SAYI:1
Özgür Birlik'in Gezi ile ilgili perspektif ve tartışma yayınıdır.
Bir ağaç görünüyordu uçsuz bucaksız betonarmelerin ardından. Bir ağacın rüzgarla söylediği hangi türkü dünyayı güzelleştirebilirdi ki? Elbette isyanın türküsü güzelleştirebilirdi!
Önsöz Yerine; Kimlere Karşı?
Yaşadığımız bu kıyımın ideolojisine siyasal islam demenin hiçbir çözüm yanı yok. Bu tarz tanımlamalar sadece karşıtının ne olduğunu ve olabileceğini görebilmeye yarar. Fakat karşıtının ne olacağı ise egemen kültürün sınırları içerisinde söylenir. Karşıtı ise eski resmi ideolojinin yılmaz savunucuları olan CHP, İşçi Partisi, Sözcü Gazetesi, Yurt Gazetesi ve kendini siyasal islamın ve gelecek o "korkutucu şeriat"ın karşısında bulan her sosyal demokrat ve sol reformist partiler mi? Ulusal şoven reflekslere sahip anti tayyip üzerinden şekillenen dillerini 90 kuşağına dayatıp apolitik gençliği şoven ve militaristleştirme peşinde koşanlar iktidarın karşısında ne zaman dururlar ki? Kendi iktidarlarından olduklarında! Hangisi halkın özyönetimini savunur ki? Hiçbirisi! Geçmiş siyasal iktidarlar, bugünkü siyasal iktidar ve gelecekte siyasal iktidarı düşleyen hiçbir parti, örgüt iktidardan vazgeçmemiştir ve vazgeçmez. Kendinin iktidara geldiği anda koltuğundan olmamak için elinden gelen her türlü zorbalığı gösterir, adı demokrat, liberal, sosyal demokrat ve sosyalist olsa da bu düzen bu şekilde işler! Çünkü devletin dili budur! Ego insanın en kötü düşmanıdır. Ama en güçlü silahıdır da!
A2
Ekolojinin Türkiye’de yaşamsal sorun ların siyasal ve ideolojik bir perspektifle ele alınabilmesindeki yeri ne olacak? Gezi parkı eylemliliğinde toplumsal eko lojik bir hareketin tohumu atıldı mı?
Otoriter solun akılcı, işlevsel çözümlemeleri neoliberal iktidarın karizmatik liderliğindeki gizemci ve sezgisel inanç biçiminin altında eziliyor. Otoriteryanizm duygu ve duyarlılığa, ahlaksal bakışa sarılmadığından bugün bu sol biçimi entelektüel olmayan toplumsal yanı gerici ve İslamcı burjuvaziye kurban ediyor. Usun değilse bile usçuluğun son varış noktası “ karşı durma”dan ziyade uzlaşımcılık olduğundan bugün otoriter sol oportünistleşmeye mahkum olmuştur. Taksim'de tutkuyla yola çıkan ve yolda politikleşecek yığının peşinde koşmak zorunda kalmıştır. Tutku yaban ellerde paralanabilir. Tutkuyu gazdanadam festi- vallerinde, Silivri’de paralayabilirlerdi ve neticede değersizleştirmek ve bir hareketi yozlaştırmak için ulusalcılar ellerinden geleni yaptılar. Marksistleninist ve bilimsel sosyalistlerin rölünü değerlendirmek ayrı bir tartışma konusu. Fakat o tartışmaya bu yazının katkı yapacağını düşünüyoruz. Paradigmanın kırıldığı yerde halen grev çadırını -tam tersini yapmak isterken- marjinalliğe mahkum edip kapitalizmin salt emek üzerindeki sömürüsünü görürsen ve doğa üzerindeki tahakkümünü yadsırsan; bireyin yabancılaşması/yalnızlaşması ve bencilleşmesi sorunlarını da göremezsin, demektir. Bireyin emeğe yabancılaşmasının diğer bütün ilişkilerine yabancılaşmasıyla ilişkisi var. Dolayısıyla emeğin ücretli olarak alınıp satıldığı, sömürüldüğü, yabancılaştığı tüm kapitalist ekonomiyle sarmallanmış yapılar(fabrikalar, atölyeler, oteller, avmler) salt emeğe değil doğaya da yabancılaşan bir araç halini alıyor ve emeği nasıl sömürüyorsa doğayı da dünya üzerindeki kapladığı ihtiyacından fazla yer itibariyle, sanayide hayvanların sömürülerek, katledilerek kapitalizmin,seri üretimin kurbanı haline gelmesi itibariyle ve her türlü kimyasal atık itibariyle sömürür hale geliyor. Sonuç itibariyle ne emek sömürüsü doğa sömürüsünden ne de doğa sömürüsü emek sömürüsünden bağımsız değildir ve 3 dolayısıyla çözümü de bağımsız olamaz.
A
Neoliberalizm modernizmin gri devlet binalarını yıktı ve yerine devasa fetiş mimariler dikmeye başladı. Dubai'deki yapay cennet buna en "devasa" ve "kusursuz" örnektir. Devlet de mimarisi de piyasalaştı. " O zaman, bu süreci Dünya Ticaret Merkezi'nden daha uygun başka ne özümseyebilir ki? Ve gösterinin gücü tüketici imgelemi üzerindeki iktidarı onu ekran üzerinde yok etmekten başka nasıl alt edilebilir ki?" "Gösteri, devlet gücünün bir formudur" Retort
Guy Debord'a göre gösteri " imaja dönüşene kadar yoğunlaşmış sermaye"dir. Ve Ali Artun Çağdaş Sanatın Örgütlenmesi kitabında Dübaili El Maktum Hanedanının Dubai ve Abu Dabi'yi paranın ve sanatın en önemli merkezi yapmaya yönelik başlattığı, bütün tarihin en şaşaalı dev projelerinlerden söz eder. Dubai'de Palmiye Adaları'nda çeşitli medyatik figürlerin yer satın almaları söz konusudur. Projelerin bu şekilde dünyaya satmak amacıyla çıkarılmış söylentiler olması da olasıdır. "Yani bu yıldızların Dubai'yi mesken edinmeleri hayaldir. Ama zaten medyadaki görkemli villa görüntüleri de hayaldir. Çünkü emlakın satışı ve spekülasyon, imaj üzerinden yapılır. Yoksa buralara kimsenin geleceği yoktur. Ama menkul bir değer gibi alınır satılırlar. İstanbul'da da, emlak piyasasının spekülatif bir piyasa olarak örgütlenmesiyle birlikte patlayan, daha inşaatı bile başlamamış konut sitelerini medyadaki hayalleri üzerinden pazarlama humması, bu nedenle Dubaisation olarak anılır. Bölgenin finans merkezi rolünü Dubai'den kapma hırsına kapılan yöneticilerin sözünü ettiği " İstanbul'un Dubaileşmesi"nin arkasında, böyle 'meskun olmadan metruk olan' finans adaları vardır." - Artun, Çağdaş Sanatın Örgütlenmesi, syf. 14-15, İletişim Yayınları.
Dolayısıyla iktidarın İstanbul ve diğer büyük şehirler üzerinde uygulamaya çalıştığı kenti piyasalaştırmaya dair projelerin üretildiği neo liberal politikalar kentte yaşayanın doğrudan bütün yaşam haklarını bu şekilde gasp ederken aynı zamanda yeni rantlar ve kendi dışındaki tüm herşeyi metalaştırmaktadır.
İstanbul'da Taksim Gezi Parkı'nda dubaileşme düşünün bir parçası olan AVM gibi projeler tam da spekülatif biçimde işleyen emlak piyasasının daha inşaatı başlamadan alınıp satılan menkul değermiş gibi pazarlanmasının göstergesiydi. Topçu Kışlası projesi ise geçmiş Osmanlı erkine olan özlemin bir tezahuruydu. Güç gösterilerinin, fetişizminin toplumları da bu gücün karşıtını yaratmasından ötürü Mayıs'ın sonu Haziran'ın başı gibi fitillenen bir isyanın patlayıp Haziran boyunca sürekliliğini koruması ise kaçınılmazdı. Gösterinin alanı sokaklara taştı ve biçim değiştirdi. Devlete ve ezene karşı geliştirilen mücadele biçimleri ve eylem türleri de kaçınılmaz bir dönüşüm yaşadı. Devlet kendini neoliberalizmle birlikte sürdürmeye devam ediyor. Üstelik kapitalizmin neoliberal politikaları devlet olmadan değil aksine ancak devlet varolduğu taktirde sürdürülebilir. Cünkü ekonomik iktidarın yani; kapitalizmin ortadan kaldırılması için siyasal iktidarın yani; devletin yıkılması gerekmektedir. Devletin olduğu bir toplumsallık organik değildir ve doğaya da o derece yabancıdır. Sonuç itibariyle bir siyaset otoriter olmaz ve iktidarın olmadığı bir siyasi mekanizmayı örgütlerse o kadar çok doğayla ilişkilidir ve organiktir. Canlıdır ve diyalekttir. İktidarı arzulamayan bir sol her zaman iktidarsızlarla birlikte hareket etmekten çekinmeyecektir. Dolayısıyla Taksim’de alevlenen bir toplumsal hareket için bu mesele ağaçla ilgili değildir, demek son derece sığ bir sol siyasetin ürünüdür. Ucundan bucağından iktidara karşı gelişen bir hareket- isyan değilse bile- doğayla ilişkilidir ve artık ilişkili olduğu görülmeli, bu doğrultuda siyaset geliştirmekten çekinilmemelidir. Grev çadırını marjinalleştiren otoriter sol yine ekolojiyi -okumakta geç kaldığı bir hareket- de marjinalleştirip kendi paradigmasında boğulacak ve özgürlüğün önünde sekte oluşturan bir reformist hareket olarak karşımızda duracaktır. Ve bu reformist hareket inanmadığı bir radikalliği yok etmek üzere iktidardan çevreye dair ve belli eşitlik ve özgürlük taleplerini gündelik çözüm arayışlarıyla sunacaktır. Böyle bir hareket ise tutkunun ve özgürlüğün düşmanıdır!
A4
Hangi ülkede olursak, hangi dili konuşursak konuşalım "ezen ve ezilen", "yöneten ve yönetilen" ve sömürü sistemi değişmediği için ezilenlerin, ötekilerin dili ile bu ülke topraklarında; Gezi'den sonra çeşitli yerlerde, yörelerde; parklardaki forumlarda gerçekleştirilen öz yönetim pratiklerinden ötürü, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmayı canlı tutmaya çalışmaktan ötürü anarşist komünist bir perspektifin daha da çok geliştiğini görüyoruz. Biz öz- örgütlülüğümüzü devrimci anarşist komünist ideolojiye dayandırarak; anarşist bir düsturla komünist bir dünyanın inşasının mümkün olacağını savunuyoruz. Bir değil milyonlarca ağacın, milyonlarca canlının meselesi olduğunu, Milyonlarca emekçinin meselesi olduğunu, Milyonlarca ötekinin meselesi olduğunu, İnsanın meselesi olsa da olmasa da her türlü tahakkümün karşısında olduğumuzu, bu yolda her türlü otoriter politik çıkışı, liderlik veya öncü olma iddiasını, hiyerarşik yapılanmaları anti-otoriter kültürümüzden kaynaklı red ettiğimizi, ancak mümkün olanın eşitlikçi, dayanışmacı, özgürlükçü bir mücadele biçimiyle gerçekleşebileceğini, bu doğrultuda mücadelenin seyrini belirleyenin sadece ezilenler, ötekiler ve emekçilerin öz örgütlenmesi olduğunu savunuyoruz. Yeni bir hayata özgürlükçü mücadeleyle örgütlenmeye!.. Murray Bookchin
Fiili Gezi Gezi hayalini kurduğumuz dünyanın kendini gösterdiği yerdi.Gülümseyen insanların hepsinin ataleti üzerinden attıkları ve hayatı yeniden ’’insan’’ eliyle kurma makinesinin önemli parçalarıymışçasına işleyişini ve ilerleyişini gördük. Herkes bu bilinçle hareket ediyordu sanki ve Dayanışmanın Canlanması en ufak gülümseme, mimik makinenin diğer parçalarını gayretle çalışmaya ikna ediyordu. Herkes tekti, tek vardı; kendi hesabına çalışmanın zihinlerden silindiği bir parkta herkes kendisi için çalışıyordu. Peki başkası için çalışmak nasıl oluyor da kendimiz için çalışmayla bir arada yürüyordu. Demek ki kendi hesabımıza çalışmak kocaman bir safsataydı. Aslında kendimizden başkalarını düşünüyorduk. 1 Haziran’da gökten zihinlerimize nur yoluyla inmedi ya bu; Öncesinde de vardı. Benim anlayamadığım husus; başkaları için çalışırken nasıl oluyordu da kendimiz için de çalışabiliyorduk? Homojen karışımı nasıl yakaladığımız, “ben”in “biz”e dönüşümü gökten nurla inmedi ya tepemize. Bilmem kimin çayıyla sabaha uyanıp, bilmem kimin sigarasını içmiyorduk. Kendi çayımızı çorbamızı içiyorduk yani. Başkasının sahip olduğu bir şeyi yemek bizi rahatsız ederdi. Her şey bizimdi o halde. Her şey herkesindi. Elbette başka bir boyutta, başka yaratıklar vardı; her şey benim diyen bir takım adamlar… Taksim de, Gezi de İstanbul da onlarındı. “Onca yoksulluk varken’’ Onca yoksul sanayilerde, gecekondularda, mahallelerde bekleşirken bu bir takım adamlar sahiplendikleri şehre istediği her şeyi yapabileceğini sanıyordu. Şehir gökdelenleriyle, takım elbiseli beyefendileriyle, lüks otomobillerle güzel görünüyordu aslında… Onların mağaza vitrinlerindeki ayakkabılara bakanlar vardı. Lüks kafeler balkonlarında zibidileşen gençler barındırıyordu. İçine girilemeyecek dev gibi gri, soğuktan kapıları olan ihtişamlı mimariler…Her gün yüz kez önünden geçtiğimiz vitrinler, güzel yemek kokuları, gözümüze takılan fincan takımları, teraslarda elinde şarap bardağıyla gevezelik edenler, kadınlar ya da erkekler. Kulağımıza çalınan bar müzikleri… Hepsi iç içeydi hepsi, her zaman gördüğümüz gibiydi. Otomobiller İstiklal caddesinin başında bekleşirdi; biri hırtlık çıkarsa da üzerine çullansak diye içinde oturan polisleriyle. “Hırt’’ dediği de şehrin normlarına uymayan ötekinin teki. Daha sonra şehrin normlarına uymayan bir takım ‘’anarşistler’’ türedi geceleri. Tipleri de normlara uymayan, dengesizler. Muhakkak “ot kullanan, alkol alan’’ atraksiyon arayan bir takım insanlar…
A5
Polisler artık hırtlık çıkarsa da biri uğraşsak, diyecek kadar sıkılmıyorlardı. Nereden baksan istikbalin yakışmadığı, İstiklal’e yakışmayan kadınlar… Çocuk doğurup, evlenmesi gereken, tecavüze uğraması gereken, bedensizleşen kadınlar. Günah şehrinin mundar edilesi kadınları. Devletten kaçıp devlete sığınan kadınlar sokağa sığmadılar. İsyana kaçıp devlete saldıran kadınlar sokağa doluştular. Toplumsal fabrikanın tüketim bedenleri üreten isyana dahil oldular. Tüketilerek metalaşan her beden aynaları devlete çevirdi ve devlet korkuyla kendini tükenmenin haznesinde gördü. Bundan sonra her sokakta korkusu tükenmek olacaktı devletin. Takım elbisesiyle, üniformayla, silahlarla, fabrikalarla, hapishanelerle, tımarhanelerle korkacaktı. Devrilen her ağaca on bin insan düşüyordu. Mesele sanki bir ağaç meselesiydi (!) Mesele güzel bir ağaç meselesiydi. Meselenin içinde güzel olan bir şey vardı yani. Güzel olanın peşine takılan <<sanatçılar>> düşürdükleri kalenin çehresini değiştirdiler. Güzelleştirdiler… Güzel kelimesine takılıp kaldık. Nasıl da nereye çeksen oraya gidecek bir kelimedir “güzel’’… Güzel olan bir şeyi açıklayamadığımızda “güzel’’ demekle yetinmek bizi mutlu edebilir ancak. Mesela anarşi güzeldir. İstiklal caddesi güzeldir. Yüksel caddesi de güzeldir. İsyancılarla dolan çirkin sokaklar da güzelleşir hemen. Güzel olan anlamını içinde taşır ve bunu dışa vurmakta oldukça ketumdur. Ancak “güzel” demekle yetinmek yeterli bir tatmindir. Güzel olan duyumsanır; kelimelere ihtiyaç duymadan yetinmesini bilmek gerek, ona yalnızca “güzel’’ diyerek. Bunların hepsi istiklalle sınırlı kalmayan insanların parka gitme hevesleriyle başladı. Güzeldi park… Meydan ele geçirilen bir arzuydu.Gezi arzuydu ve polisler bizi gazladıkça biz arzuladık. Güzel olan arzulanır. Arzu bizi çağırıyordu ve rasyonel kafaları bir kenara koyup arzunun peşine takıldık. Aslında biz güzel bir devrimi kafalamıştık çoktan. Gezi de bize yeşil yeşil göz kırpıyordu düştük peşine. Küçüldü zırhlı araçlar, eli coplu faşistler.Yerde taş tükenmedikçe çekeceği vardı polislerin, her beden koştukça, her kol taş atmak için gerildikçe, yılmadıkça, ilk defa tükenmedikçe…
A6
"Çevresel bozulmanın, endüstrinin ve hükümetin hataları ya da kötü niyetlerinden çok daha derin köklerinin oldugu temel gerçegini her nasılsa gözden kaçırmıyor muyuz?" Murray Bookchin Gezi Sürecinde Otoriter Sola Bakmak
1. Gezi direnişine dışarıdan bir gözle, belirli ideolojik kalıplara paketlemeden bakmaya çalıştığımızda pozitivist marksistlerin (en azından bizde çoğunlukta olan marksistlerin) ne kadar geride kaldıklarını görüyoruz. Devletle ve kapitalizmle olan husumetlerinde gösterdikleri redüksiyonel yaklaşımları onların körleşmesini ve yere çalmak için ağızlarından düşürmedikleri neoliberalizmden ve onun felsefesi postmodernizmden anladıklarının ancak sözlük anlamları olduğunu gösteriyor. Bütün aygıtlarıyla sana saldıran düşmanının donanımı hakkında bir fikrin yoksa ona saldırmak isterken kendini paralar durursun. Elbette bu düşmanın işine gelir ve yorulduğunu gördüğü anda tek bir darbeyle seni yere serer. Neyse ki solumuz yorulduğunda silkinmesi için böyle bir olay vuku buldu; söylemekten çekinmemek gerek; ‘’Halkın öncüsü, yol göstericisi, iyi çobanlara ‘’ bar filozofları ve ‘’proletaryanın çiçeği’’ yoksullar kılavuzluk etti. Sosyalistler öncülük edecekleri ‘’yoksunlara’’ o kadar tepeden bakıp, küçük görüyordu ki uğraşmak bile istemiyormuş görüntüsü sergiliyorlardı. Öyle ya; öncülük etmek için örgütlemeye bile değmezdi onlar (!) ‘’Aklı olan programımızı okuyup sosyalist bilinçle donanır ve devrimin keskin bir neferi olur.’’ Toplumsal hiyerarşiden ve her alandaki iktidarlı ilişkilerden bunalan bazı insanlar sosyalistlerin çare olacağını sandılar. Sosyalistlerin ise onlarla tanışanlara –en başta gençliğe- gösterdikleri yüzü; uymaları gereken bir takım kuralların olduğunu ve artık hayallerini unutması gerektiğini söylüyordu. Aslında onlara söylenen: Senin bir fikrin olamaz. Bırak da parti seni oluştursun. Ütopyanı unut! Hoş geldin yeni devletçiğine. Haliyle bu durum gençliğin devrimci enerjisini söndürüp onların körelmelerine neden oluyordu. Gençlerin şimdide kaçtıkları yerden kaçmaları gerekiyordu. İktidarların yabancılaştıramadığı kadarını, sanki hızlandırılmış kurslarla sosyalistler yapıyordu. Herkes sıkı kapitalizm karşıtıydı, herkesin devrim programları, parti tüzükleri vardı, herkes en iyi devrimciydi. Ama nedense bu kadar yoksullaşan ve yabancılaşan insanlar onların önderliğinde bir türlü isyan etmiyordu. Sosyalistlerin henüz anlayamadıkları; postmodernizmin bireylere dayatılan bir düşünce sistemi olduğudur. Yalnızca kafa bulandırıcıydı postmodernizm onlar için. Neoliberal kapitalizmin Oz büyücüsüG Dumanlar içinde kafa bulandırıcıydı. İlgilenmeseler daha iyiydi ya da aforoz etmekten başka çareleri yoktu. Esasında sosyalistlerin bu yaklaşımı bizce postmodernisttir. İktidarın her şeyi oldubittiye getirmesinden çok ‘’toplumun ilerici kesimi’’ sosyalistlerin bir şeyleri oldubittiye getirdiği: Neyse artık devrimi yapınca hesabını sorarız yaklaşımı Gezi sürecinde sorgulanabildiyse ne mutlu. 1 Haziran’dan sonra CHP ve Ulusalcıları ‘nemalanmakla’ suçlayan sosyalist örgütler kendileriyle karşılaştırıldığında pek de ‘’ilerici olmayan toplumsal kesimlerin’’ suyuna kapılmışlardı. Bu kapılış bir nebze olsun bilinçlendirmişimidir onları? Zaman gösterecek. Sosyalist yayınlara göz attığımızda buna dair sinyalleri görmekte mümkün; yaklaşımlarında meydana gelen erozyonu saklayamadıkları ortada, mahçuplukla beraber direnişe sığınmaktan başka yol bulamadılar. Sana yol gösterecek olan özgürlüktür, özgürlüğün ne olduğu da o yolda belli olur.
A7
Neoliberal kapitalizme karşı tam da talan ettiği yerden reflekste bulunmak iktidarın karşısında iktidarlı olmakla aynı anlama gelmez. İktidarı şok edici refleksler gösteremeyen sosyalistler iktidarlı olmak konusunda siyasal iktidardan aşşağı kalmazlar. Kent kapitalizmden ayrı ele alınabilecek bir olgu değilse kentin içinde ki yaşam alanlarının (parkların) üretim ve tüketim lehine dolaşıma sokulmasına karşı gerçekleştirilen mücadelede ona sahip çıkan bütün vektörleriyle sınıf savaşına içkindir. Durumu bu şekilde ele almak yerine devrim ataşeleri Haziran direnişiyle beraber devrim için gereken bilince biraz daha ulaşıldığına sevinerek ve Gezi’de yer alan vektörlerin sınıfsal konumlarını tayin edip, kendi hanelerine yazarak pozitivist algılamalardan kurtulamadıklarını gösterdiler. Post-fordist endüstriyel yapılanmayla birlikte ''toplumsal fabrika''da işçileşen çokluğun direnişinde kalkış noktası elbette doğrudan Gezi’de (parkta) ruh bulabilirdi. Dayatılan postmodern düşünme sistemini kavrayamayan-kavramak istemeyen-sosyalistlerin ne yazık ki Gezi direnişine dahil oluşları yine kendi yetersizliklerini gün yüzüne çıkardı.Burada bir hususu daha değinmek gerek;Türkiye gibi saldırıların cepheden,kesintisiz sürdüğü bir ülkede sosyalistlerin niceliksel azlıklarının nedeni niteliksel yoksulluklarında aranmalıdır. sayıca az olmak gibi birşeyin arkasına sığınarak mobilize olamadıkları gerçeğini gözden düşüremeyeceklerdir.Önce ne ararsan kendinde aramalısın. Neoliberalizmin en başta doğayı talan edişi olmak üzere, kapitalizmin doğasına karşı ve onun bu çağda uzmanlaşmış ideolojik aygıtlarıyla mücadele edebilmek için kullanılan felsefi, siyasi ve ekonomik delillerin geride kaldığı, bu haliyle karşı çıkma, direniş ve muhalefet edimlerinin daha ileriye taşınamayacağı ortadadır. Doğaya uygulanan tahakküme karşı gezi olayları sosyalistlerin temelde küçük burjuva olmakla eleştirdiği kesimlerin nasıl da kendilerinden daha iyi bir mobilizasyon gerçekleştirdiklerini gün yüzüne çıkartıyor. Marks kapitalizmi incelerken burjuva ideologlarının bile saptayamadığı öngörülerde bulunup kendinden sonraki kuşaklarda yaratacağı yıkımı afişe etmiştir. Dolayısıyla ne ile mücadele edileceğinin dökümünüde sunmuştur. Sanırım günümüzde sosyalistlerin temel sorunu her şeyden önce ne ile mücadele ettiklerini kavrayamamalarıdır. Karşısına sürüklendikleri bazı şeylerin aksini iddia etmekten öte üretebildikleri bir mücadele pratiği yok denecek kadar azdır ve bu pratiklerde tıkanmaya gebedir. Bu bağlamda yeni bir kalkış noktaları aramaları elzemdir. Üstelik kavrayamadıkları şeyin karşısına koydukları yöntemlerin sakatlığıda başka bir yazıda külliyat oluşturacak büyüklüktedir. Neoliberal kapitalizm ancak yeni yaklaşımlar ve tahliller takip edilerek kavramsallaştırılabilir. Bunu yaparken de kapitalizmi salt ekonomiye indirgememek ön koşul olmalıdır. Hatta toplumsal duruma eleştiri yaparken bunların kapitalizmin yarattığı sorunların ötesinde görmek. İktidar ilişkilerini, iktidarın mikrofiziğini, toplumsal tabakaların ve hiyerarşinin birey üzerinde yarattığı yıkım ve kendini gerçekleştirememe (devrimcileşememe) durumlarını doğurduğunu kavrayabilmeleri gerekecektir; bizce buda doğrudan devlet karşıtı politikaları kapsar. Dolayısıyla Marksist felsefenin aksine devletin köklü bir eleştirisi olan Anarşist felsefe yol gösterici olabilir. Tarihte sosyalist devrimlerin hüsranla sonuçlanmasını en iyi kavrayanların anarşistler olduğu kabul edilmelidir. Sosyalistler için geçmişten ders çıkarmanın zamanı gelmiştir. Hiçbir şey kendiliğinden olmadı. Hiçbir şey teori mühendislerinin saptadığı gibi yalnızca kapitalizm karşısında mayalanmış toplumsal kesimlerin harekete geçmesiyle olmadı.Salt bu redüksiyon doğmacılığa kapı açar sadece. Gezi direnişini ele alacaksak her şeyden önce kalkış noktamız neoliberal kapitalizmin kenti nasıl sınıfsal kamplara bölmeye çalıştığı ve bunu yaparken doğal yaşam alanlarını fütursuzca talan edişinden dem vurmakla olmalıdır. Salt İnsan merkezli değil, doğa merkezli kavramsallaştırmalarda bulunmak direniş pratiklerinin sağlıklı bir zemine oturması için elzem görünmektedir; Gezi’de insanlar direnmedi. Direnişi Gezi gerçekleştirdi.
A8
Akabinde meydana gelen iyi gelişmelerede değinip geçmek yerinde olacaktır; cami-cemevi projesine karşı Tuzluçayır’da gösterilen refleks, ODTÜ içinden geçecek yola karşı bizzat ODTÜ’de eylemliliklerin gösterilmesi ve karşı çıktığı şeyle karşı çıktığı yerin farklılıkları açısından gerekli mobilizasyonun yakalanmış olduğu,çok farklı bir yerde duran savaş karşıtı yürüyüşlerin bir arada yürütülebiliyor olması,iç içe geçirilmesi direnişlein başarısı açısından önemlidir. 2. 1 968’de Paris’in hayallerini dizginlemekten aciz göstericiler tarafından ele geçirilmesi tamamen anarşist bir ruhun ayyuka çıkmasıdır. Anarşistler bizzat işin içindedirler. Haziran direnişini (Gezi ruhunu) anlayabilmek için 68’de Fransa’da olanlarla karşılaştırmakta zarar yoktur. Farklı coğrafyalarda, farklı zamanlarda meydana gelen toplumsal isyanların meydana gelmesinde -siyasi nedenler farklı olsa da- benzerlikler kurmanın bizce bir sakıncası yoktur.Direnişçi ruh ve şehrin en büyük meydanının (Taksim) ele geçirilmesi ve sonrasında meydana gelenler;atılan sloganlar,talepler,yazılamalar,işgalG Dünyanın her yerinde direnişler farklı olmalarından çok benzerlikleriyle bize bir şey öğretir. Fransa’daki 1968 eylemlerinde en etkili ve en büyük grup, çoğu devrimci öğrencinin yanı sıra, Troçkist ve anarşistlerin de toplaştığı ve Daniel CohnBendit’in başını çektiği “22 Mart Hareketi”dir. Buna rağmen, kitlelerin düşlerini ya da sanatsal erkini temsil eden situasyonizmdir. Heryerde duvarlar, sokaklar onların sloganlarıyla donanır: “Hayalgücü İktidara”, “Tutkulara Özgürlük”, “Çalışmaya Son”, “Bütün Ülkelerin İşçileri, Keyfinize Bakın”, “Bırakın Yaşayalım”, “Marx’ı Tüketme, Yaşa”, “Sanat öldü! Cesedini harcamayın”…
Direnişçilerin heyecanı dünyanın her yerinde aynıdır; çünkü karşılarındaki hedef aynıdır: Yaşamımızın her alanına sokulan devlet ve kapitalizm. Bu kuşatılmışlıkla beraber başkaldırdığımız yanımızda ele geçirilmeden harekete geçtiysek Gezi Direnişi etkilerini belkide çok sonra gösterecek ciddi bir kazanımdır. Yakın zamanda kaybetmekten korktuğumuz ve hatta kaybettiğimiz bazı değerlerimizin zor yoluyla geri alındığını göstermektir. Fakat bu kazanım siyasi olmaktan çok insanın ve insanlığın tekrar kazanılması şablonuyla çizilirse kafaları karıştıran birçok şey berraklaşacaktır. Kolektif bilincin açığa çıktığının göstergesi olan bu dayanışma ve yardımlaşma farklı vektörlerin dağınık görünüşünü silip süpürür. Kitlenin militan yıkıcılığında cereyan eden kolektif bilinç örgütlülüğü yatay doğrultuda ve katışıksız bir mecraya evirme potansiyeli taşır.Dayanışmanın ve direnişin içinden filizlenen bu yıkıcı güç yıkmayı biliyorsa,yıktığını bütün etkileriyle görmesini de bilecektir.Son günlerde kimsenin dilinden düşürmediği şey doğrudur;korku duvarı aşılmıştır.Geri dönüş yoktur.Televizyon başındakileri ve Tayyip Erdoğan’ın yüzde 50 dediği kesimi de aurasına alacak olan yegane güç bu kolektif hareket,dayanışma,direniş ve bunlara neden olan dürtünün en azıdnan sabitlenebilmesinde yatmaktadır. Alandaki bazı ''dükkancı gruplar''dan bile önce iktidar partisinin anladığı ve korktuğu şey kolektif bilinçten başkası değildir. Aktivistleşen sanatçılar ve sanatçılaşan eylemciler performanslarıyla, grafitleriyle, sloganlarıyla ve duvar yazılarıyla Gezi Parkı'nı ve Taksim'i ne zaman biteceğini bilmediğimiz ve bu sebepten korkmadığımız bir karnaval yerine çevirmişlerdir; hepimiz çocukluğumuzdan biliriz Pazar günü oynadığımız oyunlar bir sonraki gün okul olduğu aklımıza geldiği için istediğimiz tadı vermez.Gezi’de bulunan her vektörün bunu tatdığını anlamak güç değil; kolektif bilinç bunu herkese anlatıyor. Bütün gezegeni bir lunaparka dönüştürmeyi hayal eden PinotGallizio, sahip olduğu bir arazi üzerinde kamp kurmuş olan Çingenelere, tasarımıyla istedikleri gibi oynayabilecekleri bir yerleşme tasarlamak üzere Hayalperest Bauhaus’tan arkadaşı
A9
Constant’ı Alba’ya çağırır. “Alba Çingeneleri için bir kamp tasavvur ettim ve bu proje Yeni Babil’in çekirdeğini oluşturdu. Hareketli elemanların yardımıyla, tek çatı altında herkesin paylaştığı bir meskenin inşa edildiği Yeni Babil...
3. Değinmekte beis görmediğimiz bir diğer konuda Gezi Parkı talan edilseydi yerini dolduracak projenin içeriği (siyasal arka planı) ve gezi parkının tarihsel derinliği;Tamer Nalcı ve Emre Candağlıoğlu’nun Agos gazetesinde çıkan yazısından alacağımız pasajlar açıklayıcı olacaktır: Bir ulusdevlet için yeni bir başlangıç yapmanın tarihte en sık rastlanan şekli, resmi tarihini ortaya koyma ve eskiyi kolektif hafızadan silme girişimleridir. Yeni sınırlar çizmeye ve eskiyi kovmaya dönük bu girişimlerde kullanılan araçlardan biri, kentler ve kent mimarisidir. Tarihin süreklilik duygusunun yeniden üretildiği yerler olan 'anısal' mekânlar, toplumun geçmişle bağ kurmasını sağlar. 'Eski' olana ait mimari dokunun kent yüzeyinden silinmesi, toplumsal hafızadan da silinmesine yol açar; geçmişle toplum arasındaki sürekliliği sekteye uğratarak, toplumun 'derine inememesine', hatırlayamamasına ve dolayısıyla, geçmişiyle yüzleşememesine neden olur. Türkiye'nin ulusdevletleşme deneyiminde toplumun geçmişle bağını koparma şiarının önemli rol oynadığını göz önünde bulundurursak, tarihi yeniden gözden geçirerek alternatif hafıza alanları oluşturabiliriz. Bu yazı da, unutulanı "geri çağırarak" alternatif bir hafıza alanı yaratılmasına katkı sunmak için kaleme alındı. Divan Oteli, toplumun geçmişle olan bağını koparma işlevi gören yapılardan biri. Birkaç yıl öncesine kadar Taksim Gezi Parkı'nda karşımıza mezartaşları çıkıyordu. Bugün Gezi Parkı'nın Askeri Müze'nin, TRT İstanbul Radyosu binasının, Hilton ve Divan otellerinin olduğu bu alan eskiden bir Ermeni mezarlığıydı. Surp Agop Mezarlığı'nın tarihçesine ve bugün yeniden açılan Divan Oteli'ne bakıp, köklü bir geçmişin nasıl bir adaletsizliğe kurban gittiğini hatırlamak gerekiyor. Çünkü, Mithat Sancar'ın dediği gibi, "Unuttuğumuz pek çok şey ebedi olarak yitip gitmez; geçici olarak ona erişemeyeceğimiz bir yerde bizi bekler."
Mezarlık Pera’ya çok yakın olduğu için artık ölülerin defnedilmesine izin verilmediğini öğreniyoruz.1 865’te Istepan Paşa Aslanyan’ın çabalarıyla Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi inşa edilmiş.Yazının devamında Gittikçe değerlenen arazinin Cumhuriyet dönemindeki akıbetini öğreniyoruz;’’1 931 ’de İstanbul belediyesi açtığı dava ile arazinin Sultan Beyazit Veli adlı bir vakfa ait olduğunu idea eder.Ermeni cemmati müdahil olsada dava 34’de İstanbul belediyesinin lehine sonuçlanır.ermeniler tarafından ikinci bir dava açılsada mezarlık yok olur.Surp Agop Ermeni mezarlığı haklı mücadelelere rağmen 1 939’da istimlak edilir.’’ Yeni İstanbul'un temeli Surp Agop Ermeni Mezarlığı, tüm bu uğraşlara ve haklı mücadeleye rağmen, 1939'da bütünüyle istimlak edilir. Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi yıkılır; mezar sahiplerine, mezarları taşımaları için süre tanınır. Ardından, mezarlığın üzerine büyük binalar dikilmeye, Elmadağ da bugünkü halini almaya başlar. Mezartaşlarının çoğu, şehir planlamacısı Henri Prost'un tasarladığı yeni Eminönü
A1 0
Meydanı'nın onarımında ve Gezi Parkı'nın merdivenlerinin yapımında kullanılır. 1939'da, Surp Agop Mezarlığı davası, bir iktidar hesaplaşmasının aracı olarak tekrar açılır. Bu süreçte, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün adeta görevden el çektirdiği Muhittin Üstündağ'ın 'görevi suistimal' davasına konu olan mezarlığın kaderini değiştirecek bir sonuç çıkmaz. Dava, Bakanlığa haber vermeden işlem yaptığı gerekçesiyle, Üstündağ'a 50 lira ceza verilmesiyle sonuçlanır. Lütfi Kırdar'dan sonra göreve gelen Belediye Reisi Prof. Fahrettin Kerim Gökay, arsanın satışına başlar. Öncelikle misafirhane yapılmak üzere Koç'a satılan arsanın üzerinde bugün Divan, Hilton ve Hyatt Regency otelleri, Gezi Parkı, TRT İstanbul Radyosu ve Harbiye Askeri Müzesi'nin bir bölümü bulunuyor.
31 Mart ayaklanması Topçu kışlasında başladı.Olayları bastırmak için uğraşan Enver Paşa’nın talimatıyla Topçu Kışlası top atışına tutuldu.Sonuçta kışla kullanılamaz hale geldi.Orijinalinde Topçu Kışlasının cami olduğu da bilinmektedir.Ak Parti iktidarının topçu kışlasında ısrar etmesiyle beraber AKM binasını yıkmak istemesi de geçmişin ‘’intikamını’’ almanın yanı sıra daha fazlasını istediğini göstermektedir.Egemenler arası mücadele geçmişin kavgasını bugünlere taşımaktadır. ‘’Gücünü sabitlemek ’’ adına mimarinin kullanımı Romanesk yapılardan,Gotik kadetrallere,Selçuklu Kervansaraylarından,Osmanlı camilerine bütün mimari komplekslerde kendini gösteren bir gerçekliktir.Mimari yoluyla gerçekleştirilen güç gösterisi neyi nasıl göreceğimizi ve ne hissetmemiz gerektiğini bize bu yolla dayatır. ’’Günümüzde kent mekanlarını şekillendiren aktörlerden politikacılar artık ’belirleyici’ konumda değil ‘dayatmacı’ dırlar ve kentlerimiz bu dayatmacı aktörlerin gösteri alanıdır… Selçuklu kervansaraylarına benzeyen ilköğretim okulları, Osmanlı mimari öğelerini barındıran kaymakamlık yapıları erkin ideolojik temsili yetinin somutlaşmış gösterimleridir."
Dayatılan toplumsal ideolojinin Adalet Sarayları üzerinden kendini gösterme münasebetide hayli ironik; ''adaletin dağıtıldığı yerler'' olan Adalet Sarayları eskiye öykünen cephelerinde kullanılan eklektik mimari öğeleriyle, içeride ise karmaşık planın sonucu olan uzun koridorları ve her yerde -birden- karşımıza çıkan merdivenleriyle Franz Kafka'nın Dava romanına gönderme yapar niteliktedir (!) Aynı hissiyata devlet yurtlarının loş ve uzun koridorlarında ve diğer bütün devlet eli değmiş kamu binalarında iliklerinize kadar duyumsamanız olasıdır. Sözü fazla uzatmadan son bir alıntıyla bitirelim.Muktedirlerin rasyonalist mimarlık anlayışlarıyla bize dayattıkları kalıpların insanda hissetirdikleri budur: "Corbusier’nin mimarlığı bende hiç vakit kaybetmeden intihar etme isteği uyandıran tek imgedir. Onun civarlarındayken neşeden arta kalan her şeyin rengi solar. Aşkın da, tutkunun da,özgürlüğün de.”-Gilles İvan “Her şeyi Um Hiçbir Şeyden Korkma”.
A11
23 Ağustos 1927'de Amerikan devletinin katlettiği iki italyan göçmeni olan anarşist işçi Sacco ve Vanzetti'ye... "kıssadan hisse: burjuvazi, katletti içimizden ikisini bu iki ölü ölmeyen ölümsüzdür! burjuvazi, kavgaya davet etti bizi davetleri kabulümüzdür! biz nasıl bilirsek hep bir ağızdan gülmesini, biliriz öylece yaşamasını ölmesini hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için." Nazım Hikmet