Tarih dediğin sayı 1

Page 1

3 Temmuz 2016

Tarihin Yorumlanması Türklerin Medeniyete Katkıları Sarmat - Roma İlişkileri Nazım Hikmet İyon İsyanları Güneydoğu Anadolu neden Türkleşmedi? Endülüs Uygarlığı Dalkavuklar Gecesi İncelemesi


TARİHİN YORUMLANMASI Tarih… Günümüzdeki en tartışmalı konulardan birisi. Ne yazık ki tarihteki birçok olay eksik veya yanlış nakledildiğinden birçok tartışma ortaya çıkıyor. Tabii tarihi kendi düşüncelerimize göre yorumlamak da bize düşüyor. Birçok tarihçi tarihin Avrupa tarafından kasıtlı olarak yanlış aktarıldığını yazar. Aslında mümkün de. Tarihe sadece tek bir açıdan bakılmakta; Avrupa’nın gözünden! Örnek olarak Amerika’nın keşfini belirtebiliriz. Tarih Amerika kıtasının Kristof Kolomb tarafından keşfedildiğini yazar. Ama tarih bunu öyle dillendirir ki; Sanki Amerika kıtasında daha önce bir insan yaşamıyormuş gibi! Sonuçta Amerika’yı bulan ilk “İnsanoğlu” Kızılderili kabileleridir. Tarihi Orta ve Yeni Çağ’da Müslümanlar yazmaktaydı. Tabii bunlar çoğunlukla edebiyat yoluyla nakledilmiştir. Ki o zamanlarda her şey Doğu’nun zenginliklerindeydi… İlim, tarih… Tabii; Doğu ülkeleri birbirine düşünce ilimi milimi bıraktılar. Sadece savaşa yöneldiler. Ve tarihin keskin kalemi de Avrupa’ya kaldı. Ve tarihi nasıl bozdukları malum… Tarihe göre Türkler; Barbar, acımasız, saldırgandır. Ama Türkiye’ye gelip tarihi yerinde inceleyen birisi, anlar ki Türkler hoşgörülü, adil bir şekilde cihana hükmetmişlerdir. Yine aynı şekilde; Afrika’ya geçelim. Afrika tarihi diye araştırdığınızda, Kuzey Afrika’ya yıllarca hükmetmiş Osmanlı gibi devletlerden daha çok; Orada sadece 1 belki de 2 asır kalmış, bu sürede de sömürü ve katliamdan başka bir şey yapmamış Avrupa devletlerine rastlarsınız. Şu anda haritada zar zor gördüğümüz Hollanda’nın bile o dönem sömürgeleri vardı ne de olsa. Hiçbir tarih kitabında; Osmanlı’nın Fransa’yı 1 asır himaye etmesi veya Trablusgarp Antlaşması’nda ABD’yi vergiye bağlamasını göremezsiniz. Lale Devri’nde yapılanları göremezsiniz… Bir tarih kitabının sayfalarını karıştırdığınızda Osmanlı’nın duraklama, gerileme ve çöküş dönemleri hakkındaki bilginin özeti şudur: “Osmanlı’nın yanlış politikaları yüzünden ekonomisi zayıfladı” filan. Hal bu ki Tanzimat Dönemi ve Lale Devri de bu dönemlere denk gelmiyor mu? Yine tarihin yanlış yorumlanmasına bir neden daha; İDEOLOJİ VE SİYASET… Bu ikisi gereksiz filan dediğimiz yok ancak tarihle karıştırılmamalı. Tarih kitabı seven kişiler; Ya aynı ideolojideki yazarları okur ya da rastgele bir yazar alır. Osmanlıcılar belli yazarları, Turancılar belli yazarları, Atatürkçüler belli yazarları okur. Sorun da bu zaten. Sadece tek bir açıdan bakmak! Tarihi doğru yorumlamak için, her açıdan görmelisiniz. Biraz empati ya! Bir de kendisini aşırı üstün görenler var. Onları saymıyorum bile!!! Mensup olduğu milletin tarihte iyi bir şey yaptığını görünce hemen ırkçılık boy gösterir. Hiç karşıdaki milletin başarılarını görmez. Tabi tarihin yanlış yorumlanmasının tek nedenleri de bunlar değil. İnsanlar tarihi kalıcı olarak nakletmiyorlar. Tabi bu çoğunlukla Doğulu devletlerde (Osmanlı, İran gibi) yaşanan olaylar. Daha matbaa icat edilmemiş; Tarih kokan bir kütüphane ve biraz da alev. Sonuç: O dönem hakkındaki en güvenilir kaynaklar yanarak kül olur. Bakın Antik Mısır’a; Piramitlere tarihi düzgün ve kalıcı bir şekilde yazdı. 2000 yıllık tarihi doğru bir şekilde öğrenebiliyoruz. Bir de bakın bize; Tarih tamamen

Piramitlere tarihi düzgün ve kalıcı bir şekilde yazdılar. 2000 yıllık tarihi doğru bir şekilde öğrenebiliyoruz. Bir de bakın bize; Tarih tamamen arşivlerde, bir kıvılcım yeter tüm tarihimizi kül etmeye! -Furkan Cemal SALBAŞ


TÜRKLERİN DÜNYA MEDENİYETİNE KATKILARI Türkler Dünya tarihi boyunca sürekli ön planda olmuş, sayısız devlet kurup sayısız savaşlar kazanmıştır. Korkusundan kilometrelerce set çektiren, karadan gemiler yürüten ve daha nice imkansızları başaran bu millet elbette tarihe yaptığı katkılar kadar Dünya medeniyetine de katkılar yapmıştı ki bu katkılar Dünya medeniyeti için çok önemlidir. Fritz Neumark’ın “Türkler pek farkında değil ama Avrupalılar şu gerçeğin farkındadır; Tarihten Türkler çıkarılırsa ortada tarih diye bir şey kalmaz.” sözü de bunu kanıtlar nitelikte açıkçası.

KAVIMLER GÖÇÜ

Günümüzde Avrupa’da Almanlar, İngilizler, Fransızlar, İspanyollar gibi sayısız milletler vardır. Bu milletler Dünya tarihinde önemli yerler tutmaktadırlar. Avrupa’nın medeniyete katkıları bilinir. Bu milletlerin ortaya çıkmasının ilk sebebi ise Kavimler Göçü’dür. Kavimler Göçü ise bilindiği gibi Orta Asya’daki göçebe Türkler tarafından başlatılmıştır. Orta Asya’daki Çin egemenliğinden kurtulmak için MS. 350 yıllarında batıya hareket eden Hun grubu, Volga-Don nehirleri arasında yaşayan Hunların daha batıya göçmelerine neden oldu. O tarihlerde Karadeniz’in kuzeyindeki düzlüklerde Cermen kavimlerinden olan Gotlar ve günümüzdeki Slav halklarının ataları olan Ön Slavlar yaşamaktaydı. 375 yılında Hunlar, Gotların ve Ön Slavlar’ın yaşadıkları bu bölgeye girdiler. Hunların bu bölgeye yerleşmesiyle bu bölgede daha fazla tutunamayan ve çoğunluğu Cermen olan Vizigotlar, Ostrogotlar,Gepitler, Burguntlar, Vandallar ve Germen olmayan Slavlar batıya doğru göç etmeye başladılar. Romalıların barbar olarak adlandırdığı bu kavimler önlerine çıkan diğer kavimleri de önlerine katarak İspanya’ya hatta Kuzey Afrika’ya kadar ilerlediler. Avrupa’da yıllarca süren bu döneme Kavimler Göçü denir. Kavimler Göçü, günümüz Avrupa devletlerinin temellerinin atıldığı önemli bir olaydır. Göçün temel sebebi siyasi

etmenlerdir. Göçün ilk yıllarında Cermen kabileleri Roma İmparatorluğu’nun batı kesimindeki birçok bölgeyi ele geçirmişti. 376’da Hunlarla savaşan Got kabilesi Tervingiler, Roma topraklarına girdi. Ertesi yıl, Marcianopolis’te Tervingilerin lideri Fritigern, Romalı asker Lupicinus ile buluşmasında öldürüldü. Tervingiler ayaklandı ve Got kabilesi olan Vizigotlar 410’da İtalya’yı istila etti. Büyük Teoderik komutasındakı Ostrogotlar tarafından İtalya’nın içlerine kadar takip edildiler. Galya’da Franklar ağır ağır Roma topraklarına girdiler. Allemanni’deki savaşları kazanan Vizigotlar geleceğin Fransa ve Almanya’sı olacak Frank Krallığı’nı kurdular. Britanya’ya gelen Anglo-Saksonlar ise Roma’nın Britanya’daki sonunu getirdi. Kavimler Göçü sonucunda bugünkü Avrupa’nın kökeni oluşmuş, Hunlar askeri yetenekleriyle ve kültürleriyle Avrupa’yı derinden etkilemişti. Bu etkiyle birlikte Orta Çağ’ı başlatmıştı Türkler. Belki de Dünya Tarihine en büyük etki ve katkıydı bu göç.

BARUT VE ATEŞLİ SİLAHLAR

Barut Çin’de icat edilmiş ve daha sonra doğuya doğru taşınmıştır. 13. Yüzyılda barut Ortadoğu’da kullanılmaya Araplar tarafından başlanmıştır. Daha sonraki dönemlerde Türkler her zamanki gibi bilime verilen önemden dolayıdır ki barutu çok başarılı şekilde kullanmıştır. Öyle ki Osmanlı, Safevi ve Babür İmparatorlukları Avrupa tarafından “Barut İmparatorlukları” olarak bilinirdi. Osmanlılar Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451-1481), ateşli silahlarda ve bilhassa topçulukta, dönemin en ileri teknolojisine sahip oldular. Osmanlı topçularının ileri derecedeki balistik bilgisi, ortadan ayrılabilen iki parça toplar, kuşatma ve sahra topları, havan topları, dört beş metre uzunluğunda, yüz kilodan ağır gülleler fırlatabilen ve yirmi tona yakın ağırlığı olan çok büyük çaplı toplar, zamanın tekniğine ve bilgisine oranla fevkalade sayılabilecek harika savaş araçlarıy-


TÜRKLERİN DÜNYA MEDENİYETİNE KATKILARI dı. Osmanlılar, basta İstanbul’daki Tophane-i Amire’de olmak üzere, belli başlı merkezlerde büyük çaplarda toplar dökerken, bir yandan da top götürmenin mümkün olmadığı yerlere, bakir ve tunç gibi top yapım malzemesini götürerek top döktüler. Osmanlıların uyguladığı bu sistem, Osmanlıların silah sanayiinde Avrupa’dan ileri seviyede olduğunu göstermektedir. Nitekim Fransa’nın, 1493 yılındaki İtalya Seferi’nde, engebeli arazi yüzünden toplarını nakletmede büyük güçlüklerle karşılaştığını ve harekatın geciktiğini, oysa Sultan II. Murad’ın bundan 43 sene önce Akçahisar Muhasarası’nda, Fatih’in ise, on beş sene önce İşkodra Muhasarasında toplarını kale önünde dökerek bu meselenin üstesinden kolayca gelindiğini görmekteyiz. Osmanlı topçuluğunun kısa zamanda bu derecede gelişmesinde basta padişahların (özellikle Fatih’in hem kendisinin bizzat ilgilenmesi ve hem de bu isle uğraşan kişileri yüksek ücretle himaye etmesi) ateşli silahların savaşlardaki önemini ve belirleyici gücünü oldukça erken dönemde kavramalarının büyük payı bulunmaktadır. Toplar konusunda bu derece ilerde olan Osmanlı aynı zamanda tüfekler konusunda da gayet ilerdeydi. Öyle ki Osmanlı ordusu I. Murad döneminde tüfekle donatılmaya başlanmıştı. İstanbul Kuşatması’nda da kullanılan tüfek Yavuz ve Kanuni dönemlerinde orduda iyice yaygınlaştı. Bu dönemde Avrupa da tüfek kullanmaktaydı. Lakin bu tüfekler Osmanlıların kullandığı tüfekler gibi değillerdi. Avrupa bu dönemde arkebüz, Osmanlı ise misket tüfeği kullanmaktaydı. Bu

taydı. Bu Osmanlı’nın gelişmişliğini gösterir. Şöyle ki Avrupa Osmanlı sayesinde misket tüfeği ile tanışmış ve bu tüfek asırlarca Avrupa’da hat piyadelerinde dahi kullanılmıştır. Osmanlılar, bir taraftan sahip oldukları silah teknolojisini geliştirmek için çalışırken, diğer taraftan da, bu silahların kendileriyle dini ve ırk bağı bulunan çeşitli Asya ve Afrika ülkelerine yayılmasında köprü rolü oynadılar. Bu rol, Osmanlıların diğer İslam ülkelerine genellikle belli miktarda topçu, tüfekçi ve ateşli silah uzmanları ile top ve tüfek yardımı yapmak şeklinde olmuştur. Osmanlı tehlikesi karşısında bu devletlerden bazılarının Avrupa’dan silah almak zorunda kalmaları da dolaylı bir roldür. Şah Abbasi dönemindeki İran dışında kalan Doğu ülkeleri, etkili olarak ateşli silahlarla mücehhez bir ordu kuramamışlardır. Osmanlıların ateşli silahları taşıdıkları ülkeler arasında ilk olarak Türkistan hanları, Kırım hanları, Hindistan Sumatra’da Açe Sultanlığı ve Habeşistan’da Sultan Ahmet Gran’ın Devleti ile Afrika’da Bornu Devleti gelmektedir. İkinci grupta ise, İran’da Akkoyunlu ve Safeviler,

Mısır’da Memluklar sayılabilir. Bazı Avrupa ülkelerinin yanında Osmanlılarla da ilişkisi olan bu devletlere Osmanlılar siyasi ve dini ilişkilerine göre personel, silah, barut ve demir gibi malzeme satarak veya hibe ederek ateşli silahlar konusundaki imtiyazlı konumlarından istifade ile Asya, Afrika ve Ortadoğu’daki etkinliklerini arttırma politikası takip etmişlerdir. Hariç ülkelere yapılan bu yardımın yanında kendi ülkesi içinde uçlarda bulunan beylerbeylerine de gerektiğinde savaş malzemesi veya top yapımcısı ustalar yine İstanbul’dan gönderilmekteydi. Osmanlıların verdiği ateşli silahların, özellikle Orta Asya’da Türk devletlerinin iç savaşlarında Osmanlıların desteklediği taraf açısından çok önemli rol oynadığı, Habeşistan ve Açe’de de Portekiz ve Hollanda gibi gayrimüslim sömürgeci devletlerle savaşan İslam devletlerinin muvaffakiyetinde ciddi ölçüde tesirli olduğu görülmüştür. Tabiatıyla bütün bu yardımları hilafet merkezi elinde tutan Osmanlıların, söz konusu devletler nezrin-


TÜRKLERİN DÜNYA MEDENİYETİNE KATKILARI deki itibarını arttırmış ve saygınlık kazandırmıştır. Memlükler’e silah yardımı yapılmasında henüz bozulmamış olan ilişkiler öncesinde onları Hıristiyan Portekizlere karşı savaşlarında destekleme gayesi gütmekteydi. Ateşli silahlarda da yıllarca Avrupa’nın önünde bulunmuş olan Türkler bu teknolojilerin Dünyaya yayılmasına neden olarak Dünya askeri tarihine ve medeniyetine en büyük katkılardan birini yapmıştır.

SAVAŞLAR

Teknoloji insanların istekleri ve ihtiyaçları doğrultusunda gelişen bir olgudur. İnsanlar ihtiyaç duyarlar ve bunlar doğrultusunda icatlar çıkarırlar. Savaşlar da bu yüzden teknolojinin gelişmesini sağlayan etmenlerdendir. Milletler denlerden. Türklerin çağlardır Avrupa’ya savaşırlar ve bu savaşları kazanmak isterler. Ya da kendilerini yaptıkları Avrupalılara gelişmekten başka çare savunma ihtiyacı duyarlar. Bundan dolayıdır ki teknolojinin bırakmamışlardır. Fatih Sultan Mehmet İstangelişmesine neden olan etmenlerdendir savaş. bul’u fethederek Avrupa’da Rönesans hareketiTürkler tarih boyunca büyük devletler kurmuş ve genel nin başlamasının nedeni olmuştur. Sadece bu olarak askeri alanda çok başarılı olmuştur. İstilalar, meyşekilde değildir Türklerin Avrupa’yı etkilemedan muharebeleri, akınlar, kuşatmalar derken sayısız baleri. Türkler tarih boyunca çok önemli bilim şarılar kazanmıştır Türkler. Bu yüzden Türkler her zaman adamları yetiştirmiş ve bilimde ileride olmuştu. rakiplerinden üstün olma amacı taşımış bu yüzden bilime Elbette sürekli Türklerle etkileşimde olan Avrubüyük önem vermiştir. Aynı zamanda Türklerin rakipleri pa Türklerden bilim konusunda etkilenmiştir. de Türklerden korunmak için kendilerini geliştirme ihityacı bulmuştur. Yıllarca Türkler tarafından mağlup edilmişti Avrupa. Nedeni ise Türklerin bilim açısından Avrupa’dan önde olmasıdır. Daha sonra ise Avrupa gelişmeye başlamış Türkler duraklamıştır. Bunun ilk patlağı ise 2. Viyana Kuşatması’nda acı bir şekilde yaşanmıştır. Katolik dünyasının Kutsal toprakları ele geçirme çabası sonucu doğmuştur Haçlı seferleri. İlk baktığımızda dini ve askeri olaylar dizisi şeklinde görülse de Haçlı seferleri Avrupa teknolojisini olumlu anlamda etkilemişti. Kutsal toprakları ele geçirmek için uğraşan Avrupa, bu topraklarda Türklerden ve Araplardan gördüklerini Avrupa’ya götürmüşlerdi. Avrupa pusula, barut, kâğıt ve matbaanın yanında matematikle de tanışmış ve dolayısıyla Rönesansın kapısı aralanmıştır. Haçlı seferleri her iki taraf için de büyük sonuçlara ve kayıplara yol açtı. Seferler sırasında binlerce senyör ve şövalye öldü. Sağ kalanların bir kısmı da topraklarını kaybetti. Böylece feodalite rejimi zayıfladı. Krallıklar güç kazandılar. Papanın itibarı azaldı. Avrupa İslam medeniyetini tanıdı. Buradaki bilimden yararlandı. Bunların hepsi Rönesans ve Reform hareketlerinin kökenini oluşturmaktadır. Türkler şüphesiz Avrupa’nın gelişmesindeki en büyük ne-


TÜRKLERİN DÜNYA MEDENİYETİNE KATKILARI İSLAM

Türklerin öz dini Gök Tanrı diniydi. İslam’dan önce bu din yaygındı Türklerde. Sonraları Türklerle etkileşimde bulunan Araplar Türklerin İslam’a girmesine neden olmuşlar ve Türkler arasında İslam yayılmaya başlamıştır. Türkler ise öz dinlerine gayet benzeyen bu dini hızlı ve gönülden bir şekilde benimsemişler, İslam’a büyük bir yarar sağlamaya başlamıştır. Türkler Müslüman olduktan sonra İslam’a büyük katkılar yapmışlardır. İslam’ı yaymakla birlikte onu korumuşlar ve İslam medeniyetini de yaymışlardır. Haçlı seferlerinde kutsal toprakları koruyanlar Selçuklular, Eyyubiler ve Zengiler gibi Türk devletleridir. Yaşanmamış zaman bilinmez elbet, lakin Türkler Müslüman olmasa kutsal toprakların korunması çok zor olacak belki de bugün İslam yerel bir din olaraktı. İslam medeniyeti Türk-Arap-İran medeniyetlerinin karışımı şeklinde tanımlanabilir. Türkler İslam’ı yaymakla birlikte İslam medeniyetine de mimari, ilim, edebiyat, fıkıh gibi alanlarda şüphesiz büyük katkılar sağlamıştır. Mimar Sinan başta olmak üzere Türklerin İslam ve Dünya medeniyetine katkıları reddedilemez. Ali Kuşçu, Biruni, Farabi, İbn-i Sinâ, Uluğ Bey gibi birçok alimin bilime kattıkları da reddedilemez.


TÜRKLERİN DÜNYA MEDENİYETİNE KATKILARI SÖMÜRGECİLİK

Coğrafi keşifler ve Sanayi İnkılabı sonucunda İngiltere, Fransa, İspanya vb. devletler sömürgeci faaliyetler gütmüştür. Amerika ve Afrika’daki doğal kaynakları kendi istedikleri gibi kullanmışlardır. Buradaki halklara zulüm çektirmiş onları esaretleri altına almışlardır. Emperyalist güçler Afrika, Amerika, Avustralya, Hindistan gibi Osmanlı topraklarını da sömürme teşebbüsünde bulunmuşlardı. Bunu kısmi bir şekilde başarmışlardı. Cezayir, Mısır, Tunus gibi topraklar emperyalist güçlerin eline geçmişti. Buna karşın elindekilerle yetinmeyen Emperyalistler Anadolu’yu da sömürge imparatorluklarına katma çabası içine girmişlerdi. Lakin şimdiye dek karşılaşmadıkları bir direniş görmüşlerdi Anadolu’da. Sömürgeciliğe ilk başarılı direniş Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Türk milleti tarafından yapılmıştı. Daha önceleri kimse denememişti bunu. Anti-Emperyalist Türk Kurtuluş Hareketi sadece Türkiye’yi değil tüm dünyayı etkilemiştir. Hindistan’da, Pakistan’da, Güney Afrika’da antiemperyalist hareketler başlamış ve emperyalizm gün geçtikçe güç kaybetmeye başlamıştı. Bunun sonucunda Emperyalistler büyük güç kaybederek Dünya haritası yeniden şekillenmişti.

BİLİM VE TEKNOLOJİ

Türkler, sadece dini ilimler değil müspet bilimler alanında da İslam medeniyetine katkıda bulunmuşlardır. Hâkim oldukları topraklarda medreseler, gözlemevleri, hastaneler vb. kurarak bilimsel çalışmalara yönelmişlerdir. Tıp, matematik, astronomi, fizik, coğrafya, felsefe gibi alanlarda çalışmalar yapmışlar, birçok meşhur bilim adamı yetiştirmişlerdir. Örneğin tıp alanında yetişmiş ünlü âlimlerden biri olan İbn-i Sina Türk kökenlidir. Kitab üş Şifa ve el-Kanun fit-Tıp adlı eserlerin de yazarı olan İbn-i Sina dünyaca tanınmış bir âlimdir. Biruni, Uluğ Bey, Ali Kuşcu, Piri Reis, Seydi Ali Reis ve Farabi de pozitif bilimler alanında çalışmalar yapmış alimlerimizdendir. Bunlardan Biruni fizik alanında önemli çalışmalar yapmış, ışığın sesten daha hızlı hareket ettiğini tespit etmiştir. Uğul Bey ve Ali Kuşçu meşhur astronomi bilginlerimizdendir. Uğul bey Semerkant’ta büyük bir rasathane kurmuş, astronomi (bilimi) alanında çalışmalar yapmıştır. Ali Kuşçu ise İstanbul’da bir rasathane kurmuş, astronomi alanında önemli çalışmalar yapmış ve birçok öğrenci yetiştirmiştir. Piri Reis ve Seydi Ali Reis ise coğrafya alanında çalışmalar yapmış, haritalar çizmiş dünyaca ünlü denizcilerimizdendir. Bunlardan Piri Reis tarafından asırlarca önce çizilen dünya haritası, günümüz haritalarına oldukça yakın ölçüleriyle son derece dikkat çekicidir. Bütün bu gibi örnekler Türklerin yaptıkları sistemli çalışmalarla bilimin gelişmesine katkıda bulunduklarını göstermektedir.


TÜRKLERİN DÜNYA MEDENİYETİNE KATKILARI

ASKERİYE

Türklerin medeniyete yaptığı katkılara bakarsak şüphesiz en büyük katkı askeri alandadır. En ufak örnek olarak Mete Han’ın bugünkü ordular tarafından bile kullanılan onluk sistemi örnek gösterebiliriz. Türkler tarih boyunca girdiği savaşlardan başarıyla çıkmışlar ve askeri konularda Dünya medeniyetine büyük katkılar sağlamışlardır. Savaşlar yalnızca cesaretle, taktiklerle, mertlikle kazanılmaz. Bunun yanında güçlü bir teknoloji de lazımdır. Türkler ise bunların her birine sahipti. Bu yüzdendir ki Türk tarihi kahramanca zaferlerle doludur. Türk milleti tarih boyunca askeri alanda çok önemli işler başarmıştır. Askeriyeye çok önem veren bu millet aynı zamanda etrafındaki milletleri de etkilemişlerdir. Türklerin kullandığı savaş taktikleri, ekipmanlar, zırhlar zamanla etrafındaki milletlere de yayılmıştır. Türkler tarihte askeri taktik olarak genelde süvari taktikleri (Kurt Kapanı, Vur-kaç…) kullanmışlardı. Bu taktiklerin kullanılmasının nedeni Türklerin tarih sahnesine göçebe olarak çıkmalarıdır. Elbette sadece göçebeliğin getirdiği yeteneklerle yetinmeyen Türkler, süvari birliklere önem vermiştir. Bu verilen önem diğer devletleri de etkilemişlerdir. Öyle ki Türklerin etkisi ile birlikte Batı ülkeleri ceket ve pantolon giymeye başlamıştır örnek olarak. Çinliler, süvari tekniğini Türk milletinden öğrendi ve ceket, pantolon, çizme gibi süvari kıyafetlerini giymeye başladılar. Savaş esnasında rahat beslenebilmek amacıyla et konservesi yapan Türkler, et konservesi yapma tekniğini de Çinlilere öğretti ve bu sayede Çinliler ve Avrupalı kavimler et konservesi yapımını öğrendi. Cengiz Han da Türk askeri taktiklerinden yararlanmış ve etkilenmiş büyük bir isimdir. Öyle ki ordusunun %80’i Türklerden oluşmakta ve genelde süvari taktikleri kullanılmaktaydı. Tam bir askeri deha olan Cengiz, bu gücünü biraz da Türk askeriyesine borçludur. Aynı zamanda Cengiz, Mete Han tarafından bulunan onluk sisteme göre ordularını düzenlemiştir. Türkler sürekli savaş halinde bulunmuş bir millettir. Girdiği savaşlardan genelde başarıyla da çıkmışlar, diğer milletleri mağlubiyetlere uğratmışlardır. Kimilerini vergiye bağlamışlar kimilerini himayeleri altına almışlardır. Bunun sonucu olarak da yenilmekten bıkan diğer devletler -burada en iyi örnek Avrupa devletleridirTürklere karşı farklı yollar arayışına girmişlerdir. Osmanlı’nın Avrupa karşısında üstün gelip Balkanlara yayılması ve İpek Baharat yolları hakimiyeti üzerine Avrupalılar yeni ticari yollar arayışına girip Amerika’yı keşfetmişler ve büyük güç kazanmışlardır. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethederek Bizanslı bilim adamlarının İtalya’ya kaçarak Rönesans’ı başlatmasına neden olmuş, Avrupa’ya aslında uzun vadede çok şey katmıştır. Türklerin tarih sahnesinde Dünya medeniyetine katkıları şüphesizdir. Türkler her ne kadar göçebe bir toplum olarak tarih sahnesine çıksalar da medeniyete büyük katkılarda bulunmuşlardır. Burada bize düşen ise bu katkılara sahip çıkmak, onları korumaktır.

- Kadir Gençtürk


SARMAT-ROMA İLİŞKİLERİ

Sarmatlar batıya göçtükçe uç toplulukları da batıya itmekteydiler. Sarmatlar’ın en uç topluluğu Yağzılar’dır. Sarmatlar batıya göçtükten sonra, Karadeniz kıyısında Dinyester Nehri ve Aşağı Tuna arasında yaşamaya başlamıştır. Roma İmparatorluğu tuna üzerinde yayılmaya çalıştıkça yahut yayılmaya başladıkça Yağzılar ile Roma karşı karşıya gelmiştir. Romalılar Yağzılaréı bu bölgeden atmak istediği için aralarında sık sık sorunlar yaşanmıştır. MS. 1. YY’nin ikinci çeyreğinde Yağzılar; Tisa Nehri ve Orta Tuna arasındaki Pannonia bozkırlarına yerleşmişlerdir. Roksonlar ise Sarmatlar’ın yanını işgâl etmişler, Roma’ya karşı olan mücâdelede sık sık Yağzılar’ın yanında bulunmuştur. Sarmatlar’ın Roma ile ilişkilerinde batıya itişin etkisi kesinlikle olmuştur. Romalıların saldır ve hızlı genişleme isteği yüzünden ve tâbi ki Karadeniz üzerindeki ekonomik çıkarları etkili olmuştur. MS 41-54 yılları arasında Yağzıların Sueblerin ordusunda paralı asker oldukları bilinmektedir. Buradan Sarmatlar’ın Tuna ve Nisa Nehirleri arasında oturdukları sonucu çıkartılabilir. Sarmatlar batıya göçtükçe uç toplulukları da batıya itmekteydiler. Sarmatlar’ın en uç topluluğu Yağzılar’dır. Sarmatlar batıya göçtükten sonra, Karadeniz kıyısında Dinyester Nehri ve Aşağı Tuna arasında yaşamaya başlamıştır. Roma İmparatorluğu tuna üzerinde yayılmaya çalıştıkça yahut yayılmaya başladıkça Yağzılar ile Roma karşı karşıya gelmiştir. Romalılar Yağzılaréı bu bölgeden atmak istediği için aralarında sık sık sorunlar yaşanmıştır. MS. 1. YY’nin ikinci çeyreğinde Yağzılar; Tisa Nehri ve Orta Tuna arasındaki Pannonia bozkırlarına yerleşmişlerdir. Roksonlar ise Sarmatlar’ın yanını işgâl etmişler, Roma’ya karşı olan mücâdelede sık sık Yağzılar’ın yanında bulunmuştur. Sarmatlar’ın Roma ile ilişkilerinde batıya itişin etkisi kesinlikle olmuştur. Romalıların saldır ve hızlı genişleme isteği yüzünden ve tâbi ki Karadeniz üzerindeki ekonomik çıkarları etkili olmuştur. Ms 41-54 yılları arasında Yağzıların Sueblerin ordusunda paralı asker oldukları bilinmektedir. Buradan Sarmatlar’ın Tuna ve Nisa Nehirleri arasında oturdukları sonucu çıkartılabilir. Yağzılar ile Romalılar’ın ilişkileri bu zamandan sonra başlamıştır. MS 69 baharında tuna üzerine yerleşen Sarmatlar, buradan hızlıca atılmışlardır .Sarmatlar Moesia’ya saldırarak almış, valiyi öldürmüşlerdir. Ardından atanan yeni vâli burayı yeniden almıştır. Bundan sonra Yağzılar büyük bir Roma leyjonunu yok etmişlerdir. Bunun üstüne Roma İmparatoru bizzat 2 kez (MS 89 ve 92 yıllarında) savaşa tutuşmuştur. İmparator sâdece küçük bir zafer kazanmıştır. MS 2. YY’da Sarmatlar Romalılar ile dost olmuştur. Hadrianus MS 118’de Dacia ve Tuna üzerine yürümüş ve Sarmatlaréı orası üzerinden atmıştır. Her yerden göç alan Roma zor bir duruma düşmüştür. Romalılar önemli düşmanları Markomanlar’a yenilmişler ancak sonradan ittifak kurarak tekrar yenmişlerdir. 171 yılında Romalılar Sarmatlar’a karşı büyük başarı göstermişlerdir. 2yıl sonra Markomanlar yenilmişlerdir. Bunun üzerine Tuna sınırı kontrôl altına alınmıştır. İmparator Marcus 175 yılında Yağzılar’a karşı kesin zaferi kazanmıştır. Bundan sonra Sarmaticus ünvânını almıştır. Sarmatlar bunun üzerine Roma ile bir antlaşma yapmışlardır. Tutsakları geri vermeyi ve Roma egemenliğini kabûl etmek zorunda kalmışlardır. Barış yapılmış fakat antlaşmalara uymamaları sebebi ile 177 yılında 2. Bir savaş başlamıştır. Göç yollarını kapatarak düşmana böl ve hükmet tekniğini uygulamak durumunda kalmıştır. Yağzılar’a yumşak davranılmış kalanlara ise öldüresiye dövüşülmüştür. Bunlar kayıtsız şartsız tâbî olmak zorunda kalmıştır. Sonuç olarak bu mücâdelede kazanan Roma olmuştur.

- Buğrahan Yılmaz


NAZIM HİKMET Nazım hikmet denilince akla, huzur veren şiirleri gelir. Çünkü o, cumhuriyet dönemi şâirleri içinde belki de en sevilen şâirlerimizdendir. Fakat yine de hakkında en çok tartışma yapılan kişilerdendir. Fakat şu husus önemlidir; sevmesek bile şâirliğine saygı duymalıyız. Hiç bir edebiyat sever şu şiirine kötü diyemez;

Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz, ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda, budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz. Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında. Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda. Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl. Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril, koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil. Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var. Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a. Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım. Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u. Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım. Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda. Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında. Nazım Hikmetin hayat yolculuğu 1902‘de Selanik’te başlamıştır. Babası ise devlet memuru annesi Celile Hanım ise başarılı bir ressamdı. Göztepe de Taşmektep İlkokuluna (Sıbya Mektebi) başladı. Liseyi Galatasaray lisesin de okudu. Daha sonra numune mektebinde geçti oradan da Heybeliada Deniz Lisesi’ne geçerek mezun oldu. Daha sonraki yaşamında ömrü davalar ve hapislerde geçti. Şiirleri beste, hayatına filmler yapıldı. - Deniz Öner


İYON İSYANLARI

İyon isyanları Yunan-Pers Savaşları ve Kıbrıs tarihin de önemli yer kaplar. İsyanı anlamak için ilk olarak isyana genel olarak bakmalıyız. Bu isyanlar MÖ 99-93 yılları arasında gerçekleşmiştir. Batı Anadolu’da ki yıkılmış bir ülke olan İyonya’nın özgürlük isteyen halkı tarafından çıkarılmış ve İyon halkından etkilenen Kıbrıs halkına da yayılmıştır. İsyan Ahameniş İmparatorluğuna karşı çıkarılmış başarısız bir isyandır. İyonya bu isyan çerçevesinde sınırlarını Marmara’ya kadar genişletmiş ve bugün ki İstanbul olan Byzantium şehrini kontrol altına almıştır. Tabi ki bu ayaklanma büyük Pers ordusu için kolay lokmaydı. Yunanlıları rahatça yeniyorlardı. Şimdi bu isyanının Kıbrıs kolunu inceliyelim. Kıbrıs, Mısır’ın M.Ö 525 yılında Pers Kralı II. Kambises tarafından işgalinden önce Mısır kontrolündeydi. Özellikle adada bulunan Fenikelilerin zengin bakır kaynaklarının da hakimi olmaları adadaki Pers gücünü daha da pekiştirmişti. Birçok küçük krallıktan oluşan Kıbrıs’ta, Salamis Krallığı zamanla güç kazanarak Ada’daki birinci güç olmuştu. İyon Ayaklanması’nın duyulduğu Kıbrıs’ta bulunan birçok krallık Perslere haraç vermekten bıkmıştı. Özellikle Grek kökenli krallıklar tarafından başlatılan bu ayaklanmalar Ada’nın güney sahilindeki Fenikeliler’in kontrolünde bulunan Amathus dışında tüm kentlere yayılmıştı. Giderek yayılmaya başlayan isyanın önderi Onesilus olmuştu. Fakat Onesilus, abisini ikna edemeyince hem isyanın hem de Krallığın başına geçerek abisini surların dışına attı. Abisini saf dışı bırakan Onesilus, artık Ada’nın en güçlü ve en zengin Krallığının hükümdarıydı ve kısa zamanda Amathus hariç bütün Krallıklar isyan etmeye başlamışlardı. Onesilus ilk iş olarak tüm birliklerle Pers yanlısı olan Amathus’a saldırdı. Heredot’a göre Kıbrıs sadece MÖ 498-497 yılları arasında özgür kalabilmişti. Pers Kralı Darius’un kızları ile evli olan Dauries, Hymaees ve Otanes, isyan eden Kıbrıs Krallıkları üzerine saldırmak için görevlendirilmişti. Bunun Salamis Kralı Onesilus, İyonya’ya haber göndererek yardım istedi. Bunun üzerine İyonlar bir donanma kurarak gönderdiler. Kilikya’dan hareket eden Pers kuvvetleri Salamis Krallığı üzerine yürüdüler. Bu harekete yardım olarak Fenikeliler’de donanmalarını gönderdi. Karadan Salamis kuvvetleri Pers ordularıyla savaşırken; denizden İyon donanması da Fenikelilerin deniz kuvvetlerine karşı koyacaklardı. Çarpışmanın başında Kral Onesilus’un, Pers komutan Artybius’u öldürmesi Kıbrıs güçlerine bir avantaj sağlasa da, Kourion Kralı olan Stesenor’un ihanet edip Perslere katılması adeta Kıbrıs Krallıklarının sonu olmuştu. Savaşın sonu yakınlaşmıştı. Kıbrıs güçleri savaşı kaybetmişti ve Kral Onesilus öldürülmüştü. Deniz muhaberesinde İyon kuvvetleri Fenike kuvvetlerini bozguna uğratmış fakat karada alınan yenilginin haberi bu zaferi geçersiz kılmıştı. İyonların kendi ülkelerine dönmelerinin ardından Kıbrıs’taki Krallıklar tek tek düştü ve en sona beş aylık kuşatmanın ardından kahramanca savunulan Soli kenti de düşmüştü. Bu başarısız isyan ardından Kıbrıs Büyük İskender dönemine kadar Pers egemenliği altına girmiştir.

- Fahri Haşimoğulları


GÜNEYDOĞU ANADOLU NEDEN TÜRKLEŞMEDİ?

26 Ağustos 1071 Malazgirt’e girdiğimizde Anadolu maceramız başlamıştı. Onlardan önce Hunların Anadolu Akınları, Sinop, Erzurum, Şam gibi birçok yere gittiğini ve Avarlar’ın Balkanlar’dan kalkıp İstanbul’u kuşattığını biliyoruz. Ama 1071 ile birlikte tam anlamıyla kapı açılmış ve Anadolu’ya adeta bir Türkmen Göçü yaşanmıştır. Göçebe oldukları için Türkmen Boyları fazla nüfus besleyemez fakat göçebe olmalarına rağmen Osmanlı zamanında 100.000 kişilik Türkmen Boyları vardır. O zaman ki Sivas’ın nüfusunun 3.000 olduğunu düşünürsek bu sayı oldukça fazladır. 1071 de Rumların olduğu bu topraklardaki insanlar artık Türkçe konuşmakta, Türk Bayrağı için can vermekte, Türk örf ve adetlerine göre yaşamlarını sürdürmektedir. Anadolu da ki milletler Türkleşmiş ve ortak bir Türk Bilinci oluşmuştur. Anadolu da ki bütün Rumlar’ın Avrupa’ya kaçtığını düşünmek delilik olur. Bugün Edirne, Tekidağ gibi batı illerde Türkçe konuşulmakta fakat Anadolu’ya girdiğimiz kapı Malazgirt’te Kürtçe hakimdir. Güneydoğu Anadolu bölgemizde insanlar kendilerini Kürt olarak tanıtmakta ve Kürtçe konuşmaktadır. Yıllarca Ak Koyunlu Türkmenleri‘ne başkentlik yapan Diyarbakır ilimiz Kürtler ile bağdaştırılmaktadır. Peki Neden? Anadolu’daki Rumlar şuan kendilerini Türk bilirken ve Türkçe konuşurken neden Güneydoğu ve bazı Doğu Anadolu illerimiz ve ilçelerimizde Kürtçe hakim? Bunun cevabını doğruca tarihten alıyoruz. Daha İstanbul fethedilmeden önce II. Murat zamanında gelecekteki Safevi Devleti’ni kuracak olan Şah İsmail’in dedesi Şah Cüneyt siyasi arayışlar içerisine girince Kara Koyunlu devleti tarafından kovuldu. Osmanlı Devleti sınırlarına girmek isteyen Şah Cüneyt dileklerini II. Murat’a iletti. II. Murat’ın cevabı ise o zamanki istihbaratın kuvvetini ortaya koyar şekilde “Bir tahta iki sultan sığmaz”. Daha bir devlet kurmamış, sadece bir tarikat olan Safeviler’in siyasi arayışlarda olduğunu bilmesi üzerine Şah Cüneyt Karamanoğlu Beyliğine geçer. Kaderin cilvesidir ki Aşıkpaşaoğlu o sırada Konya’dadır. Bazı Türkmen boylarında tam olarak Şiilik olmasa da bazı farklılıklar gösterdiği biliniyor. Hatta Şah Cüneyt cemaate alınmıyor ve dışarıda namaz kılmak zorunda kalıyor. Şah Cüneyt Antalya’ya gittiği zaman müthiş bir kalabalıkla karşı karşıya kalıyor Teke Türkmenleri tarafından büyük bir ilgi görüyor, Şah Cüneyt nereye giderse orada büyük bir ilgi ile karşı karşıya kalıyor. Yozgat Türkmenleri, Rum Türkmenleri, Canik

Türkmenleri, Ak Koyunlu Türkmenleri, Halep-Bayırbucak Türkmenleri gibi birçok kesim tarafından büyük bir ilgi ile karşı karşıya kalıyor ve çok seviliyor. Bölge devletleri tarafından kovulması yüzünden Ak Koyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın daveti üzerine Diyarbakır’a gidiyor. Oğlu Haydar, Uzun Hasan’ın kızı Alemşah Begüm ile evlendiriliyor. Bu evlilikten 3 tane çocuk doğar ve en küçüğü Şah İsmail’dir. Uzun Hasan’ın Kara Koyunlu devletini yenmesi ile başkent Tebriz’e taşınıyor. O sıralar Şah Haydar’da babası gibi siyasi arayışlar içerisinde gücünün neye yettiğini anlamaya çalışıyor ama bunu yaparken bir tarikat yürütürmüş gibi yapıyor, derviş kıyafeti ile geziyor. Şah Haydar’ında Cüneyt gibi öldürülmesi ile İsmail için zor günler başlıyor. 4 yıllık bir zindan hayatı ardından ev ev kaçırılması Kızılbaşlar ve tarikat üyeleri tarafından korunması ve 13 yaşına kadar İran’ın Gilan bölgesinde yaşamasının ardından 7 kişi ile devlet kurmak için çıktığı yolda bir anda 70 kişi oluyor Erdebil civarına girecekleri sırada 400 kişiye ulaşıyorlar. Erdebil’e giremiyorlar ve Bingöl yaylalarına gidiyorlar ve oradan etrafa haber salıyorlar “Şahımıza katılın” . Dulkadir Türkmenleri, Şamlı Türkmenler, Teke Türkmenleri bir anda sayıları 7.000 oluyor ve 1514’e kadar bir zaferler serisi başlıyor. 7.000 kişi ile 30.000 kişinin mağlup edildiği zaferlere imza atılıyor. 1502 yılında daha henüz 17 yaşındayken Tebriz’e giriliyor ve Safevi Devleti kurulmuş oluyor. Buna göre; Safevi Devleti tamamen Türkmenler tarafından destek görmüştür. Anadolu’dan giden Türkmenler, Azerbaycan ve Güney Azerbaycan Türkleri tarafından kurulmuştur. Devletin kurulmasın-


GÜNEYDOĞU ANADOLU NEDEN TÜRKLEŞMEDİ? dan sonra Anadolu’daki Türkmenler göçe devam etmişlerdir. Hatta Pir Sultan Abdal gibi bazı aşıklar da bu göçü adeta eserlerinde teşvik etmişlerdir. (Pir Sultan Abdal, Kanuni’nin emri ile öldürülmüştür.) IV. Murat devrinde Kasr-ı Şirin Anlaşması ile İran’la günümüzdeki sınırlarımız çizildi. Bugün İran’da 30 Milyon Türk yaşıyor. Ama İran’a sınırımız olan topraklarda olması gereğinden fazla Kürtçe konuşan insan ve Kürt aşiretleri vardır.

Hızır Paşa bizi berdar etmeden, Açılın kapılar Şah’a gidelim, Siyaset günleri gelip çatmadan, Açılın kapılar Şah’a gidelim. Bunda bilmeyeni bildirirler mi Eli bağlı namaz kıldırırlar mı Yoksa Şah diyeni öldürürler mi Açılın kapılar Şah’a gidelim.

Aslımız Muhammet kıyman cellatlar Üstümüzde bite davacı otlar Ölüm Allah emri ya eziyetler Açılın kapılar Şah’a gidelim. Her nereye baksam yolum dumandır Pirim bana küfür etse imandır Zincir boynum sıktı halim yamandır Açılın kapılar Şah’a gidelim. Sağlıklı mı ola dostun illeri Karşıda görünen tozlu yolları Şah’tan elçi gelmiş dem bülbülleri Açılın kapılar Şah’a gidelim. Güzel Şah’ım çıktı m’ola köşküne Can dayanmaz gayretine müşkine Seni beni Yaradan’ın aşkına Açılın kapılar Şah’a gidelim. Kapısı yok bacasından bakarım Gözlerimden hasret yaşı dökerim Şah’a giden bir bezirgan tutarım Açılın kapılar Şah’a gidelim. Pir Sultan Abdal’ım güzel şah canım Ağlamaktır benim demim devranım Arşta melek yerde çeşm-i efgânım


BATININ EJDERHASI: ENDÜLÜS MEDENİYETİ

Endülüs deyince akla ilim ve kültür gelir. İslam dünyasının Abbasilerle birlikte her bakımdan en ileri devletini Endülüslüler inşa etmiştir. Dünyaca ünlü kütüphanesiyle, okullarıyla ve yapılarıyla Endülüs İslam’ın Avrupa’ya en büyük hatta dünyaya en büyük hediyesidir. Endülüs’ü tanımak için kısaca emirliğin kurulduğu 756 yılına kadar değinmekte fayda var. İlk Keşif Emevilerin Kuzey Afrika valisi Musa b. Nusayr (640-716), Halife Velid b. Abdülmelik’in izniyle 710 ilkbaharında Tarif b. Malik komutasındaki 500 kişilik bir keşif birliğini İspanya’nın güney kıyısına sevk etti.Bu küçük çıkarmadan olumlu sonuç alınınca fetih hazırlıklarına başlandı. Vadi Lekkü Savaşı 28 Nisan 711’de Tarık b. Ziyad komutasındaki 7.000 askerden oluşan ordu İspanya’ya gönderildi. Ordu sonradan 5.000 asker ile takviye edildi. Bu sırada İspanya’ya hakim olan Vizigot Krallığı taht kavgaları, toplumsal ve dini çatışmalar sebebiyle zayıflamış durumdaydı. İspanya’nın güney ucundaki Cebelü Tarık dağının eteğinde karargah kuran İslam ordusunun, Kral Rodrido komutasındaki Vizigot ordusunu Vadi Lekkü (Guadalbeca, Barbate) savaşında yenmesiyle fethin önü açılmış oldu. 712 Yılı Fetihleri Musa b. Nusayr da çoğu Araplardan müteşekkil 18.000 kişilik ordusuyla İspanya’ya geçerek İşbiliye (Sevilla), Karmune (Carmona), Leble (Nielba) ve Maride’yi (Merida) fethetti. Tuleytula’da (Toledo) Tarık ile buluştu.Ülkenin kuzey istikametine doğru yapılan harekatla bölgenin bütün şehirleri fethedildi. Hatta Pireneler aşılarak o devirde Avrupa’nın en kuvvetli devletine sahip olan Franklarin topraklarına da girildi. İslamiyetin İspanya’ya Girmesinde Etkili Olan

Faktörler 1. Devrik kral Witiza taraftarları, 2. Devlet baskısı altında bulunan Aryanlar (Muvahhid Hristiyan) 3. İç kargaşa ve adaletsiz yönetimin maddi manevi sıkıntılarından bunalan İberya halkı. Fetihlerin Sonu (735) Güneybatı Avrupa’yı oluşturan İberya’nın 711735 arasında fethedilerek Endülüs’e dönüştürülmesiyle birlikte ilk dönem İslam fetihleri tamamlanmış oluyordu. Valiler Dönemi 714’te Halife Velid b. Abdülmelik’in isteği üzerine Musa, Endülüs’ün idaresini oğlu Abdülaziz’e bırakıp Tarık ile birlikte Dımaşk’a (Şam) döndü. Böylece Endülüs’te valiler dönemi başlamış oldu. 756 yılına kadar 21 valinin görev yaptığı bu dönemde fetih hareketleri Avrupa içlerine kadar ilerledi.732 yılında Paris yakınlarındaki Tours’da Puvatya Savaşı’nda Müslümanlar Franklere yenildi. Bu tarihten sonra Endülüslüler daha çok iç savaş ve karışıklıklarla uğraştılar. Buna mukabil kuzeyde dar bir şeritte sıkışmış vaziyette olan Hristiyanlar direniş ve devletleşme çalışmalarını başlattılar. Fethinden 756 yılına kadar Endülüs, Maşrık (Doğu İslam Ülkesi) merkezli dev bir dünya imparatorluğu olan Emevilere bağlı bir eyalet olarak yönetildi. 750’de gerçekleşen bir ihtilalle bu büyük imparatorluğun idaresi Abbasilerin eline geçti. Abbasi kıyımından kaçarak kurtulabilen tek Emevi hanedan üyesi Abdurrahman 756 yılında Endülüs’ün idaresini ele geçirdi. Böylece 1031’e dek 275 yıl sürecek Endülüs Emevi Devleti’nin kurucusu oldu. 929 Yılı III. Abdurrahman kuzeydeki Hristiyanlığa ve hızla yayılan Şii düşünceye karşı birlik ve beraberliği sağlamak amacıyla kendisini halife ilan etti. 1031 Yılı ve Sonrası 102 yıllık halifelik dönemi birkaç hükümdar dışında çalkantılı ve

ve isyanlarla dolu geçti. 1031’de Kurtuba’daki Emevi ailesinin mensupları halkın ileri gelenleri tarafından sürgüne gönderildi ve Endülüs Emevi Devleti dağıldı. Daha sonraki 200 yılda küçük şehir devletleri Endülüs’ü yönetmeye başladı. Güçlenen Hristiyan devletlerine karşı Fas’ta kurulan Murabıtlar ve Muvahhidler’den yardım istendi. 1238’de Gırnata’da Beni Ahmer Emirliği kuruldu ve 1492’deki hazin sona kadar Endülüs’te İslam hep hayat bulmayı başardı. Böylesine muhteşem ve görkemli bir tarihin hazin bir sonla bitmesi bile Endülüs’e hiçbir şey kaybettirmiyordu aslında. Bugün bile Endülüs deyince gururlanır ve övünürüz. Sırlarla dolu Endülüs hakkında aslında çok az şey biliyoruz. Örneğin, Müslümanların Amerika kıtasını keşfettiği iddia edildiğinde aklımıza ilk gelmesi gereken ihtimal Endülüs’tür. Bu konuda önemli çalışmalar da mevcuttur ancak teoriden öteye geçememiştir. Kolomb’un yaşadığı yerin de Endülüs’ün eski hakimiyet alanlarından biri olduğu düşünülürse küçük de olsa bir umut ışığı aramak bile güzel hissettiriyor. Nitekim Kübalı Prof. Dr. María Rosa Menocal, The Ornament of World adlı eserinde Endülüs’teki Al-bayzin (Beyaz Evler) mahallesinin Küba ve California’daki beyaz evlerle ilişkisini ortaya koymaktadır. Amerika’yı kimin keşfettiği senaryolarında Endülüs hakettiği ilgiyi görmemektedir. Endülüs ile alakalı bir diğer bilindik hikaye de ‘’gemileri yakmak’’ deyiminin buradan geldiği ile alakalıdır. Rivayete göre Tarık b. Ziyad Endülüs’e ayak bastığında askerleri geri dönmesin diye gemilerini yaktırmıştır. Ancak ortaya çıkan gerçekler bunun tatlı bir hikayeden ibaret olduğunu haber


BATININ EJDERHASI: ENDÜLÜS MEDENİYETİ

Tarık b. Ziyad’ın Endülüs’e geçmek için gemileri Vizigot Kralı Witiza’nın Sebte Valisi Julian’dan aldığı bilinmektedir. Öyle ki Julian Müslümanları Endülüs’ü fethetmeleri için teşvik etmiştir. Endülüs’le alakalı en meşhur anektodlardan biri de 400.000 ciltlik devasa kütüphanedir. Halife Hakem’in kitaplara duyduğu ilgi sebebiyle Kurtuba’nın kitaplarla dolup taştığı hatta Bağdat ve Kahire kütüphaneleriyle de yarıştığı bilinmektedir. Hatta bu sayıyı 500, 600 binlere kadar çıkaranlar da vardır. Ancak yine aynı şekilde sayıyı abartılı bulan yazarlar da bulunmaktadır. Doğudan ve batıdan pek çok alimin Endülüs’e gelerek ilim tahsil ettiği, Avrupa’nın Erasmus temelini attığını bile iddia edebileceğimiz boyutlarda bir öğrenci merkezi olduğu da ayrıca bir gurur kaynağıdır. Yine aşırı muhalifleri olmasına karşın Endülüs müziğin de geliştiği bir yer olmuş ve başta emirler müzikle yakından alakalı olmuştur. İbn Haldun’un da uzun süre Endülüs’te kaldığı, bilgi edindiği ve gözlem yaparak eserlerinde bahsettiği bilinmektedir. İslam dünyasının en büyük alimlerinden biri olarak kabul edilen İbn Arabi’nin de Endülüslü olduğu ve ömrünün yaklaşık 20 senesini burada ilim öğrenerek geçirdiği de önemli bir bilgi olarak hafızalarımızda yer tutmaktadır. Endülüs’ün o müthiş kültür ve medeniyetinde yapılar da önemli bir yer tutmaktadır. Bugün bir elin parmağını geçmeyen o yapılar Reconquista hareketleri zamanında yakıp yıkılmıştır. 1492’den sonra ise kalan yapılar ya yıkılmış ya da kiliseye çevrilmiştir. İspanyolların tarih katliamı yaptıkları bu dönemden geriye çok az eser kalabilmiştir. El Hamra Sarayı ise bu eserlerden biridir. Yeryüzünün en görkemli saraylarından biri olan El Hamra, bugün

hala duvarlarına kazınan ‘’Allah’tan başka galip yoktur’’ sözüyle tarihe meydan okuyor. Botanik ilminin de sonra derece geliştiği Endülüs’te çoğu sarayın bahçesi Nasri Emiri III. Muhammed tarafından düzenlenmişti. Endülüs’ün Avrupa’ya katkıları ise adeta günümüzde bizleri hayıflandıracak kadar önemli. Kağıt yapımını Avrupa’ya öğreten Endülüslüler aynı zamanda yükseköğretim ve tıp alanında, modada, temizlikte, şehircilikte, mutfakta, tarımda da örnek olmuştur. Dünyanın büyüklüğünü Yunanlılardan daha doğru bir şekilde hesaplamış ve Cabir’in Teodalit’i diye bilinen çubuklu bir güneş saatini de yapmışlardır. Ve dünyanın en güzel şehirlerinden olduğu rivayet edilen hatta yeryüzündeki cennet denilebilecek kadar övgüye mahsar olan Medinetüzzehra’nın ruhu bugün hala yaşıyor. Endülüs’ün önemli bir özelliği de üç büyük dinin inananlarının aynı çatı altında rahatça yaşayabilmesiydi.

Özellikle Yahudilerin Müslümanlarla yakın ilişkiler kurması da Endülüs’ün nasıl bir medeniyet yarattığının önemli bir göstergesi. İslam dünyasının sekiz asırlık mucizesi Endülüs’ü anlatmaya ne satırlar ne de kelimeler yeter... Türkiye’de ve İslam dünyasında Endülüs’e gereken önem, ilgi ve alaka gösterilmemekte; tanınmamaktadır. İslam dünyasının bu zirvesi sırlarla dolu bir okyanus, keşfedilmeyi bekleyen yeni bir dünyadır. Endülüs’e bugün bizden daha çok sahip çıkan yabancılar -özellikle de İspanyollartarihten büyük dersler çıkarmayı başardıklarının bir göstergesidir. İslam dünyası ise kendi sorunlarıyla boğuşan ve geçmişini ötekilerin kucağına bırakan ölü bir aslandan farksızdır. Kendimize gelmek, yeniden şaha kalkmak istiyorsak Endülüs’ü iyi anlamamız, çözümle mememiz gerekiyor.

- Faruk Aydın


DALKAVUKLAR MI, KAHRAMANLAR MI?

Dalkavuklar Gecesi’ isimli kitap Nihal ATSIZ tarafından 1941 yılında yazılan ve bir süre sonra toplatılan bir romandır. Bu kitabın o yıllarda yazılması Atsız tarafından müthiş bir cesaret örneğidir. Ki cesaret dememin sebebi ise ‘Tek Parti’ devrinde dönemin insanlarının ağır bir şekilde tenkide tutulmasındandır. Romanda ismi geçen karakterlerin çoğu gerçekteki kişileri temsil ediyordur ve isimlerinin tersten okunmasıyla belirtilmiştir. Örneğin, Başhekim Ziza ismiyle geçen kişi Şevket Aziz Kansu, Yaver Sabba adıyla geçen kişi ise Cevat Abbas Gürer’dir. Bu kitapta bunun benzeri bir çok örnek veriliyorken bu bize gösteriyor ki Atsız bu kitapta bize belli kişileri anlatacak ve roman üzerinden bize düşüncelerini belirtecek. Anlatılanlara gelecek olursak hikaye Hatti Devletinin ‘Hattuşaş’ isimli şehrinde geçiyor. Kral Subbiluliyuma’nın (İsmet İnönü olarak belirtilir) doğan çocuğu sebebiyle şehirde şenlikler eğlenceler düzenleniyordu. Sonra belli başlı olaylardan sonra Hantilyas diye bir kadın sarayın mahzenlerinde bulunan fıçılarla dolu zehiri içmiş ve ona hiçbir şey olmamış aksine gülmeye başlamıştı. Kral onun bu gülen halinden sonra zehirin olduğu yere gitmiş çevresindekilere tattırdırdığında onlara da birşey olmamıştı. Bunu gören Kral kendiside tattıktan sonra içinde bir rahatlık hissetmiş ve Başkumandan Tutaşil’e de (Fevzi Çakmak) tadına bakmasını söylemişti. Başkumandan Tutaşil bunun zehir olamayacağını çünkü insanın içine rahatlık verdiğini söyleyince Kral, daha sonra Filozof İlanasam (Hasan Ali Yücel), Cüce

İrdas, Başhekim Ziza (Şevket Aziz Kansu) gibi pek birşey bilmeyen işi gücü Kral Subbiluliyuma’ya yalakalık yapmak olan ‘Dalkavuklar’a gitti. Filozof İlanasam bunun boya olduğunu sonra da biraz kıvırarak bunların boya olarak kullanılan zehir olduğunu söyledi. Daha sonra Cüce İrdas’a gidince de alacağı cevap yine zehir oldu. Kral son defa da Başhekim Ziza’ya gitmiş. Başhekim Ziza ona bütün hastalıklara iyi gelen şifalı su olduğunu söyleyince de Kral çevre ülkelerin tüm bilginleriyle katılmasıyla bir kurultay toplama kararı aldı. Kurultaya uzak yakın tüm bilginler gelmişti. Kral bilginlere bu suyun atalarına Tanrılardan geldiğine kanıtlayanlara ödül vereceğini söyleyince herkes bin bir türlü yalanlarla bunu ispat etmeye çalıştı. Aralarında bunun üzüm suyunun ezilerek yapılan şarap olduğunu söyleyen İkeznini (Zeki Velidi Togan) ise hırpalanıp sürgün edildi. Şarap ile ilgili doğruları söylediği sebebiyle sürgün edilen bilgin İkeznini kitapta Türk tarih tezini eleştirdiği için üniversiteden atılan ve yurtdışına gitmek zorunda bırakılan Zeki Velidi Togan’ı temsil etmektedir... Atsız bu kitapta kendini ‘Kahin Şilka’ karakteri olarak canlandırmıştır. Halk arasında ‘Şarap’ demek kanunen yasak olmasına rağmen halk arasında şarap adınının yayılmasındaki en önemli sebep o olmuştur. Çünkü oğluna her yerde ‘şarap’ diye bağırmasını öğütlemiştir. Oğluna bu öğüdü vermesinden sonra mahkemelik olmuştur. Cezası oğluna verilmeyeceğinden kendisine verilecektir. Uzun tartışmalar sonunda hakim tam idam

kararını verecekken Başkumandan Tutaşil olaya karıştı ne yapıp ne edip sonunda Kahin Şilka’yı beraat ettirmeyi başarmıştır. O sırada ise Kral sarayda durmadan içiyor ne yaptığını bimiyordu. Sarhoş haliyle en iyi vezirlerini saraydan kovup Cüce İrdas, Filozof İlanasam gibi dalkavukları yanına vezir yapıyor daha sonra onlarla sabaha kadar içiyordu. Bir gün yine Kral vezirlerle içerken Tutaşil kralın yanına geldi ve ona Kaska’ların sınırı aşıp köyleri yağmaladığını söyledi. Kral derhal ona savaş arabalarını hazırlamısını ve subayları toplamasını emretti ve vezirleriyle içmeye devam etti. Tutaşil canla başla orduyu 15 günde savaşa hazırlayıp ordunun geçişi için kraldan geçiş iznini bekliyordu. Lakin Tutaşil’i rahatsız eden bir şey vardı oda piyade kumandanının Asurlu, Süvari kumandanının ise Mısırlı oluşu idi. Kahin Şilka da o yüzden Tutaşil tüm umudunu savaş arabalarını ve 60 kişilik seçme adamına bağlamıştı. Nitekim ki öyle oldu kral sarayda vezirlerle şarap içerken Tutaşil yüzündeki çizikle geldi ve piyade kumandanının kaçtığını, kendi seçme birlikleriyle savaşı kazandığını ancak çok fazla kayıp verildiğini söyledi. Kral onu tebrik ederek dinlenmesi için evine yolladı. Kralın yanındaki dalkavuklar (örn. Hasan Ali Yücel) Başkumandan Tutaşil den nefret ederlerdi. Her fırsatta onu krala çeşitli sebeplerle kötüler ve onun cezalandırılmasını isterlerlerdi. Nitekim emellerine de ulaştılar. Ordunun geçişi sırasında halkın krala değilde Tutaşil’e tezahürat yapmasını bahane ederek kralın aşırı sarhoş halinde onun görevden


DALKAVUKLAR MI, KAHRAMANLAR MI?

azledilmesini istediler. Kral da onun görevden alınmasını ve yerine savaştan kaçan Mısırlı piyade komutanının getirilmesini emretti. Bu karardan en çok memnun olanlar ise dalkavuk vezirler oldu. Halk savaşın kazanılmasını sağlayan Tutaşil’e övgüler yağdırıyordu. Kraldan bir ‘KAHRAMANLAR GECESİ’ yapılmasını istiyordu. Kral da bunu memnuniyetle kabul etti. Halkın katıldığı savaşın asıl kahramanı Tutaşil’in yürüyerek zor geldiği o gecede vezirlerle akıcı bir sohbet ederken (kitapta sohbetin ayrıntıları mevcuttur) birden Kralın ağzından kanlar boşalmaya başladı. Başhekim önemli bir şey olmağını sadece dinlenmesi gerektiğini söyledi. Zaten yenecek içilecek ne varsa hepsi tüketilmişti. Katılan insanlar ve vezirler sabaha kadar doyasıya şarap içmişlerdir. Vezir İlanasam (Hasan Ali Yücel) bazı gençlerin kadınlarla uygunsuz hareketler yaptığını gördüğünde: - Alçak herifler! Utanmıyor musunuz? diye bağırdı. Sarhoş: Kızma vezir hazretleri sizin çatı altında yaptığınızı biz yıldızların altından yapıyoruz Cüce İrdas: Halkın eşekten farkı yoktur. Sarhoş: Eşeğin de senden... Rahip İduskam: Alçak vatan haini! Sarhoş: Çok dırlanma! Bu gece kahramanlar gecesidir. Bizde kahramanlık yapıyoruz. Yaşasın kral! Ziza: Bu vatan hainlerini idam ettirmeli... Nidibanın sabrı tükenmişti: Bana bak! Nankörlük edip durma. Kral ve vezirler olmasa hepiniz aç kalırısınız...Bize saygı göstermeye mecbursunuz. Dalkavuk vezirler isin sarpa sardığını resmi otoritelerini kullanacak bir vasıtanın ortada bulunmadığını görerek sarhoş halleriyle sendeleyerek evin yolunu tuttular...

Kâhin Şilka, bir arkadaşı ile bütün bu konuşmaları dinlemişti. Bir sarhoşlara, bir de vezirlere baktıktan sonra: “Şu sarhoş, beriki herifleri paçavraya çevirdi” dedi. Arkadaşı cevap verdi: Yanlış söyledin. Paçavraları tersine çevirdi!..

Ömer Tarık Bulut


Siz de yazmak ister misiniz? O zaman Facebook grubumuz olan Tarihçiler’e kayıt olarak Buğrahan Yılmaz ile iletişime geçin. Ek iletişim bilgileri yakında eklenecektir.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.