek bir deniz yolculuğunu ve belki de yol­ da gemisinin batmasını ya da köle olarak korsanlarca satılma­ yı göze alması gerekirdi. Oysa torun, dünyanın herhangi bir ye­ rindeki oğlunun sesini hemen duyabilir ve isterse bir günlük güvenli bir yolculuktan sonra onun yanında bulunabilir. Bütün bu zenginliği insanlar arasındaki işbirliğinden elde eden toru­ nun, eğer bu işbirliği daha da sağlıklı olsaydı şimdikinden çok daha zengin olacağı açıktır. Demek ki insanlar arasında sağlıklı bir işbirliğini engelle­ yecek şey çıkar hesaplan olamaz. Sağlıklı bir işbirliği için en büyük engel yerleşik inançlardır ve çıkarlannın işbirliğinde de­ ğil de başkalarını sömürmede bulunduğuna inananların bu inançları da o yerleşik inançların bir bölümüdür. Yerleşik inançlardan kurtulmanın tek yoluysa, onlann yerini bilginin al­ masıdır. Yani her insamn, kendi çıkarının başkalarım sömür­ mekte değil sağlıklı bir işbirliğinde bulunduğunun bilgisini edinmesi gerekir. İnsanların bilgisinin artmasıysa genel olarak bilimin gelişmesine ve yaygınlaşmasına bağlı olduğundan bü­ tün sorun, bilimin bütün insanlara, çıkarlarının ayrılıksız ve ay­ rıcalıksız bir işbirliğinde bulunduğunu öğretecek kadar geliş­ mesinin ne kadar zaman alacağıdır. Bilimsel düşüncenin XVII. yüzyılın başında Galilei'nin de­ neyleriyle doğduğunu, o günden beri geçen döl t yüz yılın ilk iki yüz yılında yalnızca doğa bilimlerinin geliştiğini, toplumsal bi­ limlerin bilimsel düşünceden etkilenmesinin ise, Fransız Dev­ 127


rimi yıllarından başlayan yalnızca iki yüz yıllık bir geçmişinin bulunduğunu daha önce belirtmiştik. Süre olarak insanlık tari­ hi içinde hiç denecek kadar az yer tutan bu iki yüz yıl içinde uy­ garlık dünyasında ortaya çıkan toplumsal gelişmelerin şaşırtıcı ölçüde olduğunu da saptamıştık. İnsanlar arasındaki ırk, renk ve soy ayrılıklarının önemini yitirmesi bu 200 yılda, hatta onun ilk 150 yılı içinde gerçekleşti. 50 yıldan beri sıra, toplumlar için­ deki sınıf ve toplumlar arasındaki ulus ayrılıklarının önemini yitirmesine geldi İşte bugünün insanlarını umutsuzluğa düşüren şeyin bu son 50 yılın olayları olduğu söylenebilir. Gerçekten, belki de bütün zamanların en sistemli ve en bilinçli soykırımını bu son 50 yılın başlangıcında Naziler gerçekleştirdiği gibi, tarihin en büyük toptan öldürme eylemini de ondan hemen sonra Ame­ rikalılar Hiroşima ve Nagasaki'de gerçekleştirdi. Öte yandan, hemen hemen bütün dünya toplumlannm ikiye ayrılarak bir soğuk savaş durumuna girmesi de bu dönemde gerçekleşti. Bunlar doğrudur. Fakat bütün insanlığın bir tek uluslararası kuruluşun üyesi olması yolunda, hemen tümüyle etkisizmiş gi­ bi görünseler bile yine de en etkili girişimlerin bu dönemde ya­ pıldığını, soykırımın tarih boyunca en ağır biçimde bu dönem­ de yargılandığım, hatta Amerikalıların, belki de daha çok sayı­ da insanın ölmesini önlemiş olan toplu öldürme eyleminin yi­ ne bu dönem içinde bir soykırımmış gibi suçlandığını da unut­ mamak gerekir. Üstelik, bu dönem içinde ortaya çıkan dünya çapındaki soğuk savaş da, Sovyet rejimiyle ona bağlı rejimlerin çöküşü sonunda, belki de yine bu dönem içinde sona ermiş ola­ caktır. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, bir dünya toplumu değilse bile, en azından bir birleşmiş uluslar anlayışına yönelik ve az çok etkili birtakım girişimlerin de ortaya çıktığı görül­ müştür. Önce Irak-Kuveyt sorusunu silah zoruyla çözülmüş, onun ardından da Somali'deki açlığın ve bu açlığa neden olan kargaşamn giderilmesine çalışılmıştır. Bu arada Sovyet rejimi128


nin çöküşüyle Yugoslavya'da ve Kafkasya'da ortaya çıkan ka­ rışıklıkların bir çözüme bağlanması için de çaba harcanmıştır. Bütün bu çabaların birleşmiş bir dünya ideali bakımından tam bir başarısızlıkla sonuçlandığı bir gerçektir. Fakat bir dünya sorunu üzerinde 3-5 yıl gibi kısa bir süre içinde geçen olaylara bakarak bir yargıya varmanın doğru olmayacağı açıktır. Öte yandan, Birleşmiş Milletler'in bu kısa süre içindeki çabalan içinde en başardı çözüme varmış gibi görünen IrakKuveyt anlaşmazlığı karşısında, başta ABD olmak üzere güçlü devletlerin davranışının Birleşmiş Milletler idealine ne ölçüde uygun olduğu da tartışmalıdır. Gerçekten, günümüzün mülki­ yet anlayışına göre Kuveytlilerin Kuveyt petrolleri üzerinde, Irakldann da Irak petrolleri üzerinde mülkiyet haklannın bu­ lunduğu kabul edilse bile, tam bir diktatörlükle yönetilen bu iki devletin yöneticilerinin, kendi toplumlarının, yani petrolün gerçek sahibi olan insanların, gerçek temsilcisi olduğunu söyle­ mek olanaksızdır. Bu durumda, bu iki ülke arasındaki çatışma­ da ülkelerden birini saldırgandan kurtarmak, o ülkeyi, onu hiç­ bir hakka dayanmadan yönetmiş ve yönetecek olana insanlara teslim etmek demektir. Bunun da övünülecek bir yanı yoktuı. Yine bu Körfez Savaşı’nın temelinde, başta ABD olmak üzere, ileri Batılı ülkelerin çıkar hesaplarının yattığı da bilindi­ ğine göre, Körfez Savaşı'nın Birleşmiş Milletler idealiyle bir il­ gisinin bulunmadığı bile söylenebilir. Bu tür görüşlerde bir gerçeklik payının bulunduğu doğrudur. Ancak, gelişmiş toplumlann bilgi toplumu olmaya yönelmesiyle insan haklarında görülen gelişmelerin pek çoğunun başlangıcında o zamanın güçlü devletlerinin çıkar hesaplan yatmaktaydı. Zaman içinde o çıkar hesaplan unutularak olaylann insancıl yanlan ağırhk kazanmıştır. Bu konuda aydınlatıcı örnekler az değildir. Gerçekten, köle ticaretinin Avrupa'nın güçlü devletlerin­ ce yasaklanmasında, o devletlere iş gücünün kendi ülkelerinde değil de Asya ve Afrika'da kurduklan kauçuk, kakao ve kah­ ve plantasyonlannda gerekli olması etkili olmuştur. Ameri­ 129


ka'da Kuzeylilerle Güneyliler arasında köleliğin kaldırılmasıy­ la ilgili olarak çıkan kanlı savaşların gerçek nedeni de. o sırada sanayileşmekte olan Kuzeylilerin, Güneylilerin boğaz tokluğu­ na çalıştırmakta olduğu köleleri ucuz emek olarak kullanmak istemeleridir. II. Dünya Savaşı'ndan sonra sömürgelerin ko­ layca özgürlüklerine kavuşmasında, savaştan dünyanın en güç­ lü devleti olarak çıkan Amerika'nın, kendi sömürgesi olmadı­ ğı için, başkalarının sömürgesi durumundaki ülkelerle serbest­ çe üişki kurmak istemesi büyük ölçüde etkili olmuştur. Fakat kısa bir süre sonra çıkar hesaplan unutulmuş, ortada kazanıl­ mış haklar kalmıştır. Bu arada örneğin eski sömürgelerin az çok özgürleşip gelişmesinin sömürgeci ülkeler için zararlı de­ ğil, tersine, yararlı olduğu görülmüştür. Öte yandan, soğuk savaşın sona ermesinin hemen ardın­ dan Somali'deki açlığa son vermek üzere Birleşmiş Milletler'ce yapılan girişimde yine ABD başı çekmişse de bu olayda Ame­ rika'nın dünya barışı dışında özel bir çıkarının bulunmadığı çe­ kinmeden söylenebilir. Yani Somali girişiminin, birleşmiş bir dünya idealine yönelik olarak, her türlü çıkar duygularından arınmış ilk girişim olduğu bir gerçektir. Bunun yanında, Sovyet ve Yugoslav çözülmelerinin doğurduğu çatışmaların çözümü­ ne yönelik girişimlerde de, alışılagelenin tersine, güçlü devlet­ ler arasındaki çıkar çatışmalarının açıkça görülmemiş olması gelecek için umut vericidir. Ancak, bu umut verici belirtiler yanında gerçekten umut kinci bir durum da ortaya çıkmış, büyük devletlerin çıkarlarıy­ la hiç ilgili olmayanlar da içinde olmak üzere, Birleşmiş Millet­ lerin düzen sağlamaya yönelik girişimlerinden hemen hiçbi­ rinde önemli bir başarı sağlanamamıştır. Çözümü en kolay gö­ rünen Somali girişiminde bile Birleşmiş Milletlerin eylemi, halkın küçük bir bölümü için bile olsa, ülkenin bağımsızlığına karşı bir saldın biçiminde yorumlanmış, ya da böyle bir yorum halkın bir bölümüne zorla kabul ettirilmiş ve Birleşmiş Millet­ lerin, Somali'yi, bir süre sonra yeniden açlıkla karşılaşma teh130


tikesiyle baş başa bırakarak oradan ayrılmak zorunda kalması olasılığı doğmuştur. Yugoslavya ve Kafkasya'daki, gülünç de­ necek kadar çekingen girişimlerden de olumlu sonuç alınama­ mıştır. Ancak, gerçekten umut kinci görünen bu olaylar gelecek­ teki dünya devletinin kurulmasıyla doğrudan ilgili değildir. Dünya devleti kendi koşullarının oluşmasıyla, yani insanlığın inançlann etkisinden kurtulup salt bilgiyle yönetilmeye başla­ masıyla kurulacaktır. İnsanlığın yalnızca bilginin etkisi altında davranmaya başlayabilmesi için tek tek bütün insanlarda bilgi­ nin inançlann yerini almasuıı beklemeye gerek bulunmadığım daha önce de belirtmiştik. Her toplumun yönetimine bilginin egemen olması ve bunun sürekli bir biçim alması o toplumun bütün bireylerinin inançlarından kurtulmasının vereceği so­ nuçları verecektir. Dünya birliğinin gerçekleşemezmış gibi görünmesi, çağın çok gerisinde kalmış olan ülkelerin gelişmiş ülkelerle tam bir birlik oluşturacak düzeye gelebileceğinin olanaksız görünme­ sinden kaynaklanmaktadır. Oysa en azından Japon örneği, çağuıuı çok gerisinde bulunan bir ülkenin bir yüzyıldan daha kı­ sa bir süre içinde çağının en ileri toplundan arasına katılabile­ ceğini göstermektedir. Türk toplumunun da, birincisi birkaç politikacının aymazlığı yüzünden başansızlığa uğramış olan devrim denemesini bir kez daha yineleyip bu kez başarılı olma­ sı ve pek çok geri kalmış ülkelerin de benzeri deneylere giriş­ mesi hiç de olanaksız değildir. Yanlış olarak 'sosyalizm' adı ve­ rilen deneyi geçirmiş olan toplumların da, bu kez çağ atlamaya değil, doğruca çağdaşlaşmaya yönelik devrimlere girişerek başanlı olma olasılığı vardır. Üstelik tek bir dünya ideali, çağın gerisinde kalmış ülkele­ rin göstereceği çabaların yanında, büyük ölçüde, gelişmiş toplumların dünya görüşlerinin bilimin gerektirdiği yönde değiş­ mesiyle gerçekleşecektir. Çünkü dünya birliği hem gelişmiş hem de gelişmemiş ülkelerin yararına olacaksa da, bu yararı 131


görebilecek, onun bilincine varabilecek durumda olanlar geliş­ miş ülkelerdir. Günümüzde gelişmiş ülkelerin durumu kavra­ mış olmaları şöyle dursun, onların henüz bu kavrayışa yaklaş­ tıkları bile söylenemez. Çünkü tek bir dünya ideali, toplumlar arasındaki uyuşmazlıkların savaşa başvurmadan, barışçıl yol­ lardan düzelmesi düşüncesini çok aşan hatta ondan apayrı bir şeydir. İnsanlar arasındaki ayrılıkların ortadan kalkmasuıın öne­ mi, bunun, sağlıklı bir işbirliğinin zorunlu koşulu oluşundandır. Sağlıklı bir işbirliği düzeninde de, işbirliği yapan bireylerin sa­ yısı arttıkça üretilen özgürlüklerden her bireye düşen pay da artacaktır. Yani gelişmiş ülkelerin yararı geri kalmışları sömür­ mekte değil, onlarla işbirliğine girmektedir. Ancak işbirliğinin sağlıklı olabilmesi için işbirliği yapanların gelişmişlik düzeyleri arasında bir dengenin bulunması gerekir. Gelişmiş ülkeler bu­ nu açıkça görebildikleri zaman, geri kalmışların gelişmesi için çaba harcamanın, kendi toplumlanndaki geri kalmış kesimle­ rin gelişmesi için çaba harcamaktan bir farkının bulunmadığı­ nı anlayacaklardır. Gelişmiş ülkeler bu durumu şimdiden anlayabilselerdi, soğuk savaşın sona ermesiyle silah yapımına har­ camaktan kurtuldukları çok büyük meblağları gelişmemiş ül­ kelerin sağlık ve eğitim hizmetlerine kullanmanın yollarını ararlardı. Ancak, bugün çok uzağında bulunulduğu sanılan böyle bir anlayışa varılacak günlerin ilk bakışta sanıldığından çok daha yakın olduğu söylenebilir. Tek Toplumlu Dünya Özlenecek B ir Dünya mıdır? Tek toplumlu bir dünya düşüncesine karşı çıkanlar böyle bir dünyannı olanaklı olmayışının dışında bir de bunun özlenecek bir dünya olup olmadığı sorununun bulunduğunu öne sürerler. Gerçekten öyle bir dünyanın temel özelliği emeğin bir değer üretmeyişi ve bu yüzden de insanlar arasında emek farkına da­ yanan bir ayrılığın bulunmayışı olduğuna göre günümüz dün­ yasını yaşanacak bir dünya kılan birçok değerlerden o dünya132


ııın insanlarının habersiz olacağı düşünülebilir. Ancak, bugün­ kü inanç ve değer yargılarımızın ürünü olan böyle bir düşünce­ nin geleceğin insanları için de geçerli olacağını kabul etmek için hiçbir neden yoktur. Toplumlan yönetme gücünü şu ya da bu yoldan ele geçi­ renlerle çıkarlarını onları desteklemekte bulanlar, birtakım in­ sanların başkalarından daha çok şeylerinin bulunmasının ya­ rarlı olacağına insanları öylesine inandırmışlardır ki Kant ve Hegel gibi büyük düşünürler mülkiyet hakkını insan özgürlü­ ğünün vazgeçilmez koşulu olarak göstermekten çekinmemiş­ lerdir. Yine bu inanç yoksul insanları bile öylesine ters yönde etkilemiştir ki, günümüzde, barınak olarak bir kulübeden, gi­ yecek olarak da bir gömlekten başka bir şeyi bulunmayan bir kimse bile mülkiyet hakkının kaldırılmasına, kendi gömlek ve kulübesini yitireceği korkusuyla karşı çıkabilir. Demek mülki­ yet hakkının bulunmadığı bir dünya günümüz insanlarından pek azma çekici görünecektir. Ancak, eşitlikçi işbirliğinin sağ­ layacağı sınırsız zenginliğin bilincine varan insanların bu tür­ den inançlardan kurtulması zor olmayacaktır. Yalnızca mülkiyetin değil, günümüzdeki birçok başka kö­ tülüklerin yok olma olasılığı da, bunlarla birlikte karşıtlarının da yok olacağım düşünen insanları korkutabilir. Genellikle in­ sanlar, çirkinliğ in bulunmadığı bir dünyada güzelliğin de değe­ rini yitireceğini, iyiliklerin ancak kötülüklerin karşıtı olarak or­ taya çıkabileceğini, cimriliğin bulunmadığı yerde cömertliğin de bulunamayacağını sanırlar. Oysa ne güzellik çirkinliğin, ne iyilik kötülüğün, ne de cömertlik cimriliğin karşıtı olarak orta­ ya çıkar. Bütün çirkinliklerin yok olduğu bir dünyada doğanın güzelliklerinin ve güzel sanatların da ortadan kalkacağı düşü­ nülemeyeceği gibi, iyilik, cömertlik ve özveri gibi insansal nite­ liklerin varoluşu da bunların karşıtı olduğu sanılan niteliklerin varoluşuna bağlı değildir. Mülkiyetin ortadan kalkmasının insanları birçok tatlı ha­ yallerden yoksun bırakacağım öne sürenler de bulunabilir. 133


Günümüz koşulları içinde yaşamının prensini bekleyen bir külkedisi ya da şansın yüzüne gülmesiyle işçilikten patronlu­ ğa yükseleceğini uman delikanlı gibi, kumar ya da piyango­ dan zengin olma düşleri gören pek çok kimse de, mülkiyet hakkının bulunmadığı bir dünyada insanların sudan çıkmış balığa döneceğini sanabilir. Oysa bütün bu hayaller kendini buğday ambarında görmek isteyen aç tavuğunkiııe benzeyen hayallerdir. Katıldığı işbirliğinin sağladığı üretimden kendi payını alan insan öyle hayallerden medet umacak duruma düşmeyeceği için hayal gücünü çok daha olumlu amaçlar için kullanabilir. Yine bunların yanrnda, gerçek eşitliğin rekabeti ortadan kaldırarak insanlığın ilerleyişini büyük ölçüde yavaşlatacağı düşüncesinin hafife alınamayacağı söylenebilir. Bu düşünceye göre, başkalarından az çalıştığı zaman onlardan daha az kaza­ nacağına inanmayan bir insanın yeterince çalışması için hiçbir neden kalmayacak ve bu durum bütün insanları yoksulluk dü­ zeyinde birleştirmekten öte bir anlam taşımayacaktır. Oysa hakkını alacağına güvenen bir insanın düzenli bir işbirliğinin gerektirdiğinden daha az çalışması için hiçbir neden yoktur. İnsanların beden yapısı toplumsal yaşamın gerektirdiğinden daha büyük çabalar harcamaya uygun olduğu için, işlerinde ça­ lışırken bedenlerini yeterince işletemeyen insanlar bu noksan­ lığı büyük bedensel çabalar gerektiren spor ve jimnastikle gi­ dermeye çalışırlar. Genellikle kafa emeği denilen moral çabalara gelince, bir insanın bu türden çabalan, gerek yoğunluk gerekse verimlilik bakımından, işine bağlılığıyla orantılı olarak artar. Bir insanın işine olan bağlılığında çıkar ve rekabet hesaplarının etkisi ise genellikle sanılanuı çok altındadır. İnsanlığı daha aydınlık bir geleceğe götürmekte en büyük payı bulunan bilim ve düşünce adamlarının, yeri geldikçe göstermekten geri kalmadıktan üs­ tün özveri eylemlerini salt başkalanndan daha üstün olmak için gerçekleştirdiklerini de kimse öne süremez. 134


Günümüzde rekabetin insanlığın gelişmesindeki etkisinin aşırı biçimde abartılmasının. Balı topluınlannın son yüzyıllaıdaki göz kamaştırıcı gelişmesinin ödünsüz bir rekabet düzeniy­ le birlikte ortaya çıktığının gözlemlenmesinden kaynaklandığı söylenebilir. Oysa Batı toplumlarmdaki hızlı gelişmenin asıl nedeni, daha önce de belirttiğimiz gibi, inanç toplumundan bil­ gi toplumuııa geçişte o toplumlar»] öncülük etmesindendir. Öte yandan bu toplumlarda da rekabet sanıldığı kadar ödün­ süz bir uygulama alanı bulmuş değildir, serbest rekabetin en çok övüldüğü toplumlarda bile, rekabetin en serbest biçimi olan haksız rekabeti önleyici yasalann önemli bir yeri vardır. Yalnızca reklamların, hem de çoğu yanlış yönlendirici olan reklamların, nelere mal olduğunun şöyle bir hesaplanması bel­ ki de rekabetin, kendi yarattığı kaynaklardan en büyük bölü­ münü doğruca kendisinin tükettiğini gösterecektir. Sonuç olarak, insanlar arasındaki bütün ayrılık ve ayrıca­ lıkların ortadan kalktığı tek bir toplumdan oluşan bir dünya, öyle bir dünyanın günümüz düııyasuıdaıı daha iyi olacağını dü­ şünen insanların kendi seçimleriyle ona yönelecekleri bir dün­ ya değildir. Bilginin önlenemeyen ilerleyişi insanlığı ister iste­ mez o dünyaya götürecektir. Ancak, öyle bir dünyanın günü­ müzdeki birçok güzellikleri yok edeceğinden korkmak için de bir neden yoktur. İnançlarının zincirleriyle sımsıkı bağlı oldu­ ğu zaman bile birçok güzellikler yaratma olanağı bulan insan­ lığın. o zincirlerden kurtulduğu zaman yaratabileceği güzellik­ lerin bugünkü hayallerimizi çok aşacak türden oluşu onların hiç ortaya çıkmayacağı anlamına gelmez.

135



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.