TEMA: SINIRSIZ
SAYI: 1
YIL: 2018
EDİTÖR EKİBİ Büşra MÜLAYIM, Mehmet Çağlar AKYIĞIT, Melike DUT
IÇINDEKILER
DERGI KOORDINASYON EKIBI Melike DUT, Oğuzcan ÜLGEN, Şiyar MORSUNBUL
DIZGI-TASARIM EKIBI Ali Cihan YURT
YAZI IŞLERI EKIBI Alara CÖMERT, Aysu AKALIN, Kutlay USTA
BASIN-YAYIN EKIBI Alara CÖMERT, Aysu AKALIN, Büşra MÜLAYIM, Hazal Sena AZGIT, Kutlay USTA, Melike DUT, Mehmet Çağlar AKYIĞIT, Oğuzcan ÜLGEN, Şiyar MORSUNBUL
Editör'ün Yazısı.......................................................................................................................4 Modern Çağların Tini............................................................................................................6 Anayurt Oteli Romanının Zebercet Karakterinin Psikanaltik Yaklaşıma Göre İncelemesi............................................................................8 Bugün Biriyle Tanıştım........................................................................................................12 Siyah Kuğu Filmi Nina Karakterinin Psikanalitik Açıdan İncelenmesi.......................................................................................14 Veronika Karakterinin Freud’un Kişilik Kuramı Çerçevesince Analizi................................................................................18 Kaybedenlerin Öğrendikleri..............................................................................................22 Hayal Etmekten Vazgeçmeyenlere...................................................................................23 Psikoloji'nin Alt Dallarını Tanıyalım..................................................................................24 Mezun ve Staj Deneyimleri................................................................................................50 Dizi-Film-Kitap-Dergi-Müzik Önerilerimiz....................................................................59 Dernekler................................................................................................................................68 Türkiye’deki Psikoloji ile İlgili Oluşumlar........................................................................73 İngilizce Köşesi.....................................................................................................................75
cagpsikoloji cagpsikoloji cagpsikoloji cagunv.psikoloji@gmail.com
Kaynakça................................................................................................................................80
Değerli Arkadaşlar, Dergimizde yazısı yer alan arkadaşlarımızdan birisi, ‘’Bu dergi birisinin hayaliydi ve gerçek oldu’’ gibi bir cümle kullanmıştı. Evet, bu dergi bazı arkadaşlarımızın uğraşmayalım, biz bunu yapamayız, çok vaktimizi alır dediği; benim için ise gerçekleştirmek istediğimiz projelerin dışında kendime söz verdiğim bir hayaldi; bu yüzden elinizde tuttuğunuz bu dergi başarılı veya başarısız her haliyle hayatımda hep önemli bir hatıra ve değerli bir eser olarak yer alacak. Bugün bu hayali, bu süreçte yer almış olan bütün arkadaşlarımla birlikte uzun süren çabaların sonunda gerçekleştirmiş olmanın gururunu ve mutluluğunu yaşıyoruz. Kulüp yönetimine seçildiğimiz günden beri yönetim olarak gerçekleştireceğimiz her türlü etkinliğin bizleri ve bölüm arkadaşlarımızı geliştirmesiyle birlikte hem kulübü hem de bölümümüzü hep daha ileriye taşıması en büyük hedefimiz oldu. Bizler, bu sürecin yalnızca bizlerle değil bizden sonra gelecek ve bu görevi üstlenecek olan arkadaşlarımızla devam edeceğinin farkındayız ve çıkardığımız bu derginin onlara bir umut ışığı ve yön gösterici olmasını umut ediyoruz. Ayrıca iki yıl boyunca yaptığımız her işle ayrı ayrı gurur duymakla ve en iyisini yaptığımıza inanmakla birlikte, bizden sonra gelecek arkadaşların bizlerden aldıkları bayrağı daha da ileri taşıyacaklarına olan inancımı da belirtmek isterim. Dergimizin içeriği ve temasına gelecek olursak; neden “Sınırsız”? Bu temayı seçmemizin temelde iki sebebi var.
İlk olarak, hatırlayanlarınız olacaktır ki geçen yıl gerçekleştirdiğimiz 4. Psikoloji Günleri’nin teması da aynıydı. Bizler de gurur duyduğumuz bir etkinlik ve gurur duyacağımız bir eser arasında bir bağ oluşturmak istedik. İkinci ve asıl sebebe gelecek olursak ‘’Sınırsız’’ sayısı ilk dergimiz olacağı için psikoloji bölümü öğrencilerine olabildiğince her şeye dokunabileceğimiz kısıtlı bir temaya oturtmak istemediğimiz bir dergi sunma isteğiydi. Dergimizde; öğrenci organizasyonlarından bağlantılı olduğumuz derneklere ve oluşumlara, öğrenci yazılarından bilimsel metinlere, mezunlarımızın deneyimlerinden akademisyenlerin alanımızı tanıtan yazılarına ve dokunmak istediğimiz birçok şeye yer verdik. En büyük temennimiz ise bu dergiyi okuyan herkesin derginin belki bir sayfasından belki bir satırından da olsa kendisine dokunan bir şeyler bulmasıdır.
Ve sıra, en zorlandığım kısma geldi; teşekkür kısmı :) Bizleri kırmayan ve yazılarıyla çıktığımız bu yolda bizleri yalnız bırakmayan hocalarımıza, bizlerle her zaman olduğu gibi iş birliği yapan öğrenci organizasyonlarına, derneklere ve oluşumlara, okurken üst sınıfımız olan yardımımıza koşan mezun olduktan sonra yazılarıyla destek çıkan dostlarımıza, alanda çalışan ve iş yoğunluklarının arasında yazı gönderen genç psikolog arkadaşlarımıza ve üniversitemizde eğitimine devam ederken yazılarıyla bizleri yalnız bırakmayan öğrenci arkadaşlarımıza tek tek teşekkür ederim. Bir hayalin gerçekleşmesi için ilk taşı koyan yazarlarımızın yerinin bizler ve kulübümüz için hep ayrı olacağı inancıyla hepsine şükranlarımı sunuyorum. Dergi konusunda bizi fikirleriyle yönlendiren bölüm hocalarımıza her türlü durumda bizlerin yanında oldukları için ayrı ayrı teşekkür ederim. Kültür ve Basın Halkla İlişkiler Müdürü Leyla Karaömerlioğlu hocamıza dergimizin tasarımı ve teknik işleri konusunda verdiği destekten dolayı teşekkür ederim. Dergi hayalinin gerçekleşebilmesi için canla başla çalışan Basın-Yayın Ekibi’ne ve bu süreci organize eden Melike, Oğuzcan ve Şiyar arkadaşlarıma sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Kulübe kattığımız bu dergi benim için görev süremin bitmesiyle bir nevi veda işlevi görüyor, uzattıysam kusura bakmayın o yüzden :) İnsan bir yandan üzerinden kalkan iş yükünün ve sorumluluğunun rahatlamasını yaşarken bir yandan ise 2 yıl boyunca
gece gündüz demeden yaşanmış bir dostluğun ayrılığı gibi hüzünleniyor… Bu 2 yıllık süreçte benimle olan ve destek veren onlarca kişi oldu ancak 2 kişinin adını anmadan geçemem. Kulüp başkan yardımcımız Büşra Mülayim ve genel sekreterimiz Hazal Sena Azgıt, sizler bu yola iyi ki çıkmışım dediklerimsiniz. Sizler olmasaydınız bu 2 yıl bu kadar başarılı ve güzel geçemezdi. Her şey için teşekkür ederim. Sözlerimi tamamlarken bizler ekip olarak bu dergiye çok emek verdik ve çok sevdik. Elbette ilk çıkarttığımız dergi olduğu için eksiklerimiz olabileceğinin farkındayız ve her geçen sayıda bu eksikliklerin giderileceği umuduyla çalışıyoruz. Bu dergi aynı zamanda gelecek sayının bir davet çağrısıdır, böyle bir işin içinde yer almak isteyen bütün arkadaşlarımıza kapımız açıktır, gelin güzel işler başaralım. Bir sonraki sayımıza kadar hoşça kalın sevgili okurlar. Mehmet Çağlar AKYİĞİT Editör Çağ Üniversitesi Psikoloji Bölümü 4. Sınıf Öğrencisi
6
Modern Çağların Tini Şiyar MORSUNBUL
M
Çağ Üniversitesi Psikoloji Bölümü 4. Sınıf Öğrencisi
ilenyum kuşağının dizginleri eline almasıyla beraber sanal ortamlara kayan varoluşsal krizlerimiz daha zavallı halde karşımıza çıkıyor. Algılarımızı belirleyen ekonomik ve politik sistemler bizi narsist, çekilmez, aksi ve sabırsız insanlar haline getirdi. Gerçek dünyaya ait kaygılarımız, bize bilgelik kazandıracak değerlerden uzaklaştırdı ve bu oldukça ciddi bir varoluşsal problem haline geldi. Biz bu problemin önünü açacak olan edebiyat, sanat, müzikle ilgilenmemiz gereken yerde bu sorunlara ithafen Mevlana, Kafka ve daha nicelerinin aforizmaları sosyal medya hesaplarımıza adeta meze ediyoruz. Modernizmin getirdiği anlam kaybı bizi bilgisayar başında pinekleyen modernist bir böceğe dönüştürüyor. Tıpkı Gregor Samsa gibi bir sabah uyanıyoruz ve ... Peki sorun böceğe dönmek mi yoksa toplumun böceğe dönülmesini normal karşılaması mı ? Neden hiçbirimiz böcekliğimizin farkında değiliz ? Çünkü modernlikle beraber kaybettiğimiz benliğimizden artık geride eser kalmadı. Kendimizle beraber kaybettiğimiz hakikatimiz de trajik bir yaşam sürmemize vesile oldu. Ortalama 70 yıl yaşayan insanoğlu kendini hakikatten uzakta, modernizmin tekelindeki kafelerde gündelik dertlerinin esiri haline getirdi. Varoluşsal sorgulamalarından kendini soyutlayan ve kendini bu çatışmalardan uzak tutmaya çalışan insanlar kaçtıkları problemlerin etkisiyle depresif, duygu kontrolünü sağlayamayan ve bunlara bağlı olarak çeşitli patolojiler geliştiren insanlar haline gelirler. Profesör Julie Exline’e göre hakikat, varoluşsal sancılar genelde sorgulanmaz ve bilinçli veya bilinçsiz şekilde bastırılma yoluna gidilir. Öte yandan bu sorgulamalardan kaçmayan ve hakikat arayışını içselleştiren insanların daha sağlıklı ruh hallerine sahip olduklarını aktarmaktadır. 307 katılımcı ile gerçekleştirilen çalışmanın sonuçlarına göre; manevi olguların sorgulamayan ve bu olguların farkında olmayan insanların, farklı din,mezhep ve kültüre sahip insanlarla da sağlıklı bir ilişki kuramadıkları belirlenmiştir. İlk çağlardan bu yana insanoğlunun anlam arayışı devam etmektedir. İnsanın sürekli olarak bir arayış içerisinde olması aslında ne denli kayıp bir canlı olduğunu da göstermektedir. Bu kayboluş ve arayış süreci en eski anlatılarla günümüze kadar sürmüştür. Adem’in cennetten kovulmasıyla başlayıp sonuca ulaşamayan bir arayış sürecinden bahsediyorum. İnsan bu süreçte aslında kendisini ve hakikatini aramaktadır. Hakikatle olan bu ilişkisi onu bir anlamsızlığa sürüklemiştir. Çünkü aklını kullanmakla övünen insanoğlu hakikatin akılla kavranamayacağının bilincinde değildir. İnsan aklının aynı zamanda bir hapishane olduğuna dikkat çeken, deliliği öven edebiyatçılar ve düşünceler modernizmin insanın tutsaklığının kaynağı olduğunu göstermek istemişlerdir. Hakikat akılla ya da başka bir şeyle kavranılmaz. Hakikatin ancak parçası olunur. Hakikatin parçası olmaya çalışan insanoğlu hakikat arayışı içerisinde savrulur. Edebiyat ve sanat dünyası savruk sanatçılarla doludur. Yavuz Çetin’i köprüden iten modernizmdir mesela. Van Gogh’un kulağını kestiren sesler modernizmin gürültüsüdür. Shakespeare’e 21.000 kelimelik bir evreni yazdırıp akıllara “olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu’’ cümlesini yazdıran da o dönemin modernist anlayışıdır ve buradan anlamamız gereken de insanoğlunun her çağda savruk olduğudur. Bu savrulma dayanılmaz bir varoluş sancısı yaratır insanda. Cahit Zarifoğlu modern insan Raskolnikov için bir şiirinde “dayanılmaz bir Allah sancısı çekmektedir.”demiştir. Bu sancıyı tolere edebilmek için kendimizi para, başarı ve kariyerle kandırıyoruz. Modern insanın modern uğraşlarıyla hakikate karşı savaş açmış durumdayız. Bu sebeptendir ki aşıkların el ele dolaşırken tekmelendiği sokaklar artık bankamatiklerle dolmuştur. Neden bankamatikler tekmelenmez ? Çünkü o bize bilimin ve teknolojinin bir armağanıdır. Bilimi bu mutsuzluğa adeta bir kılıf bir destekleyici olarak ön plana sürüyoruz. “İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir” diyen Yunus’u kapı dışarı ettiğimiz gün modernizmin bayrağını hayatımızın tam ortasına dikerek hakikatle aramıza ördüğümüz bu set bizi gün geçtikçe mutsuz yaptı. Bu mutsuzluğun vebalini sürekli başka faktörlerin üzerine yıktık. Ekonomi, politika, din hep fail olarak çıktı karşımıza. Asıl fail ise aynaya bakmaktan, kendiyle yüzleşmekten korkuyordu. Yüzündeki politik gülüş, cebindeki mangır, kalbinde hiç de içten olmayan inancı olmadan dışarı dahi çıkamıyordu. Kafesinden çıktığında ise aynalardan çok uzaklarda o sunni kafelere hapsediyordu kendisini. Bir fincan kahve ve eşliğindeki Latin ezgiler de onun için yeterli bir bahaneydi bu noktada. Oysa çay ocaklarına gereken önem verilseydi ve Neşet Ertaş yaşasaydı böyle olur muydu?
7
8
Anayurt Oteli Romanının Zebercet Karakterinin
Psikanaltik Yaklaşıma Göre İncelemesi
Esra Gün
Çağ Üniversitesi Psikoloji Bölümü 4. Sınıf Öğrencisi
Edebi metni analiz etme yöntemlerinden biri olan psikanaliz yaklaşımının kurucusu Sigmund Freud, William Wilhelm Jensen’in Gradiva, Shakespeare’in Hamlet, Wilhelm Hoffmann’ın Sandman adlı eserleri gibi metinlerde yaptığı incelemeleriyle psikanalitik edebiyat eleştirisi tekniğinin ilk uygulayıcısıdır. (Nas, 2009, s1). Bugün birçok kitap psikanaliz yaklaşıma göre incelenmiş ve ele alınmıştır. Öyle ki psikanaliz yaklaşım ve edebi yaklaşımlar arasındaki ilişkinin gücü yadsınamaz bir boyuttadır. Psikanalizin edebiyatla olan ilişkisi, Freud’un psikanalizi geliştirdiği andan itibaren bir bütünlük içindedir. Her ne kadar psikanaliz yaklaşımı Freud ele almış olsa da, Freud’dan önce edebiyat alanında uygulayan ilk kişi Viyana İmparatorluk Tiyatrosu Direktörü Alfred von Berger’dir (Yıldız, 2014, s.6). Freud’ un ortaya koyduğu psikanaliz yaklaşımını yakından takip eden Berger, analizci yaklaşımlarla dönemin eserlerini incelemiştir. “Freud’un görüşlerini yansıttığı, Leonardo da Vinci, Shakespare, Goethe, Dostoyevski gibi yazarlar üzerine yapmış olduğu incelemelerden günümüze kadar geçen süreçte, psikanalizin edebiyat alanında uygulanmasına dair birçok metin yazılmıştır ve artık günümüzde okuyucular bilinçli bir şekilde eserlere psikanalizin penceresinden bakarak, yazarın karakterlere gizlediği nitelikleri daha iyi anlamaktadırlar” (Yıldız, 2014, s.7). Freud’un analiz çalışmalarını yaptığı dönemden bu yana, eserler üzerinde yapılan analizlerdeki psikanalist yaklaşımdaki farklılıklar da göze çarpmaktadır. Çağdaş psikanalist kuramcılarının özelliklerinin biri de, Freud’un geliştirdiği psikanalitik kurama farklı bir yaklaşım olarak, cinsellik ve saldırganlık durumlarının yarattığı çatışma halini kabul etmemeleridir. Saldırganlık hali ve beraberinde ortaya çıkan çatışma durumlarının temelinin doğal olmaktan çok, bir takım yoksunluklar nedeniyle ortaya çıkan bir durum olduğunu vurgulamalarıdır.(Cebeci, 2004). Bu ve buna benzer fikir ayrılıkları sadece edebiyat alanın da değil, Freud’un başlatmış olduğu psikanaliz yaklaşımının doğduğu yıllarda ve ilerleyen süreçlerde başlarda onun izinden gidip sonradan fikir ayrılığı yaşadığı arkadaşlarında da görülür. Freud’un başlattığı psikanaliz akımında pek çok bilim insanı Freud’un izinden giderek ya da onun fikirlerini eleştirerek psikanalize katkıda bulunur. Anna Freud, Carl Gustav Jung, Melanie Klein, Otto Rank, Alfred Adler, Heinz Kohut ve Jacque Lacan gibi isimlerin başı çektiği bu bilim insanları, kızı Anna dışında, çoğu Freud’la bir şekilde fikir anlaşmazlığına düşerek yollarını ondan ayırmışlar ve kendi kuramlarını ortaya koyarak psikanalizi bir adım daha öteye taşımışlardır.(Yıldız, 2014,s.2) Freud’un psikanaliz yaklaşımına göre, Yusuf Atılgan’ın 1974 yılında yazmış olduğu Anayurt Oteli adlı romanının baş karakteri olan Zebercet üzerine bir analiz yapacak olursak, kitabın ilk sayfalarında, baş karakter olan Zebercet ve kitabın diğer karakterleri ile otelin katları okuyucuya detaylı bir şekilde betimlenmiş olduğunu görürüz.
Öncelikle Zebercet’in Ödipal çatışmalarından izler görüldüğü bölümlerden bahsedelim. Romandan da anlaşılacağı üzere yazar, Zebercet ile babası arasındaki karşılaştırmalara değinir. Oteldeki havluların babasının işletmeciliğini yaptığı dönemde, Zebercet’in yöneticilik yaptığı döneme kıyasla daha az çalındığı vurgulanır. Romanın bu kısımlarında yazar otelin havluları üzerinden Zebercet ve babası arasında bir karşılaştırmada bulunur. “Babasının dış görünüşünde hırsızları yıldıran, korkutan bir hava olabilir. (Nedenlerin en çürüğü de bu olsa gerek: Eskiden iki üç ayda bir İzmir’den otelin hesabını almaya gelen Rüstem Bey, Zebercet on altı yaşındayken, daha bıyığı bile yokken, bir gelişinde saçlarını okşayıp ‘Şıp demiş babasınınkinden düşmüş’ dediydi.)” (Atılgan, 2017, s.21). Yazarın bu satırlarında da belirttiği Zebercet ile babası arasındaki bıyık üzerinden yapılan karşılaştırma akıllara, romanın ilerleyen bölümlerinde gecikmeli Ankara treniyle gelen kadını bekleyen Zebercet’in bıyıklarını kestirmesi olayını getirir. Bu olayın temelinde yatan durum bir başkaldırış mıydı? Romanın bir başka bölümünde horoz dövüşlerini izlemeye gittiği akşam tanıştığı gencin ismini sorması üzerine Zebercet, ‘Ahmet’ diye cevap verir. Ahmet Zebercet’in bir dönem nüfus katipliği yapan babasının adıdır. Buna benzer bir başka olayda bir bankta otururken karşılaştığı yaşlı adamın ne iş yaptığını sorması üzerine Zebercet, babasının bir dönem çalışmış olduğu nüfus müdürlüğünden bahseder. Freudyen psikanalizde, erkek çocuğun babaya karşı duyduğu hisler ikililik gösterir. Bir taraftan kendisine rakip olarak gördüğü baba figürünü ortadan kaldırmayı kendine görev edinen erkek çocuk düşmanca duygular içerisindeyken, diğer yandan babaya karşı duyduğu bir sevgiyi her zaman ruhunda barındırarak, oluşan bu düşmanca tutum ile sevgi arasında denge kurup baba özdeşimini ortaya koyar. (Uğurlu, 2007, s.1722). Zebercet Ödipal çatışmasındaki izleri yansıtır; erkek çocuğun bir tarafta hayranlık duyduğu babaya öykünme arzusu, öte yanda onu bir rakip olarak görüp ortadan kaldırma ve yerini alma düşüncesi.
9
10
11
Ödipal çatışmanın bu döneminde erkek çocuğu, baba tarafından kastre edileceği yönünde gelişen korkusuyla oluşan babaya karşı kin, nefret ve baba sevgisini bilinç dışına iter. Zebercet’in ödipal çatışma sonucu bilinçdışına ittiği baba sevgisini ve aynı zamanda kin ve nefretini, kendini babayla karşılaştırma durumunu yukarıda bahsettiğim satırlardaki haliyle görürüz. Psikanalize göre Zebercet’i intihara sürükleyen süreçte, onun ego ideal’i olan babasının emrini yerine getirememiş olmasının izleri görülür. Romanın başlarında, gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının kaldığı 1 numaralı oda betimlenirken, eskiden bir gün babasının bit pazarından almış olduğu tablodan bahsedilir. Babasının Zebercet’e “ Oğlum Zebercet, ben ölünce olur olmaz kimselere vermezsin bu odayı. Bir otelde böyle bir oda gerek.” dediğini görürüz. (Atılgan, 2017, s.12). Zebercet bu odaya tek bir kişiyi layık görür; gecikmeli Ankara treniyle gelen kadını. Kadın ise otele dönmez. Umutla bekleyişinin sonunda sevdiği kadının gelmeyişini kabullenemeyen Zebercet, intihar eder. Zebercet’in intihar eyleminin altında, babasının emrini yerine getirememiş olmasının verdiği suçluluk duygusu yatar. Bilinçdışında süper egosu tarafından sürekli egoya empoze edilen Zebercet, kendini öldürerek süper egonun emrini yerine getirir. Zebercet’in ortalıkçı kadın Zeynep ile ilişkisine değinelim. Otelin tavan arasındaki odada kalan, günlük işleri yapan Zeynep, Zebercet’in cinsel isteklerini tatmin etmeye çalıştığı bir obje rolünde yansıtılır romanda. Tatmin etmeye çalıştığı dedim çünkü Zebercet, ortalıkçı kadın üzerinde aşık olduğu gecikmeli Ankara treniyle gelen kadın ile ilgili fantazmik ögelerle kurguladığı cinselliği deneyim eder. Ancak bu deneyime tam anlamıyla bir sevişme diyemeyiz. Çünkü ortalıkçı kadın Zebercet’e herhangi bir şekilde karşılık vermemektedir. Uykusu çok ağır olan ortalıkçı kadın, Zebercet’in cinsel objesi rolünü yerine getirdiği sıralarda sürekli uyur halde yansır okuyucuya. Bir yandan kendi cinsel hazzını tam anlamıyla gerçekleştiremeyen Zebercet, diğer yandan Zeynep’in yoksunluğunu (penis yoksunluğu) doyuramamaktan dolayı kendini yetersiz hisseder. Bahsettiğim bu yoksunluğun temeli ödipal çatışmaya dayanmaktadır. Ödipal çatışmadaki oğlan çocuğu için anne kendisinin ve rakip olarak gördüğü baba figürünün sahip olduğu penisten yoksundur. Anne, baba ile vakit geçirmekte ve aynı şekilde baba ile yakın ilişkiler kurmaktadır. Baba ile aynı organa sahip olan oğlan çocuğunun anneyi babaya yönelten tek şeyin penise sahip olmak olmadığını farketmesiyle, başka şeylerden mahrum oluşu varlığını gösterir. (Nas, 2009, s.8). Bahsettiğim Zebercet’in Zeynep’in yoksunluğunu doyuramaktan dolayı hissettiği yetersizlik hissi de aynı ödipal çatışmaya dayanır. Yani ortalıkçı kadın yok olmalıdır. Bu
düşünce Zebercet’i ortalıkçı kadını öldürmeye iten bir etkendir. Zebercet’in romanda adı geçen karakterlerden olan Emekli Subay ile ilişkisine baktığımızda ikili arasında bariz bir rekabetin izlerini görürüz. Emekli Subay’ın otele ilk gelişi, gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının otelden çıkış tarihiyle çakışır. "Emekli Subay’ın kadının kaldığı 1 numaralı odayı istemesine rağmen Zebercet bu yaşlı adama iki numaralı odayı vermiştir. Bu olay üzerine Emekli Subay ile aşık olduğu kadın arasında bir bağlantı olduğunu düşünen Zebercet, o andan itibaren Emekli Subay’ı bir rakip olarak görmeye başlar. Üstelik yaşlı adamın oteldeki varlığının Zebercet’i her geçen gün rahatsız ettiğini ve alanını kısıtladığının kanıtlarını görürüz. “Adam’ın öğle sonları, geceleri salonda oturuşu Zebercet’i tedirgin ediyor, yalnızlığının rahatlıklarına, sözgelimi eskiden olduğu gibi arada kalkıp salonda dolaşmasına ve bir takım hareket alanlarının kısıtlanmasına neden oluyordu.” (Atılgan, 2017, s.28). Son olarak otelin katları ile Zebercet’in id, ego ve süperegosu arasındaki ilişkilendirmeye değinmek istiyorum. Anayurt oteli üç kattan oluşmaktadır. Giriş kat, aynı zamanda birinci kat, Zebercet’in gelen müşterileri karşıladığı, otelde kalanların kaydını tuttuğu otelin bölümüdür. Aynı zamanda bu katta insanlarla normal ilişkiler içerisindedir. Bu katı Ego olarak adlandıralım. 1 numaralı oda ise Zebercet’in gecikmeli Ankara treniyle gelen kadına verdiği odadır. Otelin bu odasında Zebercet kimi zaman sevdiği kadınla ilgili fantazmlar kurar, haz elde etmeye çalışır, kimi zaman da Emekli Subay tarafından haz engellenir. Emekli Subay’ın Zebercet’in fantazmlarına ve rahat hareket etmesine engel olduğundan bahsetmiştik. Bu noktada Emekli Subayın kaldığı ikinci kat Süperegodur. 1 numaralı oda, Ego olarak adlandırdığım giriş kat ile Süperego olarak adlandırdığım Emekli Subay’ın kaldığı ikinci kat arasında bir çatışma alanıdır. İkinci kat aynı zamanda, romanın sonunda Zebercet’in kendini astığı kattır. Zebercet, Emekli Subay’ın odasında kendini asarak Süperegonun ölüm emrini yerine getirmiştir. Tavan arası, yani üçüncü kat ise Zebercet’in ortalıkçı kadın üzerinde fantazmlarından haz elde ettiği, en ufak bir çatışmaya ya da direnişe maruz kalmadığı bölgedir. Nasıl ki yapısal modelde bahsettiğim İd haz noktasına ulaşmak adına hiçbir engellemeye maruz kalmıyorsa, otelin katlarından olan tavan arası da Zebercet’in cinsel arzularını doyurmak için ortalıkçı kadınla birlikte olduğu zamanlarda hiçbir engel ya da direnişle karşılaşmamaktadır. Bu noktada tavan arasını da İd olarak adlandırabiliriz.
12
13
Bugün Biriyle Tanıştım
Özge İŞLER Çağ Üniversitesi Psikoloji Bölümü 2. Sınıf Öğrencisi
Tanıştım mı gerçekten? Biraz daha yakından bakalım istiyorum. Tanımak kelimesi, TDK’daki ilk anlamıyla ‘’daha önce görülen, bilinen bir kimse veya şeyle karşılaşıldığında bunun kim veya ne olduğunu hatırlamak.’’ Dünyadaki ilk homo sapiensten bu yana, belki daha bile öncesinden beri hangi canlı olursak olalım varlığımızı korumak için kullandığımız bir yöntem. Bize hiçbir ön bilgi, brifing, workshop verilmeden hoop diye aniden uzay boşluğundaki, bizim dilimizde Dünya diye adlandırılmış bu gezegende, hastanenin birinde popomuza şaplak yerken buluyoruz kendimizi. O andan itibaren hayatta kalabilmek için tanımamız, bilmemiz gerekenler yığınıyla baş başayız ve biz bu okyanusta bir su kaplumbağası kadar bile yer kaplamıyoruz. Kendimizden farklı renkte, boyutta yüzlerce, binlerce, milyonlarca daha çakıl taşının evi olan bu okyanusta ömrümüz süresince bunlardan bir kısmıyla karşılaşıyor, tanışıyoruz. En sevdiğimizi bulduk sanıp sonra aslında daha çok sevdiğimiz bir başkasıyla tanışıyoruz. Hiç anlaşamadıklarımız, çok sevdiklerimiz, çok sevdiklerimiz ama bizi üzenler, dengesizler, karamsarlar, alay-
cılar bir sürü, bir sürü. Hepsiyle çarpışmalarımız sonucunda da biz. Kimisi törpülüyor bir köşemizi, bazısı keskinleştiriyor. Bir köşemizdeki renkler yeşerirken bir köşemizdekiler soluyor. Tanıştığımız her yeni müzik, besteci, yıldız, gezegen, rastladığımız her bir kişi, yazdıklarıyla bize göz kırpan, gülümseyerek; ‘’hissettiklerini tahmin edebiliyorum, senden önce bunları birileri daha hissetti ve beraberinde dizeler, şarkılar, dans figürleri yaratıldı. Evgeny Grinko’nun uyumak için huzura ihtiyaç duyduğunda dinlediğin Faulkner’s Sleep ‘ i , kişisel buhranların, çaresizliğin iki eliyle ağzına bastırmışçasına sesin çıkmadığında göz göze geldiğin, yatağının sağ tarafındaki duvarda asılı duran Edvard Munch’in Çığlık’ ı, bu yaşadığım anlaşılır bir duygu değil, hissettiklerimi birine anlatmaya kalksam demek istediğimi ifade edemeden yargılayıcı bakışlarla karşı karşıya kalırım korkusundayken okuduğun, sanki seni senmişsin gibi iyi bilen, kalbinden geçenleri dinlemiş gibi tertemiz, berrak bir üslupla bunun psikolojik tahlilini yapıp yarattığı roman karakteriyle hissettiklerinde yalnız değilsin, bak buradalar, aynılarını hissettiler’’ dermişçesine seninle buluşturduğu
Rodion Romanovich Raskolnikov, Nastasya Filipovna, Nastenka karakterleriyle saçlarını okşayan Dostoyevski, ardında bıraktığın, ucundan kıyısından geçtiğin her bir yol seni kendinle tanıştırıyor, hissettiklerinle, olduğun kişiyle kucaklaştırıyor. Bizler kararsız bir yazarın tamamlanmamış karakterleriyiz. Tanıştıklarımızın her biri, yaptığımız her seçim kendimizi tamamlayabilmek için rastladığımız bir fırsat. İçinde bulunduğumuz bu arayış yaşamımızı sürdürürken bizi destekleyen en sağlam teşvik. En güvenli liman değil evet. Yokuşlu, bata çıka ilerlediğimiz zorlayıcı bir yol. Ama atacağımız bir sonraki adım için bizi bir sonraki günü yaşamaya hevesle uyandıran hareketli bir alarm melodisi. Arayış içinde, birbirinden değişik gözlemler yaptığımız bu yolda rastladığımız canlılardan tanışıklıkları bizimle aynı olanları kolayca hissedebiliyoruz. Yol boyunca daha önce hiç görmedik birbirimizi, ,ilk kez karşılaşıyoruz ama ayrı yerlerde ayrı insanlar bizi aynı şeylerle tanıştırmış. Sen orada ben bilmem nerede Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi romanında yazdığı aynı “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü,
hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana - sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece ‘daha’ sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi.” cümlelerini okumuşuz heyecanla. Tanışıklıkları iki insanı birbirine yakınlaştıran en içten köprüdür anlayacağın. Öte yandan herhangi birinin diğerini tamamiyle tanımasına imkan yoktur. Anne karnındaki ilk anlarından beri aynı müzikle dans etmiş olsalar dahi duydukları farklıdır. Her zaman söyleriz, biliyoruz ki ‘’Her insan biriciktir.’’ Hem zaten bir yazarın tamamlanmamış karakterleri diye betimlediğim, her yeni günümüzde eksiklerimizi eklediklerimizle tamamlayabilme uğraşı içinde olan bizler bile kendimizi her eklediğimizle güncelleyip yeniden tanımlarken kim kiminle gerçekten tanışabilir? Her sabah, gece biraz daha tanışıyorum biriyle, kendimle.
14
Siyah Kuğu Filmi Nina Karakterinin
Psikanalitik Açıdan İncelenmesi
15
Hamdiye ÖKE
Çağ Üniversitesi Psikoloji Bölümü 4. Sınıf Öğrencisi Siyah Kuğu(Black Swan), Darren Aronofsky’nin yönettiği başrolünü Natalie Portman’ın oynadığı 2010 yapımı bir filmdir. Genel itibarıyla film Kuğu Gölü Balesi oyunun başrol oyuncusu seçimi ve provaları üzerinden bir hikaye sunmaktadır. Analize başlamadan önce filmin yönetmeni ve Kuğu Gölü Balesi oyunundan bahsetmekte fayda vardır. Darren Aronofsyk 12 Şubat 1969’da New York’ta dünyaya gelmiştir. 1991 yılında Harvard Üniversitesi, aksiyon ve animasyon bölümünden mezun olmuştur. Filmlerinde sıklıkla hip-hop montajı olarak bilinen bir teknik kullanmaktadır, bu yöntem genellikle uyuşturucu almak gibi belirli bir eylemi simüle etmek için hızlı hareket halinde gösterilen görüntü veya eylemlere eşlik eden sık ses efektlerinin bir dizisidir(https://www.imdb.com Erişim;02.05.2018). Kuğu Gölü Balesi ünlü Rus besteci Pyotr Ilyiç Tchaiykovsky’nin en ünlü bale eserlerinden biridir. Klasik balenin başyapıtı sayılan Kuğu Gölü, Tchaiykovsky’nin hem batı motifleri hem de yerel dans müzikleriyle bezenmiştir. Bu eser, müzik ve dans dilinin harika birlikteliği sayesinde, bale severlerin büyük beğenisini kazanmış; bu nedenle de yüz otuz yılı aşkın bir süredir tüm dünyada en büyük bale topluluklarının birincil tercihleri arasında yer almıştır. Şeytani bir büyücü tarafından lanetlenip kuğuya çevrilmiş olan ve ancak özgürlüğüne gerçek aşk ile kavuşabilecek bir prenses olan Odette’in hikayesini anlatır. Tam prensin aşkı onu bu büyüden kurtaracakken araya kötü yaradılışlı başka bir kız girer(siyah kuğu) ve prensin aklını çeler. Bunun üzerine prenses özgür olmanın tek yolunun intihar etmek olduğunu düşünür ve bir uçurumun tepesinden atlayarak yaşamına son verir.
ANALİZ
Ana karakter olan Nina Sayers(Natalie Portman) filmin başlangıcında toplumsal normlara uygun olarak yaşayan, süper ego işlevi üst düzeyde denebilecek şekilde işleyen, sıradan bir karakterdir. Süper ego, psikanalizin kurucusu olan Sigmund
Freud’un kişilik yapılanmasını anlattığı üç bileşenli Yapısal Model’inin en son gelişen basamağı olarak kabul edilmektedir. Süper ego toplumsal norm ve davranış standartlarının içselleştirilmesini temsil etmektedir. Freud’a göre insanlar süper egoya sahip olarak gelmemektedir. Çocuklar anne-baba ve rol model aldıkları diğer kişilerle aralarındaki etkileşimler sonucunda bunu kazanmaktadırlar(Freud,1926).
caklarına olan bağı da bu yöndeki düşünceleri doğrulamaktadır. Nina anneye karşı bir sorumluluğu olduğu fikrine ve bunu başarırsa kendini kanıtlayacağı inancına sahiptir. Annesinin telkinleriyle bu rol için onun kadar emek harcayan ve rolü hak eden onun kadar zaman ayıran birinin olmadığını düşünmektedir. Bu sebeple oyunda başrol olmak için elinden geleni hatta elinden gelenin daha fazlasını yapmaktadır.
Film Nina’nın siyah bir sahnede tek bir spot ışık altında dans edişiyle başlamaktadır. İlerleyen dakikalarda bunun bir rüya olduğunu annesine anlattığı görülmektedir. Anne göründüğü ilk sahneden itibaren ve filmin tamamında Nina üzerinde büyük bir otorite ve söz sahibi olduğu hissini izleyenlere aktarmaktadır. Nina küçük bir kız çocuğu odasını hatırlatan, pembe tonlarının yoğun olduğu, aynalar ve eski oyuncaklarla dolu bir odaya sahiptir. Nina’nın kıyafetlerini giymesinde yardımcı olmak, gece yatmadan önce müzik kutusunu başucuna koymak, tırnaklarını kesmek gibi kendisinin yapması gereken kişisel işleri annesinin yaptığı görülmektedir. Anne balerinlik kariyerini beklenmeyen hamileliği yüzünden yarım bırakmış olmasını Nina üzerinden tamamlamaya çalışmaktadır. Bir yandan da izleyenlere kendisinden daha başarılı olmasına katlanamayacağı hissini aktarmaktadır. Kızını kendi kariyer hedefleri doğrultusunda büyütmüş bir kadın söz konusudur. Nina’nın mükemmeliyetçilik takıntısı da buradan kaynaklanmaktadır. Mükemmeliyetçilikten söz ettiğimizde obsesif kompulsif bozukluğun(OKB) varlığını göz ardı etmemek gerekir.
Nina’nın büyük bir hayranı olduğu ve kendisine örnek aldığı bir önceki kuğu kraliçesi odasını dağıtıp topluluğu terk ettiğinde, Nina onun yerini alabilmek için onun odasına gizlice girip kendine ait olmayan ruj, küpe, törpü gibi birkaç özel eşyayı gizlice alıyor. Kişilik yapılanmasının ilk yansımasını burada yaşamıştır. Bunun bir özdeşleşme savunma mekanizması örneği olduğu da söylenebilir.
Obsesif kompulsif bozukluk (OKB), obsesyon ve/ veya kompulsiyonlar ile karakterize ruhsal bir bozukluktur. Obsesyon veya saplantı kendiliğinden bilinç alanına giren, yineleyici, sıkıntı yaratan, kişinin saçma ve yanlış olduğunu bildiği düşünce, dürtü ya da imajlardır. Kompulsiyon (zorlantı) genelde bir obsesyona engel olmak için belli kurallarla yapılan motor veya mental eylemlerdir(Bayar B. , Yavuz M. , 2008). Nina’nın sağlığını olumsuz yönde etkileyen antrenmanlar konusundaki disiplini ve eski oyun-
Savunma mekanizmaları ego tarafından, id, süper ego ve dış dünya tarafından gelen tehditleri ortadan kaldırmak ve bu tehditlere eşlik eden kaygı seviyesini azaltmak amacıyla kullanılan mekanizmalardır. Bu mekanizmalar bilinçdışı süreçlerdir ve kişi bu mekanizmaları kullandığının farkına varmamaktadır. Özdeşleşme de bu mekanizmalardan sadece bir tanesidir. Normal gelişim sürecinde çocuğun uygun modelleri benliğine örnek olarak seçmesi ve onlara benzemeye çalışmasıdır(Yazgan B. , Yerlikaya E. , 2017 ). Nina’da bu savunma mekanizması, sahip olmayı istediği özelliklere sahip başka bir kişinin yerine koyarak, onun gibi davranma eğilimi göstermektir. Eğer bir önceki kraliçeden bir şeye sahip olursa, bu kişinin yerine geçebileceği gibi düşüncelere sahiptir, çünkü ondan aldığı nesnelerle onun yeteneğini zihninde birleştirmiştir. Oradan aldığı küpeleri takıp, ruju sürüp bale sorumlusu yönetmenin odasına gitmiş daha önce yarım bıraktığı bölümü bitirdiğini kendisinden istenirse bunu seve seve yerine getireceğini anlatmıştır. Thomas bunun önemli olmadığını başka bir aday olan Veronica’yı seçtiğini söyler ve gitmesi için kapıyı açar. Nina tam çıkacağı sırada Thomas kapıyı tekrar kapatır, “fikrimi değiştirmeye çalışmayacak mısın, süslenip buraya kadar geldiysen bunu düşünmüş olmalısın” der. Nina rolü
istemeye geldiğini itiraf eder. Thomas iki kuğuyu birden oynamanın ne kadar zor olduğunu anlatır. Nina yapabileceğini söylediğinde Thomas, dört yıldır Nina’nın hareketlerindeki mükemmel olma takıntısından yakınır. Bu disiplinini ne için olduğunu sorar. Nina da mükemmel olmak istediğini söyler. Thomas mükemmelliğin sadece kontrollü olmaktan geçmediğini, aynı zamanda kendini rahat bırakmanın, rolünü ve kendini aşmanın gerektiğini söyleyerek Nina’yı öpmeye başlar. İşler tahmin ettiği gibi gitmeyince kişilik yapılanmasının ikinci yansıması da burada gerçekleşmiş ve yönetmenin dudağını ısırarak orayı terk etmiştir. Bu beklenmeyen hareketi sayesinde yönetmenin dikkatini çekmeyi başaran Nina başrole seçilmiştir. Başrole kabul edildikten sonra yaşadığı kaygı sebebiyle kendisine zarar vermesi, kendi kişilik kalıpları dışına çıkması, işitsel ve görsel halüsinasyonların meydana gelmesi bu durumun sonuçlarıdır. Sona yaklaştıkça düşlerin sıklığı ve şiddeti artmaktadır. Bastırılmış cinsellik, kendine zarar verme gibi içeriklere dönüşmüştür. Filmde bale topluluğuna yeni katılmış olan Lily isimli bir karakter bulunuyor. Lily sürekli siyah giymekte ve ikili karşıtlık dahilinde Nina’nın tam tersini temsil etmekte. Nina’nın Lily ile olan ilişkisini Jung’un gölge kavramıyla açıklamak mümkündür. Carl Gustav Jung kişisel bilinçdışımızda bulunan diğer yüzümüzü gölge olarak tanımlamaktadır(Jung, 1991).Gölge içimizdeki, engellemek istediğimiz her şeyi yapmak isteyen, olmadığımız her şey olan kişiliğin daha düşük düzeydeki parçasıdır. Toplumsal standartlara ve ideal kişiliğe uymayan tüm vahşi istek ve duygulardır. Bireyin içinde yaşadığı toplum ne denli kısıtlayıcı olursa, gölgesi de o kadar geniş olacaktır. Gölgenin bir diğer özelliği de diğer tüm bilinçdışı ögeler gibi diğer insanlara yansıtılmasıdır. Diğer insanlarda hoşumuza gitmeyen özellikler genellikle gölgemizde yer alan özelliklerdir. Gölgemizi ne denli inkar edersek, daha derin bastırmalara ve daha güçlü yansıtmalara yol açarız ki bu da kişiler arası ilişkilerimizde daha fazla yanlış anlamalara ve düşmanlıklara neden olmaktadır. Sonuç olarak sosyal ilişki sistemimiz bozulur ve bu da nevroza yol açmaktadır(Yazgan İnanç B. , Yerlikaya E. , 2017).
16
Nina da siyah kuğuyu oynayabilmek için geçmesi gereken eşiğin gölge ile yüzleşmekten geçtiğinin farkındadır. Lily sayesinde Nina annesinin hükümdarlığına karşı çıkmakta, eğlenmeye vakit ayırmakta ve bir fantezi dahilinde de olsa Lily ile sevişmektedir. Nina, Lily ile hayali sevişme sahnesinde adeta bastırılmış cinselliğinin telafisini yapmaktadır. Fantezisinde Nina Lily’i eve çağırmaktadır. Bu aslında sakınılanın tüm korumacı değerlerin kalesi olan eve yani, bir nevi annenin iktidarının tehlikeye girmesinin iyice belirgin bir şekilde hissettirilmeye başlandığı andır. Çünkü ev alışılagelen düzenin, korunaklı yapının sembolüdür. Nina zamanla aynalarda Lily’i görmeye başlamıştır. Aynadaki bize benzeyen ama tam olarak biz olduğuna emin olamadığımız kişiyi seyretmemiz tekinsizlik doğurmaktadır.
17
edici etkisi, huzur veren mekan sembolizasyonu bir yabancının içeriye sızması ile sekteye uğramaktadır. Bu an, anneye bağımlı ilişkinin bekasına dair hayalleri olanların hayal kırıklığına uğramasıdır. Eve bağlı olarak kendimizi rahat ve güvende hissedeceğimiz ortamın tanımını yaparız ve genellikle “evinde gibi hissetmek” kalıbını rahatımızın yerinde olduğunu belirtmek amacıyla kullanmaktayız. Eve benzeyen ama ev olmayan şey tekinsizlik tablosunu tanımlamaktadır. Kişi tam olarak olduğunu sandığı kişi olmadığı için kendi algıladığı gerçekliğinin doğruluğunda da şüphe duyma eğilimindedir, bu da gerilim yaratmaktadır. Nevrozun kaynağı bu, olduğunu sandığımız kişi ile gerçekten olduğumuz kişi arasındaki farkın yarattığı strestir.
Nina geçirdiği değişim yüzünden ar Freud’un “unheimlich” diyerek betim- tık aslında olduğunu sandığı kişi olmadığılediği tekinsizlik kavramı yuva (heim) üze- nı fark etmeye başladığında bu gerilim onu rine kurulmuştur. Annenin varlığının teskin hastalıklı bir duruma sürükleyecektir.
Gölgenin kişiliğin yerine geçmesinin getirdiği korku Nina’yı telaşlandırmaktadır. Kendini gerçekleştirme macerasının başarısızlıkla sonuçlanma ihtimalinin belirmesi Nina’nın değişimini hızlandırmıştır. Nina filmin sonundaki kulis sahnesinde Lily’yi hayali de olsa öldürerek gölge kişiliğine ait olan kontrolsüzlük, tekinsizlik, kötücül potansiyel gibi özelliklerinin daha da yoğunlaştırılmış hallerinin içe alımını yapmıştır. Bu sebeple siyah kuğu performansında kusursuz dans etmiş ve beyaz kuğu performansında artık eskisi gibi çocuksu masum Nina olmadığı için başarısız olmuştur. Çünkü arzuları onu değişime zorlayıp siyah kuğunun özelliklerini taşımaya başlamasına sebep olmuştur.
Adeta bir bağımlılığı bırakıp yeni birine başlayanların hastalıklı adanmışlığı gibi Nina siyah kuğu olmaya çalışırken beyaz kuğuyu öldürmüştür. Eskiye dair her şeyi yok sayıp nefretle gölgelemiştir. Bu imgeselden simgesele normal bir şekilde geçememiş biri için hiç de şaşırtıcı değildir.
Son sahneden önce Lily’yi öldürmediğini, bunun sadece kendi hayal dünyasının ürünü olduğunu anlaması ile gerçeğin farkına varmıştır. Fantezide Lily’yi öldürürken odasındaki aynayı kırmıştır, artık aynada kendini bulmaya çalışırken araya Lily’nin imgesi girmeyecektir. Aynanın parçasının saplandığı kişi aslında Lily değil kendisidir ve beyaz kuğunun hikayesindeki gibi bir uçurumun tepesine çıkıp kendini aşağıya Siyah kuğu Lily’yi fantezide öldürme- bırakması gibi bu da Nina’nın sonu olmuşsi, bu sefer beyaz kuğu özelliğinin kaybol- tur. Filmin son sahnesinde acıyı hissederek masına sebep olmuştur. Nina’nın yaşadığı mükemmele ulaştığını söyleyerek gözlerini kapatmaktadır. kişiliğini dengeleyecek değişim değildir.
Veronika Karakterinin Freud’un
Kişilik Kuramı Çerçevesince Analizi Mehmet BULUTLU
Çağ Üniversitesi Psikoloji Bölümü 3. Sınıf Öğrencisi Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde 1947 yılında dünyaya gelen ve asıl ününü 1988 yılında yazdığı “Simyacı” romanıyla kazanan Paulo Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor” isimli romanını 1998 yılında kaleme almıştır. Yirmili yaşlarının başında olan Veronika, intihar etmeye karar verir. Bu kararı almasının nedeni çok büyük bir hastalık ya da toplumsal bir soruna dikkat çekmek değil, sadece hayatın hep aynı kaldığı ve hiçbir şeyin değişmediği düşüncesidir. Veronika intihar girişiminde bulunur ama başarısız olur ve kendini hayatını sorgulamak zorunda kalacağı Villete adlı akıl hastanesinde bulur.
“Her gün işe gidiyor, hiç geç kalmıyor, üstlerinin kendisini bir tehdit olarak görmemeleri için elinden geleni yapıyordu; rahatı yerindeydi, herhangi bir mücadeleye girişmediği için herhangi bir gelişme de kaydetmiyordu; tek istediği ay sonunda maaşını almaktı.” (Coelho, 2018, s. 56).
Freud’a göre, kişi doğduktan sonra belli gelişim aşamalarından geçer. Bu dönemler sırasıyla oral, anal, fallik, latant ve genital dönemleridir. Kişi ayrıca libido adındaki enerji ile dünyaya gelir ve bu enerji her bir psikoseksüel dönemde farklı bir erotojenik bölgeye odaklanır. Erotojenik bölge haz alınan beden bölgesi olup her dönem için farklılık göstermektedir. Oral dönem için erotojenik bölge ağız ve çevresi iken anal dönem için anüsdür (Yazgan İnanç & Yerlikaya, 2017). Bu dönemlerde takılma ise arzuların çok fazla tatmin edilmesi ya da çok az tatmin edilmesinden dolayı kaynaklanmaktadır (Yazgan İnanç & Yerlikaya, 2017). Veronika’nın aşırı dozda ilaç içerek intihar girişiminde bulunması oral dönemde bir takılma yaşadığının göstergesidir. Bu takılma sebebiyle Veronika, edilgen bir kişiliğe sahiptir.
Veronika’nın intihar etmek için kullan ilaçların uyku hapı olması ile ilgili de bir şeyler söylemek gerekir. Yunan mitolojisinde uyku tanrısı (Hypnose) ve ölüm tanrısı (Thanatos) kardeştir. İkisi de gece tanrıçasının (Nyx) çocuğudur ve ikisi de Tartarus’da yaşamaktadır (Carlin, 2014). Dolayısıyla uyku ilacı içerek intihar etmek ile uyku ve ölüm kardeşliği arasında bir bağlantı söz konusudur.
Yukarıda yapılan alıntı, Veronika’nın edilgen bir kişiliği olduğunu kanıtlamaktadır. Veronika’nın bu edilgen kişiliği, diğer insanlarla ilişkisini o kadar etkiliyor ki onlara öfkelenmiyordu çünkü bu da bir tepki göstermek anlamına geliyordu.
Veronika kendisine çok iyi iş teklifleri gelmesine rağmen bunları reddediyor ve daha güvenli olduğu gerekçesiyle kütüphanede işe giriyor (Coelho, 2018, s. 56). Veronika’nın bulunduğu yerden ayrılamamasının sebebi anne eksikliği hissetmesidir. “Manastırda oda kiralamıştı, çünkü rahibeler herkesin belli bir saatte dönmesini şart koşuyor, o saatten sonra kapıyı kilitliyorlardı.” (Coelho, 2018, s. 56).
Veronika’nın manastırda bir oda kiralaması, anne eksikliği yaşadığının başka bir kanıtıdır. Manastırda sadece kadınlar ile birliktedir, yani Veronika anne eksikliğini buradaki rahibeler aracılığıyla doldurmaya çalışmaktadır. Ayrıca kitapta Veronika, kendisinin tanrıya inanmadığı ama anne ve babasının hala dindar insanlar olduğundan söz etmektedir (Coelho, 2018, s. 19). Bu da anne eksikliğini doldurabilmek için neden rahibeleri seçtiğine dair bir kanıt olabilir. Fallik dönemdeki çocuklar karşı cinsteki ebeveynlerine bilinçdışı olarak cinsel arzular besledikleri için aynı cinsteki ebeveynlerinin yerine geçerek karşı cinsteki ebeveynlerine sahip olmak isterler ve buna odipus kompleksi denir (Yazgan İnanç & Yerlikaya, 2017). Burada sadece kız çocukların bu karmaşayı nasıl çözdüklerinden bahsedeceğim. Kız çocukları erkek çocuklarından farklı olarak ilk sevgi nesnesini değiştirmek zorundadırlar (Akvardar, vd., 2015). Doğduğundan beri sevgi nesnesi anne iken penisinin olmadığını fark eden kız çocuğu bunun sebebini anne olarak görür. Bu durum penis özentisi (envy) olarak adlandırılır. Kız çocuk bu durumdan dolayı anneye karşı düşmanca duygular beslemeye başlarlar. Bu dönemde anneden uzaklaşarak kendisine de bir penis verebileceğine inandığı babaya karşı arzu beslemeye başlar. Babaya sahip olamayaca-
ğını anlayan kız çocuk anne ile özdeşim kurarak ödipal karmaşasını çözmüş olur (Yazgan İnanç & Yerlikaya, 2017). Veronika ödipal üçgeni kurma konusunda başarısız oluyor. Bu nedenle manastırda yaşıyor olması ödipal üçgeni oluşturma çabası olarak da görülebilir. Çünkü Veronika, manastırda tek bir tanrıya (baba) tapan rahibelerle (anne) beraber yaşamaktadır. Veronika’ya çocukluğunda piyano dersi aldıran annesi, iş Veronika’nıın piyano çalarak hayatını kazanmak istemesine kadar gelince karşı çıkmış ve Veronika’ya farklı bir alanda eğitim alması için telkinlerde bulunmuştur. Bu nedenle kitap boyuncu Veronika’nın piyano başına geçtiği zamanları bir anne-kız çatışması ya da yüzleşmesi olarak yorumlayabiliriz. Bu olaylardan biri Veronika’nın sinir krizi geçirdiği sırada gerçekleşiyor. Öyle ki, Veronika piyano başına geçince öfkesi katlanarak artmaya başlıyor ve içindeki öfke gidene kadar piyanonun tuşlarına olabildiğince sert vuruyor (Coelho, 2018, s. 80). Böylelikle Veronika piyano nesnesini, piyano çalma arzusunu bastıran annesinin yerine koyarak nefretini boşaltmış oldu. Kitapta Villete adlı akıl hastanesi bilinçdışı kavramını temsil ederken Zedka karakteri ego ve Mari karakteri de süperego kavramını temsil etmektedir. Şimdi bunları kısaca açıklamaya çalışacağım.
“Ailenin herhangi bir üyesinden miras kavgası (ya da kişinin uygunsuz davranışları) yüzünden kurtulmak isteyen, büyük paralar vererek sorunlu çocuklarını ya da büyüklerini hastaneye kapatmaya kalkışan insanların sayısı hiç de az değildi. Daha başkaları, borçlarından kaçmak ya da normalde uzun hapis cezası gerektirecek kimi davranışlarına gerekçe uydurmak amacıyla tımarhanede bir süre kalıp hiçbir ceza ödemeden ya da mahkeme karşısına çıkmadan çekip gidiyorlardı.” (Coelho, 2018, s. 24-25).
nı veriyorlar. Bu grubu Veronika açısından toplum olarak kabul edersek, Zedka karakteri de Veronika ve toplum (Kardeşlik Çemberi) arasındaki ilişkiyi düzenlemektedir. “Kendileriyle bağlantı kurmaya çalış. Gruplarına ‘Kardeşlik Çemberi’ adını takmışlar.” (Coelho, 2018, s. 51).
Veronika başarısız intihar girişiminden sonra gözünü Villete’te açtığı zaman yarım kalan işini tamamlama arzusundaydı. Tamamen gözetim altında tutulduğu için bu arzusunu tatmin edecek nesnelere erişimi de kısıtlıydı. Zedka karakteri burada devreye girerek Veronika’ya bu arzusunu nasıl doyurabileceğini söylemektedir. Villete’de iyileşmelerine rağmen orada kalmaya devam eden bir grup insan vardır ve bu insanlar kendilerine “Kardeşlik Çemberi” adı-
İnsanların toplum içinde yaşayabilmesi için gereken kuralları içselleştirmesi gerekir ve bu yapıya psikanalizde süperego denir (Yazgan İnanç & Yerlikaya, 2017). Mira karakteri, Veronika’ya sürekli ahlaki yasaklardan söz etmesi sebebiyle süperego kavramıyla ilişkilendirilmiştir.
Ego, dış dünyayla ilişkileri düzenler ve uygun bir nesneyle arzuları tatmin etmeyi hedefler (Yazgan İnanç & Yerlikaya, 2017). Zedka, Veronika’nın intihar etme arzusunu doyurması için uygun nesne olarak Kardeş Dürtüler ve kişi tarafından tehdit edici lik Çemberini göstermiştir. olarak algılanıp bastırılan anılar bilinçdışında bulunurlar (Yazgan İnanç & Yerlikaya, 2017). Zedka, Veronika’ya zamanı gelinceYukarıdaki alıntıda sözü edilen de tam ola- ye kadar harekete geçmemesi gerektiğini rak budur. İnsanların istemediği ve kendileri söylemesiyle egonun bir başka özelliğiyle için tehdit gördükleri insanları Villete adın- de benzerlik göstermektedir. Şöyle ki eğer daki akıl hastanesine gönderiyor olmala- arzuların doyurulması için ortam uygun derı, arzuları ve anıları bastırarak bilinçdışına ğilse ego bu doyumu geciktirebilir (Yazgan gönderme ile benzerlik göstermektedir. İnanç & Yerlikaya, 2017).
en-
Kaybedenlerin Öğrendikleri
Hayal Etmekten Vazgeçmeyenlere
Kübra Nur DURMUŞ
Elif Ezgi AVCI
Çağ Üniversitesi Uluslararası İşletme Bölümü 3. Sınıf Öğrencisi Tüm geride bıraktığın sıcak yazı anımsatan günler tekrar yansıyor gözlerinde, ağlayarak elinden geleni yaptığın o zamanlar ve hayal kırıklığıyla karşılaştığın hüzünlü anlar. Bunları tekrar izliyorsun ardından çok geçmiyor, aynıları işte bunlar diyerek söylenip yaşıyorsun. Peki, gerçekten bunlar mı bana kalan? Hesapların birbirini tutmuyor, imkânsıza yönelip ona muhtaç hissediyorsun ya da onun veya bir şeyin sevgisine bu muhtaçlık. Daha ne yapmalı? Daha ne söylemeli? Daha nasıl hissetmeli? Bir yol arıyorsun sana verilen haritada. Kaybolduğunu anladığın an geriye mi dönmelisin? Bu sınırlarını başkalarının çizdiği yerden kıymetinin bilinmediği, hiçbir sevgi, hiçbir başarı, hiçbir güç kazanamadığın bu yerden nereye gidebilirsin elin boşken. Kalmaya değer bir şeyleri arıyorsa gözün, gerçekten birinin seni kalmaya ikna etmesini, insanların gözlerinin içine bakıp, onların sözlerinin içine bir umut ekmesini istiyorsan unuttuğun ironi bir şey var; ne sabrın kaldı onlara ne de duvarlarının bir kucağa sarılmana, yalnızlığını unutmaya izni var. Dibin en dibini gördüğünü sandığında ardından ayağa kalkmaya çalıştıkça bir adım daha düştüğünde anlıyorsun kaybedişlerini ne bir sonu ne de bir dibi var. Kalabalığın söylediği kesin doğrular içini kestiğinden onlardan kaçıyorsun hemen. Bir düş arıyorsun tutunup inanman gereken. İçindeki tutkuyu takip edip bulduğun bu düş gözünü karartmaya başlıyor, bu düşün gerçekleşmesi için avuçlarında ne kaldıysa onlarla yapıyorsun elinden geleni. Yeniden gün doğuyor kaybedenin dünyasında, yeniden inanıyor başaracağına dibin sonsuzluğu karşısında yine cesaretini toplayıp oynuyor hamlesini düşünü gerçekleştirmeye çalışarak. Belki yeniden düşecek. Sonra vazgeçmezse eğer bir düş bulacak, yeni bir düş; yeni bulduğu bir umut, ne güzel. Belki kazanacak aradığı ne varsa kavuşacak mutluluğa.
Çağ Üniversitesi Psikoloji Bölümü 3. Sınıf Öğrencisi “Hayal edebildiğiniz her şey gerçektir.”demiş Picasso. Okuduğumuz bir romandaki karakterler gerçektir mesela, yazdığınız şiir, baktığınız resimdeki çizgiler ve renkler de. Sanatta hayal edebildiğimiz her şey gerçeğe dönüşebilir. Fakat sanat dışında da öyle mi diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Dünya barışını hayal ediyorum ama yok; hayvanları, kadınları, çocukları koruyan kanunlar hayal ediyorum ama somut bir şey hala yok ortada. Sadece hayal de değil üstelik umut da ediyorum. Bazı zamanlarda hayallerimiz de umutlarımız da paramparça oluyor ama vazgeçmiyoruz, çünkü biliyoruz ki hayal kurmadan da umut etmeden de yaşayamayız. İnsanlık var olduğundan beri çok şey hayal ettik, bunların bir kısmını gerçekleştirdik. Uçmayı hayal ettik, bizden kilometrelerce uzakta olan birinin sesini duyabilmeyi hatta onu görebilmeyi hayal ettik, geceleri gündüz gibi aydınlatmayı hayal ettik, yazdığımız 1 sayfa yazının milyonlarca insanın eline ulaşabilmesini hayal ettik ve daha nicesi... Hepiniz bu hayallerden sonra ortaya çıkan icatları gözünüzde canlandırmışsınızdır okurken. Aslında hayallerimizin gereken emek ve desteği gösterdiğimiz zaman somutlaşıp bir hayalden gerçeğe dönüşümüne bir çok kez şahit olduk. Dünya barışı da mümkün ama milyarlarca insanın bunu aynı anda istiyor olması gerek, buna inanıp umut edersek şimdi değilse de gelecekte gerçekleşebileceğini unutmamalıyız. Şimdi elinizde tuttuğunuz bu dergi de ilk başta birinin hayaliydi, sonra bu hayali başkalarıyla paylaştı ve bu hayale ortak oldular. Şu anda elinizde tutuyorsunuz. Bu yeterince somut bir örnek olmuştur umarım. Hayal etmekten, umutlanmaktan, hayallerinizi paylaşmaktan ve başarmak için çabalamaktan vazgeçmemeniz dileğimle.
PS IK OL OJ I
Gelişim Psikolojisi
'nin Alt Dallarını Tanıyalım
25
Dr. Atanur AKAR
Nuh Naci Yazgan Üniversitesi Gelişim Psikolojisi, bireyin anne rahmine düştüğü andan başlayıp ölümle sonlanan yolculuğunda yaşadığı değişimi, kazandığı ve kaybettiği becerileri, etkilendiği durum ve olguları inceleyen psikolojinin bir alt dalıdır. Yaygın kanaatin aksine Gelişim Psikolojisi sadece çocuk ve ergenlerle çalışmaz. Gelişim Psikolojisi psikolojinin diğer alt dallarına göre daha geniş bir perspektiften insana bakar. İnsanın fiziksel, duygusal, sosyal ve bilişsel alanlarda; bebeklik, çocukluk, ergenlik, yetişkinlik ve yaşlılık dönemlerinde geçirdiği değişim, gelişim psikologlarının üzerine çalıştığı konulardır. Gelişim Psikolojisi hem içsel hem dışsal değişimlerle ilgilenir. Örneğin yaşlıların sosyal uyumuda, yaşlılık döneminde meydana gelen bilişsel gelişimde Gelişim Psikolojisinin çalışma alanıdır. Bu bağlamda Gelişim Psikolojisi geniş bir spektrumda insanı anlamaya çalışır. Ülkemizdeki Psikoloji alanındaki en büyük talihsizliklerden bir tanesi Psikoloji biliminin sadece Klinik Psikoloji alanından ibaret zannedilmesidir. Halbuki Psikoloji Gelişim, Sosyal, Deneysel gibi farklı alt alanları olan bir disiplindir. Genel olarak kanaatim Klinik Psikoloji alanına olan bu yüksek ilgi programların niteliğini de bir yönüyle etkilemektedir. Çünkü bu alanla ilgili açılan yüksek lisans programlarının bazılarının öğretim üyesi ve uygulama alanı yetersizliğinden kaynaklı öğrenciye kazandırması beklenen temel yeterlilikleri kazandıramadığı görülmektedir. Belkide ülkemizde bu popülizmden en az etkilenen disiplin Gelişim, Sosyal ve Deneysel Psikoloji alt alanlarıdır. Bu bağlamda ülkemizde Gelişim Psikolojisi yüksek lisans ve doktora programlarının bu temel yeterlilikleri kazandırma konusunda yeterli öğretim üyesi ve uygulama imkanına sahip olduğu söylenebilir.
Çünkü Psikoloji artık faraziyeler üzerinden değil ampirik veriler üzerinden bulgu sunan bir araştırma alanıdır. Dolayısıyla bu alandaki yüksek lisans ve doktora programlarının bilim ve araştırma nosyonu kazandırma gibi temel sorumlulukları bulunmaktadır. Bu konularla ilgili daha detaylı bilgi sahibi olmak isteyenlerin Arık (2014) tarafından yürütülen “Türkiye’deki Psikoloji Bölümleri Akademik Değerlendirmesi” konulu makaleyi okumasını öneririm. Gelişim Psikoloji yüksek lisans ve doktora programlarının sayısının ülkemizde az sayıda olduğu görülmektedir. Ülkemizde şu an Maltepe Üniversitesi, Koç Üniversitesi ve Ege Üniversitesinde (yakın zamana kadar Hacettepe ve İstanbul Üniversitesi’nde) yüksek lisans ve doktora programlarının olduğu görülmektedir. Yüksek lisans programı olarak ise Hacettepe, Ankara, Maltepe, Ege, Özyeğin, ODTÜ, Koç ve İstanbul Üniversitesi’nde bulunmaktadır. Çalışma alanı ile ilgili özellikler incelendiğinde ise ülkemizde tam bir spesifikleşmenin olmadığı görülmektedir. Bununla birlikte bir Gelişim Psikoloğu eğitim kurumlarında, akademide, sosyal hizmet alanında, özel kurumlarda çalışabilir. Gelişim Psikologları yüksek lisans ve doktora eğitimleri sırasında Yaşam boyu Gelişim, Bilişsel Gelişim, Gelişimsel Psikopatoloji, Gelişim Psikolojisi Kuram ve Uygulamaları, Dil Gelişimi, Bilişsel Gelişim, Çocuk ve Yetişkin Psikopatolojisi gibi alana özel dersler almaktadır. İlave olarak bu alanla ilgili eğitim programlarında eğitim gören öğrenciler kendi bağlamında yeterli kalifikasyonu kazandığı için mesleğiyle ilgili daha donanım Psikolojinin teoloji ve felsefeden uzakla- lı hale geldiği şıp uygulamalı alanlara yaklaştığı bir dönemde söylenebilir. bu detay oldukça önemlidir.
26
Sosyal Psikoloji Nedir?
Arş. Gör. Sami ÇOKSAN
Sosyal Psikologlar Neyi İnceler?
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Moderniteyle birlikte kendi patikalarını yaratan bilimlerden birisi de psikoloji oldu. Wundt’un laboratuvarını sıçrama tahtası olarak kullanan “İnsanlar çeşitli koşullarda ne düşünür? Bu düşünceler tahmin edilebilir mi?” soruları çeşitli değişimler geçirerek farklı paradigmalar ile birlikte yeniçağa insan ve hayvan davranışları ve bu davranışların ardında yatan zihinsel süreçler –psikoloji- olarak damgasını vurdu. Bu süreçte sıklıkla sorulan bir başka temel soru da şuydu; diğer insanların varlığında bizim davranışlarımız değişir mi? Kesin bir tarihlendirme yapmak oldukça zor olsa da bu konuda sistematik bir deney yürüten ilk araştırmacının Triplett (bkz. Strube, 2005) olduğunu, bisiklet sporcularının yalnız olmaları ile karşılaştırıldığında seyirci önünde daha iyi performans sergilediğini biliyoruz. Hemen hemen her alan ile temas eden sosyal psikolojinin bu noktadan sonra serpilmeye başladığını söylemek yanlış olmaz.
mak gibi başlıklar bu kategorideki çalışmalara örnek verilebilir. Kişiler arası sosyal etkileşim ise bir diğer kategoridir. Hoşlanma, âşık olma, saldırganlık ve yardım etme gibi konular da bu kategorideki çalışmalara örnek gösterilebilir. Son kategori ise grup içi ve gruplar arası süreçler olarak isimlendirilebilir. Politika, kültür, itaat ve uyum gibi konular da bu kategorideki çalışmalardandır (Feldman, 1997; Myers, 2010). Fark edileceği gibi sosyal psikoloji kapsamına giren çalışmaların üç ana aktörü vardır. İlk aktör, davranışı sergileyecek ya da düşünceyi veya duyguyu deneyimleyecek birey ya da gruptur. Bu aktör sosyal psikologların gözledikleri faillerdir. Diğer aktör ise bahsi geçen davranış, düşünce ve duygulardır. Üçüncü aktör de gözlenen failleri etkileyen “şeyler”dir. Bu şeyler hayali ya da sanal kurgular olabileceği gibi ulus veya bir etnik köken gibi büyük gruplar da olabilir. Örneğin, kendinizi yalıtılmış bir odada yirmi parçalık bir yapboz yaparken hayal edin. Ne düşünür ne hissederdiniz? Peki, bu işi yaparken size, sizi izleyen birilerinin olduğu ifade edilse? Ya da odanın bir köşesinde kameraya benzeyen bir cihazın olduğunu görseniz? İşi biraz daha karmaşıklaştırırsak, karşınızda da çok da hoşlanmadığınız bir gruptan kişilerin de yapboz yaptığını görseniz? İşte tüm bu senaryolardaki potansiyel duygu, düşünce ve davranış değişikliklerimiz sosyal psikolojinin inceleme alanıdır. Sosyal psikolojinin en büyük avantajlarından biri, çok geniş bir alanda çalışma imkânı sunacak paradigmalara sahip olmasıdır. Propaganda ve ikna tekniklerinden gruplar arası çatışmaya, ihmal ve istismardan aşk ve romantik ilişkilere, dedikodu ve hayatta kalmaktan kültür ve benliğe kadar çeşitli konularda farklı ilişkilerin incelenebileceği bilim dalı için Nuran Hortaçsu’nun (2012) popüler kitabının slogan ismi ile yazı sonlandırılabilir; en güzel psikoloji, sosyal psikoloji!
Tarihsel gelişiminde sosyal psikolojinin temel iki yaklaşımı vardır. Bunlardan ilki görece daha “yaşlı” olan sosyolojik sosyal psikoloji olarak isimlendirilir ve alanın Max Weber’in çalışmaları tarafından şekillendirildiği ifade edilir. Diğer yaklaşım ise bu yazıda ele alınan psikolojik sosyal psikolojidir – şu anki ifadesiyle sosyal psikoloji- ve odak noktası bireyin çevresinden ve geçmişinden nasıl etkilendiğidir (Hortaçsu, 2012). Günümüzde artık sosyal psikoloji insanların düşünce, davranış ve duygularının kendilerinden veya hayali ya da gerçek olan diğerlerinden nasıl etkilendiğini araştıran bilim alanı olarak tanımlanmaktadır (Aronson, Wilson ve Akert, 2010; Kenrick, Neuberg ve Cialdini, 2007; Myers, 2010). Sosyal psikoloji çalışmaları temel olarak üç kategoriye ayrılabilir. Bunlardan ilki sosyal faktörlerin etkisidir. Diğerleri hakkında karar vermek, kendi benlik sunumunu yarat-
27
Klinik Psikolog
Klinik Psikoloji
Ufuk KOCATEPE
Psikoloji alanının yalnızca entelektüel bir bilim dalı olmaktan çıkıp uygulama alanındaki ışıkları parlamaya başlayınca üniversitelerdeki bu bölüm de ilgi görmeye başlamıştır. Bölüme yeni başlayan öğrencilerin mezun olduktan sonra ki çalışma hayatlarına ilişkin beklentileri araştırıldığında insanların sorunlarına çözümler üretmek, danışmanlık yapmak ve hatta terapi uygulamak gibi hedeflerinin olduğunu görmek şaşırtıcı değildir. Bunun nedeni, yardım etme motivasyonumuzun yüksek olmasının yanı sıra psikoloji bilimini (özellikle işin içinde değilsek) zihnimizde ‘’Klinik Psikoloji’’ olarak canlandırmamızdır. Oysa klinik psikoloji, psikoloji ağacının dallarından yalnızca biridir; ancak en kuvvetli olanlarındandır. Peki ya klinik psikolojiye giden yollar nereden geçer? Ülkemizde her yıl yüzlerce kişi psikoloji lisans derecesini tamamladıktan sonra klinik psikoloji yüksek lisansı programlarında şansını denemek ister. Spesifik olarak klinik psikoloji yüksek lisans programlarından mezun olduktan sonra kişiye klinik psikolog ünvanı verilir. Başka alt alanlardan yüksek lisans programlarına kayıtlanmak ve klinik psikoloji odaklı dersler almış olmak bu ünvanı almak için yeterli olmamaktadır. Bu alandaki yüksek lisans eğitimi tezli veya tezsiz olarak iki şekilde tamamlanabilir. Tezli yüksek lisans programında öğrenciden klinik psikoloji alanında, danışmanıyla belirlediği bir konuda araştırma yaparak tez yazması beklenir. Buradan mezun olan öğrenciler eğitimlerine devam etmek için doktora programlarına başvurabilir ve üniversitelerde akademisyen olarak çalışmak üzere girişimlerde bulunabilir. Tezsiz yüksek lisans programından mezun olmak için tez gerekliliği yoktur, buradan mezun olan öğrenciler genellikle uygulama alanında kariyerine devam eder. Hangi koşulda olursa olsun bu alanda ilerlemek isteyen kişi kendisini zorlu bir yola, bitmek ve yetmek bilmeyen gelişim çabalarına ve zihnini etkili bir biçimde çalıştırmaya hazır ve razı olmalıdır.
zorlanmayan, içgörüsü olan, kendiyle barışık, hatalarını görebilen ve törpüleme gayreti gösteren, kendini iyi ifade eden bireyler olmak iyi bir klinik psikoloğun olmazsa olmazlarındandır. Klinik psikoloji alanında pişmek bir ömür boyu öğrenmeyi gerektiren bir süreç olduğundan öğrenmeye hevesle, yeni deneyimlere açık ve bitmek bilmeyen bir motivasyonla çalışabilen kişilerin bu alanı seçmesi çok önemlidir. Klinik psikoloji alanıyla ilgili zihinlerin çoğunlukla net olmadığı konulardan birisi de klinik psikoloğun terapi yapıp yapamayacağıdır. Psikopatolojiyi iyi bilmek, çok iyi görüşme yapabilmek ve sıra dışı bir gözlem yeteneğine sahip olmak danışanı ve sorununu iyi tanıyabileceğimiz, kavramsallaştırabileceğimiz anlamına gelebilir ancak iyileştirebileceğimiz anlamına gelmez. Klinik psikolog ile terapist kelimelerinin birbiri yerine kullanılması uygun olmamaktadır. Terapi yapmak klinik psikoloji bilgisinin ötesine geçmeyi gerektirir. Yurtdışında terapist olmanın belirli bir kuram temelinde yoğun bir eğitim süreci ve süpervizyonlu uygulama seansları gibi koşulları vardır. Ülkemizde psikoloji alanında meslek yasamızın olmaması ve meslek tanımlarımızın yeterince yapılmamış olması kafa karışıklığını tetiklemekte ve uygulama alanını adeta bir pazar yerine çevirmektedir. Bu da tam bir klinik psikoloji eğitimi olmayan, ancak içerik açısından benzeyen dersler alan başka alan mezunlarının klinik psikoloji alanında meşguliyet sahibi olmasına yol açmaktadır. Daha da üzücü olanı bu alana ilişkin hiçbir eğitimi olmayan kimselerce yürütülen ‘’çalışmalar’’dır. Etik ilkeleri göz ardı eden ve danışanların ruh sağlığını tehlikeye atan böyle uygulamaların önüne geçecek kişiler alanına sahip çıkan iyi yetişmiş klinik psikologlar olacaktır. Eğitim sürecinde süpervizyonlu terapi dersleri almış olmak ya da diğer akredite edilmiş eğitim programlarına katılmak terapist olmak isteyen klinik psikologların atacağı ilk adımlardan olmalıdır. Bu sebeple özellikle öğrenciler klinik psikoloji yüksek lisans programlarına başvururken en az bir terapi ekolüyle ilgili (ör., bilişsel davranışçı terapi, psikodinamik terapi vb.) kuramsal ve uygulamaya yönelik derslerin ve süpervizyon fırsatlarının olmasına dikkat etmelidir. Bu alanda çalışmayı düşününce heyecan duyan yolun başındaki öğrencilere verilebilecek en yararlı tavsiye meraklarının ve kendilerini geliştirme çabalarının daim olmasıdır. Görüşme veya terapi bağlamında hiçbir danışan bir diğerine benzemeyecektir; klinik değerlendirme bağlamında ölçüm aracına verilen her bir tepki yeni bir bilgiyi tetikleyecektir ve her yeni araştırma bir konuyla ilgili bir görüşü derinleştirecek veya tamamen değiştirecektir. Böylesine dinamik bir alanda çalışmak şüphesiz ki en başta isteklilik gerektirmektedir. Ülkemizin klinik psikolojiyi daha da yakından tanımaya, iyi yetişmiş, etik ilkeleri gözeterek adım atan klinik psikologların uygulama, araştırma ve eğitim alanlarında çalışmalarına ihtiyacı vardır.
Klinik psikoloji gördüğü yoğun ilgiyi büyük ölçüde doğrudan insanla çalışmasına borçludur. Ancak doğrudan insanla çalışmak beraberinde birtakım yükümlülükler getirmektedir. Klinik psikologların psikopatoloji iyi bilmesi ya da anormal davranışları ayırt edebilmesi yeterli değildir. Klinik psikoloji sürekli gelişen, yenilenen ve uygulama ile araştırma boyutlarının birbirini beslediği bir alandır. Klinik psikolog güncel araştırmaları yakından takip etmelidir. Bununla birlikte, kuramsal bilgileri bilmek tek başına bir meziyet değildir, bu bilgileri uygulama alanına entegre edip neyi nerede kullanabileceğine karar vermek yeterlik gerektirir. Ayrıca iyi bir klinik psikolog olmak kişilik özellikleri bakımından da bazı gereklilikler sunmaktadır. Kişiler arası ilişkiler kurmakta
Çağ Üniversitesi
30
31
Trafik Ve Ulaşım
Psikolojisi Dr. Burcu TEKEŞ
Güvenlik Araştırma Birimi Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Trafik ve ulaşım psikolojisi, Uluslararası Uygulamalı Psikoloji Derneği’nin 13.bölümünde, güvenlik davranışının ne olduğu, neden ve nasıl olması gerektiği üzerine odaklanan, psikolojinin uygulamalı bir alt alanı olarak tanımlanmıştır. Trafik ve ulaşım psikolojisi, trafik ve ulaşım ortamı içindeki insan, çevre ve araç sistemlerinin bütünlüğünü göz önüne alarak, trafikteki insan faktörünü incelemekte ve kazaların önlenmesi ve azaltılması için önerilerde bulunmaktadır. Alan, sıklıkla mühendisler, şehir ve bölge planlamacılar, istatistikçiler ve yasa koyucu ve koruyucuların da dahil olduğu, disiplinler arası bir çalışma disiplinine sahiptir. Trafik ve ulaşım psikolojisi konu olarak ulaşımın tüm türleri(kara, demir, deniz, ve hava) içerisindeki tüm yol kullanıcılarını(sürücü, yolcu, yaya, bisiklet ve motosiklet kullanıcıları vb.) içerebilmektedir. Karayolu trafiği üzerine odaklanan trafik psikolojisinin temel amaçları ise, öncelikle yol kullanıcılarının davranışlarını anlamak ve trafik kazalarına yol açan davranışları değiştirmek için neler yapılabileceği konusunda önerilerde bulunmaktır. Bu bağlamda trafik psikolojisi, emniyet kemeri ve çocuk koltuğu kullanımı, yol işaret ve kurallarına uyma, madde ve alkol kullanımı veya hız yapma davranışı gibi davranışları konu edebileceği gibi, sürücülük dikkati, yorgunluk, demografik özellikler ve kişilik özellikleri, sürücünün algısal ve bilişsel süreçleri veya tutumlar gibi
konulara da odaklanabilmektedir. Bunun dışında daha disiplinler-arası bir bakış açısı ile sinirbilim, insan faktörü ve ergonomi gibi konulara da katkı sağlayabilmektedir. Öz olarak, trafik psikolojisi kazaların insana bağlı nedenlerinin araştırılması ve insan hatasının mümkün olduğunca aza indirgenmesi amacını gütmektedir. Türkiye’de trafik ve ulaşım psikolojisi alanında kurulan ilk birim olan “Güvenlik Araştırma Birimi (SafetyResearchUnit), SAFEAST ve TÜBİTAK projeleri kapsamında Ağustos 2005 yılında ODTÜ desteğiyle kurulmuştur. Birimin araştırma laboratuvarı olan “İnsan Faktörü” laboratuvarı, içerisinde bulunan temel araç kullanma simülatörü ve çeşitli nöropsikolojik ve bilişsel testler ile çeşitli bilimsel araştırmalara ev sahipliği yapmaktadır. Türkiye’deki trafik ve ulaşım psikolojisi alanında ilk ve tek lisansüstü eğitim yine ODTÜ’de öncelikle 2011-2012 Güz döneminde yüksek lisans programı ile, akabinde 2015-2016 Güz döneminde doktora programı ile açılmıştır. Mezunları akademik kariyerlerine devam edebildikleri gibi, trafik ve ulaşım güvenliği ile ilgili birçok alanda faaliyet gösterebilmektedirler.
Daha fazla bilgi için;
http://sru.psy.metu.edu.tr/tr https://iaapsy.org/divisions/division13/
Korku mu?
33
UNUT GITSIN!
K
orku, tehlikenin varlığına ilişkin bir farkındalık ya da tehlikenin geleceğine ilişkin bir beklenti durumunda ortaya çıkan güçlü, itici bir duygu durumu olarak tanımlanabilir. Bunun için sözlük tanımlarına başvurmamıza ihtiyacımız yoktur aslında, korkunun nasıl bir şey olduğunu hepimiz çok iyi biliriz. Rasyonel bireyler olarak, içinde yaşadığımız modern mekanlarda bir yılan ile karşılaşma olasılığının ne kadar düşük olduğunu bilmemize, hatta daha önce canlı bir yılanla nahoş bir geçmiş yaşantıya da sahip olmamamıza karşın, bir yılanla sürpriz bir karşılaşmaya her zaman hazırızdır. Bazen bir yağmur borusunu, bazan bir bahçe hortumunu ya da çalıştığımız firmanın IT departmanında yerdeki bir kablo parçasını yılana benzetir irkiliriz. Yılan örneğindeki korkunun doğuştan gelen doğasını eminim farketmişsinizdir; tıpkı, örümcek korkusu, yükseklik korkusu ve suda boğulma korkusunda olduğu gibi. Bu korkuları kazanmak, herhangi bir şeyi öğrenmekten çok daha kısa zaman alır. Elektrik prizinden dışarıya uzanan ucu açık kablo ya da küvetin kaygan zemini bizi bir örümcek kadar korkutmaz. Oysa elektrik kazalarından her yıl ölen insan sayısı yüzbinlerle ifade edilirken, örümcek sokmasından ölen insan sayısı bütün dünyada yüz civarındadır. Yaklaşık olarak yılda 60 milyon insanın öldüğü bir dünyada yaşadığımızı düşünürsek, örümcek korkusunun ne kadar yersiz olduğunu hesaplayabiliriz (herhangi bir insanın örümcek sokmasından ölme olasılığı aşağı yukarı 0.0000016’dır) fakat bu bilgi çoğu zaman korkumuzu dindirmeye yetmez. Bizler, örümcek, yılan gibi atasal çevreye ait tehditlerden kaçınabilmiş, bunlardan başarı ile “korkabilmiş” canlıların çizgisinden geliyoruz. Bu korkular bizim biyolojik evrimimizin ürünüdür. Tıpkı yükseklik korkusu gibi. İşte size kolay bir deney fikri. Deneyiniz için bir grup katılımcıya, birkaç sayfa kağıt ve kalem ile orta yükseklikte bir binaya ihtiyacınız var. Katılımcılarınızı önce rastgele iki gruba ayırın, iki gruptan birisini binanın karşısına
geçirin, diğerini de binanın tepesine çıkarın. Katılımcıların görevi basit: Binanın yüksekliğini tahmin edip ellerindeki kağıda bunu not etmek. Ben bu deneyi birçok kez tekrarladım, şaşmaz bir biçimde binanın tepesindeki katılımcıların tahminleri ilginç bir biçimde daha yüksek çıkıyor. Birçoğunuzun “iyi ki böyle olmuş!” dediğini duyar gibiyim. Belli ki, zihinimiz mesafeleri doğru ölçmek üzere evrilmedi, mesafe tahminleme becerimiz belki de yaşamkalım ve üreme başarımızı desteklemek üzere gelişen diğer adaptasyonlarımızın bir yan ürünü olarak evrildi. Sonuçta bizler yüksekten başarılı bir biçimde korkabilmiş ataların torunlarıyız. O halde, biz doğuştan getirdiğimiz benzer korkulara sahip bireyleriz ve bu bakımdan, korku aslında bizim yaşamkalımımıza hizmet eden bir psikolojik adaptasyonumuzdur. Biz keyfi olarak seçilmiş bir takım uyarıcılardan da korkar hale gelebiliriz. Örneğin kendinizi şöyle bir deneyde yer aldığınızı düşünün: Bir bilgisayar karşısına oturtuluyorsunuz, sağ bileğinize bir bant yerleştiriliyor; sol bileğinize ise, verdiğiniz korku tepkilerini ölçmek üzere bir deri tepkisi elektrodu bağlanıyor. Ekrandan size zaman zaman bir mavi kare bir de sarı kare gösteriliyor. “Kim korkar mavi kareden!” demeyin, çünkü çalışmanın sonunda “bir mavi kareden korkacağım hiç aklıma gelmemişti!” diyeceksiniz. Deneysel oturum ilerlerken, ne zaman mavi kare gösterilse sol bileğinizdeki banttan size –canınızı acıtmayacak ama sizi epeyce rahatsız edecek düzeyde, bir elektriksel uyarım veriliyor. Sarı kareden sonra böyle bir uyarım almıyorsunuz. Kısa bir süre içerisinde mavi kare sizde fizyolojik olarak ölçülebilir bir korku tepkisini ortaya çıkartmaya başlıyor. İlginç olan şu ki, artık mavi karaden sonra daha fazla elektriksel uyarım verilmese dahi siz mavi kareye korku tepkisi vermeye devam ediyorsunuz. Bu tipik bir korku koşullaması deneyidir. Başlangıçta sizde herhangi bir korku tepkisi uyandırmayan mavi kareden korkar hale geldiniz.
Prof. Dr. Hakan ÇETİNKAYA Ankara Üniversitesi
Bu deney size eminim 1920’lerin talihsiz “Küçük Albert’ını hatırlattı. Ünlü John Hopkins Üniversitesi’nin Baltimore kampüsü profesörlerinden John B. Watson, masum bebek Albert’ı deneyinin objesi olarak seçtiğinde amacı, kendi ifadesiyle “acaba bir bebek kendisine şiddetli bir ses uyarıcısı ile birlikte sunulan bir hayvandan korkar hale gelir mi? Eğer bu gerçekleşirse, acaba bebek bu korkusunu diğer hayvanlara da geneller mi?” idi. Deneyde şöyle bir işlem yolu izlenmiştir: Bebek Albert bir odaya alınmış, odaya alışıp keyifli bir biçimde oynarken, Albert’a beyaz tüylü sevimli bir hayvan verilmişir, bu bir laboratuvar sıçanıdır. Daha önce böyle bir canlıyı görmemiş olan Albert, hayvana merakla yaklaşır ve sıçanı ellerine alır. Bu aşamada görünen odur ki, Albert hayvandan hoşlanmıştır. Tam bu sırada araştırmacı çok güçlü bir çan sesi ile Albert’ın irkilmesini sağlar; bebek ağlamaya başlar. Denemeler devam ettikçe, çan sesi yokken dahi Albert kendisine gösterilen bu sevimli hayvana korku tepkileri vermeye başlar; dahası, beyaz bir tavşan ve hatta beyaz sakalları olan bir Noel Baba figürü de, Albert’ın korkmasına yol açar hale gelmiştir. Watson’ın deneyinde, beyaz sıçan başlangıçta herhangi bir korku tepkisine yol açmayan “nötr” bir uyarıcıdır. Güçlü çan sesi korku tepkisi uyandıran “koşulsuz uyarıcı”dır. Bu sese Albert’ın verdiği irkilme tepkisi ise “koşulsuz tepkidir”. Denemeler ilerledikçe tüylü hayvanın görüntüsü koşullu nitelikler kazanır ve bir anlamda kötü bir şeylerin olacağını güvenilir bir biçimde sinyallemeye başlar. Böylece başlangıçta herhangi bir olumsuz duyguya yol açmayan beyaz sıçanın görüntüsü, bebeğimizde korku yaratmaya başlar. Ek olarak, Albert artık sadece belirli bir sıçandan değil, ama onunla benzer nitelikleri paylaşan diğer objelerden de korkmaya başlamıştır. Watson korkunun edinildiği ilk evreyi korku koşullaması, sonraki evreyi ise, korku genel-
lemesi olarak tanımlamıştır. Küçük Albert deneyi, günümüz standartlarında etik dışıdır ve Watson bu nedenle biliminsanları tarafından kıyasıya eleştirilmiştir. Her ne kadar Watson’ın deneyleri kabul edilemez işlemleri içermişse de, araştırma problemi doğruydu ve korkunun öğrenme yaşantıları yoluyla kazanılabildiğine ve kazanılan korkunun benzer uyarıcılara genellenebileceğine kanıt oluşturmaktaydı. Watson’ın “Küçük Albert” deneyi korkunun edinimine ilişkin bir öğrenme modeli olarak düşünülebilir. Modelin çeşitli korku durumlarına uygulanması, edinilmiş korkunun öğrenme mekanizmaları ile açıklanması ve görgül olarak çalışılmasına olanak sağlamıştır. O halde biz hem doğuştan getirdiğimiz ve uzun evrimsel tarihçemizin ürünü bir takım korkulara, hem de yeni korkular edinebilmemize imkan veren evrilmiş yapılara sahibiz. Korku mekanizmalarını açıklamaya yönelik modern çalışmalar işte bu yapıların belirlenmesi ve işlevlerinin ortaya konmasına yönelik çabaları içermektedir. Limbik sistem korkuya ilişkin olarak üzerinde en çok çalışılan aday yapılara ev sahipliği yapmaktadır. Sistem içerisinde, sahip olduğu badem şekli ile adlandırılmış bir ikiz yapı olan amigdala üzerinde yapılan birçok çalışma, bu beyin organının korku ile ilişkisine ışık tutmaktadır. Örneğin, Iowa Üniversitesi’nden bir grup araştırmacı, S.M. adında, 44 yaşındaki, üç çocuk annesi bir kadın hasta üzerinde çalışmalar yapıyorlar. S.M., oldukça nadir görülen bir hastalığa sahip olması bakımından araştırmacıların ilgisini çekiyor. Urbach-Wiethe ismindeki bu gen bozukluğuna bağlı hastalık amigdalada kalsiyum birikmesine yol açıyor ve nihayetinde amydalada hasarlara neden oluyor. Araştırmacıların merak ettiği, S.M.’in korku uyandıran uyarıcılara nasıl tepkiler vereceği idi. Araştırmacılar bu amaçla, S.M.’i önce örümcek, yılan, tarantula gibi hemen herkesi korkutabilecek türden uyarıcılara maruz bıraktılar; olmadı, bu sefer S.M.’e dünyanın titrediği korku filmlerini izlettiler; yine olmadı. Araştırmacılar hastalık öncesi geçmişini incelediklerinde, S.M.’in geçmişte, hastalığının çok erken evrelerinde bir silahlı saldırıya uğradığını
34
ve hastalık öncesinde kendisine doğrultulan ateşli silah ve bıçak tarzı delici aletlerden çok korktuğunu öğrendiler. S.M.’in geçmişte, hastalığının çok erken evrelerinde bir silahlı saldırıya uğradığını ve hastalık öncesinde kendisine doğrultulan ateşli silah ve bıçak tarzı delici aletlerden çok korktuğunu öğrendiler. Yapılan testler gösterdi ki, S.M. artık kendisine doğrultulan silahlardan da korku duymuyordu. Son olarak, S.M.’den, üç ay boyunca, rastgele seçeceği zamanlarda yaşantıladığı duyguları kaydetmesi istendi. Bunca şeyden sonra, sonuç şaşırtıcı değildi: S.M. üç ay boyunca hiç korku duygusu yaşantılamamıştı. Lowa Üniversitesi’ndeki araştırma ekibinden Justin Feinstein’e göre, S.M.’in “hala hayatta oluşu bir mucize!” Sezgisel olarak Feinstein’in ifadesi bize uygunsuz gelebilir. Düşünsenize, içinde korkunun olmadığı bir öznel dünyada yaşıyor olmak ne muhteşem olurdu! Hatta bunu oldukça cool da bulabilirsiniz: Matrix’in Neo’su ya da ne bileyim Western filmlerinin Clints Eastwood’u gibi takılmak fena gelmiyor kulağa. S.M.’in ilginç bir anısı aslında bunun hiç de iyi bir fikir olmadığını gösteriyor. S.M. gece vakti yürüyüşe çıktığı parkta karanlıktan yararlanan bir saldırganın silahlı saldırısına uğrar. Saldırgan bıçağını kesmek üzere S.M.’in boğazına dayadığında, hastamız son derece sakindir, yüzünde korkuya ilişkin en ufak bir iz yoktur, saldırgana döner,“eğer beni öldüreceksen, bunu tanrımın melekleri aracılığıyla yapman gerekir” der ve sakin bir biçimde yoluna devam eder. S.M. ertesi gün aynı parkta yürüyüşüne devam etmektedir. Feinstein’e göre, bu çok büyük bir risktir. Karanlık korkusu bizi tehlikelerden korur, geceleri dolaştığımız yerlerin görece kalabalık olmasını tercih ederiz. Öte yandan, S.M. benzer riskli davranışları sık sık göstermektedir. Örneğin S.M.’in petshoplarda tehlikeli egzotik hayvanların bulunduğu akvaryumlara elini soktuğu, zehirli bir yılanı eline alıp, büyük bir merakla hayvanın diline dokunmaya çalıştığı için dükkan sahibi tarafından ciddi bir biçimde uyarıldığı bilinmektedir. Amigdala hasarından sonra sanki merakı bastıran korku duygusu ortadan kalkmış gibidir. Hasta tehlikeli durumları ilginç bulmakta, fakat bundan korkmamaktadır. S.M. insanın biyolojik ve kültürel evriminde merak-korku ikiliğinde, korkudan ayrışmış merakın sınırları hakkında fikir verici görünmektedir. Korkunun merak üzerindeki olası ketleyici etkilerini bir yana bırakırsak, korku duygusunun aslında insanın iyi bir dostu olduğunu, içerisinde korkunun olmadığı bir yaşamın –en azından, tehlikeli olduğunu söyleyebiliriz.
Çevredeki potansiyel tehlikeler ve tehditler hakkında öğrenebilen bilişsel mekanizmalara sahip olmak, organizma için adaptif bir öneme sahip olmakla beraber, böyle bir öğrenme, aşırı korku ya da kaygıya yol açtığında maladaptiftir, bireyin normal işlevde bulunmasını olumsuz etkiler. Bu gibi durumlarda işe koşulan söndürme teknikleri esas olarak, edinilmiş korkunun ketlenmesine yönelik çabaları içermektedir. Amaç çoğunlukla irrasyonel ya da aşırı düzeydeki korkunun giderilmesidir. Buradaki temel fikir, edinilmiş korkunun, korku yaratan uyarıcının daha fazla korku nesnesi ile birlikte sunulmaması sonucunda söneceği biçimindedir. Böylece, korku nesnesini sinyalleyen uyarıcı ile korku nesnesi arasındaki izlerlik ilişkisi negatif hale getirilmekte, korkunun oluşması ketlenmektedir. Öte yandan gerek hayvan deneyleri ve gerekse insanda yapılan çalışmalar, söndürme tekniklerinin çoğu zaman söndürülen korkunun geri gelmesi ile sonuçlanabileceğine işaret etmektedir. Örneğin söndürülmüş bir korku tepkisi araya giren zamanın bir işlevi olarak kendiliğinden geri gelebilmektedir. Zaman etkisinden ayrı olarak, korkunun söndürüldüğü bağlamdan farklı bağlamsal ipuçlarının varlığı da söndürülmüş korkunun dönüşüne yol açabilmektedir. Hatta birey başka bir korku nesnesine maruz bırakıldığında da, söndürülmüş orijinal korku depreşebilmektedir. Dolayısıyla, ketlemeye dayalı söndürme teknikleri korkunun geri gelmesi ile sonlanabilmektedir. Bu noktada korkuya ilişkin bir belleğin işin içerisinde olduğunu tahmin edebiliriz. Bellek alanında son 30 yıldır yapılan çalışmalar, belleğin nasıl çalıştığı hakkında oldukça değerli bilgiler ortaya koymuştur. Örneğin belleğin dinamik bir yapıya sahip olduğunun keşfi bir devrim niteliğindedir. Buna göre, bellek anıların tıpkı kopyalarının saklandığı bir pasif saklama alanı değildir. Tam tersine, sürekli devinen, değişen, uyum sağlamaya çalışan, ama sık sık yanılan bir yapıya sahiptir. Bellek anılara ilişkin fotoğraflardan oluşmaz, her seferinde yeniden üzerinden geçilen anı “eskizleri”ni içerir. Yani, belleğinize ne kadar güvenirseniz güvenin, hatırladığınız bir anı aslından az ya da çok farklıdır. Kimi zaman hatırladığınızla, aslı arasındaki fark sizi hayretlere düşürecek, inkar ettirecek kadar büyük olabilir. Orijinal anının her çağrılışının ardından yeniden yazıldığının ve bu yazım sürecinde belleğin bozucu etkilere oldukça dayanıksız olduğunun keşfi, işte bellek devriminin özüdür. Birçok araştırmacıya göre, belleğin bu “güvenilmez” doğası aslında adaptif bir işlevi yerine getirmektedir: Güncellleme. Belleğin güncellenmesi, bireyin edindiği yeni bilginin eskisi ile bütünleşmesine olanak
sağlamaktadır. Oluşan yeni durumlara, sosyal ve fi- kayıtlarla takip ettiğimizi bilmenizde yarar var. Şim- 35 ziksel çevrenin gelişen gereklerine göre bir yeniden di sıra edindiğiniz koşullu korku tepkisini silmekte. yapılanmaya izin vermektedir. İşlem yolu hiç de sanıldığı gibi karmaşık değil. Size Son yıllarda hayvanlar üzerinde yapılan kor- elektriksel uyarımın geleceğini hatırlatan mavi kare ku çalışmaları, işin içine bellek mekanizmalarının da sunuluyor, böylece korku belleğiniz aktif hale geeklenmesiyle beraber ilginç bulgular ortaya koyma- liyor. Bir süre içinde belleğiniz güncellenecek, işte ya başlamıştır. Örneğin korku belleğinin, sıçanla- tam bu güncellenme sürecinde, elektriksel uyarımla rın amigdalasına uygulanan anysomicine gibi beta takip edilmeyen mavi kare sunumları yapılıyor. Yani bloklayıcıları ile silinebileceği gösterilmiştir. New tipik söndürme denemeleri alıyorsunuz. Böylece, York Üniversitesi, Psikoloji Bölümü’nden Joseph “mavi kare-elektriksel uyarım” bağıntısının belleğiLeDoux’a göre, belleğin güncellenmesi esas olarak nizde “mavi kare-elektriksel uyarım yok” biçiminde yeni protein moleküllerinin sentezlenmesi sürecini yeniden yapılandığı ve bu sayede güncelleme eviçermektedir. Anysomicine ajanının yaptığı ise, bu resinde yapılan işlemlerin korku belleği üzerinde süreci ketlemektir. Fakat burada kritik olan, anyso- bozucu bir etki yarattığı düşünülüyor. Belleğin etmicine’in ilgili alana ne zaman enjekte edileceğine kilere açık kaldığı güncelleme evresinin süresinin ilişkindir. Araştırmacılar, uygulamanın korku belle- tam olarak ne olduğu, bu sürenin hatırlatıcıdan ğinin, ilgili anının hatırlatılmasıyla aktif hale geldiği ne kadar sonra başlayıp ne zaman sonlandığı, bu güncelleme penceresi içerisinde yapılmasının, hay- evrenin hangi noktasında etkilemenin daha güçlü vanlarda korkunun geri dönüşünü önlediğini ortaya olacağı henüz tam olarak ortaya konmamış olmakla beraber, bunun hatırlatıcının sunumundan 3 dakika koymuştur. sonra başlayıp,15 dakika kadar uzadığı bilinmekte Korku belleğinin silinmesine yönelik far- dir. makolojik çalışmalar, tahmin edeceğiniz gibi, giriİzmir Ekonomi Üniversitesi, Psikoloji Bölüşimsel uygulamalardır; karmaşık nöro-ameliyatları mü asistanlarından Alp Giray Kaya’ya göre, şu ana gerektirmektedir. Buradan elde edilen bulguların doğrudan insan hastalara uygulanması etik ve pra- kadar laboratuvar ortamında, keyfi olarak seçilmiş tik nedenlerle pek uygun görünmemekle beraber, koşullu uyarıcılarla yapılan çalışmalardan elde ediaraştırmacılar korku belleğinin kontrolüne ilişkin len başarının, doğuştan getirdiğimiz korkularla ilişsözkonusu hayvan modellerinin ortaya koyduğu kili uyarıcılarla ve gerçek yaşam koşullarında da test bulgulardan yararlanılarak “acaba girişimsel olma- edilmesi gerekiyor. Yine aynı bölümde proje asisyan, davranışsal, bir takım yöntemler geliştirilebilir tanları olarak çalışan Aycan Uğur korku ediniminde uyarıcı modalitesinin önemine vurgu yaparken, mi?” sorusuna yanıt aramaya başladılar. Buket Kara bireyin sahip olduğu kişilik özelliklerinin New York Üniversitesi, Deneysel Psikoloji gerek korkunun edinimi ve gerekse de giderilmeLaboratuvarından Elizabeth Phelps bu araştırma sinde önemli bir role sahip olabileceğini düşünüyor. problemini test edilebilir hipotezlere dönüştüren Kara’ya göre, bireyler arasında patolojik ekibin başında yer aldı. Bu yılın başlarında Phelps’in laboratuvarından gelen ilk bulgular bunun mümkün korku geliştirme eğilimleri bakımından farklılıklar olduğuna işaret ediyordu. Eş zamanlı olarak İzmir bulunmakta; dolayısıyla bu farklılıkların temelinde Ekonomi Üniversitesi Deneysel Psikoloji Laboratu- yatan mekanizmaların anlaşılması travma sonrası varlarında yürütülen çalışmalar, belleğin çağırılması stres bozukluğu, kaygı bozuklukları, fobiler gibi pave yeniden yazılması arasındaki güncelleme zama- tolojilerin çözümü için oldukça önemli görünmeknı içerisinde yapılan müdahalelerin bellek içeriğine tedir. eşlik eden olumsuz duyguların uzun süreli olarak Araştırma eş-yürütücüsü Doç. Dr. Seda Duortadan kaldırılabileceğini ortaya koymaktadır. ral’a göre ise, belleğe müdahale teknolojisinin geti Renkli karelerle yaptığımız tipik korku ko- receği etik problemlerin biliminsanları, felsefeciler şullaması örneğine dönelim. Bilgisayar ekranından ve sağlık ve sosyal politikalardan sorumlu yasa koseçkisiz olarak sunulan karelerin mavi olanından yucu ve yürütücülerden oluşan bir uzman grubunsonra elektriksel uyarım verildiğini, sarı kareden da tartışılması ve sınırlarının iyi çizilmesi gerekiyor. sonra bunun olmadığını hatırlayınız. Daha birkaç deneme sonrasında, koşullu korku tepkilerinizi saptamak üzere size tek başına sunulan mavi kareye korku tepkisi vermeye başladınız. Bunu sol elinizin işaret ve yüzük parmaklarına yerleştirdiğimiz deri iletkenliğine duyarlı elektrodlarımızdan aldığımız
“Ankara Üniversitesi, Psikoloji Bölümü; Yazının son kısmında değinilen çalışmalar İzmir Ekonomi Üniversitesi, Zihin ve Davranış Araştırmaları Laboratuvarı’nda yürütülmüştür.”
36
Eğitmen, Psikolog
21. Yüzyıl Modeli:
Yaygın Eğitim
Hepimiz uzun yıllardır öğrenciyiz. Üniversiteye gelene dek en az 12 yıl öğrencilik yaptık. Öğrencilik yıllarımızda; öğretmenin bilgi kaynağı rolündeki bir aktarıcı, öğrencininse bilgi sahibi olmayan alıcı olduğu örgün eğitim tarzına aşinayız. Ancak bu sistem 21. yüzyıl yetkinliklerine sahip bireyler yetiştiremiyor. Trendler ve paradigmalar hızla değişiyor ve Türk eğitim sistemi buna ayak uyduramıyor. Yetkinlik geliştirmeye odaklı eğitim yaklaşımları ise ülkemizde yeni yeni yaygınlaşıyor. Yaygın eğitim işte bu değişimi odağına alan bir model. Yaygın eğitim ile ilgili Türkiye’de ve dünyada çeşitli dönemlerde çok farklı tanımlar yapılmıştır. Bu tanımlar kapsamları bakımından da değişiklikler göstermiştir.
37
Zeynep BOSTAN Yaygın eğitimin zaman içinde dönüşüm geçirmesi yeni ve basit bir tanımı zorunlu kılmaktadır. Fidan (1991) yaygın eğitimin, örgün eğitimin yanında veya dışında düzenlenen örgün eğitim faaliyetlerinin tümünü kapsadığını söyler. Yaygın eğitimde belli bir yaş sınırı olmadığını ve her yaş grubu için (çocuk, genç, yetişkin v.b.) yaygın eğitim faaliyetleri düzenlenebileceğini de vurgular (akt; Kuvan, 2008). Demirel (1987) ise yaygın eğitimin, örgün eğitim olanaklarından hiç yararlanmamış durumda olanlara, gittikleri okullardan erken ayrılanlara, örgün eğitim kurumlarında okumakta olanlara ve meslek dalla
rında daha yeterli duruma gelmek isteyenlere uygulanan bir eğitim olduğunu söyler (akt. Kuvan, 2008). gelmek isteyenlere uygulanan bir eğitim olduğunu söyler (akt. Kuvan, 2008). Türkiye’de bu kavram dünyada ele alındığından daha dar bir kapsamda incelenmektedir. Bunun nedeni Kurt’un (2000) çalışmasına göre; Türkiye’de yaygın eğitimin ulusal eğitim sisteminin bir parçası haline getirilmemesi, yaşam boyu eğitim anlayışı ile ele alınmamasıdır. Türkiye’de hâlâ yaygın eğitim faaliyetlerinde bulunan çeşitli kurumlar arasında koordinasyon sağlanamamıştır. Bunun sonucunda yaygın eğitim, değişen şartlara ve ihtiyaçlara kısa sürede cevap vermesi, düzenlenmesindeki esnek-
lik ve maliyetinin düşük olmasına rağmen, tersine işletilen bir anlayışla uygulanmıştır (akt. Koçoğlu, Aküzüm ve Ekici, 2014). Aksine yaygın eğitim ya da “non-formal education” özellikle Avrupalı ve Amerikalı araştırmacıların kaynaklarında yaşam boyu süren ve pek çok tekniği içinde barındıran bir eğitim olarak tanımlanmıştır (Tight, 2002). Avrupa Gençlik Forumu (TheEuropeanYouthForum), UNESCO, Avrupa Komisyonu (TheEuropeanCommission) ve üye organizasyonların uzun süreli tartışma ve katkılarıyla yaygın eğitimin tanımı, içerikleri ve faydalarıyla ilgili ortak bir görüşe varılmıştır. Yaygın eğitimi tanımlamak için genellikle örgün eğitim sistemiyle karşılaştırılması yapılır.
38
Örgün eğitim sadece resmi eğitim kurumları tarafından verilir, hiyerarşik olarak yapılandırılır ve kişi eğitimin sonunda bu kurumdan belge alır. Ancak yaygın eğitim, diğer genel eğitim yöntemleriyle birlikte yürütülen, sertifika zorunluluğu olmayan bir eğitim sürecidir. Kişiler buraya gönüllü olarak katılır ve öğrenme sürecinde aktif rol oynarlar (Novosadova ve diğer., 2013). Yaygın eğitim bireylere değerlerini, becerilerini ve yeterliliklerini geliştirme fırsatı sunan yapılandırılmış bir eğitim sürecidir. Kişilere örgün eğitim çerçevesi dışında kalan değer, beceri ve yetkinliklerini geliştirme fırsatı sunar. Bu beceriler, ki bunlara sosyal beceri de (softskill) denmektedir; kişilerarası iletişim, takım içi iletişim, organizasyonel ve çatışma yönetimi yeterliliklerini; kültürlerarası farkındalık, liderlik, planlama, düzenleme, koordine etme becerilerini; takım çalışması, özgüven, disiplin ve sorumluluk gibi özellikleri içerir. Bu eğitimi diğerlerinden farklı kılan, bireylerin öğrenme sürecinde çok aktif biçimde rol almasıdır (Novosadova ve diğer., 2013). Avrupa Gençlik Forumu’na göre (2013); yaygın eğitimin en önemli özelliği deneme yanılma yoluyla sürekli bir öğrenme süreci yaratmasıdır. İngilizcede “non-for-
39
mal” sözcüğü yapılandırılmamış anlamına gelmemektedir. Bu sözcüğün aksine yaygın eğitimde, öğrenen kişi kendi öğrenme sürecinin mimarı olacak şekilde planlanmıştır. Yapılandırılmış ve planlanmış olması aslında yaygın eğitim ile informal eğitim arasındaki farkı da oluşturur. Genellikle gençlik organizasyonlarındaki yaygın eğitim; grup ortamında, interaktif ve katılımcı bir biçimde, deneysel yöntemlerle gerçekleştirilir. Avrupa Gençlik Forumu, yaygın eğitimi gençlik organizasyonlarında yapılan aktivitelerle bağdaştırırken; aynı zamanda yaygın eğitimin tanımını iş ortamında düzenlenebilecek eğitim süreci olarak da genişletmektedir (Souto-Otero ve diğer., 2013). Yaygın eğitim, aktif eğitim (active training) seanslarının genel adıdır. Aktif eğitim, bireyin performansını arttırmaya yönelik yöntemlerin bütünüdür. Bireyin performans düşüşü, belli bir beceri ya da bilgiye sahip olmamasından kaynaklanıyorsa, yaygın eğitimle bu açığın kapatılması oldukça uygundur (Silberman, 2006). Bu eğitimler, profesyonel genç eğitimciler (trainer) ya da gönüllü gençlik liderleri tarafından verilir (Souto-Otero, Ulicna, Schaepkens ve Bognar, 2013).
Eğitimciler, gençlik organizasyonlarının düzenlediği eğitimci yetiştirme programlarında ‘eğitimci olma eğitimi’ alabilirler. Aktif eğitimler, örgün eğitimde olduğu gibi planlanmış ve yapılandırılmıştır. Ancak oldukça esnek ve düzenlenebilir programa sahip olurlar. Katılımcılarına, hataların hoşgörüyle karşılandığı ve deneme yanılma yöntemiyle öğrenme fırsatının olduğu bir ortam sunmaktadırlar. Yaygın eğitimlerin en önemli özellikleri: Gönüllülük, herkes tarafından ulaşılabilirlik, amaçlı ve planlı bir süreç olması, katılımcı ve öğrenen odaklı olması, sosyal becerileri öğrenmeye ve aktif vatandaşlığa hazırlamaya odaklı olması, kolektif bir yaklaşımla hem bireysel öğrenmeye hem grup öğrenmesine dayanması, bütüncül ve süreç temelli olması, deneyim ve eyleme dayanması ve katılımcıların ihtiyaçlarına yönelik olmasıdır (Novosadova ve diğer., 2013). Dört yüzyıl önce Konfiçyus’un dediği gibi: “Duyarım ve unuturum. Görürüm ve hatırlarım. Uygularım ve anlarım.” Yapılan çalışmalar da bu sözü doğrular nitelikte, en iyi öğrenme yönteminin uygulamacı yöntem olduğunu göstermek-
tedir. Johnson, Johnson ve Smith’in çalışmalarına göre, örgün eğitimdeki ders verme sisteminde; dinleyiciler her geçen dakika dikkatlerini kaybetmektedir. Uzun süreli dersler sadece işitsel algılayan dinleyicilere hitap etmektedir. Bu dersler, olgusal içerikli bilgilerin daha az öğrenilmesine neden olmakta ve tüm dinleyicilerin aynı bilgiye aynı tempo ve düzende ihtiyaç duyduğunu varsaymaktadır (1991). Bunu önlemek için pek çok yaygın eğitim eğitmeni farklı öğrenme stillerini eğitime dahil eden deneyimsel öğrenme aktiviteleri uygularlar (Landis ve Brislin, 2013). Son üç senedir yoğun olarak yaygın eğitimle ilgileniyorum; yeni yöntemleri öğreniyor, geliştiriyor ve eğitimlerimde uygulamaya çalışıyorum. Katılımcı odaklı, ayrımcılıktan uzak, kapsayıcı, interaktif, deneme ve yanılmaya alan açan, beceri geliştirmeyi önemseyen, yaratıcılığı parlatan, demokratik ve işbirlikçi bir eğitim modeline inancım her geçen gün artıyor.İnsanları daha girişimci, takım çalışmasına yatkın, inisiyatif alabilen bireyler olarak yetiştirebilmek için yaygın eğitimi yaygınlaştırmaya çalışıyorum.
40
YÜKSEKÖĞRETİMİN TOPLUMSAL CİNSİYET ALGISINA ETKİSİ
Özet: Bu çalışmada 18-30 yaş arası erkek bireylerin toplumsal cinsiyet algısına yönelik tutumlarına eğitim düzeylerinin etkisi olup olmadığı araştırılmaktadır. Bu amaç doğrultusunda 109 erkek bireye Toplumsal Cinsiyet Algısı Ölçeği uygulanmıştır. Katılımcıların %58,7’si üniversite veya yüksekokul öğrenimi görmüş, %23,9’u lise mezunu, %11,9’u ortaöğretim mezunu, %5,5’i ilköğretim mezunu erkek bireylerdir. Eğitim düzeylerine göre üniversite ve yüksekokul öğrenimi görmüş bireyler ve diğer eğitim düzeyine sahip bireylerin karşılaştırılması yapılmış ve eğitim düzeyi yüksek olan grubun toplumsal cinsiyet algılarında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmuştur. Araştırmanın sonuçları yükseköğretimin toplumsal cinsiyet algısına etkisini ortaya koyması açısından önem taşımaktadır.
who had university and high school education and the other education level were compared. The results of the research are important in terms of putting the effect of higher education on gender perceptions. Keywords: Gender, Gender Perception, Education, Higher Education, University Toplumsal cinsiyet; biyolojik cinsiyetten (sex) farklı olarak, erkek ve kadın bireylerin toplum içerisinde sosyal ve kültürel açıdan tanımlanması için kullanılan bir kavramdır. Toplumun bu iki türü ayırt etme biçimini, bireylere yüklediği anlamları ve rolleri tanımlamak için kullanılır.
Biyolojik bir kavram olan ‘Cinsiyet’ (Sex); kişinin kadın ya da erkek olarak gösterdiği genetik, biyolojik, fizyolojik özellikAnahtar Kelimeler: Toplumsal Cinsiyet, leri ve farklılıkları işaret ederken (Cherry, Toplumsal Cinsiyet Algısı, Eğitim, Yükseköğ- 2005), ‘Toplumsal Cinsiyet’ (Gender), kadın retim, Üniversite ve erkeğin toplum içindeki statüsünü, bunHIGHER EDUCATION EFFECTS ON SOCIAL GENDER PERCEPTION Abstract: In this study, it is investigated whether the education level influences the gender perceptions of male 18-30 year olds. For this purpose, 109 gender-specific Gender Perception Scale was applied. 58,7% of the participants have attended university or college education, 23,9% are high school graduates, 11,9% are secondary school graduates and 5,5% are male primary school graduates. According to education levels, there was a statistically significant difference in gender perceptions of the group with high education level and the individuals
41
Zeynep Asena ATLI, Fırat ÖZBİLGEZ,Güvenç GÖRKEM Çağ Üniversitesi Psikoloji Bölümü 4. Sınıf Öğrencileri lara uygun rollerini, görev ve sorumluluklarını, konumunu, toplumun bireyi nasıl görüp algıladığını ve beklentilerini kapsar (Sancar vd., 2006). Toplumsal cinsiyet ayrımları hem kadın bireyin hem de erkek bireyin hayatını şekillendirir. Bu çeşitlilik sadece farklılıktan daha fazla anlam taşır. Dolayısıyla bir toplumda bireylerin toplumsal hayata katılımını o toplumda geçerli olan toplumsal cinsiyet algısı belirler. Bireysel cinsiyet algısı da toplumun cinsiyet algısını belirler dolayısıyla bu bir döngüdür ve bireysel algı ile toplumsal algı birbirinden farklı düşünülemez. Toplumda kadın ve erkeğe yüklenen rollerin algılanmasında bireylerin eğitim düzeylerine göre nasıl bir farklılık gösterdiği, genç erkek bireylerin toplumsal cinsiyet algısına yönelik görüşlerinin belirlenmesi gelecek nesillerin görüşlerinin toplumsal eşitliğe göre şekillenmesi açısından önemli olacaktır.
Bu araştırmada genç erkek bireylerin toplumsal cinsiyet algılarının belirlenmesi ve bu algının değişmesinde eğitim düzeylerinin etkisinin olup olmadığının tespiti amaçlanmıştır. Araştırmada ‘genç erkeklerin toplumsal cinsiyet algılarında eğitimin etkisi nedir?’ ve ‘toplumsal cinsiyet algısında yükseköğretimin etkisi nedir?’ sorularına yanıt aranmıştır. Bu araştırma için H0 ve H1 olmak üzere iki hipotez oluşturulmuştur. H0: Yükseköğretimin toplumsal cinsiyet algısı üzerinde etkisi yoktur. H1: Yükseköğretimin toplumsal cinsiyet algısı üzerinde etkisi vardır. Bu araştırmanın evreni, 18-30 yaş arası erkek bireylerdir. Araştırmanın örneklemi, yükseköğretim düzeyine öğrenim görmekte olan 109 erkek bireyden oluşmaktadır. Araştırma ölçeği (Toplumsal Cinsiyet Algısı Ölçeği) internet ortamında hazırlanmış, kartopu yöntemi ile katılımcılara ulaştırılmıştır. Ölçek formunun ilk bölümünde katılımcılara yaş, cinsiyet, eğitim durumu gibi sosyo-demografik durumu belirleyen sorulara yer verilmiştir. Ardından kişilerin toplumsal cinsiyet kavramına yönelik algılarını ölçmek amacıyla ‘Toplumsal Cinsiyet Algısı Ölçeği’ kullanılmıştır. Beşli Likert tipinde toplam 25 maddeden oluşan ilgili ölçekte yer alan soruların bazıları olumsuzdur. Veriler Excel'de kodlanmış olup SPSS'e yeniden kodlanan haliyle aktarılmıştır. SPSS'te yeni bir veri tabanı oluşturulmuş, ölçeğe uygun olacak şekilde olumsuz hesaplanması gereken 2, 4, 6, 9, 10, 12, 15, 16, 17, 18, 19, 20, 21, 24 ve 25 no’lu maddeler ters çevrilmiştir. Bu maddeler ters puanlandıktan sonra Toplumsal Cinsiyet Algısı toplam puanları alınmıştır.
Araştırmanın örneklemini oluşturan bireyler 18-30 yaş aralığında olup tamamı erkektir. Ölçek 109 katılımcıya uygulanmıştır. Katılımcıların %58,7’si üniversite veya yüksekokul öğrenimi görmüş, %23,9’u lise mezunu, %11,9’u ortaöğretim mezunu, %5,5’i ilköğretim mezunu erkek bireylerdir. Araştırma kapsamında toplanan veriler, toplumsal cinsiyet algı puan ortalamalarının yükseköğretim mezunu olup olmama durumuna göre farklılaşıp farklılaşmadığını ortaya çıkarmak amacıyla analiz edilmiştir. Dolayısıyla veri analizinde kullanılacak testin belirlenmesi için veri setinin normal dağılım gösterip göstermediği sınanmıştır. Genç erkek bireylerin toplumsal cinsiyet algı düzeylerine ilişkin puan ortalamalarının çarpıklık ve basıklık değerleri incelenmiştir. Elde edilen çarpıklık değerinin (-0,122) ve basıklık değerinin (-0,993) normallik sayıltısı için gerekli -1 ile +1 değerleri arasında olduğu belirlenmiştir.
Bununla birlikte gerçekleştirilen Levene testi sonuçları (p>0,05), varyansların homojenliğine ilişkin varsayımın sağlandığını göstermektedir. Bu nedenle veri analizinde bağımsız örneklemler t testinin kullanılmasına karar verilmiştir. Yükseköğretim mezun olma durumunun toplumsal cinsiyet algısı üzerinde ne kadar etkili olduğunu belirlemek için Cohen d etki büyüklüğü değeri hesaplanmıştır. Etki büyüklüğüne ilişkin Cohen d değerinin 0,20 olması küçük düzeyde, 0,50 olması orta düzeyde, 0,80 ve üstünde olması ise yüksek düzeyde etkinin varlığını işaret etmektedir (Cohen, 1988). Çalışmaya katılan genç erkek bireylerin toplumsal cinsiyet algı düzeylerine ilişkin puan ortalamalarının yükseköğretim mezunu olup olmama durumlarına göre farklılık gösterip göstermediğine ilişkin gerçekleştirilen bağımsız örneklemler t testi bulguları Tablo 1’de verilmiştir.
Tablo 1. Bağımsız Örneklemler T Testi bulguları
Tablo 1’deki test sonuçları incelendiğinde, araştırmaya katılan genç erkek bireylerin yükseköğretim mezunu olma durumlarına göre toplumsal cinsiyet algılarının istatistiksel açıdan anlamlı farklılık gösterdiği belirlenmiştir (t(107)=-10,656, p<0,001). Grupların ortalama puanları incelendiğinde; yükseköğretim mezunu genç erkek bireylerin toplumsal cinsiyet algı puan ortalamalarının (3,85), yükseköğretim mezunu olmayan genç erkek bireylerin ilgili puan ortalamalarına (2,49) göre daha yüksek olduğu belirlenmiştir. Bununla birlikte Cohen d etki değeri 0,208 olarak hesaplanmıştır. Elde edilen bulgulara göre, yükseköğretim mezunu olma durumunun toplumsal cinsiyet algısı üzerinde istatiksel açıdan anlamlı, küçük düzeyde etkisi olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Yaptığımız araştırmaya göre, ‘H1: Yükseköğretimin toplumsal cinsiyet algısı üzerinde etkisi vardır.’ hipotezi doğrulanmıştır.
Yükseköğretim eğitimi alan erkek bireylerin toplumsal cinsiyet algısı, eğitim seviyesi kendilerine nazaran daha düşük olan erkek bireylerden istatistiksel bir anlamlılık ile daha yüksek çıkmıştır. Eğitim, kişinin yeteneklerini geliştirmesi ve kendini gerçekleştirmesi açısından önemli bir güçlendirici niteliğindedir. Toplum içindeki cinsiyetçi yaklaşımları değiştirmek için yaşam boyu eğitim çalışmaları yapılmalı, dönüşüm bireysel çabalar yanında toplumsal projelerle ve siyasal iradenin kararlılığıyla desteklenmeli, kadınlar için olduğu kadar erkeklerin de kendilerini ve toplumu daha eşitçi ve adil bir geleceğe kavuşturma sorumluluğunu yüklenecek biçimde eğitim görmeleri sağlanmalıdır.
44
Toplumsal Cinsiyet Toplumsal cinsiyet kavramı ilk kez Amerikalı psikanalist Robert Stoller, ‘Sex and Gender’ adlı kitabında kullanılmış ve sonrasında da literatüre bir kavram olarak yerleşmiştir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) cinsiyet ve toplumsal cinsiyet tanımlarının birer özeti olarak: ‘Cinsiyet’ – kadın ve erkeği tanımlayan biyolojik ve fizyolojik özellikleri kastetmektedir. ‘Toplumsal Cinsiyet’ – toplumun kadın ve erkek için uygun bulduğu, toplumsal olarak inşa edilmiş rolleri, davranışları, aktiviteleri ve nitelikleri kastetmektedir. Daha net olmak gerekirse: ‘erkek’ ve ‘kadın’ cinsiyet kategorileridir. Cinsiyeti doğa belirlerken, toplumsal cinsiyet kültür ve toplum tarafından belirlenmektedir. Toplumsal cinsiyet farklılığı ‘cinsiyet konumu’ ya da ‘cins kimliği’ sosyal yapılandırma sonucu oluşmaktadır, yere ve zaman göre de değişebilmektedir. Sadece cinsiyet farklılığını belirtmekle kalmaz, aynı zamanda cinsler arasındaki eşitsiz güç ilişkilerini de ortaya koymaktadır (Berktay, 2013, s.8). Toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyetle açıklanamayan sosyal sınıf, siyaset, ataerkillik ve toplumdaki üretim biçimiyle bağlantılı bir anlama sahiptir. Buradan da anlaşılacağı gibi, toplumsal cinsiyet sadece birey üzerinde değil, tüm toplumsal sistemler üzerinde etkiye sahiptir. Toplumsal cinsiyet pek çok açıdan içinden çıktığı kültüre özgüdür. Dolayısıyla kültürün parçası olan bireye ait tüm kimlik tanımlarıyla da doğrudan ilişkili-
ÖĞRETIM GÖREVLISI
45
Anjelika ŞİMŞEK Çağ Üniversitesi dir. Kadınlık ve erkeklik hali de olmak üzere pek çok özelliğimizi toplumda yer alan imgeleri, kodları ve varsayımları tanımlamayı öğreniriz (Savcı, 1999, s. 123-142).
Toplumsal cinsiyet, biyolojik açıdan net biçimde saptanabilen erkeklik ya da kadınlık özelliği ile bağlantı biçimde ele alınması yeterli değildir. Her insan, biyolojik anlamda erkek ya da kadın olarak sınıflandırılamamaktadır. İnterseks bireylerin durumlarını ayrıca ele alınması gereklidir. İnterseks bireylerin varlığı, kadın-erkek ayrımının biyolojik temelde bile her zaman geçerli olmadığını göstermesi açısından sembolik öneme sahiptir.
Tarihin her döneminde biyolojik erkeklik ya lojide kabul görülmesi gereken eleştirel ve da kadınlık özellikleri ile örtüşmeyen farklı alternatif yaklaşımlardır. Bu yaklaşımlar cinvaroluş biçimleri olan bireyler vardı. siyeti ikiliğin ötesinde süreklilik içinde ele alarak, bu özelliklerin birbirinden bağımsız olabileceğini vurgulamaktadır. Bu açıdan bakıldığında, cinsiyet kimliği, kazanılması ve dengeye ulaşılması gereken bir alandan çok, bir süreç olarak ifade edilmektedir. Bireyler toplumun cinsiyet normlarına uymadıklarında, etiketlenme, ayrımcılık vb. biçimlerde ortaya çıkan toplumsal şiddete – homofobik davranışlara maruz kalabilirler. Cinsel yönelim bireyin cinsel ve duygusal olarak hangi cinsiyetten bireylere yöneldiğini ifade eder. Cinsel yönelim, cinselliğimizi keşfetmeye başladığımız andan itibaren şekillenmeye başlayan bir süreçtir ve hayat boyu çeşitli biçimlerde yaşantılabilir. Ergenlik, cinselliğin ön planda olduğu dönemdir, cinsel yönelim gelişimi için önemli bir dönemdir. Cinsel yönelim gelişimi – kişinin yöneliminin farkına varması, adlandırılması, kimliğinin bir parçası haline getirmesi ve bu Cinsiyet kimliğinin, ırk, etnik köken gibi kim- kimliği toplumsal alanda var etme süreçleliğin diğer bileşenleri ile bedensel, ruhsal ve rini de kapsar. Cinsellik, cinsel yönelim ve sosyal faktörler ve toplumsal yapıyla etkile- cinsiyet kimliği psikoloji alanında her zaman şim halinde geliştiği düşünülmektedir (Say- tartışma konuları olmuştur. 1970’lere kadar LGBTİ varoluşları büyük ölçüde ‘patolojik’ gılıgil, 2013, s. 209-208). olarak görülüyordu. Günümüzde ise anaakım psikolojide bir çok değişim ve dönü Geleneksel cinsiyet kimliği gelişim şüm yaşanmış ve heteroseksüellik dışındaki modelleri ‘ikili cinsiyet sistemi’ üzerine kucinsel yönelimlerin ve trans cinsiyet kimlirulmuştur. Atanmış cinsiyet, cinsiyet kimliği ğin kurumsal düzeydeki kabulü LGBTİ’lilere ve toplumsal cinsiyet ifadesi gibi özellikle- yönelik mesleki damgalama ve ayrımcılıri birbirine sıkı sıkıya bağlar ve birbirlerini ğın azaltması çok büyük önem arz etmiştir. tamamlayan bir bütün olarak görür. Psiko- (Berghan, 2011, s.140-149).
46
47
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği Günümüzde toplumsal cinsiyet eşitsizliği her alanda etkisini göstermektedir. Bu eşitsizliğin önüne geçmek için, yapılması gereken bireylerin cinsiyeti, cinsel kimliği ne olursa olsun hayatın tüm alanlarına eşit katılımlarını sağlamak adına cinsiyet eşitliğine yönelik projeler, eğitimler ve politikalar oluşturmaktır. Zor bir süreç olduğu ortada, birbirileriyle ilişkili çok boyutlu sorunlar içermektedir. Peki, biz psikologlar ve psikoloji öğrencileri olarak ne yapabiliriz? Toplumsal cinsiyet eşitliği yaklaşımını eğitime, araştırmalarımıza, günlük hayatımıza taşıyarak toplumdaki dönüşüme katkı sağlayabiliriz!
Kadınları ve erkekleri toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden tanımlamaktan kaçınmalıyız! Kadınları ve erkekleri şiddet objesi olarak görmemeliyiz! Çocukları toplumsal cinsiyet kalıpları içerisine konumlandırmamalıyız! Toplumsal cinsiyet rollerinin doğuştan gelmediğini
Dil, düşünme biçimlerinin bir yansımasıdır, bilinçdışında yer etmiş cinsiyetçiliğin dışa vurmanın aracıdır. Burada dikkat edilmesi gereken kuşaklararası aktarılan deyim, atasözü, masallar ve bazı ifadeler, dile yerleşmiş kalıplardır (örn. Kız gibi ağlamak, İnsanoğlu, Adam akıllı, Kızını dövmeyen dizini döver vb.) .
akılda tutarak çocukların cinsiyetçi rollerini pekiştiren uygulamaların önüne geçmeliyiz. Dil kullanımı toplumsal cinsiyet eşitliği yaklaşımında hassas ve çok dikkat edilmesi gereken alanlardan biridir.
Psikoloji alanında cinsiyet eşitliği sağlamak elzem dir. Bir çok kuram eşitsiz toplumsal cinsiyet görüşlere sahip olan insanlar tarafından yaratılmıştır ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerinden devam etmektedir.
Toplumsal cinsiyet kalıp yargıları konusunda farkına varmalıyız! Etrafımızdaki insanların farkına varmasını sağlamalıyız ve bu kalıp yargılardan vazgeçmeliyiz! Genelleyecek olursam, kalıp yargılar 4 ana başlıkta toplanabilir: 1. Karakter: kadınlara yönelik: kibar, dedikoducu; erkeklere yönelik: cesur, kaba. 2. Fiziksel özellikler: kadınlara yönelik: bakımlı, zayıf; erkeklere yönelik: güçlü, kaba saba. 3. Rol: kadınlara yönelik: evde, eş, anne; erkeklere yönelik: kamusal alanda, aileyi koruyan ve geçindiren. 4. Meslek: kadınlara yönelik: hemşire, öğretmen; erkeklere yönelik:mühendis, yargıç.
Bu nedenle, kadınlar ve LGBTİ bireyler ihmal edilmiş ya da cinsiyetçi muameleye maruz kalmıştır ve kalmaktadır (Murdock, 2016, s. 376-405). Mesela, psikoterapi sürecinde en önemli noktalardan biri hastalara onların oldukları yerden bakmak; bireyin yaşamında yer alan güç ve güçsüzlükle ilgili deyimleri, üzüntü, dayanma, işlevlerini yerine getirememe ve dünyaya gelirken getirdiği bedenini ve biyolojisini yeterli kılma çabasıyla gerçekleştirdiği yaşamını korumak asıl amacımızdır (Brown, 2006, s. 15-24). Terapi sırasında bireylerin davranışlarının kültür tarafından oluşturulduğu ve semptomlara sebep olabileceği kadar, bireylerin yaşamlarındaki kültürel, sosyal, politik, ekonomik ve tarihi cinsiyetçi olabilecek faktörlere odaklanmak gerekmektedir. Psikolog olarak, kendi ön yargılarımızı, çarpıtmaları ve sınırlılıklarımızı devamlı kontrol etmek ve azaltmak üzere gereken yollara başvurmalıyız. Ve unutmamalayız ki, psikolojik yardımın temel amacı hastaları güçlendirmektir. Psikoterapi yaklaşımlarının temel ilkeleri olan koşulsuz kabul ve saygı, saydamlık, empati her alanda çalışan psikologların temel ilkeleridir. Ancak, ilkelere, mesleki etiğe, bilime bağlı kalarak mesleğimizi hakkıyla yapmamız mümkün olur.
18-25 Yaş Arasındaki Gençlerin Travma Sonrası Büyüme Ve
49
Travma Deneyimlerinin Sosyo-Demografik Değişkenler Açısından Değerlendirilmesi
Psikolog Aylin GÜLERYÜZ ARAŞTIRMANIN AMACI Bu araştırma 18-25 yaş grubu arasındaki gençlerin travma sonrası büyüme ve travma deneyimlerinin sosyo-demografik bilgilere göre değerlendirilmesi amacıyla nicel araştırma yöntemleriyle yürütülmüştür. ARAŞTIRMANIN YÖNTEMİ Araştırmanın popülasyonu 18-25 yaş aralığında olan bireylerle sınırlandırılmıştır. Katılımcılar toplamda 112 kişi olup, 96’sı kadın(%85,7) , 16’sı (14,3) ise biyolojik cinsiyetini erkek olarak belirtmiştir. Araştırmada veri toplama araçları olarak katılımcılara Onam Formu, Kişisel Bilgi Formu, TSB Ölçeği, Yaşam Olayları Kontrol Listesi Ölçeği Google Form aracılığıyla sunulmuştur. Elde edilen bilgiler öncelikle araştırmacı tarafından Excel programına aktarılmış, ardından SPSS paket programı(SPSS 22.0) kullanılarak verilerin analizi yapılmıştır. Araştırmanın bağımlı değişkenini Travma Sonrası Büyüme soruları & Yaşam Olayları Kontrol Listesi soruları , bağımsız değişkenlerini yaş, cinsiyet, medeni hali, eğitim düzeyi, şu an yaşadıkları yer, çocukluk çağını geçirdikleri yer, gelir düzeyi , iş sahibi olup olmadıkları, meslekte geçirilen yıl, kronik fiziksel rahatsızlık, tanı alınan psikolojik rahatsızlık değişkenlerinden oluşturmaktadır. Araştırma kapsamında yapılan istatistiksel analizlerde, ki-kare test, parametrik olmayan testler( korelasyon ), ANOVA (Tek Yönlü Varyans Analizi) yapılması uygun bulunmuştur. Araştırmada anlamlılık düzeyi .05 olarak kabul edilmiştir.
ARAŞTIRMANIN SONUCU VE YORUMLARI Kadınların eğitim düzeyi arttıkça, travma sonra büyüme geliştiği saptanmıştır ( p=,020, p<,05). Kadınların bir mesleğinin olması ile travma sonrası büyüme arasında anlamlı bir fark vardır. (p=,009, p<,05). Yapılan analiz sonuçlarına göre şehirde yaşayan, medeni durumu bekar, biyolojik cinsiyeti kadın olan bireylerin travma sonra büyüme toplam puanları istatiksel olarak pozitif yönde ilişkiye sahip olduğu bulgusu saptanmıştır. (p=,000, p<,05 ) Yapılan analiz sonuçlarına göre biyolojik cinsiyeti erkek olan bireylerin TSB toplam puanları , gelir düzeyi ve meslekte geçirilen süre ile istatiksel olarak pozitif yönde bir ilişki saptanmıştır. (p=,004, p<,05 )Toplam puan ve eğitim düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif yönde ilişki bulunmuştur, p=0.003 (p<0.05). Eğitim arttıkça, travma sonrası büyümenin ortaya çıktığının yorumu yapılabilir. Yapılan analiz sonuçlarına göre psikolojik tanı almak ile TSB arasında istatiksel olarak pozitif yönde bir ilişki saptanmıştır, p=,003 (p<0.05).
Not: Aylin Güleryüz’ün bitirme tezi olan
bu çalışması 63 sayfadan oluştuğu için yazının tamamına yer verilememiştir. Araştırmanın tamamını merak eden okuyucular dergimizde yer alan mail aracılığıyla iletişime geçip yazının tamamını talep edebilir.
50
51
Akademiye Dair Yarın mezun olsan, ertesi gün ne yapıyor olurdun? Vizeler, finaller, ödevler derken lisansı bitirdin. Mezuniyet telaşı başladı. Özel sektörde mi çalışsan, KPSS’ye mi hazırlansan, bir süre dinlensen mi… Yoksa, “Bu lisans eğitimi bana yetmedi.” diyerek yüksek lisansa mı başvursan? Malum yüksek lisans programlarına başvuru dönemi yaklaşıyor. Peki, ne yapmalısın? Aslında süreç ilk olarak yüksek lisansı tezli mi tezsiz mi yapacağına karar vermek ile başlıyor. Amaç, belli bir alanda uzmanlaşmak olduğunda tezsiz yüksek lisans; hem uzmanlaşıp hem de akademik alanda ilerlemek olduğunda ise tezli yüksek lisans programları tercih ediliyor. Yüksek lisans başvurularını değerlendirme süreci neredeyse üniversitelerin tamamında iki elemeden oluşuyor ve ilk eleme tüm üniversitelerde ortak nokta. Sizden istenen ALES, YDS ve GNO puanınız. İkinci elemeye çağrılacak adayların listesi bu puanların değerlendirilmesi ile oluşturuluyor. İlk aşamayı geçtiğinizde ikinci eleme olarak karşınıza mülakat ya da bilim sınavı çıkıyor. Bu süreçte, bilim sınavında başvurduğunuz alan ile ilgili sorular ile karşılaşırken; mülakatta ise alana olan ilginiz, bu alan için yaptığınız hazırlıklar, çalıştığınız ve/veya çalışmak istediğiniz konular ve en önemlisi motivasyonunuz değerlendiriliyor.
PSIKOLOG
Heyyem HÜRRİYETOĞLU Ve sonunda oldu! Kabul aldınız :) Sizi nasıl bir süreç bekliyor? Lisansın yorgunluğunu, mezuniyetin yoğunluğunu henüz üzerinizden atamamışken yüksek lisans için açtığınız yeni sayfaya neler yazacaksınız? Öncelikle, artık spesifik bir alanla ilgileniyorsunuz ve ilgilendiğiniz alanı okumaya, araştırmaya, tartışmaya kısacası kendi kendinize öğrenmeye başlıyorsunuz. “Stalklama” serüveniniz sosyal medyadan Researchgate’e taşınıyor. Yer bildirimlerinin çoğunu kongreler, seminerler ve sempozyumlar oluşturmaya başlıyor. Böylelikle akademik dünyayı daha yakından tanıma fırsatı yakalıyorsunuz. Bu süreçte, para kazanmak amacıyla akademik kariyerin ilk basamağı olarak değerlendirilen araştırma görevlisi olmak seçenekler arasında. Bununla birlikte; TEV, MEB ve TUBİTAK gibi kurumların lisansüstü burslarına başvurarak da maddi destek alabilirsiniz. Bunun yanı sıra, lisansüstü eğitiminiz süresince Erasmus programı kapsamında yurtdışında eğitim görme veya staj yapma şansına da sahipsiniz. Sonuç olarak, bu yazıyı okuduktan sonra lütfen kendinize şu soruyu sorun: Yüksek lisans yapmak istiyor muyum? Cevabınız evet ise yapacaklarınız belli. Akademik yolculuk; sınırlarınızı zorlayarak neler başarabileceğinizi görebileceğiniz bir fırsat ve ufkunuzu açacak bir serüven. Keyfine varmanız dileğiyle…
52
53
Mezun Olduk Noldu? Tüm okul hayatım ay keşke mezun olsam diyerek geçmesine rağmen son sınıfa geldiğimde tabi ki bir korku bastırmıştı. Sokakta gördüğüm hiç tanımadığım bir insana karşı bile kendimi sorumlu hissediyordum. Okul dönemim boyunca zaten birçok yerde staj yapmıştım ve bu sayede ne istediğimi fark etme fırsatı bulmuştum. Kızılay Kulübü’nde çalışıyordum ve bir STK’da çalışmanın bana en uygun meslek olduğuna karar vermiştim ama bunu nasıl faaliyete geçireceğimi bilmiyordum. Bir taraftan da klinik ortama inanılmaz ilgi duyuyordum ve ayrı kalmak istemiyordum. Daha sonrasında şu an çalıştığım kurumun ilan açtığını gördüm ve başvurdum. Mülakat süreçlerinden geçtikten sonra şu anda Erzurum’da Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneğinde (SGDD-ASAM) Psikolog olarak çalışıyorum.
AYŞE NUR METLİ
Sevgili hazırlıkta olan psikoloji öğrencileri yazı boş geçirmeyin, dil nankör unutuluyor ve bir daha toplaması zor oluyor. Dil anla-
MEHMET YURTÇU PSIKOLOG
mında kendinizi geliştirin her yerde çooook ihtiyacınız olacak.
Merhaba,
Sevgili 1.sınıflar çok çektiniz istatistikten ama üniversite bitene kadar kurtulamayacaksınız, bir üst versiyonu olan spss ile yolunuza devam edip biraz daha rahatlayacaksınız ama :). Bol bol kulüp aktivitelerine katılın. Yazın gezin, bol bol roman okuyun ilerde kişilik çözümlemesi yaparken ve mesleğe atıldığınızda işinize yarayacak.
Ben Mehmet, 4. sınıfım ve size Sığınmacı ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği’nde yaptığım stajdan bahsetmek istiyorum. Staj yapmak bizim bölümümüzün olmazsa olmazı. Derslerde ve kitaplarda ne kadar öğrenirsek öğrenelim işimiz insan bilişi ve davranışları olduğu için hiçbir genelleme tam olarak uymuyor. Olabildiğince fazla insan gözlemleyebilmemiz gerekiyor çünkü her şeyden önce insana dair hiçbir konu bize uzak olmamalı.
Sevgili 2. sınıflar yavaş yavaş ortalamanın batmaya başladığı dönemdesiniz sıkı tutun yoksa toplaması zorlaşıyor. Yazın ilgi duyduğunuz bir alanda staj yapın ( Kreş, şirket vb.) , yapın ki anlayın neyi sevmiyorsunuz neye katlanamıyorsunuz ya da neyi çok istiyorsunuz görmüş olun...
Sevgili 3.sınıflar artık hayatınızda patalojiler var yazın mutlaka klinik ortamı devlet hastanesi gibi bir yerde mutlaka dene Mezun olunca ne olacak halimiz di- yimleyin. yenlere cevaben; artık 17 yıllık öğrencilik Sevgili, değerli son sınıflar, korkmahayatınızı geride bıraktığınız için başta bir burukluk yaşanıyor fakat kendi ekonomik yın. Ne yapacağınıza dair hiçbir fikrinizin özgürlüğünü eline almaya çalışan ve birey- olmaması ya da birçok fikrin içinde hangiselleşme için önemli adımlar atan yetişkinler sini uygulayacağınıza karar veremiyor oluolmaya başlıyorsunuz. İş bulma stresine gi- şunuz normal bir durum. Tabi ki herkes merip okuldaki ve öğrencilikteki (YL düşünmü- zun olurken aynı şeyi yaşıyor gibi bir şeyler yorsanız) son senenizi mahvetmeyin derim demeyeceğim, herkesin yaşadığı kendine çünkü zaten eğer iyi bir öğrencilik dönemi özel ama yaşadığınız duygular kalıcı değil. geçirip, mesleğiniz adına yapılan çalışmaları Mezuniyetiniz çok güzel geçer, çok daha iyi takip ettiyseniz bir şekilde er ya da geç bir iş günler yaşarsınız umarım. Mezun olduktan sonra hemen işe başlamak yerine yazı tatil bulunacaktır zaten. yaparak geçirin bence, şimdiki aklım olsa Mezun Olacaklara ve Okuyanlara ben öyle yapardım.
Naçizane Notlar;
STAJ DENEYIMI
PSIKOLOG
Genel olarak toplayacak olursak 5 yılı Çağ’da deneyimlemiş biri olarak şunları söyleyebilirim; boş durmayın gelişin geliştirin, çevre edinin, ortalamayı salmayın ve hayallerinizi unutmayın.
Staj yaparken de alanın yalnızca klinik psikolojiden ibaret olmadığını görmek çok büyük bir fırsat. O yüzden sivil toplum örgütlerinde psikologlara düşen işlerin de farkında olmamız gerekiyor. Psiko-sosyal destek çalışmaları hem daha fazla insana erişebilmek hem de önleyici çalışmalarda bulunabilmek açısından da önemli bence. SGDD’de stajyer olarak bulunduğum süreçte de öğrenmeye en çok gayret ettiğim şeylerden biri de buydu. Öncelikle çalışma yapılan alan oldukça önemli ve hassas. Türkiye’de birlikte yaşadığımız başta Suriyeliler olmak üzere tüm sığınmacı ve göçmenlerle çalışan bir dernek. Faydalanıcılara erişmek, erişilen gruplara uygun çalışmalar yapabilmek öncelikli konular. Farklı bir kültürel yapılardan gelmiş ve ihtiyaçları çok geniş bir alana yayılmış insanlar.
Staj süresince karşılaştığım en önemli zorluklardan biri kendimle yüzleşmek oldu. Kabul edelim mülteci ve sığınmacı konusunda hepimizin kendimizle yüzleşmeye ve önyargılarımızı ve tabi ana akım medyadan kaynaklanan yargılarımızı gözden geçirmemiz ve insan odaklı bir bakış elde etmeye çalışmamız gerekiyor. Bu staj boyunca psiko-eğitim amaçlı birçok kez çalışma yapma fırsatı buldum hem Türkiyeli hem Suriyeli gruplarla tanışma ve birbirini anlamaya dayalı etkinliklere katıldım. Tüm süreç boyunca çok kültürlü bir ortamda ve tabi dil bariyeri ile çalışma deneyimi kazanmak benim için eşsiz oldu. Yoğunluk olarak dile dayalı bir alanda insanlara yardım etmeye çalışırken iki hatta bazen üç dilin birbirine tercüme edilmesi gereken gruplarda çalışmak bugüne kadar edindiğim deneyimler içinde yeri en ayrı olanlardandı. Takım çalışması deneyimi de bu yüzden zor olduğu kadar öğreticiydi. Farklı diller, farklı alanlar ama aynı amaç için çalışma yapabilmeyi öğrenmek mezun olmadan önce iyi geldi diye düşünüyorum. Mesleğimizin daha çok kitlelere ulaşması ve daha insan odaklı çalışmalar yapabilmesi dileğiyle.
54
STAJ DENEYIMI
STAJ DENEYIMI
PSIKOLOG
Çağ Üniversitesi Psikoloji Bölümü 4. Sınıf Öğrencisi
AYLIN GÜLERYÜZ
Herkese merhabalar. Ben Aylin Güleryüz, Çağ Üniversitesi Psikoloji Bölümü mezunuyum. Toplamda 5 kurumda staj yapmış olmakla beraber kısaca staj deneyimlerime değinmek isterim. İlk resmi klinik psikoloji alanı dışındaki stajımı Hatay Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nda yaptım. Bu stajımda sosyal inceleme için evleri geziyor ve rapor yazıyorduk. Stajımda gözlemlediğim şeylerin çoğu sosyo-ekonomik düzeyi düşük bireylerin yaşadığı sıkıntılar ve bu sıkıntıların doğurduğu aile içi psikolojik problemlerdi. Çocuk biriminde ise çocuk istismarı vakaları geliyordu ancak bizi bu vakalara dahil etmiyorlardı. Eğer bu kurumda staj yaparsanız sahada gözlem fırsatı bulursunuz ancak klinik psikoloji alanında çok fazla bir deneyim beklemeyin. Çünkü stajımın çoğunluğunda kurumda oturup dosya incelemiştim. İkinci stajımı ise gönüllü olarak Tarsus Toplum Ruh Sağlığı Merkezi’nde gerçekleştirdim. 1 ay boyunca haftanın belli günlerinde Şizofreni ve Bipolar hastalarının çoğunu gözlemleme ve birebir görüşme fırsatı buldum. Samet hocamızın(Artık o kurumda değil) yaptığı bilimsel bir çalışmaya katkıda bulunuyor aynı zamanda psikotik hastalarla ilgili hocamızdan teorik ve pratik deneyimleri aynı anda elde etmiştim. Eğer fırsatınız varsa bu kurumda staj yapmanızı öneririm. Üçüncüsü ise, Klinik Psikoloji alanında ve resmi olan stajımı Adana Dr. Ekrem Tok Ruh Sağlığı Hastanesi’nde gerçekleştirdim. Klinik Psikoloji alanında inanılmaz deneyimler kazandım, 3 yıl boyunca okulda gördüğünüz teorik bilgilerin pratikte karşınıza çıktığını düşünün. Adli vakalar, psikotik hastalar, kişilik bozuklukları… Hastanede çok farklı ve çeşitli hastalar bulunuyordu. Çok sayıda borderline kişilik bozukluğu vakasını kapalı servislerde gözlemleme fırsatı buldum. AMATEM’de (Alkol ve Uyuşturucu Madde Bağımlıları Tedavi ve Araştırma Merkezi) alkol ve madde bağımlılığına sahip hastaları gözlemleme fırsatı buldum. Genel olarak değerlendirildiğinde klinik bilgilerimi ikiye katlayıp aynı za-
manda teorik-pratik bilgi haznemi hocalarımız sayesinde zenginleştirdiğimi söyleyebilirim. Hastanede çalışan ve farklı ekollerden olan psikologlar, psikotik hastalara farklı bir perspektiften bakmamı sağlamıştı. Bu kadar ağır vakaları görmek beni psikolojik olarak biraz etkilemişti diyebilirim. Staj bittikten sonra birkaç ay boyunca etkisinde kaldığımı söyleyebilirim. Size önerim hocalarınızdan bu staja başlamadan önce kendi psikolojik sağlığınız açısından öneri almanız ve sizi zorlayıcı durumlarda yardım almanız. Bir sonraki stajımı Hatay Sığınmacı ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği’nde gönüllü olarak gerçekleştirdim. O zamanlar göç alanında çalışmak istiyordum. Arapça dil bilgimi geliştirip aynı zamanda birebir gözlem fırsatı edinmek istiyordum. Keza öyle oldu, orada çalışan meslektaşımdan çok şey öğrendim, birebir görüşmelere katılmıyordum ancak derneğe başvuran göçmenlerin yaşadıklarına şahit oluyordum. İkinci dilim olan Arapça bilgimi de geliştirmeme katkı sağladı. Eğer göç alanında çalışmayı düşünüyorsanız SGDD(Sığınmacı ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği) sizin için iyi bir fırsat olabilir. Son olarak 1 yıldır aktif olarak görev aldığım AKDAM( Adana Kadın Da(ya)nışma ve Sığınma Merkezi) ‘da gönüllü üye şeklinde yer alıyorum. Buraya gelen psikolojik vakaların ilk danışmanlığını üstlenerek belediyedeki psikolojik danışmanlığa ya da direk hastaneye yönlendirme yapıyorum. Gerektiğinde kurumlara yönelik AKDAM‘ı ve Toplumsal Cinsiyet gibi konular hakkında sunumlar yapıyorum ( Kızılay, SGDD vb.). Bu kurumda şiddet mağduru kadınlara yönelik destek amacıyla çalışmalar yürütüyoruz. Toplumsal Cinsiyet eğitimleri düzenliyor ve bir çok proje yürütüyoruz. Dernek içinde gönüllü olarak yer almak için benimle iletişime geçebilirsiniz. Sizlere son önerim ise staj yapmak için aceleci davranmamanız. İkinci senenizden sonra, özellikle teorik dersleri almaya başladıktan sonra staja başlamanız çok daha sağlıklı olacaktır. Hepinize iyi çalışmalar dilerim.
55
GÜLZEMIN CANBOLAT
Merhabalar, ben Gülzemin Canbolat. Çağ Üniversitesi Psikoloji bölümü 4. Sınıf öğrencisiyim. Ben de her psikoloji öğrencisi gibi birçok yerde stajyer olarak görev yaptım. Bunlardan bana en çok katkıda bulunanları Toplum Ruh Sağlığı Merkezi ve Devlet Hastanesiydi. İkisinde de birçok farklı hastayla görüşme şansı yakaladım. Özellikle Ruh Sağlığı Merkezi’nde dağınık psikoz, bipolar ve şizofreni tanısı almış birçok hastanın tüm süreçleri içerisinde (ruhsal muayene, tanı süreci, tedavi süreci, … ) yer aldım. Klinik psikoloji alanında edindiğim teorik bilgiyi deneyimleyerek öğrenmek benim için büyük bir şanstı. Ama bu yazımda size çalıştığım ve bunu bir staj deneyimi olarak nitelendirdiğim farklı bir alandan bahsedeceğim. İş ve Örgüt psikolojisi alanında AR-GE çalışanı ve eğitmen olmak. Üniversiteye başladığımdan beri aldığım dil eğitimin ve alanımın da katkısıyla birçok dernekte görev aldım. Gönüllülük deneyimlerimin getirisi olarak da birçok uluslararası projede çalışma fırsatım oldu. Spesifik olarak birçok farklı kültürden gelen insanlara eğitmenlik yapmak, alanımın temel konusu olan insanlarla iletişim kurmakta ve insanların davranışlarını anlamlandırmakta bana en sağlam yapı taşını oluşturdu. Size bu yazımda, bu sürece nasıl başladığımı, şu an bu konuda neler yaptığımı ve sizin de gelecekte bu gibi fırsatları nasıl değerlendirebileceğinizden bahsetmek istiyorum. İlk olarak okulumuza tanıtım için gelen AIESEC’e katılmakla başladı yolum. Üyelik süreci boyunca birçok eğitim ve kongreye katılarak iki dönem liderlik tecrübesi edindim. Daha sonra bir arkadaşımın katılımıyla Erasmus Plus Gençlik Değişimleri projelerini keşfettim. Avrupa Birliği’nin 18-30 yaş arasındaki her gence tanıdığı bu imkandan faydalanmak için araştırmalara başladım. Bu süre zarfında proje yazma eğitimi alarak Gençlik Merkezi’nde Erasmus
Plus Gençlik Değişimleri’ne proje yazma girişiminde bulundum. Tam o sıralarda gönüllüsü olduğum Gençlik Merkezi’nin kurduğu ortaklıkla Almanya’daki bir projeye seçildim. Proje süresince belirlenen etkinlikler çerçevesinde mülteci çocuklarla çalışma fırsatı yakaladım. Ardından Estonya’da, Bulgaristan’da, Romanya’da ve Türkiye’de çeşitli konularda projelere katılmaya devam ettim. Bu projelerden hayatımda en etkili olanı ise Bulgaristan’da gerçekleştirilen “Youth in Social Entrepreneurship” adlı projeydi. Bu proje ile İş ve Örgüt Psikolojisine yaklaşımım daha ılımlı oldu. Benim için girişimcilik teması tam olarak psikoloji ve sosyolojinin kesişimidir. İnsanların makineler gibi sabah 8 akşam 5 mesailerine dayalı ve sadece arz-talep doğrultusunda çalışmalarından ziyade yeteneklere ve performansa dayalı bir çalışma sistemi içerisinde bulunmalarına fırsat vermek benim için psikolojinin bu alana sağlayacağı en temel yatırımdır. Özellikle insan yaşamını etkileyecek bir konu olarak üretimde, iletişim ve motivasyon temelli adımlar atmak meslek alanımız için iyi bir geleceğe adım atmak demektir. Hayatımda bir dönüm noktası haline gelen Youth in Social Entrepreneurship projesinden sonra projeyi gerçekleştiren Champions Factory derneğiyle yakından iletişim kurdum. Kasım 2017’de projenin 2. Kısmı olan Entrepreneurial Lab’a hem Türkiye Takım Lideri hem de proje asistanı olarak davet aldım. Staj deneyimi olarak nitelendirdiğimiz bölüm ise tam olarak bu proje ile başladı. Bir birey olarak hayatımızın 3’te 1’ini iş alanlarında geçiriyoruz. Yani bireyin biyolojik ve psikososyal gelişimine dayalı olarak oluşan karakterini, tutumunu ve yapısını en rahat gözlemlendiği alanlardan biridir iş alanı. Projeler süresince birçok farklı kültürden insanların; öğrenme ve uyum sürecini, tutumunu, grup çalışmasına yatkınlığını, performans değerlendirmesini, takım, kriz ve zaman yönetimini sağlamasını yakından inceleme fırsatı ya
56
STAJ DENEYIMI
57
BÜŞRA S. MÜLAYİM
Çağ Üniversitesi Psikoloji Bölümü 4. Sınıf Öğrencisi kalayabiliyorsunuz. Örgüt yönetimi bazında ise çalışanlarda iletişim, rekabet ve motivasyonun önemini kavrayıp grup içi çalışmalarda buna yönelik adımlar atabiliyorsunuz. Şu an hala merkezi İngiltere’de, şubesi Bulgaristan’da bulunan Champions Factory’de stajyer eğitmen olarak görev yapıyor ve projelere katılmaya devam ediyorum. Aynı zamanda derneğin Türkiye şubesini kurmak için süreç içinde aktif görev alıyorum. Eğitmenlik sürecimde ise hem mikro hem de makro düzeyde kurumun ihtiyaçlarına yönelik adımlar atabiliyorum. Projeye katılımcı seçmede performans ve yetenek değerlendirmesi, katılımcılara bilgi aktarımı, liderlik ve güdülenme, katılımcılara ve kuruma geri bildirim verme konularında kendimi geliştirebilecek fırsatlar elde edebiliyorum. Siz de İş ve Örgüt Psikolojisi ile ilgiliyseniz üniversite hayatınızı gönüllülük deneyimleri ile doldurabilir ve kendinize bu alanda fırsatlar yaratabilirsiniz. Özellikle bu deneyimi uluslararası düzeye taşımak istiyorsanız Avrupa Birliği Erasmus Plus Projeleri kaçırılmaz bir fırsat. RUN…
Herkese merhabalar, 4. Sınıf psikoloji bölümü öğrencisi olarak lisans hayatımın son senesinde mezuniyete adım adım biraz hüzünlü, biraz heyecanlı karmaşık duygular içerisindeyken üniversite hayatım boyunca yaptığım stajları sizlerle böyle anlamlı bir dergi platformunda paylaşabilmek benim için büyük bir mutluluk olduğunu belirtmek isterim. Öncelikle derslerde gördüğümüz teorik bilgiyi pratikte nasıl uygulandığını görmek için can atan biriydim ve bu merakımdan dolayı gönüllü staj yapabilmek için 1.sınıfın sonunda (2016) bana uygun olabilecek kurumları araştırmaya başladım ve tek tek internetten bulduğum kurumları gezdim. Ardından Uzman Psikolojik Danışmanlık Merkezi’nin beni yönlendirmesiyle Adana’da bulunan Mine Ağır Psikolojik Danışmanlık Merkezi’nde stajyer olarak başladım. Bu kurum otizmli çocuklarla çalışan ve aynı zamanda ailelere psiko-eğitim veren bir kuruluştu. Kurucu Mine Hanım, beni neredeyse tüm seanslara alıyor ve gözlem yapmama izin veriyordu bunların yanı sıra seanslarda çocuklarla yaptığı çalışmaları tek tek anlatıyor ve ilk bakışta tam olarak ne yaptığını anlamadığım dikkat, eşleşme, taklit, komut gibi çalışmalar zihnimde anlam kazanıyordu. 1 aylık gönüllü stajım sona erdiğinde ise 2 ay boyunca da yaz sürecini en iyi şekilde değerlendirmesi için tüm gün kurumda kalan otizmli bir öğrencimizle bire bir ilgilenerek kurumda çalışan olarak devam ettim. Bu süreç Mine Hanımın seansları nasıl ilerletmem, hangi aktiviteleri yaptırmamla ilgili öncesinde bilgi vermesiyle ve benim seanslarda neler uyguladığımı kendisine aktarmamla birlikte süpervizyon eşliğinde devam etti ve 3
aylık maratonum çok keyif aldığım ve her dakikamın dolu dolu geçtiği bir dönem olarak sonlandı. İkinci stajımı (2017) Aile Sosyal Politikalar Bakanlığına bağlı olan Adana Sevgi Evleri’nde, zorunlu staj olarak yaptım. Devlet kurumlarında staj yapacaksanız eğer mutlaka psikoloğun olup olmadığını önceden araştırmanızı öneririm. Çünkü araştırıp kurumda psikoloğun çalıştığından emin olmama rağmen tam staj yapacağım tarihten hemen önce psikoloğun askere gittiğini öğrendim ve benim için çok büyük bir hayal kırıklığı oldu. Aslında psikolog olsaydı da çok bir değişiklik olmayacağını sonradan anladım. Neden derseniz de maalesef iş tanımları oldukça iç içe girmiş durumda ve idari büroda çalışan kişi sayısı da bir o kadar yetersiz olması sebebiyle Psikolog, Sosyal Hizmet Çalışanı, Çocuk Gelişimci olmanız fark etmeksizin eğer bir çocukla siz ilgileniyorsanız psikolojik, ekonomik, gelişimsel durumundan tamamen siz sorumlusunuz demektir. Bu olumsuzlukların yanı sıra benimle kurumun Sosyal Hizmet Çalışanı olan Ali Bey ilgilenmişti. 1 aylık süre içerisinde; ev incelemesine gidip sosyal inceleme raporu yazmayı öğrendim ve kurum içinde kalan çocuklarla grup ve bireysel görüşmeler yaparak sürecimi değerlendirdim. Üçüncü stajımı (2018) ise Dr. Ekrem Tok Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’nde yaptım. Kesinlikle her psikoloji bölümü öğrencisinin patoloji dersini aldıktan sonra staj yapması gereken bir kurum olduğunu düşünüyorum. Derslerde gördüğünüz çoğu patolojik durumu burada gözlemleyebilirsiniz.
Farklı departmanlarda (adli, trsm, amatem, poliklinikler, servisler) bulunabilirsiniz. Özellikle yataklı serviste bulunmanızı mutlaka öneririm çünkü en yoğun ve en çok hasta profili görebileceğiniz departman burasıdır. Stajınız boyunca bazı testleri uygulamayı, anamnez almayı, grup terapilerdeki sürecin nasıl ilerlediği gibi birçok pratik bilgileri öğrenebilirsiniz. Dördüncü stajımı (2018) ise çok isteyerek ve uzun uğraşlar sonucu ayarladığım Dr. Alper Yılmaz Çocuk ve Ergen Psikiyatri merkezinde yapmaktayım. Burada bazı seanslara girerek çocuk gözlemi nasıl yapılır, nelere dikkat etmem gerekir, anamnez nasıl alınır, hasta takibi nasıl yapılır, çocuk resimleri yorumlaması, bazı testlerin uygulanışı, psikiyatr-psikolog ilişkisi özel bir klinikte nasıl bir süreç olarak işliyor vb. birçok benim için faydalı bilgileri öğrenerek çocuk ve ergenlerle çalışmayı deneyimlemekteyim. 4.sınıfa kadar yapmış olduğum tüm bu stajları özetlemem gerekirse, bu yazıyı okuyacak olan sevgili meslektaşlarıma benden naçizane bir tavsiye olarak yapabildiğiniz kadar farklı kurumlarda staj yapmanızı fakat staj kurumlarınızı seçerken çok dikkatli olmanızı en çok verim sağlayabileceğinize inandığınız kurumlarda çalışmanızı öneririm. Bunları yaparken bol bol okuma yapmayı, aynı zamanda sosyal faaliyetlerde bulunmayı da unutmayın. En önemlisi de bu uzun yolculukta yorulduğunuzda neden bu yola çıktığınızı hatırlayın ve hedeflerinizden vazgeçmeyin. Hepimizin hayallerine ulaşabilmesi dileğiyle!
59
DIZI-FILM-KITAP D ERG I -M ÜZ I K ÖNERİLERİMİZ
Scenarıo Hangi birimiz bazen gün içinde ‘’Acaba benim hayatım bir film olsa nasıl olurdu?’’ diye düşünmüyoruz ki? İtiraf ediyorum, çoğu insan gibi ben de bazen kafamda kendi hayatıma bir film, dizi veya klip çekiyorum. Peki nedir bizi bu durduk yere otobüste, derste, evde, her boş anımızda yakalayıp, hayatımızı uzun uzun gözden geçirtip belki de film olabileceğine inandıran düşünce? Hayatlarımız mı çok önemli bizim için yoksa herhangi bir şeye film çekmenin, bir hayatın ekranlarda yer almasının büyüsüne mi kapılıyoruz? Ne oldu da arkadaşlarımızla sinemaya gitmek bizim için vazgeçilmez bir etkinlik oldu, ne zaman kült filmlerin bazı repliklerini hayatımızın mottosu haline getirdik? Neden çok sevdiğimiz kitapları ekranlarda görme ihtiyacı hissettik? Ödül alan yönetmenler, oyuncular, senaristler ne yaptılar da bize filmlerini daha hayatın içinden hissettirdiler ve en önemlisi nedir medyanın psikolojideki yeri? Sizi baştaki sorularla yalnız bırakıp bazı film ve dizilerden bahsetmek istiyorum. Dergimize de eşsiz yazısını armağan eden Uzm. Psk. Mehmet Duman’ın önerisi ile izlediğim “Melinda ve Melinda’’ filmi, filmlerin algımızı farklı bakış açıları kullanarak nasıl değiştirebileceğini gösteren çok güzel bir örnek. Tıpkı bir ışığın, bir cisme farklı noktalardan tutulduğunda farklı şekilde gölgeler ortaya çıkarması gibi, aynı hikayenin farklı boyutlardan bakıldığında insan üzerinde nasıl da farklı duygular uyandırdığını görüyoruz. Hayatımız gibi değil mi? Belki de bu yüzden çok seviyoruz bu sanatı. Ekranlarda kendimizden bir şeyler
Alara CÖMERT Çağ Üniversitesi Psikoloji Bölümü 1. Sınıf Öğrencisi bulmayı ya da bizde olmayan bir şeyi ekranlardan kapmayı. Özellikle biyografik filmlerde bu etkilerin görülebileceğine inanıyorum. Bence bir insanın hayatının çok farklı pencerelerden bakılıp izleyiciye sunulması, izleyicinin de o insan üzerindeki çok yönlü algısının ne denli değişebileceğini bize gösteriyor. Tıpkı “Henry: Bir Seri Katilin Portresi’’ filminde olduğu gibi, Henry Lee Lucas isimli seri katilin hayatını, kendi anlattıklarından yola çıkıp gözler önüne sererek, belki de bizim aklımıza gelmeyen noktalara bazı insanların nasıl dikkat edebileceğini, Henry’nin kendi gözlerinden sunuyor. Benzer bir etki veren başka bir biyografik film daha izlemeyi düşünürseniz, sizi Henry’den daha az ürkütücü olan John Nash ile tanıştırmak isterim. ‘’Akıl Oyunları’’ isimli filmde hayat hikayesi anlatılan, Nobel ödüllü matematikçi J. Nash’in hayatını ekranlarda izlemenin büyüsünden, ancak filmde sizi şaşırtan noktalarla sıyrılabiliyorsunuz. Hem hayranlık hem şaşkınlık duyarak izleyeceğiniz bu filmden sonra, zihninizi biraz meşgul edebilecek olan diğer bir filmi izleyelim mi? “Zindan Adası’’. Yine güzel bir kitabı ekranlarda görmenin heyecanını yaşadık. Dennis Lehane’in eşsiz kalemi ve Martin Scorsese’in etkileyici yönetimiyle izlediğimiz filmin etkisinden çıkmanız en az birkaç saatinizi alacak. Şimdi biz psikoloji öğrencilerine çok tanıdık gelecek bir filmden bahsedelim: 2010’da vizyona girmiş olan ‘’Deney’’ filmi, bize “Standford Hapishane Deneyi’’ne oldukça benzeyen bir konu sunuyor. Sosyal statünün insan psikolojisi üzerinde nasıl etki gösterebileceğini
gözlemleyebilmek adına çok güzel bir film olduğunu düşünüyorum. Sıradaki filmimiz ‘’Bir Rüya İçin Ağıt’’, bağımlılığı temel konusu olarak alan, gerek oyuncuları gerek müziğiyle insanı derinden etkilemeyi başaran bir film. Bence en çok hoşunuza gidecek yanı, bağımlılığın aslında hayatımızın her yerinde, bizimle iç içe olduğunu filmin kendine has çarpıcı anlatımıyla göstermesi olacak. Çarpıcı demişken, ‘’Cinnet’’ filminin o çarpıcı sahnesini hatırlamayan var mı? İnsanın belirli olayların gölgesinde nasıl da kendine yabancılaşabileceğini Stephen King’ in muazzam kaleminden ve Stanley Kubrick’ in kendine has yönetiminden izliyoruz. Kubrick’ten söz etmişken, çok büyük ses getiren ve etkileneceğinize inandığım “Otomatik Portakal’’ filmini de izlemeden geçmeyin derim. Kısa filmlere göz attığımızda, bize mutluluğun ne olduğunu, nereden geldiğini sorgulatacak olan bir filme rastlıyoruz. Tom Long’un gözlerinden“Mutluluk” isimli kısa filmi izlemenizi öneriyorum. Eminim, hepimiz çok yaygın olan obsesif-kompulsif bozukluklarla ilgili temel bilgilere sahibizdir. Peki bu bozukluklara sahip olan insanlar hayatı nasıl açılarla değerlendiriyorlar? Onların gözünden dünyaya 7 dakika bakmak isterseniz, 2008 yapımlı “Dix” isimli kısa film size istediğinizi verecek. Peki, ya dünya aslında düşündüğümüz gibi bir yer değilse? Bize biçilmiş kaderden ziyade, kendi kaderimizi çizdiğimiz gibi sonumuzu da kendimiz yazıyorsak? Özgürlük tutkusunun, tutsaklığa dönüştüğü, ironi dolu bir kısa fil-
me göz atmak isterseniz, James Griffiths’ in yönetimiyle “Room 8”, aklınızdan uzun süre çıkmayacaktır. Çoklu kişilik bozukluğunu kendi bakış açısı ve güçlü anlatımıyla akıllara kazıyan Trevor Sands, “Inside” filmini biz izleyenlere 2002 yılında sunmuş, daha fazla gecikmeden izlemelisiniz! Son olarak, LGBTİ+ bireylerin uğradığı zorbalıklara, hepimizin içine dokunacak şekilde parmak basan, “Kemikleşmiş normlar tersine dönseydi nasıl hissederdik?” sorusuna yanıt veren kısa film, “Love Is All You Need?” Kim Rocco Shields’in empati yeteneğiyle dünyayı tersine çeviriyor.
Dizilerden bahsedecek olursak, Otizm sahibi bireylerin ve ailelerinin yaşadığı sıkıntılara, bu bireyin psikoloğu ile kurduğu bağa dikkat çeken dizi “Atypical’’, eminim sizi ekranlara kilitleyecektir. Peki bir terapist danışanlarıyla arasındaki sınırlarını koruyamazsa ne olur? Hatta bu sınırların ötesinde kendine yeni bir dünya kurarsa? Bu terapistin hayatına biraz mercek tutmak istersek, ‘’Gypsy’’ dizisine biraz zaman ayırmak hoşumuza gidebilir.”13 Reasons Why” dizisiyse bir kızın intihar etmesi ve bu olayın 13 temel nedeni üzerine kurulmuş. Bu dizilerin merakınızı cezbedeceğine inanıyorum. Eminim, burada önermiş olduğum film ve dizilerin çoğunu izlemişsinizdir fakat yine de dergimizin ilk sayısı olduğu için, izlenmesi gerektiğini düşündüğüm bu film ve dizilere öncelik vermek istedim. Umarım önerilerim ilginizi çeker. Herkese iyi seyirler diliyorum.
62
Benliğimize İyi Gelecek
Kitaplar
Kutlay USTA
Çağ Üniversitesi Psikoloji Bölümü 2. Sınıf Öğrencisi Bir bilim dalı olan psikoloji insanların ve hayvanların davranışlarının bilişsel sürelerini inceler. Psikoloji bilimine olan ihtiyaç her geçen gün daha çok artmaktadır. Teknolojinin baş döndüren bir seviyede ilerlemesi, refah düzeyinin yükselmesi, bilginin çoğalmasıyla beraber bilgi kirliğinin artması gibi sebeplerden dolayı insanların ruh sağlıkları da olumsuz yönde etkilenmektedir. Bu gibi sebepler bizi psikoloji bilimine yönlendirmektedir. Düşüncelerimizi kontrol edebilmek, sağlıklı düşünebilmek ve doğru kararlar alabilmek iyi bir psikoloji ile mümkündür. Çağımızın getirdiği birçok sebepten ötürü birçoğumuz psikolojik rahatsızlıklardan muzdaripiz. İster yetişkin olsun ister çocuk bazen sorunlar yaşayabiliyoruz. Bazen bu sorunlar çözülemeyecek duruma gelebiliyor. Bu sorunların temelinde yatan sebeplerden bazıları insanların birbirlerini dinlememeleri, sürekli tartışmaları ve karşılıklı konuşmamasından kaynaklanmaktadır. Psikoloji aslında kendi benliğimizi keşfetmek, kendimizle barışık olmaktır. Herkes sorun yaşayabilir, problemlerle karşılaşabilir. İnsan nasıl ki iyi şeyler yaşıyorsa, bazen sıkıntı da yaşayabilir. Sorunları büyütmemek hayatın tamamen o sorunun çözülmesinden ibaret olduğunu görmemek insanın psikolojisine daha faydalı olacaktır. Sorunlarla başa çıkamadığımız, işler içinden çıkılmaz hal aldığında psikolojiye başvurabiliriz. Bu durumda da psikolojik kitaplar veya dergilerden yardım alabiliriz. Aşağıda alanında uzmanlaşmış yazarların kaleme almış olduğu kendimize hitap eden kitapları ve konularına ulaşabiliriz. Genel anlamda psikoloji ile ilgileniyorsak dergilere de bakabiliriz.
64
65
Bir Psikiyatristin Gizli Defteri – Gary Small, GigiVorgan
Keşfedilmemiş Benlik – Carl Gustav Jung
Bu kitapta daha önce hiç duymadığımız yaşanmış ilginç hikayeleri bulabiliriz. Dr. Garry Small meslek hayatı boyunca yaşamış olduğu vakaları bu kitapta bir araya getirmiştir. Hastalarıyla olan diyalogları teşhis ve sonrasında oluşan hikayeleri anlatmaktadır.
Herkesin ilgisini çekecek nitelikte bir kitap. Kitabı okuyup bitirdikten sonra bir psikologla sohbet etmiş gibi hissedersiniz. İnsanın benliğine, bilincine ışık tutan okunması gereken bir kitap. İnsanın Dört Zindanı – Ali Şeriati
Akıl Hastalarının İç Dünyası – Bert Kaplan Bu kitap ile deliliğe yani akıl hastalığına olan bakış açınızın değişeceğini göreceksiniz. Bu kitap toplumda bilinen birçok yanlışa ışık tutuyor. Akıl hastanelerinde yatan hastalara ve kriz anında ne hissetiklerine yer veren bu kitabı okuduğunuzda onlarla daha iyi anlaşacak onların gözünden bakmayı öğreneceksiniz.
İnsan Olmanın Psikolojisi – Abraham Maslow Bu kitap kendi farkındalığımıza varmamızı sağlıyor. Dili biraz ağır olmakla beraber varlık ve yokluk tanımlarına yer veriyor. Hümanist psikolojiyi öğrenmek isteyenlere tavsiye edilebilir. İnsan Olmanın Psikolojisi – Abraham Maslow Bu kitap kendi farkındalığımıza varmamızı sağlıyor. Dili biraz ağır olmakla beraber varlık ve yokluk tanımlarına yer veriyor. Hümanist psikolojiyi öğrenmek isteyenlere tavsiye edilebilir.
Bu kitap İranlı sosyolog ve filozof olan Ali Şeriati’nin yaptığı bir konferanstan derlenmiştir. Kitap ince görünse de içindeki bilgiler nedeniyle dolu ve kapsamlı bir kitaptır. Bu kitap sayesinde hayatın bize sunduğu kapıların, aslında o kadar kapalı olmadığını anlıyoruz. Olağan Psikopotlar – Kevin Dutton İlginç bir başlığa sahip olan kitap herkeste merak uyandırmakta. Psikopat deyince akla hemen seri katiller, tecavüzcüler, şiddet yanlısı insanlar gelir. Bu kitapta ise sadece psikopatların sadece bildiğimiz şeklideki gibi olmadığını görmekteyiz. Günlük hayatta beraber olduğumuz yakın arkadaşlarımız, aklımızın ucundan geçmeyen kişilerin bile psikopat olabileceğini bu kitabı okuduktan sonra görebiliriz. Psychologies Uzun yıllardır yurt dışında yayınlanan dergi ülkemizde de 2017 yılında yayınlanmaya başladı. Gündelik hayatımıza uygulayabileceğimiz formüllerle sadeleştiren Psychologies; aile, ilişkiler, iş hayatı, güzellik, seyahat, beslenme, spor, sanat gibi birçok alanda ruhumuza, aklımıza ve bedenimize iyi gelen keşifler yaptırmayı hedefliyor. Psikoloji Çalışmaları
Algı Kapıları Cennet ve Cehennem – Aldous Huxley Algı üzerine yazılmış bir kitaptır. İnsan algılarının boyutlarını analiz eden Huxley gözlemlerini okuyucusuyla paylaşıyor. Kitabın ilgi çeken kısmı ise farklı tür bir kaktüsten alınan madde insana enjekte ediliyor. 8-10 saat sonrasında insanın algısında belirgini değişikliler oluyor. Bağımlılık yapmayan bu madde birçok kişi üzerinde deneniyor. Özellikle şizofreni hastalarına uygulandığında hastanın dünyasına erişiyor. Yaptığı deneyimleri ve sonuçlarını yazar kitabında paylaşıyor.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü tarafından, 1956 yılından beri “Tecrübi Psikoloji Çalışmaları” adı altında yayınlanmakta olup, 2003 yılından itibaren hakemli bir dergi olma özelliğini kazanarak “ Psikoloji Çalışmaları” adı altında yayın hayatına devam etmektedir. Yılda bir kez hem online hem de basılı olarak yayınlanan dergi, psikoloji alanında yürütülmüş olan deneysel çalışmaları ve alan çalışmalarını yayınlamaktadır.
Psikohayat
Psikiyatri, psikoloji, nöroloji ve beyin araştırmaları alanlarında önemli çeviri haberlere sayfalarında yer vermektedir.
ı r a l a t o N m ü Öl T U D e k i l Me itesi s r e v i n Çağ Ü ölümü B i j o l Psiko ncisi e r ğ Ö f 3. Sını
Her birimiz, yüzleşmekten korktuğumuz bu durumla, gün gelir karşı karşıya kalırız. Birini kaybederiz mesela. Yas dönemi aşamalarından geçeriz. Bir süre sonra bununla başa çıkmayı öğreniriz. Bilinçli ya da bilinçsizce… Belki de alışırız. Hatıraları anımsatan dizelerdeki hıçkırıkların ve gözyaşlarının yerini, zamanla tatlı bir tebessüm alır. Şarkılar vardır; bize bizi bulduran onları hatırlatan şarkılar…
Büyük Ev Ablukada-Güneş Yerinde Deniz Seki-Hayat İki Bilet Gaye Su Akyol-Ruhun Ölmüş Senin Şebnem Ferah-Vazgeçtim Dünyadan Rolling Stones-Laugh, I Nearly Died
Fazıl Say-İnsan İnsan Manga-Her Aşk Ölümü Tadacak Kerem Tekin-Kar Beyazdır Ölüm Pentagram-Doğmadan Önce Simply Three-Rain
Her şey ölür; duygular, hisler, insanlar. Belki bir bitki, belki bir hayvan. Her şeyin sonu sonsuz bir yok oluşa çıkar. Peki sizce ölüm ne demektir? Hücrelerimizin toprak molekülleri arasında kayboluşu mu, yoksa çok sevdiğimiz birine karşı beslediğimiz aşkın yerini koskoca bir nefrete bırakması mı? Ölüm, yaşam kadar gerçektir aslında. Adını duymazdan geldiğimiz bir hastalık gibi. Yani görmezden geldiğimiz, kaçtığımız, konuşmaktan çekindiğimiz bir kâbus misali.
Ölümle barıştığımız an, hayatı daha çok severiz. Tecrübelerimiz, bizi saliseleri yaşanmış kılmaya iter. Geriye dönüp baktığımızda keşkelere olabildiğince az yer veririz. Acı olan gerçeklere ‘’deneyim’’ dedikçe evrenle daha barışık hissederiz. Kendimizi sevdikçe dokunduğumuz şeyleri güzelleştiririz. Yılmadan ve bol sevgiyle ilerleyip yeşil umutlar filizlendiririz. Zihninizdeki tüm ölü duyguları, insanları, eşyaları iyi hatırlamanız dileklerimle.
Pearl Jam-Black Şebnem Ferah-Deli Kızım Uyan Terry Jacks-Seaons In The Sun TNK-Unutmam Seni Zakkum-Gökyüzünde Peki; gerçekten yaşıyor muyuz? Yaşam bizim için nelerden ibaret? Şöyle bir dönüp baktığımızda geriye, neler bırakmışız peşimizde? Akışın içinde kapılıp gidiyoruz işte. Günlük rutinlerimiz arasında kayboluyoruz. Bazen bu sonsuz maratonda yoruluruz. Çok yorulursak eğer, zevklerimiz yosun tutar. Bozkırın ortasındaki yalnız bir ağaç misali kendimizi boşlukta ve her şeyden uzakta hissederiz. Daha sonra minik molalar veririz. Ruhumuzla başbaşa kaldığımız zamanlar… Kendimize ayırdığımız vakitler arasında huzuru bulur, dinleniriz. Gerçek yaşam sosyalliğe tutundukça başlar. Hobilerimizle; sanatla, sporla, kitaplarla güzelleşiriz. ‘’İşte ben bunları yaptım/yapıyorum’’ der, yaşadığımızı iliklerimize kadar hissederiz. Aşık Veysel-Kara Toprak Journey-Don’t Stop Believin’ Mehmet Erdem-Ben Ölmeden Önce Michael Bublé - Feeling Good Nursan Alçam-Hayat Sevince Güzel
TÜRKİYE ALZHEİMER DERNEĞİ
69
D
ER
N
EK
LE R
MERSİN ŞUBESİ
Türkiye Alzheimer Derneği Mersin Şubesi; 2006 yılında Alzheimer Hastalığı hakkında farkındalık yaratmak, hasta, hasta yakınları ve toplumu bu konuda bilgilendirmek amacıyla kurulmuştur. Kuruluşundan itibaren yönetim kurulu üyelerimiz, üye ve gönüllülerimiz, en çok da hasta yakınlarımızın hayali olan Yaşlı Yaşam Merkezi(YYM), Yenişehir Belediyesi’nin derneğimize tahsis ettiği arsa üzerinde 2013 yılının bahar aylarında yapımına başlanarak, 3,5 yıl gibi kısa bir sürede bitirilmiş, 2017 Ocak Ayı itibariyle de kurumsallaşarak hizmete girmiştir. Bu kurumlara, Alzheimer Bakım Merkezlerine neden ihtiyaç duyulmaktadır ve neden önemlidir? Sorularını yanıtlamak için önce hastalığı biraz tanımamız gereklidir. Çağın hastalığı olarak kabul edilen ve kanser ile kalp hastalıklardan sonra en pahalı hastalık olan Alzheimer, bir demans(bunama) türüdür. Tüm dünyada 40 milyondan, ülkemizde bir milyondan fazla demans hastası olduğu tahmin edilmektedir. Demans, ilerleyen yaşla birlikte görülme sıklığı artan, beyin hücrelerinin öngörülemeyen ilerleyici yıkımı sonucu ortaya çıkan bir hastalıktır. En sık görülen formu Alzheimer hastalığıdır. Halihazırda, demansı önlemek için aktif yaş alma çalışmaları dışında kabul edilen bir yöntem bulunmamaktadır. Aktif yaş alma çalışmaları yaşlı bireylerin fiziksel, zihinsel ve ruhsal olarak sürekli aktif olmasını amaçlamaktadır. Bu çalışmaların uzman kişilerce yapılması gerekmektedir. Özellikle yalnızlık, hastalığın daha erken yaşta başlayıp hızlı ilerlemesine yol açar. Erken tanı ve tedavi, iyi bakım; evreler arası geçişi yavaşlatarak hastanın daha uzun süre kendi kendine yetmesini sağlamakta, sürekli bakım alma
durumunu geciktirmekte ve sağlık harcamalarını azaltmaktadır. Alzheimer hastalığı yalnız tıbbi değil, aynı zamanda sosyal bir sorundur ve aktif yaş alma faaliyetlerinden, sürekli bakıma, evde veya kurumda verilecek profesyonel destek çalışmalarına kadar hastalığın evresine odaklı farklı çözümler gerektirir. İşte bu noktada derneğimiz kurulduğu ilk günden itibaren, Yönetim Kurulu Başkanımız Sayın Prof. Dr. Aynur Özge önderliğinde ve rehberliğinde, üyelerimiz, hasta yakınları ve gönüllüler bir taraftan toplumu bilinçlendirme ve farkındalık eğitim çalışmaları yaparken, diğer taraftan da demans hastalarının bakım sorununa katkıda bulunmak üzere, yerel ve idari yönetimlerin de büyük desteği ile ve Mersin’den, çeşitli ilerden ve yurt dışından hayırsever insanlardan, çeşitli kurum ve kuruluşlardan topladığı bağışlarla yaptırdığı şimdiki adıyla; Özel Engelli Yaşlı Bakım Merkezi’ni (ÖEYBM) hayata geçirmiştir. Türkiye’de ilk ve tek, Dünya’da ise sayılı ba kım evlerinden biri olan Merkezimiz, Alzheimer-Demans İhtisas Merkezi olma yolunda emin adımlarla ilerlemektedir. Binamız ve kurumumuz binlerce insanın bağış ve katkılarıyla meydana gelmiş, her santimetre karesi sevgi, güven ve heyecanla meydana getirilmiş bir yapı olması nedeniyle de eşsizdir. ‘’Umut; imkansız bir sevda değil, imkansızı gerçeğe dönüştürecek bir yol haritasıdır.’’ diye bir cümle vardı, bir kitapta. Önce hayalini kurup, gerçekleşeceğini umut ettiğiniz şeye, içtenlikle inanıyor ve bu uğurda gereken çabayı gösteriyorsanız, önünde-sonunda mutlaka sonuca ulaşıyorsunuz. Merkezimiz böylesine büyük bir çabanın örneğidir.
ZİÇEV MERSİN
70
Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı
71
“Her zihinde olağanüstü yetenekli bir nokta vardır” Merkezimizde Alzheimer konusunda uzman; Fizyoterapist, Psikiyatrist, Sosyal Çalışmacı, Yaşlı Aktivite Terapisti, Sağlık ve Bakım Elemanlarımız eşliğinde; Aktif Yaş Alma ve hastalığın her evresinde bakım, sağlık ve hastalığı öteleyici faaliyetler gerçekleştirilmektedir. Ayrıca Merkezimizin dışında, Tarsus’ta ve Mezitli’de, yine yerel ve idari yönetimlerin ve hayırseverlerin katkılarıyla hayata geçirilmiş olan Yaşlı Dayanışma Evleri; derneğimizin üye ve gönüllülerince işletilmektedir. Merkezimizde ve Yaşlı Dayanışma Evleri’nde, hasta yakınlarının yaşam kalitelerinin yükseltilmesi, sağlıklı yaşlıların Alzheimer olmamaları için, gönüllülerin uyguladıkları aktiviteler ve çeşitli kurslar yoluyla, toplumsal hayata etkin olarak katılımlarının sağlanması için ortak alanlar sunulmakta, “Aktif Yaşa, Sosyalleş, Alzheimer Olma!’’ sloganı başlığı altında, çeşitli etkinlikler yapılmaktadır. Türkiye Alzheimer Derneği(TAD) Mersin Şubesi olarak, ilk günden itibaren tüm eğitim ve farkındalık çalışmalarında, yılda bir kez hasta ve yakınları için düzenlediğimiz bu yıl da 8. incisini gerçekleştirdiğimiz “Alzheimer Hasta ve Yakınları Eğitim Kampları’’mızda, hizmete girdikten sonra da merkezimizde, öğrencilerimizle ve gençlerimizle işbirliği içerisinde olmayı çok önemsedik. Şu anda elinizde okumakta olduğunuz bülteni hazırlayan, çok değerli öğretmenleri Sayın Kahraman Kıral rehberliğinde Çağ Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğrencileri, her adımda bizlerle birlikte, hasta büyüklerimizle birçok aktiviteye katılıyorlar. Özellikle hafta sonları hasta büyüklerimize zaman ayırarak, yaptırdıkları çeşitli el sanatları, boyama, yapboz, matematiksel işlemler, labirent uygulamaları gibi zihinsel ve bedensel
aktivitelerle, bireysel ve grup çalışmaları ile katkıda bulunuyorlar. Bu bağlamda hem yaş almış, hasta büyüklerimize yararlı olmanın mutluluğunu yaşıyorlar, hem de kendi meslek hayatları için laboratuvar sayılabilecek bir ortamda, kendilerine yararlı olacak uygulamalarla deneyim kazanıyorlar. Kendilerine dersleri, uygulamaları ve mesleki hayatlarında başarılar diliyoruz. Bülteninizin de, hayatınızın da yolu açık ve aydınlık olsun.
TÜRKİYE ALZHEIMER DERNEĞİ MERSİN ŞUBESİ YAŞLI BAKIM MERKEZİ 50 Yıl. Mh. 27106 Sk. No 14 Yenişehir / Mersin 0324 332 00 05 - 332 00 07 – 05385166999 alzheimermersin@yahoo.com www.facebook.com/mersin.alzheimer
Merhaba Sevgili Gençler; “Her zihinde olağanüstü yetenekli bir nokta vardır” sloganından yola çıkan Vakıf Şubemiz hakkında sizlere kısaca bilgi aktarmak isteriz. Zihinsel engelli alanında Türkiye genelinde en büyük sivil toplum kuruluşu olan ZİÇEV Ankara merkezli bir vakıftır. Ve Türkiye genelinde 13 şubesi bulunmaktadır. Mersin Şubemiz 23 yaş ve üzeri özel bireylere Hayat Boyu Öğrenme programı kapsamında sanat terapi eğitimleri ile hizmet vermektedir. Sanat Merkezimizde Müzik, heykel, el işleri, resim ve dans atölyeleri bulunmaktadır. ZİÇEV’in amaçlarından en önemlisi zihinsel engelli çocuk ve yetişkinlere uygun süreli kurslarda yeteneklerine göre beceri kazandırmak ve gelişmelerine yardımcı olmaktır. Bu amaç çerçevesinde ZİÇEV Mersin Şubesi olarak kültür, sanat, spor ve meslek edindirme alanlarında projeler gerçekleştirmektedir. Kalkınma Bakanlığı tarafından finanse edilen Mersin Valiliği koordinasyonunda yürüttüğümüz 2012 SODES “Annelerle Elele” projesi ile zihinsel engelli bireylerin annelerine yönelik rehabilitasyonu içeren sanat terapi eğitimleri verilmiştir. Söz konusu proje ile annelere verilen eğitimin yanı sıra özel gençlerin de eğitilmesi sağlanarak Mersin’de ilk kez zihinsel engelli bireylerden oluşan bir ritim grubu kurulmuştur. Kalkınma Bakanlığı tarafından finanse edilen Mersin Valiliği koordinasyonunda yürüttüğümüz 2015 SODES “Engelleri Sanatla Aşıyorum” projesi ve SODES 2017 “Engelleri Sanatla Aşıyorum-2” projeleri ile ilimizin tarihi ve
turistik yerleri ve eski “Mersin Evleri”nin rölyefleri yapılmıştır, projelerle ritim grubumuz ve koromuzun başarı grafiğinin artması sağlanmıştır. Ritim grubumuz, Ankara’da Musa Göçmen ile Senfoni Orkestrası ve İstanbul Kabataş Erkek Lisesi “Başlangıç Sahnem” projesi konserine katılmış; aynı zamanda 21. KKTC Uluslararası Bellapais Müzik Festivali, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası 10. Uluslararası Vurmalı Çalgılar Festivali, Mersin Uluslararası Engelsiz Sanat Festivali ile Mersin Uluslararası Müzik Festivali gibi ulusal ve uluslararası çeşitli festivallere davet edilmiş ve büyük beğeni görmüştür. İşkur ortaklığında ise “Şiş Örücülüğü” “Bebek Yapma” ve “Takı Tasarım” projeleri gerçekleştirilmiştir. Ayrıca Mezitli Belediyesi ortaklığında başlatılan “Down Cafe” projesi başarılı bir şekilde devam etmektedir. Bunun dışında kentimizdeki üniversiteler, kolejler ve diğer STK’lar ile çeşitli projeler yürütülmektedir. Bu projeler ile gençlerimiz fırsat verildiğinde neler yapabileceklerini kanıtlamaktadırlar. Aynı zamanda gerçekleştirilen projeler ve etkinlikler ile özel bireylerin özgüvenlerinin oluşmasına ve toplumda farkındalık yaratılmasına katkı sağlanmaktadır. Eğer sizler de bizimle birlikte bir proje oluşturmak isterseniz, internet üzerinden iletişim bilgilerimize ulaşabilirsiniz ve bu sayede birlikte yol haritası çıkartabiliriz. Hepinize okul, iş ve özel yaşamlarınızda başarılar diler, saygılarımızı sunarız.
Saygılarımızı sunarız.
72
73
Türkiye’deki Psikoloji ile İlgili Oluşumlar
Toplum Gönüllüleri Vakfı (TOG) Toplum Gönüllüleri Vakfı (TOG) gençliğin enerjisini toplumsal faydaya dönüştürmeyi amaçlayan bir değişim ve dönüşüm projesi. Aralık 2002’de kurulan vakıf, gençlerin öncülüğünde ve yetişkinlerin rehberliğinde toplumsal barış, dayanışma ve değişimi amaçlıyor. Toplum Gönüllüsü gençler, üniversitelerinde kulüp, topluluk veya grup olarak bir araya gelerek, belirledikleri ihtiyaçlara göre sürdürülebilir sosyal sorumluluk projeleri hayata geçiriyorlar. Bu projeler, sadece topluma katkı sağlamakla kalmıyor ayrıca gençlerin sorumluluk sahibi aktif bireyler olmalarını sağlayarak kişisel gelişimlerini destekliyor. Gençler tüm projeleri, vakfın da ilkeleri olan, farklılıklara saygı; şeffaflık ve hesap verebilirlik; yerel katılım; ekip çalışması; yaşam boyu öğrenme ve sosyal girişimcilik ilkeleri çerçevesinde hayata geçiriyorlar. Her yıl ülkenin 80 ilinde 129 gençlik topluluğu şeklinde bir araya gelen Toplum Gönüllüsü gençler temaları hayvanlardan insan haklarına; ekolojiden toplumsal cinsiyet eşitliğine; çocuklardan eğitime, gençlik haklarına dek birçok farklı toplumsal ihtiyaca dokunan 2000’i aşkın sosyal sorumluluk projesi hayata geçiriyor. Gençler tüm bu projelerin ihtiyaçlarını giderebilmek için yaşadıkları şehirlerde kaynak yaratarak çevrelerini de bu projeler için harekete geçirmiş oluyor. Bir genç “Ben Toplum Gönüllüsü olmak istiyorum” dediğinde içinde bulunduğu gençlik kulübü/topluluğu veya kulübü içinde, eğitimler talep ediliyor. Gençler kendileri gibi gönüllü olmak isteyen diğer gençlerle 5 Anahtar Sistemi çerçevesinde Akran Eğitimi metodolojisi ile hazırlanmış, gönüllülük bilinci, yerel kaynağı harekete geçirme, proje
yazma ve sürdürme, ekip çalışması gibi konulardan oluşmuş bir dizi eğitim alıyorlar ve projelerini bu eğitimlerde kazandıkları deneyimler çerçevesinde hayata geçiriyorlar. Vakıf tüm bu çalışmalarla çevresindeki sorunlara çözüm üretebilen, kendine güvenli, girişimci ve duyarlı bir gençliğin oluşumuna katkıda bulunmayı hedefliyor. Siz de Toplum Gönüllüsü olmak istiyorsanız; www.tog.org.tr’den daha fazla bilgi alabilirsiniz.
Irmak Kaleli
Kaynak Geliştirme ve İletişim Koordinatörü Fundraising and Communication Coordinator
www.tog.org.tr
TÜRK PSIKOLOJI ÖĞRENCILERI ÇALIŞMA GRUBU
TPÖÇG çalışanı olmak, bireysel gelişiminizi desteklerken aynı zamanda psikoloji bilimine ve mesleğe olan bakış açınızı geliştiNeden TPÖÇG’lü olmalıyım? rir. Böylelikle kariyerinizle ilgili daha sağlıklı Türk Psikoloji Öğrencileri Çalışma adımlar atarken kendinizi sürekli geliştirme Grubu, ilk olarak 1995’te “Psikoloji öğrenci- imkanı bulabilirsiniz. leri olarak kendimizi geliştirmek için ne ya- Nasıl TPÖÇG Çalışanı Olabilirim? pabiliriz?” sorusu ile yola çıkan öğrencilerin Psikoloji öğrencisiyseniz doğal olarak siz de çalışmalarıyla oluşan bir gruptur. Halen çabir TPÖÇG gönüllüsüsünüz. İlk olarak varsa lışma ekiplerinin, temsilcilerin ve yerel yapıokulunuzun TPÖÇG temsilcisi ve çalışanlalanma ekiplerinin faaliyetleriyle, UPOK, Zirrıyla (yoksa bizimle) iletişime geçerek Yerel ve ve Akademi gibi organizasyonlarla daha Yapılanma etkinliklerine, UPOK, Akademi da büyüyerek varlığını sürdürmektedir. Türk ve Zirvelere katılabilir, PsiNossa ve Akıl Psikologlar Derneği ve Avrupa Psikoloji ÖğDefterim’de konuk yazar olabilir , çalışma rencileri Birliği Federasyonu (EFPSA) ile de ekiplerinin sağladığı imkanlardan (değişim iş ortaklığı yapan TPÖÇG’e dahil olmayı isprogramları, staj programları vs.) yararlanatemek için birçok neden bulabilirsiniz. İşte rak ‘’TPÖÇG’’lenebilirsiniz. TPÖÇG çalışanı bu nedenlerden bazıları: olmak istiyorsanız, başvuru zamanlarımızı TPÖÇG; 65 üniversite temsilcisiyle, takip ederek kendinize en uygun ekibe baş250 aktif çalışanıyla, 5 yerel yapılanmasıy- vurabilirsiniz. la, çalışma ekipleri ve temsilcileriyle birlikte Bir TPÖÇG çalışanın görev süresi, göservisleri, faaliyetleri, organizasyonları ve reve başladığı tarihten itibaren 1 yıldır. Her yayınlarıyla size kucak açar. TPÖÇG, sadeçalışma ekibinin başvuru tarihi birbirinden ce Türkiye’deki değil aynı zamanda KKTC ve farklı olduğu için sene içerisinde yılda 3 kez Bosna Hersek’teki öğrenciler arasında da bir açılan (Şubat-Mart, Mayıs-Haziran, Temköprü olma görevi görür. Gelecekteki mesmuz-Ağustos) başvuruları takip edebilirsilektaşlarınızla daha öğrenciyken bağ kurma niz. imkanı sağlar. TPÖÇG faaliyetleri, servisleri, organi Ekip arkadaşlarınızla beraber düzen- zasyonları, yayınları kısacası TPÖÇG’le ilgili lediğiniz etkinliklerle, bulunduğunuz orga- her şeyi sosyal medya organlarımızdan tanizasyonlarla, gerçekleştirdiğiniz tanıtımlar- kip edebilir ve bize iletişim kanallarımızdan la ve bu süreçte onlarla birlikte bıraktığınız ulaşabilir ve merak ettiğiniz her konuda bilgi izlerle daha birçok hatıra edinmiş olursunuz. sahibi olabilirsiniz.
Sevgi ve TPÖÇG’le Kalın :)
74
İngilizce Köşesi
PÖMYAP’I
YAKINDAN TANIYALIM
EFPSA Öncelikle Çağlı arkadaşlarım, hepinize merhaba. Ben Çukurova Üniversitesi’nden Umut Doğan Bilici. Geride bıraktığımız senede branşımda ilerlerken, çeşitli organizasyonlarda da yer edinmeye çalıştım. PÖMYAP bunlardan bir tanesi idi. Öncelikle Mersin- Adana çevresinde faaliyet gösteren Organizasyon ve Dış İlişkiler ekibinin liderliğini sürdürürken, daha sonra açılması kararlaştırılan sanal dergisi için de PSİTHOTH Yazı Ekibi’ne katıldım. Şubat 2018’den beri Yazı Ekibi’nin editörlüğünü sürdürmekteyim. Kendimi ve PÖMYAP’la olan ilişiğimi dile getirdikten sonra isterseniz şimdi PÖMYAP’ın tarihçesine bir göz gezdirelim. 1 Haziran 2014 tarihinde, meslek yasasının eksikliğinden yakınan ve bu amaç doğrultusunda bir şeyler yapmak isteyen birkaç psikoloji öğrencisi ‘Psikoloji Öğrencileri Meslek Yasası Platformu’ adını verdikleri oluşumu kurdular. Kurulduğu ilk yıldan itibaren psikoloji öğrencilerinin alan sorunlarını dile getirirken, meslek yasamızın eksikliğinin bizleri nasıl etkilediğine dair çalışmalar da yapmaktadır. Bildiğiniz üzere, meslek haklarımız yasa çerçevesinde istendiği düzeyde korunmuyor. Korunmamasından da öte, birer birer elimizden kayıyor aslında meslek haklarımız. Psikoloji gibi insanın varoluşuna kadar uzanan o uzun köprüyü oluşturan eski bir bilim dalının ülkemizde gerektiği yerde olmamasından da öte, çok ciddi hak ihlalleriyle de karşılaşmaktayız. “Psikoloji” kavramı kullanılarak toplumun hassasiyetini saptıran çok fazla değersizleştirici unvanlar ve sektörler yaratıldı. NLP uzmanı, nefes ve yaşam koçluğu; bu umut tacirlerinden sadece birkaçı. İşte bu noktada özgürce seslenebilmek ve sesimizi duyurmak adına kolları sıvadığımız bu yolda geleceğimize dair endişelerimizi hep birlikte dile getiriyoruz; hiçbir lisans eğitimi, para ile satın alınan birkaç sertifika programıyla eşit tutulamaz! Yaşanan tüm sorunlara psikoloji çatısı altında çözümler aramak PÖMYAP’ın birincil hedefleri arasındadır.
Tabii, bu yolda ilerlerken birlik ve beraberliğin kurulması, akademik ve sosyal açıdan da bilgi aktarımının yapılması adına da etkinlikler düzenleyen PÖMYAP’ın bazı etkinlikleri aşağıdaki gibidir. PÖMYAP’ın bu zamana kadar düzenlediği bazı etkinlikler ise şöyle; PÖMYAP Cezaevlerinde Ruh Sağlığı Sempozyumu 3 Aralık 2016, FMV Işık Üniversitesi PÖMYAP Kulüpler/Topluluklar Zirvesi, 11 Mart 2017, İstanbul Ticaret Üniversitesi Çocuk ve Travma Sempozyumu, 9 Aralık 2017, FMV Işık Üniversitesi 1. Meslek Yasası Çalıştayı 2. Meslek Yasası Çalıştayı 3.Meslek Yasası Çalıştayı PÖMYAP YAZ KAMPLARI Klinik Psikolog Olmak¸ 5 Mayıs 2018, Bahçeşehir Üniversitesi Diyalektik Davranış Terapisi Sempozyumu, 4 Mayıs 2018, İstanbul Şehir Üniversitesi Psikanaliz Sempozyumu, 26 Nisan 2018, Çağ Üniversitesi ÇOCUK VE ERGENLERLE ÇALIŞMAK’’ ve ‘’PSİKOTERAPİ ÜZERİNE’ 17 Mart 2018, Medipol Üniversitesi PÖMYAP ve Korto Psikoloji Ortaklığı; 4 Mart 2018, Klinik Psikolog Olmak, İstanbul Şehir Üniversitesi Çocuk ve Travma Sempozyumu, 9 Aralık 2017, Işık Üniversitesi Ve daha birçok etkinliğin düzenlendiği platformumuzda psikoloji ışığında daha nicesini birlikte düzenlemek umuduyla. PÖMYAP’ta herkese göre bir yer var.
PÖMYAP İletişim Bilgileri: iletisim.pomyap@gmail.com https://www.pomyap.com/ https://twitter.com/pomyap https://www.instagram.com/pomyap/ https://tr-tr.facebook.com/pomyap14/
European Federation of Psychology Students’ Associations
75
76
77
Talking about Talking:
Exploring Language as Psychologists
Dr. Dinesh RAMOO Çağ Üniversitesi
“…He is speechless. An ailment not to be cured.” The above quote from the Edwin Smith Papyrus (case 20) is probably the earliest recorded instance of language difficulties caused by traumatic brain injury. Such deficits in speech and their impact on an individual’s quality of life illustrate the central place that language occupies in our species. Indeed, it is difficult to imagine being human without language. Language and its unique place in human culture is a fascinating area of study within psychology. An ordinary speaker can produce an average of 4 syllables, 10 to 12 sounds and 2 to 3 words per second using a vocabulary that can potentially contain around 100000 words. Think back to the last few things you have said; you’ve probably never said those words in that exact order before. In fact, you could probably think of hundreds of sentences that no one has ever said in the history of the world. How are we able to produce such an infinite variety from a finite system? How are words stored and retrieved with such efficiency? How can the same universal language production system produce such a rich diversity of languages across the world? Is this system reducible into meaningful components? These are but a few of the millions of questions that psychologists have been trying to answer for the past few decades. The importance given to speech in South Asian religious tradition has resulted in some of the earliest investigations into
language. In fact, the arrangement of consonants in the Tamil and Hindi alphabets is based on Sanskrit linguistic ideas on the place of articulation (the place where the speech organs touch when producing that sound). So we begin at the back with /k/ which is produced with the back of the tongue touching the back of the mouth and go on vertically to /p/ which is articulated with the two lips coming into contact. The horizontal arrangement goes from the simplest sound /k/ to sounds produced with output of air /kh/, to sounds produced with the vibration of the vocal cords /ɡ/, /ɡʱ/ and finally sounds produced with the vibration of the vocal cords and the nasal passage /ŋ/. This arrangement shows a deep understanding of the articulatory organs that has only entered modern linguistics in the last few decades. The following quote from a sixth century B.C.E Indian philosophical text, the Taittiriya Upanishad, illustrates early attempts in dissecting speech units:
"Let us study the science of speech: phonemes (varna), tones (svarah), morae (mātrā), stress (balam), articulation (sāma) and clusters (santānah). May we both (teacher and student) attain understanding and refulgence (through this investigati-
on).” A successor to this initial inquiry into speech production is the Indian concept of sphoṭavāda (Sanskrit for “bursting out”). This idea is often associated with Sanskrit grammarian Bhartṛhari and his book Vākyapadīya (Treatise on words and sentences). This work hypothesises the act of speech into three stages: 1) Paśyantī (conceptualisation), 2) Madhyamā (Performance), and 3) Vaikharī (comprehension). Bhartṛhari further divided performance into the syllable level (varṇasphoṭa), word level (padasphoṭa) and sentence level (vākyasphoṭa). While this is an impressive attempt at rational enquiry, these ideas were not subjected to experimental enquiry until modern psychology restarted such investigations. This idea of analysing language in terms of speech was continued by later grammarians of Arabic. They divided the language sciences into five branches: al-lughah (vocabulary), at-taṣrīf (word formation/ morphology), an-naḥw (syntax),al-ishtiqāq (origin of words), and al-balāghah (rhetoric). All of these ideas have influences modern linguistics but they were not subject to empirical analysis until the 1960s. Modern day psychologists rely on empirical evidence to inform themselves about speech production. They use a wide range of experimental methods including psycholinguistic experiments as well as the analysis speech errors made by normal speakers and neurological patients. I will mainly focus on speech errors to illustrate how even the most mundane of events in life (i.e., slips of the tongue) can be used to understand the natural world. As Con-
fucius said, “a common man marvels at uncommon things. A wise man marvels at the commonplace”. Two German scientists, Meringer and Mayer, collected and analysed slips of the tongue as early as the late 19th century. Freud drew inspiration from this research in writing his 1901 book The Psychopathology of Everyday Life. Current psycholinguistic research has come a long way since that time. Modern psychological investigations into speech production have isolated three main processes: conceptualisation, formulation, and articulation. Conceptualisation generates conceptual structures that can be verbally expressed. Formulation takes these structures and retrieves the relevant words associated with these concepts and builds the words from more basic units. The resulting output is encoded and articulated, resulting in speech. This article will focus mainly on formulation and is based on the works of Gary Dell, Willem Levelt and their colleagues and contemporaries. As seen in the diagram, the process that initiates the articulation of the Turkish word for age starts with conceptualisation. This level has access to visual information (if it exists) and conceptual information (“an age is a period of time”). Next, lemma retrieval initiates formulation. A lemma is an abstract structure which has linguistic properties such as tense, word class (e.g., noun or verb), number, gender, etc. However, a lemma does not have any specific sounds attached to it. Here we see that “age” is a noun, is singular and neutral in gender. The evidence for the existence of stored words as opposed to entire sentences comes from
78
speech errors such as “…I left my briefcase in the cigar” or “We completely forgot to add the list to the roof”. Here entire words switch places and the words that are involved in the errors belong to the same syntactic category (noun switch places with nouns, verbs with verbs and so forth). The next step is morpheme encoding. Words have an anatomy consisting of morphemes that fit together in particular ways. A morpheme can be described as the smallest unit of meaning. An entire word can be a morpheme if its meaning is irreducible (such as “walk”). On the other hand, words can be composed of two or more morphemes. For example, the Turkish word for houses “evler” is composed of two morphemes: ev and –ler (indicating the plural). One of the earliest challenges that a language learner faces is how to fit morphemes together to produce new words. Speech errors provide empirical evidence for the existence of morphemes as discrete units. For example, in the sentence “how many pies does it take to make an apple?” the morpheme that indicates the plural form of “apple” remains in place while the words are switched. So “pie” becomes “pies”. Morphemes are composed of sound units called phonemes. Phonemes are the smallest units of sound that are needed in a language to produce distinct words. So /t/ and /th/ are considered to be individual phonemes in English because you need that distinction to differentiate words such as “tin” and “thin”. These distinctions are not needed in Turkish which only has /t/. Allophones on the other hand are the same sound changing form according to its environment. This phenomenon also found in
79
native speakers of English who pronounce /p/, /k/ and /t/ in a breathy manner when they occur at the beginning of a syllable: “tip” [thip] vs. “bit” [bit]. This is why we need two levels of sounds: 1) a phoneme-based level with distinct sounds and 2) a phonetic level before articulation to allow for sound change according to language-specific rules. Speech errors that switch phonemes are quite common in everyday speech with examples such as “she is a real rack pat” instead of “she is a real pack rat”. The conversion of an syllable-initial stop (/p/, /t/, or /k/) into an aspirated consonants ([ph],[th],[kh]) is done during speech production using phonological rules. These differ from language to language. A good example in Turkish would be vowel harmony, where vowels in a sequence tend to belong to the same type. In the example “evler” the morpheme for indicating a plural changes into -ler or –lar based on which vowel precedes it. Finally we come to syllabification. While phonemes are the smallest sound units, syllables are the smallest units of articulation. If you take a recording of a word such as “parking”, you can dissect it into two syllables: “park-” and “-ing”. You will not be able to divide it further into individual sounds. This syllabification doesn’t usually follow word boundaries as the /k/ in “park” moves to the next syllable in actual speech: “par-king”. This process is called resyllabification; further examples of which are given in the diagram. These syllables are the final template for words to be articulated by the speech organs. Syllables also act as stress (the relative loudness of a syllable) bearing units which makes them the invariable foundation for poetry. For example, a
Shakespearean line such as “Shall I compare thee to a summer’s day” consists of five stressed syllables (in bold) and five unstressed syllables (in italics). The above description of the speech production system is a very basic explanation and is by no means complete. However, I hope it has given you an idea about the complexity of language production and
brought up new questions about psycholinguistic research. Most of this research has been focused on European languages. With the growing trend towards international research we are well placed (as a multilingual country) to broaden this kind of research into non-European languages. For last year's words belong to last year's language and next year's words await another voice.
KAYNAKÇA
81
MODERN DÜNYANIN TİNİ
21. YÜZYIL MODELİ: YAYGIN EĞİTİM
Case Western Reserve University. (2016, December 5). Avoiding spiritual struggles and existential questions is linked with poorer mental health. ScienceDaily. Retrieved September 13, 2018 from www.sciencedaily.com/releases/2016/12/161205111017.html
Koçoğlu, E., Aküzüm, C. ve Ekici, Ö. (2014). Sosyal bilgiler öğretmenlerinin “yaygın eğitim” kavramına ilişkin sahip oldukları mental imgeler. International PeriodicalForTheLanguages, LiteratureandHistory of TurkishorTurkic, 9(2), 975-991.
ANAYURT OTELİ ROMANININ ZEBERCET KARAKTERİNİN PSİKANALTİK YAKLAŞIMA GÖRE İNCELEMESİ
Kuvan, H. (2008). Örgün ve yaygın eğitimin girişimciler üzerindeki etkileri: Malatyalı girişimciler üzerine bir uygulama. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Nas, A. (2009, Temmuz). Aylak Adam ve Anayurt Oteli’ne psikanalitik yaklaşım: Atılgan’ın oidipal roman kişileri olarak C. ve Zebercet. Nota Bene Journal of Arts anda Social Sciences, (2), 72-86. Erişim adresi: https://alparslannas.wordpress.com/2011/12/17/aylak-adam-ve-anayurt-oteline-psikanalitik-yaklasim-atilganin-oidipal-roman-kisileri-olarak-c-ve-zebercet/ Yıldız, S. (2014). Freudyen Psikanaliz Kuramları Işığında Balzac’ı İncelemek: Tuhaf Öyküler. Atatürk Üniversitesi, Erzurum. Cebeci, O. (2004). Psikanaliz edebiyat kuramı. İstanbul: İthaki Yayınları Atılgan, Y. (2017). Anayurt Oteli. İstanbul: Can Sanat Yayınları.
Landis, D. ve Brislin, R. W. (Ed.). (2013). Handbook of Intercultural Training Volume I: Issues in Theoryand Design. Amerika Birleşik Devletleri: PergamonPressInc.
SİYAH KUĞU FİLMİ NİNA KARAKTERİNİN PSİKANALİTİK AÇIDAN İNCELENMESİ Yazgan İnanç B. , Yerlikaya E. (2017) Kişilik Kuramları (13. Baskı). Ankara: Pegem Akademi,S:12-37 Bayar R. , Dr. Yavuz M. , Türkiye’de Sık Karşılaşılan Psikiyatrik Hastalıklar Sempozyum Dizisi No:62 , Mart 2008, S:185-192 Yazgan İnanç B. , Yerlikaya E. (2017) Kişilik Kuramları (13. Baskı). Ankara: Pegem Akademi,S:62-86 VERONİKA KARAKTERİNİN FREUD’ UN KİŞİLİK KURAMI ÇERÇEVESİNCE ANALİZİ Akvardar, Y., Çalak, E., Etaner, U., Hürol, C., Sunat, H., Tükel, R., vd. (2015). Psikanalitik kurama giriş. İstanbul: Bağlam Yayıncılık. Carlin, N. (2014). Thanatos. In Encyclopedia of Psychology and Religion (ss. 1791-1794). Springer US. Erişim: https://doi.org/10.1007/978-1-4614-6086-2_692 Coelho, P. (2018). Veronika ölmek istiyor. (H. Pamir, Çev.) İstanbul: Can Sanat Yayınları A.Ş. Yazgan İnanç, B., & Yerlikaya, E. (2017). Kişilik kuramları. Ankara: Pegem Akademi. SOSYAL PSİKOLOJİ NEDİR, SOSYAL PSİKOLOGLAR NEYİ İNCELER? Aronson, E., Wilson, T. D. ve Akert, R. M. (2010). Social psychology 7th ed. New Jersey: Upper Saddle River. Feldman, R. S. (1997). Social psychology 2nd ed. UK: Prentince-Hall Hortaçsu, N. (2012). En güzel psikoloji sosyal psikoloji. İmge Kitabevi. Kenrick, D. T., Neuberg, S. L. ve Cialdini, R. B. (2005). Social psychology: Unraveling the mystery. Boston: Pearson. Myers, D. G. (2010). Social psychology 10th ed. NY: McGraw-Hill Strube, M. J. (2005). What did Triplett really find? A contemporary analysis of the first experiment in social psychology. The American Journal of Psychology, 118(2) 271-286.
Novosadova, M., Selen, G., Piskunowicz, A., Mousa, S. H. N., Suoheimo, S., Radinja, T., Schrey, T., Strycharz, A., Vanpeperstraete, B., Hoffmann, J., Sarli, M., Lavchyan, Z., Arnold, B., Chisholm, L., Nomikou, M., António, B. M. C., von Hebel, M., Dodin, A. J., Patecka, A. ve Reuter, P. (2013). Theimpact of NonFormalEducation on youngpeopleandsociety. 10 Aralık 2015, intranet.aegee.org/group_file/download/3/2458. Silberman, M. (2006). Active training: A handbook of techniques, designs, case examples, and tips (3.baskı). San Fransisco: Pfeiffer. Souto-Otero, M., Ulicna, D., Schaepkens, L. ve Bognar, V. (2013). Study on the impact of Non-Formal Education in youth organisations on young people’s employability. 15 Aralık 2015, http://www.projects.aegee.org/yue/files/ReportNFE_Employability.pdf. Tight, M. (2002). Keyconcepts in adulteducationandtraining (2. baskı). New York: Taylor & Francis e-Library. YÜKSEKÖĞRETİMİN TOPLUMSAL CİNSİYET ALGISINA ETKİSİ Cherry, A. L. (2005). Examining Global Social Welfare Issues: Using MicroCase. Belmont: Thomson Brooks/ Cole. Cohen, J. (1988). Statistical power analysis for the behavioral sciences. Hillsdale, NJ: Lawrance Erlbaum Associates, Inc. Sancar, S., Acuner, S., Üstün, İ., Bora, A., & Romaniuc, L. (2006). Bir de Buradan Bak: Cinsiyet eşitsizliği bir “kadın sorunu” değil, toplumun sorunudur. Ankara: Yalçın Matbaacılık. TOPLUMSAL CINSIYET Berghan, S. (2011). ‘Transfeminizm’. Cogito: Cinsel Yönelimler ve Queer Kuramı, 65-66, s. 140-149. Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. Berktay, F. (2013) ‘Feminist Teoride Açılımlar’. Y. Ecevit ve N. Karkıner (Ed.) Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları: s.2-23. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Yayınları. Savcı, İ. (1999). ‘Toplumsal Cinsiyet ve Teknoloji’, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 54(1): 123-142. Saygılıgil , F. (2013). ‘Mekânın Cinsiyeti’. Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, 5( 1), 209-218. WHO (World Health Organisation) What Do We Mean By ‘Sex’ And ‘Gender’ ? Erişim tarihi: 25.05.2018 http://www.who.int/gender-equity-rights/understanding/gender-definition/en/