Orhan BAYLAN

Page 1

Orhan BAYLAN_Yazılar

1


Orhan BAYLAN_Yazılar

İÇİNDEKİLER 30.12.2018 Sen Kimin Yolundasın? 26.12.2018 Endülüs Olmadan Ya Da Çok Geç Olmadan 21.12.2018 Kolayca Verecekler Mi Sanıyorsun? 20.12.2018 Amerika Ne Yapmaya Çalışıyor? 10.12.2018 Fetö’yü Nasıl Devşirdiler 03.12.2018 Fransa Olayları, Poşet Meselesi 01.12.2018 Benim De Arada Canım Sıkılır 28.11.2018 İslam Devleti Mi Olduk! 20.11.2018 Gediz'in Gençleri 13.11.2018 Sakin Olun! 12.11.2018 Tahriklere Kapılmayalım 03.11.2018 Kaşıkçı Cinayeti Ve Ülkeler Arası Savaş 02.11.2018 Hallac-I Mansur'u Taşlamak! 27.10.2018 Koy Bunları Kapının Önüne Başkanım 23.10.2018 Biz Andımızı Okurken… 19.10.2018 Patrik Bafra'da Ne Aradı? 15.10.2018 Hedef Saptıran Sapkınlar 12.10.2018 Rahip Brunson Olayına Başka Açıdan Bakmak 07.10.2018 Kaşıkçı Olayı Ve Yol Geçen Hanı 04.10.2018 Yapmayın, Etmeyin... 28.09.2018 Kibrit Kutusu Camiler Ve Talan Edilen Vakıflar 23.09.2018 Her Eleştiren Hain Değildir 22.09.2018 Sermayeye Sahip Ol! 18.09.2018 Sayın Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’a Açık Mektup… 16.09.2018 İsmail Safa, Elif Şafak, Fetö… 14.09.2018 Bu Kış Çok Soğuk Geçecek Çok 12.09.2018 Ah 12 Eylül Ah... 11.09.2018 Ülkücü Gençlik Üzerine Oyun Oynatmayın 04.09.2018 Erdoğan Amerika’yı Kandırdı Mı? 03.09.2018 Tasarruf Tedbirleri Mi..Peh! 30.08.2018 İdlib Ve Melheme-İ Kübra 28.08.2018 Cumartesi Anneleri Filan... 24.08.2018 Vah Hali Pür Melalimize 20.08.2018 Ezidi Kadının Hikayesi Ya Da İki Yüzlü Batı 17.08.2018 Amerika Ne Yapmaya Çalışıyor 06.08.2018 Cüneyt Arkın'ı Ölmeden Gömdüler! 04.08.2018 Garabet Tomayan’dan Rahip Brunson’a… 02.08.2018 Hedef Hiç İran Olmadı, Hep Türkiye’ydi! 01.08.2018 İnsan Yetiştirebiliyor Muyuz? 23.07.2018 İyi Şeyler Mi Oluyor! 21.07.2018 Sizin Yaptığınız Cihat Değil, Batı'ya Taşeronluktur. 19.07.2018 Mehmet Görmez'i Kim Pazarlıyor! 18.07.2018 Nesturiler Nereye Gitti? 13.07.2018 Mart Karı Yağmadan... 10.07.2018 Başkan Ve Adamları

2


Orhan BAYLAN_Yazılar

03.07.2018 Nefret Ettim Bu Çağdan… 29.06.2018 Bu Ülke Sizin Tapulu Malınız Değil! 27.06.2018 Hdp Terörist Partisi Mi? 22.06.2018 Erdoğan'a Oy Veriyorum 19.06.2018 Suriye Kadar Taş Düşsün Başınıza.... 19.06.2018 Bahçeli Ne Yaptı 11.06.2018 Oradan Buradan 08.06.2018 Küfran-I Nimet Etme 06.06.2018 Millet Olmanın 3 Şartı 04.06.2018 Ucuz Politikacılar 03.06.2018 Bir Çay Hikayesi 31.05.2018 Batıyor Muyuz Gerçekten! 29.05.2018 Sabredin Ey Filistinin Mazlum Halkı 29.05.2018 Biz İstanbul’u Koruyamadık! 26.05.2018 24 Haziran’da Kimi Neden Seçmeliyiz? 19.05.2018 Bandırma Vapurunun Çil Çil Altınları 19.05.2018 Ümmete İlaç Olmak 15.05.2018 Filistin Ve Radikalleşen Müslümanlar 09.05.2018 Hala Habur Yargılamaları, Megri Megri Diye Sayıklayan Sefiller 08.05.2018 Fetö'cülere Meydan Verilmesin... 05.05.2018 İlay-I Kelimetullah 05.05.2018 Mezarlıkta Ağlayan Kız... 02.05.2018 Kimi Seçeyim? 29.04.2018 Seçim Çantada Keklik Mi? 27.04.2018 Haçlı Seferleri Devam Ediyor 26.04.2018 Seçim Borsası Mı, Tahtakale Döviz Borsası Mı? 22.04.2018 Kim Sahi Bu M.İkbal? 18.04.2018 Erken Seçim Gerekli Miydi? 14.04.2018 Bizi Kimler Bozdu 13.04.2018 Adalet 5 Numarada 10.04.2018 Oynaş Güreş Bunlar 07.04.2018 Misyoner Okullarından Fetö Okullarına… 07.04.2018 Fetö Örgütü Mü Tehlikeli, Pkk’mı? 05.04.2018 Abdülhamit’i İndiren Olmayacağım. 01.04.2018 Türkiye'yi Bekleyen Tehlike: Mezhepsizlik Ve Selefilik 30.03.2018 Amerika Rusya Anlaştı Mı? 29.03.2018 Sevindirici Gelişmeler 28.03.2018 Tek Seçenek Amerika Değil... 28.03.2018 Hangisi Yanlış! 25.03.2018 Kenevir Dosyasına Devam 24.03.2018 Kenevir Yasağı Tamamen Kalkmalı 21.03.2018 Amerika Niye Saçmalıyor 17.03.2018 Günahın Yok Mu Hoca! 14.03.2018 Mesele “Yiğitbaşı” Kim Olacak 13.03.2018 Amerika'nın Planı Erdoğan Üzerine Kurulu... 13.03.2018 Fetö Üzerinden Tarikat Düşmanlığı 08.03.2018 Nasıl Zengin Oldular 04.03.2018 Koalisyon Mu İttifak Mı? 04.03.2018 Zordur Yerinden Yurdundan Ayrı Kalmak 02.03.2018 Silah Pazarını Da Alacağız Ellerinden 01.03.2018 Tmsf Ve Fetö Şirketleri 28.02.2018 Afrin Harekatı Durur Mu? 26.02.2018 Orta Doğu’yu Kan Gölüne Çeviren Kim? 23.02.2018 Şeker Fabrikaları Peşkeş Mi Çekiliyor? 22.02.2018 Batı Uşağı İlim Adamları 20.02.2018 Sana Ne? 20.02.2018 Abd Bloğunda Nasıl Kalacağız? 17.02.2018 Afrin'e Esed Güçleri Girer Mi? 15.02.2018 Pkk'nın Mezarını Ypg Kazsın! 10.02.2018 100 Yıl Sonra Hala Aynı

3


Orhan BAYLAN_Yazılar

08.02.2018 Tarihi Tekerrür Mü Dejavu Mu? 06.02.2018 Ypg Ve Cihatcı Örgütler Üzerinden Operasyon Elemanı Olmak 04.02.2018 Hoca Tahsin Ve Ali Suavi Üzerinden Selef Kavgası… 02.02.2018 Yok Edemiyorsan Tahrif Et 31.01.2018 Her Şey İsrail İçin... 31.01.2018 Afrin Sonrası Kolay 29.01.2018 Öztürk Yılmaz Ne Yapmak İstiyor(!) 27.01.2018 Savaşa Hayır (!) 27.01.2018 Emperyalistler Dün Ermenileri Bugün Kürtleri Kullanıyor! 25.01.2018 Düşmanın Da Merdine Muhtaç Kaldık 24.01.2018 Ahmet Cevdet Paşanın Kızları Üzerinden Abdülhamit Dönemini Okumak 21.01.2018 Dost Amerika(!) 20.01.2018 Suriye Ve Civarının 200 Yüzyıl Öncesine Kısa Bir Bakış… 17.01.2018 Erdoğan Gitmeden Pyd Koridoru Olmaz 14.01.2018 Amerika'nın Hedefi Milli Ve Yerli İttifak 14.01.2018 Kervan Yola Çıktı O Menzile Varacak 12.01.2018 Bi Sor Niye Gittim! 09.01.2018 2019’a Giderken… 05.01.2018 Haydut Amerika’nın Sonu 03.01.2018 İran'da Neler Dönüyor 01.01.2018 Sömürgeciler Niye Nişan Verir! 31.12.2017 Different= Farklı Olmak 29.12.2017 Bylock'tan Nefret Üretmek... 25.12.2017 Her Yere Gül'üvermekten Vazgeçin Artık... 22.12.2017 Amerikan Yardımı Aldatmacası 21.12.2017 Hacer-Ül Esved Hırsızları... 16.12.2017 Suudi Arabistan Ne Yapmaya Çalışıyor 13.12.2017 Doğu Kudüs Deyip Küçümsemeyin 11.12.2017 Gargat Ağacı Ve Tanrıyı Kıyamete Zorlamak 09.12.2017 Ayasofya, Kudüs Ve İlahiyat Eğitimi 07.12.2017 Silah Sanayinin Açmazı "Devlet Eliyle Üretim" 05.12.2017 Kudüs, Erdoğan Ve Türkiye 03.12.2017 Newyork Tiyatrosu Ve Chp Aynı Kumpasın Ürünü 29.11.2017 Diyanet Niye Otorite Olamıyor 28.11.2017 Akşener Balonu... 26.11.2017 İki Yüzlü Batı: Amerika'daki Japon Tehciri 23.11.2017 Amerika Dünyanın Hakimi Mi? 22.11.2017 Suriye'de Gelinen Son Nokta; Başa Dönmek 20.11.2017 Daeş Nereye Gitti, Nerede Ortaya Çıkar 19.11.2017 Nato Denilen Kazık... 18.11.2017 Sapla Samanı Karıştırmasak 16.11.2017 Tüh Lan Sizin Suratınıza 15.11.2017 Daeş, Ypg, Coni...Atatürk Koruma Kanunu... 15.11.2017 Ilımlı İslam Mı? 05.11.2017 Cihad Kavramı Üzerine Karalamalar 03.11.2017 Belletilmiş Kahramanlar Ve Ezberlenmiş Şablonlar 31.10.2017 Amerika'nın S-400 Oyunu 27.10.2017 Adı Konmayan Roman'dan 26.10.2017 İyi Olacak 25.10.2017 Akşener Üzerine Eski Bir Yazı 22.10.2017 Amerikanın Yeni Oyunu 22.10.2017 Aliexpress Ve İpekyolu Projesi Üzerine... 20.10.2017 İstifa İsteyen İlk Erdoğan Mı? 20.10.2017 İstifa İsteyen İlk Erdoğan Mı? 16.10.2017 Bylock Ve Bahis Çeteleri Üzerine... 15.10.2017 Suni Gündemler Tarihimiz... 11.10.2017 Wasp, Protestan, Amerika Ve İngiltere 09.10.2017 İdlib'in Önemi 08.10.2017 Nasıl Kuran Meali Yazdılar 07.10.2017 Bin Yıl Lazım

4


Orhan BAYLAN_Yazılar

07.10.2017 Marshal Planı Ve Köle Türkiye... 05.10.2017 Kimleri Baştacı Etti Bu Millet 03.10.2017 Halâ Her Yerdeler 01.10.2017 Kusura Bakmayın Ama... 30.09.2017 Müstehcen Bir Hikaye 26.09.2017 Asker Köylüler 24.09.2017 Meselenin Özü Kerkük 21.09.2017 İstihbarat Savaşları 19.09.2017 Barzani Dost Mu Düşman Mı? 17.09.2017 Barzani Referandumuna Karşı Olmak 13.09.2017 Nasıl Zengin Oldular 12.09.2017 Almanya Bize Niye Düşman Oldu 09.09.2017 Bilal Erdoğan Ve Montaj Kasetin Sırrı 09.09.2017 Halk Bankası, Zafer Çağlayan Ve Bu İşin Ucu Nereye Varır 06.09.2017 Fetö Örgütünün Hiç Biri Masum Değildi 06.09.2017 Her Şeyimiz Çarpık 04.09.2017 Tarikatları Yok Edemezsiniz 03.09.2017 Menzil Ve İsmailağa Niye Hedefte ? 01.09.2017 Rahat Yalan Söyleyebilmek 29.08.2017 Arakan Denen Uzak Ülke 26.08.2017 Ya Erdoğan Seçilemezse 26.08.2017 Nerde O Eski Hocalar... 24.08.2017 Ah Şu İkiyüzlü Filistin Davamız(2) 24.08.2017 Ah Şu Filistin Davamız(1) 22.08.2017 Cıa'ya Posta Mı Koyduk! 21.08.2017 Sendikasız Sendikacılığımız 20.08.2017 İbrahimi Dinler Saçmalığı 19.08.2017 100 Yıllık Tezgah 18.08.2017 Cin Şişeden Çıktı 16.08.2017 Hacı Abdülgaffar Veya Hollandalı Müftü 15.08.2017 Kimler Gidecek Cennete 13.08.2017 Ankara İlahiyat Niye Açıldı..! 13.08.2017 Coca Cola Üzerinden Erdoğan'a Vurmak 11.08.2017 İyi Ki Varsın Amerika 11.08.2017 İyi Ki Varsın Amerika 09.08.2017 "O Da Adam Ben De Adam" Diyen Ademler 07.08.2017 Zoruma Gidiyor 06.08.2017 Mehmet Görmez Beyaz Tv'ye Mehmet Okuyan İçin Neden Aracı Oldu 06.08.2017 Ne Olacak Bu Gdo 05.08.2017 Ermeni Komutanın Sayıklamaları Üzerine Notlar... 04.08.2017 Germeyin Milleti 02.08.2017 Ak Partinin Önünde Hala Fırsat Var 31.07.2017 Görmez Gitti...Kim Geliyor. 29.07.2017 Bylock Bylock 28.07.2017 Pakistan: Yeşil Kuşağı Bilmeden Darbeleri Anlayamayız 28.07.2017 Üst Akıl Yok Mu? 27.07.2017 Eniştemin Abdesti... 26.07.2017 İyi İnsan İyi Müslüman Mıdır? 24.07.2017 Hedef Erdoğan Değil, Türkiye 23.07.2017 Yeni Dib Başkanı Hayırlı Olsun 20.07.2017 Ümitlerini Kırmadan Örgütü Dağıtamazsın 19.07.2017 Durun Biraz 18.07.2017 Çooook Önemli Çooook 16.07.2017 Tarikat/Cemaat Düşmanlığı Kimin İşine Yarıyor 13.07.2017 Bylock Konusu Acilen Netleştirilmeli 09.07.2017 Üç Generalle Darbe! 17.07.2016 Fetö Örgütünü Tanımayanlara 19.05.2016 Haydut Devlet Amerika 13.05.2016 Ağla Ağla Nereye Kadar? 07.05.2016 Semercinin Ölümü

5


Orhan BAYLAN_Yazılar

Semercinin Ölümü Bazıları bilir. Vaktiyle bir küçük kasabanın Semer ustası ölmüş. Yeni yetme sıpalar atlayıp zıplayıp kutlamalara başlamışlar. "Yaşasın Semerci öldū, semer yapan olmayacak, bize semer vuramayacaklar" diye şarkılar söyleyip dans ediyorlarmis. Bakmışlar en yaşlıları, bilge eşek üzüntülü. " Sen niye sevinmiyorsun ey bilge" demiş içlerinden biri. Onları derin bir kederle süzen bilge esek; "Behey salak sıpalar. Eski semerci deneyimli bir ustaydı. Onun yaptığı semer sirtimizi yara yapmazdi. Şimdi bir aceminin yaptığı semeri vuracaklar hepimizin sırtı yara bere olacak. Aglamaniz gereken günde siz salak gibi seviniyorsunuz." Şimdi Sayın Davutoğlu görevi bırakıyor diye bazı Pensilvania sıpalari sevinçten tepiniyorlar. Behey salak hashaşiler. Be salak gafiller. Sayın Davutoğlu'nun Basbakanligi bırakma nedenlerinden biri de paralelle yapılan mücadele de etkili olmayışı. Yavaştan alması. Mış... yapıyor gibi tavırlar sergilemesi. Siz, size iyi davranan Semerci gitti diye seviniyorsunuz. Tabi sizin maksat belli. Aralarında bir ihtilaf çıkar, çatlak olup bolunmeye gider mi beklentisi içindesiniz de.... Size o kapıdan artık ekmek değil, ilaç için su bile çıkmaz. Esasında ağlama gününüz olmalı bugünler. Davutoğlu'nun gittiği gün sizin matem gününüz olmalıydı. Gelen acemi Semercinin yaptigi semeri vuracaklar sirtiniza. O semerin size vereceği hasarın hesabını yapmak bile zor... Hah evvvet... Şimdi sevinebilirsiniz aptal sıpalar... /Orhan BAYLAN 07 Mayıs 2016 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/semercinin-olumu/152

6


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ağla Ağla Nereye Kadar? Kanunlarla sağlanan demokratik haklar; suçlular ve teröristleri koruyan kalkan olmamalı. Normal, sıradan vatandaşın can ve mal güvenliği, toplumun huzuru mevzu bahis olduğunda kanun koyucu ve uygulayıcısınin musamahasiz olmasi gerekir. Esas zulüm; suçluya kalkan olan kanunlardan kaynaklanır... Teröristlere ve onlara destek olan herkese karşı acımasız ve musamahasiz davranmak gerekir. Bir köyde, bir mahallede bir sokakta, barinan, kollanan, yaptıkları bilinmesine rağmen üstü örtülü görmezden gelinen teröristler kadar çevredeki suskunlar da suçludur. Hatta onları büyüten ve azdiran bu tutumdur. Terörist cenazelerine katılıp onu propaganda aracı haline getirenler, slogan atıp halkı ve devleti tehdit eden kendini bilmezler, basın yayın ve sosyal medya kanalıyla bunları övenler gereken cezayı görmedikce bizim huzura kavuşmamiz hayal olur. Sokakta oynayan bir çocuğun bu eylemlerden gözüne gelecek taş; 1000 eylemcinin kanindan daha değerli addedilmedikce bu topraklarda analar çok ağlar. Acilen yapılması gereken; bu çarpık kanunların düzeltilmesidir. Ağla ağla nereye kadar... /Orhan BAYLAN 13 Mayıs 2016 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/agla-agla-nereye-kadar/154

7


Orhan BAYLAN_Yazılar

Haydut Devlet Amerika Hani kurt, derenin aşağısında su içen kuzuya "suyumu bulandırıyorsun" der ya yeme bahanesi için... Amerika da gözüne kestirdiği bütün zenginlikleri kuruluşundan beri hoyratça böyle yutuyor. Önce kıta Amerika’sını yedi... Sonra Orta Doğu'ya çöreklendi. Afrika’yı sömürdü... İran'ın kendi bankalarındaki parasına konmak için, Lübnan'da patlayan bombaları bahane etti. Şimdi Suudi Arabistan'ın Amerikan topraklarındaki yatırımlarına göz dikti. Suud'ların açıkladığına göre, 750 milyar dolar. Şahıs adına olsa bile bu parayı 11 Eylül patlamaları sorumluluğunu doğrudan ya da dolaylı bu ülke yöneticileri üzerine yıkarak bu serveti iç etme derdinde. Bunlar devlet değil, soyguncu, talancı... Amerika'ya kim gitti Avrupa'dan... Ne kadar kaçak, geride hiç bir şeyi kalmamış insan kaçkını varsa bu ülkenin asli unsuru oldular. İlkeleri sadece kazanmak... Kazanmak dışında ilkesi olmayan insanların devleştirdiği bir ülke... Senato, Başkan filan derken bir gün Suudların bu parasına el koyarlarsa hiç şaşırmam... Suud'lar bu arada bu tahvilleri, hisse senetlerini elden çıkarmazlarsa çok dövünürler... Tehdit etmeyeceksin… Yapacaksın. Hele haydutu hiç... /Orhan BAYLAN 19 Mayıs 2016 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/haydut-devlet-amerika/159

8


Orhan BAYLAN_Yazılar

Fetö Örgütünü Tanımayanlara Fetö Terör Örgütü ile ilgili bazı ilişkiler çıktığında insanlar niye şaşırıyor ben hayret ediyorum. F.Gülen'in dini jargonlar kullanması onu yerli ve milli yapmaz. Bu topraklarda büyüyüp serpilmesi, bu topraklara sadık olduğunu göstermez... F.Gülen ilk gününden beri (kusura bakmayın sizi yıllarca tavuk gibi yolmuş olması) onun proje olduğu gerçeğini hiç değiştirmez. Kendisinden öncekilerin proje olması gerçeğini değiştirmediği gibi. Dinler arası diyalog yüz yıllık bir projedir. Onun teolejik alt yapısını yapan Afhgani, Abduh, Reşit Rıza, Seyyid Kutup, Akif, Said Nursi gibi isimlerle de topluma yutturulmuş bir projedir. Bunu en güzel CIA eliyle uygulamaya koyan F.Gülen'dir. Baştan beri; okulların dünya çapında yayılmasını, Türkiye'de dershaneciliğin hangi bakanlar eliyle bilhassa teşvik edildiğini, bunların okuldan önce niye dershane işine girdiklerini iyi okumaya çalışırsanız kavramanız daha kolay olacaktır. 100 bin nüfuslu bir şehirde kolej açtığında, okul mevcudu kadar öğrenci ve ailesine girebilecektir. Ama bir şehirdeki 1 dershaneyle; o şehirdeki bütün okullara, bütün öğrenci ve ailelerine girme, bilgi toplama, özel öğrencileri tespit edip onları kendi istedikleri gibi kıvama getirip gelecekte kullanacakları militanlar haline getirebilme imkanları var... Dershane işi basit değil bazılarının küçümsediği gibi. Dershaneyi niye kapattı devlet diye düşünenlerin beyinleri küçük olduğundan meseleyi kavramaya yetmediği içindir. İşte bugün silahlı darbeye kadar varan bu yol; asla bir istihbaratın desteği olmadan mümkün değildir. ABD; 7-8 senedir Türkiye'ye üstü örtülü aleni savaş açmış, bunu da şimdilik vekaletle yürütmektedir. Irak'ta, Suriye'de aleni terör örgütlerini destekleyerek, Gezi ve Paralel yapı gibi içerideki hücrelerle de amansız savaş verilmekte. PKK, PYD, ve Pararlel yapı gibi unsurlar CIA güdümlü şu an Türkiye'ye savaş ilan etmiş ABD hücreleridir. Fetö örgütünü tanımayanlar! Onun için iki de bir "aaa" deyip durmayın... Kapatın ağzınızı..! /Orhan BAYLAN 17 Temmuz 2016 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/feto-orgutunu-tanimayanlara/169

9


Orhan BAYLAN_Yazılar

Üç Generalle Darbe Yaygara koparıyorlar. İsmini vermeyeceğim korsan internet sitesinde Fetö’cüler. Ya da yurt dışından açtıkları twitter hesaplarıyla. Aslında Fetö örgütü mensuplarının yazdığı ama İsveç Araştırma Şirketi ismiyle yayınlanan 295 sayfalık “darbe raporuyla”; hem içeride hem yurt dışında mide bulandırmaya çalışıyorlar. En fazla üzerinde durdukları da darbeye karışan toplam asker sayısı. Diyorlar ki; Ordunun %1.5 u ile darbe mi yapılır... Tamam da niye toplam asker sayısından bakıyorsun, subay ve generalden bakmıyorsun araştırma raporunu hazırlayan sivri akıllı!... Türk Silahlı Kuvvetlerinde o günlerde muvazzaf olarak görev yapan 352 generalin 165 tanesi bu darbenin içinde... Yani neredeyse yarısı. Yine Albay ve altı subay sayısı da binlerce. Geçmiş darbeleri kıyaslayalım peki? 1960 darbesi hariç diğer darbelerin hepsi hiyerarşik yapı içinde yapıldı. Yani; Ordu’nun en tepesi darbeye karar verdi, ve diğer astlarda buna uydu. 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat. Sadece askerin en üst komuta kademesi olmadan yapılan tek darbe, 1960 darbesi. Peki 1960 darbesine kaç general katıldı? 3... Yazıyla da üç. Yanlış okumadınız 3. Sayalım kimler bunlar. MBK ile ilişkileri iyi olan ama darbe başarıya ulaşana kadar sizinleyim diyemeyen General Fahri Özdilek. Sizin komiteyle beraberim diyen general Cemal Madanoğlu. Ve o yılın Mayıs ayında yani darbeden az önce Kara Kuvvetleri Komutanlığından emekli edilen ve darbe gecesi İstanbul’dan kalkan C-130 Hercules (ki o günlerde bizim envanterde yok Amerikan nakliye uçağı) İzmir’de yazlıktan alınıp Ankara’ya getirilen, MBK’nın başına geçen Emekli General Cemal Gürsel. Ve teğmen/albay rütbesi arasında 38 subay. Topu topu bu kadar insan; Türkiye’de darbe yapmış… 15 Temmuz’da işte 165 General ve binlerce subayla darbeye kalkışıldı. Kimse küçümsemesin, bu Türk tarihinin en fazla muvazzafla yapılan kalkışmasıydı. Hatta o kadar emindiler ki bu işi rahatça kotaracaklarına; çok fazla rütbesiz askere bile gerek görmediler. Askerin komuta kademesini derdest ettiklerinde ikna edeceklerine çok güveniyorlardı. Bu kadar general'le kesin başaracaklarina ikna olmuşlardı ki, CIA merkezinde defalarca üstünden geçilen planlarla en ufak bir başarısızlık ihtimali bile görmüyorlardı. Hatta o kadar magrurdular ki, sonradan başkanlık güvenlik danışmanı olan ABD'li general bulunduğu toplantıda canlı olarak darbeyi "dostlarımız şu an darbe yapiyor" diye vermişti. Hesaplamadıkları; "enişte" ve Türk halkının artık Coni için darbeye kalkışacak satılık ruhlara tahammülü olmayışıydı. Ha sahi bu "enişte" niye Erdoğan’ın çevresinde aranıyor... Pensilvania niye kimsenin aklına gelmiyor!... Onlar Turkiye'nin her kurumuna sızdı da, Türk istihbaratı onların kalbine sızamadı mı sanıyorsunuz? Tabi biz çadır devletiyiz ya... /Orhan BAYLAN 09 Temmuz 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/uc-generalle-darbe/175

10


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bylock Konusu Acilen Netleştirilmeli Dün akşam üzeri uzun bir bylock listesi geçti elimize. Tabi listede aklınıza gelen bütünn büyükşehir belediye başkanları ve il başkanları var. 700 kişiden fazla.Hatta bir kısmı çok yakinen tanıdığım; okuduğumda “yok canım” dediğim kişiler. Hayatları boyu Fetö örgütü ile yakın olmamış, hatta bir tane isim; “dinler arası diyalog” safsatası yüzünden onları “dindışı” kabul eden bir görüşe mensup. Bir diğeri hemşehrim il başkanı; hakkında bazı dedikodular olsa da, Milli Görüş geleneği içinde yetişmiş, o hareketle yakın olmamış biri. Dün akşamdan beri arkadaşla beraber bu listeyi yayınlayıp yayınlamayı tartışıyoruz. Devlet ve AK Parti içindeki bir kliğin aleti olmayalım, her ne kadar gelen yer sağlam görünse de feyk bir listeyle bizi ketenpereye getiriyor olmasınlar diyoruz. Bir de tabi bu ismi geçen şahıslar güçlü siyasi oldukları kadar, maddi olarak da zenginler.Emirlerinde avukat orduları olan kişiler. Biz bunlarla baş edemeyiz diyerek yayınlamadık. Şimdi buradan varmak istediğim yer şurası aslında. Bahsi geçen kişiler; eğer gerçekten bilerek ve isteyerek Bylock yüklemişlerse ne siyaseten ne de insanlık olarak acınacak tarafları yok. Çünkü Bylock 2014 yılı martından filan sonra yüklenen bir şey. Yani 17-25 Aralık yargı darbesinden sonra. Sayın Erdoğan’ın inlerine gireceğiz, paralel yapıyı devletin düşmanı ilan ettiği zamanlara.. Yani bylock yüklemeleri; ne fi tarihinde Bank Asya’ya para yatırmaya, ne çocuğunu dershaneye göndermeye benzemiyor. Kavganın kızıştığı zamanda safını Fetö örgütünden yana koymak anlamına geliyor.Bu yüzden de hem Anayasa Mahkemesi, hem de Yargıtay 16. Dairesi “bylock bulundurmayı delil” kabul etti. Lakin bu arada Bylock yüklenen cihazlarla ilgili bazı şaibeler de çıktı. Bilhassa öğretmenlerin yaygın olarak kullandığı memur hattı veren o zamanki Avea şimdiki adıyla TT, bu memur hatlarına ait aynı İP numarasından 4 kişiye farklı hat satmış. Haliyle aynı İP numarasından telefon almış bir öğretmen; yine aynı İP’den almış Fetö’cü bir öğretmenin yüklediği Bylock’u yüklemiş gibi görünüyormuş. Bir de; BTK’ya hakim olan bu melanet örgüt mensupları tepeden bazı numaralara yüklemeler yapmış. Tabi bunlar teknik konular.Ve Bylock çıktı diye görevden atılan ve savcılık takibi yapılan, hatta içeride olan kişiler var bu yüzden. Ve bu İP çakışması yüzünden mağduriyetler yaşanıyor. Gerçi hiç kimse Bylock yüklediğini kabul etmiyor. Bu yüzden toplumda yükselen mağduriyetlerin giderilmesi, bazı odakların bu fırsattan istifade bunu huzuru bozmak, siyasi rant için kullanımlarını engellemek adına hükümete acil görev düşüyor. Savcılıkların incelemek üzere gönderdiği bu dosyaların teknik analizlerinin hem BTK hem ilgili servis TT nezdinde ivedilikle sonuçlandırılması ve insanların şikayetlerinin giderilmesi gerekiyor. Zulme uğrayan bir kişi bile olsa buna mahal verilmemeli, adaletin gecikerek insanların hem manen hem de maddeten zarara uğramalarının önüne geçilmelidir.Yoksa bütün adli ve teknik takibatların faturası ne ilgili adliye personeline, ya da MİT veya servis sağlayıcıya kesilmiyor, AK Parti hükümetine fatura ediliyor. En başta da bu işe omzunu ve ömrünü vermiş olan Reis yıpratılıyor. 2019 yerel ve Cumhurbaşkanlığı seçimine aslında çok zaman kalmadı.Bu işin bir an önce sonuçlandırılıp, her şeye rağmen devlete kafa tutarcasına Bylock yüklemiş olan adı, ünvanı, makamı ne olursa olsun acımadan, merhamet edilmeden veya bizden denilmeden acilen kapı önüne konulup haklarında adli ve idari takibat yapılmalı. Ama bu işten cidden habersiz olarak bir başkasının kurbanı olanlarda tespit edilip bir an önce ait oldukları statü iade edilip, zararları da tazmin edilmelidir. Yoksa; seçim sathı mailinde bunu kullananlara malzeme vermiş olursunuz. Ve kimseye kızma hakkınız da olamaz… Bilesiniz… /Orhan BAYLAN 13 Temmuz 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/bylock-konusu-acilen-netlestirilmeli/183

11


Orhan BAYLAN_Yazılar

Tarikat/Cemaat Düşmanlığı Kimin İşine Yarıyor Bildik fıkra. İki kör oturmuş dolma yiyorlarmış. Biri diğerine, “Teker teker yesene kardeşim dolmaları” demiş. Suçlanan kör şaşırıp, “Zaten birer birer yiyorum” diye cevap vermiş. Diğeri, “Ha tamam, sen de benim gibi ikişer ikişer yiyorsun sanmıştım da” demiş pişkin bir şekilde. *** Tarikat/Cemaat ve Tasavvuf gibi konularda toplumda kafa karışıklığı çok. Tabii bunun sebebi de çok ama üzerinde duracağımız konu bu değil. Tarikata karşı olanlar iki grup: 1-Hiç bilmeyenler. 2-Bilerek düşmanlık edenler. Seküler ağırlıklı eğitim alan, tarikat/cemaat sosyal dokusundan uzak mahallelerde yetişen birinin bu konuları bilmemesi doğal ama ukalalık etmesi doğal değil. Bilerek düşman olan kesim, yani 2. grup, “uydurulan din, indirilen din” veya “yalnız Kur’an” saçmalıklarını düstur edinenler ile selefi tabir edilen sefiller. Selef kelimesini de izah edelim yeri gelmişken. Aslında İslâm’ın ilk intişar yıllarında, sahabe, tabiin ve tebe-i tabiin alimlerinin genel adıdır. Şimdiki Vehhabi eksenli veya Harici mantıklı İslâm adını kullanan sapıklar grubunun bu güzel insanlarla zerre kadar ilgisi yok ama birileri takmış bu sıfatı gidiyor. Kısaca, tarikatı bir sürü tasavvufi terimlere boğmadan izah etmek gerekirse, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem'in İslâm’ı yaşadığı ve öğrettiği şekilde, ondan görenlerin sonrakilere aktarması suretiyle günümüze kadar bir silsile şeklinde aktarımının yapılmasıdır. Mesela, abdesti Resulullah nasıl almışsa Ebubekir efendimiz de öyle almış, ondan Selman-ı Farisi görmüş o da öyle almış ve sonra gelen talebeleri görmüş onlar da öyle... gibi. Suyu ne kadar kullanırdı? Başını mesh ederken nasıl yapardı? Bu hassasiyet neyi getirir? Bu, günümüz şeyhi, öncekilerden gördüğü gibi yaparken, aslında ilk yapan gibi yani Resulullah gibi yapıyor demektir. *** Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde tarikatlar her sokakta vardı. O dergâhlarda kalplerin pası silinir ve iman tazelenirdi. 15 Temmuz sonrası en büyük zayiatı biz işte bu alanda verdik. Zaten bilinmeyen, 100 yıllık topluma yaşattırılan travma sonucu zedelenen tasavvuf/tarikat/marifet/hakikat eksenimize bir darbe de Fetö örgütü vurdu. Belki de asıl maksat maddi kayıplardan çok buydu. Yusuf Kaplan’ın hep feryat ettiği gibi, yıkamadıkları Ehl-i Sünnet damar hedeflendi belki de. Öncelikle cemaat demek tarikat demek değildir. Mesela; Müslüman Kardeşler Hareketi, Nahda Hareketi, Nur Cemaati… Gülen cemaati de tarikatla uzaktan yakından alakalı değildir. Tarikatların silsilesi olur. Aktarılacak 1440 yıllık müktesebat vardır zira. Cemaatlerin sadece alimi ya da lideri olur; o kadar.

12


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bu arada tarikatlarla derdi olan yukarıda belirttiğim bilhassa 2. gruptakiler, 15 Temmuz Fetö hareketinin yapmış olduğu ihaneti dillerine dolayarak, fırsattan istifade tarikat ve cemaatlere savaş açtılar. Bunun iki görünür sebebi var tabii. Hem Fetö’den boşalan devletteki kadrolara kendileri yerleşmek istiyor; hem de fikren karşı olduğu Ehl-i Sünnnet inancının en büyük savunucusu tarikatları toplum nezdinde tu kaka yapıyor. Bu yüzden de son günlerde bir furya başlattılar. Yok “Menzil cemaati, Tarım Bakanlığı’nda Fetö örgütlenmesi gibi kadrolaşıyormuş”, yok “Süleymancılar büyük tehlikeymiş”, “İsmalağa cemaati şunu yapıyormuş” filan... Bunların hiç birinin savunucusu avukatı değilim ama bu iddiaları dile getirenlerin İslam, Tasavvuf/Tarikatlar konusunda zerre kadar ya bilgileri yok; ya da deformasyon yapmak için bilhassa yapıyorlar. Tabii yıllarca bizim merkez medyamızın tarikat bilirkişisi Ruşen Çakır olunca bu bilgi kaosunun olması da doğal. İnsaf edin, yaşadığınız toplumu tanımadan sosyolojik tanım, dininizi bilmeden dini tanımlara kalkışmayın bari. Tarikatların toplumun hangi kesiminden rağbet gördüklerini bilmeden ezbere sallayınca, bu söylemlerin bir müddet alıcısı olsa da sonunda balon gibi sönmeye mahkum oluyor. Küçümsemek için demiyorum, İsmailağa ve Menzil bu toplumun resmi eğitimi en az almış tabakalarının rağbet ettiği yerler. Devlette görev almaları, inandıkları gibi yaşamalarına engel olduğu için uzak dururlar. Genelde bu yüzden ticaret yapar bu grupların mensupları. Menzil grubunun Tarım Bakanlığı hikâyesini açıklığa kavuşturalım bu arada. Bahsettiğim gibi, resmi eğitim almadıkları için bir kısmı çiftçilik yapıyor; hayvan yetiştiriciliği, süt üretimi gibi… Ve devletin buralara verdiği teşviklerden istifade etmek istiyorlar haliyle. Tarikatın lideri Adıyamanlı olduğundan, Mehdi Eker’in de bölgenin Bakanı olması hasebiyle, -cemaatin oy potansiyeli de gözetilerek sanırım- bir yol bulup teşviklerden yararlanılmış. Arada Menzil cemaatine mensup bir iki bürokrat da olabilir. Ama ele geçirmek, yuvalanmak ne demek yahu?... Ayrıca, devlette gözü olanın Tarım Bakanlığı’nda ne işi var? İnekler ve koyun, keçilerle mi darbe yapacak? Mesele bu… İsmailağa cemaatini yazmaya gerek var mı? Yahu giydiklerini şalvar-ı şerif, çarşaf-ı şerif diye niteleyen kişilerin devleti ele geçirme iddiasına neyimle güleyim bilemedim… Süleymancılar konusunda şimdilik fazla bir şey yazmayacağım, ona ayrı bir yazıda değinmek istiyorum. Bu dedikoduları çıkaranların arkasında, M. İslamoğlu, C. Taslaman, M. Okuyan ile adamları var. Esas örgütlenenler bunlar. Çünkü bunlar üniversitelerde öğretim görevlisi ve televizyon kanalları olduğu için eğitimli insan potansiyelleri fazla. Bir de üstüne devletin en kalın seslisini koyduğunda bürokraside yapılananlar bunlar oluyor. Yani hem dolmayı çifter çifter götüren bu hergeleler, hem de bağıran…. Yiyin beyler yiyin bakalım; yediğiniz dolmalar, bir gün gelir sizi tırmalar. /Orhan BAYLAN 16 Temmuz 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/tarikatcemaat-dusmanligi-kimin-isineyariyor/187

13


Orhan BAYLAN_Yazılar

Çoooook Önemli Çooook Bu akşam; "Çoook Önemli Çoooookkkkk Paylaş" etiketiyle insanlara bir video yollanıyor. AK Parti milletvekili İsmail Aydın'ın 15 Ocak'ta yapmış olduğu, "Günümüzde hala Anayasa'mızda tartışılamaz maddelerin olması ayıptır" mealindeki sözlerini sanki bu akşam yeni yapılıyormuş gibi dolaştırmak şerefsizlik ve alçaklıktır. O tartışma o tarihte yapılmış, kimse o maddeleri kaldıralım dememiş, konu açıklığa kavuşmuştur. Bugün yine Anıtkabir'in imara açılacağına dair Mimarlar Odası'nın kasıtlı ve yalan bir haberi yüzünden insanlar infiale çalışılmıştır. Öğlenden beri Ankara Belediye Başkanı ve Milli Savunma Bakanı bu yalanı tekziple uğraşıyor. İşin aslı şu: Anıtkabir arazisine çok eskiden askerler lojman ve bazı tesisler yapmış kimseden izin almadan. Yani ne imar izni ne ruhsatı var. MSB demiş buraya hukuki bir statü verelim. CHP'li Çankaya Belediyesi ve Ankara Belediyesinin CHP'li üyeleri oy birliğiyle onay vermiş. İmar izni değil, kaçak olarak yapılmış askeri tesisler imarlı duruma geçirilmiş. Ama bunu kasıtlı olarak sanki "ranta" açılıyor gibi haber yapan Mimarlar Odası aslında ne yapmaya çalıştıkları belli. Hani iki pehlivan güreşirken bir alttan bir üstten, olmadı yandan dalmaya çalışırlar ya, aynen Erdoğan düşmanları da nasıl tutturur insanları iktidara karşı kalkışmaya, sokak hareketlerine kışkırtırız diye dalıyorlar. Gezi benzeri bir hareketlenme yapabilirmiyiz, yine sokakları terörize edermiyiz umuduyla her şeyi deniyolar. Yalanın ve iftiranın sınırı yok. Utanmaları ve şerefleri hiç yok... Ha inanıp bunlara sosyal medyada paylaşan salak mı diyorsunuz; onlardan baya çok... /Orhan BAYLAN 18 Temmuz 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/cooook-onemli-cooook/190

14


Orhan BAYLAN_Yazılar

Durun Biraz Ankara AK Parti milletvekili Jülide Sarıeroğlu'nun bakan olduğunun açıklanmasıyla beraber hemen eski tweetlerinden demetler saçılmaya başlandı ortalığa. Sayın bakanı hiç tanımıyordum işin garibi ismini bile duymamıştım, şimdi çeşitli yerlerden özgeçmişine baktım. Gezi olayları için AK Partiyi suçlayan tweetler ön planda. Peki yangına körükle gitmeden önce biraz düşünelim mi! Gezi olayları sırasında Jülide Saıeroğlu AK Parti Kadın Kolları MKYK üyesi. Yani Partinin en üst organlarından birinde en tepelerdeki isimlerden. Böyle bir ismin Gezi olayları sırasında : "AKP Gezi parkına saldırdı!" diye tweet atacağına ihtimal veriyor musunuz? Diyelim hadi attı, bunun haber olmaması, parti içinde ve haberciler arasında bunun bomba gibi patlamayacağına ihtimal veriyor musunuz? Bu hesap büyük ihtimal FAKE bir hesaptı ve hazır takipçisi var diye isim değiştirilerek kullanıldı. İlçe yöneticisi bile böyle bir tweet atsa haber olacak o dönemde o pozisyondaki birinin böyle bir şey yapması akla ve mantığa uygun değil. Geçiniz efendim... Gelelim diğer Fetö ile ilgili tweete. Ama onunda aynı hesaptan paylaşılmış olması muhtemel. Yine aynı bağlamda düşünmek gerekiyor. Hoş, Fetö'nün sözünü cidden o tarihte Bakan Hanım paylaşmış olsa bile,, Eylül 2013 tarihinde kim methiye düzmüyor, kim onun sözlerini paylaşmıyordu ki! Eylül 2013, 17-25 Aralık 2013 öncesi çünkü. Onun için öncelikle sakin olup biraz düşünelim bir şeyleri paylaşırken... Siz AK Parti yöneticisi değilken böyle bir şey yazmıyorsunuz da, partinin en üst organında yönetici olan, gelecek siyaset beklentisi içindeki genç bir hanım böyle bir tweet atar mı düşünün... /Orhan BAYLAN 19 Temmuz 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/durun-biraz/193

15


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ümitlerini Kırmadan Örgütü Dağıtamazsın Pamukkale Üniversitesi’nin eski rektörü Hüseyin Bağcı 58 yaşında bir meslekten atılmış Profesör. Geçen yıl Ağustos ayında Pamukkale Üniversitesinde yapılan Fetö operasyonu nedeniyle 71 akademisyen ve çalışanla gözaltına alınıyor. Ve “etkin pişmanlık yasasından” yararlanmak istediğini söyleyerek Üniversitedeki Fetö’cü yapılanmayla ilgili bilgiler veriyor. Ve 1 yıla yakın süre sonra ifadelerinin baskı altında alındığını ifade ederek her şeyi inkar ediyor. Yani bile bile tutuklanmayı istiyor. 58 yaşında, artık prostatını bile tutamayacağı yaşlarda etkin pişmanlıktan faydalanmaktan vazgeçip tutuklanmaya razı oluyor. Bu da gösteriyor ki, Fetö örgütünün güvendiği bir dağ var. Veya onlara nasıl bir motivasyon veriliyorsa; Tahran Kalesinden atlayan Bahai müritleri, ya da yapılan bütün işkencelere rağmen “dönmezem, ben bu yoldan dönmezem” diyen Kurret-ul ayn gibi kendilerini ateşe atmaktan çekinmiyorlar. Pensilvania’da ki troidli elebaşının her fırsatta onlara yolladığı sözlü ve görsel mesajları, dini tevillerle anlamlandırarak, “mehdi”nin illaki kendilerini kurtaracağını vehmediyorlar. Devleti yöneten kadroların 1 yıllık Fetö ile mücadelesinde gelinen nokta sadece tutuklama ve cezalandırma üzerine oldu.

16


Orhan BAYLAN_Yazılar

Türkiye şartlarında tuğgeneral olmuş yani kaydı hayat şartıyla lüks içinde yaşayacak birini gözü dönmüş bir intihar bombacısına dönüştüren bu örgütün retoriklerini irdeleyip ona göre bu direnci kıracak çalışmalar yapmaması büyük eksikliğidir. Tahran kalesinde yanarken bile ben dönmezem diye bağıran Kurret-ul ayn gibi bugün bir “abla” bebek kordonuyla mahkeme kapılarında olmayı göze alıyorsa, esas hedef alınması gereken yer burasıdır. Bunun kırılması esastır. Edindiğimiz bilgilere göre itirafçılarda ciddi sayıda olmasına rağmen yine de yeetrli değildir.Tutuklular arasında hala ciddi bir direnç gözlemleniyor.Ayrıca, tutuklanmış ama meslekten ihraç edilen, veya insanlarca örgüte yakınlığıyla bilinenlerin çözülmemesi, bağlılıklarının devam etmesi işte bu tarzda çalışmaların eksikliğindendir. Öncelikle; Pensilvania’da ki mehdi bozuntusunun onları kurtaramayacağı fikri örgüte yerleştirilmelidir. Bu elbette cezalar kesinleşip, yargı yolları tükendikçe olmaya başlayacaktır. İç yargı yolları tükendikçe, uluslararası arenadan yani AİHM’den Türkiye’yi zora sokacak, hatta ağır tazminatlarla mevcut davada tutuklu olanların salıverileceği inancı hakim. Bunun kırılması, siz ne derseniz deyin zamana bağlı. Ama meslekten ihraç edilmiş veya tutuksuz yargılanan büyük bir kesimdeki psikolojik direnci kıracak adımların bir an önce atılması gerekmektedir. Bunun yolu içeride ve dışarıda alınacak bir kısım eylemlerden geçiyor. Adli mücadele yanında; İslam tarihinin en karanlık örgütüyle mücadelenin bir yolu da dini retorikleriyle bu hareketi doğuran kaynakların çürütülmesidir. Esas eksik kalan yön bu. Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığının 15 Temmuz 2016 yani darbe kalkışmasından 20 gün sonra topladığı “Din İşleri Yüksek Kurulu” toplantısından çıkan “dindışı” söylemi dışında hiçbir eylem yapılmamıştır. Başta Diyanet kurumu olmak üzere bir çok bakanlıktaki “dinler arası diyalog” masaları daha düne kadar aktifti. Ayrıca; siyaset kurumu içindeki aktörlerin ki bilhassa CHP lideri ve sözcülerinin yapmış oldukları açıklamalar hem uluslararası sahada bu örgütle yapılan mücadeleyi akamete uğratıyor, hem de örgüte moral ve doküman destek oluyor. Stokholm CF diye örgütün kurmuş olduğu sözde “Think-thank” kuruluşu hazırladığı raporlarında bütün atıflarını CHP kadrolarının söylemlerine dayandırıyor. Yani CHP bir nevi Türkiye aleyhine yürütülen kampanyanın veri üretim merkezi gibi çalışıyor. Milli Güvenlik sorunu olarak, gerekirse, Milli Güvenlik Toplantısına CHP liderinin davet edilerek konunun ehemmiyeti anlatılmalı ve gerekirse MİT ve Askeri istihbaratça uyarılmalıdır. Kısaca toparlarsak; Fetö ile adli mücadele yanında, siyasi, uluslararası alan ve dini sahada mücadele aynı paralellikte yürütülmelidir. Yoksa kabak lastikle patinaj yapan traktör gibi çamur sıçratmaktan başka bir şey yapmış olmayız… Derdimiz çamur sıçratmak değil, tarlayı sürmek olmalı… /Orhan BAYLAN 20 Temmuz 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/umitlerini-kirmadan-orgutu-dagitamazsin/194

17


Orhan BAYLAN_Yazılar

Hedef Erdoğan Değil, Türkiye Bugün; Cem Özdemir ve diğer Batı ülkelerinde siyaset yapanlar, Can Dündar'lara, Fetö'nün örgütünün yurt dışında olan ve her fırsatta, her ortamda Cumhurbaşkanı Erdoğan için sırf algı oluşturmak için "diktatör" kelimesini bilinçli kullananlar ilk değildi ki. Yine bugün; İngiliz, Fransız basınında ne kadar "Diktatör" yazıları pompalanıyorsa bilin ki geçmişte de aynıydı. O günün din ve ilim sahasında ki isimleri o Sultan için her fırsatta "diktatör" deyip duruyorlardı. Bugün bir çok sahada dimdik ayakta duran bir Türkiye'ye Batı'nın tahammülü yok. Onlar güçsüz bir Türkiye ister. Borç alsın, Emir alsın, El pençe her dem hazır olsun, Teknoloji üretmesin, Pamuk eksin, tütün diksin, domates eksin. Tank, helikopter, gemi yapmasın. Bunları yapmaya kalkan adam o zaman yerinde oturmasın. İnmiyorsa indirelim. Karıştıralım, kundaklayalım, vuralım kıralım, gerekirse darbe yapalım gitsin. Olmazsa; "diktatör " diyelim uluslararası camiada dışlayalım, ekonomik ambargolar koyalım, çeşitli platformlarda suçlamaya başlayalım. Yeter ki gitsin. Yerine sözümüzü dinleyen biri gelsin. Bunu ilk defa yapmıyorlar ki; Sultan Abdülhamit Han'a da yapmadılar mı aynısını. Sözde diktatörü indirdiler ama 6 sene sonra koskoca imparatorluktan geriye bugün bizi sıkıştırdıkları bu topraklar kaldı geriye. Acıları gözyaşlarını, katliam ve sürgünleri saymıyorum. Peki bugün yine sözde diktatör gidince geriye ne kalacak Türkiye'den? Anadolu'nun nesini alacaklar bizden. Nereye hapsedecekler bizi? Ve ne kadar kan dökecekler istediklerini elde edene kadar. Uyan kardeşim uyan. Müslüman coğrafyada kendi kendine yetebilen tek ülke Türkiye. Dün diktatör diyerek nasıl hedef Abdülhamit değil Osmanlıysa, bugün de diktatör diyerek hedef Erdoğan değil, Türkiye. /Orhan BAYLAN 24 Temmuz 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/hedef-erdogan-degil-turkiye/199

18


Orhan BAYLAN_Yazılar

İyi İnsan İyi Müslüman Mıdır? Epeydir kafamı kurcalayan bir konuda birkaç şey karalamak istiyordum, ancak fırsat bulabildim... Rahat bırakmıyorlar ki kafamıza göre takılalım. Neyse, mevzumuza girelim.Halk arasında gün geçtikçe çoğalan bir söylem var. “İslamiyet, namaz oruç değil.” “Namaz kılmakla, oruç tutmakla Müslüman olunmuyor” gibi veya buna benzer birçok ifade şekli hemen her gün bir yerlerden duyuyorum.Buna benzer bir söylemi Eski Diyanet İşleri Bardakoğlu’nun Hürriyet gazetesindeki ropörtajında da görünce yazmadan olmaz dedim. Tabi benim konuyu ele alış şeklim benim zaviyemden olacak. Yani ayetlere hadislere dayalı bir açıklama bekliyorsanız yanılırsınız. Onu konunun uzmanlarına bırakmak had bilmektir. Evet mesele şu: İyi insan olmak için Müslüman olmak şart mıdır? Müslüman olmanın şartı nedir? Elbette 1440 yıllık İslam dininin müktesabatı içinde İslam ahlakı veya onun en mükemmel imtizaç etmiş olduğu Nebevi ahlak, kamil insan olmayı tarif eder. Kulun varlığının ana sebebi Allahu Tealanın rızasını kazanmaktır. Allahın rızasını kazanmanın yolu da onun razı olduğu hal üzere olmaktır. O hal; Resulullah efendimizin yaşayarak göstermiş olduğu hayattır. En başta, büyük günahlar diye tavsif edilenler gelmek üzere yapılması ve yapılmamsı emredilenler ki bunlar aynı zamanda toplumsal yaşamı düzenleyen ana amillerdir. Daha sonra kişisel ahlakı mükemmeleştirmeyi sağlayan, ahlak kitaplarında anlatılan iyi/kötü huyları kontrol edebilmek, ya da geliştirebilmek gelir. Bunlar aynı zamanda iyi insan olmanın gerekleridir. Hangi din veya dinsiz pagan toplumda olsun buna benzeyen kurallar zümresi vardır. Hırsızlık her dinde ve toplumda kötüdür. Öldürmek hakeza. Zina. Ve hepinizin bildiği diğer nehyedilenler. Peki Müslüman olmanın farkı nedir. Müslümanlık sadece iyi insan olmak mıdır? Ya da bir örnekle anlatayım. Bir kongre dolaysıyla İstanbul’da bir araya gelen Dünya’nın dört bir yanından ve çeşitli dinelere mensup bir sürü ilim adamı düşünün. Hristiyan, Yahudi, Budist, Şinto, Brahman, Pagan, ve tabiî ki Müslüman. Bunların hepsi de; hırsızlık yapmaz, kimsenin malında gözleri yok, evlerinde ve işlerinde adaletle hükmederler, işlerini gayet düzgün yaparlar. Velhasıl yukarıda anlattığımız iyi insan olmanın gereği olarak bütün dinlerde anlatılan öğretilere sahip oldukları gibi İslam’ın emrettiği iyi insan vasıflarına da sahipler. Peki biz 1200 kişilik bu delege içinde Müslümanları nasıl anlayacağız? Onların Müslüman olmalarının nişanesi nedir. Renginden, dilinden, milliyetinden anlamak mümkün mü? Elbette hayır… Peki nasıl ayıracağız. İslamın şartı kaçtı dostlarım? Beş. Kelime-i Şehadet zaten kapıyı açan anahtar. Onu geçelim. Haccın yapılacağı yer belli, kongreye gelen zekatı da memleketinde vereceğine göre bu ibadetlerde yok. Ramazan ayı değilse oruç’lu olup olmadığını da bilemeyeceğiz. Geriye kaldı namaz. Evet, müslümanı bilmenin ve tanımanın tek alameti namazdır efendim. Ramazan ayındaysak bir de oruç. Hac ve zekat, zengin olana farz zaten. İyi insan olmak anlatılırken, dinin tek görünür nişanesinin dillere pelesenk edilerek küçümsenmesini, hafife alınmasını, Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış insanlara hele hele hiç yakıştıramam. Müslüman toplumu olarak ahlaki erozyona örnekleme yapacaksan başka örnek ver be adam. Ne demek; “ namaz ve oruç’tan ibaretmiş gibi din algısı oluştu” filan… Evet kardeşim; Müslüman olmanın göstergesi namaz ve oruçtur. Aksini iddia eden gelsin beni ikna etsin. İyi insan olmanız için Müslüman olmanız gerekmeyebilir. Ama Müslüman olmak için iyi insan olmanın yanında seni tanıyabileceğim nişanelerinde olması gerekiyor. Vesselam… /Orhan BAYLAN 26 Temmuz 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/iyi-insan-iyi-musluman-midir/200

19


Orhan BAYLAN_Yazılar

Eniştemin Abdesti... Eniştem Almanya’dan emekli. Yağız ve güçlü Anadolu gençlerinin ekmek parasına Almaya yoluna düşenlerinden, hem de ilklerden sayılır neredeyse. Hani romanını yazmış olduğum “Irmağın Kıyısındaki Köy Bengü’den. Eski medrese yatağı bir köy olduğu için, çocuklar belli bir yaşa gelir gelmez, başa bir takke ağız okumasına başlar. Hepinizin bildiği şeyler hani: -Dinim İslam, Kitabım Kuran, Peygamberim Hazreti Muhammed Mustafa Sallahualeyhivesellem, Kıblem Kabe, Amelde mezhebim Hanefi, İtikatta mezhebim Maturididir. Diye 5 yaşında öğretilen mektebe başlar. Eniştemde öyle başlayıp zamanla cüz, sonra Kuran’a geçip belli bir temel eğitimi almış. Mızraklı İlmihalin Osmanlıcasını talim etmiş. Önce bizim oraya giden insanlarımız yalpalasa da zamanla asıllarına dönmeye başladılar. Yine bizim köyden bir de Salih abimiz vardı, Allah rahmet eylesin. O da aslına dönmüş, Bochum şehrinde yaşıyor, arayışlar içinde. Yol arıyor, dinini öğreneceği bir dal rehber arıyor. 80’li yıllarda Almanya’ya iltica edip orada örgütlenen meşhur Cemalettin Kaplan’ın konuşmaları cezp ediyor.

20


Orhan BAYLAN_Yazılar

İşte günlerden bir gün eniştem yaşadığı şehirden kalkıp Salih abiyi ziyarete gidiyor. “Mehmet Abi “ diyor Salih abi. “Bu akşam Cemalettin Kaplan’ın sağ kolu akşam namazı sonrası bizim cami de vaaz edecek, gidelim mi?” Olur diyor eniştem. “Gittik akşam namazını kıldık vaaza başladı mübarek. Allah için çok ateşli vaaz ediyor. Bir ara “Haydin cihada İsrail’e gidiyoruz” dese peşine takılıp Alamanya’lardan yola düşecek hale geldik bütün cemaat. Bir ara vaaz ettiği yerden kalkıp saf halinde dinleyenlerin arasına girip bazılarının şah damarının oralara “Allah” deyip bastırdığı kişi de, “Allah” deyip bayılıyor. 20-25 kişiyi aynı şekilde üst üste baydı. Sonra tekrar aynı kişilerin, aynı noktalarına “Allah” deyip bastırdı ve aynı şekilde “Allah” diyen fırladı. Sonra hep beraber yatsı namazına durup eda edip dışarı çıktık. Eve doğru gelirken bizim Salih: “Abi gördün mü kerameti mübarekte ki” dedi. “Ne kerameti göreceğim Salih. Ben 25 kişiye abdestsiz namaz kıldıran bir sahtekar gördüm” dedim. Bir dağ köyünden Avrupa’ya giden iki profilin tepkilerini gördünüz mü? Biri Mızraklı İlmihali ya da abdesti bozan halleri bildiği için, yapılan şeyin şeriata uymadığını fark edip, şeriata uymayan şeyin hakikate uymayacağını söyleyip kabul etmiyor. Temel fıkıh bilgisi olmayan diğeri ise din adına kendisine sunulan her şeyi incelemeden, irdelemeden kabul ediyor. Onun doğru mu yanlış mı vuracağı bir kıstası yok ki. Türkiye maşallah birçok cemaat ve tarikat adı verilen yapıların adım başı tabela astığı, köşe başındaki simitçiden çok; “gel vatandaş gel, en hakiki İslam ben de” yaygarasıyla müşteri derdinde. Veya bazıları sessiz. Bu yazı kim doğru kim yanlış isim verecek bir yazı değil. Ama bildiğim bir şey var. Şeriatsız tarikat olmaz. Şeriatsız cemaat olmaz. Şeriatsız din olmaz. Şeriat deyince bu yazıyı hasbelkader okuyan pek ilerici bazı kafalar hemen bu Laikliği yıkmaya geldi sanmasın. Şeriat kurallar demektir.Hükümler… İslam dini de kurallar menzumesidir. Ve onu en iyi yaşadığını iddia eden tarikat/cemaatlerin de en dikkat etmesi gereken husus bu. Şeyhin uçup kaçtığı, denizdeki damlaları, bakınca gökteki yıldızları saydığı hikayeleri ağzı açık dinlemek yerine, hallerine bakın.Yediğine içtiğine, giydiklerine, aile yaşamına, insanlarla ilişkilerine, siyasetle ne halde olduğuna. Ve sıkı bir fıkıh bilgisi edinin. Fıkıh sizi bir sürü sahtekardan koruyacaktır. Fıkıh dediysek, ibadet ve muamalat kısmı yeter. Yani insan ilişkilerinde dikkat etmeniz gerekenler ve ibadetleri yapmanızı sağlayacak bilgiler. İşte o zaman; taharet almayı bilmeyen insanlara kendini patlatmanın cihat olduğunu anlatanlar, Ya da gelecekte hizmetlerin önü açılsın diye imtihanda sahtekarlık, Başbakan dinlemek, İnsanlara kumpas kurmak, Kendi termal sitenize gelen misafirlerin eşleriyle halvet görüntülerini kaydetmek, Kelimei şehadet getiren müslümanı göz kırpmadan öldürmek gibi eylemleri size v’az eden sahtekarların tuzaklarına düşmezsiniz. Bakın; tarih boyu bütün sözde İslam menşeli yollar, mezhepler, tarikatlar, cemaatler ya da oluşumlar, fıkhı yönü olmayan, eksik olanlardır. Fetö’nü fıkhı diye bir kitap yazmış olsa da bir anlı şanlı profumuz, fıkhı temeli yoktur. Son söz: Şeriatsız din olmaz… /Orhan BAYLAN 27 Temmuz 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/enistemin-abdesti/203

21


Orhan BAYLAN_Yazılar

Üst Akıl Yok Mu? 27.07.2017 günü Hürriyet gazetesindeki köşesinde Abdülkadir Selvi, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez için bir güzelleme yazdı. Güzelleme demek hafif kalır; hani birini seversiniz, ilmi ya da sanat faaliyetleri yüzünden hayranısınızdır ona methiyeler düzersiniz anlarım da, dünkü yazı bambaşka bağlamda farklı bir şeydi. Ken Follet ve La Carre benim casusluk edebiyatı içinde kurgu ve özgün anlatımlarıyla müstesnadırlar.Yani dünkü Selvi yazısını bunlardan biri okumuş olsaydı yazdıkalrı bütün eserler için toplumdan özür diler, Selvi’nin rahle-i tedrisinden biraz daha müstefid olmak için önünde saygıyla diz çökerle 15 Temmuz gecesi Sayın Görmez’in değme casuslara taş çıkartacak kabiliyet ve beceriyle nasıl karşı örgütlenmeyi organize ettiği, Yurt çapında darbeyi nasıl durdurduğu ballandıra ballandıra anlatılmaktadır. Şimdi bazılarınız “ama selaları vererek moral, motivasyon olarak darbecilere engel oldu” diyebilirsiniz. Yalan… İlk selalar saat 00.13 itibariyle başladı. Sayın Görmez’in Ülke Tv’ye bağlanıp bütün yurt genelinde selalar için din görevlilerini daveti, 01.53. Yani 1.40 saat sonra. Biz emir vermiştik derse. Hadi oradan gecenin yarısı tamimimi yayınladın, nereden hangi kanaldan yolladın, demezler mi? Selvi’nin yazısının elle tutulur bir yerinin olmadığını, medya fenomeni Görmez aşıkları paylaştığında yapılan yorumlarda kimsenin inanmadığını gördüm. Peki, Abdülkadir Selvi niye yazdı bu yazıyı darbenin üzerinden 1 yılı aşkın zaman geçmiş olmasına rağmen. Hani darbenin ilk aylarında yapsa bu güzellemeyi bir yerde anlardık da. Düğün değil, bayram değil, eniştem beni niye öptü misali niye şimdi. İşte benim kafama takılan kısmı da bu.Bir yazar, gazeteci birini sever, onun için abartılı yazılar yazabilir. Ama ben niye şimdi diye sorarım işte! Sayın Görmez giderken bu yazı niye yazıldı. İşte bana başlık olarak attığım soruyu sorduran kısımda bu. Türkiye’de bir üst akıl yoksa Hürriyet gazetesi kim? Abdülkadir Selvi ile Görmez’i buluşturan ortak payda ne? Görevden alınan (istifa eden) biri için bu güzelleme niye? Darbeden hem de 1 yıl sora… İşte bence bunları buluşturan “Üst Akıl” denilen bir organizma. Geçmişi çok çok eskiye giden Türkiye üzerine planlar yapanlar var. Benim için bunların en tehlikeli uygulamalarından biri de “dinler arası diyalog.” 150 yıllık serencamını anlatmadan kısaca Diyanet İşleri Başkanlığında bilhassa M.Nuri Yılmaz ve Ali Bardakoğlu döneminde iyice yuvalanan, modernist/reformist din anlayışının belli odaklarla paslaşmasıdır bu.Tabi bu anlayışın son zamanlarda Diyanette ki temsilcileri Sn.Görmez ve görevden alınan Başkan yardımcısı M.Emin Özafşar’dır. Görmez ve Özafşar sadece modernist/reformist/tarihselci Fazlurrahman hayranlığında ortak değil, Diyanetteki bir çok operasyonda beraber hareket eden ikiliydi. Bolu davaları; zamanında M.Emin Özafşar’a ve dolaysıyla Görmez’e sıçrayacak diye soruşturmaya mahal bırakılmayarak kapatıldı. Yine Hatice Hanım’ın İlahiyat okumak için gelen Kırgızıstan’lı öğrencilere Kuran ve Rehberlik dersi için diyanet vakfı kanalıyla ödediği, daha sonra ders vermeye ehil olmadığı için, Kırgız öğrenciler koordinatörü bir Profesör derse giriyormuşcasına gösterilip, ama ders ücretini imzayla yine eşinin alması sağlandı. Ben eşimin ücretlerini kendi cebimden ödedim gibi gülünç ve havada kalan savunma yapmıştı hatta Görmez bu konuda. İnşallah Başkanı olduğu Diyanette ya banka ya da elden dekontla bu paranın girişleri vardır o tarihlere ait değil mi Sayın Başkan? Bütün bunlar ve daha bir sürü hem idari hem parasal suistimallerin hasıraltı edilmesi bu ikili tarafından beraber yapılmıştı. Birileri ısrar ederse daha fazla şey dökülür ortaya. Bir yerde kader arkadaşlığı vardı. Zaten Görmez’e direk olarak git denmedi ama Özafşar üzerinden mesaj verildi. Görevden alınacağını anlayan Görmez, prestijli bir görev için görüşmelere başladı.Kurulacak İslam Üniversite’sinin kurucu rektörlüğüne getirilmesi için ricacılar koymaya başladı. İşte “Dinler arası diyalog” projesinin devam edebilmesi için, üst aklın emir erlerinden birine bir güzelleme yazması salık verildi. Herkes görevini yapıyor anlayacağınız…Organize işler bunlar yani..! /Orhan BAYLAN 28 Temmuz 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ust-akil-yok-mu/204

22


Orhan BAYLAN_Yazılar

Pakistan: Yeşil Kuşağı Bilmeden Darbeleri Anlayamayız Pakistan Başbakan’ı Navaz Şerif Yüksek Yargı tarafından, “Panamaleaks” belgelerinde ismi geçtiği bahanesiyle görevden aldı. Aslında bunlara şaşırmamak gerek. Bugün Nazaz Şerif’in görevinden alınmasını sıradan bir olay olarak değerlendirmeyin. Bunun tarihi geçmişine iyi bakmak lazım. Yeşil Kuşak Projesini bilirseniz bu hareketin ne anlama geldiğini, kimin ve neden yaptığını global ölçekte anlamanız mümkün olabilir ancak. Navaz Şerif’in iç politikada başarılı olup olmadığının, halkın refah ve mutluluğuna katkısının ne ölçüde olup olmadığının hiçbir önemi yok. Siz Amerika’nın global menfaatlerini fino köpeği sadakatiyle yerine getirmeğiniz sürece sizi yola getirmek, yerine emirlerini “tak” diye yapacak birilerini getirmek için her tür girişimi yapacaktır. Yeşil kuşak nedir? 2.Dünya savaşı Amerika komünizmin yayılmasını önlemek amacıyla Türkiyeden başlayarak, İran, Afganistan ve Pakistan hattında SSCB’yi çevreleyen Müslüman ülkelerden oluşan bir hat çekti. Tabi bunda geniş Müslüman toplumlara verilecek zoka hazırdı. Dinsiz komünizm tehlikesinden insanları korumak. İşte bu kuşakta olan ülkeler o yıllardan sonra tamamen Amerika kontrolüne girdi. Amerika’nın bu projesinin yürütülmesinde iki sınıf gönüllü oldu. Askerler ve din adamları. Askerlerin eğitimleri Amerikanlaştırıldı. Gladyo tarzı örgütlenmeler(seferberlik tetkik kurulu) kurularak gizli açık yapılaşmalara gidildi. “Komünizmle mücadele dernekleri” kuruldu. Din adamları binlerce kitap yazdılar. Zaman zaman Amerikan menfaatlerinden çıkıldığında askeri darbelerle yönetimleri değiştirdiler.

23


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bu arada yeşil kuşak projesinin içinde olmamakla birlikte; Mısır ve Arabistan, hem Orta Doğu’yu kontrol etmek, hem de Arap halklarının biri mali, biri nüfus yoğunluğuna sahip iki devleti olarak hep Amerikan kontrolünde olmalıydı. Nasır sonrası Enver Sedat darbesiyle Mısır’da bu sağlandı. Kral Fahd’ın “Petrol ambargosu” yüzünden ismi çizildi ve yeğenine sarayında öldürtülüp, yerine daha uyumlu çalışacak biri getirildi. Yeşil Kuşak Projesi önce komünizmin yayılmacı politikasına oluşturulmuş bir hat olmasına rağmen zamanla, Amerika’nın bu Ülkelere yerleşip tamamen kontrolü altına almasına neden oldu. Amerikan modellemesinin karşısında duran her iktidarı darbelerle indirdiler. 79 yılında İran devrimi olduğunda Amerika menfaatleri zarar görmüş gibi olmasına rağmen aslında, diğer Orta Doğu ülkelerini İran karşısında koruma bahanesiyle sağmal inek gibi petrol gelirlerine el koymaya başladı. 70’ler deki Amerikan üstünlüğüne karşı bir hamle yapmaya kalkışan SSCB, Afganistan’a girdi ama gireceğine bin pişman olup rezil rüsvay olup çıkmak zorunda kaldı. Ziya-ül Hak darbesiyle Pakistan’da ki kaymayı, 80 İhtilaliyle Türkiye’deki hafif eksen kaymalarını tekrar yoluna koyan Amerika ufak tadilatlarla bu ülkelerde ki hakimiyetini devam ettirdi. Son yıllarda Mısır’da Amerikan güdümünde olmayan Mursi iktidara geldi ama, daha senesini doldurmadan, ülkedeki her alanda çok etkili olan Ordu darbesiyle yerinden edildi. Amerika zemin kaymasına müsaade etmedi. Türkiye’de Erdoğan’dan hoşnutsuz. Askerlere darbe yaptıramadı. Erdoğan askerin darbe yapacak unsurlarını ekarte etti. Yargı darbesiyle Erdoğan’ı indirmeyi denediler ama buna da yerinde ve zamanında verdiği karşılıklarla meydan vermedi. Olmadı en son bir cemaat ve NATO tarafından devşirilen bir kısım subay tarafından denenen kalkışma da sivil halkın büyük direnişiyle püskürtüldü. Pakistan’da uzun yıllardır iktidarda olan Navaz Şerif’in bugün kendisini görevden alan unsurlarla ilgili düzenlemeleri yapmaması, daha doğrusu Türkiye örneğini dikkate almayışı onu iktidardan etti. Amerika askeri darbeye mahal bırakmadan, yargı darbesiyle görevden uzaklaştırdı. Yargı darbesi sayesinde görevden alınmasaydı emin olun çok kısa zamanda Askeri darbe olurdu. Amerika’nın daha fazla mevzi kaybetmeye tahammülü yok. Not: Bir başka yazıda yeşil kuşaka hizmet eden dini akımları ve rol modelleri yazalım inşallah… Bazılarının zülfü yarine dokunsada… /Orhan BAYLAN 28 Temmuz 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/pakistan-yesil-kusagi-bilmeden-darbelerianlayamayiz/207

24


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bylock'un Esas Mağduru Ak Partidir Bylock konusunda gün geçmiyor ki bir mağduriyet duymayalım. Şahsen tanıdığım ve Fetö ile hiç bir zaman sempati bazında bile ilgisi olmayan kişiler de bylock çıktığını duyduğumdan beri bylockla ilgili işlemlere ihtiyatla yaklaşıyorum. Bylock vesilesiyle binlerce kişiye işlem yapılıyor. Ama bilhassa magduriyetler oluşması için devlet içinde birileri gayret ediyor. Yoksa günün ulaştığı teknolojiyle kim kendi yüklemiş, yazışmış tespit etmek zor olmasa gerek. Bu mağduriyetlerle ilgili adı geçen gsm operatörü Avea bugünkü ismiyle TT''le işbirliği yaparak çözmek mümkünken mesele niye uzatılır durur anlamıyorum. 1-Aynı IP adresinden farklı telefon kullanıcılarından hangisinin bylock yüklediği operatör hareketlerinde görülür. Bunun tespiti saniyelik bir tuşa basma zamanında olabilir. Ama devletin resmi yazışmalarıyla milletin eza ve cefası sanki hiç umursanmazcasına uzatılıyor. 2-Yazisma yapan ve yapmayan gsm'den tespit edilemiyorsa, MİT elindeki belgelerden mümkün. Zira zaman zaman bazı bylock yazışmaları basina aksettigine göre elde bunla ilgili döküman var. 3-En kısa zamanda hareketsiz hatların tespit edilip, bilgileri dışında yüklendiğine ihtimal verilmesi halinde, Fetö örgütüyle başka "iltisaklarla" ilişkisi tespit edilemiyorsa, acilen mağduriyetlerinin giderilmesi gerekir. Ben Bylock'ta dahil yargı eliyle bilerek veya bilmeyerek mağdurlar ordusu oluşturulduğunu sanıyorum. Devlet aygıtı içinde sadece Hükümete yakın insanlar çalışmıyor. PKK, gün yüzüne çıkmamış Fetö'cü, küskün MHP'li, Kemalist her tür fikre sahip, AK Part'nin zarar görmesi için neredeyse devleti yakacak insanlar çalışıyor. 2019 seçimlerine doğru hızla yol almaya başladığımız bugünlerde ki oluşturulan memnuniyetsiz halk kitlelerinin çarpanını tahmin bile edemezsiniz. Yani bir köyde hiç bugüne kadar Fetö ile ilişlkisi olmamış bir öğretmeni içeri atar, aile birliğini parçalar, maddi manevi mağdur ederseniz iki kişiyi küstürmüyorsunuz. Onun için bu mağduriyetlerden esas zarar edecek olan AK Parti'dir. 2019 seçimlerinde Bylock'un esas mağduru AK Parti olacak bundan emin olunuz. Sonsöz: Yargı bağımsız ama yargının oluşturduğu memnuniyetsizliğin faturasını hakim ve savcılar değil, hükümet öder. Kimse oyu hakim ve savcıya atmıyor... /Orhan BAYLAN 29 Temmuz 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/bylock-bylock/209

25


Orhan BAYLAN_Yazılar

Görmez Gitti... Kim Geliyor? Diyanet İşleri Başkanı Prof.Mehmet Görmez emekliye sevk edildi. Diyanette yapılan bu operasyonun sinyali aslında çok önceden verildi. İlk adım; Mehmet Görmez'in yardımcısı ve gözdesi M.Emin Özafşar'ın görevden alınmasıyla atılmıştı. Bir süredir gideceği artık belli olan Görmez; prestijli bir görev için çeşitli "mahfilleri" harekete geçirmesine rağmen bugün itiğbariyle görüyorz ki, başarılı olamadı ve emekli edildi. Peki göreve kim getirildi. Vekaleten göreve Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Ekrem Keleş hoca getirildi. Ekrem Keleş, mutedil ve mütedeyyin bir din âlimi olarak biliniyor. Peki, niye Başkan yardıumcılarından biri değil de Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı vekâlet edecek? Teamüllere göre başkan yardımcılarından birinin vekalet etmesi gereken görevin Din İşleri Yüksek Kurul Başkanına tevdi edilmesi; Diyanette ki operasyonun aslında çok büyük ve köklü olduğunu gösteriyor. Özafşar ve Görmez'le başlayan operasyonda sıra Başkan Yardımcılarında. Onlara vekalet verilmeyerek, "edebinizle gidin" mesajı verildi bir yerde. Bizim dileğimiz, 1974 yılından beri Modernist/reformist Üst kadroların tasallutunda olan Diyanetr İşleri bu tecavüzcülerden kurtulur, gerçek ehl-i sünnet yolunun temsilcisi olur... Nitekim adı geçen Emin Aşıkkutlu hoca'da bu vasıflarıyla bilinen isimlerden biri... /Orhan BAYLAN 31 Temmuz 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/gormez-gittikim-geliyor/211

26


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ak Partinin Önünde Hala Fırsat Var Bir süredir AK Parti tabanında bir yılgınlık, bezginlik ve bitkinlik gözlemliyorum. Parti yönetimlerinde ki atalet ve değişkenliğe kapalı durum, tabandan gelen taleplerin göz ardı edilmesi, parti eliyle bazı ballı işlerin hep aynı çevrelerce üleşilmesi elbette geniş bir kesimin canını sıkıyor. 15 Temmuz gecesi büyük şehirlerde hiçbir hesap yapmadan sokağa fırlayan, diğer şehirlerden imkanları olsa uçup gelecek kadar gözü pek insanlar, ne partinin yönetimindeydi ne de benim gibi üyeydi. Hiçbir hesap kitap yapmadan, hiçbir beklentiye girmeden o gece ya fiilen ya da dualarıyla darbenin karşısına dikildiler. Küçük Anadolu şehirlerinde bütün ruhlarıyla Fetö ve melanet çetesinin karşısında duran insanlar, yönetici takımının sahte ve iki yüzlü tavırları yüzünden partiye kızgınlık duyuyorlar. Kendileri ne meclis üyesi, ne parti kademelerinde, ne belediye başkanı olmamalrına rağmen, fetö’cü olarak bilinen dükkanların önünden bile geçmezken kızgınlıkla, o dükkanda sohbet edip kahkahalar atan ilçe başkanını görenler kızgınlıkla hıncını partiden alıyor tabiî ki. Cumhurbaşkanı’nın defalarca çağrılarına rağmen harekete geçip radikal kararlar alamayan, geçmişten gelen ticari veya akrabalık, ahbablık ilişkileri sebebiyle, bu örgüt mensubu olarak adli takibata uğramış, herkesce bilinen şahıslarla al takke ver külah olmalarını mücadeleyi kırıcı bir davranış olarak görüyorlar. Haliyle; 249 şehit, 2200 gazi olmasına sebeb olan Fetö yapılanmasıyla mücadele ediliyormuş gibi yapılmasına insanlar sinir oluyor, içerliyorlar. Mesela, bir ilçenin Belediye Başkanına vekalet eden meclis üyesinin eşi, şehirde herkesce bilinen ve takibat yaşamış “ablaysa” haliyle insanlar “ne oluyor” yahu diyorlar. Bu mu Cumhurbaşkanı’nın Fetö ile mücadele ruhu. Ya da büyük bir ilçe’nin belediye başkanı ve partinin ağır top milletvekilleri, millet boğaz köprüsünde sapır sapır dökülürken, bir kısmı havalanında CB’ye etten duvar örmek için koşarken, güzel vadili bir evin sığınağında tir tir titreyip, halk darbeyi göğüsleyince de, en kahraman Rıdvan olarak göbeğini kaşıya kaşıya ilçe teşkilatını yiyecek… O yese bile halk yemiyor kardeşim. Kimse kusura bakmasın. Teşkilat yenilenmesi yapıyoruz diye Belediye başkanlarının en has adamlarını başkan yapıp, oğullarını yeğenlerini yönetime getirmekse eğer, bu halk ilk seçimde sizi değiştirir. Bunu yazın bir yere. Bunca yıllık kazanımları, müktesabatı şahsi hesaplarınıza kurban etmeye hakkınız yok. Hanü iştihalarınız doymadı bir türlü..

27


Orhan BAYLAN_Yazılar

O doymaz iştihalarınıza, 2010 yılından beri hedefte olan ve indirmek için bin türlü alavere dalavere çeviren mihrakların yapamadığını Sayın Erdoğan’a korkarım bu gidişle sizler yapacaksınız. Şunu unutmayın ama; Erdoğan olmasa, Fetö 3 günde en azılı ulusalcıdan bu ülkeyi teslim alır. Üstüne de tapusunu Amerika’ya teslim edip, Ortodoks bir İslam için topğlumu dizayn etmeye başlar. Ne sen kalırsın ne de senin edindiğin o servet… İçindeki oluşan suistimallerin faturasını Erdoğan’ın ödediği bir Vakıf bir ilimizde bir bayan yönetici alıyor. Eşi Fetö’den tutuklu bir kadını. Mazeret şu:”Biz hanımla ilgili araştırma yaptık kendisinin bir ilgisi yok”. Ey vakfın başkanı, sizin pisliklerinizin faturasını Erdoağn ödüyor ama, vakfına aldığın yöneticiyi onun ve ülkenin canına kast eden bir melanet örgütün mensubunun eşini almakta beis görmüyorsun. Ne zaman akıllanacaksınız siz? Ya da akıllanmaya niyetiniz var mı? Her yerden buna benzer haberler geliyor. İller, ilçeler lime lime dökülüyor. Kendinizi toparlayın, insanları küstürmeyin. Bu halk sevdiğinde canını verir de, bir güvenini yitirirseniz, ANAP’a bakın anlarsınız… Ha hep aklımda soracağım unutuyorum. Niyetim fitne değil. 15 Temmuz gecesi 249 şehit ve 2200 gazi içinde il ve ilçe yöneticisi var mı? Rahmetli Erol Olçok ve Prof. İlhan Varank parti de görevli değillerdi. Tamam bir kısım bakan ve milletvekilini, gerek partide, gerek Meclis ve TRT’de, İstanbul Yeşilköy Havaalanında gördük de; şehitler arasında kaç tane var merak ediyorum? /Orhan BAYLAN 02 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ak-partinin-onunde-hala-firsat-var/214

28


Orhan BAYLAN_Yazılar

Germeyin Milleti Abd'nin PYD'ye 900 TIR dolusu silah ve mühimmat verdiği haberini 900 kere yazınca milli birlik mi oluşuyor anlamadım. 3 yildir Gurcistan'da yapılmakta olan "Noble Partner2017" tatbikatı dolaysıyla gelen Abd askerlerini, bize saldırmak için etrafimizi kuşatıyorlar diye vermenin hangi milli birlik ve bilinci oluşturacağını bir türlü anlamış degilim. Ki aynı tatbikatta Türkiye'de var.Büyük ihtimal bunların benzeri bazı Ermeni gazetecilerde; Türk askeri Ermenistanı işgal icin geldi diye yaygara koparıyorlardır. Dışarda bu kadar problem ve tehdit varken ( buna katılmamak elbette mümkün degil) içerde bazı konuları tartışmayı, dile getirmeyi "hainlik" diye niteleyebilmek için sanirim insanın kafasında ki saçla orantılı zekasının olmasi gerekiyor. Öncelikle hepinizin bildiği bir gerçeği dile getireyim; hiç bir Türk devletini düşman işgali yıkmamıştır. İçindeki hainleri ve aymazları deşifre edemediği, sorunları fitne çıkmasın diye hasır altı ettiği için, en sonunda işin içinden çıkılamaz bir hale gelmiş ve devlet elden gitmiştir. Yani Anadolu deyişiyle bir türlü, "ay ışıkkenn pabucu bulamamışız" Ama şundan eminim. Bugün de Türkiye'yi kimse işgal edemez, kimse yıkamaz. Bu ülkeyi yıkarsa yine içindeki hain ve bedbahtlar yıkar. Bunların yıkmasına fırsat verenler de, hain ve onlara inanan bedhahtların palazlanmasina ses çıkarmayan, çokbilmiş görünümlü gafillerdir. Bu tipleri şöyle anlatayım. Kızı altına yatmadık adam bırakmamış, oğlu girmediği pislik kalmamış babanın, kahve de ve mecliste evinde ki tertip ve nizamdan bahsetmesine benziyor. 100 yılı aşkın süredir bu ülke Batı tarafından zaten işgal edilmiş durumda. Fiilen niye işgal icin uğraşsın, onun için maddi ve insanı risk alsın 1947'den sonra jandarmalığı devralan Amerika. Içimizdeki; eğitim yoluyla devşirdiği gönüllü köleleri kanalıyla zaten yönetip, sömürüp, kemirirken başka yöntemlere ne hacet. Son yıllarda onlar acısından yolunda gitmeyen; siz dinlemeyen, kendisine çizilen ticari ve sanayi yörünge dışına çikan, dış politikada kendi kendine bir şeyler üreten ve uygulayan, finansal konularda eskisi kadar uluslararası sömürüye açık olmayan bir Türkiye var. 80 yıl istedikleri yine sevk ve idare ettikleri bu ülkeyi yine eski çizgisine getirmek için, gizli açık bütün kadroları devreye sokmuş durumdalar. İşte bizim bu dönemde bilhassa yapmamız gereken; dışarda oluşan Türkiye aleyhinde ki oluşumlara karşı devlet gerekeni yaparken, ordu teyakkuza geçmişken, iceride bahsettiğim hainlerin tespitini yapıp onları etkisiz hale getirmektir. Yoksa millete gaz verip yalın kılıç küffar üzerine mi salmak amacınız. Ya da ters algıyla korku mu pompalamaya çalışıyorsunuz millete. Yıllardır PYD tehlikesini yazan biri olarak son söz şunu söyliyeyim. PYD'nin ilk hedefi asla Türkiye olmayacaktır. Tabi amerikan politikası değişip, bize saldırmaları için uluslararası ani bir politika değişikliği söz konusu olmadıkça. Tekrar ediyorum; öncelikle PYD'ye Suriye içinde ve uluslararası alanda meşruiyet kazandırılacaktır. Bu arada Akdeniz'e uzanacak bir çıkış için Türkiye daima zorlanacaktır. Afrin, Hatay koridoru başarısız olursa Rakka üzerinden Suriye güney hattı zorlanacaktır. Ve PYD'nin Suriye de belli bir güce ve düzene oturtulup, uluslararası kimlik verildiğinde ilk saldıracakları yer Kuzey Irak Kürt yönetimi yani Barzani olacaktır. O bölgeyi de seküler kürt oluşumuna katıp, bölgede ciddi bir potansiyele ulastirdiklarında, hedef nihayet Türkiye olacaktır. PYD uzun zamandır Türkiye ile uzun bir sınıra sahip. PYD'yi kuran ve yöneten PKK. Biz içerde ve Kandil'de PKK'ya bu kadar vururken PYD niye en ufak bir saldırıda bulunmuyor? Hatta zaman zaman biz onları vururken bile doğru dürüst karşılık vermiyor, koalisyon güçlerini devreye sokuyorlar... Düşündünüz mü? Onu yöneten stratejik akıl, yukarıda bahsettiğim evreleri tamamlaması için Turkiye'ye bulaşmasına engel oluyor şimdilik. Ki Türkiye büyümeden budamasın diye. Sonsözün son sözü: Gereksiz yere halkı germeyin. Haberinizi de yorumunuzu da sahayı ve gerçekleri okuyarak yapın... /Orhan BAYLAN 04 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/germeyin-milleti/217

29


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ermeni Komutanın Sayıklamaları Üzerine Notlar Ermeni bir komutanın "Türkiye'yi işgal edeceğiz" zevzekliğini bir haber ajansı servis etmiş, haber siteleri ve gazetelerde kullanıyor. Bunu haber diye alıp kullanan editörlerin zeka seviyeleri beni korkutuyor cidden. Her söylenen haber midir? Hiç elenmeden, süzgeçten geçirilmeden haber mi yapılmalı. Ama internettte bu tıklanma üzerine yapılan ölçümlemeler, fiyatlandırmalar yüzünden herkes en saçma haberler peşinde koşuyor. En çarpıcı, ilgi çekici, en sasyonel biçimde vermeye çalışıyor. İnanın Çarşamba pazarının zerzevat satıcıları internet sayfalarının satıcılarından daha az bağırtkan. Herkes "tıklatma" derdinde... Herkes kendi açısından böyle bir şeyi kullanıyor öncelikle. Kimsede samimiyet, habercilik yapma diye bir dert yok. Bu yazıyı da sırf sizlere bir bakış açısı kazandırmak için kaleme alıyorum.(klavye de..Ya klavyede alıyorum olmaz, klavyeye alıyorum olmaz, anladınız işte) 3 milyon nüfuslu bir devletin 80 milyonluk bir devleti "işgal" edeceğini iddia etmek, ya matematik bilmemek, ya da hiç dayak yememekle alakalı bir mesele. Belki görmüşşsünüzdür benim gibi. Pek köpek cinslerinin adını bilmem. Minicik süs köpekleri var pek bir şirret. Kedi yavrusu gibi ama kangala öyle bir havlayışı vardır ki, hani bıraksan şeyi kadar(!) olduğu kangalı orada parçalayacak. Kangal şöyle bir bakar hani... Bu da ne diyor böyle der gibi... İşte Ermeni komutanın Türkiye'yi işgal edeceğiz çemkirmesi de bu hesap. Aptallık değil ama... O sözleri eden komutan aslında iç siyasete yeşil ışık yakıyor. Bir kaç yıl sonra onu muhtemelen bir yerde görürüz. Haber ajansı her haberi servise koyar ki, onu alan biri çıksın 3 kuruş tırtıklayayım. Peki bizimkiler niye kullanır. Hah işte hinlik burada. Haber portalları bunu öyle bir verir ki bizi kim işgal edecek merakıyla insanlar tıklar. Onlar tıkladıkça google sayacı çalışır. Sonra o haber portalı ya da gazete internet sayfasının reklam müdürü; reklam veren ajansa; "bizim şu kadar yüz bin günlük tıklayanımız var " raporlamalarıyla para tırtıklar. "Ey millet bakın ben sizi korumasam birileri bu ülkeyi işgal eder" diye bu sefer bizi korumak için bizim bütçemizden birileri para tırtıklar. Velhasıl; ülkemizde ki 60 bin kaçak temizlik işcisine göz yummasak ihtilal olacak ülkenin dandik komutanının verdiği bir beyanat, kaç kişinin faydalandığı ranta dönüşür gördünüz değil mi? Bu haberi yapanın namusuyla, her gün emekliye zam haberi yapan namussuz editörün namusu aynı derekede... Yazı bitti. Şimdi yandaki haberi de bi tıkla bakayım..! /Orhan BAYLAN 05 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ermeni-komutanin-sayiklamalari-uzerinenotlar/218

30


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ne Olacak Bu GDO Evvelki gün bahçesiyle uğraşan Elazığ’lı Tahir amcayla camdan selamlaştık. Sonra “gel biraz domates vereyim” dedi. Domates ve erik ve elma dolusu bir torbayla eve döndüm. Akşam domatesi salata veya yemek içinde başka tatlara kurban etmeye kıyamayıp söğüş olarak yemeye karar verdik. Eşim:”Çocukluğumda annemlerin bizim bağda yaptığı domatesin tadını aldım, bize bunu tattırdığı için komşudan Allah razı olsun” dedi. Sonra dün gece bir televizyon kanalında ki GDO tartışmasına takıldım sonuna kadar. Onca okuduklarımdan, dinlediklerimden farklı bir şey söyleyecekler mi diye, olumlu olumsuz her tür fikri dinlemeye hazır vaziyette sabrettim. Sonunda vardığım kanaati baştan paylaşayım sizinle: “Hibrit ve GDO’lu ürünleri UHT sütler ya da yoğun işlem gören ve kimyasal karışan bütün gıdalar aslında dünya insanlığına kurulmuş tuzaklar. GDO ile ilgili savunma yapan bir Prof’a bir başka Tıp Prof’u şunu sordu: “GDO’lu ürünleri ekmemiz ve yememiz için geçerli olan bir tane sebeb söylermisiniz” İnanın tek bir sebeb söyleyemedi. Aldığı teknik notları sizlerle paylaşacak değilim. Gerekte yok. Yarın onları bende unutacağım. Aklımda kalan şu olacak sadece: GDO’lu ürünleri kullanmak değil, GDO’lu ürünlerle beslenen ve üretilen, katkı oranları binde 00.9 larla ifade edilen gıdalarıda dikkat et kullanma. Gerekirse hiç alma. Ölmezsin…

31


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ama bu ürünleri kullanırsan yarın ne olacağın hiç belli değil. Türkiye’de bugün direkt GDO’lu ürünleri kullanmıyoruz ama, kedi mamasından tutun, balık ve tavuk ve büyükbaş hayvan yemlerinde kullanılıyor. Bilhassa hayvan yemi olarak kullanılan mısır’da bu tehlikeli boyutta. Tavuk yememek, yumurta yememek hatta kırmızı et kullanmamak nasıl mümkün olacak. Bu arada GDO ile oynayan ve bu ürünleri üreten şirketler, Türkiye’de neredeyse artık tarımın tamamını ele geçiren hibrit tohum sektörünün firmalarıyla, uluslararası ilaç sanayi aynı firmaların. Bu arada bu konunun yılmaz savaşcısı Kemal Özer’in verdiği bir bilgi olayın vehametini açıklamaya yetiyor sanırım. Dünya’nın bir tarafını karıştıran, savunma ve dünyayı karıştırmak için koskoca bir ordu besleyen ABD’nin yıllık savunma gideri toplamıyla, Amerikan halkının sağlık harcamaları rakamı aynı. 750 milyar dolar. Ve kasalarını doldururken dünyayı hasta eden bu aç gözlü şirketlere dur demenin tek yolu; yerli tohumculuğu teşvik. GDO ile ilgili en büyük yalan; üretimi arttırdığı ile ilgili. Akşam konuşan uzmanlar bunun gerçeklik payı taşımadığını, hatta yerli tohumculuğun daha verimli olduğu izah edildi. Dünya’da ki açlığın sebebi gıda üretiminde ki azlık değil, bölüşümdeki adaletsizliktir. 1996 yılından itibaren üretime geçilen GDO’lu üretim başımıza nasıl belalar açacağı belli olmayan bir bilinmez. Bunun deneysel sonuçları bir nesil geçmeden de bilinmeyecek. Bir zamanlar insanlık için en iyi çare olarak lanse edilen DDT, 1972 yılından beri üretim ve kullanımı yasak olmasına rağmen dünya’da ki kalıtımlarına hala rastlanıyor. GDO’nun da nasıl bir genetik bozukluklara tesir edeceğini 10-20 yılda asla öğrenemeyeceğiz. Ayrıca yoğun işleme tabi tutulan UHT sütün insan sağlığına ne faydası var. Hibrit ürün kullanımıyla çiftçiyi dolaysıyla da Türkiye'yi İsrail, Hollanda ve Abd'li bir kaç tohum üretim firmasına mahkum eden anlayıştan nasıl ve ne zaman kurtulacağız. Yazımı konuyla pek ilişkili görünmese de aslında çokta benzer olan bir benzetmeyle bitireyim.Şişe dibi gibi gözlük kullanan göz doktoru arkadaşa niye miyop ameliyatını olmadığını sorduğumda aldığım cevap: “Bir ameliyatın nasıl bir sonuç verdiğini anlayabilmek için bir ömrün tamamında gözlemlemek lazım.Miyop ameliyatı olan bir ergeni 75-80 yaşını da gözlemlemek, tepkileri görmek lazım.Bunu bilemediğimiz için hiçbir göz doktoru bu ameliyatı olmaz ama kendisi yapar.” Hala böyle midir, bu emin olma süresi dolmuş mudur bilmiyorum tabi… /Orhan BAYLAN 06 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ne-olacak-bu-gdo/219

32


Orhan BAYLAN_Yazılar

Mehmet Görmez Beyaz Tv'ye Mehmet Okuyan İçin Neden Aracı Oldu Mehmet Okuyan İçin Görmez Kulis Niye Yapar..! Birkaç gündür sosyal medyada dolaşan bir haber vardır. Kadir Mısıroğlu’na Beyaz Tv’den söylendiğine göre; Ramazan ayında Mehmet Okuyan’ın proğram yapması için eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez aracı olmuş. Bu haberi aldıktan sonra haberi doğrulatmak için bekledim. Ve bugün Kadir Mısıroğlu’nun yanında olan eskiden beraber çalıştığım bir arkadaşa olayı sordum. Kendi ifadesiyle kelime kelime şöyle: “ Geçen yıl Kadir Mısıroğlu ile yapılan Ramazan’da ki proğram için hem kanala hem bize güzel geri dönüşler olmuştu.Bekledik kanaldan böyle bir teklif yine gelir mi diye.Lakin ramazan ayı gelip hala bir gelişme olmayınca, ben kendi insiyatifimle muhatabımı aradım. Her zaman görüştüğüm şahıs geçiştirince bizimle çalışmak istemediklerine yordum ve fazla üstelemedim. Ramazan gelip Mehmet Okuyan’la proğram yaptıklarını görünce; her zaman görüştüğüm şahsı aradım ve malum şahsı tanıyıp tanımadıklarını sordum. Mehmet Okuyan’ın dini görüşleriyle ilgili pek bilgisinin olmadığını aslında bunun pekte önemli olmadığını zira; Mehmet Okuyan’ın DİB başkanı Görmez tarafından tavsiye edildiğini söyledi.” İşte arkadaşımın bana tam olarak aktardığı bu. Bugün Türkiye’de ehl-i sünnete saldıran en meşhur iki isimden biri olan bu şahsa, aslında Ehl-i sünneti savunması gereken kurumun başkanı aracı olup tavsiye ediyor, onunla ilgili kulis çalışması yapıyorsa bu vahimdir. Reformist/modernist Ankara Ekolü mensubu iki Profesörün ittifakından ziyade aslında, ehl-i sünnet kalesine sistematik hücum eden bütün melanet yuvalarının nasıl ittifakla çalıştıklarını göstermesi açısından ibretlik bir örnek. Mustafa İslamoğlu ile fikri ittifakını akrabalıkla güçlendiren Mehmet Okuyan; Samsun İlahiyat Fakultesinde yapmış olduğu ehl-i sünnet düşmanlığını geniş platformlara duyurabilmek için devlet içinde kümelenen bu iki ismin fikri paralellikteki dostlarıyla sağlamaya çalışıyorlar. İşin ilginci; eski Başkan Mehmet Görmez’in neden gitmesi gerektiği konusunda bizim şahsi olmayan haklı gerekçelerimiz varken bize amansızca ve galiz küfürlerle saldıran beyinsizlerin, aynı zamanda Görmez’in tavsiye ettiği bu isimlere de düşman olduğunu biliyorum. Ehl-i sünnet kaledeki bir çok kardeşimizi maalesef bu konuda yeterince ikna etmekte zorlandık. Görmez ve onun gibi düşünen reformist/modernist çizgideki Bardakoğlu, İlhami Güler, Mehmet Okuyan, Mustafa Öztürk gibi bir sürü titrleri prof yazan müsteşrik ağızlı sözde ilim adamlarının ağız birliği etmişcesine küçümsedikleri “İmam-ı Azam, İmam- Maturidi, İmam-ı Gazali ve Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mevlana ve İmam-ı Rabbani, İmam-ı Bahaeddin Buhari hazeratının yolu olan ehl-i sünnet daireyi gelenekselci, bidat ve hurafeci” takımından olmalarına rağmen bu konuda onların yanında durmalarının dini saikle olmadığı aşikar. Yani kendilerini küçümseyen bu gurubun savunmasını yapmanın dini bir gerekçesi olamaz. Umarım bu ve bu süreçte izah etmeye çalıştığımız haklı gerekçeleri dikkate alıp tövbe istiğfar ederler… Yoksa Görmez’in, Mehmet Okuyan için aracı olmasını bana nasıl izah edeceksiniz! /Orhan BAYLAN 06 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/mehmet-gormez-beyaz-tvye-mehmet-okuyanicin-neden-araci-oldu/220

33


Orhan BAYLAN_Yazılar

Zoruma Gidiyor Adil Öksüz. Kemal Batmaz. Hakan Çiçek. Harun Biniş. Nurettin Oruç. Bu 5 isim 16 Temmuz sabaha karşı Akıncı Üssü içinde yakalanan Fetö üst düzey sorumluluları. Bunlardan Adil Öksüz hepinizin bildiği gibi kaçırtıldı mı/kaçırıldı mı netleşmeyen bir şekilde serbest bırakıldı ve izini kaybettirdi. 1 yılı aşkındır tutuklu bulunan isimleri yazılı olanlar Akıncı Davası kapsamında mahkemeye çıktı. Verdikleri ifadelerle insanların sinirleriyle oynuyorlar. Akılları sıra insanlarla dalga geçiyorlar. 11 defa kamera görüntüsü olan Kemal Batmaz: “Ben değilim” diyerek kendini bile inkar ediyor. Harun Biniş: “Biz Kemal Batmaz’la arsa bakmaya gittik” diyor. Hakan Çiçek: “Benim kolejlerim var, velisi davet etti partiye gittim” diye ifade veriyor. Nurettin Oruç: “Ben hayvanlarla ilgili belgesel için ordaydım” diye akıllara seza bir ifade veriyor. Mahkeme kayıtları da bunları alıyor, başkan ve üyeler, içinden delirse de “Ya öyle mi?” diye diye bu hikayeleri dinliyor. Adil Öksüz’ü elimizden kaçırdık, onu saymazsak, bu işin uzmanı olanları bırak ev hanımları da biliyor ki bu 4 kişi darbe kalkışmasının beyin takımından. Bütün dünya bilir ki; darbeler başarılırsa öyle ya da böyle zamanla meşruiyet kazanır.Dünya’nın diğer devletlerini çokta ilgilendirmez bir devleti kimin yönettiği. Tamam bazı uluslararası teamüller vardır ve bunlara uydukları sürece herkes yeni yönetimi tanır. Ama başarılı olmayan darbelere kalkışanların savunacakları, sığınacakları bir yer olamaz. Tabi bizim içimizden ve dışımızdan darbecileri mazur göstermeye, darbenin arkasındaki gücün ortaya çıkmaması için sadece fiilen silah sıkanlarla sınırlı olması için gayret gösterenler var. Ama ne olursa olsun; OHAL içindeki bir çok anormaliyi uluslararası hukuk bile kabul ediyor. Çünkü en ağır suç; devlet işleyişine silahlı müdahaleye kalkışmaktır. Amerika; kendi düzenine silahlı bir iç kalkışmayı bırak; Dünya’nın her hangi bir yerinde yapılan saldırıyı ya en ağır şekilde cezalandırıyor, ya da Guantanoma’da en ağır şartlarda sorgulayıp, muhakeme ederek cezalandırıyor. Gelelim bizimkilere; bilhassa bu 4 kişinin adalet sistemiyle dalga geçmeyi bırak, milletle alay eder vari ifadeler vermesi bir vatandaş olarak zoruma gidiyor. 1 yıldır bunlar niye bülbül gibi konuşturulmuyor. Elin devletleri, kendi düzenlerine saldırı yapıldığında hukuki/gayri hukuki bütün yöntemlerle bunları çözüp ortaya döküyor. Sen demokrasinin bütün nimetlerini darbenin sivil yöneticileri için mi işler hale getiriyorsun. Şehitlerin, gazilerin ve milletin demokratik hakları yok mu? Biliyoruz ki; en bilinçli en dirençli casuslar ve suçluları konuşturmanın bir sürü yöntemi var. Psikolojik ve kimyasal yöntemleri okuyor, duyuyoruz. Yani alemin en saf demokrasisini uygulayan biz miyiz? Bunları konuşturacak yetenekte uzmanlarımız yok mu? “ Hayvan belgeseli çekmeye gittim, Askeri alana arsa bakmaya girdim, Happy hour party için ordaydım,” Diyen bu pezevenkleri duydukça, Onların ve yakınlarının sırıtmalarını gördükçe, “Yakında çıkacaklar, görürsünüz” diyen akrabalarının parmak sallayışlarını işittikçe, Zoruma gidiyor be… /Orhan BAYLAN 07 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/zoruma-gidiyor/222

34


Orhan BAYLAN_Yazılar

“O Da Adam Ben De Adam” Diyen Ademler 80 öncesi İmam-Hatip Lisesi’nde öğrenciyim. O zamanda şucu bucu diye nitelendirilen dini yapılar var ama ben hızlı ülkücüyüm ve etrafımdaki arkadaşlara; “şucu bucu olmayı bırakın, hepimiz İslam dairesindeyiz işte ” derdim. Ama hep okuyan, bir şeyler öğrenmeye çalışan ve sorgulayan biriydim. Mesela; tefsir ders kitabımızda ders konusu olarak işlediğimiz Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh niye var diye sorar ama meslek dersi hocalarımdan bir cevap alamazdım. Tamam düşünceleriyle bir kısım insanları etkilemiş olsalar bile bunların tefsirleri yoktu. Ve haklarında çok şaibe olan kişilerdi. Ki bugün her ikisininde mason olduğuna dair kimsenin itiraz edecek halleri yok. Masonluk ve din alimi! Şeytan ve melek gibi… Ama bizim ülkemizde hala birileri bunları alim ve “rehber” olarak kabul edenlerin sözlerine ittiba ediyorlar. Heyhat! İşte bir gün tefsir hocamız sınıfa girdiğinde o günün belli bir siyasi görüşüne ait bir arkadaş: “Hocam bu Işıkçılar; Efgani ve Abduh’la ilgili kötü sözler söylüyor, siz ne dersiniz” dedi. “Onlar o iki imamın ayaklarının tozu olabilseler” diye cevapladı Hoca’da.. Sınıfta Işıkçı diye nitelenen görüşlere mensup bir iki arkadaş vardı, bekledimki onlardan birileri itiraz etsin cevap versin. Lakin arkadaşlarda çıt yok; mübarekler ilmi siyaset yapmakla meşgul. Ama Orhan ilmi siyaseti hiçbir zaman bilemedi, beceremedi ki. Aradan bir müddet geçti, “Hocam Arapça yazılımız var ders çalışabilir miyiz” diye sorunca; “Olur, hatta takıldığınız yeri bana sorabilirsiniz” dedi. Ve o zaman beklediğim fırsatı yakaladım. O yıllarda Hayrettin Karaman’ın Arapça metin kitabını ders kitabı olarak okuyorduk. Çeşitli Arapça metinler olan bir kitap. İşte onda İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretlerinin Fıkh-ul Ekber adlı eserindende bir bölüm var. Şimdi efendim; Muhammed Abduh’un 3 önemli görüşü vardır.

35


Orhan BAYLAN_Yazılar

1-İslamın revize edilmesi, reform yapılmasını savunur.Ki bu onu işte zaten müsteşriklerle aynı yere düşürür.Bu fikirden etkilenen bir sürü Orta Doğu ve Türkiye’de bedbaht olmuş, maalesef fitne tohumu ekilmiştir. 2-Faize %10 cevaz vermiştir. 3-Kur’an-ı Kerim’e mahlûk der. Bu Mu’tezile görüşüdür ve Ehl-i sünnet bunu din dairesinin dışına çıkmak olarak bile telakki etmiştir. İmam-ı Ahmed Bin Hanbel Hz.leri bu yüzden “Mihne Dönemi” büyük eziyetler görmüş, zindanlara atılmıştır. Ben Fıkhı Ekber’den olan bölümü açtım. “Hocam, şurada zorlandım bana yardımcı olurmusun “diyerek mezkur paragrafı işaret ettim. O paragrafta İmam-ı Azam; Kuran’ın yazılmasının, okunmasının, Mushaf haline getirilmesinin mahluk olduğunu amma Kuran mahluk değildir der. İşte Arapça ibareyi okuyup en son “Kuran Mahluk değildir “ dediğinde; “Hocam “ dedim… “Siz benim dini dersler hocam olarak; bu satırları yazan mezhep imamım İmam-ı Azam’a mı tabi olmamı, yoksa masonlukları tescilli, İslam aleminin içine fitne atmış Muhammed Abduh ve Cemaleddin Afgani’ye mi inanmamı tavsiye edersiniz” dedim. Tabi kıpkırmızı olup sınıfı terk etti gitti. Şimdi ben; yıllardır dini bir konu olduğunda bakarım; İmam-ı Azam o konuda ne demiş. İtikadi konuda İmam-ı Maturidi ne demiş. Ondan gerisi ne demişse umurumda olmaz. Geçenlerde yine bir mesele vardı. Diyanet Vakfı’nın Üniversitesi 29 Mayıs’a bağlı KURAMER diye bir yer var. Başında Ali Bardakoğlu var. İşte ne kadar reformist/modernist tabir edilen, hepsi kendi mezhebini kurmuş allamelerin dolu olduğu bir yer. Geçenlerde “mehdilik” konusunda oturumlar tertip etmiş. Hani Fetö’de bu bilinmeyen, mehdiyyet, gaybubet, rüya gibi konuları istismar ettiya… Henüz görevi daha devretmeyen Görmez’inde teşrifleri ve huzurlarıyla yapılan bu oturumlarda mehdilik konusunda reddiyeler yapılmış. Kuran’da fazlalık var diyen, israiliyat ayetlerini lüzumsuz bulan Mustafa Öztürk vermiş ayarı. Sonuç olarak “mehdi yoktur” deyip çıkmışlar. Şia’nın ve ehl-i sünnet dairede görünen bazılarının zaman zaman mehdiyyet konusunda ifrata kaçıp bir sürü hikaye masal uydurması, mehdi aleyhisselamın geleceğine halel getirmez. Onu inkarı gerektirmez. İşte ben böyle zamane hoclarının böyle acüllükler yaptığında, bakıyorum İmam ne demiş. Süfyan, Melheme-i Kübra filan beni ilgilendirmez. Bu konuda, yani Mehdi Aleyhisselamın gelişi ile ilgili İmam-ı Azam; “İnkarı mümkün olmayan alametlerdendir” demiştir. Vakti geldiğinde Allahu Teala nasıl Hz.İsa aleyhisselamı öldürmeden aldıysa, yine insanlara İslamiyyeti hakim kılmak için gelecektir der konuyu kapatırım. Mehdi aleyhisselamda vakti saati gelince ortaya çıkacaktır derim. Ne zamanmış, nasılmış, nerden ne şekilde gelirmiş bilemem. Zaten o geldiğinde tartışmaya mahal kalmadan anlayacaktır insanlar. Son söz: İmam-ı Azam gibi bir kale varken kim takar sizi be… /Orhan BAYLAN 09 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/o-da-adam-ben-de-adam-diyen-ademler/225

36


Orhan BAYLAN_Yazılar

İyi Ki Varsın Amerika Amerika'ya müttefik yetmez. Müttefik; her zaman sömürdüğü, uşak olarak kullandığı kapıda ki hazır smokinli köle demek. Bir bölgeye girmek için; insanlığı, barışı ve Amerika'yı (!) tehdit eden bir güce ihtiyacı var. Bir dangalak'a. Afganistan'ı yerle bir etmek için Bin Ladin'e, Orta Doğu'yu tarumar etmek için Saddam'a ihtiyacı olduğu gibi. Hatırlayın Tora Bora dağlarında ki ininde, ya da gerçekte Montana Dağlarında studyoda, Bin Ladin'in o tehdit çekimlerini hatırlayın... Elinde Keleş, Amerika'yı tehdit eden kötü kayıt video çekimleri. Ya da Saddam'ın belindeki silahı ateşleyip, Amerika'ya meydan okuyan o hallerini... Ve son yıllarda hepimizin gözleri önünde DAEŞ denilen örgütü. Stüdyo gibi mekanlarda; bilhassa Batı'lı kamuoyunu etkileyerek, devletlerinin bu bölgeye gelmesini temin etmek için bilhassa kellesi uçurulan Avrupa'lı gazeteci kılıklı ajanları. Amerika'nın bölgede yapacağı operasyonlar için bahane verecek kötü adamlara ihtiyacı vardı. Onun için hep, Bin Ladin, Saddam ve Ebubekir Bağdadi'ler lazımdı. Amerika için onlar gerekiyordu. Ne Türkiye'nin ne de Suud'un emre amade oluşu, ya da Mısır'ın köleliği o kadar önemli değildi. Bunlar lazım olunca Amerika için zaten kullanılabilir aparatlardı. Lojistik destekti. Ona bir dangalak lazımdı hep. Devletleri yerle bir etmek, halkları perişan etmek için... Slogan da hazırdı hep. Dünya barışı için... Şimdi bir dangalak daha buldu Amerika. Çin'in önünü kesmesi gerekiyor. Rusya'yı çevrelemesi gerekiyor. Güney Kore, Japonya ve Tayland gibi müttefik yetmez. O bölgeye tam yerleşeceği ve göz dağı vereceği bir dangalak lazımdı o da bulundu. Duarte bir ara o işe soyunmuştu ama, içeride DAEŞ'in bir kolu diye üzerine sürülen maşa örgüt bir şehri işgal edince Duarte yola geliverdi. Zaten elinde az veya çok nükleer de yok. Onun tehdit olduğuna dünyayı inandırmak zor olurdu. Ama K.Kore lideri veledin traşı bozuk. Boyundan büyük laflar etmeyi seviyor. Role çok uygun anlayacağınız. Onun için, Dünya barışını tehdit eden bu piç kurusunun elindeki tehlikeli nükleer silahla ne yapacağı belli olmaz çünkü. Onun dizginlenmesi gerekiyor. Amerika o rampaları vurup, Kuzey Korenin 70 senedir acı çeken insanlarını daha beter acılara ve ölümlere gark edince derin bir "oh" çekeceğiz tüm insanlık. Ve müteşekkir olacağız hep beraber Amerika'ya... Dünya'yı haraca bağlarken Amerika; kurulan tezgahı görmeden bazılarının safsata dediği "algı " operasyonlarının kuklası olarak alkışlayacağız bir de... Yaşa varol Amerika... Bizi kötülerden kurtardın yine... Bin Ladin'den, Saddam'dan kurtardığın gibi. Afganistan ve Irak'ta barışı tesis ettiğin gibi artık Kuzey Kore'de de barışı tesis edersin... Ve; İyi ki varsın Amerika.. (son cümle galiz küfür olarak okunmalı) /Orhan BAYLAN 11 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/iyi-ki-varsin-amerika/226

37


Orhan BAYLAN_Yazılar

Coca Cola Üzerinden Erdoğan'a Vurmak Yıllardır ben asitli içecek tüketmiyorum ama bu ülkede Coca Cola üretim tesisini açacak kadar içicisi var mı? Var... Burada üretim yeterli olmazsa Coca Cola bunu başka bir ülkeden, mesela Yunanistan veya Bulgaristan'dan getirmeyecek mi? Getirecek. Şimdi bu fabrika burada açıldığında; Istihdam, Vergi, KDV, Gibi sayamayacağım bir sürü kalem bu ülkede kalmayacak mı? Kalacak. Coca Cola diyelim Israil' e hizmet ediyor. Sen içmiyor musun? İçiyorsun... Israil'e hizmet eden bir sermaye, yatırım için Turkiye'yi tercih ediyorsa sen bundan niye şikayetçi oluyorsun? Ayrıca bu İsrail'e hizmet etme sözleri yanıltıcı ve bilmeden araştırmadan yapılan popülist söylemler. Halka açık şirket, %80'ni milyonlarca küçük yatırımcının elinde; geri kalan A tertibi hisselerin büyük ekseriyetinin Katar prens ailesinin olduğu söyleniyor. Ayrıca; Rotschild ailesinin ismi geçiyor ki; dünya da büyük şirketlerin tepesinde ki bu yahudi ailenin Coca Cola içindeki sahip olduğu hisse oranı nedir bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa şu: Rotschild sadece bu şirketlerin değil, İsrail'in de sahibi. Bu yüzden; Turkiye'nin yalnizlaştırılmaya çalışıldığı şu günlerde bu yatırımın maliyeti ve çapından daha çok, sembolik anlamı var... Ha senin derdin zaten buysa, bırak bel altı vurmaya çalışmayı mert ol lan... Türkiye'ye yatırım yapılmasını istemiyorum de... Birileri hiç olmasa o kadar mert olmuştu bir ara. İşte Erdogan'da en büyük uluslararası firmalardan birinin yaptığı bu sembolik yatırımı gidip inatla açıyor. Hayatta Coca Cola içtiğini sanmam... Ama ülkesi için bunun anlamını bilen bir lider olarak gidip o tesisi acıyor. Slogan atacagına sen de Coca Cola içme... Var mısın? /Orhan BAYLAN 13 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/coca-cola-uzerinden-erdogana-vurmak/232

38


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ankara İlahiyat Niye Açıldı!!! 2.Dünya savaşı sonrası Dünya’da faşist eğilimli tek parti devletlerinin burunlarının sürtüldüğü ya da daha demokratik hayata başladıkları bir dönemdir. Almanya ve İtalya gibi savaşın mağlupları bilhassa köklü değişimler yaşamış, Balkanlarda ve Türkiye’de devletlerin eski despotik yaklaşmlarını terk ederek daha demokratik bir hayata başlamalarına sebeb olmuştur. İşte bunun getirdiği 1946 seçimlerine başka partilerin katılımına izin verilmesi, din hürriyeti konusunda talepleri artık karşılamanın hem toplumsal talebin arzusu, hem Batı’nın dayattığı bir zorunluluktu. İşte Milli Şef İnönü’de Maarif Nazırı Hasan Ali Yücel’e İlahiyat Fakultesi kurulması için çalışmaları emrini verir. İşte bundan sonrasını yıllar sonra Cumhuriyette ki ropörtajında açıkladığı gibi Hasan Ali Yücel’den dinleyelim. “Biz İlahiyat Fakultesi için Milli Eğitimde ki arkadaşlarla çalışmalar yapmış, kapsamlı bir din eğitimi vermek üzere proğramlar hazırlamıştık. Bir gün otobüsle bir yere giderken İnönü benden İlahiyat Fakultesi çalışmalarının nasıl gittiği hakkında bilgi istedi.Ben de; “Efendim bakanlık olarak bir çalışma yaptık isterseniz size hemen takdim edeyim” diyerek çantamda olan proğram taslagını kendine uzattım. Bir müddet taslağı inceleyen Milli Şef sonra kağıtlardan başını kaldırıp kaşlarını çatarak: “Olmamış efendim olmamış.Ne bu Usulu Tefsir, Usul-u Hadis, Kelam, Arapça metin, Arapça sarf Nahiv, Osmanlıca,…Olmaz böyle olmaz..” dedi. Sonra sertçe : “Kaleminizi çıkarın not alınız. İşlenecek dersler; Felsefe, Psikoloji, Tarih, soyoloji, İngilizce veya Fransızca.” “Aman efendim adı üzerinde burası İlahiyat Fakultesi ve halkın din adamı beklentisi var. Felsefe mantık sosyoloji mi öğreteceğiz sadece” diye atıldım der. İnönü: “Hayır elbette sadece bu dersleri okutmayacağız. Bunların önüne birer din kelimesi koyun, bu dersleri öyle okutunuz. Din felsefesi, din psikolojisi, din sosyolojisi, İslam tarihi, İslam hukuku tarihi.gibi.” İşte 1949 yılında açılan Ankara İlahiyat Fakultesi böyle bu derslerle açıldı. Bu okulun birincil açılma nedeni; toplumda o dönem büyük ihtiyaç olan din adamı yetiştirmek gayesi değil, müsteşriklerin 150 yıldır yaptıkları çalışmalara uygun dilleri kullanan ünvanlı din adamı yetiştirmekti. Buranın kadrosu o dönem ceberut dini baskı döneminin alt yapısını uyarlayan genelde hukukçu profesörlerdi.

39


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ve hemen hemen istisnasız büyük bir ekseriyeti masondu. Müsteşrikler, Mısır ve Hindistan’da etkili olmuşlar ama Osmanlı padişhalarının tavizsiz tutumları nedeniyle Osmanlı hinderlandında çok etkili olamamışlardı. Ama Mısır’da herkesin malumu olduğu gibi C.Efgani ve M.Abduh, Hindistan tarafında ise Seyyit Ahmed Han ve Fazlurrahman modernist/reformist akımın öncüsü olmuşlardı. Yeni Türkiye’yi kuran kadro önce dini topğlum hayatından çok pozitivist ve faşist bir yaklaşımla yok etmek için çalışmış, ama insan fıtratının buna izin vermediği tezinin tarihi gerçekliği bu coğrafyada da vaki olmuş ve yok edilememiştir. Yok edemiyorsan, tahrif edersin. Yok etmekten beter bir haldır. 1923’den itibaren Batı’yı Kabesi gibi gören Cumhuriyeti kuran kadronun İslami ilimlere bakışı da elbette Batılı aydınlanmacıların bakış tarzı gibi olacaktı. Aslında; Mustafa Kemal, İnönü ve Celal Bayar; Batı rönansının sonuçlarından biri olan pozitivzmi bütün ruhlarıyla iman etmiş ve hayat gayesi edinmiş ilk 3 Cumhurbaşkanıydı. Pozivitizmin çıkış noktasıyla, Batı rönansının kiliseye başkaldırısının ana omurgaları ve sorgulamaları aklı ön plana alan bakış tarzıdır. Haliyle İnönü’nün Mustafa Kemal’den aldığı ilhamla dini hayattaki bir okulu bu bakışa uygun dizayn etmesi, sonrası gelen karşıtmış gibi görünmesine rağmen aslında kendilerinden öncekilerden zerre kadar farkı olmayan Bayar’ında aynı şekilde bu okulları devam ettirmesi sonucu Türkiye İslami ilim çevrelerinde “Ankara ekolu/okulu” denilen modernist/reformist bir akım ortaya çıktı. Bunlar dini menşeli ilk Profları yetiştiren okul olduğu için, İslam Enstitülerinin ve sonrası açılan İlahiyat fakultelerinin en doğal yöneticileri oldu. Tabi Diyanet İşleri Başkanlıkları da işte bu okullardan mezun olan Prof. Titrli insanlara tevdi edildi. Prof.Süleyman Ateş sonrası gelen DİB başkanlarından 2 tanesi hariç hepsi bu okuldan mezundur. Bu okulun yıllık ders proğramını herkes internetten inceleyebilir. Temel İslami bilimlerin kaç saat öğretildiğini toplam kaç saat Kuran, Arapça, Fıkıh, Hadis, Kelam, Siyer gibi dersleri aldıklarını rahatlıkla inceleyebilirler. Yüksek İslam Enstitüleri İmam-Hatip Lisesi mjezunlarını aldığı halde, Ankara İlahiyat 80’li, yıllara kadar sadece lise mezunu almıştır. Hayatında hiç Kuran ve Arapça dersi almamış birinin 4 yıllık eğitimde bu derslerden biri için aldığı toplam saat 112 saat. %30 devamsızlık hakkını kullandığını da varsayarsak, 80 saat Kuran dersiyle Vaiz/vaize, Müftü, Kuran öğreticisi olarak tayin edildiler bunlar. Bunların 4 yılda gördüğü toplam İslami İlimleri; Doğu’daki Hızan, Tillo, Harran’da mele yetiştiren medreseler, burun kıvırdıkları İsmailağa ve Süleymancı Kuran Kurslarının daha yeni başlayan talebeleri 6 ayda alıyor. Tekamüllerini geçtim. Bazı istisnaları olmak kaydıyla; Ankara İlahiyat bu ülkenin dini hayatını ifsat etmek amacıyla açılmış fakıultedir ve bunda maalesef başarılı da olmuştur. Ankara İlahiyat üzerine bir çalışma yapmış olan bir akademisyenin sözleriyle bitirmek istiyorum: “Batı’da teoloji okulları bütün dinleri iyi bilen ama aynı zamanda iyi birer hristiyan yetiştirmek üzere kurulmuştur. Ankara ilahiyat İslam din adamı yetiştirmek üzere değil, seküler İslam alimi yetiştirmek üzere kurulmuş gibidir.” /Orhan BAYLAN 13 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ankara-ilahiyat-niye-acildi/233

40


Orhan BAYLAN_Yazılar

Kimler Gidecek Cennete Hristiyan ve Yahudilerinde "ehl-i necat" yani cennete gideceğini savunan, bizim Ankara Ekolünün ve eski diyanet İşleri başkanlarımızdan Mehmet Görmez'ınde pek hayranı olduğu kendi ifadesiyle "modernist" Fazlurrahman'ın oğlu hristiyan, hatta papaz olmuştur. Hristiyan olduğu için tepki gösteren Fazlurrahman'a oğlu: "Hristiyan ve Yahudilerde müslümanlar gibi ahirette kurtuluşa erecekler, cennete girecekler diye iddia ediyorsun. O zaman müslüman ya da hristiyan olmamda ne fark var ki..." Der... Fazlurrahman bir dönem Türkiye’ye de çokça tartışılmış biri. Kendi ülkesinde ki din adamlarından şiddetle tepki görüp Amerika’ya gitmiş, orada yıllarca kürsülerde profesörlük yapmış ve Amerika’da vefat etmiş çok tartışmalı biri. Tarihselcilik fikrinin en azgın Müslüman savunucusu olmuştur. Rönesans aydınlanma çağının kiliseye karşı aklı merkeze koyarak başlattığı başkaldırının en belirgin ayaklarından biri Hristiyanlık’ın ve devamında İncil’in çağına hitap ettiğinin baz alınması fikriydi. Tabi burada ellerini en güçlü kılan, İncil daha çok ahlaki konuları içeren, yaşayan, insan- insan, insan-devlet ilişkileri konusunda va’z etmeyen bir metne sahipti. İşte 18. Yy.dan itibaren Sömürgelerde Müslüman ahaliyi tanıyabilmek, yeni sömürgelerde halkı hristiyanlaştırabilmek gibi değişik amaçlarla oryantalizm gelişti. Ve bunlar İslam’ın temel değerlerini kendi akılcı ve kilise/İncil eleştirilerinde olduğu gibi tarihselci bakışla, önce hadisleri daha sonra Kuran-ı Kerim’i yorum bilime tabi tuttular. Bu işin öncüsü olarar Montgomery Watt ve Rudi Paret sayılır. Daha başka oryantilistlerinde savunduğu temelde “tarihselci” bakışın aslında tek amacı vardır. Batı’lı oryantalistler Kuran-ı Kerim’i vahiy olarak kabul etmezler. Tarihselcilik bakışı da işte Kuran’ı “muhammedin yazdığı” bir eser olarak sunma gayretinin bir parçasıdır. İşte Fazlurrahman bu tarihselcilik akımının Müslüman dünyasında ki savunucusu olmuş bu konuyu sistematik hale getirip kitaplar yayınlamıştır. Türkiye, Malezya ve Endonezya gibi ülkelerde ki akademik çevrelerde pek itibar görmüştür. Genel olarak ve kabaca şöyle diyebilirim.

41


Orhan BAYLAN_Yazılar

1-Kuranı meydana getiren ayetlerin bir kısmı sorunludur.Bunlar geçmiş kavimlere ait kıssslar. 2-Kuranı Kerimin ahlakla ilgili ayetleri evrensel ve bütün zamanlara hitap eder, mükemmeldir. 3-Kuran-ı Kerim’in ahkam ayetleri yani hüküm bildiren ayetleri o günün şartlarına uygundur. Bugün bu ayetlerle hükmetmek sorunludur.” Ehli sünnet inancını taşıyan bir Müslüman, Kuran’ı Kerim’in bütün zamanlara hitap ettiğine inanır. Bunun aksini söyleyen önceki diyanet İşleri başkanlarından Ali Bardakoğlu’da olsa vız gelir tırıs gider. Yahut Görmez. Neyse bu konu da biraz bilgi olsun diye yazdıkalrımdan sonra, girişte bahsettiğimiz oğluyla ilgili anekdotu aslında bizim coğrafyamızda veya Müslüman dünyasının bazı bölgelerinde zaman zaman duymaktayız. Üstelik farklı bölgelerde, farklı fikri akımların savunucusu olmuş bu isimleri ortak noktada birleştiren neydi? Yani Fazlurrahman gibi bir modernist/reformistle, bazıalrının söylemiyle haydi zikredeyim gelenekselci/ nakilci bir ekole sahip Said-i Nursi’yi aynı noktada buluşturan nasıl bir güç? Çünkü Said-i Nursi’nin sahip olduğu diğer çizgilere baktığınızda, “eziyet ve cefa içinde ölen hristiyanların şehit sayılabileceği” ehl-i sünnetin geleneksel bakışıyla ters. Hatta imandan çıkaracak bir bakış tarzı. Ehl-i sünnete göre cennet; eziyetin, ibadetin karşılığı değil, imanın karşılığıdır. Zerre kadar imkanı olan günahlarının bedelini ödedikten sonra cennete girecektir. Cennetteki nimetlerin azlığı/fazlalığı bahsettiğimiz şeylerin karşılığıdır. Peki Ehl-i necat'ı başka kimler savundu? Farklı söylemlerle bunu ifade eden isimlerden bazılarını aşağıda yazdım. Efgani. Said-i Nursi. F.Gülen. Tahir-ül Kadir. Kısaca bunun diğer adı neydi? "Dinler arası diyalog" /Orhan BAYLAN 15 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/kimler-gidecek-cennete/237

42


Orhan BAYLAN_Yazılar

Hacı Abdülgaffar Veya Hollandalı Müftü Chiristian SNOUCK-HURGRONJE 1857 yılında Hollanda’da doğru. Leiden Üniversite’sinde eğitim gördü. Öğrenimi sırasında Arapça, İbranice, Latince ve Süryanice, Aramice gibi dilleri öğrendi. O devrin en büyük oryantilistleri Nöldeke ve Gldziher’den ders aldı. Hollanda’nın Cidde konsolosluğunda görev alarak Cidde’ye gitti.O yıllarda Hollanda Endonezya’da ki adaları sömürgeleştirmeye başlamış, ve büyük bir kısmında da başarılı olmuştu. O yıllarda ki dönemin Osmanlı Valisi Osman Paşa ile görüşüp Müslüman olmak istediğini belirtmiş, sünnet olup “Abdülgaffar “ adını alarak kendisine Osmanlı kimliği de verilmiştir. Müslüman olduğunu söyleyerek dönemin yöneticilerini ikna eden Hollandalı Hungronje, yeni adıyla Abdülgaffar’a Mekke’ye girmenin yolları da açılmış oldu. Hiçbir oryantalistin o güne kadar başaramadığını yapmış oldu böylelikle. Ve 6 ay Cidde’de 6 ay Mekke’de kalarak 1884-85 yıllarını orada geçirmiş, bulunduğu dönemde hac ve eğitim için gelen Endonezya’lılarla ilişkiler kurmuş, onların yerel dillerini ayrıntılı bir biçimde öğrenmiştir. İşte bugün internette dolaşan Mekke ve Cidde resimleri bu sahte Müslüman, oryantalizmin babalarından sayılan Abdülgaffar tarafından çekilmiştir. Ayrıca; İslamiyet, Mekke ve orya gelen Cava’lı yani Açe ve Endonezyanın diğer adalarından gelen insanlarla ilgili sosyolojik bilgiler veren “Mekke” adlı eserini yazmıştır. Bu eser Batı’lı birinin İslam’ın kutsal topraklarıyla ilgili ilk eser olması bakımından da Avrupa’da büyük ses getirmiştir. Daha sonra Fransızlar ve Almanlar arasında ki bir tarihi eser kaçakçılığı sebebiyle Fransız Gazetelerinde adı çıktığında ve kendisinden ders almak istediği bir Açe’li din aliminin onun maksadını anlayıp Osman Paşa’ya şikayeti sonucu Mekke’yi değil, Arabistan’ı terk etmesi istenmiştir. Hollanda Endonezya adalarında en büyük direnci, Müslüman Açel’lilerden görmeye başlamış, uzun yıllar bu savaş sürmüştür. İşte Arabistan’da deneyim kazanan “Hacı Abdülgaffar” efendi’nin yeni rotası 1891’den itibaren Açe ve Batavia olmuştur. Orada iki şapkası olmuştur.

43


Orhan BAYLAN_Yazılar

Hacı Abdulgaffar kimliiiyle Müslüman halkın arasında sanki onların menfaatlerini düşünen samimi bir din adamı gibi görünüp bilgiler toplamış, diğer şapkasıyla da Hollanda hükümetine bu bilgileri aktararak sömürge idaresinin Açe’ye tam hakim olması için gayret etmiştir. Verdiği raporlarında; Açe savaşının tetikçisi ve direnişin en büyük müsebbibi olarak gördüğü ehl-i sünnet alimlere karşı sert tedbirler alınmasını, bunların şiddetle yok edilmesi gerektiğini belirtmiştir.Halka ise dini hayatlarında karışmamayı salık vermiştir. Açe’nin uyanık din adamları Hacı Abdulgaffar’ın gerçek niyetini anlamışlar ve devamlı onun uzaklaştırılması gerektiğiyle ilgili Hükümet komiserine baskı yaptığında Batavia’ya geri çekmişlerdir. Fakat Açe sultanlığının 1903 yılında yıkılması önlenememiş, Açe tamamen Hollanda sömürgesi olmuştur. Bu yıllarda Açe Sultanlığı Osmanlı Devletinden yardım istemişse de, kendi başındaki gailelerden dolayı bir gemi dolusu silah ve insan harici kayda değer bir destek verememiştir. Bizim oryantalist casus Hacı Abdulgaffar 1906 yılında Hollanda’ya geri dönmüş ve ölünceye kadar hem devlette hem de üniversitede görevini yerine getirmiş, yeni oryantalistler yetiştirmeye çalışmıştır. Ama Açe’de adı “Hollandalı Müftü” olarak kalmıştır. Cidde’de “Hacı Abdulgaffar”, Açe’de Müftü… İşte bizi böyle çökerttiler zaten… Bu arada Batavia’da evlendiği iki eşinden olan çocuklarını ve eşlerini Hollanda’ya döndükten sonra reddetmiştir. Aynı dönemlerde görev yapan Leiden Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Köningsvald, Hungronje’nin hayatı boyu Müslüman gibi göründüğünü ama asla Müslüman olmadığını yazmıştır. Yukarıdaki satırlarda kısaca anlattığım bu biyografiye bir bakın. Kendi ülkelerine ve dinlerine hizmet etmek için nasıl fedakârca çalışmılar. Kendilerini yetiştirmişler. Gittikleri bölgenin önce sosyolojik haritasını çıkarmışlar. En ufak ayrıntısına kadar hem demografik, hem kültürel haritasını tespit edip buna uygun bir şekilde, onları yönetebilecek şekilde çalışmılar. Konya vilayetimiz kadar nüfusa sahip bir ülke Dünya’nın dört bir yanında 150 yıla yakın milyonlarca insanı sömürmüş, onları resmen gütmüştür. Biz işte bu oryantalistler kadar çalışmazsak, çocuklarımızı o bilgiyle donatıp onları adeta bir misyoner gibi yetiştirmezsek, 100 yıl sonra 1200 yıldır hizmetle şereflendiğimiz bu dini elimizden alır, Türklükte sadece sloganda kalır… Christian Sunouck Hungronje, Goldziher, Dozy ile beraber oryantalizmin kurucularından sayılır. Artık böyle müsteşrikler/oryantalistler yetişmiyor. Çünkü bunların yetiştirmiş olduğu Müslüman coğrafyadaki sözde Müslüman alimler(!), bu görevi onlardan devraldılar. Onlardan daha beter Ehl-i Sünneti yerle bir etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Yerli modernist/reformist din adamları bu oryantalistlerden daha fazla İslam’a zarar veriyorlar… Onların adları; Goldziherdi, Schact, Nöldeke, Gibb, Watt’ tı… Ama bunların adı Ali, İlhami, Hayri, Mehmet… Bizim gibiler, Türkçeyi bizden iyi konuşuyor bir de bunlar Profesör… Koskoca profesör…. /Orhan BAYLAN 16 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/haci-abdulgaffar-veya-hollandali-muftu/240

44


Orhan BAYLAN_Yazılar

Cin Şişeden Çıktı Güney sınırlarımızın uzun yıllardır güvenli olmayışı, oralardaki ülkelerde yaşanan iç karışıklıklar ve işgallerin en büyük faturasını Türkiye ödüyor. Zaten PKK terörüyle 33 senedir Irak sınırında yaşadığımız durumu şimdi bir de Suriye’nin iki bölgesinde yaşamaya aday pozisyonun gelişmesi gelecek için ülkemizi daha çok endişelendiriyor. Önce meseleyi net ortaya koyalım. Bizim içimizde çok fanatik bir kısım haricinde bağımsızlık dile getiren yok. Ama bizim sınırlarımız dışında bilhassa Irak’ta yıllardır süren ve 1971 yılında Irak Hükümetince de tanınan federe bir Kuzey Irak Bölgesi var. Amerikan işgali sonucu bu federe yapı ilan edilmemiş bir bağımsız devlete dönüştü. Daha önce oluşmamış bir sürü idari yapı, merkezi yönetimin zaafa uğraması sonucu oluşturuldu. Şimdi eylül ayında Barzani işi referanduma götürüyor. İç hesaplar dolaysıyla bazı partiler karşı çıksa da büyük ekseriyetle referandumdan bağımsız devlete evet kararı çıkacak. Bunu cebine alan Barzani’nin uygun zaman ve zeminde ilan edeceğini umuyorum. Bu 3 ayda da olur 10 yılda da… Fakat bu arada Suriye’de PKK’nın fikri ve eleman alt yapısıyla, ABD’nin lojistik ve stratejik desteğiyle PYD oluşumu oldu. Şu an 50 binin üzerinde düzenli ordu eğitimi verilen bir kadrosu var. Amerika DAEŞ’le mücadele kapsamında dolaylı yoldan YPG’ye tonlarca mühimmat ve TIR’lar dolusu silah verdi. PYD'nin kontrol ettiği çok az petrol kuyusuyla bütün bu işlerin lojistiğini yapması mümkün değil. 50 bin kişilik düzenli orduyu ve şu an PYD’nin hakim olduğu yerdeki polis gücü tarzı oluşumlarını besleyecek kaynağı nereden buluyor? PYD’nin finansını kim yapıyor? Elbette onu da ABD. Abd ise, bunun Türkiye tarafından propaganda malzemesi olarak kullanması gerekiyor. Batı, bilhassa Abd kamuoyu büyük baskı aracıdır. Trump seçim çalışmalarında, “Abd’nin Irak’ta 6 trilyon dolar harcadığını ama bunun karşılığında ne aldığını” sormuştu hatırlarsınız, işte Türkiye’nin sosyal medya ve basın yoluyla Amerika halkı üzerinde bunu

45


Orhan BAYLAN_Yazılar

kullanması gerekmektedir. Beni takip edenler bilir ki ben uzun senelerdir Kuzey Irak Kürt Devleti oluşumuna öncülüğü Türkiye’nin yapması gerektiğini iddia ederim. Öncelikle PYD oluşumunun geçerliliğini ve savunabilirliğini saf dışı edebilmek adına bunu yapması gerektiğini yazdım durdum. PYD oluşumunu ekarte etmenin yolunun Türkiye’nin Rusya İran ve Esed’le anlaşmasından geçtiğini yazdım durdum. Bu yüzden beni eleştiren, “eli kanlı Esed" ile anlaşmak nasıl düşünülebilir diye hakaret edenler olmuştu. Ama Abd’nin ta işin başından beri Türkiye’yi nasıl bir tuzağa düşürdüğünü görmüş, kendi kısık sesimle bunu haykırmaya çalışmıştım. Ama o günün dış işleri bakanı daha sonranın Başbakan’ı Davutoğlu’nun karizması ve çapının yanında tabi bizim esamemizin okunması mümkün değildi. Yine övünüyor diyecek bazı aklı evveller ama hayır; sadece kaybettiğimiz zamana, ve Suriye’de hayatını kaybeden binlerce insana üzülüyorum. Yoksa düşünmekten başka birikimim yoktu. Şu an Astana zirvesinin askeri uygulamaları için Rusya ve İran Genel Kurmay Başkanları Türkiye’de. Abd Savunma Bakanı yolda. Güvenli bölge, İdlib’teki El- Nusra militanlarının bölgeden sivil halka zarar vermeden çıkarılması, Afrin’in durumu ve Suriye’nin toprak bütünlüğü dahlinde PYD oluşumunun ekarte edilmesi konuları masada. Tabii Türkiye kendi bakış tarzını ortaya koyarken diğer devletlerle aynı yerde olamayabiliyor. Herkesin menfaati başka. Ama gücümüz nispetinde sahada en iyi oyunu oynamaya çalışıyoruz. Bizim maddi gücümüz yok belki ama 1400 yıllık müktesabatımız, bir o kadar da devlet olabilme geçmişimiz var. Bu husular iyi devlet adamları elinde parayla pulla ölçülmeyecek avantajlardır. Ne yazık ki; 90 yıldır bilhassa bölgede bu avantajlarımızı kullanmayı bırakın, kırmızı mumlu zarflı davetiyelere rağmen sırtımızı dönüp bakmamışız bile… Suriye- Irak diye yazıda zik zak çizdirdim farkındayım ama artık bölgeyi yekpare yapmaya uğraşan idare bizi buna mahkum ediyor. İşte bizim yıkmamız gereken, Türkiye’nin yıkması gerekende tam bu. Bırakın Barzani devletini kursun. Cin şişeden çıktı, bizim niye devletimiz olmasın diye gönüllerine ateş düşürülen Kürtlerin bu aşkını dindirecek güç yok. Bugün olmazsa yarın. Ve bunun için nasıl binlerce Kürdün kanı aktıysa, bölgede başka halkların da akacak. Olsunlar devlet. Irak’ın, Suriye’nin, Lübnan ve Ürdün’ün devlet olduğu gibi. Nasılsa birinin kucağına oturacaklar… Onlar da kimin kucağına oturmak istiyorlarsa otursunlar… Zoruna mı gitti Barzani’ci, lafa geldi mi ümmet, öze geldi mi kürdün kedisi bile dünyadan değerli diyen İslam soslu faşist Kürt kardeşim. Sayfasında; Gazi Muhammed, Mele Barzani, Şeyh Said ve Said’i Nursi’den başka figür taşımayıp beni faşistlikle suçlayan ırkçı Kürt kardeş… Ömrümüz olursa göreceğiz… /Orhan BAYLAN 18 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/cin-siseden-cikti/241

46


Orhan BAYLAN_Yazılar

100 Yıllık Tezgah İngilizler Hindistan'da hiç bir zaman tam kontrol sağlayamadılar. Ama bu büyük ülkenin zenginliklerini sömürmeye devam ettiler. İngilizler 20. Yüzyılda ülkeleri mümkün olduğunca bölerek gücün tek merkezde toplanmasını engellemeyi amaçladılar. Ortadoğu’da yapmadılar bunu sadece, Afrika’da, Hint alt kıtasında ve Orta Doğu’da tabiî ki. Geçmişin pagan veya tek devlet altındaki Afrika ülkelerini böldüler parçaladılar. Parçalarken de hep sıunırları ihtilaflı bıraktılar. Aynı soydan veya dinden olan insanları farklı devletlere bırakarak onların arasında daima nifak tohumları ekip, bir birleriyle boğuşmaktan güçlenip kendilerine gelmelerine meydan vermediler. Ya da Orta Doğu’da olduğu gibi; azınlıkları, haramileri, geçmişin en barbar kabilelerini lider seçtiler. Şia çoğunluklu Irak’a Sünni kral, Sünni çoğunluklu Suriye’de Nusayri despotun ipleri ele geçirmesine ses çıkarmadılar. Bu politikları Hindistan’da da uyguladılar. Gandhi; Pakistan'ın ayrılığını savunan bilhassa Abduh ve Efgani'den etkilenen İkbal ve Mevdudi gibi alimlerin başı çektiği heyetlere defalarca yalvardı. Ayrılmayın, İngiliz siyasetine hizmet etmeyin, diye defalarca çağrıda bulundu. Ama iki tane Kraliçe'nin "sir"ünvanlı satılmış adamıyla dünyanın en büyük İslam devletinin oluşumunu engellediler. Vatan ve kahramanlık şiirleriyle bağımsız Pakistan’ın oluşumunda emeği olan Muhammed İkbal kraliçenin “sir unvanı verdiği biriydi. Daha sonra cemaat-i İslamiyyeyi kurarak bağımsız pakistan’ın en büyük savunucularından olan Mevdudi; mason Efgani ve Abduh’un fikirlerinden etkilenen biriydi. Ve 1947 yılında Pakistan için bağımsızlık ilan etmeye yakın; kendi anadili Urduca’yı konuşamayan, İngiltere’de eğitim görmüş ve orada avukatlık yapan; Kraliçe’nin “sir” yaptığı şia Muhammed Ali Cinnah’ı kurucu Cumhurbaşkanı olarak başa oturttular. 100 yıl önce sykes-picot anlaşmasında yaptıkalrını orada yapıp; Hindistan ve Pakistan arasına nifak tohumunu ektiler. Pencap ve Keşmir meselesini de İngilizler ortada bırakıp kedi köpek gibi didişmelerini sağladılar iki devletin.

47


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ve bir kaç yıl sonra olmadı Pakistan'ı da ikiye bölüp; Bengaldeş diye bir devlet daha doğurttular. onları da bir birlerine düşman ettiler... Eylül ayında Kuzey Irak Kürt devleti için bağımsızlık referandumuna gidiyor. Sykes-Picot anlaşması yapılırken Orta Doğu’da herkese devlet verirken kadim Kürt halkına devlet verilmeyişinin nedeni, devlet verip kontrol edecekleri kadar “seküler” Kürt olmayışı. Eğer 1916 yılında PKK/PYD çizgisinde yeterince kullanışlı eleman olsaydı o gün verirlerdi. O gün Kürtler İttihad-ı İslam’a sıkı sıkıya bağlı, çoğunluğu medrese ve dergahlarda yetişen alimler sayesinde ehl-i sünnet inancındaydı. Ama Said’i Nursi’nin Kürt merkezli tarikatsız cemaatinin uzun yıllar çalışması sonucu, Mevlana Halid-i Bağdadi ve bölgede etkili olan Nakşi sufiyye düşüncesi zamanla zedelendi, parçalandı. Tabi bunda seküler eğitim sisteminin katkısı da çok büyük. Uzun yıllar PKK mücadelesi sonrası o bölgede dinsiz Kürt genci yetiştirdiler. Bunun en büyük günahı 1980 ihtilali sonrası oluşturulan Amerkan kontrollü Türkiye siyasetidir. İşte uzun yıllar sonra gelinen noktada Kürdistan coğrafyasının içine bağımsızlık ateşini yaktılar. Artık bunun zecri tedbirlerle önlenmesi mümkün görünmüyor. Ama Barzani’nin referandumdan evet çıksa bile bağımsızlık ilanını bir müdeet yapabileceğini sanmıyorum. Bunu engelleyen en önemli amil PYD’ye muhtariyet kazandırmayı amaçlayan Amerikan’ın bu fikri hayata geçirene kadar buna yeşil ışık yakacağını sanmıyorum. PYD oluşumuna izin vermeyeceğini her fırsatta belirten Türkiye eğer bunu başarırsa ancak Abd zaruri olarak Barzani kartına oynayacaktır. PYD elinde durdukça Barzaniye engel olacaktır. Abd ve İngiliz kafasında Barzani tarzı bir yapıya Kürt devletini teslim etme fikrinin olduğunu sanmıyorum. Dindar Kürt halkının tepesine seküler bir oluşumu geçirip hep kendine muhtaç olmasını sağlamak işine gelecektir. Ama neticede burada bir devlet kurulacak. Biliyorum bazılarınızın işine gelmiyor, benim gibi. Ama realite buysa, buna direnmek yerine; PYD’yi ekarte etmek, Türkiye içinde memnuniyetsiz Kürtçü taraftarlara gidin diyebilecek bir bağımsız Kürt Devleti’nin kuruluşuna Türkiye ön ayak olmalıdır. Yarın başkası sana rağmen kurduğunda hala kırmızı çizgili pijamalarını arıyor olacaksın… Nasılsa biz; örneklerle de anlattığım gibi, ders almaz ve güçleri birleştirmek yerine parçalamayı tercih ederiz. Keşke 1 asırdır; Hint alt kıtasında, Orta Doğu’da ve Afrika’da kurulan bu tuzakları fark edip düşmesek. Ama yine yine yeniden hep aynı hataya düşüp duruyoruz. Şunu bilelim: Bizleri atomlarımıza kadar bölse yine tatmin olmaz Batı’lı… /Orhan BAYLAN 19 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/100-yillik-tezgah/244

48


Orhan BAYLAN_Yazılar

İbrahimi Dinler Saçmalığı "İbrahim, ne yahudi idi, ne de hristiyandı; ancak, O hanif bir müslümandı, müşriklerden de değildi." Bakara-67 Bu kadar açık ayete rağmen Hazreti İbrahim Peygamberi de işin içine katarak, "İbrahimi din" lafzını kullanmak, Kuran-ı Kerim'i haşa yalanlamak, Hazreti İbrahim'e iftira etmek olur. İbrahimi dinler tabirini kullanan kişiler veya kurumlar ne yazık ki; Diyanet İşleri Başkanlığı, Milli Eğitim Din eğitimi müfredatı, İlahiyat Fakulteleri başta olmak üzere, Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış bazı zevatlar, İlahiyatlarda ki bazı prof.lar, Fetö, Fetö örgütünün fikirlerini benimsemiş olan akademisyen, yazar ve öğretmen gibi şahıslar. Eskiden bu toprakların kadim müslüman halkına daha çocukken İbrahimi dinden olmak değil; Millet-i İbrahim'den, Ümmet-i Muhammed'den olmak öğretilirdi. Çocuklarınızın kitaplarını kontrol edin. Onların her şeye kaydetmeye hazır beyinlerine böyle saçmalıkların yerleştirilmesine siz ebeveyn olarak engel olun; bu tarzda öğretim yapan öğretmenleri engelleyin. Bunlar bu dini tahrif etmeye yönelik çalışan misyoner tezgahının bozuk ürünleridir. Bir dönem bu ülkede Fetö'nün siyasi ve basın yayında ki gücüyle ortalığı kasıp kavuran "dinler arası diyalog" fitnesinin bir başka versiyonu olan bu tarz söylemleri masum görmeyin. Bunlar bizim kalbimizde imani delikler açar. Kardeşlik, barış, huzur gibi insanı cezbeden güzel kelimeleri kullanarak; dünya'da barışı tesis etmek için dinler hakkında güzel şeyler kullanmak gerektiği gibi söylemlere itibar etmeyin. Bir başka muharref dini onore etmeden de huzur ve barış tesis edilebilir. Lambeth Konferanslarının ve 1962 Papalık Konseyinin aldığı kararlar doğrultusunda Katolik ve Protestan dünya taktik değiştirip, müslümanları içeriden yıkmayı amaçlamıştır. İngiltere'ye doktora ve master veya uzun süreli görevle giden bilhassa ilahiyat kaynaklı öğretim görevlilerinin ne yazık ki geri döndüklerinde ne yazık ki 1400 yıllık İslam geleneği dışında kendilerinin nitelemeleriyle; "modernist/reformist" bir yöne evrildiklerini görüyoruz. İnanın bu sadece Türkiye'ye has bir şey de değil. Mısır ve Pakistan, Hindistan, Malezya ve hatta katı Şia uygulayıcısı İran'dan din sahasında eğitim alan akademisyenlerde bunu gözlemlemek mümkün... 2 yıllık bir felsefe eğitimiyle bunu nasıl yapıyorlar, nasıl beceriyorlar anlamak zor. Bu sadece dini akademik çevre için değil, Exeter'e gidip sağ dönen diğer branş mensubu akademisyenler içinde geçerli. İstanbul İlahiyat'ta meşhur bir akademisyen mesela. Klasik medrese eğitimi almış, 30 yıl boyunca İslami bilimlerde gelenekselci diye tabir edilen Ehl-i sünnet bakışla bakmış ama 2 yıl Londra'da kalıp geldiğinde bahsettiğim görüşlerden olup çıkmıştır. Çip mi takıyorlar bu kadar kısa sürede bunları devşiriyorlar diye hep düşünürüm. Son söz: 15 Temmuz sonrası Fetö ve avanesine mahkemelerde takibat yapılıyor, iltisakları olanlar devletten ıuzaklaştırılıyor ama; ne yazık ki en büyük savundukları "dinler arası diyalog" fitnesine dair izler ne eğitimde ne de dini hayattan temizlenmiyor. Bu konuda da acil çalışmalar bekliyoruz... /Orhan BAYLAN 20 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ibrahimi-dinler-sacmaligi/246

49


Orhan BAYLAN_Yazılar

Sendikasız Sendikacılığımız… Yıllar önce çok uluslu bir şirketin Türkiye yönetim kurulu üyesiyle sohbet ederken yaşadıkları bir deneyimi paylaşmıştı. Bunlar Türkiye’ye girdiklerinde iş yeri sendikası olarak yeterliliği DİSK’in o iş kolundaki sendikası almış. Toplu iş görüşmeleri vakti geldiğinde masaya oturmuşlar. O yıllarda bu firma çalışanlarının şartlarını iyileştirmek için bir dizi karar almış. O kişinin ağzından anlatayım devamını: “Oturduk masaya. Sendika temsilcileri ve işveren olarak bizler. Hal hatır sormaları sonrası sendikaya ne istediklerini sorduk. İstedikleri artışı söylediler. Bu bizim vermeyi düşündüğümüzün bile altındaydı. Tabi bizim Alman genel müdür “Tamam, okey” dedi. Sendikacılar şaşkın bir yüz ifadesiyle önce bir birlerine baktılar. Sonra sendikal faaliyetlerden ve personelden sorumlu yönetim kurulu üyesi olarak bana özel görüşmek istediklerini söylediler. Toplantıdan çıktık; “Böyle olmaz, biz isteyeceğiz siz olmaz diyeceksiniz ve bu basına yansıyacak, iyice gerginleşecek ortalık sonra, sendikanın istediklerini kabul ettik diyeceksiniz ve el sıkışıp anlaşacağız” dediler. Ben bu tarzı bizim Alman yönetim kurulu başkanına anlatana kadar zaten bir ay geçti. Bu arada sert atışmlar oldu basın yoluyla, ama içeride kahkalarla okuyup gülüyorduk. Ve anlaştık tabi.” İşte bizim ülkemizde sendikacılık böyle yapılır. İster sol sendika ister sağ sendika olsun hiç fark etmez. Ha 1970 öncesi sendikacılık, hele sol sendikacılık tamamen yabancı güçlerin kontrolü altında yürüyordu. Tabi bir çok badire yaşayan Türk devleti sendikaları da kontrol etmeyi, onların radikalleşmesini önlemeyi başardı. Kapitalist sistemde işveren ister devlet ister özel sektör olsun, emekçiyi koruyacak olan sendikadır. Ama ne yazık ki, bizim her şeyimizi manipüle ettikleri gibi sendikalarımızı da kontrol altına alıp işçi haklarından çok, ülkenin huzurunu ve istikrarını bozmaya matuf icraatların planlanıp uygulandığı merkezler haline geldiğini ne yazık ki geçmişte gördük. Geçmişte bakın bütün sendika başkanları kendi fikirlerine yakın partilerden milletvekili olmuştur. Neredeyse sendika başkanı olmak, milletvekili olmanın ön koşulu haline gelmiştir. Sendika başkanlarının yine geçmişte nasıl yaşadıkları, işci kesintileriyle dolan kasaları nasıl boşalttıkalrına ilişkin hafızalarımızda ve mahkeme kayıtlarında belgeler duruyor. DİSK genel başkanlarından birinin Ermenegildo Zegna gibi her takımı bir servet eden firmaya, yılda kaç takım sipariş ettiklerini biliriz. Ha şimdi durup dururken bunları niye yazdım diyebilirsiniz. Bugünlerde devlet memurlara verilecek zam için memur sendikalarıyla görüşmeler yapıyor. Görüşmelerde yetkili sendikanın başkanını seyrederken aklıma o anekdot geldi. Makul ve mantıklı sendikalardan rahatsız mıyım, yok asla. Çeşitli hesapları olan, bilinen veya bilinmeyen odakların maşası sendika başkanları olacağına, devletini seven, milletini seven, ülkesinin kaosa düşmesini asla isytemeyen sendikacılar da başımın tacı. Sadece ben bu işlere biraz tiyatro diye bakıyotum sadece onu demek istedim. Ciddi ciddi sendikacı ağabeylerimiz beni eleştirebilir de, 1977’lerin MİSK temsilcisi biri olarak sendikacılığımız 40 yıllık unutulmasın:… /Orhan BAYLAN 21 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/sendikasiz-sendikaciligimiz/249

50


Orhan BAYLAN_Yazılar

CIA'ya Posta Mı Koyduk! Enver Altaylı’yı Göz Altı Yapmak CIA’ya Meydan Okumak Mı? Dün pek çok kişinin belki dikkatini çekmeyen bir haber vardı. Enver Altaylı FETÖ operasyonu kapsamında göz altına alındı. Aslında Enver Altaylı’yı ve geçmişini bilenler için bu bomba bir haber. Türkiye’nin nereden nereye evrildiğini görebilme açısından. 1946 yılında başlayan Abd ile güya müttefiklik aslında üstü örtü sömürge tipi yıolculuğumuzun kilometre taşlarından biri. Büyüğü olmasa da o yolun büyük taşın çömezi en azından. NATO ve diğer Batı ile ilişkili pakt ve anlaşmlarla Türkiye’nin bu yoldaki sıkılaştırılmış bağları 1950 sonrası hızlandı. Komünizm karşıtı yeşil kuşak projesiyle bizim her sahada karar vericimiz Amerikalılar oldu. Askerimizin o dönem atlarının koşum takımları da Amerika’dan, Askeri Uçağı’da, öğrenciye verilen süt tozu da Amerika’dan geliyordu. Türkiye’nin her yerine havalanları yapılıyor, Türkiye borçlandırılarak bizi Rus tehdidinden kurtarıyorlardı. Radar’lar, asker konuşlanmış bölgeler her yerimizdeydi. Düşünün 1960’lı yılların Ankara’sında; Ahlatlıbel’de radar, Balgat’ta sadece 5 bin Türk işcinin çalıştığı askeri üs ve JUSMATT adında Başbakanlık binasında Pentagon’un birimi vardı. MİT yani o zamanki adıyla MAH ise personel maaşının ve bina kirasının bile CIA tarafından verildiği bir kurumdu. Enver Altaylı’yı MİT’te çalıştığı 1968’li yıllarından tanımaya başlamak gerek. Talat Aydemir’in Harp Okulu öğrencilerini sürüklediği başarısız darbe teşebbüsü sonucu harp okulundan atılan Enver Altaylı daha sonra 1967 yılında Ankara Hukuk Fakultesini bitirir. Ve 1968 yılında MİT’te çalışmaya başlar. Kim onu oraya tavsiye eden peki? Ruzi Nazar. İşte esas tanımamız gereken kişi bu. Onu tanıdığımızda Enver Altaylı’yı da az çok tanımış oluruz. Ya da Ruzi Nazar genç Enver Altaylı’yı niye tavsiye eder, nereden tanımaktadır. Onun için Ruzi Nazar’ı bir tanıyalım. 1917 yılında Özbekistan Fergana vadisinin Namangan şehrinde doğan Ruzi Nazar’ın oradan komşusu Enver Altaylı’nın babası Şakir Altaylı’dır. 2.dünya harbinde Rus cephesinde subay olarak görev yağparken, Ukrayna’da yaralanıp Almanlara esir düşer. Alman saflarında da Amerikalı bir CIA görevlisinin. Türkiye’ye göçmeyi düşünürken kendini CIA’da çalışmaya başlamış bulur. Türkiye’ye 1959 yılında CIA elemanı olarak tayin edilir. Burada her kesimden insanla yakın ilişkiler kurar. En yakın dostları arasında; Süleyman Demirel, Fethi Tevetoğlu, Alparslan Türkeş ve Çetin Altan gibi o dönemin popüler kişileri vardır. Tabi hem iş ilişkisi hem de şahsi dostluk olarak en yakın kişi MİT müsteşarı Fuat Doğu’yu saymaya bile gerek yok. 2 dönem MİT müsteşarlığı yapan Fuat Doğu’nun hayatını irdelediğimizde ilginç tesadüflere denk geliriz. Kendi ifadesiyle “Ben CIA’nın Türkiye ofisinin şefiydim” diyen Fuat Doğu’nun, Aydın Bolak’ın evinde F.Gülen ve Vehbi Koç gibi şahıslarla görüştüğünü de unutmayalım. 28-30 yaşlarında eğitimsiz bir Vaiz’in bu kadar değişik simalarla aynı bir ev buluşmasında olmasını

51


Orhan BAYLAN_Yazılar

kimse tesadüfle izah edemez sanırım. 1971 yılına kadar görev yaptığı o dönemde Amerika adına ülkemizi çeki düzen verme faaliyetlerini yürütmüştür. İşte yakın çalışma arkadaşı ve dostu MİT müsteşarı Fuat Doğu’dan Özbekistan’dan komşusu ve çocukluk arkadaşı Şakir Altaylı’nın oğlu Enver Altaylı’yı işe almasını rica eder. 2014 yılında 5 yıldır yaşamakta olduğu Türkiye’de 97 yaşındayken öldü.Fethiye’de İslami usullere göre gömüldü. Çünkü kendisinin Özbek yahudisi olduğu hususunda iddialar olmasına rağmen; onun biyografisini yazan ve çocuklarından daha çok yakın duran Enver Altaylı’nın belirttiğine göre müslümandı ve Cuma namazlarını kılardı. Bizi o kısmı ilgilendirmiyor. Ama Türkiye, Mısır ve Afganistan’da Abd’nin havucu “Yeşil Kuşak” projesinin uygulayıcısı olarak, Amerikan politikalarını uygulamada bu kadar başarılı olmuş bir ajan olarak ilgilendiriyor. Bu yeşil Kuşak projesi Nazar filan derken buna ilişkin bir anekdotu araya sıkıştırıverelim. F.Gülen’in vaiz olmasını, Kestane pazarı camisine tayinini yapan şahıs, Diyanet İşlleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagür’dür. Mütercimlikde yapan Yaşar Tunagür’ü MİT müsteşarı Fuat Doğu görüşmeye çağırır.Ve görüşme esnasında; bazı arap ülkelerinde komünizme karşı İslami gençlik hareketlerinin olduğundan bahsederek, Mısır’da bu konuda toplumları etkileyen bir yazar olduğunu, bunun uzun yıllar Amerika’dan yaşadıktan sonra Ülke’sine döndüğünü ve yazdığı kitapların kitleleri etkileyip gençliğin komünizme kaymasını önlediğini, hatta alternatif bir gençlik hareketi oluşmaya başladığından bahisle; küçük bir Arapça kitabı mönüne koyarak; bunu çevirirseniz biz dağıtımında ve basımında destek olacağız der. Daha sonra Yaşar Tunagür’ün tercüme ettiği o kitap Türkiye’de İslamcı gençliğinde etkilendiği Seyyid Kutub’un; “Yoldaki İşaretler” adlı eseridir. Neyse biz parantezi kapatıp konuya dönelim. Bağlantısızlarla birlikte yükselen mecburen Rusya yanlısı ama Amerikan karşıtı Nasır’ın, 1967 Arap/İsrail savaşında popülaritesini kaybetmesinde en büyük etken kişinin Ruzi Nazar olduğu anlatılır. Çünkü; Rusların kurduğu radar ve mühimmatların teknik elemanları Özbek mühendislerdir. İşte İsrail asker ve uçakları burunlarına kadar girip onları saf dışı edene kadar görmemelerini temin ettiren kişinin Ruzi Nazar olduğu söylenir. Yine İran’da rehin tutulan konsolosluk görevlililerinin kaçırılma olayının planlayıcılarındandır. Afgan mücahidlerinin organzie edilmesi, Taliban’ın silahlandırılması ve El-Kaide’nin çekirdek kadrolarının oluşturulmasında etkileri büyüktür. Büyük casustur kısacası. İşte Enver Altaylı bu şahsın yetiştirmesidir. Enver Altaylı; 1968 yılında başladığı Türk istihbaratındaki görevine 12 eylül ihtilaline kadar devam etmiştir. Ülkücü/MHP kesimin içinde faaliyet göstermiş, 1977-80 yılları arasında Hergün Gazetesinde yazarlık ve Genel Yayın Yönetmenliği yapmış; 12 Eylül sonrası Almanya’ya kaçmıştır. Kendi ifadesiyle ondan sonra MİT’le ilişkisini kesmiştir. Ama bana sorarsanız asıl kimliğine, 1968’de ona referans olan Ruzi Nazar’ın verdiği CIA kimliğine dönmüştür. Ve bununla ilgili olarak Orta Asya Türk devletlerinde çalışmalar yapmış, Rusya’nın dağılma sürecinde aktif olarak o bölgelerde bulunmuştur. İşte dün Fetö ile irtibatlı görülerek göz altına yapılması aslında benim için sıradan bir ifade almaktan çok; Amerika’ya bir başkaldırı. Senin elemanını da alır, sorgularım demek. Pek yakında bununla ilgili ya gizli ya açık sesler duymaya başlarız. Enver Altaylı’nın göz altı haberi bakın nerelere götürdü bizi… /Orhan BAYLAN 22 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ciaya-posta-mi-koyduk/251

52


Orhan BAYLAN_Yazılar

Şu Bizim Filistin Davamız (1) Filistin’i Kaybedişimiz. Filistin’in daha doğrusu bağrında yaşattığı Kudüs’ün bütün dinlerce kutsal şehir olması sebebiyle çalkantısı tarih boyunca hiç dinmedi. Müslümanların eline geçtiği dönemden 11. Asra kadar sakin bir dönem yaşayan Filistin; 250 seneye yakın süren haçlı seferleri boyunca çok acılar yaşadı. Sonra Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır seferi sonrası Osmanlı toprağı oldu ve yaklaşık 1917 yılı Aralık ayına kadar da huzur içinde 402 sene geçirdi. 1.Cihan Harbinde bir çok cephede savaşan Osmanlının elinde tutmak istediği, önem verdiği bölgelerden biriydi Filistin Cephesi. Lakin İngilizlere yardım eden o dönem oraya yerleşmeye başlamış Siyonist öncüler ve İngilizlerin Arap yarımadasını verecekleri vaad ettiği Şerif Hüseyin güçleri karşısında Alman General Limon Von Sanders’in kötü yönetimi, 35 yaşındaki tecrübesiz ve mağrur Enver Paşa’nın genel karargah’ta savaşı okuyamaması, 4.Ordu komutanı Cemal Paşa’nın Arap liderleri hedef alan ve küstüren uygulamaları, 7.ve 8. Ordu komutanlarının bencillik ve hesapları sonucu biz o toprakları terk etmek zorunda kaldık. General Allenby Kudüs’ü aldığı gün şöyle demiştir. "Haçlı seferleri¸ işte bugün sona erdi!" Filistin'de ise¸ Milletler Cemiyeti'nin kararıyla İngiliz manda idaresi ihdas edilmiş; başına da İngiliz vatandaşı Yahudi Siyonistlerden ve Balfour'un mimarlarından Herbert Samuel atanmıştır. Weizman buna haklı olarak çok sevinmiştir: "Onu bu mevkie biz getirdik. O¸ bizim Samuelimizdir. " William Ziff¸ "2 bin yıl sonra Filistin'e gelen ilk Yahudi yönetici" ifadesiyle tavsif ettiği Samuel'in gelişini Yahudilerin "yeni bir Musa sevinci ve çılgınlığıyla karşıladıklarından" söz etmektedir. Osmanlı¸ Kudüs ve Filistin'e sahip çıkıp Siyonizm'in tahakkümünü bertaraf etmeye çalışmasına rağmen bu kutsal toprakların hazin bir biçimde elinden çıkmasına maalesef mani olamamıştır. Bir subayın şu sözleri¸ Osmanlı'nın Kudüs'e nasıl hazin bir şekilde veda ettiğini yeterince anlatmaktadır: "Filistin'i kaybedecektik. Nasıl dönerdik evlerimize; nasıl bakardık bizi bekleyen analarımızın¸ bacılarımızın¸ hanımlarımızın ve çocuklarımızın yüzlerine! Mevzilerimizi terk etmiş¸ ayaklarımızdaki parçalanmış çarıklarımızla geri çekiliyorduk.

53


Orhan BAYLAN_Yazılar

Osmanlısız Dönem Osmanlı'nın bıraktığı boşluğu değerlendiren Siyonistler¸ İngilizlerin desteğiyle Filistin'de bir Yahudi Devleti kurabilmek için¸ verdikleri siyasî mücadele kadar Yahudi göçmenlerin Filistin'e yerleşmelerini¸ toprak sahibi olmalarını ve nüfus bakımından çoğunluğu ele geçirmelerini de en az o kadar önemli görüyorlardı. Ne kadar fazla Filistinli katledilirse kendilerine o kadar fazla yer açılacaktı. Bu uğurda rehber edindikleri kanlı parola şuydu: "Vatansız bir halk için halksız bir vatan!" Avrupa'da soykırıma maruz kalan Yahudiler¸ bu defa aynı yöntemle kendileri soykırımın her çeşidini denemekten çekinmeyecekti. Fransız oyun yazarı Jean Genet'in çarpıcı ifadesiyle, Yahudi kıyımının bedelini Arap dünyasının en zayıf halkasına¸ Filistinlilere ödeteceklerdi. Kendilerine gönderilen Peygamberleri dâhi fütursuzca katleden yeryüzünün en bozguncu kavimlerinden olan Yahudiler¸ Filistinlileri yok ederken muharref Tevrat'ın şu halis barbarlık tavsiyelerini düstur ediniyorlardı: "Rabbin Musa'ya emretmiş olduğu gibi bütün erkekleri öldürdüler¸ kadınları esir aldılar¸ bütün şehirleri yaktılar. Bütün erkek çocukları ve bir erkekle karı koca hayatı yaşamış bütün kadınları öldürün. Fakat bütün bakireleri kendinize saklayın!" Eski Ahit'in Tesniye Kitabı 7. Babında da -hâşâAllah adına bazı "kutsal" yok etmeye azmettirici kanlı öğretiler şöyle dikte ediliyordu: "Onları tamamen yok edeceksin; onlarla ahdetmeyeceksin; onlara acımayacaksın ve onlarla hısımlık etmeyeceksin. Çünkü sen Allah'ın mukaddes bir kavmisin; yeryüzünde olan bütün kavimlerden kendine has bir kavim olmak üzere seni seçti." I. Samuel Kitabı 15. Bab'ta ise şunlar yazıyordu: "Onların her şeyini tamamen yok et ve onları esirgeme. Erkekten kadına¸ çocuktan emzikte olana¸ öküzden koyuna¸ deveden eşeğe kadar hepsini öldür." 1900'lerin başında Filistin'deki Yahudi nüfus yüzde 10'un altındayken¸ programlı çalışmalar (katliamlar) neticesinde¸ 1920'lerde 100 bine¸ 1930'larda 232 bine¸ 1947'de de 630 bine çıkarılmıştı. Başta dünya finans devleri Rotschiller ve Rockfeller olmak üzere Yahudi sermaye çevreleri¸ İsrail'e göç eden grupların yeni yerleşim yerlerine sahip olmalarına katkıda bulunarak¸ kollektif tarım çiftlikleri "Kibbutzlar" kurmalarının önünü açmışlardı. Bu faaliyetler başlangıçta sözde gayet masumane yöntemlerle icra edilirken 1930'lu yıllardan itibaren yerini tamamen terörize metotlara ve toplu katliamlara bırakacaktı. Haganah¸ Irgun ve Stern gibi Siyonist terör örgütleri İsrail'in kuruluş sürecinde eylemlerde bulunup¸ her türlü insanlık dışı yola müracaat etmekten çekinmeyeceklerdi. Adı geçen terör örgütleri¸ soykırımın en âlâsını irtikâp ederek Filistin köylerini boşaltıyor¸ Yahudi göçmenlere yeni yerleşim alanları açıyorlardı. 1930-48 Filistin’e sahip çıkacak her hangi bir Müslüman ülke yoktu. Genç Cumhuriyet yüzünü Batı’ya dönmüş, Batının her şeyini ruhuna çekmeye çalışıyor, bırak tarihini, örfünü ve dinini bile faşizan usullerle topluma terk ettirmeye çalışıyordu.400 sene yönettiği güneyindeki halklara sırtını dönmüş, onların feryadını duymamak için adeta kulaklarını elleriyle kapatan bir anne, ama yeni aşığı için 6 evladını terk eden zalim bir anne gibi. O yıllarda Ürdün ve Irak’ta İngilizlerin tahta geçirdiği Şerif Hüseyin’in oğulları vardı.Bunlar zaten ne güçleri vardı ne de idrakleri. Şerif Hüseyin 1915’de ruhunu İngiliz’lere 400 bin altın ve Arap yarımadasının krallığı satmıştı.Onun oğullarından böyle bir şey mümkün değildi. Yine bir İngiliz sömürgesi olan Mısır ve Fransız Mandası süren Suriye’den Filistinlilere yardım etmesini beklemek katırın doğurmasını beklemekten daha zor bir olaydı o yıllarda. İşte sahipsiz Filistin halkının üzerinde bir de İngiliz mandasının sıkı bir baskısı vardı.Yahudi örgütler istedikleri kadar silahlanıp çeteleşirken onların av tüfeği bile bulundurmalarına izin verilmiyordu.Siyonist tüccar görünümlü Nili örgütü üyeleri her tür istihbaratı köylere rahat rahat girip yaparken, Filistin halkının bir yerden bir yere seyahat etmesi uzun ve yorucu izinlere tabiydi. 1947 1948 arasında 500'den fazla kent¸ kasaba ve köye kanlı baskınlar tertipleyip "kazıma" denen usulle haritadan silerek¸ 950 bin olan Filistinli sayısını 138 bine düşürmenin üstesinden gelmeyi becermişlerdi. General Shlomo Lahat¸ dünden bugüne değişmeyen bahis konusu "Siyonist taktiği" şöyle sloganlaştırmıştı: "Filistinliler bu topraklarda köle olarak yaşamayı kabul edinceye kadar katliamı sürdürmeliyiz!" Nitekim 1 Ocak 1948'de Filistin'de 600 bin Yahudi¸ iki misli Arap yaşarken; 1 Ocak 1950'de Arapların sayısını soykırım ve tehcirle 150 bine indirmeye muvaffak oldular. İsrail'in kuruluşundan Arap-İsrail

54


Orhan BAYLAN_Yazılar

Savaşı'na değin yurtlarından sürülen Filistinli mültecilerin sayısı 5 milyona ulaşacaktı. Filistin'i Müslüman'dan arındırma faaliyetleri zincirleme bir surette kesintisiz olarak toplu gösterime sunulan birbirinden kanlı katliamlarla idame edecekti: Kral Davut katliamı¸ Deir Yasin Katliamı¸ Saf Saf Köyü Katliamı¸ Kibya Köyü Katliamı… Zamanla¸ baskıcı¸ saldırgan¸ zalim ve katliamcı "çete devlet" karakteri¸ İsrail'i kuran ve yaşatan siyasî-ideolojik kültürün yegâne özelliği olarak iyice kemikleşecekti. Hele Eylül 1982'deki "Sabra ve Şatila Katliamı"¸ insanlığın kanını donduracak çaptaydı ve emri veren de Savunma Bakanı¸ "Beyrut Kasabı¸ Buldozer" lakaplı Ariel Şaron idi. İsrail'in 70 bin askerle Lübnan'ı işgali sırasında¸ Filistinli mültecilerin yaşadığı kamplar kuşatılmış ve -tıpkı bugün Gazze'de olduğu gibi- kundaktaki bebeklerden eli silahsız binlerce masum insan, çoğu çocuk 2500 kişi hunharca kurşuna dizilmişlerdi. Sokaklar haçlı seferlerini andırırcasına üst üste yığılan cesetlerle dolmuş ve kan kokusu tahammül edilmez bir hâl almıştı. Manzaranın dehşetini bir İsrail komutanı şöyle ifşa etmişti: "Ölüleri topluca gömmek için kazılacak çukurları açacak buldozerlerimiz sokaklara sığmadı. Küçüklerini istedik; gelince ölüleri gömeceğiz." Yukarıda sayılan bütün yıldırmalara ve katliamların daha fazlasını bir seferde 1971 yılında Ürdün askeri güçleri İsrail ile işbirliği yaparak Filistin’lere uyguladı. Yani dedesi Şerif Hüseyin’in adını taşıyan Ürdün kralı Hüseyin bin Tallal, dedesinin Osmanlıya ettiği ihaneti Filistinlere yaparak, bu harekat sonucu 3000 bin Filistin militan ve Ürdün’e sığınmış mülteciyi öldürdü. Bu aynı din ve soydan bir devletin yaptığı acı bir katliamdı.Ve Filistin mültecilerinin yaşadığı en büyük dramlardan ve travmalardandı. İşte böylesine sahipsiz kalan Filistin’de elbette küçük direniş ve baş kaldırılar oldu.Ama bu hiçbir zaman etkili bir şekle dönüşmedi. Ta ki 1959 yılında Filistin Halk Kurtuluş hareketi diğer adıyla El-Fetih kurulana dek. Yaser Arafat liderliğinde kurulan bu harekete bağımsız olarak mücadele eden başka örgütlerde katıldı ve halen devam eden El-Fetih hareketi meydana gelmiş oldu. El-Fetih ve daha sonra kurulan HAMAS konusunu bir sonraki yazıya bırakalım. /Orhan BAYLAN 24 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ah-su-filistin-davamiz1/254

55


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ah Şu İkiyüzlü Filistin Davamız(2) Filistin direniş örgütleri ve FKÖ Filistin halkının yaşadığı ağır zulüm doğal olarak zaman zaman direniş gruplarının çıkmasına sebep olmuştu. Ama bunlar organize olamamışlar ve İngilizlerin ve İsrail direniş örgütlerinin açık saldırıları karşısında maalesef çoğu hayatını kaybetmiş ya da yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardı. 1930’larda bugün Gazze’de zaman zaman adını duyduğumuz Kassam tugaylarının isim babası İzzeddin Kassam direniş hareketlerinin en ünlülerindendir. Daha sonra Hristiyan Filistinli Arap George Habaş ve Nayif Havatme’nin kurdukları örgütleri, nihayet Yaser Arafat El-Fetih’i kurdu. Kendisi seküler ve Marksist görüşe yakın olsa da örgütü kurduğu Ebu Cihad ve Ebu İyad Müslüman kardeşlere üyeydi o dönemlerde. Bunların haricinde irili ufaklı bir sürü örgüt vardı. Filistin’in Kurtuluşu İçin Halk Teşkilâtı, Halkçı Mücadele Cephesi, Filistin Millî Cephesi, Arap Filistin Teşkilâtı, Ensar / Partizanlar, Kara Eylül v.s. Arap/İsrail savaşından yenilgiyle ve toprak kaybederek çıkan Arap Ülkeleri Filistinde ki direnişi örgütlemeyi ve yardımda bulunmayı kararlaştırdılar. Ve Filistin Kurtuluş Örgütü kuruldu. Filistin direniş hareketinin en büyüğü olan El-Fetih Filistin Kurtuluş Örgütü(FKÖ)’ye hakim oldu ve Yaser Arafat lider seçildi. Filistin davası o yıllarda yavaş yavaş dünya’da duyulmaya başlandı.

56


Orhan BAYLAN_Yazılar

Tabi Batı için sansasyonel ve pop kültür haberler daha öncelikli her zaman. Yıllar süren acıları, katliamları, sürgünleri görmeyen Batı dünyası Filistin adını ilk olarak Leyla Halid’in birkaç El-Fetih mensubu militanla kaçırdıkları Air France hava korsanlığıyla duydu. Leyla Halid bir yıl sonra bu sefer Londra’da El-Al uçağını kaçırmak isterken yakalandı. Olaya magazinel yaklaşan İngiliz gazeteleri Leyla Halid’i Filistin davasının idolü haline getirip bir yerde mücadeleyi dünyanın duymasını sağladılar. Bu arada FKÖ hem arap ülkelerinden hem de dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış Filistin’lilerden ciddi parasal yardım görmeye başlamış, kendi içindeki ihtilafları mümkün mertebe giderip direnişi düzenli bir hale sokmuştu. Tabi silahları alabildikleri bazı arap ülkelerinin illegal, el altından yardımları ve Rusya gibi komünist blok devletleriydi.Ama bu ülkeler hiçbir zaman İsrail ile baş edebilecekleri düzeyde ağır silah ve techizat vermediler. Çalkantılı yılların ardından Arafat 1993 yılında İzak Rabin’le Camp David’de bir araya geldi ve barış anlaşmasını imzalayarak, İsrail’i tanıdı. Bu arada Arafat’ın takip ettiği politikadan memnun olmayanlar Şeyh Ahmet Yasin liderliğinde HAMAS’ı kurdular. Ve El-Fetih’in sahiplenmeye çalıştığı ama HAMAS’ın başlattığı 1987 meşhur “intifadası” oldu bu arada. İsrail ile yapılan barış anlaşması sonucu kurulan Filistin Özerk Polisi tamamen Filistinlilerin yaşadığı bölgelerde faaliyet gösteriyordu. Amerika ve Batı yardımları da FKÖ’nün olayları yatıştırmasıyla doğru orantılıydı.Yani Arafat kendi bölgesindeki Arapları ne kadar şiddete bulaştırmasa o kadar yardım alıyordu.Bu durum HAMAS tarafından şiddetle eleştiriliyor, İsrail gizli servisi ŞABAK’ın elemanı olmakla suçluyorlardı.Yerel polis bu arada bilhassa HAMAS üyelerine saldırılar düzenliyordu. Bilhassa FKÖ istihbaratının başına getirilen Muhammed Dahlan El-Fetih/HAMAS çatışmasını körükleyen kişi olarak anılıyor bugün. FKÖ kanadı da Hamas’ı İsrail’in kurdurduğunu, Filistin direnişini zayıflatmak, kırmak amaçlı kurulduğunu iddia ettiler hep. Bu arada İMF 2000 yılların başında Yaser Arafat şahsında FKÖ’ye gönderilen yardımların özel hesaplara aktarıldığını öne sürdü. Bu konuda kendini savunan Arafat pek inandırıcı bulunmadı. Ölümü sonrası Paris’e yerleşen eşi Süha Arafat’la FKÖ’nün yaptıkalrı pazarlıklar ve tehditler sonrası paranın büyük bir kısmının alındığı ileri sürülüyor. Biz buraya kadar Flistin davasını genel olarak anlattık. Bundan sonra Türkiye ve Filistin ilişkilerine girelim birazda. Nasıl bir iki yüzlülük yapmışız görelim.

Türk kamuoyunun Filistin davasında ki ikiyüzlülüğü Filistin davasına ilgi 1960’ların sonunda devrimci hareketle başlamıştır. Ne basında, ne devlette ne de İslami kesimde bu konuda bir çalışma, destek veya hareket olmamıştır. Bilhassa Siyasal bilgilerin ve ODTÜ’nün devrimci öğrenci birlikleri bilhassa Filistin Halk Kurtuluş Cephesi liderleri George Habaş ve Naif Havatme’nin devrimci kişilikleri üzerinden bu konuda kendi çaplarında kamuoyu oluşturmuşlar, hem Filistin direnişine devrimci bir destek, hem de silahlı direniş pratiği almak için 3000’e yakın çeşitli kamplara gitmişlerdir. Tabi 1968’li, yılların bütün dünyada esen devrimci rüzgarları ülkemizdeki Marksist örgütleri de tesiri altına almış ve bilhassa silahlı halk hareketi başlatabilmek için pratik yapmanın yolu Ürdün, Suriye ve Lübnan’da kamplara gidip silahlı eğitim görmüşler bazıları eylemlere katılıp yaralanmışlardır. Bunların en ünlüsü Lübnanda ki Bekaa kampıdır. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan gibi devrimci hareketin önderlerinden tutun, bugün yaşayan bir çok isim bu kamplarda eğitim görmüşlerdir. Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Faik Bulut gibi niceleri. Hatta Faik Bulut, İsrail saldırısında 8 arkadaşını kaybetmiş, kendisi de yaralı olarak İsrail hapishanelerinde yıllarca yatmıştır. Yani İslami kesim Marksist söylemler yüzünden uzak dururken, devrimcilerin salt mazlum halklarla direniş masalını anlatması da o denli bir aldatmaca. 1971 yılına kadar Türkiye’de başlatacakları silahlı halk direnişi için militan yetiştirme yerleri olarak bizim sol, Filistin kamplarını kullandı. Bakmayın siz bugün biz Filistin halkıyla dayanışma için oraya gittik palavralarına. Lübnanda ki ve Suriye’de ki kamplardan Türk solu çekildiğinde bu sefer Apo’nun

57


Orhan BAYLAN_Yazılar

kurduğu PKK’nın silahlı ve teorik eğitim aldığı yerler haline geldi. Türkçesi Yaser Arafat’ın, Marksistlerin Filistin davasının idolü olarak yansıttıkları George Habaş ve Naif havatme aslında Türkiye’nin başına örülen çorapların kaynağı olmuşlardır. Doğal olarak; Filistin direnişinin önce Marksist örgütlerin daha sonra PKK’nın eğitildiği lojistik destek aldığı yer olması sebebiyle sağ kesim uzak durdu. Ta ki HAMAS ortaya çıkana dek. 1982 yılında Lübnan’da Hasan Nasrallah liderliğinde ki Hizbullah önce İslami kesimin dikkatini çekti. Hizbullah’ın şii dili Türkiye’de yeterli karşılığı görmedi radikal bazı kişiler haricinde. Daha sonra Müslüman Kardeşler menşeli Hamas kurulduğunda aynı paralellikte neredeyse Türk kamuoyunda yardımlar filan organize edilmeye, Filistin’in uğradığı zulümlerden bahsedilmeye başlandı sağ cenahta da. 2003 yılından beri Filistin hareketine sıcak bakan bir iktidarında olması Türkiye’de Filistin konusundaki hassasiyetleri arttırdı. Yazılar, kitaplar, turlar, yardım organizasyonları arttı. Bu iş artık neredeyse her alanda istihdam gerektiren ve hassasiyetleriyle toplumun parasal yardımları oluk gibi akıttığı bir duruma getirdi. Bugün şunu iddia etmem neredeyse abes olur; Gazze ve Filistin’de ki zulmün, direnişin, itiş kakışın bitmesini istemeyecek o kadar devlet, kurum, kuruluş ve kişiler var ki, Filistinliler savaşmasa savaşacaklar neredeyse. İsrail kaostan, savaştan, savaş olmasa direnişten beslenen, bunları bahane ederek devamlı yeni yerler işgal eden bir devlet. En başta o topraklarda hır gürün bitmesini öncelikle İsrail istemez. FKÖ ve Hamas istemez. Bugün aldıkları yardımdan başka hiçbir geliri olmayan neredeyse buradaki yönetimlerin bu zulüm ve baskıyı kullanması gerekiyor. Mısır’da, Ürdün ve Lübnan’da Filistin’e kaçak girişlerle ilgili rantlar oluşmuş durumda. Bu alanda bir sürü insan ekmek yiyor. Türkiye’yi düşünün. Yardım kuruluşları, Gazze’de çocuklar ölmese, Ramallah’ta bir genç tepeden tırnağa silahlı İsrail askerlerine silahla saldırmasa nasıl yardım toplayacaklar. Ve tabi bütün bunların üzerine silah sanayini saymadık. Filistine birkaç milyon dolar vererek vicdanlarını rahatlatan pislik arap liderlerini de saymadık. Dünyanın her tarafında acı gözyaşı ve zulüm var. Yaralanan, ölen milyonlarca insan. Ve hepsinin arkasında 2 yazı da anlattığım gerçek dramlar, acılar var olduğu gibi timsah göz yaşları dökenler de var. Filistin; rejimin 76 sene sırtını dönüp görmek istemediği, önce Marksistlerin sonra İslamcıların gördüğü vicdanımızdır. Bundan kimse kendine rant devşirmeye çalışmasın. /Orhan BAYLAN 24 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ah-su-ikiyuzlu-filistin-davamiz2/255

58


Orhan BAYLAN_Yazılar

Nerde O Eski Hocalar Bir alıntıyla başlayacağım yazıma. Yazar Ali Eren’den alıntıladım. O bu anekdotu nereden aldı bilemem. Bir zamanlar 17 sene İstanbul Müftülüğü yapan, 1 yıl kadarda ısrarlara dayanamayarak Diyanet İşleri Başkanlığı yapan son devir İslam alimlerinden Ömer Nasuhi Bilmen vardı. Benim de yazdığı Büyük İslam İlmihalini ders kitabı olarak okuduğum ve daha başka eserlerde bırakmış, biri. İşte olay bunla ilgili. Ömer Nasuhi Bilmen İstanbul Müftüsüyken Fahrettin Kerim Gökay’da İstanbul Vali ve Belediye Başkanıydı.İşte bu boyu nakıs ama masonluğu baya yüksek dereceli vali bir gün telefon ederek: “Hocam beraber Fener Patriğini ziyarete gidelim.” Der. Ömer Nasuhi Hoca “ben gitmem” der. “Israr edersem” der Fahrettin Kerim Gökay. “Sayın Valim, ısrar ederseniz istifa ederim” diye cevap verir Müftü bey. “Peki Patrik’le biz sana gelelim” der ve O’da “Peki Valim” der kapatır. Patrik ve Vali’nin geleceği gün müftülük hademesine gelişlerini gözetlemesini ve haberdar etmesini tembih eder sıkı sıkıya Ömer Nasuhi Hoca. Ve Fahrettin Kerim Gökay’la Patrik gelirken odasını terk

59


Orhan BAYLAN_Yazılar

edip onlar odaya yerleştikten sonra odaya girer.Tabi Ömer Nasuhi Hoca içeri gidince Patrik’le Vali ayağa kalkıp hoş amed yapılır. Daha sonra: “Efendim benim temsil ettiğim makam Patrik’in ayağına gitmezdi. Ben İslamın izzetini ayaklara düşüremezdim. Bana ziyarete geldiklerinde ben odamda olsam; Patrik odaya girdiğinde haliyle ayağa kalkıp misafire hoş geldin demek zorunda kalacaktım. Ben İslamın müftüsü olarak Patrik geliyor diye ayağa kalkmayı doğru bulmadım. Onlar odada otururken girdim ki; Hristiyanların dini önderi Patrik; İslamın müftüsüne ayağa kalktı.” Bunu okuduğumda şöyle bir düşündüm. Son yıllarda Vatikan’larda el pençe divan duran, el öpen, önünde temenna eden din adamları veya din adamı kılıklı haramiler aklıma geldi.. Papa’yı ziyaret eden Diyanet İşleri Başkanlarını düşündüm. Patrikhaneye ziyarete giden Diyanet İşleri Başkanı’nı hatırladım sonra. Ve Osmanlı’nın yetiştirdiği son din adamlarından Ömer Nasuhi Bilmen’in İslamın izzet ve vekarı için gösterdiği rikkati düşünerek gözlerim yaşardı. Makam için, dünyalık için temsil ettikleri kimlikleri bir çırpıda satan adamların bu ülkede diyanet işleri başkanı, müftü, imam olmasını, İlahiyatlarda prof. Olup genç dimağları zehirlemesini anlamıyorum. Din tevarüs eden müktesabattır. Bilgi, birikim, edep, usul her şey tevarüs eder ilk gününden itibaren. Ama son yıllarda o kadar dejenere edildik ki; elimizde mi’yer sağlam olmayınca, kim doğru kim yanlış bir birine karıştı. Halbuki toplumun ayarlarıyla oynanmasaydı; Ömer Nasuhi Bilmen gibi hocalardan sonra gelenlerin yanlışını fark eder, daha 1998 de, 2000’de ve 2012’de papa ve Patrik ziyaret eden Diyanet Reis’lerini çizerdik. Toplumun elinde sağlam bir din ölçüsü kalmadı. İş algı yönetimleriyle, televizyon şovlarıyla götürülüyor. Davudi sesli güzel hatipler, 10 süslü lafın arasına iki tane zehri sııştırıp topluma enjekte ediyor, doğru ve yanlşışı ayırt edtme özelliğini kaybetmiş insanlar o sözlerin büyüsüne kapılıp gidiyorlar. İmam-ı Azam’ların, İmam-ı Hanbel’lerin dinlerinin ölçüsüne uymayan hiçbir şey için taviz vermeden nice eziyetlere, cefalara ve zulümlere maruz kaldığını bilir, menkıbe olarak anlatırlar ama iş kendilerine gelince şu üç günlük dünya saltanatı için Müslüman gavur demeden bel büküp gerdan kırarlar. Sonra; biz, “evvelkiler böyle şeyler yapmazdı, etmeyin eylemeyin” deyince de bizi “ gelenekselci, hurafeci” diye yaftalarlar. Velhasıl; “O güzel insanlar güzel atlara binip, güzel yurtlara göç ettiler. Bizi de din adamı kılıklı çakallara bıraktılar." Lafıma alınan alınır, umurumda değil; itirazı olan bunun bana dinde, usul de yerini gösterir..! /Orhan BAYLAN 26 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/nerde-o-eski-hocalar/260

60


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ya Erdoğan Seçilmezse… 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine 2 yıl kaldı. Defacto olan başkanlığa aslında fiilen geçmiş olacağız. Tabi eğer konjöktür böyle devam eder, sağlığı da elverirse adayın biri belli. Ama karşısına çıkacak adaylar belli olmamakla birlikte profilleri belli gibi. Yeni bir parti kuruluş aşamasında olan Meral Akşener veya Kemal Kılıçdaroğlu. Ya da benzer görüşte olan birileri sahne alacak demektir. Erdoğan seçilemezse (bazılarınız ağzından yel alsın diyor biliyorum) Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor düşünebiliyormusunuz? Her fırsatta HDP’lilerle ve Fetö örgütünden alınan insanlarla dayanışma içinde olan, 15 Temmuz darbesini “Kontrollü darbe” diye niteleyip, esas darbenin OHAL ilan edildiği 20 Temmuz olduğunu söyleyen, KHK Fetö ve terör örgütleriyle iltisak ve ilgisi var diye mağdurlar oluşturulduğunu iddia eden Kılıçdaroğlu veya; “Fetö’cü değilim ama Fetö’cü olsaydım da gurur duyardım” diyen, bu satırların yazarının da içinde bulunduğu bir olayla geçmişte cemaatle para alış verişi olmuş olan, MHP’de Genel Başkanlığa soyunduğu günden beri Fetö örgütü mensuplarınca desteklenen Meral Akşener CB olursa bu ülke’de neler olur isterseniz bir gözden geçirelim. *** -KHK Fetö ile iltisaklı diye görevden atılan bütün devlet memurları tekrar görevlerine iade edilir. -Fetö örgütü mensubu, Bylock veya çeşitli suistimal dolaysıyla tutuklu bulunan bütün Fetö örgütü mensupları tahliye edilir. -15 Temmuz’un düzmece bir darbe olduğu iddiasıyla, o gece fiilen insanlara silah sıkan, tasarlayan, yönetenler mağdur edildikleri iddiasıyla salıverilir. -Şirketlerine el konulan fetö örgütü ile mensubiyetleri kesinleşmiş ne kadar iş adamı varsa tekrar şirketlerine kavuşur. -17-25 Aralık’tan bu yana bu süreçte yer alan yargı mensupları, polis ve siyaset adamları, devletin bütün üst kademesi hakkında davalar açılır, tutuklamalar başlar. -Yukarıda saydığım iş adamları, memurlar ve askerler devletten uğradıkları “mağduriyet” dolaysıyla yüklü tazminatlar alırlar.

61


Orhan BAYLAN_Yazılar

-Vatandaşlıktan çıkarılmış olanlara törenlerle tekrar vatandaşlıkları iade edilir. -Yurt dışına kaçmış örgüt yöneticisi 7500 şerefsiz kırmızı halılarla yurda döner. -Örgüt lideri Fetö yıllar önce geleceği Türkiye’ye gelip, yarım kalan Ankara’da ki saraya oturur. -AB ile üyelik süreci dolaysıyla “genel af” ilan edilip içeride olan PKK ve diğer Marksist örgütlerin tutukluluları serbest kalır. -TSK Fırat Kalkanı harekatını sonlandırıp Suriye’den hemen çekilir. -Kıbrıs ve diğer Orta-Doğu politikalarımız AB ve ABD ekseni doğrultusunda yapılıp tavizler verilir. -TSK’nın boşalttığı yerleri PYD doldurup Afrin-Rojava arasını tamamen işgal eder. -Rusya ve İran politikalarımız tamamen değişir, ilişkilerimiz ABD ve İsral politikaları doğrultusunda gerginleşir. -S-400 alımları iptal edilir, 1970’lerin ABD savunma sistemleri kakalanır. -TUSİAD’ın sırtlanları hemen hazinede birikmiş olanı yiyip yutmak için Anakar’yı mesken tutarlar. Paraları kasalarına kredi olarak aktarıp, kredi faizlerini yükselttirip devlete aldıkları parayı borç verip milyar dolarları halkın sırtına vurur, vatan millet edebiyatıyla da zokayı hissetmeden yutmamızı sağlarlar. -1 yıla kalmadan devletin hazinesinde maaş ödeyecek tek kuruş kalmaz. -Dünya Bankası ve IMF ile stand-by anlaşması yapılır. -Kemal Derviş benzeri bir genel vali bakan olarak hükümete alınır, ekonomimiz ve para politikamız tamamen uluslararası tröstlerin kontrolüne girer. -PYD’nin Suriye’de alanda rahat çalışabilmesi için Doğu ve G.Doğu’da PKK eylemleri artar, uçaklarımız dağı taşı bombalar yine. Preditör ve İHA üretim firmaları “yandaş” diye alımları durdurulur, İsrail’den İHA almaya başlarız. *** 2019 yılında seçimleri dediğim gibi Akşener veya Kemal Kılıçdaroğlu kazandığında olması muhtemel olanlar bu saydıklarım. Ve olduğunda 2. Dönem seçime gidene kadar Türkiye’yi Fetö örgütü tamamen ele geçirir ve bunların ruhu bile duymaz. Ve bu sefer geçmişten ders almış olarak daha pis, gaddar ve kindar gelecekelrinden emin olun. Bu yüzden; eğer bu saydıklarımın yaşanmasını istemiyorsanız, dargınlık ve kırgınları bir yanma bırakın. AK Parti içindeki paranın ve makamın esiri olmuş iflah olmaz birkaç isme kızarak yorganı yakmadan çok iyi çalışmalı ve Cumhurbaşkanlığı seçimini Türkiye için kazanmalıyız. Erdoğan düşerse Türkiye düşer… Unutma… /Orhan BAYLAN 26 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ya-erdogan-secilemezse/261

62


Orhan BAYLAN_Yazılar

Arakan Denen Uzak Ülke Çok uzaklarda bir ülke; Myanmar veya Burma, Birmanya. Hindistan ve Bengaldeş’in doğusunda kalan, bazı kaynaklara göre nüfusunun %4'ü bazı kaynaklara göre %20’si Müslüman olan bir ülke. Nüfusun net sayılamama nedeni Müslüman Rohingya’lıları Myanmar Faşist Cuntasının vatandaş kabul etmemesi.Haliyle sayılarını tam tespit etmek zor. 2012’den beri sistemli olarak Budist rahiplerin kışkırtmasıyla ve devletin de çıkarttığı kanunlarla Müslümanlara katliam yapılıyor. 2012 yılında Budist bir kadına 3 budist rahip tecavüz ediyor ve öldürüyorlar. Bunlardan biri kadının eski erkek arkadaşı ve kadın onu terk edip başkasıyla yaşamaya başlıyor. Budist rahip te aşkına karşılık vermeyen kadını 2 rahibi daha yanına alıp tecavüz ediyor ve Müslüman Arakan’lıların (Rohingyalı) köyünün yanına gizlice atıyor. Tabi kadının cesedi tecavüze uğramış vaziyette Müslüman köyünde bulununca, Budist rahipler halkı Müslümanlar üzerine kışkırtmaya başlıyor. Bu arada 3 Müslüman genç tutuklanıyor ve işkencelere maruz kalıp birisi ölüyor. Olaylar böylelikle kör dövüşüne dönüyor. İşin aslı öğrenilse de artık yakılan ateşi söndürmek ne mümkün! Orta Doğu ve Afrika’da yaşanan sahnelere ne kadar benziyor değil mi? Bu Rohingyalılar denen Müslümanların orada ne işi var ona bir bakalım. Yine İngiliz parmağı var tabii... Burma’nın zengin pirinç ve diğer tarım havzalarında çalıştırılmak üzere Hint kıtasından (o gün ismi öyleydi) çok sayıda Müslümanı bu bölgeye göç ettirdiler. O zaman Pakistan ve Bengaldeş diye bir

63


Orhan BAYLAN_Yazılar

devlet yok sadece Hindistan var. Ve Hindistan’ı ve Burma’yı yani bugünkü Myanmar’ı sömüren de Britanya İmparatorluğu. İşte Hindistan’dan daha önceki yazılarımda da belirttiğim üzere, İngilizlerin daha rahat yönetebilme adına böldüğü önce Pakistan sonra onu da bölerek Bengaldeş diye 3 devlet çıkarmaları sonucu ve sınırlarını hep ihtilaflı bırakmaları nedeniyle bu ülkeler arasında çatışma ve mücadele hiç bitmedi. Gandi’nin “bölünmeyelim” çağrılarına aldırış etmeyen Müslüman liderler, İngilizlerin teşvikleriyle Müslümanların 4 ülkeye dağılmasına sebeb oldular. İşte genelde tarım işcisi olarak Arakan vilayetine göç eden Rohingyalılar Myanmar’da, Hindistan’ın Assam bölgesinde Müslüman Hindular, Bengaldeş Müslümanları ve Pakistan Müslümanları... Pakistan sınır değil. Myanmara komşu Hindistan’ın Asssam eyaletinde Müslümanlarla Hindular çatışma halinde. Burada da Hindistan devleti göz açtırmıyor, ekonomisi büyük olduğu için orada yaşanan trajedi henüz dünya gündemine taşınmıyor. Kaçabilecekleri tek yer Bengaldeş. Bengaldeş de fakir ve kendine yetmeyen bir ülke ve kesinlikle Arakan Müslümanlarının geçişine izin vermiyor. Bengaldeş’e geçebilen Arakan Müslümanlarını mevcut olan iki kampın dışında asla barındırmıyorlar. Mültecilere yardım eden, onları barındıran vatandaşlarına ağır cezalar veriyorlar. Zira BM’nin verdiği mülteci kampı yardımlarına şiddetle ihtiyaçları var. Daha önce değindiğimiz gibi eğer Hindistan dağılmamış olsaydı şu an en azından Myanmar bu zulmü yapabilme cesareti gösteremezdi. Çünkü Hindistan’da Müslümanlar ya iktidar ya da iktidarın en güçlü ortağı durumunda olacaklardı Hindular kadar nüfuslarıyla. Ortadoğu ve Afrika’da Batı aynı dinden aynı etnisiteden halkları farklı farklı devletlere bölüp, başlarına da kendine tabi, ruhlarını satmış yöneticiler oturtup 100 yıldır yönetiyor ve sömürüyorsa aynısını Hint alt kıtasında da yaptı. Oyun her yerde aynı oyun. Müslüman ülkeler nerede diyoruz. Hangi Müslüman ülke, hangi müslümanın derdine ilaç olacak Müslüman devlet! Osmanlı gitti. Müslüman coğrafyalarda 100 yıldır kan ve göz yaşı var. Müslümanın hamisi yok ki. Amaçları da oydu. Osmanlı zayıflamış bile olsa tespihin imamesi gibiydi. Ne diyordu İngiliz sömürgeler bakanı: “Biz Hindistan’da o kadar çalışıyoruz, milyonlarca altın harcıyoruz tam sonuç alacağız, Sultan Hamit bir mecidiye nişanı bir Hatt-ı Şahane yolluyor bizim bütün emeklerimiz boşa gidiyor!” Osmanlı’yı parçalayıp yıkarak tespihi imamesiz bırakmaktı amaçları. Başardılar. İmameyi kopardığınızda 99 tanenin bir ehemmiyeti yok. Darmadağın. Bugün İslam Dünyası gibi. /Orhan BAYLAN 29 Ağustos 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/arakan-denen-uzak-ulke/267

64


Orhan BAYLAN_Yazılar

Rahat Yalan Söyleyebilmek Sosyal Medyada Arakan’da insanlık dışı facialar diye paylaşılan bazı resimlerin aslında ne zaman hangi ülke’de hangi olayda çekildiğini gösteren bir paylaşım yaptım; hay yapmaz olaydım. Budist rahip, Fetö’cü, Hain ve buna benzer çok sıfat, Annemi çirkin bir sıfatla sinkaf eden(Mahkemede hesaplaşacağız o kadın müsveddesiyle) Ve daha aklıma şimdi gelmeyen bir sürü çirkin kelimelerle muhatap oldum. Halbuki ne demiştim kısaca; “Arakan’da zulüm var.Acı var, gözyaşı var.Ne olur davanızı haksıza çıkartacak böyle sahte yalan fotoğraf, videolara itibar etmeyin, paylaşmayın.” Yani dürüstçe savunun davanızı dedim. Yalana tevessül etmeyin. Yalan ve sahte şeyler üzerine hiçbir şey bina edilmez, gerçek hiç bina edilemez. Vay sen misin diyen… Nasıl bir toplum olduk biz. Başımı kesseler doğruluktan ayrılmam diyen atalarımızın yerine; haklılığını ispat et de; ne kadar yalan, tezvirat yaparsan yap mantığına sahip olduk biz. O zaman niye kızıyorsunuz gözümüzün içine baka baka takıyye yapan, yalan söyleyen, inkar eden Fetö mensuplarına. Demek ki yarın siz de aynısını yapacaksınız. Arakan’da yapılan zulmün yalana dolana ihtiyacı yok ki! Sistemeatik bir şekilde devlet eliyle yapılan bir zulmün bütün dünya şahidiyken sahte ve başka olaylara ait vahşet görüntülerine ihtiyacı yok. Kimlerin bu işi tezgahladıklarını biliyorum. Biliyorum da o günlerde de zaman zaman yorumlarımda dediğim gibi; Dünya’nın her hangi bir yerinde bir garibanın kursağına giren 1 gram etin yüzü suyu hürmetine yutkunuyorum. Ben yıllar önce bu Fetö’cüler olimpiyat adlı maskaralıkları tertip ederken çevere derdim; “Bu kuşa bak olimpiyatı, size kuşa bak deyip cebinizdeki parayı söğüşlüyorlar, vermeyin, uyanık olun” Ama insanlar bana suçlayıcı bakarlar: “Elindeki evini bile kaptırmış adam, 176 ülkede okul açmış, dinimizi, Türkçeyi öğretip bayrağımızı dalgalandırırken akıl veriyor” derlerdi. Ha hiçbir zaman ; “İlgez anatolunun sen yuca bir tagısın” diye bir şarkıyı bozuk Türkçeyle Vietkong’lu bir kız okuyunca dinime ve Türkçe’ye nasıl bir hizmet olduğunu anlayamadım gerçi. 15 Temmuz’da da hangi bayrağı çekmek istediklerini gördük! Şimdi her bayram ve ramazan’da halkımıza birileri “kuşa bak” yapıyor, bir güzel de yiyoruz. Bir birimizi de. Ama ben yine doğru bildiklerimi söylemeye çalışcağım. Yalana, dolana tevessül edenlerin kıçını açığa çıkarmaya devam edeceğim. Kral çıplaksa çıplak diyeceğim. Kimse kusura bakmasın. Hepiniz bilirsiniz hani; Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretleri küçük yaşta ilim öğrenmek için Bağdat’a giderken kafileyi haydutlar soyarlar.Küçük Abdülkadir’e sorarlar neyin var: “Hırkamın bir yerinde dikili 40 altınım var” İnanmazlar. Sonra Reis sorar aynı soruyu ve yine aynı cevabı verir. Söker bakar Reis doğru söylüyor. “Sen söylemesen biz bulamazdık. Niye söyledin ki?” “Annem yola çıkmazdan önce: Asla yalan söyleme dedi. Ben ona ve Allaha verdiğim sözü tutmamazlık edemezdim” Hani biz bu büyüklerin peşindeydik. Hani yalan söylemek büyük günahtı! Ha Seyyid Abdülkadir çocuktu, çocuklar masum olur yalan söylemezler. Biz büyüdük diyorsunuz! Sadece hayvanları kurban ettiğimiz bayramlara… Hayırlı bayramlar…. /Orhan BAYLAN 01 Eylül 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/rahat-yalan-soyleyebilmek/273

65


Orhan BAYLAN_Yazılar

Menzil Ve İsmailağa Niye Hedefte Son günlerde tarikat/ tasavvuf eksenli paylaşımlar, sanırım bir merkezden verilen startla hız kazandı. Tabi bunda hücum edenler kadar malzeme verenlerin de masum olduğunu iddia etmek abes olur. Ama 15 Temmuz Fetö ihanetiyle yaşanan travma, Türkiye’de pusuya yatmış mealci, modernist/ reformist kesim için bulunmaz bir fırsata dönüştü. Fetö yapılanmasının tasavvuf/ tarikat yapılanması olmadığını bilmeyen geniş kesimlere cemaat kelimesi üzerinden menfi pazarlamasını yapanların kötü niyeti, bunu biliyor ve yapıyor olmalarıyla zaten belli. Ama toplumun bir kesimi ayet/ hadis ayrımını bile bilmezken bunu yutturmak zor olmuyor tabi ki. Defalarca yazdık; Türkiye’deki bu oryantilist söylemle vücut bulup, devşirdikleri ilahiyatçılarla pazarlanan modernist/reformist görüşlerin geçmişi epey eskidir. Cemalettin Efgani ve Muhammed Abduh’dan beri biz de ve Mısır’da, Musa Carullah kanalıyla Rusya Müslümanları arasında, Seyit Ahmed Han ve daha sonra Fazlurrahman ve Mevdudi eliyle Hint kıtasında kendilerine taraftar buldular. 1949 yılında proje okul Ankara İlahiyat (bu görüşü benimseyenlere biz kısaca “Ankara Ekolü” diyoruz) tarafından bu topraklarda akademik alanda kendine dayanaklar buldu ve devlet eliyle bunlara üniversitelerde alan açıldı. Bunlar 90’lı ve 2000’li yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığında kadrolaştılar. Başkanlık düzeyinde makamları işgal ederek, kendi görüşlerine yakın olanları çeşitli etkinliklerde, akademik alanda, bilhassa Diyanet Vakfı’nın geniş maddi imkanlarıyla besleyerek çok sayıda taraftar buldular. Bunların fikrine yakın olanlar akademik kadroları elde etmede avantajlı oldular, kitapları ya üniversite ya da Diyanet Vakfınca basıldı. Diyanet Vakfı ve onun iştirakleri olan 29 Mayıs Üniversitesi ve onun bünyesinde KURAMER adıyla kurulan araştırma merkezi eliyle sempozyumlar ve buna bağlı

66


Orhan BAYLAN_Yazılar

telifler, ianeler geldi. Yurt içi ve yurt dışı seyahatler, konferanslar, sempozyumlar hep bu Ankara Ekolü dediğimiz isimlere ve daha sonra KURAMER etrafında kümelenen modernist ilahiyatçılara peşkeş çekildi. Tabi bunlarla birebir aynı görüşte olmasa da M.İslamoğlu ve Mehmet Okuyan da diğer yönlerden benzer ifsat hareketlerini yürütmeye, devlet kadrolarına kendi yandaşlarını yerleştirmeye başladılar. Fetö’den boşalan kadrolara çeşitli cemaatlerin yerleştiğini pompalayarak, cemaatler üzerinden tarikat/ tasavvuf düşmanlığı pompaladılar. Peki sosyal medyada en çok dillendirilen dikkat çekilen tarikatlar hangileri? Menzil ve İsmailağa. İnanın bir çok yönlerini eleştirmeme rağmen, samimiyetlerinden ve ehl-i sünnet oluşlarından zerre kadar şüphe etmediğim bu iki tarikatın en çok önem verdiği şeyler ne? Sakal, sarık, şalvar ve cübbe. Bana kızabilirler ama; bu cemaat bağlılıları Türk halkının örgün eğitim seviyesi en düşük iki topluluğu... Bunlar genelde kırsal alanda yaşayan, ticaretle uğraşan, devlette pek görev almayan kişiler. Bunlar mı devleti ele geçirecek? Ayrıca; bilhassa Menzilcilerin Tarım ve Sağlık Bakanlığında kadrolaştıkları iddia ediliyor. İstedikleri kadar kadrolaşsınlar. Bu iki bakanlığın tamamı ellerinde oldu diyelim! İneklerle ve hemşirelerle mi devleti ele geçirecek lan bunlar? Bir şeyi iddia ederken dayanağınız sağlam olması lazım. İki tane ihale almakla devlet ele geçirilmiyor. Devleti ele geçirmeyi amaçlayan örgün eğitimde iyi örgütlenip, iyi okulları kazanacak genç beyinleri yetiştirecek. Sonra; Türk Silahlı Kuvvetleri, Polis ve Yargıyı ele geçirecek. Bu üç kurumu ele geçiremeyen bir halt yiyemez. Çok çok ihale alır, birileriyle bölüşür yerler. Ama birileri kendi yapılanmalarını, örgütlenmelerini örtmek için bu iki cemaati bilhassa öne sürüyor. Ha Aydın Doğan’a yaranmak için İhlascıları da katıyorlar. Yemez yavrum yemez. Işıkcılar dedikleriniz, 1980 ve 90’larda bilhassa askeriyede ve devlette çalışanları istifa ettirip kendi holdingleri bünyesinde çalışmaya davet etti. Devleti ele geçirme düşüncesi olanlar, kadro yerleştirmek yerine devlette olup da kendini sevenleri istifa ettirir mi? Onun için yemez canım.. Bu kapıdan da ekmek çıkmaz. Ha tabi bunları çıkaran bilhassa sosyal medya hesaplarının gerisinde yukarıda yazdığım şeytani düşünceli sözde ilahiyatçı/ din adamı kılıklı papanın askerleridir. Papa’nın askerleri deyince haksız sayılmayız sanırım değil mi? Papa’nın son beyanatlarını okursanız ne demek istediğimi anlarsınız. Goldziher, Gibb, Watt, Scahct ve Dozy’nin 150 yıl önce dillendirdiklerini daha sonra Müslüman görünümlü ilahiyatçıların zaman zaman dillendirdiklerini en sonunda Papa da dillendirdi. Yani Papa’nın askerleri derken kimseye bühtan etmedik. Ama biz yine de bu devleti ele geçirmek meselesine dönecek olursak bu tamamen hedef saptırmadan ibaret. İslamoğlu ve Okuyan gibi mealist, hadislerin altını oyarak islamın sabitelerine ilişkin milletin kafasında şek ve şüphe uyandırmayı amaçlayan bir kısım insan, yukarıda da bahsettiğim gibi bilhassa üniversitelerde etkili. Bunların bendeleri devlet içindeki yandaşları eliyle önemli kadrolara getiriliyorlar. Yani kendileri devletin içinde yapılanırken, hedef şaşırtmak için Menzil'e, İsmailağa'ya öteye beriye saldırıyorlar. İşte bütün tezgah buradan kaynaklanıyor. Körün dolma hikayesi yani. /Orhan BAYLAN 03 Eylül 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/menzil-ve-ismailaga-niye-hedefte/277

67


Orhan BAYLAN_Yazılar

Tarikatları Yok Edemezsiniz Tarikat/ tasavvuf bizim İslamla şereflendiğimiz günden bu yana iç dünyamızı aydınlatan kandillerdir. Maveraünnehir'de Yusuf Hemedani ve Hacegan yolunun büyükleri, Ahmet Yesevi gibi büyüklerle bu mayayı çalmış, Bahaeddin Buhari, İmam-ı Rabbani gibi çırağlarla Hindistan ve Balkanlara kadar bu hamurun mayalanması sağlanmıştır. Abdülkadir Geylani ve Mevlana Halid-i Bağdadi gibi büyükler de bugün Irak diye adlandırılan coğrafyanın ekseriyetinde o manevi iklimin oluşmasında emekleri olmuştur. Osmanlı'nın son zamanında verilen bazı hakların kullanımından doğan zafiyet, bütün sahalardaki erozyonun tarikatlara da sirayet etmesi sonucu maalesef ehliyetsiz bazı insanların ve yabancı entelijansiyanın hücumuna uğramıştır. Yeni kurulan Cumhuriyetin jakoben laik uygulamaları ve dini hayatı toplumdan silip atma çalışmalarının bir parçası olarak 1925 yılında çıkarılan "tekke, dergah ve zaviyelerin" kapatılmasına ilişkin takrir-i sukün kanunu ile bu tür yapılar resmen kapatılmış, gayri resmi olarak illegaliteye teşvik edilmişlerdir. 1200 yıldır toplumun bütün hücrelerine sirayet etmiş yapıları siz çıkarttığınız ceberrut bir kanunla yok edemezsiniz. Bu sosyoloji ilmine terstir. Nitekim Türkiye'de böyle olmuş, kahir ekseriyetle deforme olmuş olan tarikat/ tasavvuf dergahları tamamen ehliyetsiz ve kabiliyetsiz kişilerin insafına kalmıştır. "Efendim tekke ve dergahlar, tarikatlar kanunla kapatılıyor, ne buyurursunuz" diyen bir talebesine son devrin alimlerinden Seyyid Abdülhakim Arvasi: "Zaten kapalıydılar" gibi manidar bir cevap vermiş. Son günlerde Trump'un "tarikatların kapatılması ve Ayasofyanın açılmamasına" dair yaptığı konuşmanın daha dumanı tüterken bir tarikat üzerinden bir kısım taarruzlar başladı.

68


Orhan BAYLAN_Yazılar

Aslında kendi içimizde bazı ifrat/tefrit durumlarını konuşmamız gerekirken, tasavvuf düşmanı modernist ve mealci tayfanın orantısız saldırıları karşısında eğrisiyle doğrusuyla savunmaya geçmek zorunda kalıyoruz. Bu da bizi sağlıklı bir yola sevk etmiyor. Tarikat/tasavvuf yukarıda da kısaca özetlediğimiz gibi bu toplumun mayasında var. Bizi Maveraünnehir'den Balkanlara taşıyan ruh, yolumuzu aydınlatan çıra oydu. Ünlü futurist C.Nuisbuik: "Dünya globalleştikçe yani küçük bir köy gibi oldukça, insanların kendilerini güvende hissedeceği aidiyet duyacakları küçük limanları olacaktır" der. Yani dünya korkunç bir hızla gelişirken, hayat hızlanmışken bile insanların kendileri gibi düşünen insanlarla bir arada olma arzusu gittikçe daha da artacak. Tarikatları da toplumsal bir ihtiyacı gideren küçük limanlar olarak düşünün. Herkes kendi meşrebine, eğitimine, donanımına göre bu küçük koylarda, çalkantılı dünyadan ahirete uzanan yolculuğunda dinen korunaklı yerler arıyor. Bunlara topyekun saldırıp, jakoben laisizmin değişik bir versiyonu olarak, 17. yy. "kadızade" hareketivari boğmaya, yok etmeye çalışırsanız, tepkiler ve savunmalar da gecikmez. Tarikat mensuplarının ticarette, devlet memuriyetinde, kısaca toplumun her alanında varlıklarını sürdürmelerini bir tehdit olarak görmek, herkesi kadrolaşıyorlar, ihalelerle büyüyorlar, devlet içinde siyaseten kollanıyorlar gibi düşünmek bir yerde hata. Toptancı yaklaşım beraberinde hataları da getiriyor tabi ki. Peki bir de şöyle bakalım! Ticaret ve Sanayi odaları neden var? Hemşeri dernekleri veya devletle çalışan, devletten yardım alan ÇYDD gibi Laik ve Kemalist cephenin en yılmaz savunucularının faaliyetlerini nereye koyacağız? Masonlar, Rotary ve Lions kulüpleri ne amaçla var. Hepsi devlette bir şekilde yer almak amaçlı değil mi? Tarikatlar da aynı şekilde dini hassasiyetleri olan insanların bir araya geldiği ve deşarj oldukları yer olarak görülmeli. Ha bunların takibini yapmak devletin istihbaratının görevidir. Devlet kendi zaafını hiç bir tarikat/dernek ya da kuruma fatura edemez. Bizim vergilerimizle faaliyet gösteren MİT, Askeri ve Polis İstihbarat; devletin varlığına karşı faaliyette bulunan her tür kurumla ilgili gerekli hassasiyeti göstermeli daha başlangıç safhasında ağır yaptırımlarla bunların egale etmeli. Sonsöz: Bizim kirlenen aslında istihbarat ve siyasetimizdi. Bir uzak ülkenin uydusu gibi 70 sene istihbaratımıza, askeriyemize ve eğitimimize her tür çeki düzeni onlar verdi. Onlara teslim ettik bu kurumlarımızı. Ve 15 Temmuzda bize cemaat saldırmadı, 70 sene bizim içimizde, istedikleri gibi yapılanan Abd'nin taşeronları saldırdı... /Orhan BAYLAN 04 Eylül 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/tarikatlari-yok-edemezsiniz/278

69


Orhan BAYLAN_Yazılar

Tarikatları Yok Edemezsiniz Tarikat/ tasavvuf bizim İslamla şereflendiğimiz günden bu yana iç dünyamızı aydınlatan kandillerdir. Maveraünnehir'de Yusuf Hemedani ve Hacegan yolunun büyükleri, Ahmet Yesevi gibi büyüklerle bu mayayı çalmış, Bahaeddin Buhari, İmam-ı Rabbani gibi çırağlarla Hindistan ve Balkanlara kadar bu hamurun mayalanması sağlanmıştır. Abdülkadir Geylani ve Mevlana Halid-i Bağdadi gibi büyükler de bugün Irak diye adlandırılan coğrafyanın ekseriyetinde o manevi iklimin oluşmasında emekleri olmuştur. Osmanlı'nın son zamanında verilen bazı hakların kullanımından doğan zafiyet, bütün sahalardaki erozyonun tarikatlara da sirayet etmesi sonucu maalesef ehliyetsiz bazı insanların ve yabancı entelijansiyanın hücumuna uğramıştır. Yeni kurulan Cumhuriyetin jakoben laik uygulamaları ve dini hayatı toplumdan silip atma çalışmalarının bir parçası olarak 1925 yılında çıkarılan "tekke, dergah ve zaviyelerin" kapatılmasına ilişkin takrir-i sukün kanunu ile bu tür yapılar resmen kapatılmış, gayri resmi olarak illegaliteye teşvik edilmişlerdir. 1200 yıldır toplumun bütün hücrelerine sirayet etmiş yapıları siz çıkarttığınız ceberrut bir kanunla yok edemezsiniz. Bu sosyoloji ilmine terstir. Nitekim Türkiye'de böyle olmuş, kahir ekseriyetle deforme olmuş olan tarikat/ tasavvuf dergahları tamamen ehliyetsiz ve kabiliyetsiz kişilerin insafına kalmıştır. "Efendim tekke ve dergahlar, tarikatlar kanunla kapatılıyor, ne buyurursunuz" diyen bir talebesine son devrin alimlerinden Seyyid Abdülhakim Arvasi: "Zaten kapalıydılar" gibi manidar bir cevap vermiş.

70


Orhan BAYLAN_Yazılar

Son günlerde Trump'un "tarikatların kapatılması ve Ayasofyanın açılmamasına" dair yaptığı konuşmanın daha dumanı tüterken bir tarikat üzerinden bir kısım taarruzlar başladı. Aslında kendi içimizde bazı ifrat/tefrit durumlarını konuşmamız gerekirken, tasavvuf düşmanı modernist ve mealci tayfanın orantısız saldırıları karşısında eğrisiyle doğrusuyla savunmaya geçmek zorunda kalıyoruz. Bu da bizi sağlıklı bir yola sevk etmiyor. Tarikat/tasavvuf yukarıda da kısaca özetlediğimiz gibi bu toplumun mayasında var. Bizi Maveraünnehir'den Balkanlara taşıyan ruh, yolumuzu aydınlatan çıra oydu. Ünlü futurist C.Nuisbuik: "Dünya globalleştikçe yani küçük bir köy gibi oldukça, insanların kendilerini güvende hissedeceği aidiyet duyacakları küçük limanları olacaktır" der. Yani dünya korkunç bir hızla gelişirken, hayat hızlanmışken bile insanların kendileri gibi düşünen insanlarla bir arada olma arzusu gittikçe daha da artacak. Tarikatları da toplumsal bir ihtiyacı gideren küçük limanlar olarak düşünün. Herkes kendi meşrebine, eğitimine, donanımına göre bu küçük koylarda, çalkantılı dünyadan ahirete uzanan yolculuğunda dinen korunaklı yerler arıyor. Bunlara topyekun saldırıp, jakoben laisizmin değişik bir versiyonu olarak, 17. yy. "kadızade" hareketivari boğmaya, yok etmeye çalışırsanız, tepkiler ve savunmalar da gecikmez. Tarikat mensuplarının ticarette, devlet memuriyetinde, kısaca toplumun her alanında varlıklarını sürdürmelerini bir tehdit olarak görmek, herkesi kadrolaşıyorlar, ihalelerle büyüyorlar, devlet içinde siyaseten kollanıyorlar gibi düşünmek bir yerde hata. Toptancı yaklaşım beraberinde hataları da getiriyor tabi ki. Peki bir de şöyle bakalım! Ticaret ve Sanayi odaları neden var? Hemşeri dernekleri veya devletle çalışan, devletten yardım alan ÇYDD gibi Laik ve Kemalist cephenin en yılmaz savunucularının faaliyetlerini nereye koyacağız? Masonlar, Rotary ve Lions kulüpleri ne amaçla var. Hepsi devlette bir şekilde yer almak amaçlı değil mi? Tarikatlar da aynı şekilde dini hassasiyetleri olan insanların bir araya geldiği ve deşarj oldukları yer olarak görülmeli. Ha bunların takibini yapmak devletin istihbaratının görevidir. Devlet kendi zaafını hiç bir tarikat/dernek ya da kuruma fatura edemez. Bizim vergilerimizle faaliyet gösteren MİT, Askeri ve Polis İstihbarat; devletin varlığına karşı faaliyette bulunan her tür kurumla ilgili gerekli hassasiyeti göstermeli daha başlangıç safhasında ağır yaptırımlarla bunların egale etmeli. Sonsöz: Bizim kirlenen aslında istihbarat ve siyasetimizdi. Bir uzak ülkenin uydusu gibi 70 sene istihbaratımıza, askeriyemize ve eğitimimize her tür çeki düzeni onlar verdi. Onlara teslim ettik bu kurumlarımızı. Ve 15 Temmuzda bize cemaat saldırmadı, 70 sene bizim içimizde, istedikleri gibi yapılanan Abd'nin taşeronları saldırdı... /Orhan BAYLAN 04 Eylül 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/tarikatlari-yok-edemezsiniz/278

71


Orhan BAYLAN_Yazılar

Her Şeyi Çarpık Ülke Bizim devlet yapımızda ki terslik sanki bilerek kurgulanmış gibi. Mecelle gibi bir şaheserden sonra oluşturulan genç Cumhuriyetin laik kanunları, kırk yamalı bohça gibi. Sanayisi olmayan bir Ülke'nin sanayileşmesi için önce devlet öncülük etmiş. Sanayi dediysek, patiska ve basma üretmek için... Bu arada yeni rejim İTC kalıntısı varsa onlara diyetini parsayı üleşerek ödemiş. Kendi zenginini oluşturmak için devletin bütün imkanlarını emirlerine amade etmiş. Hint alt kıta Müslümanlarının toplayıp Halife-i Ruyi Zemin’e gönderdikleri paraları İş Bankası diye bir özel banka ile iç edip, bir de bu banka eliyle kendi adamlarının zenginleşmesi için ön ayak olmuşlar. 1946'dan sonra ABD ile sözde müttefiklik ama özde "kulluk" dönemimiz başlamış. "Baba ne uçak yapması, senin daha milletinin ayağında çarık senin neyine gerek öyle uçak fabrikası filan, al sana uçaksa uçak" deyip koşmuş yardıma. Devlette basmış tekmeyi Demirağ'a. Anasından doğduğuna pişman etmişler adamı. Elindeki arazisini de alıp alay eder gibi, "Atatürk Hava limanı" yapmış devlet bir de.. Amerika demiş ki; " gel ben 1 koyayım sen 9 koy bir banka kuralım.Senin sanayileşmen için özel sektöre destek verelim.Ama kredilerin kime verileceğini ben ve masonlar tayin etsin.." 1972'de TÜSİAD denilen vampir örgütü kuran adı sanayici ama aslında Batı taşeronu taklitçi ne kadar iş adamı varsa hepsinin palazlanmasını sağlamışlar... Devletin elinde ki tesisler de iktidarların çiftliği haline gelmiş... Ne kadar işe yaramaz, iş yapmaz, çalışmayan hepsi doldurulmuş istif gibi. Bir de her tür iktidar döneminde alınan elemanların siyasi görüşleri bu kurumların güvenliklerini tehlikeye sokacak nitelikte. Komünisti de doldurmuşlar, PKK'lıyı da.. O kadar adam yığmışlar ki; Hatta demişler ki bazılarına; aman sen iş yerine uğrama, oturtacak bir sandalyelik yer bile yok, git ay başında bankamatikten maaşını al... Almışlar utanmadan sıkılmadan yıllarca... Sonra satılmaya başlayınca bu işletmeler bazılarının nasırına basılmış gibi feryatlar yükseldi. Ama yine de iyi ki satıldı. Komünist dönem sonrası Romanya ve Bulgaristan eski fabrikaları ve devasa arazilerini sembolik fiyatlara talip olan işletmelere sattı. Hem devlet zarardan kurtuldu, hem

72


Orhan BAYLAN_Yazılar

istihdam alanları açıldı, hem de gelir elde etmeye başladı. Bizim KİT adı verilen bu Kamu İktisadi Teşekkülleri her sene devasa zararlar eder, hazine karşılardı. Yani millet karşılardı. Allahtan çoğu satıldı da bu kamburlardan kurtulduk. Size bu konuda yıllar önce Elazığ dönüşü uçakta yan yana oturduğum Sabancı Grubuna ait mühendislerin söylediklerini aktarayım kısaca. Bir şehirde ki çimento fabrikası ile ilgili Holding için rapor hazırlamaya gelmişler. “Devletin elinde ki çimento fabrikalarının teknolojileri çok eski.Makina ve ekipman tamamen yenilenmeden onlardan verim almak mümkün değil.Kamuoyu baskısı yüzünden ucuza da satamıyorlar.Biz grup olarak orayı almaya kalksak, Elazığ’a sıfırdan bir fabrika kurmaktan çok çok daha fazla bir maliyeti olacak.Haliyle biz Hükümet istediği için teklif veriyoruz ama asla alma taraftarı değiliz” Bu bahsettiğim hemen hemen tüm sektörler için böyleydi. Şimdi bazı askeri tesisler kaldı sadece. Onlar stratejik kurum deniyor... Satılamaz... Niye kardeşim... Dünyanın en büyük silah üreticisi ABD devletine ait silah sanayi yok. Hepsini özel sektör üretiyor... O fabrikalarda üretilen son sistem bir silahı başka bir ülke'ye versin de hükümetin izni olmadan ne yapıyorlar gör... Sanki senin MKEK müdürün devletin diye bilgileri vermeye kalkmadı? Şu an; devletin MKEK kurumu eliyle üretim yaptığı fabrikaların verimliliğiyle, özel sektörün üretimi arasında ki korkunç farkı raporlara yansıtabilecek bir baba yiğit var mı acaba? Sanmıyorum... O zaman özelleştirin.. Masonundan tutta Fetö örgütü mensubu ve PKK'lı olduklarını göğüslerini gere gere söyleyen pisliklerin kol gezdiği MKEK gibi bir yeri özelleştir, hem devlet zarar etmesin hem silah sanayiin güçlensin... Ayrıca bu tür stratejik bir kurumda işçi veya mühendis olarak çalıştırdığın kişi, devletin güvenlik güçleriyle çatışan bir terör örgütünün mensubu olabilir mi?

Roketsan, Havelsan, Aselsan… Bu kurumlar belki bir dönem için devletin denetiminde olması bir ihtiyaç hatta zaruretti. Ama bugün dünyada ki uygulamara bakmak gerek. Bir sürü kokular geliyor. Özel sektörün Savunma Sanayi için üretime başlaması hem bu alandaki yerlilik oranını, hem ihracat yapma imkanını getirecek, kalite ve kantite artacak. Gemi sanayi, Silah üretiminde ve diğer ağır ekipmanların üretiminde bazı yerli firmalar ciddi yatırımlar yaptılar ve üretimler yapıyorlar. Silahlı İHA üretimini özel sektör yapıyor. Eskişehir deki devlete ait kurum değil... Velhasıl: Sen güvenliği ve denetimi sağla... Kanunlarını bu konularda ki özel durumlara göre çıkart... Bu hususta gevşek davrananı affetme... Bak bizim silah sanayinde ki millilik ve gelişmişliğimiz nasıl sıçrama gösteriyor. Bölgede ve Dünya’da büyük oyuncu olmak istiyorsan, seni dikkate alsınlar, ağırlığın olsun istiyorsan savunma sanayinde güçlü olmak zorundasın. Bunun yolu; Amerika’nın, Fransa’nın ürettiği silahlara milyarlarca dolar ödeyerek almaktan geçmiyor. Kendi silah sanayini geliştirmekten, uzun menzilli sistemleri üretmekten geçiyor. Ne demiş atalarımız: “Hazır ol cenge istiyorsan sulhu salah” /Orhan BAYLAN 06 Eylül 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/her-seyimiz-carpik/281

73


Orhan BAYLAN_Yazılar

Fetö Örgütünün Hiç Biri Masum Değildi Fetö Örgütünün Masumu Hiç Yoktu Sene 89-90 yıllarıydı galiba. Artık iyiden iyiye kış yüzünü göstermeye başlamış, ceket gömlek gezme havaları çoktan geri kalmıştı. Uzun zamandır iyi bir deri mont almak istiyorum ama bir türlü hesabı denkleştiremiyordum. İşte o günde her akşamki gibi geç vakitlere kadar çalıştığım Şişhane bürosundan çıkmış otobüse binmek için genelde bir boydan bir boya arşınladığım İstiklal caddesinde hızlı adımlarla yürüyordum. Tünel meydanı, sağda Rus Konsolosluğunu solda Suriye Pasajını geçtim.Hocapulo ve Galatasaray Lisesi, solda Çiçek Pasajını geçmiş, eski meşhur Tokatlıyan Otelinin bitiminde ki sokak veya bir sonraki sokağın karalığından birisi “Hakiki deri mont ister misin” diye seslendi. Gecenin o saatinde biraz ürksem de sesin sahibi caddenin vuran ışıklarında yüzü hayal meyal seçilen biriydi.Gayri ihtiyari durdum.Ve eliyle uzatıp “Dokun abi dokun, bak hakiki deri” dediği monta elimi sürdüm.Zaten yan taraftan gelen anason, sokaktaki o çöplerin hafif yağmur sonrası ortalığı saran kekremsi kokularına rağmen hakiki derinin kendine has kokusunu hissetmemek mümkün değildi. Kullanılmış bir monttu. “20 lira ver al senin olsun gece gece” dedi daha ben sormadan. 20 Lira..Kullanılmış olsa bile hala gıcır gıcırdı.Ve yenisi nerden baksan 250-300 Tl idi o zamanlar. Bir an elim cebime gitti. Sonra ani bir hareketle koşarcasına uzaklaştım oradan. O çalıntı maldı. Çok işime yarasada, gerçekte bana sudan ucuza da gelse alamazdım, almamalıydım. Şimdi yaklaşık 27-28 sene önce yaşadığım bu olayı niye anlattım. Malum 40 yıldır Fetö gerçeği var bu Ülke’de. Hele 90’lardan sonra toplumu kasıp kavurdu. Dini bir cemmat hüviyetiyle, İzmir Kestane pazarı camisinin belagatı cerbezeli Vaizi bütün Türkiye’de bir çekim merkezi oluşturdu. Işık Evleri adı verilen talebe evlerinde düzenli olarak önceleri “Risaleler” okundu. Bu oltaya öğrenci takmak amaçlıydı. Ve 90’lardan sonra Fetö’nün yazdığı kitaplar sanki kutsal metinler gibi okunmaya başladı. Işık evlerinde yetişen öğrenciler büyümüş, birilerinin ellerinden tutmasıyla devlette kadrolar elde edilmeye başlanmış, taraftar i,ş adamları vasıtasıyla yurt içinde bir network oluşturulup daha sonra bu uygulama hem okullar hem de, iş alemi için yurt dışında da birebir uygulanmaya başlamıştı. Artık cemaate yakın olan akademisyen titr alıyor, polis terfi, subaysa kurmay oluyordu. İş adamı yurt içi ve yurt dışında ki geniş network ağı sayesinde bağlantılar kuruyor, mal satıyor, zengin oluyordu. Oğulları damatları veya kızları bu saadet halkası içine giren ailelerin sosyal statülerinde, gelirlerinde değişiklikler oluyor, herkes al gülüm ver gülüm güzel bir hayat yaşıyordu. Siyasetçi memnundu, devamlı kendi görüşleri medya organlarında övülüyor, rakibi yerin dibine sokuluyordu.

74


Orhan BAYLAN_Yazılar

Şehirlerde, hatta en küçük köylere kadar herkes bu cemaatten olmayı göğsünü gere gere söylüyordu. Cemaat içinde yer almayan iş adamıi, siyasetçi, asker ve polis hatta medya organları ya kurulan kumpaslarla içeri atılıyor, sindiriliyor, haraç vermeye zorlanıyorlardı. Hatta bazıları öldürülüyor, ebediyen susturuluyorlardı. Polis istihbartat ve soruşturmaları yapan amirler bunların adamlarıydı. Kilit mahkemelerin savcı ve hâkimleri hakeza. Ve neticede herkes bu cemaat sistemi içinde mutluydu. Prof titri olan din adamları cemaat organizasyonlarına çağrılıyorlar, dolgun telif ücretleri veya verdikleri zahmet karşılığı şişkin zarflarla yolcu ediliyorlar onlarda mesut bahtiyar oluyorlardı. Ondan sonra bu yapıyı övecek beyanatlar, yayınlar, yazılar gırla gidiyordu. “Koca koca ilahiyat Profları övdüğüne göre burası düzgün bir yer” tesellisi yapan avamda, gülüp geçiyordu eleştirilere avanta geldiği sürece. Fakat bir gece tılsım bozuldu.15 Temmuz gecesi halk CIA/Pentagon planlamalı darbenin karşısına dikildi. Bu cemaatin çirkin yüzü meydana çıktı. Saadet zinciri kırıldı. Bu arada alt tabakası masum filan diye söylemler oldu. Hikaye. Asla inanmıyorum. Dini bir hareketin ölçüsü göz yaşı, zorluk çekmek, rüya görmek, çok taraftar toplamak değildir, olmamalıdır. Peygamber Efendimiz sallahualeyhi veselleme 13 senelik Mekke döneminde iman eden toplam 1700 kişiydi. “Dinler arası diyalog” ne diye, dinimize aykırı mı diye muteber bir ehl-i sünnet alime sormaya bile korktular, “imanınız gidebilir uzak durun” der diye.Veya söyleyenlere itibar etmediler, hatta kendileriyle aynı yoldan olan "Tahşiyeciler" adlı gruba yönelik baskı ve zulüm uyguladılar. Bu güç ve para imparatorluğunun tebaası olmuş, en tepedekinden tutun en alt birimde ki şakirte kadar hepsi de bu vebalin ortağıdır.Ha sorumlulukları ve günahları farklıdır orası başka. Tarikat ve cemaatte olması gereken ölçüler; şeriat/hakikat/marifet gözardı edildi. Peygamberi kamyonete bindirirken, Kuranı Kerimi yerlere atarken, Papa’ya tazimde bulunurken hiç birinin şeriata uygun mu diye sormak aklına gelmedi. Yalan dolanı takiyye, kumpas kurmayı hizmet, şantaj ve tehditle para almayı himmet diye yuttururken hiç birinin aklına bu şeriat dairesinde nereye sığar demek bile gelmedi. Tarikatın, cemaatın daha doğrusu dinin mihenk taşı “şeriattır”. Şeriat olmadan ne marifet olur, ne hikmet. Şeriatsız yani fıkıhsız, İslam ahlaksız bir öğreti; Budistlikten, Tibetin keşişlilerinden farkı ne olur. Onlarda ne acılara, sıkıntılara mihnetlere göğüs geriyorlar. Sıkıntı, yokluk, eziyet çekmekle Allahu Tealanın razı kul olunsaydı inanın tibet keşişlerinin ve budist rahiplerinin kavuştuğu nimetlerin haddi hesabı olmazdı. Beyler; eğri oturup doğru konuşalım, ölçü kalmamıştı. Tek ölçü kazanmaktı. Velhasıl: En alttan en tepedekine kadar bu hırsızlığın parçasıydılar. O montun çalıntı olduğunu biliyorlardı, sadece bilmemezlikten geldiler. /Orhan BAYLAN 06 Eylül 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/feto-orgutunun-hic-biri-masum-degildi/284

75


Orhan BAYLAN_Yazılar

Halk Bankası, Zafer Çağlayan Ve İşin Ucu Nereye Varır 2010 yılında ABD’nin uluslararası ödemeler sisteminde açılan yaklaşık 100 milyar dolarlık gedik, Türkiye’nin İran’ın petrol ve doğal gaz alacaklarını ABD’nin parasal güç alanı dışına çıkarak by-pass etmesiyle oluştu. Türkiye – İran ticaretinin yanı sıra Hindistan gibi dünyanın en büyük gelişmekte olan ekonomilerini de ilgilendiren bir boyuta dönüşen bu parasal başkaldırı, ABD’nin ulusal çıkarları hilafına ve Türkiye’nin güdümünde yürütüldü. Dönemin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeleri Türkiye ve Brezilya’nın “Hayır” oyu verdiği 1929 sayılı BM kararı, “hassas nükleer faaliyet” için kullanılabilecek her türlü askeri ve sivil mal ve hizmetin ticaretini ve bu ticaretten doğan para transferlerinin önlenmesi yönünde karar almıştı. Ancak ABD, BM’nin bu kararı ile yetinmek istemedi ve iki hafta sonra Haziran 2010’da İran’ın petrol ve doğalgaz gelirlerinin de nükleer faaliyetlerde kullanılabileceği varsayımıyla bu faaliyetlerden kaynaklanan parasal transferlerin de yasadışı ilan edilmesini emreden bir yaptırım kararını ABD Senatosu’ndan geçirdi. Tek taraflı olarak yürürlüğe giren bu karara göre, İran petrol gelirleri artık “kara para” statüsündeydi ve bu anlamda meydana gelen her türlü finansal işlem “kara para aklama” olarak tanımlanacaktı. ABD Hazine Bakanlığı’na bağlı Terörün Finansmanı ve Finansal Suçlardan sorumlu Bakan Yardımcısı Daniel Glaser başkanlığındaki ABD heyeti, sonraki aylar boyunca, İran’ın ticaret yaptığı en önemli ülkelere giderek, bu ülkelerdeki bankacılık ve finans sektörünün temsilcilerine yaptırımlar konusundaki kararlılıklarını anlattı. Glaser, bu toplantılardan birini de Ağustos 2010’da Türkiye Bankalar Birliği’nde yaptı ve Türk bankalarının üst düzey temsilcilerini İran bankaları ile çalışmamaları konusunda uyardı. Heyet, bankacıları öylesine tehdit etmişti ki, bazı banka yöneticileri yurt dışına çıktıklarında tutuklanabileceklerini dahi düşünüyordu. ABD’nin uyarısı içeriği ve üslubu itibarı ile Türk bankalarını endişelendirmişti.

76


Orhan BAYLAN_Yazılar

Dönemin Devlet Bakanı Zafer Çağlayan ise bankacılara cesur olmalarını tavsiye etmişti: “ABD’nin yayınladığı ambargo kararı var. Her türlü finansman hareketlerine yasak getiren bir düzenleme. Bizi sadece BM’nin kararı bağlar. ABD’ninki değil. … bankaların cesaretli olması lazım.” Türkiye ve ABD arasında bu görüşmeler değişik platformlarda 2010 boyunca sürdü. Aynı yıl ABD’de Ali Babacan ve Çağlayan’a da iletilen talepleri Türkiye dikkate almadı. Kısa süre sonra Avrupa Birliği de BM kararıyla yetinmediğini gösteren ve İran’ın petrol ve gaz endüstrisine teknoloji ve donanım satışını yasaklayan bir yaptırım paketini yürürlüğe koydu. Ancak bu girişim de İran’ın petrol ve doğal gaz satışına ve bu satıştan elde edilen parasal transferlerine engel olamadı. 2010’da Türkiye’ye gelen ABD Hazine Bakanlığı Terörizm ve Finansal İstihbarat yeni müsteşarı David Cohen de Türkiye’deki muhataplarını bu k Cohen’in endişesini artıran, Türkiye ile İran arasındaki ticaret hacminde göze çarpan 10 milyar dolarlık artıştı. İki ülkenin 2002’de sadece 1 milyar dolar olan ticaret hacmi 2010’da 11 milyar dolara çıkmıştı. Beş yıl içinde 30 - 35 milyar dolara çıkması öngörülüyordu. Cohen’e göre, Türkiye İran ile ticaretini tamamen sona erdirmeliydi zira İran bu kaynakların tamamını nükleer programının finansmanı için kullanıyordu.Bir kez daha sert bir dille uyarmıştı. Bu arada Hindistan’da İran’a ödeme yapamadığı için 8 ay sonunda İran tarafı petrol vermeyi kesti.Daha sonra Hindistan “Halk Bankası” üzerinden ödemeleri yapmaya başladı.Yıllık 20 milyar dolara varan bir meblağ petrol bedeli olarak Halk Bankası üzerinden İran’a ödendi.Bu arada geçmiş dönemden kalan 5 milyar dolarda aynı şekilde kapatıldı. BOTAŞ ve TÜPRAŞ’ın yapmış olduğu alımlar karşısında Halkbank’ta İran kaynaklarına TL cinsinden hesaplar açılıyordu. Bu hesaplardan çekilen paralar ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin herhangi bir dahli olmadan altına çevriliyor veya eski usul havale yöntemleri kullanılarak TL döviz cinsinden Dubai’ye ve oradan da ilgili şirketlere transfer ediliyordu. Bu arada Türkiye; bu ticaret dolaysıyla birkaç kalemde birden kazanıyordu. İran tarafının petrol ve gaz paralarından Halk Bankasında biriken paralardan ödenmesini istediği şahıslara verdiği paralarda ticaret olarak yurt içinde kalıyordu. İstihdam ve vergi geliri, ihracat olarak hep kazanan Türkiye’ydi. Türkiye, 3 yıllık süreçte tarihinin en büyük büyüme hızını yakalıyor, tarihinde hiç olmadığı kadar cari açığını kapatıyordu. Amerika Türkiye’nin kazanmasını kendisinin kaybı oluyor bunu engellemek için her yolu deniyordu. Tarihler 2013 yılının 17 Aralık’ını gösterdiğinde “Yargı Kumpası” olarak tezgahlanan tutuklamalar başlayacak, Halk Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan ve bazı bakanlarla birlikte Ekonomiden sorumlu Bakan Zafer Çağlayan’la ilgili “rüşvet ve görevi kötüye kullanma “ davaları açılacaktı. Bu arada Amerika İran’dan petrol alan 8 ülkeyle alımları azaltmak karşılığı anlaşma yapmış daha sonra da herkesin bildiği gibi ambargoyu kaldırmıştı. Arkasından Fetö örgütü kanalıyla yapılan 17-25 Aralık Halk Bankası operasyonuyla maalesef 5 yıldır süren Türkiye’nin tatlı para kazanma dönemi de sona ermiş oluyordu. Tabi cemaat denilen Fetö örgütünün şimdi geriye dönük bakıldığında Türkiye’ye nasıl bir kötülük yaptığını net olarak görebilmek mümkün. O günlerde 17-25 Aralık’ın kumpas olduğunu dilimizde tüy bitene kadar anlattığımız insanların nasıl Erdoğan ve AK Parti nefretiyle bunu görmediklerini, ya da cemaat bağlılığıyla bu tezvirata inandıklarının birebir şahidiyiz. Bakan Çağlayan’ın onca servetine ve konumuna rağmen, bahsi geçen saat ve bazı hediyeleri alması “ahlaki zafiyettir”. Ama, Türkiye Cumhuriyeti Devletiyle iş yapmayan, ihale almayan Reza Zerrap’ın adı geçen kişilere verdiği hediyeler rüşvet değildir. Onları kabul eden kişilerin zafiyetlerine, nüfuz ticaretine bir sözüm yok. Bunu o günlerde de defalarca dile getirdim. Ama İran Devleti’nin tanıdığı ticari ayrıcalığı Türkiye yararına kullanmış, ve bu Ülke’nin kazanmasına vesile olmuş birini ben asla suçlamam.

77


Orhan BAYLAN_Yazılar

Amerika tek taraflı olarak uyguladığı bir ambargoyu finansal açıdan deldi diye, kendi vatandaşı, kendi ülkesine ait olmayan bir şirketi ve ambargoya uymak zorunda olmayan bir ülke bakanını tutuklama gayretinde. Budavranışını küresel bir güç oluşundan kaynaklanan “haydutlukla” çıkarttığı 1977 yılı Carter dönemi IEEPA (Uluslararası acil ekonomik güç yasası) ticarette dolar kullanarak Amerikan ekonomisine zarar vermek diye adlandırabileceğimiz bir yasaya dayandırıyor. Bu yasa vasıtasıyla daha önce İran rehine operasyonunu gerçekleştirdi ve Libya ile ilgili yaptırımlarda şirketlere el koydu. Yine bu yasayı bahane ederek Deutsche Bank’a 10 milyar dolarlık ceza kesmişti. Daha da ötesi, hem Sarraf’a hem de Atilla’ya bir de dönemin Ekonomiden sorumlu Bakanı olarak Zafer Çağlayan’a karşı açılan davaların odağında IEEPA'ya aykırılık olması, suçlamaların nitelikli banka dolandırıcılığı veya kara para aklama gibi uluslararası suç tanımlarıyla değil de IEEPA ile ilişkilendirilmesi ise, ayrıca üzerinde durulması gereken önemli bir ayrıntı olarak karşımıza çıkıyor. 2009 yılından beri büyüyüyen Türkiye ekonomisine karşı Abd tarafından “sistematik yıkım” operasyonu düzenleniyor.Bunda da taşeron olarak Fetö örgütünün yargıda ki gücü kullanıldı. Şimdi de Abd mahkemeleri eliyle aynı bahanelerle Türkiye, nihai hedefte Erdoğan köşeye sıkıştırmaya çalışılıyor. Oysa meşru İran petrol ve doğal gaz gelirlerinin uluslararası sistemde ve BM kontrolünde finansal aracılığını üstlenen Halkbank’a ABD tarafından yöneltilen baskı ve suçlamalar hukuksuzdu ve bu hukuksuzluğa siyasi yelpazenin tüm taraflarının birlikte direnmesi gerekiyordu. Şundan emin olmak gerekiyor. Newyork Güney Mahkemesi Zafer Çağlayan’la durmayacak o günün hükümetini ve dolaysıyla Başbakan olarak Recep Tayyip Erdoğan’a kadar sıçrayacaktır. Çünkü; Erdoğan’ı indirmeden Türkiye’yi eskisi gibi yönetemeyeceklerini biliyorlar. /Orhan BAYLAN 09 Eylül 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/halk-bankasi-zafer-caglayan-ve-bu-isin-ucunereye-varir/286

78


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bilal Erdoğan Ve Montaj Kasetin Sırrı Bilal Erdoğan Ve Montaj Kasetlerin Amacı Dün derlediğim “Zafer Çağlayan, Halk Bankası ve bu işin ucu nereye varır” yazımda 17-25 Aralık’a giden yolun aslında bir yolsuzluk soruşturması değil, Türkiye’nin finansal yapısına karşı yapılmış bir ABD operasyonu olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Güney Newyork savcısı Pret Bharara tarafından Reza Zerrap’ın tutuklanmasıyla başlayan dava giderek hacim büyüterek devam ediyor. Halk Bankası Genel Müdür yardımcısından sonra şimdi de o dönemin ekonomi bakanı Zafer Çağlayan’a uzandı tutuklama kararı. Amerika’nın menfaatleri zedeleniyor diyerek, tek taraflı aldığı bir kararla İran ambargosunu deldiğini iddia ederek, başka bir ülkenin vatandaşlarına ve hükümet üyesine karşı açılmış hiçbir hukuki dayanağı olmayan bu yargılamanın siyasi olduğunu söylemeye gerek var mı bilmiyorum. Peki bu işin ucu nereye dayanacak? Aslında bunu herkes görüyor ve biliyor ki eninde sonunda Erdoğan’a kadar uzanacak. 17-25 Aralık yargı kumpasını kuranların amacı o gün yargı eliyle Erdoğan’ın altındakileri içeri alıp hükümeti istifaya zorlamak ve sonunda hepsini içeri tıkmaktı. 17 Aralık’ta 4 bakanın çocuklarına ve Reza Zerrap’a, 25 Aralık’ta akim kalan 96 kişilik listeye dahil edilen 3. Havalimanı ve 3. Köprünün müteahhitleri, Orhan Gencebay ve Bilal Erdoğan’ın isimlerini UYAP’a bile girmeden 1,5 yıl boyunca aynı hakimden aldıkları dinleme kararı ve emniyette aynı ekibin yürüttüğü istihbarat çalışmaları neticesi olayı kurguladılar. Savcı Muammer Akkaş’ın Başsavcı’dan bile gizli yaptığı tutuklama kararları emniyette yapılan değişiklik sonucu yeni gelen kadro tarafından gerçekleştirilmedi. Savcı Muammer Akkaş’ın İstanbul Adliyesi önünde basın bildirisiyle olayı protestosu herkesin gözü önündedir. Bizim o gün deli saçması diye nitelediğimiz Bilal Erdoğan ve Recep Tayyip Erdoğan arasında geçtiği söylenen meşhur “sıfırlama” konuşmasının aslında neden kurgulandığı bugün Newyorkta açılan ve yürütülen davayla daha net anlaşılıyor. O montaj kasetlerinin doğru olup olmaması değil amaç, ileride kullanılmak üzere kayda girmesiydi. Ve o ileri tarih çok uzak olmayan bir zamanda Newyork Mahkeme salonlarına gelecek. Bu cemaat denilen iğrenç yapının nasıl bir şeye alet olduğunun farkına varabiliyor muyuz? Türkiye aleyhine muyuz? “Adalet, Aralık’ın aslında olduğunu bugün planlıyorlar.

yürütülen aslında bir “sistematik finansal yıkım”ın aleti olduklarını görebiliyor haram yemedim, yolsuzluk ve rüşvet operasyonu” gibi isimlerle yapılan 17-25 ABD Hazine Bakanlığı ve CIA elemanlarınca yürütülen bir çalışmanın ilk ayağı daha net anlamak mümkün. Uluslararası oyuncular geniş spectrumlu oyun

17-25 Aralık’la sadece Türkiye içindeki bir yargı darbesi olarak gördüğümüz davaların aslında uzun vadede Amerika’da davalar için bir alt yapı oluşturma çabası olduğunu bugün yeni yeni anlıyoruz. Abd; 40 yıldır kurguladığı cemaat eliyle bir operasyon yaptı. Ve bu operasyon aslında daha sonra gelecek zincirleme operasyonların alt zeminini oluşturuyordu. Ancak 17-25 Aralık 2013’ten sonra meydana gelen gelişmelerin tetiklediği gerilim, Türkiye-ABD ilişkilerindeki uyumsuzluğun yerini derin bir krize terk etmesine zemin hazırlamış. Bu krizin yapıtaşlarının kurgusunda ise 24 Ocak 2014 tarihli Bankalar Yeminli Murakıbı ve halen FETÖ soruşturması kapsamında firari sanık olarak yargılanan Osman Zeki Canıtez imzalı bilirkişi raporu dikkat çekiyor.

79


Orhan BAYLAN_Yazılar

Kamuoyunda “yolsuzluk soruşturması” olarak bilinen 17/25 Aralık soruşturmaları sırasında “Komisyon oranlarının düşürülmesi, rüşvet ilişkisi ve sahte evrakla işlem yapılmasına göz yumulması gibi” suçlamalarla ilgili olarak talep edilen bilirkişi raporunda dikkati çeken ifadeler, hayli uzun bir dizi suçlama ve uyarıyı da içeren “Halbank’ın İran yaptırımları ile ilgili rolünün suç vasfının ve bu durumun yaratacağı olası etkilerin” anlatıldığı bölümde dile getirilmiş. “İran’a yaptırımlar ve Halkbank’ın rolü ile ilgili olarak,” ifadeleriyle başlayan söz konusu bölüm “… özellikle ABD’nin İran’a karşı yaptırım kararlarına muhalif işlemler gerçekleştirilmesini” bir suç olarak tanımlıyor. Murakıp Canıtez’ın raporun devamında dile getirdiği “başta USD olmak üzere yabancı para işlemlerinin kısıtlanması, yurt dışındaki muhabir banka ilişkilerinin dondurulması” gibi, 2009-2013 yılları arasında ABD makamlarınca Türk bankalarına yapılan tehditlerin aynısını adeta bir suç olarak tanımlıyor ve bu suçun önlenmemesi halinde Halkbank’ın ve dolayısı ile Türkiye’nin başına gelebilecekleri sıralıyor. Bu noktada birkaç hususa açıklık getirmek gerekiyor. ABD yaptırımlarına uyup uymama, ceza hukukunu değil, siyasi karar alıcıların bahse konu olan ülkeyle kurdukları dış siyaseti ilgilendirir. Ayrıca bankalar yeminli murakıbı, devletin temel dış siyasetini sorgulamak amacı ile değil, Bankacılık Kanunu’na veya Türk Ceza Kanunu’na aykırılık teşkil eden işlemleri tespit etmesi için görevlendirilmiştir. Üstelik egemen ve bağımsız Türk Devleti’nin ne Bankalar Kanunu ne de Türk Ceza Kanunu’nda “ABD yaptırımlarına aykırılık” gibi bir suç tanımı yer alır. Canıtez’in, 25 Aralık 2013 tarihli Başsavcılık talebiyle araştırması istenilen suçlamalara konu işlemler ile hiç ilgisi olmadığı halde ABD yaptırımlarını referans alması hayli düşündürücü. Ama daha da ilginç olan, raporda İran’a yapılan petrol ve doğal gaz ödemelerine, Amerikan savcılarının yaptığına benzer biçimde “kara para” iması ve suçlamalarla gösterdiği dikkat çekici benzerlikler olmasıdır. Newyork mahkemesinin açtığı dava, 17-25 Aralık’ta cemaate mensup polislerce soruşturulan, montaj kaset ve görüntülerle desteklenen, yasalmış gibi görünen ama yasal olmayan yollarla yapılan dinlemelerle yürütülen ve yine örgüte mensup hakim ve savcılarların UYAP’a bile girmeden, kendi Başsavcılarına bile bilgi vermeden yürüttükleri operasyona dayanıyor. Ve yakın gelecekte 25 Aralık’ta Bilal Erdoğan’ı tutuklama gerekçesi olarak hazırlanan savcılık tezkeresinin Newyork Mahkemesince delil kabul edileceği, bahsi geçen firari Osman Nuri Canıtez’in bilirkişi raporlarına dayandırılarak önce Bilal Erdoğan’ın tutuklama istemiyle dosyaya dahli, daha sonra babası o günün hükümetin başı Başbakan olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da dahil edileceğini kestirmek güç olmasa gerek. Fakat işin garip yanı şu: Amerikan menfaatlerini zedeledi diye Newyork’ta yapılan tutuklama kararlarının Erdoğan’a uzama ihtimali karşısında bir kısım Türk vatandaşının sevinmesini neredeyse zil takıp oynamasını anlamak mümkün değil. Bunlar Amerikan vatandaşı mı? Bir insan, kendi ülkesine yapılan bir operasyona sevinir mi? Bunun fiili ABD askerlerinin saldırısından ne farkı var? Ve son olarak o günlerde bu davayı müzmin Erdoğan karşıtlığından savunan cemaat mensubu ve Meral Akşener’in eteğinin altına girmiş MHP’li arkadaşlarımıza yine tekrar ediyorum. Yapılan ABD operasyonuna cemaatin nasıl oyun kurucu olarak katıldığını, bunun gönüllü elemanlığını yaptığını hala göremiyorsanız yazıklar olsun size… Ve cemaatin kadrosu olarak bilinen ve büyük ekseriyeti yurt dışına kaçmış olan savcı ve hakimler; Türk Yargısının değil, Amerikan yargısının gönüllü neferleriymiş meğer. Yazıklar olsun…. /Orhan BAYLAN 09 Eylül 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/bilal-erdogan-ve-montaj-kasetin-sirri/287

80


Orhan BAYLAN_Yazılar

Almanya Bize Niye Düşman Oldu Aslında yazıya başlarken Almanya bize dost oldumu ki düşman olacak başlamak lazım. Osmanlı dönemiyle başlayarak, Almanya’nın resmen bir devlet olarak doğduğu tarih olan 1871 yılından sonrası veya daha önceki Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dönemine bile baksak dostane ilişkilerden bahsetmek abes olur. Aslında devletler arası ilişkilerde dostluktan bahsetmek abes galiba. Her ülke kendi halkının daha refah içinde yaşamasını ister ve bu yönde menfaatlerinin gerektiği gibi hareket eder. 1871 yılı Bismarck Alman dağınık kontlukjlarını tek bir devlet haline getirip, başına da bir kayzer oturttuktan sonra bizim ilişkilerimiz daha resmileşti. Almanlar bildiğimiz manada devletleşmesini geç yapmış olsa da aslında sanayi devrimini ilk yakalayanlardan. Krupp toplarını ve Matbaayı Gütenberg’in bulduğunu hatırlatmak yerinde olur sanırım. Sanayi üretimine başlayan Avrupa’nın hammaddeye ihtiyacı vardı. Hammadde üzerinde ya da yolunda da Osmanlı Devleti oturuyordu geniş bir coğrafya da. Ya Osmanlı’yla savaşarak, ya da işbirliğiyle bu yolu aşmak zorundaydınız. İngilizlerin Mısır’da hakim olması(sebeblerine gidersek tarih dersine döner) Almanlar Osmanlı ile iyi geçinmeyi denediler. Bunun ödülü olarak da Hicaz Demiryolu projesini kaptılar. Ve kayzer’in iki defa Osmanlı topraklarını ziyaretiyle bu karşılıklı iş birliği devam etti. Osmanlı idarecileri de kaçırdıkları sanayi trenini bir şekilde yakalamak istiyorlardı ve bu teknoloji olan devletlerden biriyle işbirliği yapmak zorundaydılar. Bu daha sonra askeri işbirliği getirdi. Bu konuda Osmanlı Devletini parçalamayı kafasına koymuş İngiltere; hem Avrupa’da güçlenen Almanya’yı durdurmak, hem hasta adamın topraklarını sömürmek, Dünya finansını elinde tutanların bir İsrail Devleti kurma emellerine hizmet için midir Türkleri Almanlarla iş birliği yapomaya mecbur etti. Tabi burada 33 yaşında Genel Kurmay Başkanı olmuş, vatansever ama aptal Enver Paşa’nın da büyük gayretleri oldu. Bütün cephelerde detaylı okuduğunuzda göreceksinğiz ki Alman subayları 3 öğün sıcak yemek, bizim askerleri bırak subayları bile aşağılamak, silah ve mühimmat desteği vereceğini taahhüt etmesine rağmen yeterindce diğer cepheleri bahane ederek vermeyerek bizi resmen sömürmüşlerdir.

81


Orhan BAYLAN_Yazılar

Tehcir kanununa zorlayarak hala bugün başımıza bela olan Ermeni meselesini saranlarda yine Alman kurmaylarıdır. Yani aslında biz Alman dostluğuna evlatlarımızı feda etmişiz. 1.Cihan harbinde ölen bir tane Alman askeri gösteremezsiniz. Ama bu vatanın çocukları, Ruslar Polonya/Macaristan tarafında yeni bir cephe açmasın diye; İngilizleri boğazda oyalayalım diye; Kanal’da, Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de, Hicaz’da, Çanakkale’de, Sarıkamış’ta şehit olmuştur. 1962 yılında beri Alman ekonomisiğne can veren Türk işciler 3. Nesile girmişken, büyük bir kısmı vatandaşıyken, ticareti kendi lehineyken, Almanya ve ona uydu Avusturya ve Hollanda’da son zamanlarda artan Türkiye düşmanlığının sebebleri ne ki acaba? Sadece Erdoğan düşmanlığımı, İslamafobi mi, Türkiye’de ki insan hakları ihlalleri mi? Şunu bilin devletlerin bütün siyasetleri; ne insan hakları, ne barış, ne de dostluk adınadır. Kendi hegomonik durumunu daha arttırmak, geliştirmek içindir. Hiç biri… Erdoğan düşmanlığı da mı nasıl yani diyenlerinizi duyar gibiyim. Erdoğan bir simgedir. Son yıllarda Türkiye’nin finansal anlamda, ticaret ve alt yapılar anlamında yaptığı atılımların lokomotif gücü olarak simgeleştiği için onun üzerinden bilinçli bir operasyon yapılıyor. Yerli ve milli kim olsa Almanlar ona karşı aynı dili kullanacaklardır. Ayrıca; Erdoğan üzerinden algı operasyonu yapmalarının bir sebebi de, biz Erdoğan’ı istemiyoruz, kötü olan o, yoksa bizim Türk halkıyla bir sorunumuz yok mesajı vermeye çalışarak kamuoyunu etkilemeye çalışıyorlar. Şunu bil ey halkım, sen ürettikçe, yaptıkça birilerinin pastasından alıyorsun ve bu onlar için kabul edilemez bir şey. İngiltere; AB’nin aslında bir alman birliği olduğunu gördü ve çıkıyor. Balkanlarda ve orta Avrupa’da İngiltere ile hiçbir zaman beraber olmayacak, ırk ve mezhepsel olarak Almanlara yakın olan devletlerin finansı için daha fazla bedel ödemeyi istemedi ve çıktı. Theresa May Başbakan olduğunda ilk ziyaretini Washington’a, İngiltere’ye dönmeden oradan Ankara’ya geldi. Bu bir siyasi tercihti. Ve brexist’in ilk ödülü olarak ortak savaş uçağı üretim projesi oldu. Alman ekonomisi sağlam ve güçlü ama İngiltere ekonomisini zayıf diye kimse düşünmesin. 39 tane Commenwealth ülkesiyle bir kere ticaret hacmi var. Ayrıca Londra dünya finans merkezidir. Şunu da söyliyeyim anlayın. Dünya sigortalarının merkezi Londradır. Sanırım Avrupa; 1. Cihan harbi öncesi yeniden bir büyük çatışmanın doğumunu yaşıyor. İşte bunun düğümü yine ne yazık ki bu topraklar. Başta bir şey demiştik o günün Osmanlısı için. Dün hammadde’nin yolunun üzerindeydi Osmanlı, bugün Enerjinin yolunda Türkiye. Türkiye’siz Avrupa olmaz. Dünya haritasında Türkiye üzerine bir pergel koyun ve çeşitli açılardan ulaşabildiğiniz ülkeleri sayın. Veya kıtaları. Dünya’da başka hiçbir ülke de böyle bir konum göremezsiniz. Bu işte bu toprakları her zaman benzersiz, değerli ve uğrunda kan dökülecek yer yapıyor. Ve Avrupa’nın hakimi olmak isteyenler ya Türkiye ile dost olacaklar ya da düşman. Almanlar düşmanlığı tercih ettiler. Umarım seçime kadardır. Yoksa 3. tokadı yemeleri kaçınılmaz olacak gibi. Türkiye’mi; bir müddet daha çekeriz bu sıkıntıları ama sonunda bu toprakların aslanı yine biz oluruz merak etmeyin… /Orhan BAYLAN 12 Eylül 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/almanya-bize-niye-dusman-oldu/291

82


Orhan BAYLAN_Yazılar

Nasıl Zengin Oldular Cumhuriyeti kurduktan sonra mübadele yapıldı. Rumlarımızı yollayıp Türklerimizi aldık. Gidenlerin çoğu şehirliydi, gelenlerde genelde çiftçi. Ve şehirlerde ki Rum malları o gün kurucu kadro tarafından yandaşlara peşkeş çekildi. Sonra yeni rejim; müslümanları astı.. Komünistleri kaçırttı. Kürtleri bombaladı ezdi. Osmanlı'dan kalan zengini, gerici yobaz diye fakir etti. 1942 yılında kalan son Ermeni zenginleri varlık vergisiyle kaçırtarak mallarına el koydu. Rejimin muktedirleri gün geldi Mussolini gibi yürüyüp, Hitler gibi bıyık bıraktılar. Onlar yenilince bu sefer Amerikancı oldular. BM'ye üye olduk. Sonra NATO'ya... 1945 sonrası ABD'ye o kadar meftun olduk ki; ilk yerli uçağımızı yapan Nuri Demirağ'ı yaptığına yapacağına pişman ettik… ABD ben sana uçak satıyım bırak bu işleri dedi diye... ABD dedi ki sonra da; "ben sana bir banka kurayım, Türkiye'de yerli sanayi oluşsun.Ama bu tekstil ve montaj sanayi ötesine geçmesin." 1949 yılında Türkiye Sanayi Kalkınma Bankası ismiyle Dünya Bankası ve çoğunluğu İş Bankasına ait olmak kaydıyla büyük sermayeli bir banka kuruldu. ABD'li müdür 4 ay sonra hastalanıp ölünce yerine Reşit Egeli atandı. İzmir Allianz okulu, daha sonra Şişli Terakki mezunu bu vatandaş'ın bazı sebatayist ailelerle akrabalığı olmakla birlikte sabetayistliği kesin değil ama masonluğu kesindir.

83


Orhan BAYLAN_Yazılar

25 yıl boyunca bu bankanın başında kaldı. Banka üst kadrosu Şişli Terakki ve Robert Kolej mezunlarınca devamlı işgal edildi. Türkiye'de ne kadar sebateyist, hazar yada karaim yahudisi aile varsa desteklendi. Onların ticari kredileri, eğer zarar görmüşlerse silindi. 1951 yilinda Eczacibasi, ilk ilaç fabrikasini Türkiye Sinai Kalkinma Bankasi kredisi ile kurdu. Ardından İzmir Çimento, Çimentas, Aslan ve Eskihisar Çimento Fabrikalari, Mensucat Santral bu bankadan alınan kredilerle ortaya çıkti. Koruma Tarım, Tatko, Anadolu Çimento, Çukurova Sanayi, Birlik Mensucat, Ekinciler Tekstil, Aytınyıldız Mensucat, Bossa, Elka Yonga Levha, Türkay Kibrit, Aksu Tekstil, Bozkurt Tekstil, DYO Boya, Komili, Kavel, Türk Demir Döküm, Uzel Traktör ve Makina, Narin Mensucat fabrikalari… Ve daha sonra niceleri... 1971 yılında TÜSİAD'ı kuranların hepsi zenginliklerini bu bankaya borçluydu. Masonik bir örgütlenme dışında kalanlar desteklenmedi, ezildi yok edildi üstelik. Reşit Egeli'nin nasıl pervasız, ve bu zenginler nezdinde ki kudretini anlamak için Gazeteci Leyla Umar'a karşı yaptığı harekete yazsak yeterli. Bir yazısında çok kötü olmamak kaydıyla kendisinden bahsettiği için, Leyla Umar'ı bir davette milletin orta yerinde tekme tokat dövmüştür. O günün en güçlü gazetelerinden birinde çalışan, Refik Erduran'ın eşi olan bu kadın kendisini şikayet bile edememiştir. İşte bir zamanlar Türkiye'de bu topraklara, değerlerine, dinine ne kadar aykırı bakışı olan insan varsa onlar desteklenip sanayici/işadamı oldular. Milyonlara, milyarlara hükmettiler. İnsanlar bunları " adam" sandı... Artık düşsün maskeleri... Gerçek yüzlerini, tiynetlerini, çapsızlıklarını, görsün uyuşturulmuş kalabalıklar. Sadece Batı'nın taşeronu olduklarını, Türkiye'nin her tür zenginliğini onlar adına sömürmek için hareket ettiklerini bilsin millet. Ve onlar her zaman sahiplerinin hizmetinde olacaklarını. Asla dedikleri dışında hareket edemeyeceklerini... Çıkarsa ne olacaklarını bilirler. Alın size örnek..! 1996 yılında Özdemir Sabancı suikasti; Batı çizgisinden çıkıp, yerli üretim yapmaya kalkışan, büyük baronların rol dağılımı dışında hareket eden Sabancı ailesine verilen sinyaldi. Ailenin 20 yıllık suskunluğu ve hiç bir icraatta bulunmamaları da bu yüzdendir. Fehriye Erdal'a Belçika'da bir şey olduğu takdirde, Sabancı ailesi bir ferdini kaybedecektir. 1950'lerden beri oluşturulan bu "ayrıcalıklı aileler" asla kendi insiyatifleriyle bir şey yapamazlar. " Milli ve Yerli" asla olamazlar. Kayıt düşmek için yazdım... Ne yaparsanız yapın... /Orhan BAYLAN 13 Eylül 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/nasil-zengin-oldular/295

84


Orhan BAYLAN_Yazılar

Barzani Referandumuna Karşı Olmak Biliyorum bu hengamede afili bir başlık atmadım diye bu yazı gereken ilgiyi görmeyecek. Ve tabi suyun akışına da biraz ters bir yazı olacak. Sonunda sormam gereken soruyla başlayayım yazıma. Topyekun Türkiye; niye Barzani’nin (Irak Federe Kürt Bölgesi) referandumuna ve hatta bağımsızlık ilanına karşıyız? Kerkük Türktür Türk kalacak sloganından başka bana verecek cevabı olan var mı? Şimdi karşı olanları ve gerekçelerini ele alalım. Irak merkezi yönetimi: karşı olması kadar doğal bir şey yok.Bunu geçelim. İran: Şia bir yönetimin altındaki parçalanmamış bir Irak devleti İran’ın elbette işine daha çok gelir. Ayrıca, şia karşıtı yeni bir devletin varlığını asla istemez. ABD: Orta-Doğu projesinde zaten bölünmüş bir Irak olan Amerika için zaten bir Kürt devleti projesi var.Ama bu Barzani gibi dindar bir yapıya emanet edilmiş devlet değil.PKK/PYD gibi sekülerleşmiş bir kürt devleti. O yüzden Barzani’nin erken rol kapması Amerika’nın işine gelmiyor. İsrail: İsrail’in politikası kendi gelecek düşüncesi için en uygun ve açık politika. Ben bazı iddialar gibi Barzani ailesinin bilmem ne oluşuyla ilgili olarak görmüyorum bu taraf olmayı.İsrail kendi geleceği için bölgede ki her devletin hücrelerine kadar bölünmesini ister.Ve son8unda nasılsa aralarına bir nifak sokup onları bir birine kırdıracak bir yol bulur.Hatta şunu diyebilirim; Barzani’de Kürt devleti kursun, PYD’de kursun ister… İsrail’in politikası aslında gayet açık ve net… Gelelim Türkiye’ye… Ben yıllardır yazıyorum; cin şişeden çıktı.Bugün kurulmazsa çok uzak olmayan bir gelecekte bölgede Kürt devleti kurulacak. Irak’ın 1992 yılından beri yaşadığı Amerikan işgali sırasında Kürtlerin devletleşmesi için gerekli adımlar zaten atıldı.Ve bölgede ki demografik yapı çeşitli katliamlarla değiştirildi.Türk ve Arap halklarının çoğunlukta olduğu şehirlere büyük teşviklerle Kürt nüfus göç ettirildi. Türkiye ne yaptı veya ne yapabildi bunlar olurken? Hiçbir şey.. Bol bol nutuk attık. Tuzhurmatu, Telafer, Kerkük ve Musul’da bu işgaller yaşanırken sadece sloganlar attık, protestolar ettik. Şimdi Sayın Bahçeli’nin verdiği gazla tepkimizi ileri bir boyuta taşıyoruz. MGK toplantısını 3 gün öncesine çekerek yüksek perdeden tehditler, kırmızı çizgiler ilan edeceğiz. Peki Barzani veya Irak Merkezi yönetimi altında olmasının Türkiye için hangisi daha uygun.

85


Orhan BAYLAN_Yazılar

1959 Yılında Kerkük’te kan gövdeyi götürürken Irak’da merkezi bir devlet yok muydu. Yukarıda yazdığım demografik değişimler yaşanırken sözde merkezi yönetim yok muydu? Bizim Ülke’dekilerin tek korkusu var. Barzani bizim Güneydoğu’muzda bir hareketliliğe sebeb olur mu? Sen güçlü devlet olursan bir şey olmaz. Sen zayıf olursan elin Barzani’yi bırak 3 bin Kilometreden dandik Danimarka bile gelir senin ülkeni karıştırır. Benim işime Barzani’nin devlet kurması gelir.Bölünmüş bir Irak benim işime gelir.Bunu ben yazar olarak söylerim ama devlet ricali elbette söyleyemez.Barzani devlet kursa da federe bir yapıda olsa da her zaman Türkiye ile iyi geçinmek zorunda. Ayrıca; Amerika’nın PYD’yi bölgede ki etkili aktör yapma planlarını da suya atmış olacaksın. Hem de kendi gayretin olmadan. Ayrıca İran’nın ve Irak’ın şia yayılmacılığı önünde bir Sünni kale oluşturulacak. Bilakis Türkiye’nin bu bağımsızlığı desteklemesi, meşruiyet kazanması için uluslararası arenada savunmasını isterdim. Türkiye Barzani ile ipleri atarak orada ki Türklerin hakkını koruyamaz. Bilakis ipleri daha sıkı tutarak gittikçe eriyen, yıllardır itilmiş kakılmış halkı koruyabilir. Referandum kararından dönmeyen Barzani ile ipleri koparıp atmak bize ne yarar getirecek. Referandumda bağımsızlık kararı bile alınsa zaten kısa zamanda ilan edeceklerini sanmam. Bunun için bir süreç gerek. Unutmayın Rusya ile uçak krizi sonrası yaşadığımız sıkıntıların üzerinden çok geçmedi. Yani iki ülke arasındaki diyalog eksikliğinin kazananı yok, kaybedeni her iki tarafta oluyor. Ayrıca; Barzani ile ipleri atarak, orada bağımsızlığa giden yolun dahada hızlanmasına, 1926 Ankara anlaşmasından doğan hakları koruyamama, Türk kökenli vatandaşlarımızla ilgili haklarını savunamamamı gibi durumlara meydan verecektir böyle bir şey. Türkiye; her halukarda, her şart altında Barzani ile ipleri koparacak bir gerilim siyaseti içine girmemelidir. Bu inanın 3. devletlerin işine yarayacaktır. Türkiye’de her şey sloganlarla yürüyor maalesef. Şimdi beni de taşlayabilir insanlar umurumda değil. Slogan atmadan bu yazıma gereken cevabı verecek her fikre saygım var. Tabi beni siyonizmin uşağı, kripto bilmem ne ilan edecekler olabilir. Benim abdestimden şüphem yokki namazımdan emin olmayayım. Keşke devlet aklı Amerika’nın, İran’ın, Irak’ın planlarını bertaraf edecek bağımsız Kürt devleti fikrinin uygulamaya geçirmesine daha realist bakabilse. Devlet Bahçeli’yi bazı duruşları sebebiyle severim. Ama; beni takip edenler bilirler; 7 Haziran seçimi sonrası yaşanan o hükümet kurulamaması süreçte takındığı tutumun kendi duruşu bakımından en akılcı davranış olduğunu, eğer kafasındaki AK Parti+CHP koalisyonunu kurdurabilseydi AK Partiyi tarihe gömme hareketini yapmış olacaktı dediğimi bilirler.O gün Davutoğlu’nun da sıcak baktığı o koalisyonu Reis bozmuş ve ülkeyi seçime götürmüştü.Haliyle Devlet Beyğin planları da o gün suya düştü. Şu anda da Devlet Bey tribünlere oynuyor. Ve bana göre kafasında değişen hiçbir şey yok. Bu dediğimi anlamak için 2019’u bu Ülke’nin yaşaması gerekecek… Son söz olarak: Kerkük bin yıllık Türk yurdu. Onu korumanın yolu Barzani ile kavga etmekten geçmiyor… /Orhan BAYLAN 17 Eylül 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/barzani-referandumuna-karsi-olmak/302

86


Orhan BAYLAN_Yazılar

Barzani Dost Mu Düşman Mı? Çeşitli makalelerde ve televizyon yorumlarında defaatle söylensede klasik dış politika geyiği var bizim insanımızın. “Türk dostu falan, filan…” Bunu siyasetçiler gelen yabancı misafirlerine onore etmek için söylerler ama aslında kimse kimsenin dostu filan değildir. 2 evleklik bahçe için bir birinin boğazına sarılan ana/baba bir kardeşlerin dünyasında, binlerce kilometre ötedeki halkla dost olacağız. Menfaatlerimiz aynı yöndeyse beraber yürürüz, ama çakıştığında da ama savaşta ama masada bir birinin boğazına sarılır. Amerika ile bakın sözde “Stratejik müttefikiz”.Ama Türkiye’nin altını oymak için elinden geleni yapıyor hemen Suriye’de. 3.000 Tır dolusu silah ve techizatı PYD’ye verdi. PYD’nin oradaki varlığı Türkiye’nin hayat damarlarından birini kesmek için. Herkes bilir ki yönetmenin duvarda asılı olarak kadraja aldığı silah o filmin bir yerinde patlayacaktır. Hani biz bu Abd ile dosttuk! Bir de bugünlerde sıkı fıkı olduğumuz Katar var. İşte Katar’lılar Osmanlı’ya bile başkaldırmamış filan. Niye diye sağlıklı bir tahlil koyan tarihçimiz yok. Herkes Osmanlı’ya kalkan el onmaz geyiğini anlatıyor. Yalan… Bugün Körfez Emirlikleri diye adları anılan(Kuveyt, BAE, Katar) küçük birer kasaba ve köylerdiler. Osmanlı’nın atadığı bir Hicaz Valisi veya Basra Valiliğine bağlı kaymakamlıklardı. Bugün El-sabah ve Thani aileleri de Osmanlı’nın atadığı yerel idarecilerdi. Cihan Harbiyle birlikte Hicaz bölgesinde Osmanlıyı yok etmek için çalışmalar yapan İngilizler Şerif Hüseyin ve bazı bedevi kabileleri çil çil altınlarla ikna ettiler. Ama Necef’teki Suud ve diğer

87


Orhan BAYLAN_Yazılar

körfezdeki kabileler bu ayaklanmaya katılmadılar. Öncelikle bu kabileler “Vehhabi, Şerif Hüseyin değildi. Şerif Hüseyin’in kazanacağı bir payeye destek vermek istemeyip, Osmanlı gittikten sonra İngilizlerle iş birliği yapıp Şerif Hüseyin’den Hicaz bölgesini ve dolaysıyla Arabistan yarımadasının tamamını aldılar. Yani öyle bazı hikaye yazıcılarının anlattığı gibi Osmanlı’nın kara kaşı kara gözü için isyan etmemiş değiller. Herkes kendi hesabını yapıyordu da ondan. Neyse bu yakın tarih örneklemesi sonrası gelelim bugünlerin en çok konuşulan Kuzey Irak Referandumu dolaysıyla çevrimde olan konuşmalara. Bugünlerin en çok kullanılan geyiği “Barzani Türkiye dostudur.Babası da zaten Türkiye’ye aman uyma diye evlatlarına nasihat etmiştir.” Barzan aşiretinin hakim olduğu Erbil, Duhok ve Süleymaniye’nin daha çok dağ kesimleri kadim medeniyetlerinde hercü merc olduğu topraklardır. Mezapotamya tarih kitaplarının yazdığı ilk yerleşim alanlarından biri. Ve bu bölgede ayakta kalmak, hangi etnisite, din ya da mezhepten olursa olsun büyük başarıdır. Molla Mustafa Barzani’de işte Şerif Hüseyin’in oğlu Irak Kralı olarak İngilizler tarafından taç giydirildikten sonra kendi siyasi geleceği için çeşitli atraksiyonların içinde oldu. Daha sonra rejimle ters düşüp aşiretiyle İran topraklarına geçip, İran Kürt Mehabett Cumhuriyetinin Genel Kurmay Başkanı oldu. İran Şahının güçlerini toparlayıp Kürt Mehabet Cumhuriyeti güçlerini dağıtması sonucu bir kısım adamıyla Rusya’ya kaçtı. 11 yıl Rusya da kaldı. Irak’ta generallerin idareyi alması sonucu pazarlıklarla geri döndü. Defalarca kendi bölgesini genişletmek adına Türkmenlerin yaşadığı alanlara tecavüz etti. Oğul Barzani 1992 yılında Amerika’nın koyduğu uçuş yasağıyla ve Amerika’nın verdiği destekle 1971 yılında Irak Parlamentosunun verdiği Federatif hakkı defacto bağımsız bir devlet haline getirdi. Gümrüğüyle, askeriyle, güvenlik güçleriyle, Meclisi ve Hükümetiyle, bayrağıyla zaten Kuzey Irak Kürt Federe devleti aslında kendi kendine bağımsız hareket eden bir yapıya sahip. Barzani fırsatını bulduğunda elbette bağımsızlık ilan edeceğini her zeminde zaten söylüyordu. Şimdi Irak’lı bir Kürdün kendi menfaati için çalışması kendi içinde çelişen bir durum değil. Bunun dostluk ya da düşmanlıkla alakası da yok. Barzani petrolünü satmak için Türkiye’ye ihtiyacı olduğunda bize yaklaşacak, biz de o petrolden alacağımız pay yüzünden bazı şeyleri unutup yutkunacak ve yapacağız. Barzani ailesinin Türkiye’nin bir çok şehrinde bilhassa Mersin’de büyük yatırımları var. Dün Halepçe katliamı sonrası 500 bin Irak Kürdüne kapı açar onları Saddam zülmunden korururuz ama 20 sene sonra o gün sınırımızdan salya sümük girip bizim ekmeğimizi yiyen çocuk, bugün peşmerge olarak bize silah doğrultur. Ülkelerin arasındaki ilişkiler böyledir. Bizim milletten başka da böyle dost/düşman geyiği yapan başka millet yoktur sanırım. Bugün “Eyy Barzani” diye parmak salladığımız Barzini’yi dün olduğu gibi yarın devlet başkanı fgibi karşılayabiliriz. Eyy Türk Halkı… Yeme artık daha fazla gaz… Canım sıkılıyor yahu… Dost most yok kardeşim. Herkes kendi halkı için gayret ediyor. /Orhan BAYLAN 19 Eylül 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/barzani-dost-mu-dusman-mi/303

88


Orhan BAYLAN_Yazılar

İstihbarat Savaşları Cumhurbaşkanı Erdoğan’la beraber BM Genel Kurul görüşmeleri dolaysıyla Newyork’ta bulunan Dış İşleri Bakanı Çavuşoğlu Almonitor’la yaptığı ropörtaj sırasında Kuzey Irak’da 2 MİT görevlisinin PKK tarafından kaçırıldığını belirtti. Tabi olayın nasıl olduğu, MİT elemanlarının PKK tuzağına nasıl düştüğü filan önemli ama, o bölgede kaybettiğimiz istihbaratçı sayımız resmi olarak açıklanmadığı, karşı istihbarat olarak açıklayan ülkeler veya örgütler tarafından ifşa edildiğinde haberdar olabiliyoruz. 2012 yıllarında da 12 istihbaratçımızı Irak ve Suriye’de örgütler, tabi geri planda “dost” görünümlü düşman devletlerce şehit edildiler. Son olayın oluş şekline bakarsak yine stratejik dostumuz Amerika’nın bizi sattığını görüyoruz. Terör örgütü elebaşılarından Cemil Bayık’ın bel fıtığı tedavisi için Süleymaniye’de bir hastanede tedavi olmak için geleceğini istihbarat eden MİT; onu kaldırmak için 2 elemanın ı bölgeye yollar. 2 MİT elemanının ne amaçla bölgeye geldiğini çeşitli yöntemlerle haber alan CIA; Talabaninin oğlunun başında olduğu KYB istihbaratı üzerinden PKK’ya haber verir. KYB istihbaratı ve PKK tarafından pusuya düşürülen 2 MİT elemanı PKK’nın eline düşer. Ankara bu olay üzerine KYB’nin Ankara ofisini kapatır ve temsilciyi sınırdışı eder. Şimdi bu olaydan almamız gereken dersler var… Elbette devlet yetkilileri ve MİT kendi üzerlerine düşenleri yapıyordur. Ama bugünlerde referandum dolaysıyla suyu çok ısınan Kuzey Irak Federe Devleti’nin aslında nasıl bir kaotik yapıda olduğunu

89


Orhan BAYLAN_Yazılar

anlamaya da yardımcı olur. Barzani bilhassa Erbil ve bağlı şehirlerde daha çok nüfuza sahip. Talabani ise MİT elemanlarının operasyon yapacağı Süleymaniye ve çevresinde. Tabi bölgenin diğer büyükçe hareketleri Goran ve PKK… Talabani o bölgenin en kaypak siyasetçisi olarak gösterilir. Yılan onunla torbaya girse feryat figan ağlar derler. Ha diğerleri çok mu temiz. O bölgede temiz, saf, dürüst ve ilkeli olanların ayakta kalma şansı yok. Yüzyıllardır aşiretleriyle varlıklarını sürdüren bu aileler, kah Türkiye’ye, kah Irak merkezi yönetimine, kah İran’a göz kırparak, daha sonra da sırtlarını sıvazlayan uluslararası güçlere gerdan kırarakl ayakta kaldılar. Ama PKK’ya MİT elemanlarını satan KYB hareketi bunların en kaypağı..Onun için buradan çıkarmamız gereken ilk ders bu. İkinci olarak bizim MİT içindeki hala bazı ülkelere çalışan elemanların tespiti. Malumunuzdur, 196271 yılalrı arasında 2 defa MİT müsteşarı olmuş olan Fuat Doğu’nun kayda geçen sözünü hepiniz bilirsiniz: “Ben bağımsız bir istihbarat teşkilatının başkanı değil, CIA’nın Türkiye şubesinin başındaydım.” Kurulduğu günden itibaren personel maaşlarını bile CIA’nın verdiği bir teşkilat içinde acaba yeterince karşı istihbarat çalışmaları yapıldı mı? Ayrıca; Fetö yapılanması o uzun yıllar içinde ne kadar sızdı bu teşkilata. Yine Türkiye’yi idare eden kadroların fikri, dini yapıları gereği zaman zaman komşu ülkelerin dini ve mezhebi ve siyasi birlikteliği olan kişilerde bu teşkilatta görev aldı. Buna en güzel örnek; Esed yönetimine karşı savaşan ve Hatay’da bulunduğu kamptan kaçırılarak Esed güçlerine teslim edilen Albay Hüseyin Hamruş olayıdır. MİT Hatay bölge elemanı olan Önder S. Albay Hamruş’u kaçırdığını kabul etmiş ama bunu iddia edildiği gibi para karşılığı yaptığını kabul etmemiştir. Ben de şahsen 100 $ için bunu yapacağına ihtimal vermiyorum. BU eleman Esed yönetimine duyduğu sempati yüzünden bunu yaptı.Şunu unutmayın, Hatay bölgesinde çok miktarda Nusayri Türk vatandaşı vardır.Gezi eylemlerinde ölenlerin bir kısmının bunlardan olması tesadüf değildir. Hakan Fidan’ın MİT elemanı olmasıyla baya merhale kazanmış olsakta; MİT’in hala yeterince yerli ve milli olduğunu sanmıyorum. İçinde yılların tortusu CIA kalıntılarının olduğunu düşünüyorum. Ayrıca; laik, eşitlikçi, adil ve Kemalist bakış tarzıyla kuruma bir zamanlar alınan kişilerin bir kısmında yerlilik ve milli bakışın yeterli olabileceğine ihtimal vermiyorum. Bazı devlet görevleri diplomayla, eğitimle ve liyakat denen her yöne çekilebilecek bir tanımlamayla yapılmaz. Fedakarlık, devlete ve millete bağlılık, devleti yönetenlerin aldığı kararları sorgusuz sualsiz yerine getirmek, gerektiğinde canını verecek kadar bu Ülke’yi sevmeyi gerektirir. Vatan için ölme duygusunu hiçbir okul diplomayla veremez. O ruh işidir. Çerkeslerin kullanılması bilinçlidir ağrlıklı olarak İttihat Terakki’den beri aslında. Dağ insanları hem gözüpek hem de ağızları sıkı olur… Ama devir değişti, düze inince ne mertlik kaldı ne sır saklama… MİT’in 2 elemanının kaçırılması olayı teşkilat içindeki sızıntıları tespit etmede umarım ders olur, ve bizim dost görünen en büyük düşmana karşı daha temkinli daha dikkatli davranmamızı sağlar… Ve sağ salim ailelerine kavuşmaları dileğiyle… /Orhan BAYLAN 21 Eylül 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/istihbarat-savaslari/308

90


Orhan BAYLAN_Yazılar

Asker Köylüler… Kuzey Irak Federe Kürt Bölgesi bağımsızlık referandumunu yaptı ve tercihin kesin olmamakla birlikte evet şeklinde olduğu belli oldu. İsrail dışında uzak yakın bütün devletlerin kendilerince gerekçelerle karşı çıktıkları referandum sonrası bölgeyi bekleyen tehlike, şüphesiz bitmeyen istikrarsızlığı bir kaç misli artırarak devam edecek olması. Bilhassa Irak ve tabii yeni devletin sınır komşusu olacak olan Türkiye ve İran bu durumdan en çok etkilenen devletler olacak. Amerika’nın “zamanlamaya” ilişkin itirazlarına rağmen, Orta Doğu’daki gayri meşru piçi İsrail’in bağımsızlık yolundaki bu ilk adıma verdiği destek manidar. Bir yerde dolaylı bir Amerikan vizesi gibi okunması da mümkün. Ayrıca; baba Barzani’den beri Barzani ailesinin İsrail istihbaratı ile olan ilişkileri, Kürtlerin bilinen İslami gayret ve taassuplarına rağmen Erbil’de İsrail bayraklarını sallayarak sevinç gösterileri yapılması hem Türkiye, hem de İran cephesindeki halklar tarafından tiksintiyle ve tepkiyle karşılandı. Neticede öyle görünüyor ki; uzak ya da yakın zamanda, süper güçlerden yeşil ışık yakıldığında ki; bu Türkiye’yi veya İran’ı cezalandırmayı amaçlayan birilerinin vereceği işaretle bağımsızlık ilanı yapılacak. Ve İsrail İran ve Türkiye ile sınırdaş olacak. Arz-ı Mev’ud’un dış sınırına Davut yıldızını dikmiş olacak. Ve bunu İslam ülkeleri bağrındaki mutaassıp Kürtler eliyle becerecek. Bu arada bu ateşi yakan

91


Orhan BAYLAN_Yazılar

Barzani ailesinin Bağımsızlığı görüp görmeyeceğini bilmem ama, o topraklarda bir ferdinin yakın zamanda kalacağını sanmıyorum. Batının Büyük Kürdistan devletinde Barzani ve Goran hareketi ve Talabani ailesi gibi partilere ve aşiretlere yer olduğunu hiç düşünmüyorum. Kürt halkını uzun sürecek bir ateşin içine atan bu ailelerin çok uzak olmayan zamanda o topraklardan kaçmak zorunda kalacaklarını düşünüyorum. Bunun için ayn-el Arap (rojava) bölgesi geçmişine bakmak yeterli olacaktır. Ayrıca; Türkiye’nin verdiği ve bundan sonra da uygulamaya koyacağı tedbirler sonucu Barzani ve PKK yakınlaşacaktır. Bu da PKK’nın daha ağır silahlara ulaşmasını, lojistik desteğini ve hareket kabiliyetini artıracaktır. Yani çok uzak olmayan bir zaman diliminde PKK Türkiye sınırını daha fazla delmeye çalışacak ve Anadolu topraklarında eylem koymaya çalışacaktır. İşte bu noktada yıllar önce birkaç kez dile getirdiğim bir tedbiri yinelemek istiyorum. Irak sınırı boyunca zaten 1990’lı yıllarda köyler terör dolaysıyla boşaltılmıştı. PKK’ya karşı olan aşiret köyleri can güvenlikleri nedeniyle, PKK’ya yakın olan köylerde asker tarafından boşaltılmıştı. Dağlıca gibi geçiş güzergahındaki kalekollar ve oradaki askeri birlikler yine kalmak kaydıyla, sınır boyunca mümkün olduğu kadar içeriye doğru derinlikte “asker köylüler” yerleştirmek. Aileleriyle köy şeklinde gerekirse evler yapılmak kaydıyla, hayvan desteği verilerek maaşlı yarı asker, yarı köylüler iskan edilmeli. Yarısı nöbet tutarken diğer yarısı dinlenmeli ve devletin onlara vermiş olduğu bahçeleriyle, ahırlarıyla meşgul olmalılar. Başlarında muhtar değil, köy komutanı olmalı. Bunların da dejenere olmaması, istismara mahal verilmemesi, köylerde zamanla bazı yolsuzlukları önlemek için sıkı takip edilmeliler. Bu uzun vadede bölge ile ilgili plan yapanların hesabını bozacaktır. Doğu ve Güney Doğu Kürt halkımızla, Kuzey Irak’ta ki Kürt halkı arasına Anadolu’nun temiz delikanlılarını aileleriyle beraber iskan ederek aradaki geçişkenliği kırmak gerekir. Bu aynı zamanda sınırdaki PKK geçişlerine de engel olacaktır. Kaçakçılığa da son verecektir. Rudaw Televizyonu haber bültenlerinde bizim 22 vilayetimizi haritalarında gösterenler, ilkokul tarih ve coğrafya ders kitaplarına yine aynı haritaları çizenlerin gelecek planlarını suya düşürecek bir proje olacaktır. En başta Kuzey Irak’ta ki uzun vadede emelleri olanlar, daha sonra bunların sırtını sıvazlayan Abd, İngiltere, İsrail ve diğer Avrupa devletlerinin bölgeyle ilgili planını boşa çıkaracaktır. Bunu biz tarihte hep yaptık aslında. Karamanoğlu Beyliği Osmanlıyı en çok uğraştıran beylikti. Orayı feth edince ileride başkaldırma olmasın diye Osmanlı oranın Müslüman halkını yeni feth ettiği Balkanlara sınır köylerine yerleştirdi. Yavuz Sultan Selim Mısır Fethi sonrası Mardin’e Karakeçili’leri, Urafa’ya Bucak’ları, Samandağ’a kadar da Bayır bucakalrı yerleştirdi. 400 senelik etkileşimle bugün Kürtçe konuşan Karakeçili kendisini Kürt sanabilir de, o aslında Abdülhamit Han’ın has koruma taburu karakeçili aşiretiyle karındaştı. Urfa’nın Bucakları da Hatay ve bugün Suriye’de ki Bayır Bucakların amcazadesinden başka bir şey değil… Zaten bir sürü sözleşmeli er veya çavuşla savunduğumuz o toprakları bahsettiğim asker köylülerle savunmanın getireceği çok büyük maliyet yok. Sadece oraya yerleşmeyi kabul edecek 2040 yaş arası gönüllüler bulmak önemli…. Boz oyunu Türkiye'm. Haydi… /Orhan BAYLAN 26 Eylül 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/asker-koyluler/313

92


Orhan BAYLAN_Yazılar

Müstehcen Bir Hikaye Yıllar yıllar önce; biz daha ergenliğe doğru yeni adım attığımız yıllarda, Samsun İmam-Hatip Okulu(o zaman lise değil, okuldu) orta kısmında okuduğumuz zaman diliminde yaşadığımız bir anekdotu paylaşacağım. 1970’li yıların daha başlarıydı sanırım. Fakir ve dindar ailelerin illa imam olsun diye değil, aman “komünist, Allahsız” olmasın diye çocuklarını verdiği çevrenin çok rağbet gören okuluydu. Tam mevcudunu bilemiyorum ama, ben Lise-1’deyken her sınıfta en az 40 kişi olduğunu ve şube sayısının L harfine kadar olduğunu düşünürseniz epey olduğu anlaşılır. Erkek erkeğe okuduğumuz okula bir gün 6 tane kız alındı. Sanırım Ortaokul sonrası. Bizden büyük sınıflarda diğer erkek öğrencilerle karma öğrenim göreceklerdi. Laik ve pozitivist eğitim sistemimiz daha fazla dayanamamış ve İmam-Hatip’lere de kızlı erkekli uygulamaya geçilmesini emir buyurmuştu. Okul müdürümüz Remzi Yavuz beyin kızı, o dönem Samsun müftüsü olan oğlu da sınıf arkadaşım olan Zübeyir Koç’un kızı da bu kızların arasındaydı. Neyse bunlar diyelim 35 erkek öğrencinin ders gördüğü sınıfa verilmişler, haliyle sonradan katıldıkları da sınıf listesinin sonuna yazılmışlardı. Dersler başlamış zaman geçmiş ve sözlüler başlamış. Tabi her öğretmenin sözlüye kaldırma metodu aynıdır.Bazıları kolaycılığı seçer listeyi eline alır en baştan “Ahmet Yeşil gel tahtaya” der. İşte günlerden bir gün sözlü yapmayı planlayan Hoca, sınıf listesini eline alır ve; “Her zaman listenin önünden başlıyoruz bu sefer arkasından başlayalım” der… Bunu duyan kızlardan biri sözlü korkusuyla avaz avaz bağırır: “Aman Hocam önden yapın ne olur önden yapın..” Tabi 35 zırtapozun önünde edilen bu laf gülüşlmelere sebebiyet verir ve hoca susun musun dediyse de fayda etmez kızları sınıftan çıkarmak zorunda kalır. En az bin kişinin okuduğu okulda kısa zamanda bu olay duyuldu ve kızları gören veletler uzaktan bağırmaya başlıyordu: “Önden mi arkadan mı?” Ve sonunda sanırım kızları bir hafta okula almadı müdür, hafta başında çektiği fazilet nutukları ve disiplin tehditleriyle olay bastırıldı. Şimdi tabi bu olayı niye anlattı diyeniniz olabilir. Karma eğitimle ilgili laik kanadın tazyiklerine dayanamayan eğitim bürokrasisi ve siyaset bu tür tavizleri yine vermeye devam eidyor. Bilhassa İmam-Hatiplerde… Bugün bazılarına dini eğitim veren bir okulda karma eğitim olmaz dediğinizde “ama hangi devirdesin” demesi korkusuyla verilen tavizlerin sonu yok. Din bellidir. Emri de yasağı da bellidir. Sizin keyfinize göre değişmez. Bu benim verdiğim örnek eminim ki karma eğitim sistemi içindeki en masumlardan biridir. Şimdi haydi dökülün bu konulardaki anılarınızı desem, Bukovski’nin sayfalarından beter hale gelir. Lütfen; “bir kısım bizi taşlar” diyerek korkuyla icraat yapmadan, en sağlıklı olanı uygulamaktan kaçınmayın… /Orhan BAYLAN 30 Eylül 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/mustehcen-bir-hikaye/316

93


Orhan BAYLAN_Yazılar

Kusura Bakmayın Ama... Menderes'i 10 yıl iktidar yapan inanın ne ezandı ne Kuran'dı. Karneli yokluk ve kıtlık, bitli, hummalı, kininsiz sıtmalı yıllardan sonra milletin ekmeğe aşa kavuşmasıydı sebeb. Hatta bunu sağlayan bizim tarımımızı mahveden Marshall yardımı bile olsa. Millet çarıktan kara lastiğe geçişi bir nimet saymıştı. Özal'ı Özal yapan ekonomiye getirdiği rekabetçi ve özel sektörü teşvik eden uygulamalardı. Milletin refahının artmasıydı. Erdoğan'ı 15 yıldır ayakta tutan inanın ne başörtüsü ne İmam-Hatip davası. Ekonomideki canlılık, refahın artmasıdır. Halkın ekseriyeti cebiyle, refahıyla ilgilenir. Toplumun en fazla %10'luk bir diliminin değerler sıralamasında dini ve milli duygular önde ancak gelir. 70'li yıllarda öğrenci olaylarına bağlı ekonominin bozulması, 90'lı yıllarda yine ekonominin PKK olaylarına bağlı raydan çıkması sonucu ortalama ömürleri 1 yıl olan hükümetler iktidar oldu. Unutmayın; 1999'da %22 ile Ecevit'i iktidara taşıyan halk, cebindeki 3 kuruş gidince 3 yıl sonra %1.5'la sandığa gömdü. AK Parti 15 yıldır iktidardaysa bu ekonomideki iyi gidiştendir. Biz oy vermeyiz demedik, zammı savunanlara hakaret etmedik, geçmişi okuyan biri olarak, 2019 bu ülkenin gördüğü göreceği en önemli dönüşüm diye endişelenen bir vatandaş olarak o güne giden yolda yanlışlar yapmayın dedik. 7 Haziran olduğunda ve AK Parti tek başına iktidar olmayı kaybettiğinde beni takip edenler hatırlar dediklerimi. "129 milyar dolar var hazinede diyorsun övünüyorsun ey Başbakanım. Senden sonra geleceklerini söyleyenler bak nasıl dağıtacaklarını bile anlatıyorlar. Bırak sen dağıt bari sen dağıt" diye haykırmıştım. Yine diyorum; kimse bana laga luga yapmasın. Hamaset okumasın.Hamasetin kralını yaşadım ben 58 senede.. Vatanseverlikse; onun adına ben kurşun sıktım, kurşun sıkıldı. Gidin lan ucuz edebiyatçılar... Başka yerde tezgah açın. 2019 bu ülkenin dönüm noktasıdır. 3 kuruşla milletin kafasını karıştırmayın... Hazinende bilmem ne var diye övünsen ne olacak. Köşede; Erdoğan gitse de hazineye üşüşsek diye bekleşen yerli ve uluslararası sırtlanlara yediririsin ondan sonra... Akıllı ol akıllı... Benim başka ülkem yok... Kumarı gidin başka yerde oynayın... /Orhan BAYLAN 01 Ekim 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/kusura-bakmayin-ama/318

94


Orhan BAYLAN_Yazılar

Halâ Her Yerdeler 15 Temmuz sonrası tutuklanan ve ihraç edilen Fetö örgütü mensubu veya iltisaklısı binlerce kişiye rağmen halâ bu örgütün sindirilememiş olması, cüretkarlıklarına ilişkin sağda solda duyduğumuz haberler bizi yılgınlığa düşürmemeli, bilakis bu yapının nasıl toplumun her yerine sirayet ettiği ve ciddi bir mücadele gerektirdiğine inandırması gerekmektedir. Adli ve güvenlik mücadelesi yanında bu örgütün kurduğu girift ilişkiler deşifre edilmeli, bunları bir birine bağlayan manevi halkalar üzerinde de çalışmalar yapılmalı. Yoksa sadece adli yargıyla bu örgütün su üstündeki unsurlarını geriletebilirsiniz. Ayrıca; cezaevine konmuş ya da meslekten ihraç edilmiş olanların hiç birinin bu örgüte mensup olmaktan dolayı bir pişmanlık duyduklarına dair emareler olmadığı gibi beyanları da hiç yok. Çok çok konuşurken zikrettikleri; “Eğer kim zulum ediyorsa, kim yanlış yapmışsa onu helak etsin” gibi yuvarlak ifadeler kullanıyorlar. HDP’li vekillerin kamuoyu önünde PKK eylemlerini kınarken kullandıkları muğlak ve her yöne çekilebilir ifadeler gibi. Mide bulandırıcı. Ve kendilerini çok zeki, el alemi aptal sanan kibirli üstenci bakışın yansıması sadece. Bugün Konya’dan bana yazan bir annenin yaşadıkları bunların hala korkmadan örgütlü çalışmaya devam ettiklerini gösteriyor. Bu annenin kızı 17-25 Aralık öncesi bir pansiyonda kalıyor. Bu pansiyon Fetö’cü yapıya ait. Tabi Cumhurbaşkanı’nın çocuklarınızı alın çağrısıyla bu pansiyondan ısrarlara rağmen kızlarını alıyorlar. 15 Temmuz sonrası bu pansiyonda müdürlük yapan bir kadın içeri alınıyor ve halen tutukluluğu devam ediyor. Tabi pansiyonda kalan öğrencileri 6 ay önce ifadeye çağırıyorlar. Kızını da. SEGBİS sistemiyle savcılığa ifadesine veren kız, kendisine gösterilen müdürü teşhis edip; “Evet müdürümüzdü” diyor. İşte bu anneye bugün 2 kadın gelip kızının ifadesini değiştirmesini, "arada gelirdi ama ben pek bilmiyorum" gibi bir ifade vermesini tembih ederler. Anne; “Kızım ifadesini değiştirmez, savcılığa bunun için gitmez” deyince de; “Gidecek, gidecek” deyip çıkarlar. Tabi büyük ihtimal dosya mahkemeye intikal ettiği için avukatları vasıtasıyla ifadelerden haberdar oldular ve kadını yakan ifade sahiplerine baskı ve tehdit yapıyorlar. Gelen iki kişi tutuklu Fetö’cü ablanın yakınları da olabilir. Ya da örgüte mensup birileri. İsim bırakmışlar ama büyük ihtimal isim sahtedir. Telefon zaten bırakmamışlar. Şimdi buradan anladığımız, bu örgütün haberleşme ve dayanışma kısmı aynen devam ediyor. Zaten gelenlerden birisi adını zikretmediğimiz Ereğli’deki o pansiyonun halkla ilişkileriyim demiş. Büyük ihtimal örgüt mensubu. Ve halâ bunlar korkmadan, bizi şikayet eder örgüt üyeliğinden alırlar diye düşünmeden, 4 kızıyla yaşayan bir anneyi tehdit etmekten geri durmuyorlar. Onun için bütün mekanizmalardaki etkili ve yetkili devlet görevlilerine sesleniyorum. Ne olur; Sayın Cumhurbaşkanı’nın gösterdiği kararlılığın %1’ini bari gösterin. Cesur olun… Bir gün devran dönerse (Allah korusun) yemin ederim; “ biz zorla yapıyorduk, diktatör bizi rehin aldı” gibi salaklıklarınıza itibar eden olmayacaktır. Ne şiş yansın ne kebab tarzı idare-i maslahatçılıktan vaz geçin. Şu CIA güdümlü Pensilvania papazının örgütünü tarihe gömelim… /Orhan BAYLAN 03 Ekim 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/hala-her-yerdeler/322

95


Orhan BAYLAN_Yazılar

Kimleri Baştacı Etti Bu Millet… Sene 1974. Ecevit ve Erbakan koalisyon hükümeti iktidarda. Kıbrıs harekatı dolaysıyla Türkiye’ye ambargo uygulanıyor ve döviz yokluğu nedeniyle petrol alamıyoruz. Zaten olmayan sanayimiz durmak üzere, araçlar yollarda kalmaya başlamış. Ecevit, Başbakan Yardımcısı Erbakan’ı Suudi Arabistan’a petrol alma görüşmelerine yollar. Tabi görüşmeler Mekke’de olacağı için önce ihrama girilir ve umre yapılır sonra görüşmeler yapılır Türkiye’ye dönülür. Dönülürde o gün muhalefette olan Adalet Partisi milletvekilleri Erbakan’ın ihrama girip Laik Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı olarak umre yapmasını çok çirkin dillerle eleştirirler. Bunların en önde gideni Şeyh Selahaddin’in oğlu Kamran İnan ve İhsan Sabri çağlayangil’dir. Erbakan kürsüye çıkıp: “Efendim; Suudi Arabistan’a giden Müslüman devletlerin temsilcileri görüşme eğer Riyad ve Mekke’de olacaksa ihrama girip umre yaparlar.Bu bizim Anıtkabir’i ziyaretimiz gibi bir şeydir.Devletler arası hukuka uygun davrandım ben.” Dese de muarız bu sesler yeri göğü inletirler. İhsan Sabri Çağlayangil kürsüye gelerek şu çirkin sözleri sarf eder: “Vaktiyle ben Afrika’nın bir ülkesini ziyaret etmiştim. Orada insanlar erkeklerin tenasül uzvuna tapıyorlardı.Ben de oranın adetlerine ve kanunlarına uyarak tapmalımıydım?” Evet, %90’ı Müslüman olan bir ülkenin sorumlu mevkilerinde bulunmuş biri İslami ibadetle, ilkel bir kabilenin çirkin adetini özdeşleştirebilecek kadar alçak olabiliyor. Ve bu adamlar bu ülkenin Dış İşleri Bakanlığını, Meclis Başkanlığını, dolaysıyla Cumhurbaşkanına vekalet eden makamlarını işgal edebiliyor. Hemde Morrison süleymanı Müslüman Süleyman diye bu halka yedirip dindar halkın oylarıyla seçilerek işgal ediyorlardı. Halkın inançlarına, örfüne ve harsına hem de dindar diye dinle hiç alakası olmayan partileri lanse ederek küfrettiler. Şimdi geriye baktığımızda cidden bu ülkede öyle bir algı yönetimi yapılmış, öyle bir propagandaya halkı maruz bırakmışlar ki doğruyu yanlışı ayırt edemeyecek hale getirmişler. Ve bu Ülke insanın dini hayatına öyle bir baskı kurmuşki bir dönemin diktatörleri, vatandaş “Allah” diyen devlet adamlarının 33 derece mason olmasına bakmayıp yıllarca baş tacı etmiş. Hani anlatırlar, seçim dolaysıyla yurt gezisi yapan İnönü’ye derler ki: “Efendim millet sizden dini sözler duymak istiyor. Allah Peygamber gibi filan.” “Dedim ya az önce konuşmamda” der İnönü.. “Ayrılırken Allahaısmarladık dedim ya”… İşte bu politikacılardan sonra; İhsan Sabri çağlayangil gibi 33 derece masonları Adalet Partisi içinde diye bu halk adam yerine koydu… Nerden geldik bugün buraya iyi düşünmek lazım… Not: Anekdot; Kadir Mısıroğlu’nun, Benden TARİHE HABERLER adlı eserinden… /Orhan BAYLAN 05 Ekim 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/kimleri-bastaci-etti-bu-millet/323

96


Orhan BAYLAN_Yazılar

Marshall Planı Ve Köle Türkiye…. II. Paylaşım Savaşı kapitalizmi temellerinden sarsmış, varolan dengeleri tamamen bozmuştur. Almanya, İtalya ve Japonya’nın ekonomileri hemen hemen yok olmuş, askeri ve siyasal konumlarını tamamen kaybetmişler, İngiltere ve Fransa, galip ülkeler olmalarına karşın ekonomik bakımdan zayıflamışlardır. Sömürgeciliğin çökmesiyle birlikte dünyanın her yerinden birçok yeni ulus devletler ortaya çıkmış, sömürge ve yarı sömürge kalan ülkelerde de emperyalizme karşı ulusal kurtuluş hareketleri büyümüştür. Tüm bu değişiklikler sosyalist ekonomilerin gelişimini dünya çapında arttırmıştır, buna karşın ABD emperyalizmi ise bu kapitalist ülkelerin yardımına koşmakta tereddüt etmemiştir. Diğer emperyalist ülkelerin tersine ABD, savaştan muazzam bir şekilde güçlü çıkan tek ülke olmuştur. Savaştan etkilenmemek bir yana, ekonomik-askeri, teknolojik-bilimsel temelleri ölçüsüz olarak artmış, çok büyük bir zenginlik biriktirmiştir. Savaşın bitimi ve emperyalist-kapitalist dünyanın patronluğunun tartışılacağı günler yaklaştıkça, ABD gerçek tutumunu hissettirmeye başlar. “kendi çıkarlarının bilincinde olmak” ilkesiyle yola çıkan ABD; savaştan sonra İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya gibi ülkelerin ellerinden çıkan sömürgelerini ve pazarlarını ele geçirmek için, askeri alandaki gücünü geliştirmeye başlamıştır. XX. yüzyılın en büyük mücadelesi olan İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, dünyada barış ve güvenliğin kurulacağı sanılmıştır. Dünya üzerinde gelişmeler bu yönde seyretmiş, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kurulması bu görüşü daha da güçlendirmiştir. Ancak dönemin şartları içerisinde gelişen olaylar, kısa süre sonra dünyayı bu defa “Soğuk Savaş” denilen yeni bir dönemin içine sürüklemiş, bu durum ise güçler dengesinde meydana gelen gelişmelerin ve bloklaşmanın bir sonucunu oluşturmuştur. Savaş sonrası kapitalist ve liberal dünya büyük güçlükler içinde kalmıştır.

97


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bu durumun kaynağında büyük bir sanayi gelişmesi içinde olan sosyalist ekonomilerin varlığı ve sömürge halklarının bağımsızlıklarına kavuşmaları yatmaktadır. Sonuç olarak gelinen noktada, hem Avrupa’nın bu yoksun halinin sonucunda Avrupa’da sosyalizmin yayılmasından korkan, hem de Avrupa’ya aktarılacak sermaye birikiminin sonunda kendi sanayisine geri döneceğini hesap eden ABD, 1947’deki bir toplantıda Marshall Planı’nın temellerini atmış ve 1948 yılında Plan resmi olarak yürürlüğe konulmuştur. Bu arada Yunanistan ve Türkiye’ye, acil yardım adı altında, planın resmiyete dökülmesini beklemeden, Truman Doktrini bağlamında komünizm ile mücadele için 1947 Ocak’ında para yardımları başlatılmıştır. Marshall yardımı alan ülkeler: İngiltere, Norveç, Fransa, Yunanistan, Almanya, İsveç, İtalya, İsviçre, Hollanda, Türkiye, Belçika ve Lük., İrlanda, Avusturya, Portekiz, Danimarka, İzlanda,. ABD Dışişleri Bakanı G. Marshall bizzat kendi ifadesiyle Marshall Planı’nın hedefini kısaca şöyle özetlemiştir. “Amacımız hür milletlerin kendi öz gayretleriyle daha çok üretim yapmalarını, daha çok yiyecek elde etmelerini sağlamak gayesine yönelmiştir.” Marshall Planı’nı sadece sosyalizme karşı bir sigorta olarak görmek büyük yanlışlık olur. Marshall Planı aslında Bretton Woods Toplantıları‘nda ortaya konulan ve ABD hegemonyasını kabul ettirmeye çalışan yeni ekonomik düzenin önemli bir aşamasıdır. II Paylaşım Savaşı sonunda ABD savaştan o kadar güçlü çıkmıştı ki, dünya kömür üretiminin yarısı, petrol üretiminin üçte ikisi ve elektrik üretiminin yarısından fazlasını tek başına yapmaktadır. Bu dönemde Amerikan kapitalizmi bu kadar güçlü olmasına rağmen müttefiklere ve pazarlara ihtiyaç duymaktadır. Bu planın uygulaması döneminde Türkiye’de Ameriaklı uzmanlarca bütün sahalarda inceleme yapılmış, raporlar hazırlanmış, bunlar hem Türkiye Hükümetlerince tatbik edilirken, Marshal Planı uygulayıcıları tarafındanda takip edilmiştir. Bu raporlar ve sonuçlarına kısaca bakalım:

1-HİLTS raporu Hilts Raporu; 1948 yılında ABD federal karayolları örgütü genel müdür yardımcısı Hilts’in başkanlığındaki heyetin ülkemizi gelip incelemesiyle hazırladığı rapordur. Hilts raporunda yatırım önceliğini karayolu yapımını verilmesi gerektiğini ve bunun için Bayındırlık Bakanlığı’na bağlı Yollar Genel Müdürlüğü’nün idaresinde bağımsız bir tüzel kişiliğe sahip bir Karayolları Genel Müdürlüğü’nün kurulması istenilmektedir. Raporda karayolu taşımacılığının demiryoluna kıyasla daha ucuz bir taşımacılık olduğu iddia edilmekte ve bu suretle Türkiye demiryollarının Van’a kadar uzatılmasına gerek olmayıp 35.000 km.lik karayoluna ihtiyaç duyulduğunu vurgulanmaktadır. Bu rapor doğrultusunda Türkiye karayolu ağını genişletmiş, bu dönemde demiryolu yapımı ihmal edilmiştir. Bunun sonucunda Amerikan Otomotiv sanayisinin pazarı olmuşuz ve beraberinde Petrole muhtaç bir hayata mahkum edilip, Türkiye’nin ithalat kaleminin en ağırına mahkum olmuş, devamlı cari açıkla yaşamaya başlamıştır. 2-NEUMARK Raporu: II. Dünya Savaşından hemen sonra ülkemizde kamu reformu ve sanayinin yapılanması konusunda birçok rapor hazırlanmıştır. Kamu reformu konusundaki asıl çalışma İstanbul Üniversitesi Profesörlerinden Fritz Neumark’dan gelmiştir. 1949 yılında İstanbul Üniversitesi profesörlerinden Dr. F. Neumark, başbakanlığın talebi üzerine “Devlet Daireleri ve Müesseselerinin Rasyonel Çalışması Hakkında” bir rapor hazırlamıştır. Raporda idarede yeniden düzenlemeyi gerektiren nedenler, yeni düzenleme için gerekli örgütler, memur sorunları ve rasyonel çalışmayı sağlayacak tedbirler, ilkeler ve öneriler yer almıştır. Devletçi politikadan liberal politikaya geçiş başlamıştır.

3-THOURNBURG Raporu: American Standart Oil Girketi’nden Max Weston Thornburg’un, Graham Spry ve George Soule ile birlikte 1949-1950 YILLARI ARASINDA Türkiye ziyaretlerinde yaptıkları tespitleri muhteva eden raporlardır.

98


Orhan BAYLAN_Yazılar

Türkiye’nin makine sektörüne yatırım yapmaması, hafif sanayi alanında bazı üretimleri yapması konusuna ağırlık verek, diğer makine ve ekipmanı ithal etmesinin yararlı olacağını tavsiye eden rapordur. Hükümette bunu maşallah sıkı bir şekilde uygulamışlar, her yeri Mcormick traktörler, Dodge kamyonlar doldurmuştur. Uçak sanayi ve motor üretim alanındaki bütün çalışmalar rafa kaldırılmış Türkiye önce hibelerle! Sonra da satışlarla Batı’ya mahkum eidlmiştir.

4-BARKER Raporu: 1950 sonrasındaki gelişmelerin yönünü ve niteliğini belirlemede etkili olan belgelerden birisi de Barker Raporu’dur. Rapor, Türkiye’nin 1 Gubat 1947’de üye olduğu IBRD (International Bank for Reconstruction and Development - Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası) veya kısa adı ile Dünya Bankası tarafından hazırlanmıştır. Bu rapora göre, devlet yatırımları, özel girişimin özendirilmesi için gerekli olan ve özel girişimcilerin gitmeyecekleri ulaşım, haberleşme, enerji gibi alanlarda yoğunlaştırılmalıdır. Sanayinin özel yatırımların ana genişleme alanı olarak görüldüğü raporda, bu alandaki kamu yatırımlarının süratle azaltılması da öngörülmekteydi. Raporda yer alan kalkınma programından beklenen sonuçlar arasında, özel kesimin gelişmesi için daha elverişli bir ortamın yaratılması da sayılmıştır. Yabancı sermaye konusundaki görüş ve öneriler de çok açık bir biçimde ortaya konmuş, yabancı sermayenin ülkeye yalnız döviz değil, aynı zamanda, Türkiye’nin gereksindiği ileri teknolojiyi ve yönetim bilgisini de getireceği söylenmiş ve Türkiye’nin aşırı devletçi uygulamalar döneminin zararlı sonuçlarını gidermesi gerektiği eklenmiştir.13 Türkiye’nin kapitalist dünya ile iktisadi ilişkilerinin gelişiminde kapitalist dünyayı temsil eden Dünya Bankası ile halen süren yakın temasının ilk en önemli adımlarından biri olarak ortaya çıkan Barker Raporu’nun içerdiği öneriler, Türkiye’nin kalkınma çizgisinde ve bunun bir parçası olan sanayileşme anlayışında uluslararası ve giderek uluslarüstü olması gereken bir kuruluşun eğilimlerini yansıtması açısından önemli bir belgedir. Sanayi yoluyla kalkınmak isteyen bir ülkenin tarım ve tarıma dayalı alanlarda uzmanlaşması önerilmekte, özellikle yatırım yapılmaması önerilen alanlara bakıldığında gelişmiş kapitalist ülkelerin Türkiye’yi hangi gelişmişlik düzeyinde görmek istedikleri açıkça görülmektedir.14 Öncelikle bilinmesi gerekir ki bu rapor, ayrıntılı bir kalkınma plânı olmayıp, hazırlayıcılarının da açıkça belirttikleri gibi, bir öneriler paketidir. Bu öneriler paketinin bir parçası gibi görülen ve özel girişimin desteklenmesi amacına yönelik ABD ekonomik yardımı da, raporun Cumhurbaşkanı Bayar’a sunulmasından kısa bir süre sonra, 1950 yılı haziranı içinde başlatılmıştır. Kurulun çalışmalarına başlamasından yaklaşık bir ay sonra, 4 Ağustos 1950 tarihinde de,”devlet girişimlerinin transferini ve özel girişimin gelişmesini kolaylaştırmak üzere, sermayesi 125 milyon TL olan Türkiye Sanayi ve Kalkınma Bankası kurulmuştur. Sermayesinin yarısının Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası, geri kalan bölümünün de, Türk bankaları ve sanayicileri tarafından karşılanan bu bankanın amacı; “Türkiye’de özel sanayi kurmak, yerli ve yabancı sermayenin sanayi alanına girmesini sağlamak ve Türk sanayinin dayandığı menkûl değerleri özel ellere transfer edip, orada muhafaza etmek...” olarak belirlenmiştir. Başkanlığını ABD’li Mr. Tucker’in yaptığı Yönetim Kurulu’nda; Vehbi Koç, Hâzım Atıf Kuyucak, Hakkı Avunduk, Suphi Argun, Nuri Dağdelen, Mecit Duruiz gibi sanayicilerin bulunduğu bu banka, yalnızca özel girişime hem Türk parası, hem de döviz olarak kredi vermek üzere Türkiye’de kurulan ilk banka olmuştur. Bu banka eliyle Türkiye’de sanayi atılımları desteklenmiş olup, yeni Türkiye Cumhuriyetinin fabrikatörleri devlet eliyle ihya edilmişlerdir. Daha sonra bu bankanın zengin ve sanayici(!) ettikleri TÜSİAD’ı kurmuşlar, Türkiye’nin hep kaymağını yemişlerdir.Mason olmayanların asla kredi alamdığı bir kurum olarak ünlenmiştir. Bu konuda daha önce yazdığımız “Nasıl zengin oldular” başlıklı yazımızı okuyabilirsiniz.

5-FULBRİGHT KOMİSYONU:

99


Orhan BAYLAN_Yazılar

Marshall planı kapsamında alınmasa da Amerika’nın Türkiye’deki eğitime yön vermesi, eğitim araç ve gereçleri, kitapların tespiti gibi bir çok alanda müdahilliği Fulbright komisyonu sayesinde olmuştur. Aslında Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim sisteminde Amerika’yı rol model seçmesi daha kuruluş yıllarına dayanır.1924 yılı yazında Amerika’lı ünlü eğitimci John Dewey 3 ay boyunca Türkiye’de incelemelerde bulunmuş ve yeni eğitim sisteminin rotasını çizen bir rapor hazırlamıştı. Daha sonra 1932 yılına kadar Amerika’dan defalarca eğitim uzman heyetleri gelip incelemelerde bulunup raporlar sunmuşlardır. Bugün Milli Eğitim dediğimiz sitem o yıllarda Amerikalılarca tespit edilen ve tavsiye edilerek şekillenen sistemdir. 1932 yılı sonrası Almanya’dan kaçarak ülkemize sığınan Yahudi ilim adamları da Üniversitelerimizin şekillenmesinde etkin rol oynamış, onların kurdukları kürsülerde şekillenmiştir hemen hemen. Bunun neticesi; mason olmayan hiçbir akademisyenin Üniversite içinde yer almasına kolay kolay izin vermemişlerdir. 1949 yılında iki ülke arasında imzalanan anlaşmayla “Fulbrigt komisyonu” kuruldu. 4 Türk, 4 Amerikalı uzman dan oluşan komisyonun başkanı ABD Büyükelçisiydi. Bu komisyon MEB içinde her zaman bizim müfredatımızı kontrol eden, tavsiyelerde bulunan bir yapı olarak bulundu ve halen ne yazık ki bulunmaya devam ediyor. SONUÇ: Marshall yardımları sayesinde Amerika, ürettiklerini ihraç edebileceği pazarlar bulmuş, bu ülkelerin bir kısmındaki sanayi ve teknik gelişimi engelleyerek kendine bağımlı birer uydu haline getirmiştir. Tabi Almanya gibi bu yardımdan fazlasıyla istifade eden geçmiş know-how birikimi olan ülkeler kısa zamanda kendi sanayilerini oluşturup toparlanmışlardır. Ayrıca Amerika’nın Marshall planıyla elde ettiği en büyük kazanç ; doları dünyanın en çok kullanılan parası olmasını sağlamasıdır. Ve Abd’nin dünya liginin en büyük aktörü olmasını sağlayan faktörde budur. Marshall yardımı sayesinde Türkiye; uçak sanayiinden tarıma, makine sanayinden eğitim alanına kadar her alanda Amerika kontrolüne girmiş, “Küçük Amerika” olacağız derken Amerika’nın uydusu olmuşuz. Bugün yaşadığımız bütün sorunların temelinde 1946-47 yılından itibaren bize giydirilen deli gömleği gelir. Bizi istila etseler bu kadar sahada bu ülkeyi kontrol edemezlerdi. Ama biz maalesef gönüllü köleliğe razı olmuşuz. Türkiye halen devam eden bu prangalardan kurtulmazsa, ne bağımsız ne de gelişmiş bir ülke olabilir. Büyük ve Güçlü Türkiye için öncelikle bizi Amerika’ya mahkum eden bu deli gömleklerinden kurtulmamız gerekiyor. Bunun içinde önce zihni inkılaba ihtiyaç var.Gönüllü kölelerle bağımsızlık kazanılmaz. Köle olduğunun bilincinde olan insanlar elbet bir gün, ayaklarındaki prangaları parçalayıp özgürlüklerine kavuşur. Bizim esas problemimizde bu, köle olduğumuzun farkında olamamak… /Orhan BAYLAN 07 Ekim 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/marshal-plani-ve-kole-turkiye/325

100


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bin Yıl Lazım... Hamit Aytaç son devir yetişen ünlü hattatlarımızdandır. Son zamanlarda yapılan bir çok caminin hatlarını yapan kişidir. Şimdi anlatacağım anekdot bu ülkenin 100 yıldır yaşadığı felaketleri göstermesi açısından çok önemlidir. Her ilmin, dini hayatın, sanatın zaman içerisinde müktesabatı oluşur. Ona şimdi "Know-How" diyor batılı. Ama biz İslamiyetle kazandığımız müktesabatı öyle hoyrat bir şekilde harcadık ki; bunun dünya tarihinde bir başka milletin hayatında emsalini kimse gösteremez. Dini müktesabatımızı son yıllarda türeyen, Batı'lı müsteşriklerden devşirme eserlerle yeni bir şey söylüyormuşcasına milletin dinini tahrif etmede kullanan sözde din adamlarımız yok etmeye çalışır halde ne yazık ki. Tevarüs edemediğimiz ilmi melekelerimizi zaman içinde kendi kendimize kesip, Batı'dan ithal etmeğe bakarken, ne yazık ki bunu da elimize yüzümüze bulaştırarak yaptık. Hele insanlık tarihine hediye ettiğimiz bazı sanatları ki, bir dönem kendi elimizle budadık, yok olması için yasakladık, uğraşanları mahkum ettik. Dünyanın her tarafında talebe yetiştirmiş, eserleri tezyin etmiş olan Hamit Aytaç'ı bu Ülke; yazdığı nefis "Kırk Hadis" eseriyle mahkemelerde süründürmüştür. Lanet olsun böyle zalim kafalara. 1960 ihtilali sonrası Hattat Hamit Bey'inde gidip eserlere süslemeler, yazılar yazdığı Paşabahçe tesislerinin başına bir albay tayin edilir. Bu albay bir gün Hamit Aytaç çalışırken bir müddet onun arap alfabesiyle yazdığı yazıyı seyrettikten sonra: "Hamit Bey; acaba bu yazılar gibi latin harfleriyle de güzel hatlar yazamaz mısınız" der. Hamit Bey: "Onun için BİN YIL lazım" diye cevap verir. Çünkü o hat sanatının her ustası yeni bir şey geliştirmiş, bugün müze duvarlarında, cami mihraplarında, çeşme başlarında gördüğümüz celi sulüs, talik, rika, kufi ve daha bir çok yazı çeşidi ortaya çıkmıştır. Ama bir gün dünya tarihinde hiç bir ülkede olmayan bir uygulamayla bu memleketin evlatları cahil sayılmış, kökleriyle irtibatları kesilmiş, kütüphanelerinde ki 1000 yıllık eserleri okuyup anlayamaz hale gelmiştir. Sadece alfabe değişimiyle kalınmamış, arap alfabesiyle basım yayım yasaklanmış, evlerinde bu tüğrde eser bulunanlara kovuşturma açılmıştır. 1930 yılında matbaa da basılmakta olan Kuranı Kerim sayfalarının ciltlenmesi engellenmiş, bu basılı sahifeler kese kağıdı yapılmak üzere satılmıştır. Komünizm döneminde, Taşkentte, Baku'de, Yugoslavya'da, Yunanistan Gümülcine'de; müslüman halkın arap harfleriyle kitap basmasına ve sahip olmasına yasak konulmamıştır. Yani anlayacağınız; bu memlekette dini bizim dinimiz gibi, ismi bizim ismimiz gibi olan bir kısım yöneticilerin yaptığı zulmü; ne Yunan gavuru ne de komünistler yapmıştır. 100 senede kaybettiklerimizi elde etmek için maalesef 100 sene yetmeyecek kazanmak için. Daha almamız gereken çok yol var... Ve menzile ulaşmak için çok mücadele etmek gerek. Tek avantajımız; ecdadımızın duası, bu milletin hafızasından silinmeyen müktesabatımız ve yolumuzun hak oluşuna olan imanımız.... /Orhan BAYLAN 07 Ekim 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/bin-yil-lazim/326

101


Orhan BAYLAN_Yazılar

Nasıl Kuran Meali Yazmışlar… Bu aralar Kadir Mısıroğlu’nun “Benden Tarihe Haberler” adlı biyografisini okuyorum. Geniş hacimli eser olmanın yanında Türkiye’nin son yüzyılının kalburüstü bütün eşhasıyla olan mukavelemelerini ve onlara bağlı diğer şahıslara ait rivayetleri akıcı bir anlatımla yansıtan muhteşem bir miras. Kim ne derse desin Kadir Mısıroğlu, benim ortaokul yıllarından itibaren keşfettiğim, “Sarıklı Mücahidler” iyle, “Lozan Zafer mi Hezimet mi” fikri yapımızın şekillenmesinde emeği olan biri. 84 yıllık ömrüne sığdırdığı onca maceralı bir hayatı, Türkiye’nin son yüzyılına damga vurmuş şahıslara olan kurbiyyeti dolaysıyla biriktirdiği evraklar kadar, binlerce hard diske sığmayacak sağlam bir hafızasıyla hali hazırda yaşayan bir ayaklı kütüphane aynı zamanda. O eseri okurken Mithat Sertoğlu’nun Tan gazetesi muharriri iken yanına yaptıkalrı bir ziyaret sırasında gördüğü manzarayı resmeder. Masasında bir çok matbu Kuran Mealini almış, kendisi zerre kadar Arapça bilmediği, ulumu diniyyeden bihaber olmasına rağmen Kuran Tercemesi yapmakta. Çünkü o ara Tan gazetesi okuyucularına fasikül fasikül Kuran Meali veriyor. Ayrıca bu Kuran Mealleri Latin harfleriyle de basılsa Kuran ayetleri diye yazılmış sahifeler olsdada yerlere atılmakta, insanlar onlara basmaktadır.İşin bu boyutu vicdanlı olan Müslümanları rahatsız etmektedir. Ve kendisine bunu neden yaptığını sorduğunda, “Ben bu işlerden para kazanıyorum” diyerek başından savar. Daha sonra o yıllarda ki sanırım 1957 yılı, zamanın matbuat umum müdürlüğü ve Başbakanlığa defaatle müracaat etmesine rağmen bu dağıtımı engelleyemez. Yine o kabilden anekdotlar içinde bugün internette meal baktığınızda ilk çıkanlardan biri olan Abdülbaki Gölpınarlı’yla olan tartışmasını aktarır yazar.

102


Orhan BAYLAN_Yazılar

Abdülbaki Gölpınarlı bir kısım insanlarca Mevlevi bilinse de aslında bazı şahitlere göre inançsız bir komünisttir der. Abdülbaki Gölpınarlı’ya meali niye yazdığını, yazdığı mealde bir çok hata olduğunu söylediğinde o da benzer sözlerle müdafa eder kendini. “Ben telif ücretleriyle geçinen biriyim.” Bu konuda yakın senelerde bende şahit olduğum bir olayı aktarayım bari. TRT’nin eski genel Müdürü Şenol Göka; o güzel yemekhanelerinde bende tesadüfen olduğum bir gün masadakilere birazda şikayet ederek; “Bir albay emeklisi var.Kuran-ı Kerim meali yazdığını, bunun TRT tarafından dikkate alınarak insanlara, Atatürkçü ve laik bir bakışla yazılmış böyle bir mealin tanıtımının yapılması hususunda yardım ve desteklerini istiyor.Üstelik bu albayı dinlemem ve dikkate almamı bana etkili görevdeki generaller öneriyor.” Evet bizim ülkemizde ayyaş, işlsiz gazeteci, emekli subay, müsteşriklerin etkisinde ki ilahiyatçı, Fetö’nün sadık müridi, karılarla kızlarla oynaşan sözde alimler hepsi “Kuran eali” yazmıştır. Ve bugün bir ayetin hemen manasına bakıyım diye internete sorduğunuzda ne kadar sapık, cahil, Arapçanın a sını bilmez kişilerin yaptığı mealler sıra sıra önünüze gelir. Ve siz de bunları bir şey sanarak baz alırsınız. Meal; Kuranı Kerimi tam yansıtmadığı gibi, Muradı İlahiyi hiç yansıtmaz. Meal, o yarım yamalak tercemesiyle, okuyanın ayeti kendi, bilgi, eğitim, yaşam şartları, örfü ve anlama kabiliyeti orantısında anladığı bir ibare olur. Herkesin kendi kafasına göre bir Kuran ve din demek olur bu. Muradı ilahi asla değil. Allahu Teala öyle isteseydi Resulunun kanalıyla tebliğ etmez, Kabe’nin damına ceylan derisi içinde konduruverirdi. İşte bu internet mealciliğinden biride Ömer Rıza Doğrul’un mealidir. Daha önce bu şahsın nasıl meal yazdığını anlatmıştık. Mehmet Akif Ersoy’un damadı olan bu güllü foterli ayyaş herif para karşılığı bugün piyasada olan “Tanrı Buyruğu” adlı meal/tefsiri yazmıştır. Ve anlatılır ki; Sirkeci’de her akşam gidip kafa çektiği meyhaneye postu atıp meyhaneciye seslenirken: “Getir baba ordan bir büyük. Bugün Rahman süresinin parasıyla bir ıslatalım!” Evet siz devam edin bu adamları adam diye parlatmaya. Devam edin bunların bugünkü müridi sapkın mealci adamların peşine takılmaya, eşeğin peşine dizilen develer gibi… “Yalnız Kuran”, “İndirilen din- uydurulan din” diye diye ahkam kesip, sonra ciltler dolusu kitap yazıp utanmadan milleti söğüşleyenlerin peşine takılın, devam edin… Bunlar illa güllü foter, akşamları Niko’nun meyhanesinde büyük devirirken görüncemi din adamı olmadığına inanacaksınız…. Sahi; “Siz hiç akletmez misiniz?” /Orhan BAYLAN 08 Ekim 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/nasil-kuran-meali-yazdilar/328

103


Orhan BAYLAN_Yazılar

İdlib'in Önemi Türkiye; Astana görüşmelerinde varılan mutabakat sonucu garantör ülke olarak İdlib'e ÖSO ön kuvvetleriyle bir harekât başlattı. Henüz Türk görev güçleri girmedi. Bugün itibariyle "keşif" güçleri girdi. İdlib aslında uzun zamandır Suriye'nin en karışık bölgesi. Çeşitli bölgelerden oraya sığınmış olanlarla beraber yaklaşık 2 milyon insanın neredeyse sıkıştığı bir bölge. Esed'e muhalif bütün grupların kilim gibi yerler kaptığı, birbirlerini kedi köpek gibi yediği bir yer. Ve bunları bahane eden Rus hava kuvvetlerinin her gün devam eden hava harekatlarında can veren masum siviller. Ateşkese rağmen Esed yani dolaysıyla Rus hava kuvvetleri hiç saldırıyı kesmedi. Çünkü çeşitli mihraklarca kontrol edilen veya nerelerce kontrol edildiği belli olmayan sözde mücahit(!) grupların dangalaklıklarının sınırı yok. Ve bahane arayan Rus ayısı için bundan iyi eğitim ve silah test imkanı yok. Ha ölen Müslüman ve çocuk kadın sivillermiş, bu konuda ne Rus için ne Amerikalı için bir şey fark etmiyor. İşte bu insani duruma bir dur demek isteyen, İdlib'de yaşayan 2 milyon insanın yarın Amerika destekli, PYD/PKK güçlerince bir taarruzla o bölgeden Türkiye'ye doğru hareketlenmesinin vereceği yüke de engel olmak isteyen Türkiye, uzun zamandır "güvenli bölge" oluşturma gayretiyle çabalayıp duruyordu. Şunu unutmayalım; milli hırsla demiyorum ama gerek Irak, gerekse Suriye'deki insani drama kayıtsız kalamadığı için en fazla ekonomik yük Türkiye'nin sırtında. Kendi halkına vermesi gerekeni, mecburi ıskanla muhacir olarak ülkemize sığınmış olan Suriyelilere vererek zaten yeterince fedakarlık yapıyor. O bakımdan yeni göçleri engellemek için yerinde müdahale ederek hem sivil kaybına engel olmaya, hem de orada hakim konumda olan irili ufaklı bir sürü örgütü Suriyeli olmayan unsurlarını dışarıya çıkartıp, yerli unsurlarla da milis kolluk güçleri şeklinde ıslah etmeyi amaçlıyor. Tabi bu arada herkesin gayet iyi farkında olduğu gibi, Cerablus hareketiyle PYD'nin denize inme arzusunun belini kırdı, burada da önüne set çekmeyi amaçlıyor. Lazkiye ile İdlib arasındaki yabancı unsurları sahadan çıkarttığında gelecekte ya Türkiye kontrolündeki yerli unsurlar olacak, ya da güçlenmiş Suriye devletine devredilecek. Her halükarda Amerika'nın uzun zamandır oluşturmaya çalıştığı yapı berhava edilmiş olacak. Amerika'yı hırçınlaştıran, bugüne kadar görülmedik tepkiler veremeye sevk eden de bu gelişmeler. 1947'den beri her istediğini yaptırdığı Türkiye'de artık emir eri gibi davranmayı bırak, karşı koyan, direnç gösteren bir yapı var. 5 yıl önce mevcut hükümetle; daha açık konuşalım Erdoğan'la, Orta Doğu'da ve Türkiye'de istediği gibi at koşturamayacağını gören ve bunu değiştirmek için bütün metaryelleri kullanmasına rağmen bir türlü uzaklaştıramayan Amerika gittikçe hırçınlaşıyor ve hatalar yapmaya başlıyor. 1947'den beri istediği gibi sevk ettiği ve uydusu gibi yönetip sömürdüğü Türkiye'ye, PYD/PKK'yı tercih eden Amerika, kendisi için sonun başlangıcının düğmesine bastı ve Türkiye için farkında olmadan cilalı maskenin altındaki sırtlan dişlerini göstererek iyilik etti. Ve sonun başlangıcı olacak inşallah.... /Orhan BAYLAN 09 Ekim 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/idlibin-onemi/330

104


Orhan BAYLAN_Yazılar

Wasp, Protestan, Amerika Ve İngiltere Orta Doğu bölgesi malum dinler tarihinin havzasıdır. Hristiyan/Yahudi ve Müslümanlar için kutsal olan mekanlar burada, her dinin ziyaretgahları ve Hac mekanları da bu bölgede. Haliyle tarih boyunca bu bölgede hakimiyet kavgası süregelmiş. Denilebilir ki; Haçlı seferleri sonrası Osmanlı hakimiyeti dönemi bölgenin en sakin 400 yıllık zaman dilimi addedilebilir. Haçlı seferleriyle bölgeye hakim olamayacağını anlayan ve Osmanlı’nın tarih sahnesine çıkışıyla saldırgan Batı, kendi topraklarını savunur hale dönüştü. Bölgeye uzun yıllar gelemedi. Ama, Osmanlı’nın olmadığı uzak ülkelere sömürge arayışlarına başladı. Bizim Anadolu deyimiyle; “Bükü dolaştı” Osmanlı’ya ilişmeden sanayi devrimine kadar kendini zenginleştirmenin yolunu aradı. Sanayi devrimiyle güçlenen ve dengeler lehine değişen Batı İmparatorlukları, hem bütün kavşakları tutmuş olan Osmanlı’yı bertaraf etmek, 500 sene kendini tehdit eden beladan kurtulmak, tarihi intikamı alabilmek adına Osmanlı mülküne girmenin yolunu aradı. Bunun için eskisi gibi askerleriyle değil, sivil elemanlarıyla girmeyi tercih etti. Öncelikle tarihe baktığınızda göreceğiniz; ticari imtiyazlar elde etmişler daha sonra, kendi kolonilerinin ihtiyacı olan eğitim kurumlarını tesis etmek için okullar açmışlar. Fransızlar, İngilizler ve peşinden Amerika’lılar ticari ayrıcalıklar elde etmiş, sanayi devrimini ıskalayan Osmanlı yurdunu açık Pazar haline getirmişler, buradaki küçük el işcilerini ve imalatçıları mahvedip ülkenin sosyal dokusunu ve ekonomisini mahvetmişler. Bu arada sevk edildiği 2 Osmanlı/Rus harbiyle de bizi borca alıştırıp imtiyazları elde etmişler. İşte bu dönemde en çok okul açan iki ülke var Osmanlı Devletinde. Fransa ve Amerika. Aslında Fransızların ki devlet destekli ama Amerikalı’ların ki öyle değil tam olarak. Çünkü imtiyazlarla birlikte Osmanlı topraklarında ilk Hristiyan misyonerlerin giriş amacı “Kafirleri irşad” Tabi burada ki esas hedef Müslümanlar değil, diğer Hristiyan mezheplere mensup olanlar. Fransızlar Katolik mezheplerin ülkemizde misyon edinmelerine destek vermiş, Amerika ve İngiltere ise Protestan mezhebi mensuplarının çalışmalarını koordine etmiştir. 1909 yılı öncesi sadece bir İngiliz okulu vardır Osmanlı yurdunda. Ama aynı dönemde elde edilen verilere göre 450 üzerinde Amerikan misyonu vardır. Osmanlı İmparatorluğunu yıkan güç işte bu okulların ve misyonların çalışması sonucu elde edilen ivmedir. Katolikler daha çok büyük şehirlerde misyon açarken, Protestanlar bilhassa etnik ve dinsel

105


Orhan BAYLAN_Yazılar

duruma göre açmışlardır. İstanbul, Beyrut, Harput, Merzifon, Antep, K.Maraş, Mardin, Diyarbakır gibi Ermeni, rum ve diğer milletlere mensup azınlıkların olduğu yerlerde okullar açarak ayrılık ateşini körüklemiştir. Ama Osmanlı’yı yıkan güç olarak neden İngilizler’in adı geçer de Amerikalıların hiç adı geçmez. İzmir’e ilk giren Yunan’lıların, Samsun’da ki başkaldıran Rum’ların, İngilizler İstiklal Caddesinden geçerken azınlıkların ellerinde Amerikan bayrakları olmasına rağmen hiçbir tarihçi niye Amerika etkisinden bahsetmez. İlginçtir değil mi? Sebebi kısaca şu: İngiltere o yüzyılın güçlü devletidir. Askeri, ekonomik ve siyaset olarakj dünyanın en büyük imparatorluğuydu. Amerika daha iç savaşını bile bitirememiş genç bir devlet. Henüz siyaset, birikim olarak yeterli değildi. Ama ikisinin de beslendiği kaynak aynıydı. Protestanlık. Biliyorsunuz İngiltere’de 8. Henry sonrası Katolik Papa’lıkla ipler kopmuş resmi mezhep olarak “Angklanizim” kabul edilmişti. Bu da Protestanlığın 3 ana yorumundan biriydi. İşte misyoner faaliyet yapan Protestanlarla aynı dini saikte oldukları için, farz edelim ki Antep’de faaliyet gösteren American Board misyonu ile ilgili bir pürüzde İngiliz Konsolosluğu’da devreye giriyordu. Amerika’yı kuran güç WASP’dı. Yani White Anglo Sakson Protestan. 45 Amerika başkanından Protestan olmayan 1 tane var. J.F.Kennedy.Onu da 3 yıl sonra hala çözülemeyen bir suikastle ortadan kaldırdılar. Beyaz olmayan da sadece hepinizin bildiği gibi Barack Obama. İster Cumhuriyetçi, ister Demokrat olsun Amerika’yı yöneten WASP’tır. WASP’da işte bu Protestan mezhebindendir. Methodist, Evangelik, Baptist veya bir sürü isimle geçen Amerika’daki kilise mensuplarının hepsinin genel adı da Protestandır. Bunlar 1800 yıllarından itibaren önce ticari imtiyazla, daha sonra bilhassa American Board mensubu misyonerler vasıtasıyla Osmanlı yurdunda yoğun bir çalışma içine girmişlerdir. Robert Kolej eliyle Bulgarları, Merzifon Amerikan Koleji vasıtasıyla Rum ve Ermenileri, Harput, Antep ve D.Bakır Amerikan kolejleri vasıtasıyla Ermenileri, Beyrut Amerikan Koleji sayesinde, arap, keldani, Dürzi ve Maruni gibi etnik dini ve milli kimlikleri bağımsızlıklarını elde etme kjonusunda casusluk faaliyetleri yapmışlardır. Ayrıca; Osmnalı’nın kaçırdığı sanayi çağının verdiği eziklikle eğitimde bu okullar ön plana çıktıkça Osmanlı elit tabakasının çocukları da bunlara yönelmiş ve yıkılış döneminde gördüğümüz aktörler sahneye çıkmıştır. Milliyetinden, dininden utanan aydın müsveddeleri ve devlet yöneticileri bu okullarda beyinleri yıkanarak 600 yıllık İmparatorluğu parçalamışlardır. Osmanlı’yı yıkmayı başaran güçler, Osmanlı mülkünde küçük küçük devletçikler kurdurup bunları kontrollerine almışlardır. Bu bölgenin raconunu 2. Cihan harbine kadar İngiliz ve Fransız’lar keserken büyük savaş sonrası bu güç Amerika’ya geçmiştir. 2. Cihan harbinde ki kaybettikleri mali ve iktisadi güç, savaşın verdiği ağır insani zayiat sonrası bilhassa kıta avrupasından kaçan sermayeyle güçlenen Amerika, Marshal Planı ile e dünya hakimiyetini devralmıştır. Henüz yeni devletleşip güçlenmemiş petrol şeyhlerinin sahip olduğu Orta Doğu devletleri zaten Amerikan kontrolüne itirazsız tabi oldular ve doları kullanmaya başladılar. Marshall Planı’yla da Avrupa devletleri doları yegane para birimi olarak Dünya’nın 3/2 si Amerka saltanatını otomatik olarak kabul etmiş oldu. Sözün özü şu: 200 yıldır bölgeye yatırım yapan Protestanlık eliyle Amerika, bölgede ki bütün menhiyatın aslında geri planında ki aktörüydü. Ama bu işin faturası İngilizlere kesildi. O da namım yürüsün babında buna itiraz etmedi. 1946 yılından itibaren bayrağı resmen de ismen de devraldı. Bugünde Orta Doğu veya dünyanın her tarafındaki karışıklıların arkasında işte bu WASP tabir edilen beyaz anglo sakson Protestan Amerikalı vardır. Ama fatura İngiliz’e kesilir niyeyse… /Orhan BAYLAN 11 Ekim 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/wasp-protestan-amerika-ve-ingiltere/333

106


Orhan BAYLAN_Yazılar

Suni Gündemler Tarihimiz… Aslında Şeriatla yönetilirken “Şeriat isterük” diye yürüyerek başladı bizim absürt gündemle memleketi meşgul etme tarihimiz. Enerjisini tüketme, insanları bir birine düşman edip bölüp ayrıştırma. İşyerinde, kahvede, sokakta, okulda; bu ülke insanlarını bitmeyen, sonuca varamayan ve üstelik kin ve nifak tohumlarını daha fazla büyüten bu “Gereksiz meselelerle, suni problemlerle” memleketin enerjisini boşa akıtmak her kimin projesiyse inanın 100 yıldır kusursuz işliyor. Dış düşmanların filan geyiğine girmek istemiyorum, dış düşmanlara alet olup bu tuzağa düşen ülkenin en elit, okumuş, münevver kesiminin bu girdaba kaptırıp kendini “alet” olmasına yok mu iki kelamınız yani! Kolaycılığa kaç, “Hep dış güçlerin işi”… Eve adamı alan orospuya iki laf etme, kıçını sallayan için eve gelen adamı öldüreceğim diye efelen.. Oh ne ala beyim… Neyse; işte bizim “Lüzümsuz gündemle ülke yönetme” tarihimiz 1908 yılında Derviş Vahdeti ve avanesinin şeriat ülkesinde şeriat isterük diye yürümesiyle başladı. Ayağında giymeye don olmayan, kışın soğukta mosmor olan ayağına bir yemeni bile alamayıp çarıkla gezen bir halkın kafasına 2 çift öküz parasına Yahudi tüccarın üretip sattığı şapkayı giymeyi mecbur ederek devam etti. 1000 senedir Müslüman olan, dini Mübin-i İslam’ın sancaktarlığını yapan bu memleketin insanlarına Ezan-ı Muhammedi’yi, “Tanrı Uludur” diye okuttular, dinlettiler. Kuran okumayı, öğrenmeyi, öğretmeyi yasakladılar. “Müesses nizama “ uymuyorlar diye bu ülkenin bugün bir vilayeti olan Dersim dağlarında ve köylerinde halkın üzerine gaz bombaları, olmadı makinalı tüfeklerle ölüm kustular. Karılarını kızlarını anadan üryan vadilerde gezdirdiler. Küçük kız çocuklarını halayık olarak subay ailelerine verdiler. Çoğunu memleketin çeşitli yerlerine sürdüler…

107


Orhan BAYLAN_Yazılar

Yahu pardon özür.. Kemalist rejimin bunu yaptıkları öyle bir travma yaşadılar ki; şimdi Kemalizmin en yılmaz askeri oldular.. Bunları yanlış saydım… Bunlar hani bahsedilir Amerika’da kölelik zamanı dışarıda çalışan köleler yanında bir de evde hizmet eden artık kendini evin bir parçası sayan, rengini bile unutmuş köleler var… Bizim alevi vatandaşlarımız da aynen onlar gibi… Yüzyıllardır savaşlarda bile kıtlık ve yokluk görmemiş, açlıktan ölmemiş Anadolu halkını savaşa girmeden aç sefil yaptılar. “Allahu ekber” diye ezanı aslına döndüren, milletin kursağına ekmek girmesine sebeb olan, çarıktan kurtaran milletin seçtiklerini; “don, köpek, göbek” davası diyerek yargılayıp idam ettiler. Bitti mi? Nerde, keşke bu kadarla kalıp normalleşseydik. Sağ/sol diye bir bela çıktı. Birileri yurt dışından getirdiği silahları benim gibi gençlerin eline tutuşturup, komşunun oğluna sıktırdı. En önde yürüyen sarkık bıyıklıyı davanın en kadim savaşcısı sanırdık meğer, “istihbarat” ın en yılmaz elemanı çıktı. Durun yapmayın diyene kadar asker geldi tepemize çullandı. Bir sağdan bir soldan asın buyurdu nitekim kumandan. Astılar, adaletli oluyormuş öyle… Kürtleri Diyarbakır cezaevinde her gün falakadan geçirdiler, ziyaretine gelen anası Türkçe konuşmuyor diye görüştürmediler. Kürtçe şarkı söylemeyi bile yasakladılar. Sonra başımıza PKK’yı bela ettiler. Hala da uğraşıyoruz. Okula başörtüsüyle giremezsin dediler. Devlet dairesinde baş örtülü çalışamazsın. Yıllarca tartıştık bunu… Koca koca profesörler gencecik kızları ikna etmek için odalar kurdular üniversitelere. Ulan şerefsiz herifler, yazık değil mi bu ülkenin onlarca yıllık enerjisini boşa akıtmaya, gündemini meşgul etmeye, zulüm ve eziyete. N’oldu şimdi baş örtülü okula ve çalıştığı kuruma girince memleket elden mi gitti. Ah garip memleketim benim… Şimdi gündem nikahı müftü kıymalı mı/kıymamalı mı? İnan gülüyorum… Hırsımdan.. İçimden öyle pis küfürler ediyorum ki şurada birini yazsam sayfamı kapatırlar sanırım. Bunların hepsi; bu lüzümsuz gündem tarihimizden akrtardıklarım, bir ülkenin kadükleşmesine, küçülmesine sebep olan amiller. Ülke barışına, üretmeye, bir şeyleri keşfetmeye yarayan değil, bilakis bu çalışmaları baltalayan hususlar. İmparator devletler, yani büyük olmayı kafaya koyan, çok anasırlı devletler büyük düşünen, küçük problemlerle enerjisini boşa harcamayan devletlerdir. Osmanlı 600 sene bu toprakları idare etti. Bugün 64 ülke olan 3 kıtada milyonlarca kilometre kare genişlikteki toprakları çok az bir güçle, yönetti. Bugün 3 devlet, 2 tane devlet olmaya çalışan Kenan ilini yani Ürdün, Lübnan, İsrail ve iki Filistin yapısının olduğu toprakları bir tabur askerle dörtyüz elli sene idare etti. Bugün bu iletişim çağında, bu kadar silah ve mühimmat, orduya rağmen huzuru temin edebilmiş değiller. O devirde sadece Müslüman mı yaşıyordu o topraklarda? Hayır… Bugün ne kadar etnik dini ve milli yapı varsa o gün de vardı. Osmanlı’nın nasıl idare ettiğini anlamak isteyen Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbulu feth ettikten sonra yayınladığı fermana baksınlar. “Topraklarımız dahilinde yaşayan zımniler; ibadetlerinde ve muamelat(evlenme, boşanma, miras hukuku) gibi konularda Patrikliğe tabidirler” Türkiye büyük devlet olmak istiyorsa; küçük meseleleri tartıştırmaya bile gerek olmadan anayasa maddesiyse millete götürerek, kanunsa Mecliste hallederek, Bakanlar Kurulu kararıysa Bakanlar kurulunda, yönerge ve tamimse ilgili bakanlıklarda meseleyi çözerek bir an önce normalleşip, bu suni gündemlerden kurtulmalıyız. Yoksa denizi geçer, bir kaşık suda boğuluruz. Vesselam… /Orhan BAYLAN 15 Ekim 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/suni-gundemler-tarihimiz/338

108


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bylock Ve Bahis Çeteleri Üzerine... En son yazmam gerekeni en başta yazayım. Bylock soruşturması Erdoğan’ın 2019’da seçilmemesi için kurulan en baba tuzaktır. Bu işi kim organize ediyorsa; bu işin içinde kim varsa, Erdoğan adına Erdoğan’a en büyük kazığı atıyor. Şuna inandım artık; Sayın Cumhurbaşkanı’nın etrafında öyle bir halka oluşturmuşlar ki; ..mış gibi yaparak, göstermelik bazı hareketlerle esas resmi gizlemeye çalışıyorlar. Gerçekte 17-25 Aralık’tan beri Erdoğan için, daha doğrusu paralel yapının yapmak istediği kumpası fark edip ülkenin geleceği için cansiperane mücadele eden, canlarını dişlerine takan, sabahlara kadar adliye de nöbet tutan savcı ve hakimler şu an sağa sola darmadağın edildiler. Bylock konusunu az sonraya bırakıp hazır bu konuya girmişken devam edelim. İstanbul Başsavcı vekilliğinden Büyükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığına tayin edilen Orhan Kapıcı; 25 Aralık 2013’de Bilal Erdoğan’ı içeriye almaya çalışan o bildirici savcılar karşısında cansiperane duran yiğitlerden biriydi. 4 gün 4 gece evine gitmeden "Erdoğan’ı alabilmek için Bilal’ı almaya çalışan" paralel çetenin polis ve savcılarına karşı amansızca göğüs geren, bunun için savaşan biriydi.

109


Orhan BAYLAN_Yazılar

Minnetsiz, korkusuz ve vatan sevgisinden başka derdi olmayan bu savcımız, en son kumar ve bahis çetesinin gayretleri ile Yargıtaya düz savcı olarak atandı. Orhan Kapıcı; Kıbrıs’ta üslenen ismi nezdimizde mahfuz bu kumar ve bahis çetesi liderinin Türkiye’den her sene 5 milyar dolardan fazla parasını kanunsuz ve vergisiz olarak dışarıya götürdüğünü tespit ederek bunlarla ilgili hukuki mücadeleye başladı. Daha eski davalardan hakkında tutuklama kararı olan ama elindeki yüksek rantı daha önce Fetö örgütü savcı ve hakimlerine yedirdiği için tutuklanmayan bu lideri ceza evine attırdı. Tabi bu arada hükümete yakın, hatta köşke yakın bazı hukukçular devreye girip bu davayı bırakmasını kendisine tembih ettiler. MASAK tarafından da takip edilen biri olan bu bahis çetesi lideri hakkında işlem yapmayan kolluk ve hukuk, bu davayı takip eden Başsavcıyı düz savcı olarak Yargıtay’a tayin ettirerek çok yakında davanın sümen altı edilmesini, tutukluların salıverilmesini sağlamayı amaçlıyorlar. Türkiye’nin kanını emen böyle bir yapının hukuk sistemi içinde kendine yandaş bulması ne kadar acı değil mi? Ve Orhan Kapıcı; Bilal Erdoğan’a göğsünü siper etmiş olan bu Başsavcımız, ne yazık ki Sayın Cumhurbaşkanımıza ulaşıp meseleyi etraflıca anlatma imkanı bile bulamıyor. Bu Sayın Erdoğan’ın etrafında nasıl bir yapının oluştuğunu göstermek için verdiğimiz bir örnek. Bylock konusu ise daha komplike bir konu. Şöyle ki; bylocku cihazına indirmiş veya indirdiği iddia edilen sanırım 250-300 bin kişilik listelerden söz ediliyor. Bu kişileri tutuklayarak, ev hapsi verip sosyal hayattan çekerek, memuriyetten atarak maddi imkansızlıklara iterek, bir mağdur/ memnuniyetsiz çevresi oluşturuluyor. Bu listeler MİT’ten adliyeye geldiğinde çoğu şehirlerde hakimler sorgusuz sualsiz tutuklama kararı veriyor. Her bylock kullanıcısının eşi dostu akrabası diyerek bir hesap yaptığınızda, bu uygulamadan dolayı AK Partiye daha doğrusu Erdoğan’a düşman çok büyük bir kitle oluşturuluyor. Ve bunların ekseriyeti AK Partiye oy veren insanlar. Hukukçular için Yargıtay kararı mazeret. Ama insanlar için de bu mağduriyetler mazeret. MİT’in verdiği listeyle aylarca içeride yatan kişilerin bylock dökümleri gelmiyor. İddianame hazırlanıp mahkemeye sevk edilmediği için dosyasına hiçbir şekilde erişilemiyor. Ve şu an Anadolu’nun her şehrinde bu homurdanmalara sebep oluyor. Öncelikle yapılması gereken şu: MİT dökümlerle beraber vermedikçe kimseye ilişkin bylock tutuklaması yapılmamalı. Cihaza indirilmiş görünmesine rağmen, hiç iletişim kurulmamışlarla ilgili acilen takipsizlik kararı verilmeli. Cihaza indirmiş, iletişim kurmuş, mesaj yazmış ve almış kim varsa geberene kadar yatsın… "İndirmedim" diye çırpınanlara da indirdiği ispat edilebilmeli. Ama bunların hepsini bir kazana koyup toplumda Erdoğan öfkesi oluşturmak için sistemli bir çalışma yapılıyor sanki. Sayın Cumhurbaşkanım; Sizin Fetö örgütüyle mücadelenizde sizinle beraber görünüp sizin altınızı oymaya çalışan bu sülüklere dikkat edin. 2019 yılında sizi yıkacak olan muhalefetin çalışması ve başarısı değil, sizin kurmay heyetinizin beceriksizliği ve basiretsizliğidir. Daha geç olmadan bu konularda ciddi bir atılımlar olmazsa, mart seçimlerini değil, Cumhurbaşkanlığı seçimlerini de unutun derim… Kumar ve bahis çete liderini tutuklayan bir Başsavcı görevinden anında alınıyorsa o ülkenin adalet sisteminde büyük çatlaklar var demektir. Bylock listelerine külliyenin en kudretli adamlarının şahsi husumet duyduğu isimler yazılıp mağdur ediliyorlarsa, Bir kısım polis şefleri milyon dolarlarla bazı bylock kullanıcısı iş adamlarını temizliyorlarsa, Bylock indirdi diye her cihaz sahibini; ateisti, komunisti, kemalisti, gizli fetö’cüsü ve en kötüsü de ne şiş yansın ne kebap diyen hakim ve savcılar, daha fazla mağdur oluşsun diye habire tutuklamalar yapıyorsa, insanlar nereye kime güvenecekler. 2019’da Türkiye’ye yazık olacak… /Orhan BAYLAN 16 Ekim 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/bylock-ve-bahis-ceteleri-uzerine/339

110


Orhan BAYLAN_Yazılar

İstifa İsteyen İlk Erdoğan Mı? Yıl 1930. Yurt gezisine çıkan Mustafa kemal 22 Kasım günü Kayseri istikametinden Samsun’a gelir. Belediye seçimleri yeni yapılmış ülkenin her tarafında olaylar olmuş, çok miktarda insan tutuklanmıştır. Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHF) kısa zamanda yaka silken halk muvazaalı olarak kurdurulmuş olan Serbest Cumhuriyet Fırkasına (SCF) yoğun ilgi göstermişti. 1 ay süren Belediye başkanlığı seçimlerinde eğer adil bir seçim imkanı olmuş olsa, belki bazı yerlerdeki adaylara has olmak kaydıyla CHF büyük bir yenilgiye uğrardı. Bir çok şehirde vali kaymakamlar ve askeri erkan halka baskı yaparak CHF’ye oy vermelerini sağlamışlar, Konya, Antalya ve Adana gibi şehirlerde çok miktarda tutuklama yapılmıştır. “Bu seçimin galibi Vali, Kaymakam ve askeri erkandır çocuk” diye bunu M.Kemal kendisi A.Hamdi Başar’a bizzat itiraf etmiştir. Arkadaşı Ali Fethi Okyar’a kurdurduğu bu partiye gösterilen yoğun ilgi M.Kemal’i sinirlendirmiş ve seçimlerin sonunda Ali Fethi Bey’den partiyi lağv etmesini istemiş, tabi bu emri anında yerine getirilmiştir. Samsun Valisi Kazım Paşa diğer şehirlerdeki idari görevlilerin aksine CHF’nin seçimleri kazanması için baskı yapmayıp tarafsız kalmış ve büyük şehir olarak sadece Samsun’u kazanabilmiştir SCF. SCF’nin ağır toplarından Ahmet Ağaoğlu: “Eğer yurt genelindeki bütün valiler Kazım Paşa gibi tarafsız davransaydı SCH bütün yurdu alabilirdi” der. İşte Samsun Belediye Başkanı’da o dönem kereste ticaretiyle uğraşmakta olan Boşnakzade Ahmet Resai Bey’di. Yurt henüz tartışmalı bir seçim ve arkasında kapatılan bir partinin aksülameliyle çalkanırken girmişti Gazi Samsun’a.

111


Orhan BAYLAN_Yazılar

Akşam bugün Gazi köşkü olarak kullanılan binada şehrin ileri gelenleriyle mutat rakı masasında demlenirken, Vali Kazım Paşa’ya: “Belediye Reisi nerede?” Diye sorar M.Kemal. Apar topar Belediye Reisine haber verilir ve oda masaya oturtulur. Belediye Reisi gerekli saygıyı gösterir ve kendisinin SCF’den olduğu için davet edilmediğini, kendisinin de davet edilmediği bir yere avdet etmesinin uygun olmayacağını düşünerek gelmediğini izah eder. Rakı teklif edilir. içmediğini dolaysıyla bu ikramı yerine getiremeyeceğini söyler. Alkolden yavaş yavaş gözleri kızarmaya başlayan sarı saçlı mavi gözlü küçük dev adam’ın, çakmak çakmak olmaya başladığı hissedilir. “Reis Bey artık SCF lağv edildiğine göre siz de istifa edersiniz” Der M.Kemal. “SCF kapatılmış olsa bile beni bu göreve layık gören Samsun halkıdır. Ben istifa etmem Gazi Hazretleri. Bana tevdi edilen bu hizmete küfranı nimet etmem. Siz verirsiniz Danıştay’a, seçimi iptal ettirir ve görevden aldırırsınız Paşam.” Diye o günün en kudretli adamına karşı gelir. Ortalık buz gibidir. Ve bir müddet daha oturan Boşnakzade Ahmet Resai Bey işlerinin çok olduğunu öne sürerek izin ister ve ayrılır. “Belediye gittikten sonra ortalık buz keser. M.Kemal’i tanıyanlar onun nasıl sinirlendiğini anlamışlar ve sinirinin muhatabı olmaktan korkarak susmaktaydılar. Ve siniri aşikare belli olan M.Kemal: “Kazım Paşa nasıl belediye Reisi seçtirdiiniz böyle. Reisicumhur gelir şehrine karşılamaya gelmez, rakı sunarız saygısızca içmez, “reislikten imtina et deriz” bizi dinlemez.” Der. Tabi yurt genelinde kazanılan 31 belediye başkanından bir kısmı istifa etmiş, bir kısmı da CHF’ye geçmiştir. Samsun Belediye Reisi Boşnakzade Ahmet Resai beyi bir müddet sonra Danıştay sözde belediye seçimlerini geçersiz sayarak görevden almıştır. İşin garibi CHF’ye geçen belediye reisleri göreve devam etmiştir.! Samsun Valisi Kazım Paşa’da iki gün sonra görevden alınmıştır. Çankaya sofrasında Kazım Paşa’nın görevden alınmasıyla istihza yapan birine M.Kemal sert çıkarak: “O bizim emrimize uygun davranmadığı için talimatımızla görevden alınmıştır” demiştir. Boşnakzade Ahmet Resai Bey görevden alındıktan yaklaşık 10 ay sonra şüpheli şekilde ölmüştür.! İşte bugün AK Parti’li belediye başkanlarının görevlerinden istifaları istenmesi olayını bir de geçmişin perdesinden görün istedim. Üstelik başka bir partinin değil, bugün kendi aday gösterdiği, kendi partisinin oylarıyla seçilmiş bazı belediye başkanlarının direnmesi yukarıda anlattığımız olayla pek bağdaşmıyorda. O M.Kemal Reisicumhur’du ama her partiye eşit mesafedeydi diyecek olursanız şunu derim; o günlerde Gazi Hazretleri aynı zamanda Cumhuriyet Halk Fırkası’nın genel başkanıydı. İki olayın benzeyen ve benzemeyen yönleriyle yorumunu sizlere bırakıyorum. Ama şu bir gerçek; bugün yaşadığımız her şeyin tarihte izlerini görüyoruz, yani tarih hep tekerrür ediyor…. /Orhan BAYLAN 20 Ekim 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/istifa-isteyen-ilk-erdogan-mi/343

112


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ali Express Ve İpekyolu Projesi Üzerine… Geçenlerde mutat kitap gönderimi için sık sık gittiğim PTT Kargo bölümündeydim. Önümde ortaokul öğrencisi olduğu belli olan 3 genç kız gişedeki görevliye: “Abla bizim kargo gelmemiş mi hala bakar mısın “dediler. Kontrol eden görevli; gelmediğini söylediğinde ama 1 ay oldu hala niye gelmedi ki kargo diye üzüldüler. “Aliexpress’ten mi” deyince görevli, “Eveeeet” dediler kızlar bir ağızdan. “Gelir gelir “ diye teselli etti kızları. “Ama geçenlerde arkadaşlarımızın kargosu 15 güne kalmadan geldiydi” dedi kızlardan biri. “Ne alıyorsunuz o siteden” diye bende merakla sordum. “Telefon kapağı” dediler. Evet bugünlerde Aliexpress adlı Çin alış veriş sitesi pek revaçta. Şahsen bir arkadaşta gördüğüm durum beni hayrete düşürmüştü. 1.5 $’lık bir emtiayı Hong Kong’dan özel koruyuculu zarfla ki o zarfı 1.5 dolara alamazsın Türkiye’de, binlerce kilometre uzaktan kargo dahil yolluyor. Zarfı evirmiş çevirmiş ve bu üretim/nakliye girdabından çıkamamıştım. Zira ben Bafra’dan gelirken ilaç yazdırmak için aldığım anne ve babamın kimliklerini 9 TL kargo ücretiyle yollayabilmiştim. İstanbul’dan Bafra’ya 3 dolara yakın sadece Kargo bedeli. HongKong’dan İstanbul’a Üretim/Korumalı zarf/Kargo

113


Orhan BAYLAN_Yazılar

dahil 1.5 dolar. Aliexpress adlı ucuz mallar ki bazı ürünler cidden cazip ülkelerin kabusu. Sanırım bazı ülkeler bu konuda engeller/kısıtlamalar getirmeye başladı. Ayrıca ülkeler sanal ticaret ve sosyal media, bahis şirketlerinin sınır tanımaksızın yaptıkları bu vergisiz kazancını engellemenin yollarını aramaktalar. Ki bu konuda yerden göğe kadar haklılar. Geçen yıllarda Twitter’la yaşananları ve halen tatil ve otel hizmeti sunan Booking şirketiyle çözülemeyen ve erişime engellenmesi halen devam eden durum malumunuzdur. Aliexpress şirketinin Türkiye’de bir ofisi var mı, vergisini ödüyor mu, bu ürünlerin girişleriyle ilgili bir kısıtlama var mı bilmiyorum. Bildiğim kadarıyla 100 Dolar üstü ürünlerde kargo şirketleri faturaları maliyeye ibraz etmek ve gümrüğe tabi olması gerekiyor ama bununda çözümünü aliexpress yetkilisinin arkadaşıma verdiği Türkçe cevapla nasıl çözdüklerini görelim: “Biz zaten 10 dolar kesiyoruz faturayı canim.” Aliexpress üzerinden mevzuyu ülkemizde de pek heyecanla karşılanan, Pekin’den kalkan trenin Londra’ya kadar gideceği üzerine bina edilen “İpekyolu “ projesine getirmek istiyorum. Çin şu an Amerika’dan sonra Dünya’nın en büyük ekonomik gücü.12 Trilyon dolar. Dünya sınaı madde üretiminin %40’nı Çin üretiyor. Çin şu an sadece nakliye handikabıyla Batı pazarını çökertememiş durumda. Tabi bunun yanında henüz üretimde kullandığı insan sağlığına ilişkin boyalar filan konusunda da sabıkası dolaysıyla daha temkinle yaklaşılan bir üretici. Ama üretim handikaplarını yok ederek, nakliye dezevantajını da avantaja çevirerek Dünya ticaretinde korkunç bir yere gelmesi kaçınılmaz görünüyor. Bu proje için Asya kalkınma Fonu diye bir fon ayıran Çin’in harcamayı planladığı rakam 900 milyar dolar. Çin’in bu projesiyle aslında Amerika’nın 2.Dünya savaşı sonrası pazarı ele geçirme stratejisi olarak uyguladığı ve parasını dünyanın en konvertibilite parası haline getirdiği Marshall Planı’nı taklit ederek piyasaya hakim olma stratejisi olarak görenler var. Peki bizi tarihi İpekyolu ismi haricinde bu projenin neresinde karlıyız? Eskiden kervancılar bizim tebamız olabilirdi, konakladıkları kervansaraylarda yedikleri, içtikleri, harcadıkları ülkeye kalırdı, sergi açtıkları pazarda narh öderlerdi ülkenin “İpekyolu “ ticaretinden karı vardı. Hongkong’dan trene yüklenip, İstanbul’a gelen ucuz Çin malı’nın bana ne faydası olacak. Benim yerli üreticimi saf dışı etmekten başka. Şu anda da birçok sektörde 2-3 aylık teslimat koşullarıyla bu ticaret zaten firmalara kepenk kapattırmış durumda. Bunu 1 haftaya düşürmek daha çok sektörde Türk yerli üretiminin fabrikasını kapatması demek. Ya da yük vagonuna dolmuş ve çok hızla yol alan Londra’ya giden bir yükün ülkeme katacağı katma değer ne olabilir? Tek şey şu olur sadece. Çok para kazanıp semiren Çinli iş adamları ve çalışanlar, paralarını harcamak için tarihi turistik bir ülkeyi gezmeyi amaçladıklarında belki Türkiye’ye de gelirler diye umut edip duaya çıkmak olabilir. Onun için; ismi hariç bize hiçbir şey katmayacak bu projeyi ezberletilmiş şablonlarla değil, daha mantıklı ve realist yaklaşımlarla irdelemekte yarar var. Sen hele önce Aliexpress’den gelenleri bir kontrol et, İpekyolu projesiyle gelen vagonlar dolusu ürünlerden belki gümrük vergisi alırsın… Haksız mıyım?

/Orhan BAYLAN 22 Ekim 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/aliexpress-ve-ipekyolu-projesi-uzerine/346

114


Orhan BAYLAN_Yazılar

Amerika'nın Yeni Oyunu Amerika ilerleyen günlerde Türkiye'nin Metin Topuz tutuklamasına, karşı hamle yapabilir. Tabi Zerrap üzerinden. CNBC-e'nin yayınladığı bir görüşe göre; ilerleyen günlerde Reza Zerrap itirafçı olabilir. Yazıda; Türkiye'de CB Erdoğan dahil bir çok üst düzey siyasetçinin kirli ilişkilerine nasıl göz yumduğunu, uluslararası para ticaretini nasıl yasa dışı yaptıklarına ilişkin itiraflar yapabilir dendi. Aslında bana göre Reza Zerrap'tan bu itiraflar çoktan alındı ve Türkiye ile el altından pazarlıklar yapılıyor. Zira ne kadar mahkemeler üzerinden yapılsa da bu davalar siyasi davadır ve devlet sırları niteliği taşır.Yani bu davaların sonuçlanması mahkeme salonlarında değil, devletler arası pazarlık masalarında biter. Şunu artık herkes biliyor ki; 15 Temmuz darbe kalkışması, NATO şemsiyesi altında CIA ve Pentagon darbesiydi. Fetö üzerinden ağız dalaşı yapılsa da bu işleri takip eden herkes biliyor ki; İncirlikteki hareketler, o günlerde CIA güdümlü çeşitli fon elemanlarının ülkemizde cirit atmaları, yine Strapor gibi kurumların seyirleri, Büyükelçilik ve Konsolosluk izlemeleri, Fetö örgütü elemanlarının CIA personelleriyle görüşmeleri ve deniz aşırı bağlantıları işin ucunda Amerika'nın olduğunu gösteriyordu. Ama ikili ilişkilerdeki hassasiyet, Abd'nin üstün teknolojik ve uluslararası kurumları manipule edebilmesi, elindeki silah gücü, dolaysıyla açıkça bunu ifade etmekten kaçınıp tali yorumculara söyletti Türk tarafı. Ama Amerika; kendine has kaba, hoyrat Texas'lı tavrıyla hiç alttan almadan, aynı pişkinlikle, içeride ve dışarıda Türkiye aleyhine çalışmaya devam etti. Türkiye bu süreçte elindeki delillerle zaman zaman üstünlük sağlasa da; Abd'nin yukarıda da değindiğimiz güdümünde olan uluslararası kurumlarla Türkiye'yi devre dışı bırakma, hatta "Teröre destek veren ülke" ilan etme ile tehdit etmesi, bizi zorlayan konuların başında geliyor. Tabi Irak ve Suriye'de ki oluşturulmaya çalışılan durumlar karşısında zaman zaman Abd ile hareket etme zorunluluğu, arazideki diğer etkili devletler İran ve Rusya'nın güvenilmezliği bizim elimizi kolumuzu bağlayan amillerden. İşte Amerika tarafı; Metin Topuz'un tutuklanması ve vize yasağına karşı misliyle mukabele karşısında şimdi ilk olarak Zerrap'ı itirafçı olarak sahaya sürecek. Devamında uluslararası mali kurumları devreye sokarak Türkiye'ye yaptırım uygulatmaya çalışacak. Tabi bu aynı zamanda Türkiye'nin 2019 seçiminden önce devreye sokulacak ki; hem Uluslararası yaptırımlarla Türkiye'yi dışarıda tehdit edecekler, hem de Recep Tayyip Erdoğan'ı içeride yolsuzluk ve rüşvet suçlamasıyla yıpratarak Başkan olmasına engel olacaklar. Aslında tek dert Erdoğan. Son yıllarda Türkiye ve etrafındaki her problem ondan kaynaklanıyor. Erdoğan olmasa bütün bu oyunlara, tezgahlara hiç gerek olmayacak. 70 yıldır olduğu gibi "Koş Joe pardon memet" deyip istedikleri gibi Türkiye'yi "stratejik müttefik" olarak yönetmeye devam edecekler. Ah şu Erdoğan yok mu Erdoğan. Bütün çıbanın başı o! /Orhan BAYLAN 22 Ekim 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/amerikanin-yeni-oyunu/348

115


Orhan BAYLAN_Yazılar

Akşener Üzerine Eski Bir Yazı Meral Akşener MHP’den ihraç edildi ama siyasi hayattan çekilmedi. Yeni bir parti arayışları, 2019 yılında Erdoğan’ı devirebilecek muhtemel odaklarla iş birliği zeminlerini araştırma soh hızla devam ediyor. Bu arada bu hanım siyasetçimizle ilgili Fetö’cü, Fetö projesi olduğuna ilişkin bir sürü söylemler dolaşıyor. Siyaset sahnesine birden düşmesi, ani yükselişi ve uzun yıllar değişik partilerde hep önde olmasının sebebi olarak aslında bu melanet örgütün desteğiyle izah ediliyor. Doğrudur yanlıştır o kadar emin değilim. Ama kendimin de aktörü olduğum 2004 yılında olan bir olay o gün için çok anlamlı olmasa da bugün çok şey ifade ediyor. Burada daha önce bir kez yazmıştım ama; yine gündem olan isimler dolaysıyla tekrar etmekte yarar görüyorum. 2004 yılında eski çalıştığım ajanstan bir arkadaşım arayıp bir medya planlama işi olduğunu, yapıp yapamayacağımı sordu. Bende olur verince buluşmak için verdiği günde Harp Akademileri komutanlığı binasına gittik. Deniz Harp Akademileri Komutanı İlker Güven’in eşi ve birkaç kişi oturup tanıştık, yapılacak işle ilgili aramızda fikir teatisinde bulunduk. Çaylar kahveler içildi hatta bir ara Suna Hanım’ın eşi Amiral’in jest olarak gönderdiği bir sepet meyveden da tattık. Suna Hanım birkaç gün sonra reklam veren şirkete gideceğimizi söyledi ve ayrıldık. Randevu günü bu aralar kayyuma devredilmiş olan Kaynak Holding’in Çamlıca’daki binasında toplantıya katıldım.

116


Orhan BAYLAN_Yazılar

Feto’nun 2 numaralı adamı denilen Mustafa Özcan’ı da ilk ve son o gün gördüm. Reklamın boyutu, bütçesi, nerelerde yayınlanacağı genel olarak konuşuldu. Neyse uzatmayayım. Libadiye’de o grubun reklam ajansı olarak kullanılan bir binada yanıma verdikleri genç bir arkadaşında yardımıyla medya satın almalarını ve planlamalarını yaptım. İşin tamamı 320 bin dolardı. Benim ücretim %1’di.Yani 3200 dolar. O günlerde açlıktan nefesim kokuyor, bu paranın hayaliyle gidip geliyorum Libadiye’ye tabi. Ama reklamlar yayınlanmadı. Benimle beraber reklamların hazırlanmasına 20 bin dolar harcandıysa gerisi Suna Hanım Güven’de kaldı. Anlaştığım ücretin bir kısmını işi yaparken almıştım, geri kalan 2000 dolar gibi bir rakamı defalarca aramama rağmen alamadım. Her defasında paraları harcadığını filan anlatıp durdu Suna Hanım. Hatta bir aramam da aramızda şu konuşma geçti: “Ya zaten 140 bin dolar’ını Meral abla (Akşener) aldı. Bana bir şey kalmadı. Amerika’ya gittim geldim, param bitti.” “Ben de Allah belanı versin” deyip paranın peşini bıraktım. 1 yıl geçmedi ki Hürriyet gazetesinde manşet: “Eşim, Ergenekon belgelerini cemaate para karşılığı sattı” Yani bedduası bu kadar çabuk geçecek biri olduğumu sanmıyorum, olsa olsa benden önce canlarını yaktıklarının ahı tutmuştur diyebilirim. Ve yıllar sonra Fetö operasyonu kapsamında Gölcük donanma da çıktığı söylenen gizli belgelerin kaynağının Suna Hanım Güven’in eşi Tuğamiral İlker Güven olduğu iddia edildi. Bu arada İlker Güven’e cemaatin kanca atıp onu ele geçirmesi az buz bir şey değildir. Zira benim bu işli yaptığım dönemde Deniz Harp Akademileri komutanı olan paşa, geleceğin Deniz Kuvvetleri komutanı olarak niteleniyordu. İşte biz ekmek paramız derdindeyken hasbelkader, 10 yıl sonra Türkiye gündemine Fetö ile ilişkili iddia edilen Meal Akşener’le ilgili böyle bir şeyin içinde bulundum. Resmi adı reklam ama örtülü olarak bir üst düzey asker ve politikacıya rüşvet olan bu trafiği bana iki kere beyan etti. Bugünn kabul eder ya da etmez bilemem. Aradan 10 yıl geçti. Suna Hanım'ın iddiası böyleydi. Meral Akşener olayın neresinde idi? Bu parayı projede hangi hizmeti için almıştı bilemem. Ya da gerçekten almış mı idi o da iddia sahibine ait. Konu ile ilgili Meral hanımın da elbet söyleyecek bir şeyi vardır. Ödeme varsa ve resmi kanallar ile yapıldı ise banka kayıtları da muhakkak mevcuttur. Peki bu işin aslı neydi? Ne yapılmaya çalışılmıştı? Öncelikle; parlak bir amiral olan Deniz Harp Akademileri Komutanı İlker Güven’e eşi kanalıyla kanca atılmış, rüşvet verilmiş oluyordu. Peki Suna Hanım'ın iddiası doğru ise Meral Akşener bu işin neresinde idi? O kısmı bilmiyoruz. İşin sonu: Fazla zaman geçmeden İlker Güven Paşa ile Suna Hanım boşanarak, basın kanalıyla müthiş bir savaşa tutuştular. Suna Hanım Paşa’nın bavul dolusu evrakı cemaate verdiğini, karşılığında yüklü miktarlarda para aldığını iddia etti. Gölcük’te çıkan belgelerin işte bu alış verişlerde cemaate verilen belgeler olduğunu iddia etti Suna Hanım. Mustafa Özcan’da “Suna Hanım bizi dolandırdı. Reklam yapacağım dedi yapmadı” diyerek dolaylı rüşveti yıllar sonra itiraf etti. /Orhan BAYLAN 25 Ekim 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/aksener-uzerine-eski-bir-yazi/356

117


Orhan BAYLAN_Yazılar

"İyi Olacak" 17-25 Aralık sonrası Erdoğan o zamanki adıyla cemaate savaş açtığında tabi kadroların ekseriyeti o yapının eline geçmişti bile. Ve devletin Başbakan'ın en yakın çalışma arkadaşları bile o yapıya ve o zamanki adıyla "Muhterem Hocaefendiye" hiç kötü bir sıfat yakıştırmıyorlardı. Bülent Arınç ve Hayati Yazıcı'nın 17-25 Aralık çok sonrası 2014 yılı içerisinde ki söylemlerinde bile bu ifadelere rastlamak mümkündü. İşte o günlerde ben şahsım hem yazılarımda hem dost meclislerinde 17-25 Aralık'ın kumpas olduğunu ispat eden, açılan dosyaların kasıtlı, saptırılmış ve montajlarla dolu olduğunu anlatan konuşmalar yapıyordum. Bazı bakanların "Ahlaksız" ve "makamı suistimal" etmiş olmalarına rağmen; açılan dosyaların "Rüşvet ve yolsuzluk" la ilişkilendirilemeyeceğini anlatıyordum. Bu dosyalar üzerinden aslında Erdoğan'ı indirmeye matuf olduğunu, Uluslararası bir çalışmanın parçası olduğunu izah ediyordum. Yazılarımla da, konuşmalarımda da o gün neyi savunduysam bugün de aynı fikirdeyim. İşte o yapıya iltisak etmiş, meyletmiş, hizmet etmiş eş dost ve akrabalarımla da konuşup tartışıyorduk. Ve o günlerde daha bir yoğun şekilde yaptıkları hizmet/himmet toplantı gecelerinde verilen şevk ve gazla konuştukları o kadar belliydi ki bazılarının güler alay ederdim. Genelde söylem şuydu: "İyi olacak" Dershaneler kapandı, iyi olacak dediler, adli temizlik yapıldı iyi olacak dediler, şirketlerine kayyum atandı, iyi olacak dediler, adamları bir bir içeri tıkılmaya başladı iyi olacak demeye başladılar. Hatta bir akrabama şey demiştim: "....Yahu bu sizin gazcı Fetö'ye bir dön de şunu de artık. İyi olacak iyi olacak diyorsun ama habire b*ka sarıyor. Lan sen yalancısın yahu.Ne bedduan tutuyor, ne dileğin." "İyi olacak abi" demişti yine gülerek... Bunlar ne kadar gazla çalışıyor arkadaş. Şimdi de parti sloganı yaptılar. "İyi olacak" Nah... /Orhan BAYLAN 26 Ekim 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/iyi-olacak/357

118


Orhan BAYLAN_Yazılar

Adı Konmayan Roman'dan Göçmen Mümin Efendi de; Salih Hoca gibi titreyen elleriyle kavradığı dumanı tütmekte olan kahvesinden büyük bir yudum alıp geriye yaslandı. Telvenin ağzında bıraktığı rayihanın tadını çıkardı bir müddet. Orta Çarşı’da her öğlen namazından sonra oturan yaşlıların bir kısmı dağılmış, geriye kala kala ikisi kalmıştı. “Salih Hoca epeydir diyeceğim ya da danışacağım bir şey var seninle ama söze nasıl başlayacağımı, söze başlarsam başıma iş almış olur muyum bilemediğim için bir türlü açılamadım” dedi Göçmen Mümin. Hayırdır anlamında baktı sadece Salih Hoca. Bekledi. “Biz malum Kavala’nın bir köyünden geldik.10 yıl oldu geleli. Asırlarca dedelerimizin atalarımızın yaşadığı o güzel topraklardan bir gecede kapı dışarı edildik.Güzeldi köyümüz Salih Hocam…Çok güzeldi oralar” deyip bir müddet sustu yaşlı göçmen. Gözleri uzakta bir yere bakıyor gibiydi. Dudaklarının titrediğini, gözlerinin nemlendiğini gördü Salih Hoca. “Tütün yapardık, rençberlikte. Her şey yetişirdi köyümüzde.Burayı da o yüzden istedik, tütün var diye.Benim kız orda kaldı.Damat Gümülcine’de…Oğlum; bir oğlum vardı Galip, İttihat-Terakki’ye kapılıp Padişah’a isyan ettiği günden beri görmedim, görüşmedim.Allah’ta yüzünü göstermeden inşallah canımı alsın.Ankara’da büyük görevlerdeymiş galiba.Koca karı ile ikimiz olduğumuzdan, tütün yapamayız diye şehirde yaşamayı tercih ettik.Kim dikecek tütünü, dizecek, hevenk yapacak.Geçti bizden o işler…” Susup derin bir soluk aldı. Sonra tabakasını çıkarıp tütün sarmaya başladı. Kahveci çırağının getirdiği “öğsü” ile sigarasını yakıp derin bir nefes çekti. “Evet Hocam; geldiğimiz güne kadar Yunan bize hiç ilişmedi. Kuranımıza, ezanımıza karışmadı. Adetimize bir şey demedi. Sarığımıza ses etmedi.” “İki devlet anlaşmış bizi buraya, buradaki Rumları da Yunanistan’a gönderme kararı almışlar. Olur dedik, devlet deyince bize uymak düşer.”

119


Orhan BAYLAN_Yazılar

Dilini ıslattı o arada. “Hatta Anavatana gideceğimiz, İslam’ın Kuranın ezanın serbestçe yaşandığı ata topraklarına gideceğimiz için teselli ettik kendimizi. Anamızın, babamızın mezarlarının olduğu o topraklardan ayrılma zorumuza gitse de. Hocam; geldik önce sarığımızı fesimizi yasakladılar, başımıza lenger geçirmeye mecbur ettiler. Kuran yazısını, öğrenmeyi yasakladılar. Şeriatı kaldırdılar. Halifeyi kovdular. En son ezan-ı Muhammedi’yi de yasakladılar. Bafra’da benim bildiğim 8 tane camiyi birilerine satıp dükkan han hamam yaptılar. Biz nereye geldik Hocam? Fatih’in kılıç hakkı olarak Camiye çevirdiği Ayasofya’da artık ibadet etmek yasakmış. 500 senedir Ezan-ı Muhammedi ile çınlayan minareler, Kuran-ı Kerim’lerle çınlayan kubbeler şimdi baykuşlara mı mekan olacak? Bizi niye getirdiler Yunanistan’dan, madem gavurlara benzeyecektik”” O ana kadar konuşmayı hiç kesmeden dinleyen Salih Hoca, gözlerinde biriken yaşları elinin tersiyle silip; “Koskoca Osmanlı Sultanı katledilirken sesi çıkmayan, bir diğeri hal’ edilirken sesini çıkarmayan bu milletin azaba düçar olması müstehaktır Mümin Efendi” dedi “Biz başımıza bu belayı kendi elimizle sardık. Ne kadar çekeriz, kaç nesil çekeriz bilemem.” Sonra bir müddet sustu. Etrafına baktı. Kahveci çırağı dışarda oturuyordu. Kahveci Hasan başını ocağın yanındaki duvara dayamış, ağzı kocaman açık vaziyette uyuyakalmıştı. “Bir şey diyeyim mi Mümin Efendi. Ben mütareke yıllarında İstanbul’da Payitaht’taydım. İnan bugün bunların yaptığını gavurlar yapmadı o zaman.” Sonra aklına bir şey gelmiş gibi telaşlanarak: “Neyse, hadi kalk Mümin Efendi kalk, yerin kulağı vardır. Ahir ömrümüzde başımız derde girmeden gidelim” deyip yavaşça yerinden kalktı. (Adı Konmamış Roman’dan) /Orhan BAYLAN 27 Ekim 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/adi-konmayan-romandan/358

120


Orhan BAYLAN_Yazılar

Amerika’nın S-400 Oyunu S-400 imal eden ve satan firmaları “Kara Liste” ye almaya hazırlanan ve bunun için Kongre’ye bir yasa tasarısı sunan Abd yönetiminin esas amacı Türkiye’nin önünü kesmek. Daha önce yine NATO ülkesi olan Yunanistan S-300 alırken ne NATO envanter uyumu ne de NATO harici bir ülkeden silah alımına ilişkin bir şey söz konusu olazken, konu Türkiye’nin savunma sistemi edinme ile ilgili girişimlerine geldiğinde tutum çok farklı olabiliyor. Meselenin NATO üyesi bir ülke olup olmamakla alakasının olmadığı, gelecekte “hedef” olma ihtimali olan Türkiye’nin kendilerini düşman görecek bir savunma sistemine sahip olmaması. Açalım efendim. Biz, 100 yıldır sahip olduğu rotadan çıkarılmış, 200 senedir yoğun bir kültürel emperyalizme maruz kalmış bir Ülkeyiz. İttihat ve Terakki’nin 1909 yılında Sultan Abdülhamit Han’ı tahttan indirip yerine Batı’nın figüranı olan rol modellerin geçmesiyle bu Ülke maalesef tamamen kontrole alındı. Genç Cumhuriyetin muvazaalı kuruluşuyşa bütün birimlerinin Batı’ya teslimi peyderpey gerçekleştirildi. Bu topraklarda Haçlı Seferlerini püskürten, daha sonra kurduğu Osmanlı İmparatorluğuyla Batı’yı asırlarca titreten Müslüman Türk’ün üzerinden silindir gibi geçtiler. Dini baskıyı uyguladılar. Onu birleştiren mayayı yok etmeye, yok edemeyeceklerini anladıklarında da tahrif etmeye çalıştılar. Müslüman coğrafya ile arasındaki irtibatı yok etmek, dinini ve tarihini öğreneceği eserlere ulaşmasını engellemek için alfabesini değiştirdiler. Yalan tarihle kahramanları hain, hainleri kahraman bellettiler. Bu Ülke’nin köküne dinamit koymaya çalışanların isimlerini cadde ve sokaklara verip kutsattılar. 2.Dünya savaşı sonrası ülkeyi tamamen Amerika’nın kontrolüne verdiler. Nasıl sanayi yapacağına, ne üreteceğine, ne okutacağına, kaç çocuk doğurup doğuramayacağına bile Amerika’lılar karar verdiler. İstihbarat’ın göbeğinde CIA; askerin eğitiminde Pentagon vardı. Geleceğin Valilerini yani genç kaymakam adaylarını İngiltere’ye, General olacak Kurmay Subaylarını Amerika’ya göndermeyi marifet saydırdılar. Uçak yapan, füze yapan, araba imal eden ülke’yi tamamen ithal ikamesine

121


Orhan BAYLAN_Yazılar

mahkum ettiler. Çeşitli uluslararası kuruluşlara üye olarak ve ikili anlaşmalarla bizi her zerremizden Batı’ya ama daha çok Amerika’ya bağladılar. Bugün bütün ipleri kopardık desek, tamamen ayrılmamız çeyrek aşırı bulur. Varın hesap edin işte… Ama Amerika’da siyasete yön verenler bu Ülke’nin sahip olduğu potansiyeli bildikleri için her zaman temkinli yaklaştılar. Silah Sanayi’in de diğer NATO ülkelerine tanınan fırsatları Türkiye’ye tanımadılar. 1974 Kıbrıs Harekatında Amerika’nın silah ambargosu, kendi uçağımızı uzaktan kontrol ederek kendi kruvaziyerimizi batırması gibi olaylar Türkiye’de kırılmalara ve yavaş yavaş alternatif aramamız gerektiğini düşündürmeye başladı. Ve son yıllarda Orta Doğu’da Amerika’nın Türkiye’nin karşıtı oluşumlara verdiği aşırı destek, Almanya ve Hollanda’dan getirilen Patriot Savunma sisteminin en lazım olduğu zamanda geri çekilmesi bizi alternatif savunma sistemlerine yöneltti. Bütün bunlar aynı zamanda Abd’nin Türkiye’nin Müslüman potansiyelini göz önünde tutarak temkinli yaklaşımı sebebiyle olmuştu elbette. Amerika biliyor ki; bilhassa Orta Doğu’da çok uzak olmayan bir zamanda Türkiye ile karşı karşıya gelmesi muhtemel. O yüzden Türkiye’nin savunma sistemine sahip olmaması, hele hele uzun menzilli nükleeri bırak konvansiyonel füzelere bile sahip olmaması gerekiyor. Burada bir parantez açarak şunu belirteyim, ki bunu söylemek için kahin olmaya gerek yok. Amerika’nın Dünya kontrol ediş tarz ve tavrından bunu okumak mümkün.Direct müdahale edemediği veya edebileceği ülkeleri zayıflatabilmek için onu önce yalan haberlerle algı operasyonu yapar, sonra ambargo uygulanır.Nükleer silaha veya en kötü ihtimalle kimyasal silahlara sahip olduğu yaygarası kopararak Batı ülkelerinden kurulan “Müttefik” güçlerle müdahele gelir sonra. Zaten son yıllarda savunma sanayindeki yaptığı yatırımlarla yerli üretimi arttırarak, Abd’nin ve Batı’nın 70 yıllık sömürdüğü Pazar payının azaltılmasına sebeb olduğu yetmezmiş gibi, 3. Ülkelere de satış yaparak dünya silah sanayiinden de pay almaya başlaması kabule dilebilir bir şey değildir. Bu yüzden Türkiye; eski statüsüne getirilmeli, “imal eden devlet “ yerine yine “Pazar devlet ” pozisyonunu devam ettirmeli. Ekonomide, siyasette, silah sanayiinde velhasıl her alanda 2000 yılı öncesi kodlara dönmeli, vesayetçi sistemlerin devam etmesi, kontrol edilebilinir bir ülke olarak Batı’nın garantörlüğünde kalmalı. Bunun yolu da; istenildiği zaman müdahele edebilecek açıklıkta ve zayıflıkta kalabilmeli, operasyon maliyeti yüksek olmamalı. Amerikan askeri zayıatını artıracak Savunma Sistemleri kabul edilebilir bir şey olamaz. İşte bütün mesele bu. /Orhan BAYLAN 31 Ekim 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/amerikanin-s-400-oyunu/363

122


Orhan BAYLAN_Yazılar

Belletilmiş Kahramanlar Ve Ezberlenmiş Şablonlar Osmanlı'nın ahir zamanında "türedi" allameler çıkmış; bu reformist sözde allamelerden biri olan Cemaleddin Afgani'nin peşine takılan sözde din alimi geçinen güruh yıkılışın günahına ortak olmuşlardı. Gelenekselci diye küçümsenen tarikat/tasavvuf erbabı ehl-i sünnet akidesine mensup islam alimleriyle; Söğüt'teki çadırdan alemşümul cihan imparatorluğu olan Osmanlı, ne yazık ki mezhep tanımayan, "Kuran'dan aldığı ilhamla" "asrın idrakine İslamı uydurmayı" hedefleyen sözde allamelerin tasallutuyla kayboldu gitti. Ve o yıkılıştan Cumhuriyete geçişte bir sürü arızayı da beraberinde taşıdı. Genç Cumhuriyetin dini önce yok etme, sosyal hayattan silme gayretleri fayda etmeyeceği anlaşılınca, "Ortodoks" bir İslam anlayışını oturtmak ve dini sahayı kontrol altına almak istediler. Böylece devlet dini hayatın düzenlenmesini de üstlendi. İmam-Hatipler ve İlahiyatlar kanalıyla bunu organize etmeye çalıştı. Başarılı oldu da. Bugün yapılan bu tahrifatın o boyutuna girmeyeceğim. Sadece zihni kodlarımızla, İslami ve milli tanımlarla, sahip olduğumuz dini değerlerin nasıl tezatta olduklarına dair bir iki örnek vermek istiyorum. Daha açık ifadeyle, resmi tarih bize sadece hainleri kahraman, kahramanları hain öğretmedi. Bizim beyinleri iğfal edilmiş, zihinleri bulanıklaşmış, ehl-i sünnete mugayır fikirlere sahip ama bir şekilde toplumun önünde rol model olmuş tipleri ve bazı şablonları ezberlettiler. Rejimin de işine geldi bu. Sesini çıkarmadı. Açalım biraz şimdi. Bizde ezberletilmiş kahramanlar ve şablonik doğrular vardır ve bunları yıkmak o kadar zordur ki, mermeri yontar bunlardan kıl koparamazsınız. Kemalist öğretinin 90 yıl bu milletin kafasına

123


Orhan BAYLAN_Yazılar

nakşettiği yalan tarihten bahsetmiyorum. Onun zaten elle tutulur, tarihi hakikatlerle örtüşür ve belgeye dayalı bir tarafı olmadığı için kanunla korunmaya muhtaçtır. Bir gün gelecek o hakikatlerin meydana çıkışını kanunlar bile engelleyemeyecek. Benim bahsettiğim kalıplar İslami kesimin kendi kendine motto haline getirmiş oldukları. Kahramanlara örnek mi? Ali Suavi. Namık Kemal. Cemaleddin Afgani. Muhammed Abduh. Fazlurrahman. Mevdudi. Yusuf El-Karadavi. Seyyid Kutup ve Mehmet Akif. Bugün Nur cemaati mensuplarının yere göğe koyamadığı Said-i Nursi; C.Afgani, Abduh ve Ali Suavi'yi "rehberi" olarak ittihaz etmez mi? Nur cemaatinden bir Allahın kulu bu şahıslar kimdir, nedir, ne yapmış, ne demişler diye araştırıp okur mu? Hayır... Hocam rehber kabul ettiyse, demek makbul adam. Peki Mehmet Akif? Sultan Abdülhamit Han'a ettiği küfür ve hakaretlerden vaz geçtim; şiirlerinin dini açıdan hiç tahlilini yapan birini gördünüz mü? Ama her sene mart ayı geldi mi; okullarda, belediyelerde ve her tür alanda etkinlikler yapılır, yere göğe sığdırılmaz. Bunları geçim kaynağı yapmış sözde yazar ve sohbet erbabları vardır. Hele bunlardan ikisi çok meşhurdur. Hele bunlardan biri konuşurkan dudakları öpücük yollayan pek yakışıklı tarihçimizdir mesela. Adam kitap yazmayı bile bıraktı bu sayede. Hem de yapanlar kimdir biliyor musunuz; Sultan Abdülhamit Han deyince gözleri yaşaran ehl-i sünnet akideye bağlı müslümanlar! Bu nasıl tenakuzdur kardeşim. Ayrıca bugün Mustafa İslamoğlu ve Mehmet Okuyan'ın İslam'a verdikleri ifsattan midesi bulanan ve isimleri duyunca çıkaracak kadar nefret eden insanlar, Akif'i yere göğe sığdıramıyor. Halbuki M.Akif'in dini anlayışıyla, Mustafa İslamoğlu'nun dini bakışı açısından hiç bir fark yoktur. Dedim ya bizim ülke garabetler ve tenakuzlar ülkesidir. Asımın neslini yetiştiriyoruz, yetiştireceğiz der bizim bütün eğitim camiası ve mütedeyyin yetkililerimiz. Cumhurbaşkanı da dahil. M.Akif'in Asımın Nesli dediği gençlik; Sait Çamlıca ve Fatih Tezcan gibi "Yalnız Kuran" diyen tipler. Sabah akşam Fatih Tezcan ve Sait Çamlıca'ya sosyal alemde giydirenler, Asımın Nesliyiz diye gururlanıyorlar. Bu nasıl bir tezattır. Yahu kim nedir, ne demiştir, neler yazmıştır biraz araştırın, okuyun... Ezberletilmiş şablonları biraz yıkın. Ama zor geliyor değil mi? Şu cümleyi M.Akif savunucularına dediğimde diyecek söz bulamayıp hakaret ediyorlar. "Abdülhamit Han kötüydü, tamam anladım. Dine de zarar verdi. Yahu M.Kemal'den de mi kötüydü? Ondan çok mu dine zarar verdi? Osmanlı'nın en büyük halifesine ağza alınmayacak hakaretler eden Akif; ezanı Türkçeleştiren, Ayasofya'yı kapatan, Arap harflerini değiştiren, şeriatı kaldıran M.Kemal'e "tüy kadar" bile hafif bir söz etmez! Ama bunun için düşünmek ve sorgulamak gerekiyor. Onun için de beyin lazım değil mi? Biliyorum şimdi bir sürü insan; ezberledikleri şablonlarla bu yazıya da saldıracaklar. Tamam saldırın da... Cidden fikriniz varsa! /Orhan BAYLAN 03 Kasım 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/belletilmis-kahramanlar-ve-ezberlenmissablonlar/369

124


Orhan BAYLAN_Yazılar

Cihad Kavramı Üzerine Karalamalar Genç çocuk Mısır’lı sosyalistten dönme mücahidin ateşli yazılarının çevirisini okumuş kalkmış pasaport bile olmadan İran üzerinden Afganistan’a gitmiş. Cihad yapmaya. Bir dağ başında vurulmuş bir Rus kurşunuyla. Şehit! *** Filistin’in ara sokakları. Hücre evde doldurulan genç kız/erkek çocukları, daha reşit bile olmamışlar İsrail askerlerine saldırıyorlar. Daha geçen hafta vurulan arkadaşlarının intikamını alırcasına daha bir sert geceden yığdıkları taşları sallıyorlar elleriyle, sapanlarıyla. Ve İsrail’li bir askerin başına gelen taş sonucu ateş emri veriliyor. O günün bilançosu 11 yaralı 3 şehit. Şehit! *** Gazze’de bir evin bodrumu. Kassam tugaylarının gizli evlerinden biri. 3 genç örgüt üyesi heyecanla son hazırlıkları yapıyorlar. İsrail’e büyük bir ders vereceklerdir. Uzun zamandır hazırladıkları derme çatma “Kassam füzesi” adını verdikleri ilkel silahla İsrail’e büyük zarar vereceklerdir. Ve nihayet dışarı çıkarıp fitili ateşleyip onun havada süzülüşünü seyrettiler gözden kaybolana kadar. Ne kadar gideceğine, nereye gideceğine dair kesin bir fikirleri yoktu. Beklediler. Cevap çok geçmeden geldi. İsrail savaş uçakları bombalar yağdırmaya başladı Gazze üzerine. O günün bilançosu: Çoğu çocuk ve kadın olmak üzere 48 kişi. İsrail’e atılan füze mi? Telavivin akınlarında bir portakal bahçesine düştü. Yaralanan bile olmadı. 48 şehit. Şehit! *** Gaziantep’de bir çay ocağı. Sakalı göbeğine gelen, başı daimi sarıklı, daha önce hiç buralarda bilinmeyen Sıddık isimli biri işletiyor. Gözleri çakmak çakmak. Dünyaya hep öfkeli. Gençler geliyor, sohbetler ediliyor. Sıddık, tağut diyor, cihad diyor başka bir şey demiyor. Önce; “sözde Müslüman devletlerin içindeki demokrasi diyen, Batı’nın emriyle hareket eden tağutun emrindeki devletleri kurtarmak, İslamlaştırmaktan “ bahsediyor devamlı. Ve bir gün yürekleri cihad edip şehit olarak ölmekten başka bir şey için atmayan 3 arkadaşa gidip bu uğurda savaşacakları adresi veriyor. Rakka. 6 ay sonra gençlerin birisinden haber geliyor. Suriye cephesine geçtiğini, diğer iki arkadaşını “Tağut” un şehit ettiğini söylüyor ailesine. Şehit! *** Güneş tepede, kum öyle sıcak. Dudaklar kupkuru. Baba Yasir anne Sümeyye ve oğul Ammar kızgın kumlar üzerinde elelri kolları bağlı yatıyorlar. Ebu Cehil hırsla indiriyor kırbaçları. Ümeyye bin

125


Orhan BAYLAN_Yazılar

Halef, Ebu Leheb gibi müşrikler seyrediyor gülerek yapılan zülmu. Günlerdir, Hz.Muhammed’in getirdiği dine inandıkları için bu köle aileye yapılmadık işkence bırakmıyorlar. Onlar kurumuş, çatlamış dudaklarıyla hala kelime-i şehadet getiriyorlar. O sırada oradan geçmekte olan Resulullah efendimiz: “Sabredin ey Yasir ailesi” diyebiliyor sadece. Cihad edin demiyor. Başkaldırın demiyor. Sabredin diyor. Ve Sümeyye Hanım’ın ayaklarından iki deveye bağlayıp ters yöne çektirip o mübareğin kadınlarda ilk İslam şehidi olmasına sebeb oluyorlar. Ve baba Yasir’in göğsüne sapladığı mızrakla Ebu cehil onu da erkeklerden ilk İslam şehitliği mertebesine yükseltiyor. Oğul Ammar’a soruyor Ebu Cehil: “İnkar ediyor musun” “evet” diyor Ammar göz yaşları içinde. “Lat ve Uzza’ya inanıyor musun yine” diyor Cehlin babAsı. “Evet” diyor çaresizce babası ve annesi yanında şehit olmuş olan Ammar. *** Nübüvvetin 5.yılı. Hz.Osman, Zübeyir B.Avvam, Abdurrahman B.Avf gibi ileri gelen sahabeler olmak üzere 11 erkek 4 kadın Habeşistan yoluna çıktılar. Gitmelerine izin verilenler güçlü kabilelere mensup olmayan her an zulümle karşı karşıya olan kişilerdi. 2 ay sonra yanlış bir haber yüzünden geri geldiler. Her biri Mekke’ye bir kabile himayesinde girebildi. Ve bir yıl sonra bu sefer, 313 kişi gittiler Cafer-i Tayyar’ın liderliğinde. İlk gidenlerin hepsi bu kafilede de vardı. Onlara kalın cihad edin denmedi. İslam devleti yoktu çünkü. Ve kendi devletlerini kurana kadar güçsüzleri eziyetten, ölümden korumak için adil hükümdarların memleketine hicret ettirdiler. *** Peygamber Efendimiz’in Mekke dönemi 13, Medine İslam toplumu dönemi 10 yıldır. Her sünnetinin, her hareketinin bir anlamı olduğu gibi bunun da bir anlamı vardır muhakkak. Müslümanların zulüm ve baskı altında yaşamalarının daha uzun olacağına delalet belki de. Ama şunu görüyoruz. Mekke’de müşriklerle beraber yaşanan dönemde; başkaldırı, isyan, yada bizim terminolojiyle diyelim, “tağuta karşı cihad” tavsiyesi asla yoktur. Bilakis imanı tahkim, İslamı tebşir ve tenvir dönemidir. Kendisine bile yapılanlara şiddetle karşılık vermeyen Resullullah Efendimizi örnek aldığını söyleyenlerin başına buyruk cihad ilan etmesi ne kadar absürt bir şeydir. Ne zamanki Medine İslam topumu oluşup devletleşme yolunda adım atılmaya başlandı, fiili cihad başladı. Cihadı kişiler kendi kafasına ilan edemez. Bir zümrede ilan edemez. Devlet ilan ettiğinde de kendine Müslüman diyen feri durmaz. Bugün en fazla istismarı yapılan “cihad”kavramı. Tabi bunda selef düşüncenin etkisi çok. Yani kıyas ve icma’ küfür ittihaz eden selefiyye denilen Orta Doğu menşeli bu görüş, geçmişte Haricilerin yaptığı görevi bugün üslenmiş vaziyettedir. Bu görüşlere sahip olan kişiler ve meydana getirdikleri örgütler ne hikmetse bu cihadı gayrı Müslimlere karşı değil, Müslümanlara karşı yapmaktadır. Ve bugünün muktedirlerine islam coğrafyasında istedikleri gibi hareket etme bahanesi vermekten öteye bir anlam ifade etmemektedir. Ezcümle: 150 yıldır; İslam coğrafyasını işgal etmeyi ve sömürmeyi kafasına koymuş olan Batı’nın en kullanışlı malzemesi, oryantalistlerin tuzağına düşmüş sözde İslam alimi diye kabul gören tiplerdir. Cihad kavramını Resulullah’ın hayatındaki uygulamaları dışında “kişiselleştiren” bu yeni yetme yorumcular, aforizmik sözler ve hamasi şiirlerle bu coğrafyanın gençliğinin kafasını ifsad etmişlerdir ne yazık ki… /Orhan BAYLAN 05 Kasım 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/cihad-kavrami-uzerine-karalamalar/371

126


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ilımlı İslam Mı? Suudi Arabistan veliahtının açıklamış olduğu “ Yeniden ılımlı İslam’a” dönüyoruz açıklaması tartışmalara sebep oldu. Tartışmanın birkaç cephesi var. Siyasi, dini ve ticari olmak üzere 3 ana başlıkta toplayabileceğimiz bu açıklamda İslami olan sadece ismi. Açıklayalım efendim dilimiz döndüğünce, pardon klavyemizin izin verdiği kadar. Öncelikle tarih boyu din, bütün siyasilerin kullandığı en başta gelen argüman olmuştur.Bu sadece İslam dini için değil, ismi geçen bütün dini oluşumlar için durum aynıdır.Devletler kendi iktidarlarını sürdürebilmek, başka ülkelerde ki fütuhatları ya da savunma amaçlı halkı birleştirici dolgu maddesi olarak din en başta gelen unsur olmuştur. Osmanlı’nın zayıfladığı dönemde bölge üzerinde emelleri olan Avrupa devletleri ki bunların en başında gelen İngiltere tarafından fonlanan ve eğitilen Vehhabi Suud ailesi muvazaalı bir şekilde petrol dolu Arabistan üzerine oturtuldu. Büyük bir toprak parçasına ve zengin petrol yatakları üzerine oturmanın bedelini zenginliğinin büyük bir kısmını Batı ile paylaşarak sağladı. 2. Dünya savaşı sonrası, bir birleriyle savaşarak eski güçlerini kaybeden Avrupa’dan liderliği alan Amerika yeni patronları oldu. Orta Doğu’da ne işiniz var diyenlere karşı savunacakları bir argüman olması içinde İsrail Devletini kurdurdular bölgenin ortasına. Gerekçe hep hazırdı; İsrail’in güvenliği. Ve bölgeyi dizayn edecek her fırsatı değerlendirdi. Bölgede ki her ihtilafı körüklediler. İsrail’in güvenliği için bölgede güçlü ve bağımsız bir devletin olmaması gerekiyordu. İran; petrolü olmasına rağmen yıllarca şahın Batı ile işbirliği sonucu İsrail için tehlike olmaktan uzaktı. İran İslam Devrimi (!) sonrası ise önce Irak’la bugün bile hala nedeni ortada olmayan ve 8 yıl süren anlamsız

127


Orhan BAYLAN_Yazılar

savaşla hem insani ve hem de maddi kayıplar yaşadılar. Daha sonra da bölgeye rejim ihracı için kendi ülkesinden çok dışarıya oluk oluk petrol gelirini akıttılar. Türkçesi İran İsrail için hiçbir zaman tehlike olabilecek boyutta olmadı. Bölgenin diğer 2 büyük ülkesinden biri olan Mısır; Suud’un parasına, devleti yönetecek ordunun elindeki silahı ve mermiyi veren Amerika’ya muhtaç olduğu için emir erlikten öteye bir anlam taşımaz. Türkiye’ye gelirsek; son 10 yıla kadar Amerika’nın dümen suyunda siyaset üretmeyi ülke yönetme becerisi olarak gören devlet adamlarınca yönetiliyordu. Haliyle Türkiye; İsrail’in bağımsızlığını ilk tanıyan devlet olarak asla İsrail için tehlike değildi. Bölgede yaşanan yeni düzenlemelerle (Arap baharı) Suud yöneticilerinin aklı alındı. Biat yenilediler. Ve arkasında Trump’un damadı Yahudi Kuschner’in aklı, Suud’un parasıyla bölgeyi yeniden düzenlemeye çalışıyorlar. Tabi yeni NEOM projesi 1 trilyon dolara yakın maddi boyutu olan mega bir proje. Bunun finansmanında, yapımında ve işletilmesinde en büyük parsayı Abd’nin alacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Peki, 200 yıldır İslam’ın en katı yorumunu savunan ve 1932’den beri devlet rejimi olarak bunu uygulayan Suudi topraklarında, her tür melanetin yaşandığı eğlence ve fuhuş merkezini nasıl gerçekleştirebileceklerdi, İşte burada “Ilımlı İslam” diye abuk sabuk bir kılıf uyduracaklar. “Amel imandan cüz’dür” fıkhı görüşünü baz alan ve bunu en katı biçimde uygulayan bir şeriat devleti, kendi topraklarında İslam’ın yasakladığı bir hususa nasıl göz yumabilir. Yani; kumar oynayan biri, içki içen biri kafirdir. DAEŞ’in ve benzeri örgütlerin Müslümanları tekfir etmesinin temelinde bu yatar. Yani amel imanın bir parçasıdır. Yasak ameli işleyen de kafir olur demektir bunun Türkçesi. Peki, kadınlara araba kullanma özgürlüğü gibi göstermelik bazı tavizlerle, vehhabiliğin ana caddesinden vaz mı geçecekler. Gerçi güç ve para için her şeyi yapabilirler. Ticari kısmına da yukarı da NEOM projesiyle biraz olsun değinmiştik. Her ülke tek kalem gelire bağımlı kalmak istemiyor. Ve gelirlerini çeşitlendirmeyi amaçlıyor. Ama 200 yıldan fazladır İngilizlerce inşaa edilen Vehhabilik gibi selefi yorumla kendilerini bağlayan Suudi Arabistan’ı yöneten “Kraliyet ve ali-şeyh” ailesi dünyanın her tarafında döktükleri kanın hesabını nasıl verecekler acaba. Bosna’da, Çeçenistan ve Dağıstan’da, hatta Afrika’nın bir çok devletinde ve Afganistan’da dökülen kanların veballeri elindedir. Netice: İslam’ın en katı yorumuyla devlet yönetenler bir gecede nasıl ılımlaşacaklar göreceğiz. Amerika’nın sen artık ılımlı oldun demesiyle ılımlı nasıl olunur bakacağız. Tabi bunu tesis için içeride muhalif olma ihtimali olma olan prens ve işadamlarını tutuklamakla kalmadı bir de Lübnan Başbakan’ı Hariri’yi rehin tutup istifa ettirdi. Son olarak da Filistin Devlet Başkanı Abbas’a ültimatomu verdi veliaht prens. “Ya İsrail’in dediğini yap ya da istifa et.” Güçlerini ve saltanatlarını devam ettirmek adına düne kadar küfrettikleri ne varsa şimdi yapıyorlar. Tabi bu arada gerek Lübnan Başbakanı ve gerekse Abbas Suudi Arabistan Kraliyet ailesinden devamlı yardım alan devletlerin idarecileri. Haliyle dün parasını aldıkları Kral’ın bugün emrini de dinlemek zorunda olacaklar. İşin garibi; dün Katar’ı yutmaya çalışan, bugün Lübnan ve Filistin devlet yönetimlerine karışan Suud ailesine, kimsenin sesi çıkmıyor. /Orhan BAYLAN 15 Kasım 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ilimli-islam-mi/380

128


Orhan BAYLAN_Yazılar

DAEŞ, YPG, CONİ...Atatürk Koruma Kanunu... BBC’nin haberine göre 250 DAEŞ militanı ve ailesi YPG’nin ana omurgasını oluşturduğu DSG güçleri koruması ile Rakka’yı terkederek Doğu taraflarına gitmiş. Yine Rus Savunma Bakanlığı Irak topraklarında Abd uçuş kontrolünde olan bölgede tespit ettikelri DAEŞ konvoyunu vurması için Amerika’lı yetkilileri uyardıklarını ama vurulmadığını iddia etti. Yine bir başka iddiaya göre; 50 TIR ve 13 Otobüslük 4300 kişilik DAEŞ militanının yine YPG kontrolünde olarak Rakka’yı terkettikerini söylüyor. Bu durum bölgede ki Amerikalı yetkililere sorulduğunda; “Bizim partnerlerimizin yerelde yapmış oldukları işbirliği ve çözümlere karışmıyoruz.” Dedi. Bu yapılan anlaşmayı ve DAEŞ’li teröristlerin tutuklanmadan Irak’ı terketmelerini bildiklerini ama göz yumduklarının itirafıdır. Pek bu ne demek oluyor. Malumun ilanı demek. Yani yıllardır dillendirilen, hatta Başkan Trump seçim konuşmaları yaparken iddia ettiği gibi DAEŞ’in CIA tarafından kurulan piyon bir örgüt olduğunu kabul etmekdir. Türkiye’den, Balkanlar ve Orta Asya, Kafkaslardan gelen paralı “mücahitlerden” ölenler öldü kalanlar Irak geneline dağıldı gitti. Kendi ajanlarını da böylelikle başka yerlerde istihdam etmek üzere tahliye ettiler. Bunlardan bir kısmının kanunsuz yollarla Türkiye’ye girdiği söyleniyor. Amerika’nın pis ve ahlaksız yüzünü gösteren net bir olaydır bu. Zaten bölgede ayrı ayrı güçlere gerek kalmadı.YPG artık bölgenin yeni DAEŞ’idir. Ha biri neoselefi biri seküler. Hiç fark etmez, hepsi CIA tarafından kurulan ve Pentagon tarafından eğitilip sevk ve idaresi yapılan yapılardır bunlar. 10 yıl boyunca bölgede DAEŞ denilen örgüt birileri tarafından korunmadan bunca silahı, araç gereci ve petrolü sevk ve satışını nasıl gerçekleştirebilir. Amerika’lı olmayan hiçbir varlığa saygısı olmayan ahlaksız Amerikan’nın bu ne ilk ne de son yüzsüzlüğünün kanıtı olacaktır. Ama ısrarla bilinen bu şeyleri yazmakta ki amacımız, bölgede hala Amerika hayranı devşirilmiş beyinlerden biri belki ikna olur. Sadece umut… ***** Mustafa Kemal’i Rahat Bırakın Bir fikrimi açık ve net ifade edeyim en baştan. Bir kişi için hakaret ve küfür suçtur. Bu Mustafa Kemal için ayrıca kanunla perçinlenmiş bir husustur. 5816 sayılı Atatürkü koruma kanunu geçerliyken; sosyal medyada ya da görsel ve yazılı medyada ihlal etmek bana akıl işi gelmiyor. Bu bile bile kafanı demire vurmakla eşdeğer bir şey. Kanunu kaldıracak çalışmaları, alt yapıları yap kardeşim, kanunla korunan ölü birine küfür edip ceza alacağına… Ha bu konuda benim bakışım yine Sevgili Peygamberim’den olacak. Peygamberimiz sallallahualeyhivesellemin 23 yıllık risalet döneminin 13 yılı müşriklerle geçmiştir. Hicaz bölgesinde 4 büyük put2un yanında Kabe’de 360 tane put vardı. Peygamber efendimiz gidip hiç birini kırmadı. Ne zaman ki İslam Devleti kuruldu, güçlendi ve Mekke feth edildi işte o gün putlar kırıldı. Siz de önce Medine’yi kurun, sonra Mekke’yi feth edin put kırma sırası sonra… Müslüman akıllı olur… /Orhan BAYLAN 15 Kasım 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/daes-ypg-coniataturk-koruma-kanunu/381

129


Orhan BAYLAN_Yazılar

Tüh Lan Sizin Suratınıza Amerika'da 27 Kasım'da jürili mahkemeye çıkacak Rıza Zarrap davası öncesi hareketli günler yaşanıyor. Öncelikle Hürriyet Gazetesi Newyork Temsilcisi Razi Canikligil'in verdiği bilgilerle yeni durumu bir özetleyelim. Bir kaç gündür Reza Zarrap'ın bulunduğu cezaevi kayıtlarında görünmemesi üzerine kendi avukatları ve davayı takip eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti konuya dair Amerika'ya iki defa nota verdi. Amerikan tarafı olayı "güvende" diye net yer bildirimi yapmadan geçiştirdi. Bu durumda bir kaç seçenek var. Suçlamaların bir kısmını kabul edip ceza indirimi isteyebilir, bu durumda iş birliği yaptığı anlamına gelmez. İtirafçı olur işbirliği yapabilir. Ceza evi kayıtlarında olmaması koruma altına alınmış, tecritte tutuluyor olunabilir deniliyor. Ya da FBI tarafından işbirliği için ikna etmek üzere bir otel odasında tutuluyor anlamına da gelebilir. Tabi işbiliğine ikna edilirse, 27 Kasım'da ki mahkemeye bizzat çıkıp kendi itirafçı olduğuna dair mahkemede ifade vermesi gerekiyor. Bu durumda yeni bir iddianame yazılacak. Bugün görülen hakim huzurundaki davaya Zarrap gelmedi. Ve yeni 3 maddeyi hakim Jürili mahkemede dinlemeyi kabul etti. 1-17-275 Aralık dolaysıyla Fetö örgütü polislerinin kaydettiği tapeler mahkemede dinlenecek. 2- FBI tarafından Türkiye'de kaydedilen 2015 yılına ait tapelerin dinlenecek. Ve bu tapeleri kaydeden kişilerde jürili mahkemede ifade verecek. 3-Fetö ile Türkiye Hükümeti arasındaki meselenin mahkemeye bir bilirkişi tarafından anlatılmasına hakim karar verdi. Türk ve Amerikan tarafının mutabık kalacağı kişi olacak bu bilirkişi. Şimdi buraya kadar anlattıklarım; bir Türk vatandaşının Türkiye ile İran devleti arasındaki alış verişe dair yapmış olduğu aracılıktan dolayı başına gelebilen şeylerin muhakemesi. Ne alakaysa... Birleşmiş Milletlerin aldığı bir yaptırımı ihlal değil, iki egemen ülkenin kendi aralarında "dolar" kullanmadan yaptıkalrı alış verişte benim "petrodolar" hakimiyetime zarar verdiniz diyerek birileri haydutvari bir yöntemle tutukladığı başka ülke vatandaşlarını düzmece bir mahkemede yargılıyor. Ve bu ülkede ki bir kısım kanı bozuk, beyni iğdiş edilmiş, Erdoğan nefretiyle gözleri körleşmiş o.ç zil takmış oynuyor. Demiyor ki; sana ne lan benim ülkemde yolsuzluk olduysa, rüşvet alınıp verildiyse(ki bunun olmadığını da defalarca yazdık). Usulsüzce bir darbe kalkışması yapmış örgütün kaydettiği tapelerle sen beni nasıl yargılarsın... Ya da yine demiyor bu babaları anonim çocukları: FBI benim ülkemde, konsolosluk ya da Akdeniz'de ki bazı gemilere yerleştiriliş son sistem cihazlarla bir kısım insanları gizlice dinleyip kaydederek 10 bin kilometre ötede nasıl yargılarsın... Ben egemen bir ülke değil miyim? Hangi uluslararası teamüle dayanarak yapıyorsun... Niye sormuyorsunuz? Bu ülkede siyasete yön vermeye kalkışan, ticaretine, eğitimine, güvenlik kuvvetlerine nifakı, desiseyi, fitneyi sokan, 15 Temmuz'da da Amerikan uşaklarıyla beraber bu ülkede darbeye kalkışan örgütün liderini 400 dönümlük arazide ajanlarınla koruyup beni mi yargılıyorsun? Sonra da Pensilvania'da koruyup kolladığın Fetö ile, ne kadar düşmanı varsa TIR'lar dolusu silah ve techizat verdiğin Türkiye arasında ne oluyor diye düzmece bir mahkemede tiyatro mu oynatacaksın... Ben bütün bu tezgahları kuran Amerika'ya kızmıyorum. Puşt puştluğunu düşman düşmanlığını yapar. Benim yüzüne ağız dolusu tükürmek istediklerim; Erdoğan'ı meşru yoldan deviremeyenlerin bu düzmece mahkeme dolaysıyla zil takıp göbek atanlara. Tüh lan sizin suratınıza.... /Orhan BAYLAN 16 Kasım 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/tuh-lan-sizin-suratiniza/385

130


Orhan BAYLAN_Yazılar

Sapla Samanı Karıştırmasak Bi’setin 7. Yılı. Haşimoğulları hariç diğer Mekke kabileleri bir araya gelip, Müslümanlarla kız alıp vermemeyi, Hiçbir mal alıp satmamayı, Cenazelerine gitmemeyi, taziyede bulunmamayı, Peygamberimizi korumaktan vaz geçip onlara teslim edene kadar ablukayı sürdüreceklerine dair sözleşmeyi mühürleyip Kabe’nin duvarına astılar. Ve Müslüman olanların zarar görmemesi için Ebu Talib’in isteği doğrultusunda “Şib-i Ebi Talib mahallesinde” toplandılar. Ve abluka ile zor günler başladı. Sadece Mekke panayırı zamanında ticaret yapmaları serbestti ama o zamanda fiyatları bilhassa Peygamber Efendimizin amcası Ebu Leheb yükselttirdiği için Müslümanlar bir şey alamıyorlardı. Hurma hariç her şey ticaret yoluyla geldiği için şartlar gittikçe zorlaşmış, açlık son raddeye gelmişti. Ebu Talib ve Mekke’nin en zengini Hz.Hatice’nin bütün birikimleri tükenmiş, sıkıntı had safhaya çıkmıştı. Kadınlar çocukları emzirecek süt bulamıyor, açlıktan bebekler ölüyordu. 3 sene süren bu abluka günlerinde vicdanlı Müslüman olmayanlarda vardı. Hz.Hatice’nin yeğeni Hakim b. Hizam ve Hişam b. Amr bunlardan ikisiydi. Defalarca gizlice yiyecek getirip vermişler hatta birinde Ebu Cehil’e yakalanıp, Hişam b. Amr onu fena dövmüş, deve kemiğiyle kafasını yarmıştı. Artık açlık ve yokluğun son demlerindeyken Müslümanlar, Hişam, Züheyr b. Ümeyr’in evine gidip bu durumun katlanılmaz olduğunu, vicdanını yaraladığını anlatıp beraber hareket etmeyi teklif etti. Ondan destek alan Hişam daha sonra Mut’im b. Adiyy, Ebu’l Bahteri ve Zem’a b. Esved’den de destek buldu. Bir gece Hacun mevkiinde toplanan bu 5 yiğit adam, ne olursa olsun bu ablukayı bitirmeye yemin ettiler. Ertesi sabah Kabe’nin avlusuna gelen Züheyr ayağa kalkarak: “Biz yiyip içerken bazı insanlar açlıktan ölüyor. Vallahi bu zalim sayfa yırtılıncaya kadar oturmayacağım”dedi.

131


Orhan BAYLAN_Yazılar

Geceden anlaştığı diğer 4 arkadaşı da benzer sözlerle kendisini destekledi. Ebu Talib’de birkaç akrabasıyla o esnada kabe’ye geldi. Ve dedi ki: “Yeğenim diyor ki Allah bana bildirdi, Allah ismi hariç o sayfanın her yerini güve musallat olup yedi” “Ebu Cehil mümkün değil, bu bir tertip dediyse de; “Sayfaya bakalım, Muhammed’in dediği gibi mi” dediler orada bulunanlarda. Ve gerçekten anlaşma sayfasından geriye sadece “Bismikellahümme” yazılı olan kısım kalmış. Züheyr ve arkadaşları silahlanarak Şib-i Ebi Talib mahallesine gidip müslümanları dışarı çıkartıp ablukayı fiilen bitirdiler. Peygamber Efendimizin 23 yıllık risalet dönemine ait en acı 3 yılı neden anlattım şimdi. Elbette bir sebebi var efendim. Ben o Hatem-ül Enbiya’nın hayatını siyer olarak okumanın yanında insanlık için her yönüyle dersler olduğuna inanan biriyim. Ben böyle okurum bir başkası farklı yönle okuyarak aslında verilen “hikmeti” belki isabet etmeyi becerebiliriz. 23 senelik risalet hayatının 13 yılının Mekke’de yani müşriklerle, inanmayanlarla beraber geçmesi, 10 yılının İslam devletinin teşekkülüyle, ehl-i kitapla beraber geçmesinin elbette bir anlamı, mesajı var. Niye o yıllar diğerinden uzun bununda elbette bir anlamı olmalı. Buradan çıkarılabilecek bir sürü ders olabilir ama benim bugün acizane çıkarttığım bir benzetme var. Türkiye laik bir ülke. İslam devleti değil. Dar-ul harb, dar-ul İslam ve buna bağlı fıkhı meselelere, yorumlara girmeyeceğim. Son devrin büyük alimlerinden Seyyid Abdülhakim Aravasi kaddesallahu sirrahum buyuruyor ki bu husuta: “Şeriat hükümlerinin uygulanmadığı memalik dar-ul harbdir.” Yani Mekke dönemine eş bir zaman içindeyiz. Başımızdaki idarecilerin şahsi olarak Müslüman olması bu kaideyi bozmaz. O zaman derim ki bir sürü şeyi saymadan kısaca; Müslüman idareci ve dar-ul islam’sa bu genelevlerin işi ne? Neyse bu bahsi böylelikle kapatalım. Lakin Türkiye’de Müslümanların yanında; inançsız, ateist, başka dine mensup ama hakkaniyetli, adil, vicdanlı insanlarında yaşadığı hepimizin malumu. Tabi İslam’ın ve Müslümanların düşmanı, her fırsatta elinden geleni ardına koymayan, makam sahipleri, yazar çizer, sanatçı v.s insanlarda bol miktarda var. Fakat bizim tayfada bir hastalık var. Adam dine biraz uzaksa ölüsünün bile ardından ağza alınmayacak hakaretler ediliyor. Bu yaşıma kadar öyle komünistler ve ateistler gördüm ki, müslümanların korkudan sindiği, hatta zamanın ceberrut idarecilerinin etrafında temennalarla göbek atarken, zulüm gören inannanların haklarını savundular. Aleni dine ve dindara düşmanlığı, buğzunu bilmediğiniz ama sizden olmayanları aynı kefeye koymayın. Rahmet okumasanız da sövmeyin. İşte yukarıda o sevgilinin hayatının bir bölümünden örneklediğimiz olayda Müslüman olmadıkları halde vicdanlı insanların verdiği mücadeleyi anlattık. İsim vermeyeceğim kimler böyle diye. Çoğunu sizler biliyorsunuz. Sadece istediğim; sapla samanı karıştırmasak… /Orhan BAYLAN 18 Kasım 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/sapla-samani-karistirmasak/386

132


Orhan BAYLAN_Yazılar

Nato Denilen Kazık… Nato tatbikatı en yüksek kademeden en yerel birime kadar özür dilemekle geride kaldı. Lakin unutulacak gibi değil aslında yapılan. Aman canım bir teknisyen ve bir sözleşmeli astsubayın yaptığı halt diye geçiştirilebilecek kadar bireysel değil. Yani bu tür tatbikatlara hem NATO karargahı hem de Norveç yerel unsurları aylar öncesinden çalışmaya başlar. Önce bir senaryo geliştirilir. Konsept oluşturulur. 2014-15-16 yıllarınd “Trident Junkture” adıyla yapılan bu tatbikatın bu seneki adı “Trident Javelin” yani üç uçlu mızrak olarak kararlaştırıldı. Konsepti: NATO mukabele kuvvetleri sertifikasyonu olarak belirlenmiş. Senaryo da ise bir düşman ülke ve lideri NATO menfaatlerine zarar veren, düşman hayali bir ülke “Skolken” adında bir ülke belirlenmiş. Bu Skolken ülkesinin suçu ne peki? İşte burada sıkı durun, bu ülkenin suçu S-400 üreten ülkeyle yakınlaşması ve ve bu savunma sistemini almak üzere oluşu… Tanıdık gelmedi mi hala… Devam edelim o zaman. Bu Ülke’nin lideri NATO aleyhinde sosyal medyada paylaşımlar yapıp zarar veriyor. Ve bu liderin hesabı ne peki? RTerdogan… Bu hesabı açanda Türkiye asıllı sözleşmeli bir Norveç subayı. Hala mı hangi ülke ve lider bir türlü ilişki kuramadınız? İşte bunun netleşmesi için; yani olur a bizim ortak olduğumuz NATO karargahında ve kuvvetleri içinde hala anlayamayan diğer ülke subayları için Norveçli bir teknisyen Mustafa Kemal Atatürk ve Recep Tayyip Erdoğan’ın resimlerini bu düşman devlet Skolken senaryosuna yapıştırmış… Adam daha nasıl anlatsın canım hedefi. Tabi tatbikat 8-17 Kasım tarihleri arasında yapılıyor. Ve tatbikatın son gününde bizim üst düzey yetkililere, onlar tarafından Cumhurbaşkanına aksettiğinde tepki sert oluyor. Şimdi öncelikle Türkiye Devleti, NATO karargahında bu tatbikatın planlaması safhasında bizim Türk tarafına bilgilendirme yapıldığı halde Ülkesini haberdar etmeyen askeri personelle ilgili soruşturma başlatmalı. NATO’nun planlı ve aylar öncesinden hazırlanan senaryoya uygun gerçekleştirdiği bir senaryoda Türkiye gibi dost, müttefik ve ortak bir devleti “düşman kuvvetler” olarak gösterip tatbikat yapmasının affedilir bir yanı yok. Bir sözleşmeli subay ve astsubayın ordudan uzaklaştırmasıyla geçiştirilecek kadar basit bir olay olmadığı aşikar bu olayı daha da derinleştirmesi yaraları kaşıması gerekiyor. Şurası kesin olan bir şey var; bu NATO karargahında görevli 5 üst düzey askeri elemanın Fetö soruşturması dolaysıyla 15 Temmuz sonrası Norveç’ten sığınma talep etmiş. Marmaris Cumhurbaşkanına suikast timinin başındaki tuğ.Gökhan Sönmezateş bu karargahta görev yapmış. 15 Temmuz birileri her ne kadar Fetö örgütüne yıksa da bu satırların yazarı olarak inandığım; NATO/Pentagon/CIA organizasyonu, Fetö unsurlarının da kullanıldığı bir kalkışmaydı. 165 General’den olsa osla 35 tanesi Fetö’cü çıkar ya da çıkmaz. Geriye kalan 130 tanesi kurmaylık için Abd’ye gittiklerinde ya da NATO görevleri sırasında devşirilmiş beyinsizlerdir. O yüzden bugünden itibaren Türk Hükümeti NATO karargâhlarında benzer senaryo çalışmalarının olup olmadığını tahkik ettirmeli. Öncelikle kendi personeli kanalıyla bunu araştırdığı gibi en yüksek perdeden; Savunma Bakanlığı ve Genel Kurmay tarafınca da NATO’dan soruşturma istenmeli… 1952’den beri dost dost diye oymadık yerimizi bırakmayan bu örgütten gelebilecek saldırılara hep açık olacağız yoksa... /Orhan BAYLAN 19 Kasım 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/nato-denilen-kazik/389

133


Orhan BAYLAN_Yazılar

Daeş Nereye Gitti, Nerede Ortaya Çıkar DAEŞ militanları yeri görev yerleri tebliğ edilene kadar Irak topraklarından sözde can düşmanları Abd ve YPG militanları korumasında tahliye edildiler. Bunların bir kısmı sözde İslam adına "cihad" ettiğini düşünen geri zekalı manyaklar. Abd ve İngiltere gizli servislerinin oyuncağı olduklarını göremeyecek kadar beyinleri iğdiş. İslam adına müslümanları katleden bu mahluklar, şimdi ellerine tutuşturulan dolarları memleketlerinde bitirene kadar serbest kalacaklar. Yeni görev yerleri artık Kuzey Suriye'mi olur, Afrika'nın açlıktan inim inleyen fakir bir ülkesi mi yakında belli olur. Yemeye ekmek bulamayan, çocukalrı her türlü hastalığa maruz kalarak ölen bu Afrika ülkelerinin sözde kurtuluş savaşcısı manyakları anlamakta zorlanıyorum. Beyin harap olmuş. Sormuyor ki; bana ekmek yerine kardeşimi öldürmek için bedava bu silahı niye veriyorsun ey Batı! İslam adına cihad ettiğini sanan beyinsizlerden biri demiyor ki; iyi de kardeşim biz 40 senedir İslam coğrafyasında hep müslümanlarla savaşıyoruz. Niye Hristiyan ve Yahudi ile hiç savaşmıyoruz? Bu coğrafyanın, daha doğrusu bütün geri kalmış coğrafyaların ister salak "mücahidleri" , isterse "Kurtuluş savaşcısı, gerillaları",adları ne olursa olsun, istisnasız hepsi emperyalistlerin oyuncağıdır. Din ve ırkla ilgili beyinlerine şırınga edilen afyon öyle güçlüdür ki; geri planda savaştıkları topraklardaki emperyalistlerin amacını fark edemezler. El-Kaide Afganistan'ı harap etti, DAEŞ Irak ve Suriye'yi... Abd ve İngiliz servislerinin kurduğu bu örgütler, görevlerini yapıp başka bölgelere geçiyorlar. Hangi bölge stratejik olarak emperyalistlerce kaos çıkarılacaksa orada yapılaşma başlıyor. Sanırım ilerleyen zamanda seküler (dinsiz) PKK'nın bölgede yeterli zemin bulamaması üzerine selefi Kürt militanı olarak görev yapmaya başlarlar. Geleneklsel İslam yani tasavvuf/tarikat geleneğinden gelen Kürt halkının bu oyuna uzun vadede alet olması mümkün değil. Asla böyle bir aptallığa düşmez. Toynbee'de sırf bu yüzden "Kuzey Müslümanlığını" hedef olarak gösterir. Güney müslümanlığında tarikat/tasavvuf yoktur. Orayı Vehhabilik ve Mısır kaynaklı selefist akımlarla yüzeysel bir İslam anlayışına getirdiler. Tarlayı sürdüler. Ne kadar son 100 yılda kan kaybetmiş olsa da kısaca ehl-i sünnet diye nitelendirebileceğimiz Kuzey Müslümanlığı yinede insanların birlik beraberlik duygusunu pekiştiren, dış saldırılara karşı muhkem bir kale gibi durmayı örgütleyen, futuhatçı gelenekten gelen bir yapısı var. Bu yüzden bu ruhun ölmesi için yapılan bütün gayretlere rağmen hala halkın büyük ekseriyetinde bunu başaramadılar. Velhasıl; Irak topraklarını terkeden DAEŞ militanlarının yine çok geçmeden Kuzey Irak Kürt bölgesinde ortaya çıkması bana sürpriz olmayacaktır. Batı'nın bilhassa Abd'nin alttan alta verdiği destekle bağımsızlık referandumuna giden ve neticede yıllardır elde ettikleri bir sürü kazanımı kaybetmelerine neden olan Barzani'den boşalan otorite boşluğu kasti planlanan bir şeydi. Yani Barzani babasından beri hayalini kurdukları bağımsızlık otuyla oyuna getirildi. Bu aslında Barzani'ye kurulan bir tuzaktı. Anlayamadı. Ve şu an Kuzey Irak'ta eğer yeğen Barzani ipleri elinde toparlayamazsa gelecek kaos demektir. İşte bu kaotik ortam da, DAEŞ gibi örgütlerin sevdiği ortam. Kurulacak örgütün El-Kaide ve DAEŞ benzeri örgütün adı ne olur bilemem... Belki DİK olur. Dewleta İslamiye Kurdi.... /Orhan BAYLAN 20 Kasım 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/daes-nereye-gitti-nerede-ortaya-cikar/391

134


Orhan BAYLAN_Yazılar

Suriye’de Gelinen Son Nokta, Başa Dönmek Bugün Soçi’de bir araya gelen Rusya, Türkiye ve İran Devlet başkanları yeni yol haritasını kararlaştırdılar. Liderler tarafından açıklanan maddeleri görünce acı acı gülümsedim. 15 Mart 2011 yılından bu yana tahrip edilen şehirler, öldürülen milyonlar, evsiz barksız kalan insanlar, yurdundan kaçmak zorunda kalmış milyonlarca halk, anne babasını yitirmiş yüz binlerce çocuk… Günahları neydi? Neyin bedelini ödediler… Ruhani’nin açıkladığı madde: Suriyede en kısa zamanda adil ve şeffaf bir seçim yapılacak! Tamam da kardeşim 7 sene önce Türkiye bunu Esed’e defalarca dikte etmedi mi? Geldiğimiz nokta da harap edilen Suriye’den sonra 6 yıl önceki söylenenleri yapacaksanız niye bunca zulüm çekildi peki demezler mi? Şimdi şöyle bir geriye dönüp neler oldu bir hatırlayalım. Arap baharı bütün gücüyle eserken Fas, Tunus ve Mısır liderleri birer birer devrilirken Suriye’de Esed ve Suudi Arabistan’da Kral Selman’ı da bir korku aldı. Ve bu ateşin topraklarına sıçramasından endişe etmeye başladılar. İşte Mısır baharı sırasında Suriye’nin Dera şehrinde ki iki doktor kadın telefonda “Mısır’da Mübarek devrilmiş, darısı bizimkine” diye konuşurlar. Tabi bu konuşma istihbaratın ağına takılır ve iki kadın tutuklanır ve saçları sıfıra vurulur. 12 yaşlarında ki bir kısım çocuk duvara bunu protesto eden bir sloga yazarlar. Bu çocuklar tutuklanır. Dera aşiret liderleri tutuklanan çocukların serbest bırakılması için yetkililere gittiklerinde ret edilirler ve kovulurlar. Dera 1980’li yıllarda baba Esed’inde katliam yaptığı, Suriye’de Ehl-i Beyt ailesinden çok sayıda seyyid’in yaşadığı şehirlerden biri. Ve Cuma namazı sonrası halk bu yaşananaarı protesto etmeye başladığında rejim güçleri tarafından ateş açılır. Tabi o günlere gelmeden önce Türkiye ve Suriye hükümetleri ortak bakanlar kurulu tertipleyecek, Esed ailesi Erdoğan ailesiyle ortak tatil yapacak kadar yakınlaşmıştır. Bu arada Suriye’de ortalık karışmaya başladığında Amerika’nın beraber müdahale edelim teklifine “ Esed’i sakinleştiririm ümidiyle”girişimlerde bulunmayı teklif eder. Bu arada o günün Dış İşleri Bakanı Davutoğlu, defalarca ki (bu 6 ay içinde 29 defa ) Şam yönetimiyle görüşmeye gider. Türkiye’nin teklifi; seçimlerin tarafsız gözlemcileri gözetiminde adil bir şekilde yapılması, temel hak ve özgürlükler konusunda esnek davranılıp tedrici olarak verilmesi gibi

135


Orhan BAYLAN_Yazılar

önerilerdir. Bunlardan biri vatandaş olarak bile tanımlanmayan Kürtlere nüfus kağıdı verilmesi ve seçimlere iştiraklerine izin verilmesi gibi. İşin tabi bu arada başka bir ayağı da vardır. Katar doğalgazı’nın Türkiye üzerinden Avrupa’ya ihracı gündemdedir o günlerde. Ama bu projenin gerçekleşmesinden rahatsız olacak iki devlet vardır. Rusya ve İran. Rusya Avrupa pazarındaki tekel durumunun zedelenmesini istememektedir. Bunun için Katar gazının geçiş yolunda olan Suriye’nin Türkiye ile olan yakınlığının sabote edilmesi gerekmektedir. Ve Rejimi olayları sert şekilde bastırması için gereken desteği verir. Ayrıca Suriye’de Tardus’da bulunan üssünün de elden gitmesine rıza göstermeyecektir. Bu arada İran’da Lübnan Hizbullahın arka bahçesi Suriye’de bu fırsattan daha etkili olmayı arzu etmektedir. Nusayri Esed ailesi aslında seküler bir hayat sürmekte ve uygulamaktadır Ülke’de. Nusayri’likle Şia arasında ki yakınlık İslam ve Hristiyanlık arasında ki yakınlık ne kadarsa o kadar diyebiliriz ama mezhep yakınlığı bahanesiyle oda Rejime destek verir. Suriye’den kaçanların ve geride kalanların örgütlenmesi başlar Amerika tarafından. İlk etapta Türkiye sadece rejimden kaçan halkı kabul eder sadece. Ama zamanla rejimin katliama dönüşen baskısı ve Esed’in kendisine sırt çevirmesi üzerine Amerika, Katar ve Suudi Arabistan’ın muhalifleri silahlandırmasına destek verir. Bu arada Rusya ve İran’ın teknik ve taktik destekleriyle güçlenen rejim karşısında muhalifler vardır. Bu arada Amerika, azınlıkta olan Kürt muhalifleri, saha deneyimli PKK’dan devşirdiği militanlarla örgütleyerek PYD diye bir güç oluşturdu. Tabi Irak’ta bundan az önce El-Kaide’den kopma İŞID diye bir selefi örgüt peydah olmuştu. Son model silahlar, son model sıra pikaplar, orduları korkutup kaçan “mücahitleri” vardı. İşgal ettikleri petrol sahalarından ürettikleri petrolü tanker tanker alan devletler vardı ama kimse kimin aldığını 10 yılda asla öğrenemedi ne hikmetse. İngiltere büyüklüğünde bir kara parçasına hükmediyorlardı ama bu uluslararası güçlerin “terörist” ilan ettiği, ve 68 ülkenin mücadele için konsorsiyum oluşturduğu örgütün, elektriği suyu kesilmiyor asla, her türlü gıda ve ihtiyaç hatta lüx maddeleri bile girişine kimse sesini çıkmarmıyordu. İşte bu örgüt bir yere saldırıyor, Suriye rejim ordusu ve Irak güçleri silahları bile atarak kaçıyor, ama 100 tane kahraman(!) YPG askeri gidip bunları kovalıyor şehrin hakimi oluyordu. Bu tiyatroyu 10 senedir o coğrafyada oynayıp dünyaya da yedirdiler. Ve sonunda…. Irak İçişleri Baklanı: “Irak topraklarında DAEŞ’in kontrol ettiği bir yer kalmamaıştır” diyor, hemen onun peşinden İran’ın sahadaki en büyük koutanı da İran Dini Liderine yazdığı mektupla: “Suriye toprakalrından DAEŞ militanlarını temizledik” diyerek yazıyordu. Yani işin aslı şuydu: O militanları oraya konuşlandıranlar, görevlerinin bittiğini söylerek geri çekmişlerdi. Biz de bunu yedik! Ve bugün; Kürtler neredeyse bir devlete sahip, Ülkenin her tarafı yakılmış yıkılmış, insanları sağda solda heder edilmiş, denilen şu: “Adil ve düzgün seçim yapılacak” 6 sene önce de Türkiye Esed’e bunu demişti! Ey dünya… Ey sahtekar emperyalist pislikler. Ey Rusya, Amerika, İngiltere, Fransa, Kanada, Almanya, Suudi Arabia ve ismini sayamadığım 70 devlet. Küçücük Suriye’de ve halkı üzerinde iktidarda kalabilmek için gözünü hırs bürümüş bir diktatör sayesinde her türlü silahınızı test ettiniz. Her tür Uçağınızı, kimyasallarını denediniz. Askeri taktikleri, gerilla savaşı taktiklerini geliştirdiniz. Tüh sizin adalet, medeniyet ve erdem maskeli o iğrenç yüzlerinize. /Orhan BAYLAN 22 Kasım 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/suriyede-gelinen-son-nokta-basa-donmek/394

136


Orhan BAYLAN_Yazılar

Amerika Dünyanın Hakimi Mi? Commerzbank: 2011 de 175.5 Milyon---2015’de .045 Milyar dolar BNP Paribas : 9 milyar dolar Credit Agricote ve Societe Generali: 2.7 milyar dolar Credit Suisse :536 milyon dolar ING Bank :619 milyon dolar Lloyd TSB : 350 milyon ANZ Banking Group: 5.8 milyar dolar RBS/ABN Amro: 500 milyon Barclays : 298 milyon Bank Of Tokyo: 5.8 milyar dolar Natıonal Bank of Abu Dabi: 855 milyon Bank of Moscow:9.5 milyar Banco di Brasil: 139 milyon HSBC : 1.9 milyar Yukarıda yazdığım bankalar ve önündeki rakamlar Amerikan Maliye Bakanlığının şikayeti üzerine dünyanın çeşitli ülkelerine ait bankalara kesilen cezaları gösteriyor. Peki sormamız gereken soru şu değil mi? Amerika Mahkemeleri; tek taraflı olarak ilan edilmiş ambargoyu deldi diye başka ülkelere ait şirket ve bankalara ceza kesme hakkını nerden alıyor? Amerika; Birleşmiş Milletler yerine koyup onun yerine Uluslararası bir mahkeme görevini uhdesine alma hakkını nerden alıyor? Kısacası; uluslararası mahkeme konumuna gelme hakkını nerden alıyorlar? 2011 sonrası kendine yapılmış saldırıyı bahane ederek ( ki bununla ilgilide bir sürü spekülasyon var) “Patriot Act” adıyla bilinen yasayı çıkardı. Kısaca vatanseverlik yasası diye bilinen bu G.Bush’un çıkarmış olduğu bu kanunla bütün dünya da her tür hesabı faaliyeti dinleme ve yargılama hakkı edindi kendi kendine. Tamam Amerika topraklarında, Amerikan vatandaşı veya göçmenleri kapsaması gereken bu yasa, ambargo ilan ettiği devletlerle ticaret yapan şirket ve bankaları da kapsadı. Aslında işin aslı şu: Terörü bahane ederek dünyanın her tarafındaki ticaretin tam kontrolünü sağlamak, doların referans para olarak en başta olmasının devamlılığını sağlamak. Elindeki muazzzam silah gücü sayesinde Dünya jandarmalığına soyunmak ve kendisinin zarara uğradığını düşündüğü durumlarda kendi mahkemelerinde ülkelere cezalar kesmek. Bu haydutluktur. Ama şu an

137


Orhan BAYLAN_Yazılar

buna baş kaldıracak bir ülke ne yazık ki yok. Ceza kesilen her ülke kuzu kuzu parayı Amerika’ya bastırıyor. *** Peki Halk Bankası olayında Amerika haklı mı? Olayın başlangıcını kısaca izah etmek gerek. Çeşitli yerlerde okumuş ve dinlemiş olabilirsiniz ama ben bir de Orhan’ca size kısaca hülasa edeyim. 2010 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeleri Türkiye ve Brezilya’nın “Hayır” oyu verdiği 1929 sayılı BM kararı, “hassas nükleer faaliyet” için kullanılabilecek her türlü askeri ve sivil mal ve hizmetin ticaretini ve bu ticaretten doğan para transferlerinin önlenmesi yönünde karar almıştı. Ancak ABD, BM’nin bu kararı ile yetinmek istemedi ve iki hafta sonra Haziran 2010’da İran’ın petrol ve doğalgaz gelirlerinin de nükleer faaliyetlerde kullanılabileceği varsayımıyla bu faaliyetlerden kaynaklanan parasal transferlerin de yasadışı ilan edilmesini emreden bir yaptırım kararını ABD Senatosu’ndan geçirdi. Tek taraflı olarak yürürlüğe giren bu karara göre, İran petrol gelirleri artık “kara para” statüsündeydi ve bu anlamda meydana gelen her türlü finansal işlem “kara para aklama” olarak tanımlanacaktı. ABD Hazine Bakanlığı’na bağlı Terörün Finansmanı ve Finansal Suçlardan sorumlu Bakan Yardımcısı Daniel Glaser başkanlığındaki ABD heyeti, sonraki aylar boyunca, İran’ın ticaret yaptığı en önemli ülkelere giderek, bu ülkelerdeki bankacılık ve finans sektörünün temsilcilerine yaptırımlar konusundaki kararlılıklarını anlattı. Glaser, bu toplantılardan birini de Ağustos 2010’da Türkiye Bankalar Birliği’nde yaptı ve Türk bankalarının üst düzey temsilcilerini İran bankaları ile çalışmamaları konusunda uyardı. Heyet, bankacıları öylesine tehdit etmişti ki, bazı banka yöneticileri yurt dışına çıktıklarında tutuklanabileceklerini dahi düşünüyordu. ABD’nin uyarısı içeriği ve üslubu itibarı ile Türk bankalarını endişelendirmişti. Dönemin Devlet Bakanı Zafer Çağlayan ise bankacılara cesur olmalarını tavsiye etmişti:“ABD’nin yayınladığı ambargo kararı var. Her türlü finansman hareketlerine yasak getiren bir düzenleme. Bizi sadece BM’nin kararı bağlar. ABD’ninki değil. … bankaların cesaretli olması lazım.” Türkiye ve ABD arasında bu görüşmeler değişik platformlarda 2010 boyunca sürdü. Aynı yıl ABD’de Ali Babacan ve Çağlayan’a da iletilen talepleri Türkiye dikkate almadı. Kısa süre sonra Avrupa Birliği de BM kararıyla yetinmediğini gösteren ve İran’ın petrol ve gaz endüstrisine teknoloji ve donanım satışını yasaklayan bir yaptırım paketini yürürlüğe koydu. Ancak bu girişim de İran’ın petrol ve doğal gaz satışına ve bu satıştan elde edilen parasal transferlerine engel olamadı. 2010’da Türkiye’ye gelen ABD Hazine Bakanlığı Terörizm ve Finansal İstihbarat yeni müsteşarı David Cohen de Türkiye’deki muhataplarını bu kez daha sert bir dille uyarmıştı. Cohen’in endişesini artıran, Türkiye ile İran arasındaki ticaret hacminde göze çarpan 10 milyar dolarlık artıştı. İki ülkenin 2002’de sadece 1 milyar dolar olan ticaret hacmi 2010’da 11 milyar dolara çıkmıştı. Beş yıl içinde 30 - 35 milyar dolara çıkması öngörülüyordu. Cohen’e göre, Türkiye İran ile ticaretini tamamen sona erdirmeliydi zira İran bu kaynakların tamamını nükleer programının finansmanı için kullanıyordu. O günlerde bu haberleri takip edenler, ABD ile Türkiye arasında baş gösteren uyumsuzluğun sebebinin Türkiye ile İran arasındaki ticaret ve bu ticaretin finansmanı ile sınırlı olduğunu düşünüyordu. Ne var ki, konu daha uluslararası bir boyuta taşınmıştı. Türkiye, İran’dan petrol ve gaz ithal eden ve ABD baskısına direnemedikleri için satın aldıkları petrolün parasını İran’a ödeyemeyen Hindistan gibi büyük ithalatçı ülkelere aracılık etme hazırlığındaydı. Hindistan, Türkiye ödeme hattını açan ve deneyen ilk ülke olmuştu. ABD’nin İran’a yönelik, tek taraflı uyguladığı finansal yaptırımlarından çekindikleri için Hint bankalarının dahi takas /muhabir banka işlevini yerine getirmemesi, Hindistan’daki petrol rafinerilerinin İran’dan gerçekleştirdiği günlük 400 bin varil hampetrol alımını riske sokmuştu. Hint rafineri şirketleri İran’a 5 milyar dolarlık borçlarını ödeyemeyince İran 8 ay boyunca petrol sevkiyatını durdurdu. Bu kısıtlama, toplam petrol ihtiyacının yüzde 15’ini İran’dan temin eden, yükselen bir ekonomi olan Hindistan için büyük bir soruna dönüşmüştü.

138


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ve Halk Bank işte bu ülkelerin yaptığı petrol ve doğalgaz alımlarının ödemelerinde aracılık yaptı. Halkbank’ın aracılığı sayesinde hayata geçen bu ödeme hattı 2011 boyunca kullanıldı, tüm tarafların denetimine de açık tutulduğu için mevcut BM yaptırım kararlarına da aykırı değildi. Ekim 2011’de ABD’den gelen yeni bir heyet yine Ankara’yı İran petrol gelirlerinin nükleer faaliyette kullanıldığına ikna etmeye çalıştı. Ancak Ankara’nın milyarlarca dövizin transferinden oluşan kaynaklardan vazgeçmeye niyeti yoktu. 2010 ve 2011 yılları süresince BM kararlarına uygun ve her türlü denetime açık şekilde devam eden bu ödemeler yeni yaptırım tehditleriyle yeni bir ödeme şekliyle yapıldı. Halk Bankası’nda İran’ın alacakları “Türk Lirası” olarak açıldı. Ve İran’ın ödeme emri verdiği isimlere TL olarak ödemeler yapıldı. Türk Hükümeti’nin “dahli” olmaksızın ya Abu Dhabi’ye TL cinsinden ya da altın olarak İran’a gönderiliyordu. İşte Amerika’yı çıldırtanda buydu. Swap kayıtlarında yıllık 100 milyar dolarlık açık vardı ev bu Abd’nin cari açığına tesir ediyordu. Yine tekrar edeyim; BM kararlarına aykırı bir durum yoktu. Dolar kullanılmıyordu. Alış verişi yapanlar Amerikan vatandaşı değillerdi. Halk Bankası veya TL cinsinden ödeme yaptığı şirketler Amerikan şirketi değildi. Ama Amerika benim para birimimi kullanmayarak beni zarar ettiriyorsunuz, Amerika menfaatlerine sekte vuruyorsunuz diyerek bugün dava açabiliyor! Ve bu konuda kimliklerinde TC vatandaşı olduğu yazan parti liderleri, mensupları, gazeteciler ve çeşitli meslek mensupları Amerikan ağzı ile savunabiliyorlar! Peki Türkiye Halk Bankası Amerikan’ın haydutça tehdit ederek bu ödemeleri yapmayın dediği İran tarafına, açılan TL hesaplarla ödeme yaptığı kimdi? Reza Zerrap… Türk hükümeti mi seçti ödeme yapılacak kişiyi? Hayır… Halk Bankası mı? Hayır… Ödemelerin Reza Zerrab’a yapılmasını kim bildirdi Halk Bankasına? İran Petrol Bakanlığı. Malın sahibi kim? İran… Peki Reza Zerrap’ın ne kadar komisyon alacağına, altını kaçtan alıp İran’a kaçtan yolladığına, hangi ülkeden nereden temin ettiğine Türkiye karıştı mı? Hayır… Reza Zerrab burada iş yaparken bu işlerin dışında devletten ihale almış mı? Hayır. Devletle iş yapmayanın “rüşvet” vermesi olabilir mi? Hayır… Devletten ihale almıyorsa ismi geçen Bakanların devlet malını zarara uğratması söz konusu olabilir mi? Hayır… Peki bu bakanlar ve çocuklarının Reza Zerrab’la ne gibi ilişkileri olmuş… Reza Zerrab hadsiz hesapsız para kazanınca tabi şarklı aklıyla devlet adamlarına yakın olmak istiyor. Birileri bu işte aracı oluyor. Ve devletin en tepesine çıkmış bu bakanlarda konumlarını unutup, 28 yaşındaki bu görgüsüzün verdiği hediyeleri bi güzel kabul ediyorlar. Çocuklarının onunla iş yapmasına ses çıkarmıyorlar. Yani “nüfuz ticareti” yaparak eşşeklik ediyorlar. Hainlik yok ama hıyarlık var Türkçesi… Mesele bu ey halkım… /Orhan BAYLAN 23 Kasım 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/amerika-dunyanin-hakimi-mi/395

139


Orhan BAYLAN_Yazılar

İki Yüzlü Batı: Amerika'daki Japon Tehciri 7 Aralık 1941 günü Japon İmparatorluk Donanması Hawai’nin Pearl Harbour limanında bulunan Amerika’nın Pasific donanmasını iş göremez hale getirdi. Ve ABD o gün Japonya’ya savaş ilan etti. Amerika’nın 2. Dünya savaşına girme sebebi olarak bu olay verilir. Aslında 2 sene boyunca Avrupa kıtasının en güçlü 3 devletinin birbirini yemesini seyretti. Onların kendilerini maddeten bitirmesini izlerken, ülkelerindeki sermayenin ve bilim adamlarının savaşsız kıta olarak Amerika’ya kaçışı işine geldi. Pearl Harbour baskını onun aradığı bahaneyi verdi eline. Ve Amerika’nın dünya sahnesinde en güçlü devlet olarak yerini almasına, yani üzerinde güneş batmayan imparatorluk İngiltere’den dünya krallığına geçmesine bahane oldu. Ve Amerika hem Uzak Doğu’da hem de Kıta Avrupa’sında savaşa fiilen katıldı. Lakin bir göçmenler ülkesi olan Amerika’daki yaşayan ve vatandaş olmuş olan Japon asıllılar konusunda paranoya başladı. Ve bu arada “Niihaou olayı” diye tarihe geçen 2 Japon pilotun Hawai’de tutuldukları cezaevinden orada yaşayan Japon asıllı Amerikan vatandaşlarınca kaçırılması bu fobiyi daha da tetikledi. AMERİKA TEHCİR YASASI çıkarmak için CIA tarafından kurgulanan bir oyun olduğu yıllar sonra ortaya çıktı. Niihaou Olayı sonrası ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt 2 Ocak 1942’de 9066 no’lu tehcir emrini çıkardı. “Executive Order 9066″ olarak bilinen bu tehcir kararı ile ABD’de yaşayan 130.000 Japon asıllı Amerikan Vatandaşı, zorla çeşitli toplama kamplarına götürüldü ve yaklaşık 4 yıl bu kamplarda ikamet etmek zorunda bırakıldı. 18 Aralık 1944’te Amerika Yüksek Mahkemesi Japon asıllı vatandaşların geçerli bir sebep olmaksızın gözetim altına alınmasının legal olmadığına karar verdi ve 2 Ocak 1945’te 9066 no’lu tehcir emri iptal edildi. Gözetim altında tutulan Japon asıllı vatandaşlar tasfiye edilmeye başlandı. Tasfiye edilen her vatandaşa 25 $ nakit ve evlerine dönebilmeleri için birer tren bileti verildi. Tasfiye edilen Japon asıllı Amerikan Vatandaşlarının büyük kısmı evlerine ve eski yaşamlarına dönerken bir kısmı ise anayurtlarına iadelerini istediler, bu istekleri dönemin Amerikan Hükümeti tarafından kabul edildi. Son kamp 1946 Nisan ayında kapandı, bu kamp Peru’dan getirilip gözetim altına alınan Japonları ihtiva ediyordu. İşin garibi Japon asıllı Amerikan vatandaşlarına bunlar yapılırken, yine Amerika’da çok sayıda olan İtalyan ve Alman asıllılara karşı hiçbir önlem alınmadı. Onlar için ne tehcir uygulandı ne de böyle bir

140


Orhan BAYLAN_Yazılar

yaptırım gündeme geldi. Yine 4 yıl boyunca tehcire tabi tutulan bu Japon asıllı Amerikan vatandaşları hiçbir suça bulaşmamış, Amerika’ya karşı silahlı/silahsız hiçbir eyleme kalkışmamışlardı. Her yıl sözde Ermeni soykırımı gününü “Megr Yagern” diye yani büyük felaket diye geçiştiren Amerikan Başkanlarına rağmen bugün neredeyse bütün eyaletler Ermeni soykırımını kabul etmişlerdir. Kendi kısa tarihlerinde, Kızılderili ve Afroamerikan soykırımlarını sığdırmış olan toplama bir devletin, kendilerine karşı silahlı örgütten vaz geçtik, silahsız bir direniş söylemi üretmeyen kendi vatandaşlarına layık gördüğü muamele bu. Oysa bizim topraklarımızda yaşayan Ermeniler, Taşnaksutyun ve Hınçak gibi iki silahlı örgüt kurmuş, 1.Dünya savaşına girmiş olan Osmanlı’ya karşı 100 bin kişilik bir güçle Rusya cephesine katılmıştır. Osmanlı’nın birçok şehrinde katliamlar tertiplemişlerdir. Osmanlı bu fiili tecavüzler karşısında mecburi olarak, biraz da Alman Askerî erkanının önerisiyle uygulamıştır. 100 senedir bu elim hadiseyi gündeme getirerek bizi tehdit edenlerin tarihleri iğrenç katliamlarla doludur. İşte daha mazlumları yaşayan bir tehcirin öyküsünü anlattık. Kendi vatandaşı olmuş insanlara bile bunu yapan devletin, Orta Doğu halklarına vereceği kan ve göz yaşından başka ne olabilir? Allah bunlarla iş tutan Arap ve Kürt liderlere akıl versin. Yarın milletlerinin tarihi yazılırken, düşmanla iş birliği yapan hainler olarak kaydedilecekler. Bakın tarih yapraklarına. Kendi milletine zulüm reva gören hiçbir liderin mezarı yoktur. O gün için yapılan devasa anıt mezarlar üzerinden 100 sene geçmeden tahrip edilmişlerdir… "" Japonların tutuldukları Amache Toplama Kampı "" Japonların teslim olmaları gerektiğini bildiren ilanlar… "" Kamplara yollanan Amerikan vatandaşı suçsuz Japonlar… "" Amerikan rüyasının toplama kampları… /Orhan BAYLAN 26 Kasım 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/iki-yuzlu-bati-amerikadaki-japon-tehciri/397

141


Orhan BAYLAN_Yazılar

Akşener Balonu Meral Akşener asena olarak çıktığı yolda munise olarak devam ediyor. Dün O ve onunla beraber Devlet Bahçeli’nin “Ülkücülüğünü” eleştirerek başkaldıranlar, refüze edildikleri MHP’ye sırt çevirmeyi bırak, Ülkücülüğü bile terkettiler. Tamam da o zaman onca kavga ne içindi. 4 eğilimi birleştiren bir merkez partisi kuracaktınız madem MHP’yi ele geçirmek için onca oyuna ne gerek vardı? Derdiniz MHP ve ilkeleriyse İYİ Parti’nin neresinde Ülkücülük? Tabi mesele MHP ve Ülkücülük hiçbir zaman değildi ki? 15 Temmuz’a giden süreçte tampon bir siyasi partiye ihtiyaç vardı. Bahçeli’nin politikasından rahatsız MHP içinde ciddi bir kesim vardı. Bu memnuniyetsiz kesime liderlik edecek bir figüre ihtiyaç vardı ve malum yapının 1994’den beri kullanışlı malzemesi kadın “asena “ olarak köpürtüldü ve sahneye sürüldü. Ama Erdoğan’ın dolaylı desteğiyle Bahçeli 50 yıldır emek verdiği partiyi bu kadına teslim etmedi. 15 Temmuz MHP’yi ele geçiremeden geçince zaten Ülkücülüğü savunmanın anlamı kalmadı. 15 Temmuz 2016’da başarılmadıysa hedef ötelendi. Kasım 2019 Başkanlık seçimleri hedef baz alındı. Ve her tarafa gülücük dağıtan İYİ parti kurduruldu. Dün Ülkücüye kurşun sıkan, tekfir eden, hayatta tokalaşmayan tipler beraber bir partinin çatısı altında toplandı. Dedim ya mesele MHP’nin ilkelri veya ülkücülük hiç olmadı ki. Hedef Erdoğan’dı. 15 Temmuz’da indirilemedi o zaman 2019’da seçilmesine engel olunmalıydı. Ve Akşener’in kurduğu parti; AK Parti ve milli meselelerde onunla beraber hareket eden MHP’den ne koparırsa kar diye hesabıyla oluşturuldu. Peki bugün gelinen nokta da durum ne… Akşener ve ekibi şu an ne yapmaya çalışıyor. Birebir Akşener ve üst düzeyle konuşmadım ama temas ettiğim bazı isimlerden aldığım bilgiye göre parti içi çekişmeler, yani Koray Aydın’ın teşkilat başkanı olarak yapılanmayı eski yakın arkadaşları ağırlıklı seçmesi büyük rahatsızlıklara sebeb oluyor. Ayrıca; Akşener’in MHP içinde ki liderlik kavgası sırasında olsun, daha sonra parti çalışmalarında en yakınında ki çekirdek kadroda olan bazı isimlerin, ne 200 kişilik kurucular listesinde yer bile alamaması, ayrıca ilerde olması muhtemel milletvekiliiği adaylığında bazı il başkanlarının bazı isimleri harcaması büyük rahatsızlıklar doğurmuş Yine ayrıca; dün el altından her tür yayın desteğini vereceklerini söyleyen bazı gruplar şu ana kadar ne Akşener’i ne de ekibini konuk olarak bile almıyor. FOX Tv’nin bir sabah yayını hariç Akşener şu ana kadar Habertürk, CNNTürk gibi hiçbir kurumda yayına alınmadı. Peki, bunun sebebi ne diye araştırdığımızda gördüğümüz tablo şu: AK Parti ve MHP’den oy devşirmesi amacıyla kurulan İYİ Parti beklenenin aksine CHP’den oy alıyor. Hem de ciddi bir oy devşiriyor. Yıllardır beyin altı loblarında CHP için dokunulmaz olarak algılamış bahsi geçen yayın organları yöneticileri için bu alarm sebebi olmuş. Belki bazı “mahfillerden” de uyarılmış olma ihtimalleri yüksek. AK Parti’nin kemikleşmiş oyu zaten İYİ Parti’ye hiç evrilmez. Bazı memnuniyetsizler gitse gitse 15 Temmuz sonrası Erdoğan’a verdiği destekle takdir toplayan MHP’ye gider. Ve bu hafta sonu MHP’nin başbuğu rahmetli Alparslan Türkeş’in 100. Doğum günü münasebetiyle Ankara’da yapılan etkinliğe 150 bin kişilik muazzam bir kalabalığın iştiraki de yukarıda yazdıkalrımı teyid eden bir görüntü oluştu. Yani Bahçeli’nin deyimiyle “Yel kayadan ne alır”… Olsa olsa tozunu alır… Akşener’e umut bağlayan Fetö’cü yapılar ve Erdoğan düşmanı müzmin mahfiller yine hayal kırıklığına uğradılar. Anlayacağınız bu balonda patlamaya mahkum… /Orhan BAYLAN 28 Kasım 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/aksener-balonu/398

142


Orhan BAYLAN_Yazılar

Diyanet Otorite Niye Olamıyor Siyasi ve mülki otoriteden beslenerek din alimi olmaz, olunmaz. Belki tarih sürecinde devlet adamlarının, Sultanların ihsanına kavuşmuş istisnalar olsa da, sütun gibi dimdik duranlar, insanlara doğru yolu gösterenler genelde bu kapıda durmayanlardır. İmam-ı Malik; Maliki mezhebinin de ana kaynağı olan meşhur eseri "Muvatta"ı ülkenin her yerinde uyulması gereken fıkhı hükümlerin dayanağı yapmak isteyen Abbasi Halifesini reddetti. İmam-ı Azam ticaretle geçindi ve kendisine teklif edilen resmi görevi kabul etmediği için hapsedildi, eziyetler çekti ve zehirlenerek şehit edildi. İmam-ı Hanbel o günün Abbasi halifesinin rejime esas kabul ettiği mutezili görüş; "Halk-ul Kuran" ı retdetdiği için Tarsus'dan Bağdat'a elleri kolları bağlı yayan yürütülüp hapsedildi. Anlayacağınız bazılarının "hüve recul ene recul" dediği bu mübarek şahıslar öyle 3 kitap satacağım, televizyonuma reklam geliri alacağım diye zenginlerin ve devetlulerin kapısında kemik bekleyen köpek gibi gerdan kırıp, göbek atmadılar. Ya da devletin Diyanetinde görev alabilmek için araya ricacılar koymadılar. Doğru bildiklerini her şartta, her zeminde savunmaktan geri kalmadılar. Diyanet İşleri Başkanlığı tartışılır bir hale gelmişse bunun müsebbibi tartışanlar değil, verdiği kararlar ve yetkili kişilerinin, görüşleri ehl-i sünnetle çelişen Başkanları yüzündendir. Diyanet bu ülkenin bir kurumudur. Kurumların günahı sevabı olmaz. O kurumların başına getirilen kişilerin davranışına göre kurumlara not verilir. Diyanet bugün tartışılır bir hale gelmiş, otorite olamamışsa, suçu kendinde aramalı, çok cüzi azınlık, azgın ifrat görüşlerini değil, 1400 yıllık imbik gibi süzülmüş, billurlaşmış ehl-i sünneti savunmalıi öğretmeli ve uygulamalıdır. Makam ve mansıp için ağlayan, oryantalist ağzıyla konuşan, 1400 yıllık oturmuş Ehl-i sünnet akidesine aykırı dil kullanan idareciler yüzünden bugün toplumda ne yazık ki saygınlığını kendi kendine yitirmiştir. Dileriz en kısa zamanda bu kurumun başına ve idari kadrosuna, ülke insanına ehl-i sünnet akidesini anlatan ve ona uygun davranışlarda bulunan idareciler gelir... En basitinden bugün mevlid kandili dolaysıyla tarih kaosu yaşanıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı takvim çıkaran firmalara ve ağlı kurumlarına "Rüyet yani hilalin görülmesi, takvim tespiti " hakkında bir kitapçık hazırlamıştı. Hilalin görülmediği durumlarda ay 30'a tamamlanır. Yine Rebiulevvel ayı yani içinde bulunduğumuz hicri ay girmeden ayın Mekke ve Ankara'dan görülemeyeceğini kendisi sitesinde belirtmesine rağmen, pazar gününü Rebiulevvel ayının 1. günü kabul etti. Halbuki kendi kitapçığına göre bir gün sonrayı kabul etmesi gerekiyordu. Dolaysıyla da, bugün 11 rebiulevvel değil, 10 rebiulevvel oluyor. Aman efendim farz değil, vacip değil ha bir gün önce ha bir gün sonra diyebilirsiniz. Kazın ayağı işte öyle değil. Şimdi siz bir gün önce bu ayı girdi derseniz, hicri takvime göre başladığımız Ramazan, Kurban ve Hac ibadetlerinizi sakatlarsınız. Yani Ramazan'ı bir gün erken keser orucu bir gün eksik tutmuş olursunuz. Yine Hac ibadetinizi ve Arafatta vakfeyi gününde yapmamış olursunuz. Zaman dinimizde önemlidir dinimizde. Vakit ibadetin farzıdır. İslamın intişarından bugüne kadar da İslam alimleri ibadette zaman konusuna aşırı dikkat göstermişlerdir. İşte bugün bir kaos varsa bunun müsebbibi, kendi söylediğiyle çelişen Diyanet kurumudur. Güvenilir otorite oldu da biz mi saygısızlık ettik! Ama hala bir gün düzeleceğini ümit etmek istiyorum...

/Orhan BAYLAN 03 Aralık 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/diyanet-niye-otorite-olamiyor/400

143


Orhan BAYLAN_Yazılar

Newyork Tiyatrosu Ve Chp Aynı Kumpasın Ürünü “ Şuyu’u vuku’undan beter “ diye bir deyim var dilimizde. Günümüz Dünyasında “algı her şey” diye çevirmek mümkün. Körfez savaşı sırasında Meksika körfezinde batan petrol tankerinden sızan petrole bulanmış balıkçıl kuşunu Basra körfezinde Saddam’ın ateşe verdiği Kuveyt petrol kuyularından olmuş gibi servis edersin. Ya da Dünya’nın en büyük istihbarat örgütüne sahip süper güç; elindeki dinleme istasyonları ve uzaydan takip ve gözetleme sitemleri gibi sahip olduğu teknolojinin verdiği inandırıcılıkla; Irak’da kimyasal silah olduğunu ve bu böyle bir “diktatörün” elinde insanlık için tehlikeli olacağını iddia ederse; insanlar inanır. Uyuşturucu ile mücadele ediyorum diye Afganistan ve Kolombiya Medellin karteline savaş açar, elindeki devasa basın yayın ve sinemanın gücüyle saftirik insanları inandırırsın. Ama bir kısım insan bilir ki senin ne Afganistan’ın barış huzuru umurunda ne Kolombiya’da üretilen kokainin imhası umurunda. Dünya üzerindeki dönen 1 trilyon $’lık uyuşturucu ticaretinin senin idarende ve kontrolünde olması. Ama bu algıları yapmakta 3 amaç var: 1-Kendi ülke insanını operasyonlar için ikna etmek. Personel kayıplarına ve harcamaların sebebi için saf Amerikalı’ya “idea” vermek. 2- Dünya üzerindeki bilhassa Avrupa halklarını ikna etmek. 3- Hedef ülkeye yönelik Kendi ülkesini ikna etmenin kolay yolu var. “Amerika’nın menfaatleri” sözünü söylediğinizde; 72.5 milletten ve 5 kıtadan toparlanmış bu çadır devletin yaşayanları kayıtsız şartsız ikna oluveriyor. Akan sular duruyor. 2. maddedeki ülkeler genelde bahsettiğimiz gibi Avrupa ülkeleri ve bunları ikna etmekte pek zor değil. Ama en acı olan, 3.madde. Yani hedef ülkeye yönelik algı operasyonları. Hedef ülke’nin aydın ve elitist tabir edilen bir kesimi var ki evlere şenlik. İnsan hakları, demokrasi, dünya barışı, hak hukuk gibi parlak sözlerle beyinleri “Citizen World” olmuş gibi düşündürülmeye ikna edilmiş, milliyetinden ve dininden soyutlanmış, yaşadığı topraklarla aidiyeti kalmamış kitleleri anında bu operasyonun kullanışlı elemanı hale getiriyor. Hele bu ülkeler Orta Doğu gibi milliyetler ve dinler harmanı bir bölgeyse, buradaki tarla 200 yıldır sürüldüğü için, Batı’nın işbirlikçisi o kadar aydın müsveddesi var ki insan o ülkelerin onlara rağmen nasıl ayakta kaldığına şaşıyor. Binlerce yıldır yaşadıkları topraklar üzerinde, dedelerinin dininden, dilinden, örfünden koparılmış ve beynen devşirilmiş unsurlar, üstelik “ev kölesi” oldukalrı Batı ülkelerce finanse edildikleri için sesleri daha gür çıkıyor. Onlara dokunduğunuzda, haklarında en ufak bir takibat yaptığınızda

144


Orhan BAYLAN_Yazılar

binlerce kilometre ötelerden hamileri çıkıyor. Ve yerli ve milli unsurların enerjisini boşa harcatıp, insanları ümitsizliğe sebeb oluyorlar. Öncelikle bu bölgenin insanı olarak, hele bu operasyonarın 150 yıldır hedefindeki ülke olarak Türkiye’nin, öncelikle bu kavgayı vermesi gerekiyor. İncirlik üssünü def etmekten daha önemlisi, Amerika mandasını kabul eden beyinleri ya ıslah etmemiz, ya da ekarte etmemiz gerekiyor. Esas milli kurtuluş budur. Son 5 yıldır şu ülkenin yaşadığı operasyonlara bakın. Bugün Newyork’ta Hakan Atilla davası ve Rıza Sarraf şovu var. Tam davanın başlama sürecinde CHP lideri “CB’nı ve çocukları yurt dışına kara para aklamak için para göndermiş” diye çıktığı ve elinde salladığı belge nam kağıtları günlerce basınla bile paylaşmadı. Bu arada Newyork’ta başlayan davanın ana konusu Amerikan Ambargosunu Halk Bankasının delmesiydi. Ama ifadeler ve ifadeleri yönlendiren savcının bütün hedefi, “ Türkiye’de bir rüşvet sarmalının olduğu” algısını pekiştirmek. CHP Liderinin kopardığı ve aslında giden bir para olmamasına rağmen bütün yaygaraların merkezinde ne vardı: “Türkiye’de bir rüşvet ve yolsuzluk sarmalı var” Yani 17-25 Aralık 2013 tarihinde 3 farklı mahkeme den alınan göz altı kararlarıyla aynı zaman diliminde bakan çocukları ve bir kısım müteahhit ve belediye başkanı göz altı yapıldı. Müteahhitlerin ve Fatih Belediye Başkanı’nın bahse konu iddialarla hiç alakalarının olmadığı anlaşılmış ve 2 gün sonra bizzat aylarca dinleme ve takip yapan savcılarca salıverildiler. 25 Aralık’ta Bilal Erdoğan’ın da içinde olduğu 90 kişilik göz altı listesinin amacı da gerçeklikle alakası yoktu, amaç toplu tutuklamalarla ve cemaatin o gün hakim olduğu yargı içindeki pozisyonla “algı operasyonu” yaparak o günün hükümetini devirmek amaçlıydı. İşin açıkçası 17-25 Aralık’ta kimsenin yolsuzluk ve rüşvet umurunda değildi. Kimsenin amacı bakan çocuklarını tutuklamak da değildi. Hatta Bilal Erdoğan’da değildi. O gün hedef Erdoğan’ı indirmekti. Bugünde; Newyork’ta kurulan tiyatronun amacı Amerikan ambargosunu delmek değil. Rıza Sarraf’ı ve Hakan Atilla’yı hatta gerilerinde ki Halk Bankası’nı yargılamakta değil. Bugüne kadar İran ambargosunu deldiği için Avrupa, Asya ve Orta Doğu ülkelerinden bir sürü bankayı yargıladı ve ceza kesti. Peki bu ülkelerdeki bir banka yöneticisi veya aracısı ile ilgili işlem yapılmış mı? Rıza Sarraf Abu Dabi ve Dubai’de de şirketler kurmuş, oralarda da change Office kurmuş, orada da bankalarla çalışmış. Peki Dubai’den kimse niye yok? Çünkü mesele yukarıda yazdığım gibi yolsuzluk, rüşvet ve ambargo değil. Mesele Erdoğan…. Bu yüzden mahkeme ile aynı zamanlarda, maksadı aşan söylemle, belgeler sallayarak CB Erdoğan ve akrabalarının rüşvet ve yolsuzlukla özdeşleştirerek CHP aslında, “Amerikan kumpasının” parçası olduğunu ispat etmiştir. Sokaklarda partililere, sosyal medyada salyalı köpeklere, Erdoğan’ın yediği rüşvet tablosu gibi aslı astarı olmayan algı operasyonuyla, Abd operasyonun değirmenine su taşıyorlar. Yarbay North konusuna hiç girmiyorum… İnanın CHP’lilerden bir şey beklemiyorum. Ama kendini milliyetçi diye niteleyen ve azcık vatan sevgisi olmasını umduğum kişilere çağrım şu: “Amerikan’nın 10 bin kilometre öteden 350 kilometre sınırım olan ülkeyle ticaret yaptığım için benim ülke vatandaşlarımı (hırsız, rüşvetçi, katil veya ne bok olursa olsun) ne hakla yargılar” Bunu diyebilin… Bana slogan atma kardeş... Hele Ülkücüyüm deyip, ülkücü hareketi daha iyi yere taşıyacağız diye baş kaldırıp peşine düştüğünüz abla sizi bir tutam otla, merkez partisi yapmışken bana akıl vermeyin… Başka kapıya haydi… /Orhan BAYLAN 03 Aralık 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/newyork-tiyatrosu-ve-chp-ayni-kumpasinurunu/403

145


Orhan BAYLAN_Yazılar

Kudüs, Erdoğan Ve Türkiye İsrail'de Netanyahu, kaybolan prestijini her zamanki gibi Amerika'nın desteği yani, "Kudüs" kartıyla kurtarma derdinde... Fakat İslam dünyası memleketleri bu haldeyken olacaklar belli. Orta Doğu'nun sokaklarında İsrail ve Abd aleyhine bireysel tepkiler olur, ve bu ülkeler, yapacakları operasyonlar için bahane sayarak yeni katliamlara girişirler. Sonunda mı? 1948'den beri olduğu gibi İsrail enleşmeye devam eder, olan bu coğrafyanın insanlarına olur. Politikacılar her seçim dönemi yeni Selahattin olmayı vaad ederek seçim kazanır, gider ilk anlaşmayı İsrail'le yapmaya devam ederler... Siyasi beklentilerinin karşılığını görmek isteyen sözde İslami STK'lar, insanları sokaklarda slogan attırıp rahatlar. Bazı vakıflar ellerini oğuşturarak, mağdur Filistin'li çocuk resimleriyle daha fazla bağış toplamanın hesabını yapar... Olan; sokaklarda taş atarken İsrail askeri kurşunuyla ölen Filistin'li çocuk, soba borusundan dandik söz de füze ile İsrail'i Lut gölü derinliğine göndermeyi vaad eden Kassam Tugayları yüzünden kafalarına bombalar yağan Gazze'li bebeklere olur... Her zaman olduğu gibi altta kalanın canı çıkar. Bu mu yani İslam dünyasının kaderi... Bu mu layık olduğu... Siz ey İslam ve Arap Ülkeleri liderleri, Ey Muhteris muktedirler; iktidarlarınızı sürdürmek için Batı'ya peşkeş çektiğiniz bölge zenginlikleri, kurşun ve bomba olarak dindaşlarınızın ve kardeşlerinizin başına yağıyor. Siz devasa yatlarınızda, sahip olduğunuz en pahalı atlarınızla, Ascot'ta giydiğinzi şempanze kılıklarınızla, güye gününüzü gün ediyorsunuz. Yazıklar olsun.... Ve siz ey müslümanlar. Batı'nın sahip olduğu bilgi ve teknolojiyi üretmek yerine ona sahip olabilmek için kırk takla atar, kendi kimliğini reddederken, ona köle olurken nasıl kurtaracaksın kardeşini, nasıl faydan olacak dindaşına. Batı'nın sahip olduğu bilgiye ve teknolojiye, daha açık söyliyeyim

146


Orhan BAYLAN_Yazılar

caydırıcı silah ve ateş gücüne sahip olmadıkça bu zillet artarak devam edecek ne yazık ki. Ama hep zillette değildin ki; ne bu yeis, ne bu hüzün!..100 yıllık bir medeniyet misin ki bu kadar umutsuzsun. Bu eziklikten, makus talihten kurtulmanın yolu tarihin tozlu yaprakları arasında... Sadece üfle ve okumayı öğren yeter. Ama önce bunun yolu bir ve beraber olmaktan, yüreklerin aynı sevinçle atmasından, aynı acı için gözyaşı dökmekten geçiyor. Kaliteli ürün üretmekten, milli olmaktan, sapına kadar milli ve yerli olmaktan, tarihi mirasını bilmek ve sahip olmaktan, Batı normlarıyla kendine ait değerleri yargılayıp küçümsemeden kendi normlarınla yeniden tarihi yazmaktan geçiyor. Ve sen Müslüman Türk. Kudus'ün bekçisi müslüman Türklerdi. Bugünde Kudus'ü kurtaracak ve koruyacak güç ancak Türkiye'dir. Mısır kukla, Arabistan uşak, Irak, Suriye, Libya ve Yemen yok. Kuweyt, Katar, Bae, İngiltere Krallığı izin vermeden helaya gidemezler. Geriye neresi kaldı; Nijerya ve Somali mi? Darfur'un ve Eritre'nin bebekleri açlıktan ölüyor be arkadaşım. Kudüs için Türkiye'den başkası parmağını kıpırdatmaz, kıpırdatamaz. Unutma! Kudus'ün yolu Ankara'dan geçer... İstanbul, Kudus demektir. Ama oyun kurucu büyük düşünenler puslu havaları sever. Hava puslu değilse ateş yakıp dumana boğarlar. DHKP-C, PKK, PYD gibi terör örgütleri, Suriye ve Irak gibi etrafındaki istikrarsız ülkeler, Newyork'ta süregelen hali hazırda tiyatro devam ederken aynı zamanda CHP'nin içeride terör örgütlerinden beter faaliyetleri işte Türkiye'nin de elini zayıflatan unsurlar. PYD ve PKK yani arkasında ki üst akıl Abd kadar İsrail'de bu durumu lehine çevirecek atağa kalkışıyor. Bölgede sesini çıkaracak tek ülke Türkiye'nin açmazlarını fırsat bilip işi katakulliye getirmek istiyorlar. Kudüs'ün mevcut statüsünü değiştirecek böyle bir hareket için Amerika'yı teşvik ediyor. Dedim ya; Kudüs İstanbul, Kudüs'ün yolu Ankara'dan geçer... Ankara'da tek engel de Erdoğan... Ve Newyork tiyatrosu, CHP'nin kof çıkan belgelerden sonra lağıma dönen dili hepsi belirli maksada matuf... Seçimle götüremedikleri ve bölgede istedikleri gibi at oynatamayanların tezgahı. İçeride ne kadar sözde Kemalist/lail ya da Milliyetçi/Ülkücü diye nitelenen piyon bu işin gönüllü şakşakcısı olsa da; bu Ülke'nin artık bilinçlenen ve tekrar bu Ülkeyi Batı eksenine sokmayan büyük bir yerli ve milli kesim var. Türkçesi şu: Ne Kudüs'ü ne de Erdoğan'ı ne de son kale Türkiye'yi, yeniden 1.5 milyon dönme ve kripto piçe teslim etmeye niyetimiz yok. Bunun için; biz bedel ödemeye hazır olduğumuzu 15 temmuz'da gösterdik.. Peki siz bedel ödemeye hazır mısınız? /Orhan BAYLAN 05 Aralık 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/kudus-erdogan-ve-turkiye/405

147


Orhan BAYLAN_Yazılar

Silah Sanayinin Açmazı "Devlet Eliyle Üretim" Silah sanayiindeki gelişmeler (burada deniz, kara ve hava hepsi aynı isim altında zikredilmiştir) savaşların kaderini tayin etmiş, buna paralel olarak da ülkelerin gelişimine tesir etmiştir. Buharlı gemilerin çıkışı, daha uzun menzilli topların üretimi, uçakların savaşta kullanımı, denizaltıların aktif kullanımı ve sonunda 2. Dünya Savaşını bitiren hidrojen bombası. Avrupa'nın sömürgeler eliyle zenginleşmesi ve sanayi devrimini gerçekleştirmesi, eski dönemlerin meydan savaşlarının yiğitlerinin mert kavgasını ne yazık tüfekle tarihin tozlu yapraklarına yolladılar. Bir dönemin süper gücü Osmanlı zaman zaman silah sanayiinde başındaki idarecilerin kalibresi doğrultusunda bazı gelişmeler göstermiş olsa da, genelde Batı'ya bu konuda ayak uyduramadı. Kaçırdığı sanayi devrimini yakalamak için takip ettiği taklitçi yöntem zamanla onu Batı'nın bağımlısı ve mahkumu etti. Yani kendi özgün üretimini yapmak yerine, hazırı yüksek bedellerle satın alanlar grubuna soktu. Bu Osmanlı'yı ve daha sonra kurulan genç Türkiye devletini en sıkışık olduğu dönemlerde sıkıntıya soktu. Amerika silah üreticisi firmalar parasını ödediğimiz silahları düşünün 1877 Osmanlı-Rus harbi esnasında teslim etmediler. Yıllar süren davalar sonunda parasını ödediğimiz bu silahları ancak alabildik. Kıbrıs barış harekatı ve sonrasında konan silah ambargosu bizim de şahit olduğumuz dünün olayları. Kıbrıs Harekatı sonrası konan silah ambargosunun hayırlı bir sonucu olmuş, silah sanayinde bir şeyler yapmak için en azından niyet belirmiş, buna ilişkin küçük adımlar atılmaya başlanmıştır. Son 15 yıllık AK Parti iktidarı döneminde buna daha çok ağırlık verilmiş ve neticede askerimizin ihtiyacı olan silah ve techizatta belli oranda yerlilik yükselmiştir. Ama Altay tankında yaşadığımız olumsuzluklar bu sanayideki eksik yönlerimizi yüzümüze şamar gibi vurmaktadır. Toplumun bir kısmının üretiliyor sandığı Altay tankında bir adım ileri gidemeyişimiz bizim sanayileşmedeki geç kalmışlığımızın en acı örneğidir aslında. Prensipte anlaşılan Almanlar motoru, Avusturya'lılar optik cihazları vermeyi reddettiler. Ve neticede biz hala Altay tankını üretmek için motor arayışına devam ediyoruz.

148


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bizim devlet yapılanmamız, Osmanlı'dan beri korkular ve vehimler üzerinedir. Bu Türkiye cumhuriyetinde zirveye ulaşmıştır. Sultan Abdülhamit'e vehimli diyenler, en ufak bir muhalif görüşü, düşnceyi boğmuş, yok etmiştir üstelik. Bu yüzden silah sanayindeki ferdi atılımlar da devlet adamları eliyle yok edilmiştir. Herkesin bildiği Nuri Demirağ, Vecihi Hürkuş ve Nuri Paşaların girişimlerini tek tek saymayacağım. Devlet bir şeyler üretmeye kalkmış, devrim arabaları bu konseptle imal edilmiş ama 200 metre ancak gitmiş rafa kaldırılmıştır yine devlet eliyle. Ama bugün bakıyoruz, gemi sanayinde olsun, insansız hava araçlarında olsun, zırhlı personel taşıyıcı gibi araçların üretiminde olsun biraz yol alabildiysek özel sektör eliyle olmuştur. Silah sanayi devlet tekelinde değil, devletin denetiminde özel sektörce yapılmalı. Bu konuda örnekler iyi tahlil edilerek, özel sektörün önü açılmalı. Batı'nın silah üreticisi firmalarına bakın. Ağırlıklı olarak Alman ve Amerikan'dır.. Yani sonradan devletleşmiş iki üretici devlet. Bu iyi tahlil edilmeli. Amerika'da silah sanayi özel sektörün girişimiyle yapılır, ordu en büyük alıcısıdır. Tek bir firmaya ihale edilmez. Aynı konuda bir kaç üretici firma vardır. Amerika sanayiin gelişiminin altında tekelciliğe karşı oluşu yatar. Rekabet vardır. Bizde silah sanayin Osmanlı'dan beri gelişmemesinin sebebi devlet eliyle yapılmasında ısrar edilmesidir. Bu da israfı, rüşveti, suistimali getirmiştir. Devlet eliyle hiç bir şeyin üretimi olmaz. Oluyor derseniz onun adı çiftlik olur... Yandaşlara peşkeş çekilen çiftlik. Biz eğer dünyada süper güç olacaksak devletin bu konuda özel sektörün önünü bir an önce açması gerekir. Maliyetli yatırım gerektiren bazı sektörlerde, üretimi parçalayarak, kolaylaştırmalı. Ha bu arada yerlilik, millilik diyerek ithal ikame ihdasını kastetmiyorum. Bugün %85'e çıktı denilen bazı sektörlerdeki millilik sahtekarlığı ayrı bir yazı konusu. Kore'den sintine kazanı ithal eden Türk şirketinden gemiye bok kazanı koyunca yerli üretim yapmış olmuyorsunuz. Mesela... Ona ayrı bir gün gireriz... Birileri yerli üretim diye nasıl kazıklıyor devleti... Savunma sanayi güvenlik sorunudur elbette ama devlet gerekli güvenliği önlemi alır ve ihaleyi adresi belli davet usulü yapmaz. Bu o kadar zor iş değildir. Ezcümle:Bu işte yerli ve milli olmanın yolu açık, şeffaf ihale, rekabeti teşvik, sakallı/sakalsız bakmadan ihaleleri düzgün yapmaktan geçer... /Orhan BAYLAN 07 Aralık 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/silah-sanayinin-acmazi-devlet-eliyleuretim/408

149


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ayasofya, Kudüs Ve İlahiyat Eğitimi İlahiyat fakultelerimiz var. Dinler tarihi bölümlerimiz. Sosyoloji bölümlerimiz de. Ama maalesef meslekleriyle ilgili doğru dürüst çalışmalar yapmak yerine, ehl-i sünnet akidesini zayıflatmak için ellerinden geleni ardına koymuyorlar. Batı'da bunların karşılığı oryantalistlerdir. Keşke o müsteşrik/oryantalist denilen adamların azminden gayretinden azcık olsaydı bunlarda. 1800'lü yıllardan itibaren bu adamlar Hindistan başta olmak üzere halkı müslüman olan toplumları daha iyi sömürebilmek adına onların dinini ve sosyolojisini tahlil etmişler, bu amaçla yerinde gidip ömür harcamışlar. Ayrıca müsteşriklerin/oryantalistlerin kahir ekseriyeti İslam'ın açıklarını bulup onu reddetmek, tahrif etmek amaçlı çalışmışlardır. Avusturalya asıllı İngiliz Oryantalist Alois Sprenger'in Doğu Hindistan Şirketi parasıyla Delhi'de İlahiyat Enstitüsü kurma tarihi 1842... Goldziher ve Schacht'ın çalışma yıllları yine aynı yıllar. Tabi bunların çalışmaları İslam Ülkelerinde gerekli meyvesini vermiş, Afgani, Abduh, M.Heykel, Mevdudi, Fazlurrahman ve Seyyid Ahmet Han gibiler maalesef oryantalistlerin etkisinde kalarak bu zehri İslam memleketlerine aşılamışlardır. İşte Ankara İlahiyat'ın ilk kuruluş gayeside maalesef Batı'lı oryantalist bakış açısıyla İslam ilimlerini disipline etme gibi o günlerin moda taklidçi bakışına uygun şekilde açılmış ve yıllarca bu yönde eğitim vermiştir. Bu okulda yetişen ve akademik ünvan alanlar (bu kastlı olarak zaten tercih edilmiştir) diğer islami eğitim veren okullarda, yeni açılan İlahiyatların kurucu kadrosu olması mecburiyetini getirmiştir. Belkemiğini Ankara İlahiyatın sünneti ve nakli reddeden, tarihselci bakış açılı bu kadrosu diğer İlahiyatların da maalesef çekirdeğini teşkil etmiştir. 1976 yılına kadar Osmanlı son dönemi medrese eğitimi görmüş kişilerin yaptığı Diyanet İşleri Reisliği de, yine genelde bu eğitim tezgahından geçen Profesörlere emanet edilmiştir. Hele son iki başkanın Fazlurrahman ve Carullah hayranlıkları meşhurdur. Halbuki kendi halklarının kahir ekseriyetinin dini akidesine saldırmak yerine, oryantalist metodlarla yine sahip oldukları titrle Hristiyanlık ve

150


Orhan BAYLAN_Yazılar

Yahudilikle ilgili gerçekten ilmi çalışmalar yapıp, gerektiğinde devlete de bu konuda tarihsel aktarım yapabilseler. Daha açayım; siz Amerika'da ki bir teoloji enstitüsünden mezun olacaksanız en az 50 müslümanla dini tartışma yapıp bunu raporlayacaksınız. İslam eserlerinde belli sayıda okuyup bununla ilgili sözlü ve yazılı tenkit yapacaksınız. Peki, bizim Teoloji/İlahiyat mezunu bir arkadaşımız kaç hristiyanla görüşüyor? Kaç yahudiyle? Bu dinlere ait farklılıkları, kopyala yapıştır haricinde yerinde kaç kişi biliyor. Suriye ve Irak'ta, Lübnan'da hangi kabileler hangi mezhepten, bu mezheplerin tarihsel farklılıkları, kültürel ayrışmaları, geçmişteki aralarındaki yaşanan husumet ve savaşlar nelerdir bilir mi? Bugünkü sınırları çizen Gertrude Bell denilen İngiliz istihbaratı ajanı kadın, o günlerin imkansızlıklarıyla bölgenin sosyolojik haritasını çizmiş.Köy köy, kasaba kasaba gezmiş.Nerede sünni kürt nerede şia kürt, nerede şia arap, nerede sünni arap, Türkmen, Ezidi, velhasıl bilumum ne varsa kaydetmiş, raporlamış. Bugünkü K.Irak bölgesinde katır sırtında taşıdığı kocaman fotoğraf makinasıyla 1911 yılında 7000 fotoğraf çekmiş. Öyle maroken koltuğa yaslanıp salllanmakla, karşına gelmiş senden not bekleyen genç beyine bıyıksız, traştan kızarmış suratınla ahkam kesmekle olmuyor o işler... Lafa geldi mi; "Ama hadisler 300 sene sonra yazıldı" klişesiyle bu ülkenin akidesine saldırmakla dinler tarihi kürsüsü profesörlüğü olmuyor. Neyse bunları neden anlatıyorum sadece gelelim. Son günlerde Kudüs dolaysıyla Ayasofya'nın ibadete açılmasını savunan görüşler var. İlk andan itibaren ben bu görüşe katılmayanlardanım. Bilakis, Evanjelik Hristiyan ve Talmudçu Siyonistlerin "Tanrı'yı kıyamete zorlamak" diye tabir edilen saçma birlikteliğine karşı Hristiyan dünyasının kahir ekseriyetinin bu görüş karşısında oluşunu kullanmak gerektiğini ifade edenlerdenim. Yani katolik ve ortodoksları bu aşırı kliklerden ayrıştırmak, bunların arasındaki ifratı kullanmak gerektiğini savunuyorum. İnşallah Ayasofya bize Fatih Sultan Mehmet Han'ın hediyesi olarak yine 500 yıl oldıuğu gibi İslam'ın makamı olur. Ama bugün değil. Evet keşke devlette bu konularda çalışma yapan birimlere işte yukarıda bahsettiğim İlahiyat Fakultelerimiz Hristiyanlar arasındaki bu ayrışmayı körükleyecek çalışmalar yapsa... Thedor Herzl'i bilmeyeniniz yoktur değil mi? Hani Filistin'de İsrail devleti kurmak için yayınlar yapmış bu uğurda ömür harcamış kişi. İşte Thedor Herzl her kapıyı çaldığı o günlerde Papa Leo VIII 'e gider. Filistin'de Yahudi halkına bir yurt kurmak istediğini anlatır. "Yahudilerin yurt edinmesi benim inancıma aykırı. Benim günahkar olmamı mı istiyorsunuz" diyerek kovar Papa. 2.Dünya savaşı sonuna kadar Hristiyanlar, Hz.İsa'yıı haç'a gerdi diye insandan saymamış, onları çok aşağılamıştır. Tarih bununla ilgili olaylarla doludur. Almanya'da yaşanan soykırım, finans dünyasını ele geçiren Yahudi iş adamları sayesinde dönüm noktası olmuş, basındaki güçlerini de bunun arkasına alarak hem devletleşme, hem de Hristiyan akidesi içindeki sivrilikler bertaraf edlmiştir. 1962 Vatikan Konsilinde bu konuda ki söylem yumuşatılmıştır. Türkçesi; bunlar halının altına süpürülmüş problemlerdir. Yerli yerince işlendiğinde, bu çatlakların büyümesi, ayrışmaların kanlı bir hale gelmesi zor olmayacaktır. Yeter ki o çalışmayı yapacak ilim adamları, o iradeyi gösterecek devlet adamları olsun. Protestolarımızı daha somut, elle tutulur şekilde yapalım. Sokaklarda yumruk sallamakla, Abd ve İsrail bayrağı yakmakla elde edilecek bir şey yok. İntifada diyerek daha fazla çoçuklar ölecek. Müslüman akıllı olmalı. Seni bir birine düşürenin oyununa gelmeyi bırak, artık sen de oyun üret. /Orhan BAYLAN 09 Aralık 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ayasofya-kudus-ve-ilahiyat-egitimi/409

151


Orhan BAYLAN_Yazılar

Gargat Ağacı Ve Tanrıyı Kıyamete Zorlayanlar “Müslümanlar, Yahudilerle harp etmedikçe kıyamet kopmayacak. Harp olacak ve Müslümanlar onları yenip öldürecekler. Öyle ki, Yahudiler ağaç ve taşların arkasına saklanacaklar, o ağaç ve taşlar konuşarak, 'Ey Müslüman, ey Allah’ın kulu, arkamda bir Yahudi var, gel onu öldür.' diyecek. Sadece arkad ağacı haber vermeyecek, çünkü bu ağaç, onların ağacıdır.” (Ennihaye, cilt 1, shf. 87, 103, 104, 117; İbni Mace, cild: 2, shf: 1363; Müslim, cild: 4 Shf: 2239) “Bugün kendilerini Kudüs'ün sahibi sananlar yarın arkasına saklanacak ağaç dahi bulamayacaklarını bilmelidirler.” Recep Tayyip Erdoğan-Cumhurbaşkanı. Bugün bir toplantıda söyledi Erdoğan yukarıda verdiğim cümleyi. Tabi en başta verdiğim "hadis"e atıf yaparak. Peki, bu “Gargat ağacı” hikayesi nedir, nerede geçiyor, başka metinlerde var mı? Yahudiler Asur Kralı Nebukadnezar tarafından MÖ 588 yılında 3 yere sürüldüler. Yurtları yakıldı talan edildi. Daha sonra M.Ö. 50’li yıllarda Romalılar işgal ettiler Kenan ilini. Yani Şeria ve Gazze bölgesini. Romalılar idaresindeyken MS 67 ve 153 yıllarında iki defa isyan çıkarttılar. İlk isyanda zaten büyük katliam yaşamışlarken 2. İsyan sonrası Yahudiler memleketlerinden çıkarılıp Dünya’nın her tarafına sürüldüler. Süleyman Mabedi dahil bütün Yahudilere ait yerleri yaktılar yıktılar. Yine 320 yıllarda Hristiyan olan Bizans İmparatoru Costinyanus Kudüs’e kiliseler ve diğer Hristiyan imgelerini yaptırdı. Ve 153 yılındaki bu sürgün tam 1900 sene sürdü. Herkesin bildiği o devletleşme süreci sonunda bugünkü konumlarına geldiler. Tabi Yahudiler bilhassa Avrupa ve Rusya’da çok kötü şartlarda yaşıyorlar, devamlı tahkir ediliyor, zülüm görüyorlardı. Müslüman memleketlerde kalan Yahudiler daha rahat durumdaydılar. Cizyelerini verdikleri sürece onların dinine, yaşamlarına, ticaretlerine karışmıyordu Müslüman idareciler. Ama Avrupa’daki Hristiyan toplumlar “Tanrı katili” diyerek her fırsatta eziyet ediyorlardı. Hz.İsa’nın çarmıha gerilmesini (onların inanışıyla) Romalılar yapmış olsa da kumpası kuran Yahudilerdi. Bu yüzden devamlı süregelen düşmanlık besleniyordu. 17. yüzyıl sonrası İngiltere sarayına giren Yahudi bankerler zamanla değişmez hizmetkarı oldu Kraliçe’nin… Daha sonra Rotschild ailesi bu işi öyle bir hale getirdi ki her ülkeye bir oğlunu göndererek neredeyse Avrupa krallarının ve soylularının tefecisi oldular. Öyle ki yüzyıl savaşı denilen İngiltere-Fransa savaşında her iki ülkeyi de bu aile finanse etti. Ve bunun karşılığında bu ülkelerin ve daha başka ülkelerin merkez bankasını ve para basım işlerini aldılar. Korkunç servete kavuşan Rotschild ve Rockefeller ailesi, buna paralel Baron Hirsch gibi diğer Yahudi zengin iş adamları Yahudiler için birlikler, gazeteler, kumpanyalar, okullar açmaya başladılar. Daha sonra Dünya’nın her tarafına yayılmış Yahudilere 2000 bin yıllık sürgünü bitirecek bir yurt fikrini işlemeye başladılar. En uygun yer “Vaad edilmiş “ topraklar, yani Filistin’di. Ama engel Osmanlı’ydı. Osmanlı gitmeden bir yurt edinmeleri zordu. Yahudi banker ve devlet adamları zaten Avrupa’nın sömürgeci ülkelerinin kendileri önünde engel gördükleri Osmanlıyı tasfiyesine ikna ettiler. Aynı zamanda bir paylaşım savaşıydı. Ne yaptılarsa dünyanın çeşitli yerlerindeki fakir Yahudi aileler, kurak, susuz Filistin’e gitmekte gönüllü değillerdi. Hepsinin gözü yenidünyadaydı, Amerika’da…

152


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ama Yahudi baronların hedefi Yahudilerin Amerika’ya gitmesi değil, Filistin’de devlet kurmalarıydı. İşte o arada Almanya’da Hitler denilen bir deli imdatlarına yetişti. Yahudileri toplama kampına yolladı. Gaz odalarında katletti. Tabi bir de Rusya’da acımasız Stalin’in tavizsiz komünist uygulamaları çeşitli ülkelerdeki Yahudileri çaresiz Filistin’e gitmeye ikna etti. 1948 yılında Filistin’de çok az bir toprağa sahip olmalarına rağmen ve toplam 350 bin kişiyle İsrail devleti ilan edildi. Bugün ilk kurulduğu günden bu yana yüzlerce fazla toprağa, 8 milyon nüfusa sahip bir terör devleti oldu. Şimdi yine Amerika’da ki bir kısım politikacıların desteğiyle kadim şehir Kudüs’ü başken t kabul ettirmeye çalışıyorlar. Tabi Yahudi finans baronlar kadar, son yıllarda Amerika’da bilhassa etkin olan Evangelist Hristiyanlar İsrail’i destekliyorlar. Onun pervasızlığına göz yumup, daha da tahrik ediyorlar. Martin Luther denilen Alaman papaz Katolik papalara başkaldırdıktan sonra Hristiyanlık içinde bir sürü mezhep türedi. Önceden Katolik bir de Ortodoks vardı. Ilımlısı, daha fanatiği filan. Protestanlar da bir çok mezhebe ayrılmıştır. Ama Evangelist ve Hümanist diye bir ana kol vardır. İşte bu Evangelistler 19. Yüzyıldan itibaren Amerika’da gittikçe çoğalmaya başladılar. Son 50 yılda WASP denilen azınlığın Abd siyaset/banka ve basınında etkin olması sonucu hızla yayılmışlardır. Bunların temel amacı; kıyamet kopmadan İsa Mesih’in dünyaya geleceği ve Hristiyanlığı yeryüzünün yegane dini yapacağı gün için çalışmak ibadettir. İsa Mesih; Müslümanlarla Yahudilerin “Armageddon” savaşını yapmadan gelmeyecektir. Geri planda İsrail için çalışıyor gibi görünerek aslında, İsrail’in çevreye verdiği zararı azamiye çıkartıp Müslümanların saldırmasını temin etmek. Batılı devlet adamlarının aslında İsrail Devleti kuruluşuna verdikleri katkı bu sebepledir. Buraya kadar hemen hemen Yahudilerin serencamını ve Batı’nın bu işteki katkısını yazdık. Buradan sonrası ne, ne olacak. Gargat ağacına ne zaman sıra gelecek dediğinizi işitir gibiyim. Şimdi bir islam alimi diyor ki Yahudi devleti kurulduktan sonra. O yılları yaşamış olan… “Bu hadisi okur, dünyanın her tarafına dağılmış bir devleti bile olmayan Yahudilerle Müslümanların nasıl savaşacaklarını düşünür dururdum. Hikmetini anlamaya çalışır, çeşitli teviller yapardım. Bir devlet, devlet olmayan, çeşitli milletlerin içinde azınlık olan Yahudilerle savaşamazdı. Ama ne zaman ki; 1948 yılında İsrail Devleti kuruldu, “Fesüphanallah” dedim.. İşte öncelikle bir devlet kurmaları gerek ki Yahudilerle Müslümanlar savaşsın…” İşte yukarıdaki hadisi şerifin 1400 sene sonra sahih olduğunu ispat etti böylelikle. Ve inanır mısınız; İslam dininin hak din, Peygamber Efendimizin de hak peygamber olduğuna senden benden daha çok bu Yahudiler inanıyor kardeşim. Bu gargat ağacı hadisine o kadar inanmışlar ki İsrail’de her boşluğa dikiyorlar. Şimon Perez’e bunu sorduklarında: “Bizi o ağaç kurtaracak” der… Gargat ağacı zeytin ağacına benzer ama bazılarının iddia ettiği gibi kesinlikle alakası yok. Gövde yapısı ve yaprakları benziyor. Meyvesı kırmızı olur ve yenir. Gargat Ağacı hadisi diye bilinen bu Buhari ve Müslim’deki Hadisi Şerif, müteşabih yani tefsir gerektiren bir hadis de olabilir. Yani görünen manaları yanında belki başka anlamları olan bir hadis. Mesela ağacın ardımda “Yahudi var” demesi; bu faiz ve sömürü sistemleriyle bütün insanların artık ikrah ettiği bir millet olan sülük Yahudileri başka dinlere mensup olanlar da ihbar edecek anlamı da taşıyabilir. En doğrusunu Allahu teala bilir deyip burada mevzuyu kesmek en iyisi. Bu konularda fazla kafa yormadan, vakti geldiğinde safımız yerimiz bellidir ve gerekeni yaparız. “Tanrıyı kıyamete zorlamak” diye bir saçmalığın peşinde koşan evangelistler, “Tanrının tek sevdiği millet” diye kendini gören Yahudiler ne yaparlarsa yapsınlar biz inanırız ki, Allah nurunu tamamlayacaktır. Mühim olan doğru yerde olmakta/olabilmekte…. /Orhan BAYLAN 11 Aralık 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/gargat-agaci-ve-tanriyi-kiyamete-zorlamak/412

153


Orhan BAYLAN_Yazılar

Doğu Kudüs Deyip Küçümsemeyin Doğu Kudüs'ü Filistin'in başkenti olarak kabul etmeyi küçümseyen, ne oldu yani diyen, dağ fare doğurdu diye alay edenlerin Filistin ve Orta Doğu tarihine dair bir halt bilmedikleri aşikar demektir. İİT(İslam İşbirliği Teşkilatı) üyesi 57 devleti teker teker ele alın... En başta Türkiye'yi.. Şurada 15 yıldır başınızda Erdoğan diye bir lider var adam gibi Türkiye'nin ve müslümanların daha doğrusu ezilenlerin sesini üst perdeden güçlülere, zalimlere haykırıyor da, kendinizi tam bağımsız mı sanıyorsunuz. 100 yıldır bu ülkeyi göbeğinden değil, saçının her telinden Batı'ya bağlamışlar, Batı hayranı adamlarla idare etmişler, bütün ekonomik, diplomatik, siyasi birlikteliklere seni şartsız köle etmişler. Bugün bir adam çıkmış bağırıyor. "Güçlü olmanız haklı olduğunuzu göstermez." "Dünya 5'ten büyüktür" gibi dünya egemenlerinin bugüne kadar duymadığı cümleleri sarf ediyor. Bu bizi heyecanlandırıyor, gözlerimizi parlatıyor, etrafımızı ve dünyayı farklı algılamaya başlatıyor.. İyi güzel de henüz karşılığı yok ki... Tam yok... Diğer 56 devletin kahır ekseriyeti yardımsız yaşayamıyor. Ya Batılı kurumların desteğine ya da petrol üreten İran ve Suud gibi devletlerin yardımına. Geri kalan bir elin sayısı kadar kendine yeten İslam ülkesi liderleri de devşirilmiş birer maymun. Sahipleri ne derse onu yapmak zorundalar. Ya İngiltere'nin, ya da Amerika'nın sözünden çıkmazlar. Çünkü sahip olduklarını ailelerine bu devletler vermiştir. Ve varlıklarını idame ettirmek içinde onların her türlü desteğine muhtaçtırlar. Peki böyle bir teşkilattan neyi bekliyorsunuz ki? Unutmayın İİT'i meydana getiren ülkelerin büyük çoğunluğu Arap liginin de üyesi. Bunlar İsrail kurulduğu günden beri bir ve beraber olabildiler mi? Elbette hayır... 1967 savaşında Arap güçlerini yenen İsrail, Kudüs'ü işgal etti. Hem belediye olarak hem idari yapı olarak BM kararlarına rağmen boşaltmadı. 1980 yılında Kudüs'ü başkent ilan etti. BMGK; Amerikan'ın çekimser oyuna karşılık bu kararı tanımadığını deklare etti. Ve bugün gelinen noktada Amerika 22 yıldır ertelediği Başkent tanıma olayını Trump eliyle onayladı. Peki İİT kınama kararı ve Doğu Kudüs'ü başkent tanıma kararına rağmen bugüne kadar ne yaptı. Sıfır... Yarın ne kadar hayata geçirilir bilemem ama; 2014 yılında Filistin'in Devlet olarak ilanı üzerinden bugüne hiç bir devlet tanıdıkları bu devlete başkent tayin etmemişti. Türkiye de dahil... İşte bugün İİT toplantısı sonrası bir karar alındı ve başkenti olmayan devlete Doğu Kudüs başkent verildi. Dün bu iradeleri gösterebilecek ne Türkiye'de, ne de diğer müslüman devletlerde idareciler bile yoktu. Hep genişleyen, hep işgal eden İsrail karşısında belli bir bölgeyi Filistin Devletine tahsis eden bir anlayış hasıl oldu. Bu en azından İsrail'in yayılmacı politikasına zihinlerde dur demek anlamına gelir.. Ve bana göre sonun başlangıcı... İnşallah... /Orhan BAYLAN 13 Aralık 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/dogu-kudus-deyip-kucumsemeyin/415

154


Orhan BAYLAN_Yazılar

Suudi Arabistan Ne Yapmaya Çalışıyor Katar krizi ardından oğlunu tahta geçirme çabası uğruna muhalif olma ihtimali olan prensleri tutuklama, onlardan alınan tekellüf karşısında bir kısmının salıverilmesi olayları, sonra 300 yıldır Suud ailesinin bayraktarlığını yaptığı Vehhabi görüşünü ılımlı İslam’a tevcih edeceğini açıklaması ister istemez herkeste Suudi Arabistan’da neler oluyor dedirtiyor. 18. asırda Muhammed B.Abdülvehhab denilen İngiliz ajanının Necd bölgesinde, bir kısım Ehl-i sünnet ulemanın o daire dışına çıktığını hatta bazıları daha ağır ithamlar ettiği İbn-i Teymiyye’ye dayandırdığı ve daha da sertleştirdiği görüşleri hızla o bölgede yayılmaya başladı. Mezar yerinin belli olması, ziyareti ve türbe yapmak yasaktı, altın ve ipek haramdı. Amel imandan cüz kabul edildiği için ibadetleri yapmayanların cezalandırılmaları ve katli caizdi. Abdülvehhab ölünce yerine damadı Muhammed Bin Suud geçti. 1801 yılında torunu Abdullah İbn-i Suud isyan ederek Mekke ve Medine’ye saldırdı. Bu mübarek beldeleri ele geçirip, Peygamberimizin türbesi hariç bütün türbeleri ve mezarları dümdüz ettiler. Yıllarca hacc görevi yapılamadı. Her şeye rağmen İslam memleketlerinden giden Sünni ve Şia hacılardan haber alınamadı. 19 yıl boyunca Mekke ve Medine’ye hakim oldular. Osmanlı yeterince müdahale edecek gücü olmadığı için Mısır Valisi Kvalalı Mehmet Ali Paşa’dan yardım istedi. O da oğlu İbrahim Paşa’yı o bölgeyi te’dip için görevlendirdi. Uzun uğraşlar sonrası Tosun Paşa Abdullah İbn-i Suud ve yanındakileri yakalayıp İstanbul’a yolladı. Beyazıt’ta Sultan 2.Mahmut’un huzurunda Bostancıbaşı Halil Ağa bir vuruşta bu zorbanın başını uçurdu. Kellesi 2.Mahmud’un ayakları dibine düştü. 1932 yılına kadar bu fitne söndürülmüş oldu.

155


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ama bugün kellesi Osmanlı tarafından alınan Abdullah İbn-i Suud’la aynı adı taşıyan Kral, yerine geçmesi için hazırlanan da dedesi Muhammed Bin Suud’un adını taşıyan veliaht… Peki ne oldu da Suud ailesi yaymak için milyarlarca dolar harcadıkları bu “vehhabilik” adındaki katı islami (!) yorumdan şimdi vaz geçtiler. Balkanlarda, Ortadoğu’da, Kafkaslar ve Türk Cumhuriyetlerinde yıllardır ihraç etmeye çalıştıkları fikirden niye vaz geçip, Amerika’nın her memlekette bir tane uygulayıcı bulduğu “Ilımlı İslam” a döndüler. Aslında cevap basit. Yani bütün totaliter ve faşizan rejimlerin nihai sonunu gördükleri için, kendilerine Amerikan’ın çizdiği yeni rolle ömürlerini uzatmayı amaçlıyorlar. Önce İngilizlere, sonra Amerikalılara peşkeş çektikleri petrol düşük tuttukları fiyatıyla içeride kendilerine yetmemeye başladı. 1000’e yakın kraliyet ailesi mensubunun ve iktidarı paylaştığı diğer müttefiklerinin hanü iştihasını, Arabistan’ın kahır ekseriyetini varlık içinde yokluğa mahkum ederek nasıl karşılayabilecekti. Onun için; Akabe Körfezi ve Kızıldeniz’de kurulacak olan Las Vegas vari “NEOM” projesi katı Vehahbi anlayışıyla ne kendi halkına, ne de dünya Müslümanlarına izah edemeyeceği bir şeydi. Amerika her bölgede kendine bir düşman ülke baz alıyor. Ve düşman ülkeye karşı bölgesel işbirliği yaptığı bir veya birkaç partner devlet oluyor. Venezüela’yı hedef ülke yapıyor ve iş birliği yapacağı ülke olarak Kolombiya ve Peru gibi ülkeleri kullanıyor. Uzak Doğu’da Kuzey Kore düşman ülke olarak kullanılıp, sonu gelmeyen atışmalar, bitmeyen askeri hareketlilikler ama arkası kiraz bahçesi. Orta Doğu’da Rusya ile soğuk savaş bittikten sonra düşman Ülke İran. İran İsrail’i vurdu vuracak, İran’a bitmeyen ambargolar, İran’ı gösterek Türkiye, ve diğer körfez ülklerine milyarca dolarlık silah satışları… İnsanın diyesi geliyor; vuracaksan vur lan pezevenk… Amacı vurmak değil ki; ezeli bir varoluş kanunu hayata geçiriyor aslında. “Her şey zıddıyla kaimdir” Bölgeyi ürettiği düşmanlarla dizayn etmeye açlışıyor. İran’la körfez ülkelerini, DAEŞ gibi nereden çıktığı, nereye gittiği belli olmayan 10 yıllık hayali örgütlerle İrak, Suriye ve Türkiye’yi şekillendirmeye çalışıyor. Bu işe gönüllü şu an Suudi Arabistan kraliyet rejimi ve onunla beraber hareket eden BAE emirliği… Katar krizinde Suud yerine Katar yanında olmayı tercih eden Türkiye’ye karşı Amerikan politikalarıyla beraber hareket etmeye, o doğrultuda uygulamalar yapamaya başladı. Bunun en bariz örneği belki bazılarınızın gözünden kaçtı geçen günlerde yaşandı. Suudi Arabistan Kandil’e Ukaz gazetesi muhabirini göndererek terörist Rıza Altun’la ropörtaj yaptırıp onu ;”PKK’nın Dış İşleri Bakanı” olarak lanse etti. Aslında Suudi Arabistan, Mısır ve irili ufaklı Körfez şeyhlikleri kendi ailelerinin saltanatının devamı için bugün Amerika ekseninde, kendi arap sokağı hilafına politikalar izliyorlar ama eninde sonunda Amerika ile beraber kaybedecekler. Zaten ikide bir Amerika ile “embedded” hareket eden bu ülkeler kendi halklarına karşı mahcup oluyorlar. En son Kudüs meselesinde ve İİT toplantısındaki sönük davranışları Arap sokağında elbette not ediliyor. Hele Erdoğan’ın o sokakta yankılanan davudi sesi kulaklarının zarını patlatıyor. Amerika; bunca yıldır sömürdüğü ve her hareketini kendi ekseninde yapan Türkiye gibi uysal bir stratejik müttefike bu kazıkalrı atarak aslında halkın uyanmasına sebep oldu. Türkiye gibi köklü bir geçmişi, bölgenin her ülkesiyle tarihi birlikteliği, öyle ya da böyle olumlu imajı olan bir ülke yerine, PYD gibi terör örgütünü ve bedevi alışkanlıklarını trilyonlarca dolarla kapatamamış devletleri kendine partner kabule ettikçe kaybetmeye mahkum. /Orhan BAYLAN 16 Aralık 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/suudi-arabistan-ne-yapmaya-calisiyor/418

156


Orhan BAYLAN_Yazılar

Hacer-Ül Esved Hırsızları... Erdoğan'ın ataları Osmanlı'yı, 1917 yılındaki Medine müdafaası sırasında Şerif Hüseyin ve dolaysıyla onun arkasındaki İngilizlerin eline geçmesin diye son Hicaz Demiryolu treniyle kutsal emanetleri Şam'a yollayan Fahrettin Paşa'yı hırsız diye niteleyen birinin tweetini RT eden Bahreyn Dış İşleri Bakanı'nın geçmişi ne peki?Kufe'de tüccarlık yapan Hamdan Bin Karmat adındaki bir tüccar, Batıni daisi birinin etkisinde olarak sapık Karmati adı verilen bir cemaat oluşturdu. Hüseyn el-Ahvezî’nin ölümünden sonra yerine geçerek bâtını sapık fırkasının fikirlerini yaymaya başladı. Hamdan Karmat, 870 (H. 260)’da Küfe yakınında Dâr-ül-hicre adını verdiği bir konak yaptırdı. Burayı müstahkem bir sığınak hâline getirip, tarafdârlarının merkezi olarak kullandı. Câhil halkı ve Abbasî idaresine karşı olanları etrafına toplayıp, bugünkü komünizmde bulunan mülkiyette ortaklık fikrini savundu. Zenginlerin malını paylaşmayı, halk arasında fakir-zengin ayrılığını ortadan kaldırmayı gaye edinen Karâmita veya Karmatiyye sapık yolunu kurdu. On iki imâma inanan şiîlerin arasında, kaybolan son imâmın pek yakında Mehdî olarak döneceği propagandasını yayarak tarafdâr buldu. Sapık fikirlerini kısa zamanda bütün Irak’ta yayan Hamdan Karmat’ın etrafında oldukça kalabalık bir halk toplandı. Ona tâbi olanlara Karâmitaveya Karmatî denildi. İslâm dîninin emir ve yasaklarının bir çoğunun yersiz ve geçersiz olduğunu söyledi. En yakın yardımcısı ve kayınbiraderi olan Abbân ile birlikte halkı Abbâsîlere karşı isyana teşvik edip, 890 (H. 227)’de ilk Karmatî isyanını başlattı. Bu sırada Hamdan Karmat öldü. İsyan kısa zaman içinde yaygınlaştıysa da uzun mücâdelelerden sonra, Aşağı Mezopotamya’da çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Daha sonra Abbasi Halifesine isyan eden ve çok kan akıtılmasına sebeb olan bu şahıs öldürülsede Ebu Said adında yerine geçen biri bugünkü Bahreyn'de bulunan El-Ahsa adlı köye kaçıp burada tekrar örgütlendiler. Ehl-i sünnet müslümanları katledip, hac yolunu kesip, hacıları soydular. Çevrede yağmacılık ve soygunculuk yaparak cahil ve serseri insanları etraflarına topladılar. Bâtıniyye (İsmâiliyye) sapık fırkasının bir kolu olan ve Hamdan bin Karmat’ın ortaya koyduğu; din bilgisi olanlarla konuşulmaması, karşısındaki kimsenin arzusuna göre konuşulması, müslümanların İslâm dîninin emir ve yasakları hususunda şüpheye düşürülmesi, sırlarının yabancılara açıklanmaması, ibâdetlerin lüzumsuzluğunun anlatılması gibi prensiplere bağlı olarak hareket eden Karmatîlerin inanış ve fikirleri şöyle özetlenebilir: Mazdek tarafından ortaya atılan komünist fikirleri temel olarak ajan Karmatîlere göre, ülfet yâni bütün fertlerin mallarının birleştirilmesi farzdır. Mallarının yanında bulunmasına gerek olmayıp, bütün yeryüzü başkalarının değil, kendilerinindir. Onlardan bir kimsenin kılıcı, silâhı ve atından başka bir malı bulunmazdı. Nikah müessesesini kabul etmeyen Karmatîler, kadınlarda da ortaklığı kabul ediyorlardı. Karmatîler, ikisi güneş doğmadan, ikisi de güneş battıktan sonra olmak üzere günde dört rek’at namaz kılarlar, kıble olarak Kudüs’ü kabul ederlerdi. Hac için Mekke’ye değil, Kudüs’e gidiyorlardı. Bir adı da İbâhiyye olan Karmatîler, şarap ve benzeri içkileri kullanmayı helâl sayarlar. Mihrican ve Nevruz günlerinde olmak üzere yılda iki gün oruç tutarlardı. “Cennet, dünyâda rahat ve mutlu olmak, Cehennem ise ibâdetlerin sıkıntılarına katlanmaktır, onun için ibâdet etmeye lüzum yoktur” derlerdi. Bâtıniyye fırkasının davet ve propaganda esaslarına göre hareket eden Karmatîlere göre yedi rakamı kutsaldır. Bir ara o kadar güçlendiler ki Mekke'yi işgal edip, HACER-UL ESVED'İ yerinden çıkarıp El-Ahsa'ya götürdüler. Şia Fatimi hükümdarının arzusu üzerine 20 yıl sonra tekrar iade ettiler. Yani bugün 400 sene Portekizlilerin mübarek beldeleri işgal etmesine mani olan, oraları imar edip, devamlı oraya para akıtan Osmanlı'ya hırsız diyen pisliğin geçmişi, soyguncu ve hırsız... Hacer-ül Esved hırsızı... /Orhan BAYLAN 21 Aralık 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/hacer-ul-esved-hirsizlari/424

157


Orhan BAYLAN_Yazılar

Amerikan Yardımı Aldatmacası BM’de ki Kudüs oylaması öncesi Başkan Trump’un üye ülkeleri tehdit ederek, evet oyu verenleri kaydederek yardımları keseceklerini söylemesi belki de hayırlı oldu. Öncelikle bugüne kadar geniş propaganda ağıyla maskelediği çirkin emperyalist yüzünü saklamaya gerek duymadı. Barış ve demokrasi kisvesiyle girdiği ülkeleri birer harabeye çeviren Amerika’nın artık bütün dünya’da gerçek yüzü görülür ve her alanda onun çöküşünün başlangıcı olur. Gelelim şu kesmekle tehdit ettiği Amerikan yardımalarına. Amerika bir devlete silah ve ayni yardım yapar. Yardımlar; borç olarak veya hibe şeklinde de olur. Nakdi yardım çok azdır ve bunlar genelde “proforma fatura” şeklinde yapılır. Yani diyelim bir devlete 100 milyon dolar nakdi yardım yapılacaksa, çoğunluğu Amerika’lılardan teşekkül eden bir komisyon kurulur. Eskiden tamamı, şimdi en az %70’i Amerikan menşeeli firmaların ürünlerin satın alınması durumunda bu para komisyonca peyder pey serbest bırakılır. Yani al şu parayı koy kasana, lazım oldukça harcarsın şeklinde olmaz. Hani Kırgızistan Devlet Başkanı:”Erdoğan Abi 50 milyon Dolara ihtiyacım var dedim verdi. Senden başka abim mi var elbet senden isteyeceğim” diyerek Türkiye’nin verdiği bir yardımı açık etmişti, işte Abd böyle yapmıyor. Bize verdikleri Marshall yarıdımını hatırlayın. 8 komisyon kurdular hala kurtulmadık 70 senedir o kazıktan. Her şeyimizi Amerika kontrol etti. Çiftçimizi, sanayimizi, ne üreteceğimize o karar verdi, ne yiyeceğimize bile. Çocuklara halis sütümüz dururken süt tozu içirtti. 1950’li yıllarda askeriye

158


Orhan BAYLAN_Yazılar

içinde bulunan hayvanların koşum takımları bile Texas’dan geldi. Bunun sonunda yerli deri sanayimiz, tabakhanelerimiz battı. Velhasıl yardım ettiği ülkelerin her şeyini kontrol eder. Siyasetini de, eğitimi de, tarımını da velhasıl her şeyini kontrol altına alıyor. Zaten paranın büyük kısmını bu komisyonun gideri olarak harcatıyor. Hibe kısmına gelelim… Bir ülkeye güya kalkınması için emtia, teknik destek ve askeri birlikler için silah hibe eder. Şunu iddia ediyorum; Amerika’nın ister ekipman, ister silah hibe ettiği ülkeler kalem kalem incelensin şu ortaya çıkar. Hibe ettiği kalemler yerli üretimde kıpırdama yaşanan veya olan alanlardır. Yerli üretimin önünü kesmek, tamamen Amerika’ya bağımlı hale getirmek için hibe eder. Türkiye bunun için iyi bir örnektir. Ayrıca; hibe ettiği ekipman ve silahlarla ilgili öyle ayrıntılı sözleşmeler yapar ki, bunları kullandıkça siz bütün parçaları Amerika’dan almak zorundasınızdır. Yani hibe edilen bir mayın arama tarama gemisi ki ayrıca artık yenisi üretildiği için Amerikan ordusundan emekli edilen türdendir, 100 milyon dolar değerindeyse, 30 yıllık kullanımda sık sık arıza yapacağı için size hibe geminin maliyeti 3 katına mal olacaktır. Amerika; Mısır ordusuna, veya bilmem filan latin ülkesine şunları hibe etti diye bir şey okursanız, o ülkelerin satılmış idarelerince ülkelerine büyük bir kazık atıldı diye anlayın… Ama ne yazık ki dünya üzerinde genellikle demokratik kültüre sahip olamayan despot idareciler, kendileri saltanatlarını sürdürmek için, Amerika’nın desteğiyle ayakta durdukları için bu sahtekarlıklara ortak olup, kendi halklarının emeklerini Amerika’lı obez veletlere yediriyorlar. Keşke dünya üzerinde ki hiçbir ülke bu çirkin Amerika’lıdan yardım ve hibe almasa. Dünya eminim daha yaşanır bir hale gelir. *** Oylama Ülkelerine Bakmak… BM’de ki oylamada 128 evet oyu çıkması kesinlikle Türkiye’nin diplomatik zaferidir. Yaptırım gücü filan gibi seslere itibar etmeyin. Bu tavır; bütün dünyanın zorbalık, tehdit ve şantaj karşısında gösterdiği yiğit bir duruştur. Ret oyu veren Abd ve İsrail dışında ki diğer devletler kesinlikle ne siyaseten ne ekonomik olarak dünya’da etkin değiller. Katılmayan 21 ülke var. Bunları İsrail gazeteleri kendilerinden sayıyor ama aslında hiç de öyle değil. Bunların büyük ekseriyeti aslında bu kararın yanında olmakla birlikte ekonomik ve siyasi olarak Amerika karşısında tavır koyamayacak liderlere sahip ülkeler. Çekimser kalan ülkeler içinde büyük ekseriyeti de aynı durumda. Rusya etrafında kendilerini Amerika korumasında güvende hisseden, ya da Amerika’nın komşusu olan bir kısım ülkeler. Tabi bu arada Polonya gibi Katolikliğin ağır bastığı ülkelerin İsrail yanında yer almasını izah edemiyorum. O ülke ile ilgili detaylı bilgimin olmayışına bağlıyorum. Avrupa’da ki bazı ülkelerin tavırlarını yine yakın komşu oldukları Almanya gibi ülkelerin tavırlarında aramak yerinde olur. Sırbıstan gibi.. Sonuç olarak, 21 Aralık 2017 Birleşmiş Milletlerdeki oylama bir uyanışın dışa vurumudur. Ve bunun mimarı kim ne derse desin Erdoğan’dır. O Arap sokağının değil sadece, dünyanın bütün sokaklarının ezilen insanlarının gür sesi olmuştur. Bazıları için kabul etmesi zor olsa da… /Orhan BAYLAN 22 Aralık 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/amerikan-yardimi-aldatmacasi/425

159


Orhan BAYLAN_Yazılar

Her Yere Gül'üvermekten Vazgeçin Artık... Subay ifade veriyor: "Genelkurmay önünde biriken halktan bazıları bina içine girdi. Darbe olduğunu anlayan bazı nöbetçiler silahlarıyla teslim olmuşlar ve bu silahları ellerine geçiren sivil kişiler, ....Albay'ı şehit(!) ettiler, beni de teslim olmama rağmen darp ettiler." Hakim: "Oğlum, kamera kayıtlarında da görüyoruz, sen Genelkurmay karargahına girip, askerden aldığın silahla ....Albay'ı vurmuş, filan subayı da darp etmişsin doğru mu? "Evet Hakim bey. Darbe olduğunu duyunca arkadaşımla Kızılay'a geldik.O arada Genelkurmay tarafında çatışma oldu, bir taraftan da helikopterden üzerimize ateş edildi.Biz de Genelkurmay binasına girip orayı ele geçiren asker ve polislerle beraber darbecileri derdest ettik. İçeriden bize ateş edildi, ben de içeriye doğru ateş ettim. Kimi vurdum bilmiyorum. Ama bu subayı biraz dövmüştüm, zira son ana kadar ateş etti devamlı ve yanımda ki arkadaşımı vurdu. Elimden almasalar

160


Orhan BAYLAN_Yazılar

öldürürdüm de, diğerleri aldı elimden namussuzu. Bu yüzden suçlu diyorsan bu suçu ben yine işlerim Hakim Bey." ** "Oğlum askeri aracı zorla ele geçiriyor, askeri dövüyor, diğer askerden aldığınız silahla üsteğmen A...yı tehdit edip hürriyeti tahdit ediyorsunuz, bu yaptığınız suç, hem de kaç kere suç işliyorsun farkındasın değil mi" "Suç mu Hakim Bey...Bu ülke halkına 1960'dan beri silah çeken bu sözde asker bozuntuları yetti. Dedem 60'da, babam 80'de ne yazık ki seslerini çıkaramadı bunlara. Ben o gece ahdettim. Dedemin ve babamın yaptığı hatayı yapmayacak, bir daha asker postalına kazanımlarımı kurban vermeyecektim. Hele hele bu ülkeyi uzaktaki bir delinin karıştırmasına, başka bir devletin uydusu yapmasına fırsat vermeyecektim., veremezdim. Bu suçsa evet, suçluyum. Arkadaşımla askerin silahını alıp üsteğmen bozuntusunu tehdit edip teslim aldık. Askerleri diğer arkadaşlara teslim edip, tankı karakolun önüne çektik. Askerde tank şoförüydüm de. Ver cezayı Hakim Bey ver... 60'da ve 80'de darbeyi yapanlar astı bedel ödetti, varsın şimdi darbeye kalkışıp tepelediklerimiz yüzünden bedeli biz ödeyelim. Yeter ki bu ülkede bir daha darbeye kimse kalkışmasın. Benim gibi Ahmet'ler Mehmet'ler bedelini öder Hakim Beyim...." * Evet; Sayın eski Cumhurbaşkanım, hukuksuzluğa davetiye olarak yorumlamışsınız; bu ve bunun gibi 15 Temmuz gecesi darbeye direnen, darbeyi bastıran bu ülkenin yiğit evlatlarının zarar görmemesi için çıkarılan KHK'yı... Maalesef mevcut kanunlar bu insanlara takibat yapılmasını emrediyor. Haklarında dava açmayan savcılar suçlu olur. O gece kamera bile olmasa, darbe karşısında tankın önüne yatan bu milletin evlatlarına, ceza almamak için "yalan" söyleyin deseniz tenezzül mü ederler? Ayrıca; o gece tankın önüne yatan, mermilere ateşe koşan pervane böceği misali atılan cesur insanların ceza alması, mağdur olmalarına hangi gönül razı olur? Havaalanında darbeye kalkışanlarla pazarlık yapıp eskort eşliğinde en yakın belediye başkanının evine kaçanlar gibi kaçmalımıydı o gece tanklara direnenler? Ya da sizin gibi sesi soluğu çıkmamalı, tam siper arazi mi olmalıydılar o kurşunlara göğüslerini açarak yürüyen yiğitler? Ne yapmalıydılar sizin hoşnut olduğunuz hukuk devleti oluşsun diye Başbakan eskileri gibi Konya ovalarında arazimi olmalıydılar? Ceza verirseniz o gece yaralanan 2194 gaziye, şehadete yürüyen binlere ne demeliydik? Hangi darbeye bir daha kim karşı çıkar? Birilerine karşı olmak adına, birilerine karanlıkta göz kırpmak adına, sizi bu ülkenin en yüce makamına taşımış olan insanları kırmayın. 40 yıllık siyasi hayatınıza yazık etmeyin. Gulf-stream akıntılarına, pasifiklerden esen rüzgârlara kulak vermeyi bırakın, sizi siz yapan Kayserili tornacının oğlu olarak, bu ülkenin gerçek sahiplerinin sesini dinleyin... Öleceğiz be Cumhurbaşkanım. Sizden önce 10 Cumhurbaşkanı geldi, 2 tanesine rahmet okuyor millet... Diğerlerine ne dediğini siz de biliyorsunuz... Öleceğiz... /Orhan BAYLAN 25 Aralık 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/her-yere-guluvermekten-vazgecin-artik/428

161


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bylock'tan Nefret Üretmek... Bylock çıkıp yoğun tutuklamalar başladığında bir müddet sonra aklıma Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları, tutuklamaları geldi.Hele bir deniz kuvvetleri casusluk davası vardı ki evlere şenlik..İzmir'de Deniz Kuvvetlerine bağlı 364 subay ve astsubay Yunanistan için casusluk yapıyor diye dava açılıp tutuklamalar yapılmıştı... İzmir gibi bir yerde 364 subay Yunanistan gibi kıytırık bir ülke için casusluk yapıyorsa biz dükkanı kapatıp gidelim. Ama birileri casus kim oyunu oynamıyordu ki. Yani birileri, siz o birilerinin kim olduğunu gayet iyi biliyorsunuz; kendi adamlarının terfi ve makam alabilmesi adına önüne gelene sahte deliller ve ihbarlarla davalar açtırmıştı. 15 Temmuz'un kilometre taşları böyle döşenmişti işte. Bylock aslında diğer bütün delillerden daha fazla örgüt üyeliğini belgeleyen veriydi.Sendika üyeliği, Bank Asya'ya para yatırmak, okullara inatla ve ısrarla çocukları vermeye devam etmek gibi deliller bylock yanında tali delil sayılırdı. İşte burada Fetö örgütü mensupları bunu sulandıracak hamleyi yapıp, bylock yüklenmiş gösteren sahte programlar (trojan) ürettilerek hem davayı sulandırdılar, hem de bir sürü Erdoğan düşmanı meydana getirdiler. Tabi aylardır benim gibi; Fetö ile mücadele de sapla samanın karıştırıldığını, yargı eliyle insanların siyasi hesaplarını kestiklerini görenler ikazlarını yaptı. Ama maalesef; aman bana da Fetö'cü derler diyen hakimler ve polisler, Erdoğan ve AK Parti yıpransın, daha fazla düşmanlık artsın diyen siyasi görüş olarak hasmı olan adli görevliler, teknik olarak konuya hiç vakıf olmayan gözünü hırs ve ikbal bürümüş yandaş polis ve hakimler maalesef bu konunun sulanmasını ve daha fazla mağduriyetin oluşmasını sağlayanlar oldu. Başından beri aslında yapılması gereken belliydi. Ve ikazımızı da bu konuda yaptık. Tutuklamaları Bylock listeleri üzerinden değil, bylock konuşmaları üzerinden yapın dedik... MİT bylock listelerini, diyelim Samsun Emniyetine yolluyor. Emniyet önce listeyi bir gözden geçiriyor(!) Sonra savcılığa veriyor. Savcılık listede isimleri olanları çağırıp ifadeyi alıp hakim huzuruna çıkartıyor, hakimde tutuklamalar veriyor. Tutuklanan kişi 5-6 ay yattıktan sonra, MİT çözümlemeleri yolluyor, 'konuşma yokmuş, ya da bayram tebrik etmişsin' denilerek haydi çık deniyor. Yahu kardeşim; niye bu çözümlemeler gelmeden işgüzarlık yapıp tutuklama yapıyorsunuz. Adli takibat yap. Bekle, konuşma çözümleri gelsin, eğer örgüt içi konuşmalarda bayram tebriği gibi hatta değersiz konuşmalar dahil, hiç konuşmamaış olanların dosyalarını kapat(başka iddialar ve isnatlar yoksa tabi) gitsin... Ha; eğer örgütlü konuşmalar, kumpasa alet olmalar, suç teşkil edecek sözler, örgüte ayni ve nakdi destek, makamı ve nüfuzu örgüt lehine kullanımla ilgili emareler varsa, anasını ağlat.Sittin sene tut içerde... Ama hiç konuşma olmayan adamı niye tutuklayıp aylarca mağdur ediyor, ihraç ettiriyorsun.. Sonuçta, işinden ettiğiniz, düzenini bozduğunuz, meslekten men ettiğiniz her şahsın, ailesi, akrabaları ve dostları AK Partiye düşman oluyor. Erdoğan'a diş biliyor. Erdoğan bunu bilmiyor mu, bu mağduriyetlerden haberi yok mu diyorlar. Her iyi şeyi Erdoğan yapıyor, her kötü şeyi çevresindekiler yapıyor söylemi biraz saçma kalmıyor mu? Noldu şimdi 11.480 kişi? Bunların mağduriyetlerinin hesabını kim verecek? Kimse... 2019 Martında Erdoğan ödeyecek... Olan Türkiye'ye olacak.... Yazık, çok yazık... /Orhan BAYLAN 25 Aralık 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/bylocktan-nefret-uretmek/435

162


Orhan BAYLAN_Yazılar

Different= Farklı Olmak Peygamber Efendimiz bir gün mübarek tırnaklarını keserken onu seyreden bir Yahudi: “Biz de böyle kesilen tırnakları toplarız” der. Toplu halde duran kesilmiş tırnaklara eliyle bir fiske vurarak: “Biz arada böyle dağıtırız “ der o mübarek insan. Bir sözü olan, bir iddiası olan, bir vizyonu bakışı olan sıradan değil, farklıdır. Yukarıda kullandığım kelime reklamcılık terimidir. Siz yaptığınız reklamla, ürünü onlarca reklam arasında farklı bir yere konumlandırırsınız, farklı bir dille, sunumla arz edersiniz. Yani bir firmanın ürettiği ürünü siz ambalajıyla, tasarımıyla, sunumuyla farklıbir şekilde konumlandırmaya çaışırsınız. Aslında hayat boyu insanlar, toplumlar, devletler, dinler de hep farklı olmaya bakmışlardır. Dünya da bugün aynı şekilde düşünen, yaşayan, yiyen, içen ve tepki veren 7 milyar insan olduğunu düşünün… Ne kadar sıkıcı olur du değil mi? Dinler yeni bir şeriat koyar, yeni bir yorum. Bu genelde kokuşmuş, tefessüh etmiş, günahın ve zulmün her türünün yaşadığı toplumlarda yeni bir hayat damarı açmak, yeryüzünü yaşanabilir bir hale getirmek içindir. Aynı dini yeniden ihya için gelen Peygamberlere “nebi”, yeni bir şeriat getirenlere Resul peygamber denir. Medine İslam toplumu oluştuktan sonra Yahudi ve Hristiyanların bayramı olduğunu söyler bazı sahabeler. Ve bir müddet sonra “Ben de size Kurban ve Ramazan bayramlarını verdim” der Peygamberimiz. Ne Yahudilerin Hanukkah gününe, ne de Hristiyanların Paskalya gününe alternatif, o gün size şu bayram denmemiş, tamamen farklı iki olay sonucu bayram ilan edilmiştir. İslam antitez değil,

163


Orhan BAYLAN_Yazılar

tezdir. Yılbaşı kutlamak bütün toplumlarda var. Bazı toplumlarda newroz, bazılarında miladi ya da hicri yılbaşıdır. Biz yıllarca hicri takvimi kullandık. Miladi takvim biz de 1926 yılında kabul edildi. 1928 yılında tayyare piyangosu miladi yılbaşında büyük ikramiye çekilişine başladığında toplumda tanınmaya duyulmaya başladı. 1935 yılında da resmi tatil kabul edildi. Burada yanlış olan yılbaşını tebrik etmek değil. Yanlış olan Hristiyan figürlerini baş tacı etmek. Onlarla toplumun genç nesillerinin beynine bunları kazımak. Çam ağacı ve noel baba figürü. Bazıları diyorlar ki; "Ama hediyeleşiliyor, hangi dine ait figür olursa olsun çocukları sevindiren bir figür ve geceye karşı olmak bağnazlıktır" gibi 150 yıllık Batı yolculuğumuzun bize yutturulan arızalarından biri. “Kim ki bir kavme benzemek isterse ondan olmuş olur” Hadisi Şerifi bizi bu konuda uyarırken, "aman efendim bunda ne var " diye küçümsemek, önemsememek büyük tehlikedir. Bizim içimizde açtıkları okullarla, daha sonra bütün alanlara sirayet eden “Batı tarzı düşünme, Batı değerlerine sahip olmak” gibi cafcaflı hediye paketlerine sarılmış sihirli sözcüklerle hayatımızın her alanında kendi kültürümüzün altına kibrit suyu ektirdiler. Kilisenin düşünmeyi ve aklı devreden çıkaran bağnaz tutumuna isyan eden Batı, onun yerine akıl merkezli pozitivist/seküler bir düşünce tarzını oturttu. Dine ve dinin bütün kurumlarına, ve bilime bu düşünceyi uyguladı.Yeni sömürgelerden elde ettikleri müthiş zenginliklerin akışıyla sanayide de geliştiler. Ve sanayi devrimini ıskalayan Osmanlı başta olmak üzere diğer İslam toplumları Batı’ya benzeyerek kaçırdıkları treni yakalayacaklarını düşündüler. İslam memleketlerini daha iyi sömürebilmek, misyoner faaliyetlerde rahat bulunabilmek için İslam dinini tahrif edebilmek adına kiliseye ve İncil’e Rönesans normlarıyla bakan batı’lı müsteşriklerin İslam yorumlarını, aynen birebir kabul eden, başlarında sarık, fes ve sırtlarında cübbe olan sözde İslam alimleri Batı hayranllığı refleksiyle aynen kabule dip, kendi memleketlerine icra etmeye kalkıştılar.. Bu Batı mukallitliği her alana sirayet etmişti.Devleti yönetenlere de, Cumhuriyet döneminde avama da.1826 yılında yeniçeriyi kaldırıp Nizam-ı Cedit adında yeni bir ordu kuran 2. Mahmut; dedesi Fatih gibi top ustası getirmek yerine, Mızıka-ı Humayun kurup başınada İtalyan besteci Donizetti’yi getirip paşa yapmıştır. Sultan Abdülaziz Han’ın Avrupa’ya mühendislik öğrensinler, geldiklerinde burada tekniği uygulasınlar diye gönderdiği gençler, ya ressam olmuş ya da Jön Türkler adıyla mason cemiyetlerinde Osmanlıyı yıkmanın derdine düşmüşlerdir. Vehasıl biz Batı’ya şeklen benzemeyi şiar edinmişiz. Kılık kıyafet kanunuyla bunu zorunlu etmişiz hatta. Ne diyordu Aliya İzzetbegoviç: “Düşmalarınıza benzediğiniz gün siz savaşı kaybettiğiniz gündür” Önemsemediğiniz her ödün surda açılmış bir gediktir… Bize ne olduysa azar azar oldu zaten… /Orhan BAYLAN 31 Aralık 2017 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/different-farkli-olmak/436

164


Orhan BAYLAN_Yazılar

Sömürgeciler Niye Nişan Verir! Devlet adamlarının resmi ziyaret ve nişan takdimleriyle ilgili eleştirmek doğru değil. Devlet adamı elbette İran dini lideri Ali hamaney'le de görüşecek, Papa ile de. Kraliçe Elizabeth'le de, Kral Selman'la da... Verilen devlet nişanları da neticede her Ülke menfaatleri doğrultusunda takdim ediyor. Erdoğan'a kimler vermiş Abdullah Gül'e görevi sırasında kimler nişan vermiş baktım. Erdoğan devlet nişanı verenler: Tunus, Sudan ve Madagaskar. Abdullah Gül'e: Türkmenistan, İngiltere ve Hollanda. Ayrıca Abdullah Gül'e İngiltere Kraliçesi önce "Büyük Şovalye" ödülünü vermişti. Bu büyük şovalye nişanı denilen nişanın tam ismi bu değil tabi. “Knight Grand Cross of the Order of the Bath” .Tam türkçesi yıkanmış, arınmışlar büyük haç şovalyesi. Yani 1725 yılında 1.George tarafından ilk defa takdime başlanan bu nişan "Büyük Haç Şovalyesi". Bir çok yabancı devlet adamına verildi. Türkiye'den ilk defa Sayın Abdullah Gül'e verildi. 4 Yıl sonra bu sefer İngilizlerin akıl evi, Chatham House, "Yılın Devlet Adamı" ödülünü yine kraliçe'nin elinden Sayın Gül'e tevcih etti.. İngiltere krallığının aynı devlet adamını bu kadar yakın aralıklarla onurlandırdığı pek vaki değildir. Burada birilerine çamur atmak için yazmıyorum bunu. Ama Dünyanın en eski yaşayan imparatorluğunun, siyasi aklı ve onun sembollerini en güzel en rasyonel kullanan bir milletin 4 yıl arayla bir devlet adamına büyük ödül takdim etmesi görülmüş olay değil. İngiliz yağ çıkarmayacağı sineği yakalamak için efor sarfetmez. Bu arada Chatham House'nin yılın devlet adamı seçilenlere takdim ettiği "Kristal cam ödülü" ile ilgili bilgi verelim kısaca. Chatham House; Sevri bize dayatan Paris Barış Konferansı'nın 2 İngiliz delegesi tarafından 1920 yılında resmen kuruldu. İngiliz Propaganda bakanlığından Robert Cecil ve Siyasiistihbarat bölümünden Orta Doğu uzmanı, Mavi Kitap editörü Arnold Toynbee. Bu ödül 2005 yılından itibaren verilmeye başlandı. Bu ödülün sponsorları; İngiliz ve Abd'nin bazı petrol şirketleri ile British Tobacco şirketi. Abdullah Gül'e 2010 yılında takdim edildi. 2009 yılında ödülü alan Brezilya Devlet Başkanı Lula De Silva sadece 5 Kasım 2009 yılında almış, daha önce alanların hepsine Ekim ayında tevcih edilmiş. Ödül ihdas edildikten sonra ilk alan Ukrayna Devlet Başkanı Yuşcenko sadece Kraliçe Elizabeth'in elinden almış. Ödülü Abdullah Gül'e verileceği Mart ayında ilan edilince, törenimde Ekim ayında olması bekleniyordu. Ama ödül 9 Kasım 2010 günü takdim edildi. Her hareketleri sembolik değer taşıyan İngilizler 9 Kasım gününü neden seçtiler? 9 Kasım 1918 günü İngilizlerin; Mondros mütarekesi sonrası Çanakkale ve Antakya'ya işgal için ilk asker çıkardıkları gündür. Bugün birileri "muğlak muğlak" konuşunca işte akla geliyor bazı şeyler... Sahi Erdoğan'a gariban Afrika'nın en fakir devletleri, Sayın Gül'e; Hollanda gibi Uzak Doğu'nun kanını yıllarca emmiş bir krallıkla beraber, üzerinde güneş batmayan, dünyanın en sömürgeci İmparatorluğu neden veriyor? Exeter'li olmanın bunda etkisi var mıdır? Ya da daha daha başka şeyler mi? /Orhan BAYLAN 01 Ocak 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/somurgeciler-niye-nisan-verir/438

165


Orhan BAYLAN_Yazılar

İran’da Neler Dönüyor İran’da yumurta zamlarını protestoyla başlayan sokaklardaki olaylar 5 gündür devam ediyor. Her geçen gün daha fazla şehre yayılıyor, ölü ve yaralı sayısı da gittikçe artıyor. Kitle psikolojisi ve ona etki eden etmenler değişkendir. Olayların nereye savrulacağını kestirmek zordur.Ama İran olaylarının şu ana kadar süren sürecinden çıkaracağımız yorum bizim bakış açımız kadardır. Ben dikkati başka bir yere çekerek başlamak istiyorum. Bazıları hatırlayacaktır, Putin’in danışmanlarından Alexander Dugin 15 Temmuz öncesi Türkiye’ye gelmiş ve bazı görüşmeler yapmıştı. O arada kendi geliştirmiş olduğu Rusya’nın “Avrasya tezini” anlatmıştı röportajında da. Çok şey anlatmıştı ama bugün İran olaylarını anlamakta yararı olacak bir yönü hatırlatmak istiyorum. “Biz Rusya olarak İslam dünyası ile iyi ilişkiler içinde olmayı arzu ediyoruz. Bu ilişkileri de, İslam’ın şia yorumunu benimseyenlere ulaşmada İran, sünni yorumuna inanalarla da Türkiey üzerinden ilişki geliştirmek istiyoruz” mealinde bir şeyler söylemişti. O günlerde pek dikkat çekmemişti ama, büyük devletlerin politikaları uzun planlamalar sonrası oluşturulur. Rusya bunu acaba Amerika’nın Orta Doğu’da uzun zamandır almaya çalıştığı pozisyonu çözümleyerek mi aldı, yoksa Rusya’nın politikasına karşı Amerika’mı yeni bir süreci başlattı tartışılır. Ama bilinen bir şey var; bölgenin iki büyük devleti Türkiye ve İran. Amerika; Orta Doğu’ya müdahele edebilmenin gerekçesi olarak bir düşmana ihtiyacı var. Hem kendi menfaatleri hem de İsrail’in güvenliği için bölgede ki devletlerarasında huzursuzluk olması gerekir. Bunun için de, uzun zamandır Amerika mahfillerinde seslendirilen “Mezhep çatışmasına” ihtiyaç var.

166


Orhan BAYLAN_Yazılar

İran şia ayağı için gerekli düşmanlık görevini yeterince hatat fazlasıyla, saldırgan yayılmacı politikayla gösteriyor. Suriye, Irak, Lübnan, Bahreyn, Yemen gibi ülkelerde fiilen yürüttüğü veya desteklediği güçlerle bunu fevkalede yerine getiriyor. Bunun karşısına dikilmeye çalışılan sünni temsilci Türkiye üzerine yüklenen “stratejik mütetfik” görevini yerine getirip, mezhep çatışmasının karşıt kutbunun liderliğini üstlenmedi. Üstelik Cumhurbaşkanı Erdoğan uluslararası her konuşmasında İslam üzerine vurgu yapıp, mezhep çatışmasının bizi felakete sürükleyeceğini vurguladı. Yani Amerika’nın kendisini itmeye çalıştığı bu felaket uçurumuna atlamayacağını gösterdi. 1.Körfez savaşı, Irak tezkeresi ve sonrasında Ordu’daki tasfiyeleri engelleme, MİT operasyonuna ve diğer Fetö eliyle yapılmaya çalışılan yargı darbelerine karşı koymakla, hem Erdoğan hem onun yönetimindeki Türkiye Amerika için ortaklıktan “Tali Düşmanlığa” terfi etti. Bu yüzden Türkiye yerine Amerika Suudi Arabistan’ı sünni dünyanın lideri yapmaya karar verdi. Ama orada da bir sorun vardı. Katı Vehahbi yorum ve bunun İslam dünyasında ki karşıtlığı… Yani sünni dünyanın desteğini vehhabiliği savunurken arkasına alması mümkün değildi. Ona da çare buldular. “Ilımlı islam” olmaya karar verdiler. Yeter ki Amerika’nın Orta Doğu planları işlesindi. Suud rejimi ılımlı İslam’a geçiş yaparak sünni dünyanın gönlünü kazanacak, içeride de, muhalif olma ihtimali olan aile bireylerinin sadakatları tesis edilecekti. Bu arada şia dünyasının kalbi İran’da da muhaliflerin de safdışı edilmeleri gerekiyordu. Ve yumurta zammı protesto edilerek olaylar başladı. Peki hiç aklınıza geliyor mu; bu kadar Abd karşıtı bir toplumda Trump ve diğer Amerika’lı yetkililerin protestoculara destek vermesi kimin işine yarar? Aklı olan susar değil mi? Yine bölgede sosyal platformlardaki desteklerin Suud ve BAE ağırlıklı olması da bu soru işaretlerini çoğaltıyor. Ayrıca uzun yıllardır oradaki Türkler üzerinde sekülerleşme yoğun. Mollaların yolsuzlukları, Türklerin Fars hakim toplumca tahkir edilmesi Türk gençleri arasında şia yorumuna tepki dinsizliğe sevkeden bir yol olmuş. Tabi bu arada Amerika’nın çok az da olsa çalışmaları işte bu Türkler üzerine. Bu olaylarda görüyoruz ki, Tebriz başta olmak üzere Türkler olaylara katılmıyor. Bu da olayları körüklemekte Abd kendi ifadesi hilafına çok etkili değil. Ama büyük devlet havası atmak için sanki arkasında varmış gibi düşündürtmeyi yeğliyor. Amiyane anlatımla, namın yürüsün tarzı… Ha körfezden ve Suud bölgesinden sosyal medya desteği verebilir. Bazı yerel ajanlarınca desteklemelerde yapıyordur. Ama İran Türkiye kadar açık toplum değil. Ezcümle; Suud ve İran liderliklerinde geleceğin mezhep savaşlarının alt yapısını oluşturuyorlar. Canları cehenneme diyeceğim de, ateş ne yazık bize de sarıyor sonra… /Orhan BAYLAN 03 Ocak 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/iranda-neler-donuyor/440

167


Orhan BAYLAN_Yazılar

Haydut Amerika’nın Sonu “İran halkı nihayet vahşi ve yozlaşmış İran rejimine karşı harekete geçti. Başkan Obama’nın çok aptal bir şekilde verdiği para, teröre ve birilerinin ceplerine gitti. İnsanların yemeği az, enflasyonu yüksek, insan hakları ise yok. ABD’nin gözü üzerinizde!” *** "Yozlaşmış hükümetlerini geri almaya çalışan İran halkına saygı duyuyorum. Zamanı geldiğinde ABD'den büyük yardım göreceksiniz" Donald Trump-ABD Başkanı Yukarıdaki ifadeler; BM üyesi, egemen bir devlete karşı, yine bir başka devlet başkanı tarafından ediliyor. Bu dilin; ne uluslararası teammüllerde, ne de devletler hukukunda yeri yok. Ama bu sözleri sarf eden Amerika denilen haydut devletin başkanı. Onlar edebilir. İran’ı seversiniz sevmezsiniz o ayrı bir konu. Oradaki rejimin devamını istersiniz ya da istemezsiniz o da ayrı. Ama binlerce yıllık tarihi, kültürü, birikimi olan bir devleti, soykırımla konduğu kıta Amerika’da, 72.5 milletten 300 yıllık devlet oluşurmuş, kültürü, tarihi ve geleneği olmayan, daha önemlisi görgüsü hiç olmayan bir devlet tehdit edemez. Amerika şu an ve bundan sonra gittikçe dünyanın başına bela olacak, olmaya devam edecektir. Onu durduracak bir güç karşısına dikilmediği sürece gittikçe istekleri artacak, kendini dünyanın jandarması görecektir. Afyon tarlaları için Afganistan’ı, kokain parası için Kolombiyayı, petrolü için Irak ve Libya’yı, züccaciye dükkanına girmiş fil gibi tarumar edip çıktı. Bazıları bu yıkımları, girdiği ülkelerdeki harabeleri göstererek, “Ama hiçbir yerde başarılı olamadı ki” diyorlar. Amerika başarılı olmak amacıyla girmedi ki hiçbir yere. Amacı ekonomilerini, sosyal hayatlarını, zenginliklerini ve en önemlisi iyi kötü giden düzenlerini harap etmeyi hedefliyordu ve bunu da gayet güzel başardı. Bunun için bakınız; fakir ama düzenli Afgan, despot liderlerdi belki ama bir düzen ve intizam olan Irak ve Libya… Ayrıca; dünyaya barış, hak-hukuk gibi artık söylerken bile mide bulandıran bayat sözlerle ülke işgallerini yedirmek için, ne Holywood’un filimleri, ne de yazılı ve görsel devasa basını yetmiyor. Trump zaten seçim çalışmalarında buna gerekte duymadı; “Amerika’nın borcunu bizden hizmet alanlar ödeyecek” dedi. Devasa ekonominin çarklarının dönmesi için gittikçe borçlanıyor.

168


Orhan BAYLAN_Yazılar

Hele 1971’den beri kaldırdığı dolar karşılığı merkez bankasında munzam bulundurma mükellefiyetiyle gittikçe borç artıyor. Amerika borç sarmalı gittikçe artıyor ve bu açığı kapatmak için dünyayı daha fazla soymaya çalışacaktır. Silah sanayi baronlarını doyurmak için iç alımlar da ve dış satımlarda daha fazla paraya ihtiyacı olacak. Bunun içinde düşmanlar üretip, müttefiklerine koruma amaçlı diyerek daha fazla silah satacak. Dünya’da gittikçe artan Amerikan karşıtlığı her sahada ürünlerin tercihini azaltacak ve bu da ekonomik daralmayı getirecek. Floridada ki obez çocuğun hamburgeri küçüldükçe zırlayacak, o zırladıkça daha fazla hırçınlaşacak ve ülkelere daha fazla baskı uygulayacak. Alın işte bunun en güzel örneği, Hakan Atilla davası. Tek taraflı ilan ettiği İran ambargosunda ki alış verişte dolar kullanmadığınız için zarar ettim diyerek suçsuz bir insanı yıllarca hapse mahkum eden Amerika, petrol için, enerji hatlarına daha fazla sahip olabilmek için, dünya uyuşturucu ve silah ticaretini kontrol edebilmek için dünyanın her tarafında katlettiği milyonlarca masum insanın hesabını vermiyor. Ama artık insanlar homurdanıyor. Gerçekleri görüyorlar. Bunun en güzel örneğini Kudüs oylamasında BM’de dünya ülkeleri gösterdi. Amerika ile şu an Rusya ve Çin de dahil bir savaşı hiçbir ülke göze alamaz Zaten böyle bir savaş sanırım dünyanın kıyameti olur. Amerika’nın elinde ki nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar, dünyanın geri kalanının sahip olduğundan birkaç misli fazla. Bu yüzden Amerika ile sıcak savaşı şu an yok olmayı göze almayan hiçbir ülke yapmaz yapamaz. Ama Abd ile savaşın başka koşulları var elbette. Yukarıda da bahsettiğim gibi, bütün ülkelerin yavaş yavaş öncelikle dolar kullanımından vaz geçmesi gerekiyor. Doları karşılığı var veya yok, Amerika’ya hapsetmedikçe ülkelerin bu belayı defi mümkün değil.Dolar sadece kendi kıtasında sürümde kaldığında, karşılıksız bastığı paralar sadece değersiz bir kağıda dönecek, bu da Amerika’nın batışı olacaktır. Amerikan ürünlerini, Amerikan okullarını, Amerika’ya öğrenci gönderimini kesmesi lazım. Amerikan okullarında beyinleri yıkanan 3. Dünya ülkelerinin çocukları ülkelerine döndüklerinde gönüllü birer beyaz köle olup çıkıyorlar. Bunu nasıl beceriyorlar anlamış değilim. Yeri değil ama hele İngiltere’nin Exeter’ni hiç anlayamadım o başka.2 yıl orada eğitim alan 25-30 yaşında ki biri nasıl oluyor ölene kadar Kraliçe2ye bağlı kalıyor çözemedim. Çip mi takıyorlar ne? Neyse biz devam edelim kaldığımız yerden… Yani arkadaş, cola içmezsen ölmezsin. Ben içmiyorum yıllardır valla turp gibiyim… Amerika’nın büyüklüğü, bizim kafamızda büyüttüğümüz kadar… Tek tek ürünleri sayıp, işte Amerikan ürünleri bunlar boykot edelim filan demiyorum.3-4 kalem yazdıklarım yeter. Ve işte o gün uzaklarda kopacak gümbürtüyü seyreyleyin… O gün geldiğinde bütün dünya halkları; kabus gibi bir Holywood filminden çıkıp dışardaki güneşle yüzü aydınlanan seyirci gibi olacak. Ve o zaman hep beraber haykıracağız: Hey Amigo, filim bitti! /Orhan BAYLAN 05 Ocak 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/haydut-amerikanin-sonu/442

169


Orhan BAYLAN_Yazılar

2019’a Giderken… Türk siyasi tarihinin en önemli seçimlerinden biri 2019 başkanlık seçimi. Türkiye’nin üzerindeki ataleti, yürütmenin ayakalrındaki prangayı söküp atacak manivela. 100 seneye yaklaşan Cumhuriyet, 140 yıllık parlamenter sistemimizin en büyük handikapı, erklerin ayrılığı diye anlatılan sistemin demokrasilerde gelişimi büyümeyi engelleyen sistem olduğu aşikar. Devletin sahibi bir Kral, ya da başkanlık sistemi olmayan devletlerin bu kaostan kurtulmaları çok zor. Aydınlanma dönemi sömürge zenginlikleriyle sanayisini geliştirmiş ve bunu bir yaşam biçimi haline getirmiş Almanya örneği hariç parlamenter sistem çoğu Ülkede sos veriyor. 4 ay oldu Almanya hala hükümet kuramadı. İşte Türkiye’de gerçekte erklerin ayrılığı bundan sonra oturacak biraz daha. Bundan önce uygulanan sitemde erklerin ayrılığından bahsetmek sadece kitaplarda anlatılan bir tatlı masaldı. Bazı Avrupa devletlerinin 16 nisan referandumu öncesi çeşitli engellemeler, verilen beyanatlar, gazetelerde yazılan Türkçe karşı duruşlarıyla sergiledikleri tavır, Türkiye hayranlığından değildi. Yürütmede ayaklarındaki prangalardan kurtulan bir Türkiye yapacağı atılımlarla, gelişmiş ülkelerle arasındaki makası kapatmaya çalışacak, kendi ayakları üzerinde durduğu gibi, üretimi ve ihracatıyla Pazar olmaktan gittikçe kurtulacak, Yurt dışı pazarlarında da bu ülkelerle rekabete girecektir. İşte bu durumu görüp buna göre tavır alan 2 lider var şu an. 15 Temmuz sonrası Türkiye üzerine oynanan oyunları gören, Türkiye’nin işgal edileceğini gören Bahçeli işte yukarıda kısaca izah ettiğim ve daha başka etkenlerle Sayın Erdoğan’ın yanında duruyor. 2008’den beri gözden çıkarttıkları Erdoğan’ı bir türlü indiremeyen Batı, tabi bayrak gemisi Amerika, her yolu denediler. Adli yargı eliyle denediler olmadı, 2000 yılların başından itibaren dizayn etmeye çalıştıkları askerin NATO’cu kanadıyla denediler beceremediler. Erdoğan her seferinde onların hamlelerini savuşturdu. Ve Erdoğan sistemin ikide bir tıkanmasını önlemek amacıyla Anayasa’da değişikliğini referanduma götürdü ve MHP’nin de desteğiyle halk buna onay verdi. İşte buna dış devletlerden tepki verenler oldu. İçeride de hepinizin bildiği CHP, HDP ve SP başta olmak üzere, PKK, DHKP-C, Komünist Parti gibi ne kadar bu memlekete zerre faydası olmayan oluşum beraberce karşı çıktılar. İşin garibi Başbakanlık, Dış İşleri Bakanlığı,

170


Orhan BAYLAN_Yazılar

Cumhurbaşkanlığı yağmış olan Abdullah Gül bu dönemde rengini belli edecek tek kelime etmedi, hiçbir AK Parti etkinliğine katılmadı, evet anlamına gelecek söz etmedi. Hatta oğlunun verdiği oyla aslında hayır dediğini de deklare etmiş oldu. Yine AK Parti Genel Başkanlığı, Başbakan ve Dış İşleri Bakanı olarak hizmet etmiş olan Ahmet Davutoğlu kampanya sırasında umreye gitmiş, Erdoğan’la beraber kendi memleketinde zoraki katıldığı “evet” mitinginde yarım saat konuşup “evet” dememeyi başarmış bir siyasetçimizdir. Yani aslında bugün A.Gül’ün sudan bahaneyle Hükümet uygulamasını eleştirmesinin nedeni başka yerlerde aranmalı. 2019 seçimlerinin ehemmiyetini kavrayanlar kervanına hep aynı gözle bakmayın. Erdoğan’ı seçtirmeme kararında olan bir merkez var. Şu içimizde ki müfrit Erdoğan düşmanları haricinde, arka planında Türkiye düşmanlığı, Türkiye’nin gelişimini engellemeyi, Türkiye’nin kendi ayakları üzerinde durmasını istemeyen, faiz ve enflasyon sarmalıyla borç sarmalından kurtulmasını istemeyen geniş bir şebeke de var. İşte bu şebeke, (bazıları komplo teorisi diyecektir umurumda değil), koordinasyonunda çok çeşitli mekanizmalar şimdiden harekete geçirilmeye başlandı, geçirilmeye devamda edecek. 1-AK Parti içinde mümkün olduğu kadar suistimale uygun kişiler kullanılmalı. Bunlar; AK Parti’nin içindeki her tür kademedeki etkili kişiler olabilir. Parti yöneticileri, Belediye Başkanları, İl/İlçe başkanları, Meclis üyeleri. 2-Mahkemeler eliyle memnuniyetsizler ve mağduriyetler oluşturmak. Cemaatin tabanının cezalandırıldığı, aslında esas cezaya layık kesimin ya kaçışına müsaade edildiği ya da çeşitli pazarlıklarla salıverildiği propagandasını yaymak. 3- AK Partili belediyelerin ihalelerinden zengin olan görgüsüzlerin ifşa edilerek insanların gözüne sokulması, bilhassa Parti yönetimi ile Belediye görevi arasındaki ilişkiyi hala kesmeyen bazı kişilerin bunu neden devam ettirdikleri bilinirken ısrar etmeleri birilerine bu konuda malzeme de oluyor bol bol. 4-Bakanlıklarda verilen kadrolar eliyle huzursuzluklar oluşturmak..Bu konuda ki istismarlar birilerine malzeme oluyor. 5-AK Parti kongrelerinde bilhassa Erdoğan’ın kendi adına partide teşkilatlanmayı takip etmek üzere görev verdiği bazı kişiler eliyle suistimaller yapılması. Devlet Bahçeli’nin bile gelecekte büyük Türkiye inşası için çok önemli görerek tavır aldığı 2019 seçimlerini hala şahsi hesaplar, kinler ve beklentilere kurban eden AK Parti’nin geçmişte en ön safında olan insanların tutumları elbette büyük hayal kırıklığı oluşturuyor. “Uyumlu, yumuşak başlı, herkesle iyi ilişkiler kurabilen” diye tarif edilenlerin aslında halk arasında ki tabiri tavşan bokudur. Akmaz kokmaz. Eğer gerçekten büyük ve güçlü Türkiye’yi hedefliyorsak, akmaz kokmaz liderlere ihtiyacımız yok. Bu cafcaflı ünvanlarla ve bilmem nerelerin verdiği nişanlarla bize pazarlananların bu dönemde öne sürülmesi “surda gedik açmak” amaçlıdır. Erdoğan cephesinden 1 oy bile koparacak herkes devreye sokulacaktır. Erdoğan’dan koparılacak 1 oy, karşı cepheye 2 oy olarak yazılacaktır. Bu yüzden adı Gül’müş, Arınç’mış, Davutoğlu’ymuş ya da Akşener hiç fark etmez. Ve inanın tarih yaklaştıkça daha şaşıracağımız kişiler göreceğiz. Amerika ve Almanya inanın sizden daha çok farkında 2019 Başkanlık sisteminin Türkiye’ye katacaklarının… Siz uyuyun… /Orhan BAYLAN 09 Ocak 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/2019a-giderken/445

171


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bi Sor Niye Gittim! Abbasi halifelerinden Harun Reşid’in oğullarını tesir altına alan Mutezile alimleri bunu devlet yönetimine de yansıtıp bir çok ehl-i sünnet din adamını haps ettirmiş, ekmeğine mani olmuş, hapislerde hayatlarını kaybetmelerine sebep olmuşlardır. Yaklaşık 20 sene süren bu zaman diliminde ki yaşananlara “Mihne olayı” denmiştir. İşte mutezile mensuplarının gemi azıya aldığı yıllarda meşhur bir imamları ölür. Onun cenaze namazına ehl-i sünnet başka biri katılır. Bunu duyan diğer hocalar ve alimler bu şahsa; “Siz; Kuran’a mahluk diyen, Allahu Teala’yı istiva etti diyen, Kabir azabını, şefaati, Rüyetullah’ı inkar eden böyle birinin cenaze namazına nasıl katılırsınız” diye baya ağır sözler söylerler. Çünkü ehl-i sünnet yolu orta yoldur. İfrat ve tefrit yoktur. O yolda olmanın da bazı alametleri vardır elbette. Yukarıda kısaca yazdığım Mutezile’nin itikaden inandığı hususlar ve bunlara ilave edebileceğimiz, amellerin imandan bir cüz olmadığı, kadere inanmak yine ehl-i sünnet itikadının en belirgin sıfatlarındandır. Hasan Basri hazretlerinin talebelerinden Vasıl Bin Ata, hocasının görüşlerine itirazla ayrılarak yeni bir talebe halkası oluşturmasıyla temelleri atılan Mutezile’nin (ayrılanlar) ilk zamanlarında bu olaylar yaşanmış olmakla birlikte, daha sonra 14. Asırda gelen İbn-i Teymiyye kıvrak zekası ile temayüz etmiş ve çok insanın bu yola tevessülüne sebep olmuştur. Vehhabiliğin ve bugün Orta Doğu’yu kasıp kavuran neoselefi akımlarında fikir babası işte İbn-i Teymiyye, daha doğrusu esasında mutezili görüştür. Ve maalesef bugün bazı mutezile görüşe sahip kişiler alim diye önce Müslüman toplumlara pazarlanıp, sonra da fikirleri gizlice enjekte ediliyor. Bunların en meşhurları Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh’tur. Müsteşriklerin İslam dünyasındaki bazı beyinlere dercettikleri “Reform” fikrinin ilk bayraktarlarından olmakla birlikte yer yer İbn-i Teymiyye etkisi görülür. Cemaleddin Efgani’nin ve sadık talebesi Muhammed Abduh’un eserlerinde öne çıkan 3 görüş vardır. 1- İslamı reforme edip asra uygun hale getirmek. Hocası Cemaleddin Efgani’de Renan’a yazdığı meşhur mektubunda; “ Müslümanlığın, ilmi ve ilmi tekamülü yok etmek istediği bir gerçektir." Der. 2- Faize %10 cevaz verir. 3- Kuran-ı Kerim’in mahluk olduğuna inanır. İşte başta verdiğimiz gibi Abbasi halifelerinden bilhassa Me’mun zamanında devlet kademelerine hakim olan Mutezile görüşü sahipleri, ehl-i sünnet mensuplarını devlet kademelerinden ayıklamanın

172


Orhan BAYLAN_Yazılar

şartı olarak “Halk-ul Kuran” ı kabul etmek koymuşlardı. Yani Kuran-ı Kerim mahluk demeyenlere devlette görev verilmediği gibi türlü eziyetler, hapislikler veriliyordu. Meşhur İmam Ahmed Bin Hanbel bu yüzden elleri kolları bağlı Tarsus’dan Bağdat’a hapse yollanmıştı. Kuran-ı Kerim’in mahluk olup olmadığına dair mezhep imamımız İmam-ı Azam’ın Fıkh-ı Ekber’de yazdığı kısa görüşünü de burada nakledelim ki doğrıusunu bilsinler insanlar. “Kuran’ın yazılması mahluktur, okunması mahluktur, Mushaf haline getirilmesi mahluktur, LAKİN Kuran mahluk değildir” der İmam- Azam Hazretleri. Bugün maalesef genç insanlara zamanın bedii, veya büyük şair gibi lanse edilen şahısların kendilerine rehber seçtiği kimseler işte yukarıda bahsettiğim kişilerdir. Bir kısım insan diyor ki; “Aman efendim bir alimin birkaç görüşü ehl-i sünnete uymuyor diye toptan reddetmek, onların İslamiyete hizmetini görmemek mi lazım” Zaten problem burada kaynaklanıyor. Bugün televizyonlarda arz-ı endam eden, boylarından fazla kitap yazan bazı projelerin her söylediği yanlış değil ki! Zaten onların da bütün derdi, onca kitap ve söyleşide ki amaçları, 99 doğrunun yanına bir tane o sapkın fikri insanlara yutturmak. Toplumda eleştirilen bazı şahısların her birinin 50-100 kitabı var.Ama bu kişilerin ehl-i sünnete mugayır görüşleri 10 tane ancaktır. Zaten onların amacı da işte o. Kabir azabı yok, Allah gaybı bilmez, Şefaat yok, Okunan Kuran ölüye gitmez, ve daha nice mutezile’nin 1300 senedir dillendirdiklerini allayıp pullayıp yeniden sunmak… Başta verdiğimiz hikayeyi bitirelim biz. İşte diğer alimlerin kendisine tarizde bulunduğu Hocaefendi der ki; “Bi sorun sen niye gittin diye, bi sorun yahu“ der. “Sen niye gittin peki söyle haydi o cenazeye” “Şimdi bu zat kabir azabına inanmıyor ya; ben de cenazesinde dedim ki; Ya Rabbi buna öyle bir kabir azabı ver ki görsün kabir azabı var mı yok mu diye dua ettim. Bu şefaate de inanmıyor. Hani hesap günü sevaplar yetmeyip derman aradığımız o dehşet gününde, anamıza koşup yüzünü çevirdiği, babamıza koştuğumuzda bakmadığı o günde bizi ateşten koruyacak bir imdat aradığımızda, yine Alalhu teala’nın Kuran’- Kerim’inde haber verdiği şefaatçilere gittiğinde onlarda senin yüzüne bakmasın ve cehenneme atılasın diye dua ettim. Bu yine Rü’yetullah’a da inanmazdı ya; cennete girmek bir nimet, Resulullah’a, şehitlere ve sıddıklara komşu olmak başka bir nimet, ama cennet nimetlerinin en üstünü Allahu Tealanın cemaline müşerref olmaktır.İşte o seadetten de mahrum kalasın” diye dua etmeye gittim ben onun cenazesine… Efendim etrafınıza bakın; televizyonlarda, İlahiyat Fakultelerinin mezun edip okullara öğretmen olarak yolladığı, yüzünden Kuran-ı Kerim’i doğru dürüst okuyamayan kişilerin yukarıda bahsettiğim fikirleri savunduklarını göreceksiniz Böyle insanları televizyonda gördüğünüzde kanalı değiştirin, bir toplumda gördüğünüzde yanlarından uzaklaşın. O kişilerden şeytandan beter kaçın. Ola ki imanınız heder olur… Ezcümle; Allahu Teala cümlemizi kabir azabından koruyup, hesap gününde şefaat etme yetkisi verdiklerinin şefaatına nail olarak cennete girmeyi, yine cennette Cemalullah ile müşerref olmayı nasip etsin… Amin… /Orhan BAYLAN 12 Ocak 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/bi-sor-niye-gittim/446

173


Orhan BAYLAN_Yazılar

Kervan Yola Çıktı O Menzile Varacak... Abdullah Gül 100 bin imza ile aday olacak, gibidolaşan söylentilere itibar etmeyin. Öncelikle Abdullah Gül böyle çetrefilli işlere kalkışamayacak kadar konformist bir yapıya sahip. Bazı şeylerin kendisine altın tepside sunulmasını tercih eder. Farz edelim sırf Erdoğan'a verilecek oyların cüzi bir kısmını da olsa koparma uğruna, Gül'ü hırsı ayyuka çıkmış içişleri bakanının tazyikiyle diyelim aday oldu ve 100 bin noter tasdikli imza için gerekli olan yaklaşık 10 milyon TL'yi verecek birileri de çıktı. Bu para nasıl dağıtılacak, nereden kimlere tevdi edilip havaleler edilecek, noterden adaylık kağıdını getirenlere ödemeler nasıl yapılacak. Bunların hepsi suitimale açık konular. Ayrıca; böyle bir imza kendi kendini fişleme olacağı için, buna kimse tevessül etmeyecektir. Seçilmeyecek aday için kendi kendini konumlandıran partisiz 100 bin kişi çıkacak mı? Partisiz diyorum çünkü şu an grubu olan partilerin eğilimleri aşağı yukarı belli. Referandumda kabul edilen yeni anayasa maddelerine göre İYİ Parti'nin aday gösterme şansı yok bu milletvekili sayısıyla. MHP Erdoğan'ı destekleyeceğini açıkladı. CHP kendi adayını destekleyeceğine göre Gül için kim imza verecek? HDP zaten Gül'ü aday göstermez. Gül'ün oraya buraya göz kırpması, Pensilvania papazının durumdan kendine vazife çıkarak güle aşık bülbül gibi şakımaları AK Parti tabanından 3-5 kararsız çıkarabilir miyiz amaçlı.Tabi ayrıca, kendisi ve sosyal medyadaki şarlatanları vasıtasıyla toplumu ajite etmeyi, sinirleriyle oynamayı amaçlıyor. Erdoğan'ın oyunu düşüreceğine inansalar milyonlarca lirayı harcamaktan çekinmezler. Bu yüzden diyorum ki; Ne Gül aday olur, ne Pensilvania'lıyı mutlu edecek sonuç çıkar bu işin sonunda. HDP, CHP, SP, Komünist, Ateist ve kıçı başı ayrı ayrı oynayan ne kadar Erdoğan muhalifi varsa hepsine bir üst akıl son anda bir isim fısıldar, hepsi sıraya dizilip tıpış tıpış oy verirler... Yine de oyunları başlarına geçer. Çünkü şunu kabullenemiyorlar. Kervan yola çıktı. Öyle ya da böyle menzile varacak... İnşallah... /Orhan BAYLAN 14 Ocak 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/kervan-yola-cikti-o-menzile-varacak/449

174


Orhan BAYLAN_Yazılar

Amerika'nın Hedefi, Milli Ve Yerli İttifak Bakmayın siz ABD'nin K.Kore ve İran'a dangalaklık yapmasına. K.Kore'nin arkasında Çin, İran'ın arkasında Rusya var. Ama Türkiye'nin arkasında kimse yok. 70 senedir bizi koruması karşılığı Amerika'nın açık ve göönüllü sömürgesi olmuş Türkiye, şimdi "Stratejik müttefiki" ve dostu tarafından altı oyuluyor. Tehdit edilmiyor. Neden hala düşman devlet nitelemesi yapmadığını sanıyorsunuz. 200 yıl ilmek ilmek oyup, Osmanlı'yı yıkıp Genç Cumhuriyeti kuran WASP ve Yahudi baron işbirliği, hala Türkiye'yi yeniden dizayn edebileceğini umut ediyor. Bir yandan Orta Doğu'yu istediği gibi dizayn ederken, 20 yıldır civataları gevşemiş Türkiye'yi istediği gibi kullanamamak canını sıkıyor. Aslında ilk olarak Ordu'nun iplerini elinden kaçırdı. Ve onu yeniden istediği kıvama getirmek için Fetö'yü kullandı. Tabi bu konuda toplumun kahır ekseriyetinde oluşan "Askeri vesayet karşıtlığı" işlerini kolaylaştıran, siyasi ve halk desteğini arkasına almaya sebep argüman oldu. Siyasetin büyük kısmı ve halk, sağ basın askeri vesayet geriletiliyor sanırken, sulandırılmış, zıvanasından çıkmış tutuklamalarla cemaatin kendi elemanlarına alan açmasıymış. Bunu acı bir tecrübeyle ileride Türkiye ne yazık ki öğrendi. İktidara gelmeden önce, Amerika'nın Orta Doğu projesinde iş birliği yapacağını söyleyen Erdoğan ilk yıllarda, siyasetçilerin ne yazık ki önündeki demokles'in kılıcı olarak duran bu askeri vesayetin geriletilmesi konusunda sonsuz destek verdi. O da daha sonra işin şirazesinden çıktığını gördüğünde iş işten neredeyse geçmişti.

175


Orhan BAYLAN_Yazılar

2007 yılı sonrasında Erdoğan'la çalışamayacağını anlayan Amerika, onu indirmek için, askeri, adli, sokak eylemleri her yolu denedi. Türkiye bu arada enflasyon ve faiz baskını yaşamaya başladı. Tek haneli rakamlara düşen enflasyon ve uluslararası arenada geçerli gösterge tahvil faizleri ne yazık ki bu süreçler sonunda çift haneli rakamlara çıktı. Bu da Türkiye'nin hazırdan yemesine, daha fazla faiz ödemesine sebep olmaya başladı. Amerika'da başlayan dava ilk ama son asla olmayacak. Kendisi Suriye'nin kuzeyinde ki terör örgütlerine 4 bin TIR'dan fazla silah indiren Amerika, Türkiye'nin göbeğindeki silah sevkiyatı dolaysıyla belki yine Uluslararası mahkemelere çağrılacak. Tabi bu tezgahın kurgusu Amerika, icraacıları dindar ve Türk vatandaşı görünen Fetö örgütünün militanlarıydı. Ve yine NY güney mahkemesinde oynanan tiyatronun bir benzeri Lahey Adalet salonlarında tezgahlanır. Amerika'ya dünyanın her yerinde ki terör örgütlerine verdiği tonlarca silahın adını anamayan adları hakim, cübbeleri yerleri süpüren kuklalar utanmadan Adana'da benim polisimin durdurduğu TIR'da görüntülenen silahların hesabını sorup mahkum bile ederler. Ama hala Amerika Türkiye'den ümidini kesmedi. Erdoğan'ı indirebilirse Türkiye'yi yine eskisi gibi dizayn edebileceğini, istediği gibi yönetebileceğini hesaplıyor. Bu yüzden yeni mevzi 2019 seçimleri. Etrafımızdaki çemberi daraltıp, Türkiye'yi direct hedef alan terör örgütü saldırıları başlayacaktır. Yeni göç dalgaları olması muhtemel. Bu sosyal ve ekonomik olarak insanları tahrik eden, homurdanmaya sevk eden bir unsur. İçeride Fetö örgütü soruşturmaları ile oynamak mümkün olduğunca. HDP'nin büyük ölçüde dağıtılmış olması, dağ kadrolarının neredeyse tamamen etkisiz hale getirilmesi sonucu şehirlerde toplumsal eylemler tercih edilecektir. Bunun için en elverişli örgüt CHP'dir. Son günlerde genel başkanından milletvekillerine kadar söylemleri çirkinleşen ve siyaset uslubuyla bağdaşmayan CHP bu senaryonun gönüllüsü olduğunu göstermektedir. Ezcümle; Amerika liderliğinde bazı AB ülkelerinin de içinde bulunduğu konsorsiyum ve onların içeride ki yerli işbirlikçilerinin şimdiki hedefi, 2019 yılında Erdoğan'ın başkan olmasını engellemek. Bunun için her tür oyun, kaos, katliam, provakasyon yapılacaktır. Yerli ve milli cephe bu süreçte kararlı ve mıutedil bir duruş sergileyerek, birliği, beraberliği bozma girişimlerine, söylemlerine itibar etmemelidirler. Köpeklerin havlaması güneşin doğuşunu geciktirmez.. /Orhan BAYLAN 14 Ocak 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/amerikanin-hedefi-milli-ve-yerli-ittifak/450

176


Orhan BAYLAN_Yazılar

Erdoğan Gitmeden Pyd Koridoru Olmaz Amerika'nın Afrin açıklaması çok şaşırtmasın. Ben korktu filan gibi yaklaşımlara da pek sıcak bakmıyorum. Amerika baştan beri zaten orada yoktu. PYD vardı ama Amerika askeri danışmanlarını o bölgeye yollamadı. Peki Amerika neden yeşil ışık yaktı. Benim bakışım şöyle. Amerika Erdoğan varken, Fırat Kalkanı harekatıyla Afrin/Kobane hattı ortadan ikiye ayrılmışken Afrin'de ısrar etmek bir şeye yaramayacaktı. Ayrıca güçleri ikiye bölmek anlamına geliyor. Bu yüzden Afrin bölgesindeki PKK/PYD unsurlarını da Doğu'ya naklederek orayı şimdilik sağlamlaştırmayı hedefliyor. 30 bin kişilik sınır koruma gücü de bu amaçla ortaya atılan bir fikir. DAEŞ sonrası oralarda ki tesis edilen SDG güçlerinin varlığının tartışılacağını bildiği için, sanki güvensiz olan Suriye'nin kuzey hattını emniyet altına alacak bir güç oluşturma bahanesiyle, dünyaya kendi varlığının haklılığını izah etmeye çalışıyor. Öncelikle Amerika kısa vadede 2 planı devreye sokacak: 1-PYD bölgesini takviye ederek oraya statü kazandıracak adımları atmak. 2- İran sınırından Hatay'a kadar uzanan ve Türkmen Dağını dolanarak denize kadar inen bir PKK koridorunu iktidarda olduğu sürece Erdoğan yaptırmayacağı için önce hedef onu indirmek olmalı.Bu yüzden bir yandan Suriye'nin kuzeyindeki seküler Kürt oluşumunu tahkim ederken, içeride 2019 seçimlerinde Erdoğan'ı seçilmemesi gereken bütün argümanları kullanacak elemanları organize etmek. Erdoğan'ı hallederlerse, kim gelirse gelsin, ister sol tandanslı, ister dindar her halukarda Amerika en kısa zamanda ipleri ele alacağını biliyor. İçeride ki SP ve HDP, CHP çizgisinde siyaset yapanlara baktığınızda bunu net olarak görebiliyorsunuz. Peki Amerika'nın bu oyunlarını bozmak için Türkiye ve Erdoğan ne yapabilir. 1-Öncelikle Suriye sahasında hava hakimiyeti olan 2 süper güç var. Amerika ve Rusya. Siz bir harekat yapacağınız zaman bu iki güçten biriyle işbirliği yapmak zorundasınız. Bu gerçek ne yazık ki. İşte Türkiye'de Rusya kartını kullanmalı bu süreçte. Bazıları bunu Rusya ile, geçmişte Amerika ile olan sevdalı ilişki gibi bir ittifak önerisi sanıyor. Hayır, hayır... Taktiksel ve ikili menfaate dayanan bir ilişki olmalı. Bilhassa Suriye'nin toprak bütünlüğü fikri merkezinde, orada rejimin yanında olan Rusya ve İran'la beraber PYD'nin işgal ettiği topraklara yeniden Esed'in hakimiyetini tesis amaçlanmalı. 3 sene kadar önce Esed'le beraber hareket etmesi gerektiğini savunduğumda beni taşlayanlar bugün geldiğimiz nokta da ne yazık ki haklılığımı anlamışlardır. Evet gerekirse Esed ordusuyla, ÖSO ve arkasında Türk ve Rus teknik desteğiyle Amerika kontrolündeki PYD bölgesi yeniden Suriye topraklarına kazandırılmalı. 2-Erdoğan kendisinin seçilmesini engellemek isteyen Abd ve baronlara ve onların yerli işbirlikçilerine inat bu seçimi kazanmalı. Bunun için öncelikle kendini zayıflatan parti içi menfaat şebekelerini bertaraf etmeli.Parti içinde birlik ve bütünlüğü sağladığında zaten MHP'ninde desteğiyle yeterli çoğunluk sağlanacaktır. Parti kademelerinde, belediyelerde örümcek gibi her yeri sarmış olan bu menfaat şebekeleri, maalesef yıllardır kayıtsız şartsız destekleyen samimi partililerin sadakatine sekte vuruyorlar. Menfaatperest, orası burası oynayan parti yöneticileri, eski kimliklerinde ne yazarsa yazsın "muğlak" adamların bu mücadelede asla ve asla yararı olmaz, bilakis zararları olacaktır. Bir an önce bunlarla yolların ayrılması gerekir... 2019 yılına giderken Türkiye'yi içte ve dışta çok çetin günler bekliyor. /Orhan BAYLAN 17 Ocak 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/erdogan-gitmeden-pyd-koridoru-olmaz/452

177


Orhan BAYLAN_Yazılar

Suriye Ve Civarının 200 Yüzyıl Öncesine Kısa Bir Bakış… Bugün yaşananların izlerini geçmişte aramakta yarar var. Asırlarca bu topraklarda bir çok etnik ve dini farklılıkları olan topluluklar ciddi bir ayrışma olmadan beraberce yaşadılar.Yönetenlerin onlardan talebi çok basitti. “Dininizi yaşamakta, dilinizi konuşmakta, adetlerini örfünüzü devam ettirmekte özgürsünüz.Nasıl evleneceğinize, nasıl boşanacağınıza, mirası nasıl pay edeceğinize ben karışmam.Sadece kayıt altına alırım. Bana vermenizi gereken vergiyi verir, kendi aranızda veya diğerleriyle huzursuzluk çıkarmaz, devlete isyan etmediğinzi sürece can ve mal emniyetiniz vardır” Buna riayet ettikleri sürece bilhassa Bağdat ve Bilad-ı Şam vilayetlerinde her dinden her milletten insanlar arasında ciddi bir sürtüşme yaşanmamıştır. Ama Osmanlı sanayi devrimini kaçırıp Batı ile olan yarışta geriye düştüğünde, Doğu’nun zenginliklerini sömürmek için kendilerine engel, Haçlı seferlerinde kendilerini durdurup bir de asırlarca Avrupa içlerine kadar gelip kendilerine korku ve kabus yaşatan Osmanlı’dan intikam almak amacıyla gözlerini bu topraklara diktiler. Tabi bu sefer ordularıyla gelmediler. Misyoner din adamları ve gezgin, araştırmacı, arkeolog olarak bu topraklara üşüştüler. Misyoner rahiplerin amacı “İnsanları kurtarmaktı”.Ama Müslümanlar üzerinde etki edemeyip üstelik bu tür teklifler çok kötü sonuçlar verince taktik değiştirdiler. Osmanlı topraklarındaki Hristiyanlar üzerinde çalışmalarını yönelttiler. Ortodokslar, Katolikler zaten

178


Orhan BAYLAN_Yazılar

Osmanlı coğrafyasında gerek cemaat okulları ve diğer misyonlarıyla vardı.Ama 19. Yy. başında bu topraklarda pek olmayan yoğun bir Protestan misyoner çalışmasına maruz kaldı. Tabi bunların en ünlüsü ve etkilisi; American Board of Commissionars for Foreign Missions (American Board)’dur. Bu örgüt 1810 yılında Boston’da Presbyterian ve Congregational kiliselerinin üyeleri tarafından kurulmuştur. Başlangıçtaki hedefi Amerikan yerlilerini ve Amerika kıtasındaki Katolikleri Protestanlaştırmak iken, sonradan “bütün dünyayı Protestanlaştırmak” olan yeni bir hedef belirlemiştir. Bu hedefe ulaşmak için de iki önemli aracın bulunulduğu düşünülmekteydi: “İslam’ı yok etmenin ve eski kiliseleri canlandırmanın bir vasıtası olarak Müslümanları ve ‘sözde’ Hıristiyanları Protestanlaştırmak.” 20. yüzyılın pek çok misyoneri Dünya Misyonerlik Konferansı’nda hep birlikte “Protestanlık ve hizmet, kilise ve okullar yoluyla ulusların Hıristiyanlaşmasını, bunun için de hükümet desteğini reddetmemek” gerektiğini söylüyorlardı. 1818 yılındaki bir toplantısında da Levi Parson ve Pliny Fisk adındaki iki misyonerleri Osmanlı hakimiyetinde bulunan ve Müslüman, Yahudi, Ermeni, Nasturi, Grek ve başka Hıristiyan topluluklarının yaşadığı Orta Doğu bölgesine gönderme kararı almıştır.5 Bu karar üzerine 1820 yılı başında İzmir’de Osmanlı topraklarına ayak basan bu ilk ABD misyonerleri, burada başarılı olamayacaklarını anlayınca Filistin’de Yahudiler ve Müslümanlar arasında çalışmalarına devam etmişlerdir. Parson ve Fisk’in bu sırada yapmış oldukları çalışmalar ve topladıkları bilgiler bir ölçüde Board’un Osmanlı topraklarındaki büyük çaplı misyonerlik hareketine öncülük etmiştir. Nitekim, Parson ve Fisk’i müteakiben W.Goodell, J.Breva, E.Gridley, D.Semple, I.Bird, E.Simith, J.D.Paxton, H. Hallock, Esh S. Asaad, J. Wolff, R. Anderson, J.B. Adger, D. Temple, J.V. Lennep gibi misyonerler bölgeye gelerek etkin bir şekilde çalışmalarını devam ettirmişlerdir. Şimdi bu şahısların geldiği ve Lübnan’da 1823 yılında açtıkları ilk kolej yıllarında bölgeye ve Osmanlı İmparatorluğunun başında olduğu gailelere bir bakalım. Uzun süredir Hicaz ve Necd bölgesinde devam eden Suud/Vehhabi isyanını bile bastırmaktan aciz Osmanlı, Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’dan bu konuda yardım istemişti. 3.Selim’in başına mal olan laçkalaşmış yeniçeri ocağının lağvı hadisesi Padişah kellesiyle akamete uğrayınca, bunlar hepten gemi azıya almış savaşa bile gitmeyecek kadar Osmanlı yurdunun başına bela ıolmaya başlamışlardı. Daha sonra Yunanistan’da kıpırdanmalar başlamış, bu amaçla Mora ve Girit adasında Rumlar isyan çıkartmışlardı.Bu isyanları bastırmak için Osmanlı yine Kavalalı Mehmed Ali paşa’dan yardım istedi.Kavalala’lının elinde Fransızların eğittiği ve silahlandırdığı düzenli bir ordusu vardı.İstanbul’dan yollanan gemilerle Girit ve Mora’ya çıkan Mısır askerleri isyanları bastırdı. Yunan bağımsızlık hareketinin tehlikeye girdiğini gören Avrupa’nın o günlerdeki güçlü devletleri İngiltere, Rusya ve Fransa hemen Babıali’ye baskı yapmaya başladılar. Bu arada 1827 yılında bu 3 devlet donanması Navarin’de Osmanlı-Mısır donanmasını baskın harekatla yakıp yok ettiler. Navarin faciası olarak tarihe geçen bu hadise sonrası Kavalalı Mora’nın elinde kalmayacağını anladı.Ve ordusunu tekrar Mısır’a çekti. 1826 yılında iyice laçkalaşmış yeniçeri ocağı 2.Mahmut tarafından yok edildi.Bugün Aksaray ile Yenikapı arasındaki alanda yerleşik olan yeniçeri kışlaları günlerce bombalandı.Hatta millet caddesinin üzerinde bulunan yeniçeri mezarlığı bile toplarla hallaç gibi atıldı. Ama aynı yıl Yunanistan bağımsızlığını ilan etti. Navarin baskınından 1 yıl sonra 2 yıl süren Osmanlı Rus savaşı başladı. Ve Osmanlı’nın yenilmesiyle son buldu.Osmanlı-Rus harbi sırasında yardıma çağrılan Kavalalı Mehmed Ali paşa yolu, Suriye’deki salgın hasytalıkalrı bahane edip gelmedi.Ve 2.Mahmut onu değiştirmek üzere harekete geçti. O da Mora ve Girit yardımı karşılığı Suriye2yi talep ediyordu bu gibi sebebplerle Osmanlı’nın bir valisi ile arasında savaş durumu meydana geldi. Kavalalı Mehmed Ali paşa’nın oğlu İbrahim paşa Suriye’yi işgal etti. Suriye ve Konya’da yapılan iki savaşta Osmanlı güçleri bozguna uğradı ve büyük kayıplar verdi. Torosları aşıp Kütahya’ya kadar geldi. Fransa Mısır tarafını tuttuğu, o sıra İngiltere Hollanda ve Belçika ile gergin durumda olduğu için Osmanlı’nın yardım talebine cevap veremediler. Osmanlı’ya yardıma koşan; sıcak denizlere inmek isteyen, güçlü bir Kavala hakimiyetindeki Mısır destekli Osmanlı yerine zayıf bir Osmanlı ile yürümek isteyen Ruslar 5 bin asker ve donanmayı

179


Orhan BAYLAN_Yazılar

İstanbul’a yolladılar. Hünkar İskelesi diye bilinen anlaşmada ki gizli maddeleri öğrenen İngiltere ve Fransa notalar verip tanımayacaklarını belirttiler. Kütahya anlaşması her iki tarafı da memnun etmedi. Tabi 8 yıllık Hünkar İskelesi anlaşması da Avrupa Devletlerini… Ve 1839 yılında 2.Mahmut öldü. Yerine 16 yaşındaki oğlu geçti. Aynı yıl tanzimat ilan edildi. Ve 1839 yılında tekrar Osmanlı- Mısır kuvvetleri savaşa tutuştu. Yine yer Suriye bitişiği Nizip’ti. Osmanlı güçleri yine kaybetti. Avrupa Devletleri bu sefer Rusların daha fazla Osmanlı üzerinde etkili olmasını istemedikleri için kıta sorunu haline getirdiler ve Londra antlaşmasını imzaladılar. Suriye’yi ve Adana bölgesini işgal etmiş olan Kavala’lı Mehmed Ali paşa’yı sanki galip değilde mağlup gibi Mısır’a mahkum etitler. Yani bugünkü Suriye yine zayıf Osmanlı’da kaldı. *** İşte yukarıda bahsettiğimiz American Board misyonerleri ağırlıklı bölgedeki çalışmalar bu kaotik ortamda oldu. Osmnalı’nın içerideki çalışma yapan misyonerleri ne görecek, ne müdahale edecek, ne karışabilecek hali vardı.Zaten her hangi bir şikayet üzerine müdahale edecek olsa, Ortodoks ise Rus, Protestan ise İngiliz, Katolik misyonerse Fransız elçilikleri hemen üşüşüyorlar, olayı kendi lehlerine çeviriyorlardı. Amerikan Board misyonerlerinden en büyük şikayet bölgede ki Katolik ve Grogeryen Ermeni cemaatlerden geliyordu başta. Hatta Lübnan merkezli çalışmalarda Katolik olan Maruni Patrik en büyük tepkiyi verenlerdendi. “Protestan misyonerlere karşı en başından beri Maruni kilisesinin özel bir husumeti olmuştur. Nitekim 1825 yılında Katolik iken Protestanlığı benimseyen Es’ad Şedyak adında bir Maruni tutuklanmış ve patriğin talimatları doğrultusunda ölünceye kadar kendisine işkence edilmiştir. Sonuç olarak Protestan misyonerlerin Lübnan’a gelişi Maruni kilisesini son derece endişelendirmiştir. Patrik, kendi cemaatinin çocuklarının Protestan okullarına gönderilmesini yasaklamıştır. Ayrıca Protestan misyonerlerin dağıtmış oldukları gıda ve diğer hediyeleri almaktan onları menetmiştir. 1841 yılında Şuf çiftçilerine Protestan misyonerlerin dağıtmış oldukları İncil nüshaları toplatılarak Deyru’l-Kamer’de yakılmıştır. Protestanlarla yakınlaşan, onlarla iş yapan, onlara ev kiralayan, onları ziyaret eden, onların bir öğrencisini karşılayan veya onların ülkede kalmalarına yardım eden her Maruni, patrik tarafından aforozla tehdit edilmiştir. “(Muhammed Züaytir, el-Maruniyye fi Lebanan Kadimen ve Hadisen, ) Suriye’ye 200 sene öncede bir kavganın ortasında kalmış, yaklaşık 7 yıl boyunca savaşlar ve kavgalar eksik olmamıştır. O gün o bölgeyle ilgili Avrupa devletleri ne kadar birbirleriyle çekişme halindeyse bugün de aynı çekişme içinde. Bugünde ne kendilerine yar ederler, ne Türkiye’yi oraya sokarlar. Türkiye’nin yapması gereken, onların ihtirasları üzerinden birbirlerini yemelerini sağlayacak politikalar gerçekleştirmesi. Bu arada yaklaşık 1820-40 yılları arası Osmanlı genelinde, Suriye ve Lübnan havalisini anlatmaya çalıştım. İşte o kaotik ortamı fırsat bilen misyonerler, Osmanlıyı yıkacak ayrılıkların tohumalrını o yıllarda ilk olarak Beyrut bölgesinde attılar. Daha sonra 1839 Tanzimat, Kırım savaşı sonrası Osmanlı’nın borçlanması ve Islahat fermanıyla Anadolu topraklarının her yerinde pıtrak gibi okul ve misyon açmaya başladılar. Üstelik bu okulları ve kiliseleri açtıkları yerlerde ilaç için bir Protestan yokken… /Orhan BAYLAN 20 Ocak 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/suriye-ve-civarinin-200-yuzyil-oncesine-kisabir-bakis/454

180


Orhan BAYLAN_Yazılar

Dost Amerika(!) Biz Amerika’nın 100 sene Presbetiryen rahipler eliyle, 100 seneye yaklaşıkta açıktan Türkiye üzerinde ki oyunlarını deşifre ettikçe; nüfus kağıtlarında benim gibi Türk ismi olan, bu topraklarda büyümüş, okumuş bir kısım insan bize hakaret ediyor. Dost ve müttefik gibi kağıt üzerinde cafcaflı kelimelerle aslında hiç dostane olmayan, müttefikliğe hiç sığmayan işler çevirdiğini yazdıkça birileri bizi taşlamaya başlıyor. 182ı yılında İzmir Limanına gelen iki Protestan misyoner’le başlayan bizim topraklarda ki Amerika operasyonu hiç bitmedi. Bu iki rahip İzmir bölgesinde ki İtalyan/Katolik etkisinin fazla olduğunu görüp daha çalışmaya etkili gördükleri Beyrut’a gidip, önce Hristiyan araplar ve daha sonra Ermeniler arasında milliyetçilik damarını köpürterek Orta Doğu’da bugün yaşanan kaosun temelini attılar. 1836 yılında İstanbula gelen yine Protestan Misyoner Cyrus Hamlin; 1863 yılında Rumelihisarı’na diktiği Robert Kolej’le bu ülkede kaliteli eğitim vererek beyinleri Batı’lı kodlarla dizayn ederek, bu topraklara yabancı nesiller yetiştirdi. Dinine, irfanına, kültürüne, örf ve adetine aykırı bu nesil sayesinde gelecek Türkiye’sinin temellerini attılar. Yine Robert Kolej, Bulgar komitacıların ilk eğitimi aldıkları, beyinlerinin Bulgar bağımsızlık ateşiyle yıkandığı okuldu. Bulgaristan’ın ilk 5 Başbakan’ı Robert Kolej mezunuydu. Ve bu okul, Balkanlarda ki bağımsızlık alevinin yakıldığı yer oldu. Aynı şekilde; Antep, Maraş, Mardin, Diyarbakır, Talas, Elazığ/Harput, Tarsus, Merzifon gibi şehirlerde açtıkları okullar da, Ermeni ve Rum gençlerini Osmanlı devletine karşı beyinlerini yıkayıp birer ihtilalci olarak yetiştirdi. Taşnaksutyun veya Hınçak Ermeni komitacılarının ekseriyeti bu Amerikan Board misyon okullarından mezun gençlerdir. Daha sonra Cumhuriyet’in kuruluşu sırasında ve hemen akabinde yeni devletin teşekkülünde etkili olan yine Amerika’dır. Eğitimde ki şekillenme 1924 yılında Türkiye’ye davet edilen ünlü eğitimci filozof John Dewey’in verdiği raporlar doğrultusunda olmuştur. 2.Harp sonrası Avrupa’nın en güçlü 3 ülkesi (İngiltere, Fransa ve Almanya) güç kaybetmiş yardıma muhtaç haline gelmişlerdi. İşte Amerika 12 ülkeyi kapsayan “Marshall yardımları” devreye girdi. Türkiye’ye eğitimden Tarıma her alanda karışan komisyonlar kuruldu. Kendi ürettiği emekleme dönemindeki sanayisi yok edildi. Binlerce yıldır atlarla haşır neşir bir milletin atlarının koşum takımlarını bile Amerika vermeye başladı. Orta direk tamamen yok edildi. Sanayici diye Dünya Bankası ve Türkiye yöneticilerinin peşkeş çektiği halkın paralarıyla ithalatçı ve montaj sanayici tipler türetildi. Amerika her şeyimize karışıyordu.

181


Orhan BAYLAN_Yazılar

Siyasetçiler az sözünden çıkarsa, sopa olarak kullandıkları Türk Ordusu yine Türk siyasetçilerini dövüyor, hizaya sokuyordu. “Bizim çocuklar “ eliyle hükümetler devirip, darbeler yapabiliyordu. Şeker pancarı ekiminden tut, ne kadar afyon üreteceğimize, tütünü nerede dikeceğimize kadar her şeyimize Amerika karar veriyordu. Ne giyeceğimize, nasıl giyineceğimize, Amerika’ya gidip icazet alan hükümetlerin bürokratları karar veriyordu. Kurdukları Özel Harp dairesi eliyle ülke içinde istedikleri gibi operasyon yapıyor, anadilini konuşan Kürt kadınlarını taciz ediyor, erkeklerini sıra dayağından geçiriyor, bok yediriyorlar, devlete isyan ettirmek, PKK saflarına katılmaları için her tür melaneti yapıyorlardı. Bir taraftan da, PKK’ya İncirlik’te konuşlanmış çekiç Güç helikopterleriyle her tür lojistik desteği vererek, Türkiye’nin kaos içinde kalmasını temin ediyorlardı. Bütün bunları dost (!) olarak yapıyordu. Hep düşünmüşümdür; Amerika ile düşman olsaydık ne kadar zarar ederdi Ülke? İşte tek taraflı yaklaşık 200 yıldır süregelen marazi dostluk artık yürümüyor. Ameerika’nın çirkin ve bencil yüzünü insanlar bütün çıplaklığıyla görebiliyorlar. Afganistan ve Irak’ta demokrasi ve barış getirme adına nasıl ülkeleri virane haline getirdiğini, milyonlarca insanı katledip, kadınların ırzına geçtiğini şimdi herkes görüyor biliyor. Ama beyinleri okullarda; “Batılı değerler manzumesi ” gibi, aydınlanma çağından beri dünyaya kan ve gözyaşından başka bir değer ifade etmeyen saçma bir algıyla yıkanmış olanlar, hala bu çirkinlikleri görmüyor, görmek istemiyorlar. İşte bunları anlatıp dillendirdiğimiz bir kısım insanlar hemen olmadık bahanelerle karşı çıkıyorlar.Tabi bir kısmının amacı belli. Bağımsız bir Kürdistan hayali ile efsunlanmış bu kişiler, “barış ve demokrasi” gibi iki efsunkar sloganı dillerinden düşürmezler. Bir de Amerikan okullarında veya üniversitelerinde eğitim görmüş, kendi kültürlerine, dinine yabancılaşmış, seküler bir dünya görüşüne sahip olanların, Batı ile entegre bir Türkiye hayalleri vardır. Bu 100 sene önce de vardı bugünde var. Bunlara en güzel örnek İttihat ve Terakki’yi kuran Abdullah cevdet’tir. Çanakkale’de yenilip çekilen İngilizlerin ardında Abdullah Cevdet sahibi olduğu gazete de şu manşeti atmıştı: “Medeni dünyaya dahil olma fırsatını kaçırdık”. İşte bir kısmını da bu gözle okumakta yarar var. Bunların haricinde bir de “savaşlar olmasın, hep barış olsun “ diyen tipler var. Dünyadan bi haber, sadece hedonist bir yaşamın tutsağı bu tipler, sahip oldukları köşelerden böyle laflar ederlerde, bunlar muhatap alınmaya değmeyecek kadar gerçeküstü tiplerdir. Onun için onları pass geçiyorum. Makul yapıda olanları ise; “Tamam da biz şimdi Rusya ile mi dost olalım” diyorlar. Bunları çevremizde bolca bulabiliriz. Bunlar iki entelektüel yazar okuyup, T24 takip edince biraz kendi mahallelerinden aykırı durmayı marifet sanan tiplerdir. Ya da hala aile bağları, maddi gereksinimler gibi sebeplerle olduğu mahalleden, deminden beri anlatmaya çalıştığım, seküler, Batı hayranı, “Avrupa değerler manzumesi” diye tabir edilen dünya görüşlerine hayranlıkla kıçı başı oynayan tiplerdir. Amerika-Türkiye ilişkisi, kerhane kadınının kendini korusun diye tuttuğu dostu magandanın, her gün bir yerini patlatıp, parasını yeme ilişkisine benziyor. Şöyle ki; Umumhane de çalışan kadınlar kendilerini korusun kollasın diye bir erkeğe kapılanırmış.Belalısı olurmuş illa.Bu erkek, onun başka erkeklerle yatarak kazandığı parayı yer, bazen “kıskançlık “ yaparak ağzını burnunu kırarmış.Beyoğlu’nda çalıştığım yıllarda böyle birine niye erkek mi görmüyorsun gidip bu tiplere kazancınızı yediriyorsunuz demiştim de; “Öyle deme bir erkek olmalı başımızda” demişti. Ben 1947’den beri 70 senedir fiilen bizi hem sömürüp hem döven Amerika’dan uzak duralım deyince, bazılarının aklına niye Rusya’nın altına yatmak geliyor anlamıyorum! Bunlar o kadar kucağa oturmaya meraklı ki; o kucak zararlı deyince ila oturacak başka kucak arayan zavallı tipler. /Orhan BAYLAN 21 Ocak 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/dost-amerika/458

182


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ahmet Cevdet Paşanın Kızları Üzerinden Abdülhamit Dönemini Okumak Mecelle komisyonu başkanı Ahmet Cevdet Paşa’yı az çok herkes bilir. İyi bir İslam alimi ve devlet adamı olan paşanın başında olduğu ilmi heyetin kaleme almış olduğu Mecelle İslam Hukuku ana kitaplarından biridir.Keşke eksik kalan kısımları da tamamlanmış olabilseydi. Paşa ve çocuklarının yaşadığı dönem, Osmanlı’nın en çalkantılı yıllarıdır. Sanayi devrimini kaçıran, sömürgeci bir yapısı olmayan devletleşme modelinin geniş topraklar üzerinde kurduğu hakimiyetin zamanla bir çok zorluğu ve külfeti getirdiği ve bu yüzden de devamlı bir arayışın olduğu zamanlardır. Batı tarzı yaşantının saraydan paşa konaklarına toplumun elit kesiminde revaçta olduğu, modernleşme için her eve piyanolar konup, Fransız mürebbiyelerin evlerde kız ve erkek çocuklara talim ettirdiği zamanlardır o yıllar. Eğitimde de geleneksel medrese eğitiminden İdadi, Rüşdiye ve Sultani’lere geçildiği, Avrupa ile arayı kapatmak için habire yeni yeni tedbirlerin alındığı günlerdir. Ahmet Cevdet Paşa’nın da 2 kız 1 erkek 3 çocuğu olur.Kızları daha çok bilinir.50 TL üzerinde resmi olan, ilk romancı kadın, yazar olarak büyük kızı Fatma Aliye hanım ve Osmanlı’nın ilk feminist kadını olarak tanınan kız kardeşi Emine Semiye hanım. Evde özel derslerle yetişmiş olan bu iki kız kardeşten Fatma Aliye hanım daha çok meşhurdur. Ben de yazımda daha çok onu merkeze alarak devrin kısa bir tahlilini yapacağım. Abdülhamit dönemi istibdat diye nitelendirilse de; aslında hem yazı hayatında, hem siyaset babında o günün şartlarında çok fazla fikrin neşvü nema bulduğu bir ortam sağlamıştır. Fransız ihtilali ile başlayan hürriyet, eşitlik ve adalet kavramları gittikçe o dönemde hakim olan imparatorluklarda yayılmaya başlamış ve tehdit eder hale gelmişti monarşileri. Osmanlı’nın da bundan uzak kalması mümkün değildi elbette. Tabi Batı ile açılan makas aydınları arasında ayrışmalara sebeb olmuş, çözümler konusunda farklı görüşlerin ortaya çıkmasına meydan vermiştir. Bu o devirde sadece Osmanlı değil, bütün İslam tolumlarının ana derdiydi diyebiliriz. Bilhassa Sultan Abdülhamit döneminde aydınların savrulmaları daha fazla oldu. Bu arada Batı kaynaklı fikirler imparatorluk dahilinde ki toprakların her tarafına sirayet etmeye başladı. O yıllarda her tarafta açılmış olan yüzlerce misyoner okulu, dini ve etnik azınlıkları tahrik ediyor, bilhassa Osmanlı karşıtı fikirleri yayıyor ve bağımsızlık fikrini aşılıyorlardı. Avrupa’ya okumaya gidip gelen gençler orada çeşitli masonik yapılarca avlanıyor, kadın ve diğer zevklerle elde ediliyor, ülkeye birer fitili çekilmiş bomba gibi dönüyorlardı. Ayrıca içeride Abdülhamit’in politikalarını yanlış bulan, bilhassa mason ve misyoner örgütlerince desteklenen ve palazlanan kişi ve yapılar çoğalıyordu. 2.Mahmut orduda ve eğitimde bir çok yenilik yaptı.Oğlu Abdülmecit bunları devam ettirdi.Sultan Abdülaziz bilhassa yok olan askeri donanmayı yeniden kuvvetlendirdi, Avrupa’da ki bir çok yeniliği getirdi.Aynı şekilde Sultan Abdülhamit’te kaçırılan fırsatı yakalama adına bir sürü atılım yaptı. Tabi bu arada Osmanlı İmparatorluğunda yayılmakta olan “milliyetçilik “ fikirlerini görüyor, bunun içinde Hilafeti ön plana çıkaran Osmanlıcılık fikrini kuvvetlendirmeye çalışıyordu. Bir yandan Bağdat- Hicaz demiryoluyla merkezle uzak vilayetler arasındaki ilişkiyi güçlendirmek istiyor, bir taratan Hindistan’a kadar geniş bir coğrafya’da Hilafetin gücünü arttırmayı sağlamaya çalışıyordu.

183


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bir taraftan da selefi/vehhabi akımları, Hindistan’da gittikçe İngilizler eliyle gelişen Kadıyanilik/ mealcilik, Şia varlığı Sultan’ı kadim Selçuklu ve Osmanlı yolu geleneksel İslam yani Ehl-i sünnet dairesinde toplanmaya mecbur ediyordu. Bu sebeble İmparatorluğun her tarafında ki ehl-i tarik ve ehl-i sünnet alimlerle istişareler yapılarak, kitapları basıldı ve katırlarla en ücra merkezlere dağıtıldı. Suriye, Lübnan ve Filistin taraflarında etkili olan Rıfai Ebu-l Huda’nın kitapları dağıtıldı. Anadolu coğrafyasında Nuru-l İzah ve Mızraklı İlmihal gibi temel islami eserler bastırılarak bilaücret her yere ulaştırıldı. Sultan bir yandan ehl-i sünnet dairede Hilafet merkezli çalışma yaparak Osmanlı devletini ayakta tutmaya çalışırken bir taraftan da o devre göre çok radikal olan atılımlar yapıyordu. O güne kadar; “ağız okuması” tabir edilen namaz surelerini ezberlemek dışında mektebe gitmeyen kız öğrenciler için kız mektebleri açıyor, bir yandan güzel sanatlar okulu gibi o günler için radikal kararlar veriyordu. İşte aynı dönem Abdülhamit Han’ın geleneksele, bizi biz yapan İslami ve Türk değerlere sahip olarak modernleşme çabalarının en bariz göstergelerini Ahmet Cevdet Paşa’nın kızlarında görebiliyoruz. Fatma Aliye hanım özelde olsa Arapça ve Fransızca dillerine vakıf, kitap yazacak kadar felsefeye haiz, tarih bilgisi yeterli bir kadındır. Aynı zamanda yazdığı eserlerde ve konuşmalarında değindiği üzere Türk-İslam değerlerine bağlı biridir. “Tesettür-i şerri mâni-i terakki değildir. Nasıl ki evvelce de İslam kadınlarının terakkilerine mâni olmadı. Dinimizi ve milletimizi muhafaza ederek terakki edelim. Müterakki olalım. Lakin yine İslam ve Türk kalalım. ” İşte bir yandan devlet makası kapatmak için bazı adımları atarken bu içeride farklı saiklerle tepkilerle karşılaşıyordu.Sultan ne yapsa bazılarına yaranamıyordu. “Abdülhamit düşmanlığı” nda birleşen farklı görüşteki fikirleri birkaç başlıkta toplamak mümkün. Misyoner okullarının iğfali sonrası oluşan diğer dinlere ve etnisitelere ait cepheyi incelemenin dışında tutalım. Arap, Ermeni ve Rum ve Bulgar milliyetçileri içinde Osmanlı İmparatorluğu dahilinde yaşamayı savunan olsa da büyük ekseriyeti bağımsızlık fikri taraftarı olarak doğal Abdülhamit düşmanıydı. 1826-31 yılalrı arasında Fransa’da tahsil görürken Fransız ihtilalinden etkilenip, geri döndüğünde ülkesi Mısır’da bu yönde çalışan ve Arap Milliyetçiliğinin fikir babası sayılan Rafi el-Tahtavi’nin yazdığı eser sadece Mısır’da değil, Arap aydınları arasında çok rağbet görmüştür. Daha sonra Beyrut Protestan okulllarında okuyan Hristiyan Arap öğrenciler yayınlarla, kurdukları cemiyetlerle bu fikri işlemişlerdir. Bunlar ayrı bir inceleme konusudur. Bu yazımızda Sultan Abdülhamit Han’ın İslam/Hilafet eksenli geleneksel Ehl-i Sünnet anlayışı temelinde yapmış olduğu atılımları, çalışmaları anlamayan ve karşı duran cepheyi biraz irdelemek istiyorum. Bunlar birkaç başlıkta toplanabilir.

1-İttihat Ve Terakki Cephesi İttihat Ve Terakki’nin örgütlediği bilhassa Askeri Tıbbıye’de başlayıp, Selanik’in ara sokaklarında ki mason localarında ve birahanelerinde devam eden Abdülhamit karşıtı cephe 3.ordu’nun her kademesine yayıldı. Bunların yapısı karışıktı; Abdullah Cevdet ve İbrahim Temo gibi seküler pozitivist yapıda insanlar, Fevzi Çakmak ve Enver Paşa gibi dindar subaylarda vardı. Onları birleştiren “Abdülhamit düşmanlığıydı.” 2-Geleneksel İslam Olup, Modernizasyona Karşı Çıkanlar Bir de aslında ehl-i sünnet dairede olup çeşitli saiklerle, bunda yapılan yalan yanlış propagandaların da etkisi olmakla birlikte, bu cepheye katılanlar vardı. Bu cephenin argümanlarını Abdülhamit’in hal fetvasında görmekteyiz. Bu cephe daha çok Medreselerde, meşayıhta daha yoğundu ve hepsi din adamlarıydı neredeyse. Ve bunlar bilerek ya da bilmeyerek İttihatçıların ekmeğine yağ sürüp 31 Mart Vaka’asına giden yola taş döşemişler ve Sultan Abdülhamit Han’ın hal edilerek ülkenin hızla parçalanmasına sebebiyet vermişlerdir. Şeyhülislam Mustafa Sabri, Elmalı Hamdi, Dürrizade, İskilipli Atıf, Said-i Nursi gibi isimler bunların meşhurlarıydı. Kız mektepleri açılması, Tanzimat ve Meşrutiyetlerle verilen tavizlerle şeriatın elden gittiğine hükmedilmesi, Kur’an-ı Kerim’in yakıldığı gibi yalanlar bu alimlerin Abdülhamit karşıtı cepheye savrulmalarına sebeb oldu. Nitekim bu isimlerin birçoğu İttihat Terakki’nin fikri yapısının hakim olduğu daha sonraki dönemlerde ya kabuklarına çekildiler, ya idam edildiler ya da ülkeyi terketmek zorunda kaldılar.

184


Orhan BAYLAN_Yazılar

3-Reformist Dindarlar Mısır merkezli Cemaleddin Efgani ve takipçileri başta M.Abduh ve Reşit Rıza gibi reformist fikirli kişilerde bilhassa kaldıkları Avrupa’da ve girdikleri mason cemiyeti sayesinde İslam’ın asra cevap veremediği bu yüzden reform yapılması konusundaki görüşleriyle geleneksel Ehl-i Sünnet merkezli Hilafet fikrine karşıydılar. Aynı zamanda düşüncelerinin etkileşim sahasında ki Osmanlı etkisi gittikçe zayıflamış, Arap milliyetçiliği fikri gittikçe taraftar bulmaya başlamıştı. Beyrut Amerikan Kolejinde okuyan Hristiyan Arap gençlerine daha sonra Müslüman araplarda katılmış ve Osmanlı düşmanlığı o günün en moda görüşü haline gelmişti. Reşit Rıza’nın çıkardığı dergide bu yönde yayın yapmaktaydı. Bilhassa Beyrut Amerikan Koleji ve Katolik Okulunda okuyan Hristiyan Arap gençlerininin 1875 yılında kurdukları gizli cemiyet mensupları ve diğerlerinin faydalandıkları isimler; Reşit Rıza, Tahtavi, İbrahim Yazıcı, Hüseeyin Bayhum ve Bustani gibi kalemşörlerdi. Cemaleddin Efgani’nin verdiği zararı ve yol açtığı fitneyi gören Sultan onu stanbul’a aldırıp boğaz’da bir yalı tahsis ederek mecburi ikamete tabi tuttu. İşte Afgani’nin en sadık bendelerinden olan Mehmet Akif’in ve tabi Reşit Rıza’nın düşmanlıklarının temelinde bu vardır. Mehmet Akif şiirleri incelendiğinde de; Cemaleddin Efgani’nin reformist fikirlerinin etkisi bariz şekilde görülecektir. Ne yazık ki İstiklal marşının yazarı olarak ve cerbezeli ifadeleriyle M.Akif şiiri ne edebi olarak, ne dini terminolojiye uygunluğu babından sağlıklı bir şekilde incelenmemiş, hamasi nutukların malzemesi olmuştur. Bilhassa onun sayesinde kitap yazarak, konuşmalar yaparak geçinen bir zümre türemiş, üstelik bunlar kendileri reformist islam düşüncesine uzak ve nefret etmelerine rağmen, M.Akif’in bu yönüne hiç bakmaksızın etinden sütünden faydalanma yoluna gitmişlerdir. Hasan Basri Çantay ve Ömer Rıza Doğrul gibi şahsiyetlerde bu tarz düşünce sahipleri olarak Abdülhamit düşmanlığı gütmüşlerdir. Osmanlı İmparatorluğu içinde ki Arap, Ermeni, Makedon, Bulgar ve Sırp milliyetçileriyle; yukarıda saydığım insanları birleştiren, 1909 yılında da tahttan indiren ortak payda, “Abdülhamit düşmanlığıydı” Ve bu düşmanlık ne yazık ki koskoca imparatorluğun 9 yıl içinde paramparça olmasına sebep olmuştur. Ahmet Cevdet Paşa’nın kızları bilhassa Fatma Aliye ve eserleri üzerinden o devri okumak, Abdülhamit’i anlamaya yarayacaktır. Fransızca’dan çeviri yapacak kadar yabancı dil bilen, gazetelerde yazan, romanlar yazmış, başı açık fotoğraf çektirecek kadar da devrine göre modern(!), bilhassa yaptığı konuşmalar da, ve yazmış olduğu “Nisvan-ul İslam” isimli eseriyle Avrupa’ya İslam’da kadını anlatmayı amaçlayan bu kadın; çok gelenekçi bir İslam bakışına sahiptir. Toplumun yücelmesinin kadının bilgili, kendini yetiştirmiş, evladını terbiye edecek kadar kültürlü olmasını savunurken, bir yandan da tesettürü savunmuş, kendi Türk-İslam geleneğinden uzaklaşmadan her tür fenni ve ilmi gelişmeyi almamız gerektiğini belirtmiştir. Bilhassa o dönem pek makbul olan “Fransız mürebbiyeler elinde Fransız gibi kendi kültürüne yabancı çocuklar yetiştirmenin “ ülkeye faydası olmadığını söylemiştir. “Evlere piyano” koyarak Avrupalılaşamayacağımızı iddia etmiştir. Ama işte ne yazık ki o devrin garabetine uygun olarak, kültürel yozlaşmanın siz evinize sokmasanız da evinizi nasıl etkileyeceğine en güzel örnek kendi hayatı olmuştur. En küçük kızı Zübeyde İsmet Katolikliği seçerek rahibe olmuş ve yurt dışına kaçmıştır. Bu olay sonucu yazı hayatından elini eteğini çekmiş bir nevi inzivaya girmiştir. Daha sonra Hilafetin, Şeriatın kaldırılması onda Cumhuriyet rejimine uzak durmasına sebep olmuş, hatta bazı devrimlere karşı çıkmış ama bu konuda çokta eylemci olmamıştır. 1936 yılında hayata gözlerini kapatmıştır. /Orhan BAYLAN 24 Ocak 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ahmet-cevdet-pasanin-kizlari-uzerindenabdulhamit-donemini-okumak/462

185


Orhan BAYLAN_Yazılar

Düşmanın Da Mertine Muhtaç Kaldık Amerika gibi süper güç olsa da, PYD gibi terör örgütü de olsa Türkiye'nin düşmanları mert değil. Düşmanında merdine muhtaç kaldık. "Türkiye'nin hassasiyetlerine saygı duyuyoruz." "PYD kesinlikle Fırat'ın batısında olmayacak." "Biz DAEŞ için YPG ile iş birliği yapıyoruz." "Verdiğimiz silahlar Rakka operasyonu sonrası tekrar toplanacaktır." Türkiye Afrin'e operasyon yapmaya başladığında; "Biz Türkiye'nin hassasiyetine saygı duyuyoruz." "Sınırlı bir harekat olmasını umuyoruz" "Güvenli bölge oluşturalım." Bunlar Abd'nin operasyon öncesi ve sonrası söyledikleri. Türkiye'yi oyalayacak ve durduracak, önünü kesecek her tür yalanı, üstü kapalı tehditleri, olmayacak projeleri öne sür. PYD'nin orada yerleşmesine, sistemini kurmasına, devletleşmesine zaman kazandır, bu süreçte ne kadar yalan söylediğinin ve neler vaat ettiğinin hiç bir ehemmiyeti yok. Ve bunu yapana süper güç deniyor. Dansöz bile bu kadar kıvıramaz. TIR'lar dolusu silah alırken Türkiye'ye sırtlan gibi dişlerini gösteren terör örgütü liderleri; şimdi Türk Ordusu desteğiyle ÖSO güçleri Afrin içlerine doğru mevzileri dağıta dağıta, teröristleri geberte geberte ilerlemeye başlayınca salya sümük ağlaşmaya başladı. "Rusya bizi sattı" "Amerika'da bizi yalnız koydu" "Bizi Avrupa devletleri korusun" "Biz Afrin'i Esed'in ordusuna devretmeye, silahlarımızı ona teslim etmeye hazırız" Pes... Türk ordusu dağları aşıp kartal gibi üzerinize çöreklenmeden niye teslim etmediniz o silahları Esed'e. Göstermelik 3-5 silah teslim merasimi yapıp yine tencere tava olacak değil mi? DAEŞ'le Rakka'da, Münbiç'te oynadığınız oyunu Afrin'de Esed'le oynayacaksınız, Türkiye'de bunu yiyecek öyle mi?Erkek olun, mert olun fistan giyeceğinize, düne kadar meydan okuduğunuz Türkiye'nin karşısına çıkın. Ağlaşmayın titrek itler gibi.. Hele sen Amerika. Yakışıyor mu sana! /Orhan BAYLAN 25 Ocak 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/dusmanin-da-merdine-muhtac-kaldik/466

186


Orhan BAYLAN_Yazılar

Emperyalistler Dün Ermenileri Bugün Kürtleri Kullanıyor! 1820 yılında İzmir’e American Board Protestan rahibi indi gemiden. Bir müddet İzmir’de ve civarında incelemeler yaptılar. Rum Ortodoks ve İtalyan ve Cenevizli Katoliklerin sert tepkileriyle karşılaşınca Beyrut tarafına gittiler. Orada Ermeni cemaatine mensup insanlardan çevre oluşturdular. Ellerinde ki altınlarla büyük evler tutup, hizmetliler, arabacılar, kavaflar, bahçıvanlar, aşçılar tuttular. Bunları bilhassa fakir Ermeni’lerden seçtiler. Katolik Marunilere yaklaşmaya kalktıklarında Patriğin sert tavrıyla karşılaştılar. Sonra diğerleri geldi. İstanbul’a… Trabzon’a. Kayseri ve Elazığ’a. Bitlis, Van, Antep, Diyarbakır, Adıyaman, Mardin, Tarsus, İzmir’de misyonlar açtılar. 1 tane protestan olmayan Zweytun gibi, Sason gibi kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde mektepler açtılar. Osmanlı savaşlarla, borçlarla uğraşırken Amerikan Board misyonerleri ülkenin her yerini örümcek gibi sardılar. Ermeni cemaati içinden epey protestan devşirdiler. Bu arada arkalarında hep büyük devletler oldu. Gizli açık örgütler kurarak Ermeni gençlerinin kafasını Osmanlı’ya karşı doldurdular. İlk isyanlarını Osmanlı-Rus savaşı sırasında çıkardılar. Millet-i Sadıka artık başına kaldırmaya başlamış, arkalarına aldıkalrı yabancı devletlerin verdiği siyasal, mali ve silah desteğiyle yavaş yavaş Osmanlıyı uğraştırmaya başlamışlardı. Yunan’ın ve Bulgarların bağımsızlıklarını kazanması onları da heveslendirmiş, Anadolu’nun her şehrinde olmalarına rağmen Müslüman ahaliden sayıca az olmalarına bakmaksızın Anadolu’da bir Ermeni devleti kurma hayali kurmaya başlamışlardı. Unuttukları ve hesaplamadıkları bir şey vardı. İngiltere, Fransa ve Rusya ve o dönem sadece ticaret gemileri ve misyonlarıyla Amerika gibi emperyal devletler için önemli olan Hristiyan Ermenilerin bağımsızlığı değil, Osmanlı’nın güçsüz düşmesiydi. Bunun için kullanılması gereken her argümanı kullanmaktan asla vazgeçmeyeceklerini bilmiyorlardı. Bu arada yurt dışında daha fazla Ermeniler lehine kamuoyu oluşturabilmek için oparasyonel katliamlar yapıldı. İnsanlar katledildi. Samsun’a gelen Ermeni Patriğine yine bir ermni genci tarafından ateş açıldı ama yaralanmasına rağmen ölmedi. Merzifon Amerikan Koleji öğretmeni Karabet Tomayan astıkalrı bildirilerle Ermeniler üzerine halkı teşvik için şehirlerin görünen yerlerine astılar. Bu tarz olayları ve daha bir sürü yalanlarla Batı basınında çıkmakta olan Ermeni yayınlarda ve gönüllü Müslüman düşmanı yazarlarca kamuoyu oluşturmak, Ermeni Hınçak ve Taşnaksutyun cemiyetlerine maddi destek oluşturmak için kullanıldı.

187


Orhan BAYLAN_Yazılar

Alman Leupsus, Mavi Kitab’ı Arnold Toynbee ile yazan James Bryce gibiler bu yalanları gönüllü yayan isimler oldu. Ermeni gençlerin kanlarına işleyen bağımsızlık ateşi; onları bilinçsizce ve körü körüne 800 yıldır beraber yaşadıkları Müslüman Türk-Kürt ahaliye gözü dönmüşçesine saldırmaya itti. Zeytun’da, Sason’da, Kızılırmak boyunca Sivas’a kadar, Van’da, Bitlis’te, büyük devletlerce arkaları sıvazlanan Ermeni çeteleri isyanlar çıkarıp masum halkları katlettiler. Üzerlerine gelen kuvvetler bir sürü insanın idam ederek bastırdı bu isyanları. Osmanlı içerde bu tarz gailerle uğraşırken bir yandan Kırım ve 93 harbini yaşadı Ruslarla. Cezayir’i kaybetti. Lübnan otonom oldu. Mısır Valisi neredeyse devleti yıkacak hale geldi. Kıbrıs gitti. Girit ve Mora gitti. Devlet iki büyük savaş sonrası borçlarını ödeyemeyecek kadar borçlandı. Duyunu Umumiye teşkil edilip ürünlere borca karşılık el konuldu. Osmanlı Cihan Harbine girdiğinde İngiliz ve Rus’ların kışkırtmasıyla o toz duman günde yine devlet kurma hevesleri depreşti. Ama çok ağır tokat yediler. Çünkü onları kışkırtanların amacı onları bağımsız yapmak değildi. Onları Osmanlı’yı zayıf ve güçsüz düşürmek için kullanmaktı. Ayrıca; Yunan ve Bulgar halkları Rus ve İngilizlerin desteğiyle kuruldu. Ruslar ve Bulgarlar, Ortodoks. İngilizler sırf Hindistan yolunda ve Afrika’da engel olan Osmanlı’yı zayıflatmak için kendi mezhebinden olmayan Ortodoks Yunan bağımsızlığına destek oldu. Ruslar karşı çıkardı Katolik olsaydı. Rusların karşı çıkmayışı bu yüzdendir. İşte Grogeryen Ermenilerin hesaplamadıkları buydu. Onlar; ne Ortodoks Rusya’nın, ne de Protestan İngiliz ve Amerika’nın birincil amacı değillerdi. Onlar sadece kullanışlı malzemeydiler. Ve kullanıldılar… *** Bugün sünni Kürtlerin bir kısmı da aynı geçmişte Ermenilerin kullanıldığı gibi kullanılıyorlar. Bu yüzden Amerika çok uzun vadeli plan ve program yaptı. Önce bölgede petrol geliri olan ve tam kontrol edemediği iki devletin savaşarak zayıflaması nı temin etti. İran ve Irak.Bölgenin diğer güçlü devleti Türkiye’nin başına da PKK’yı bela ettiler. İçeriyi karıştırmak için 90’lı yıllarda bir sürü cinayetler işlediler. Ama Türkiye o tuzağa düşmedi. Ve kader ağlarını Amerika planlarının tersine ördü. Bu arada Irak’ı işgal ederek Kürtlerin devletleşme adımlarını atmasına destek oldu. Lakin bu Kürtleri sevmedi. Sevseydiler bunlara Orta Doğu2da herkese devlet çizerlerken bir yer parsel veriverirlerdi. Hayır diyecek güç mü vardı karşılarında! O gün o Sünni Kürde devlet vermeyen, bugün verir mi? Barzani bunu okuyamadı. Kendi eliyle karıştırılan Suriye’de seküler (dinsiz) bir Kürt oluşumuna destek verdi. Ve geçmişte nasıl bölgenin hakimi Osmanlı’yı içeride ve dışarıda çeşitli gailelerle, savaşlarla oyaladılarsa, bugünün Türkiye’sine de aynı oyunları oynamaya çalışıyorlar. Dünün kullanışlı malzemesi Ermeniler, bugünse Kürtler. Dün Ermenilere devlet vermeyenler bugün Kürtlere niye devlet versin? Amaçları Kürtlerin bağımsızlık mücadelesi değil ki? Maksat bölge devletlerini uğraştıracak, onların başına çorap recek her ögeyi sonuna kadar kullanmak. Sanki PKK/PYD saflarında, çukurlarda ya da Irak, Suriye’de öldürülen Kürt gencinin tohumuna para mı verdiler. Bugün Kürt ve Türk gençlerinin kanının döküldüğü topraklara dün; Kürt/Türk ve Ermeni gençlerinin kanı dökülüyordu. İşin garibi, Emperyalist devletler bu topraklarda kullanışlı eleman her zaman bulabiliyorlar. /Orhan BAYLAN 27 Ocak 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/emperyalistler-dun-ermenileri-bugun-kurtlerikullaniyor/467

188


Orhan BAYLAN_Yazılar

Savaşa Hayır (!) Irak işgal edilirken, Afganistan halkı inim inim inlerken, müslüman kadınların ırzına geçilirken, şehirlerin üzerine ölüm Amerikan uçaklarından, Rus uçaklarından boca edilirken, insanlar yüzer yüzer ölürken sesleri çıkmayan; kendilerine sanatçı denilen bazı köpekler, meslek odaları; çukurlara PKK'lılara gömmeye,, Afrin'de PYD/PKK militanlarını kazdıkları siperlere mıhlamaya başlayınca, savaş karşıtlıkları, barışcıllıkları tuttu birden. Peki sorarım size. Neredeydiniz; 3.5 milyon insan, Türkiye'ye Esed zulmünden kaçarken. Neredeydiniz; Kobane denilen Ayn-el Arab adlı şehirden, PKK zülmunden kaçan Kürt ve Arap halkları Türkiye'ye sığınırken sesinizi niye duymadık. Savaşı kim ister. Kim insanlar ölsün ister... Ama PYD'PKK'ya 5000 bin TIR, 2000 Uçak dolusu silah ve mühimmat verirken sesiniz niye çıkmadı hiç? Bir basın bildiriniz oldu mu? Her türlü ibne, orospu için sokaklarra dökülürken, bunca silah yanı başımıza gelirken "Savaşa hayır" dediniz mi? PKK/PYD silahlanırken, benim geleceğime kastetmek için teşkilatlanırken; benim kendimi korumam, savunmam işgal öyle mi? Suriye ile benim sınır uzunluğumun 10 katı uzaklıktan gelen Amerika'ya "ne işin var burada" dedin mi hiç? Bildiri dağıttın mı? Ben Afrin'de PKK'nın ümüğünü sıkmaya başlayınca, Savaşa hayırmış! Bu beyinsiz kuklaları duyunca kendini tavuk sanan adam fıkrası geliyor aklıma. Vaktiyle adamın biri kendini tavuk sanıyor, sokağa çıktığında horozların kendine saldırdığını söyleyip evden çıkamıyormuş. Neyse bunu Bakırköy'e gitmeye, tedavi olmaya ikna etmişler. Bir kaç aylık tedavi sonrası doktoru bunu tavuk olmadığına ikna etmiş. Taburcu olacağı gün hemşirelerle ve doktoruyla veda edip ayrılmasının üzerinden 15 dakika geçmeden alı al moru mor, koşarak hastaneden içeri atmış kendini. "Hayrola " demiş doktor. "Doktor bey " demiş bizim tavuk olmadığına ikna olarak hastaneden çıkan hasta. "Beni tavuk olmadığıma ikna ettiniz etmesine de; sokaklarda ki horozlar bilmiyor ki" Bu aklı evvellere demek lazım... Biz savaşmayalım tamam da; 1991 den beri Irak'da, 2011'den beri Suriye'de savaşanlara bir lafınız var mı? Oldu mu? Tahmin etmiştim... /Orhan BAYLAN 27 Ocak 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/savasa-hayir/469

189


Orhan BAYLAN_Yazılar

Öztürk Yılmaz Ne Yapmak İstiyor(!) CHP genel Başkan Yardımcısı eski konsolos Öztürk Yılmaz çeşitli kanallarda yaptığı konuşmalarla ÖSO kuvvetlerini El-Kaide'ci olarak niteledi ve büyük tepki aldı. Peki bunu neden yapıyor. Sahayı, sahada çarpışan kuvvetleri bilmeden mi yapıyor bunu? Bazıları; hay sen bir de Dış İşleri personeli olmuşsun, milletvekilisin bunları bilmiyor musun, nasıl cahil birisin diye sövüp sayıyor. Sizce bilgisizlikten, cehaletten mi yapıyor? Tabiki hayır. Bilinçli ve kasıtlı yapıyor. Peki neden? İşte mesele burada. Bu hem şu an sahada, gelecekte olası davalarda kullanılmak üzere, bilhassa etkili ve yetkili konumda olan kişilerce kayda alınması için edilen bilinçli sözler bunlar. Ne demek hem şu an saha ve daha sonrası açalım meseleyi. Hepinizin çok iyi hatırlayacağı üzere; Türkiye'nin neredeyse ortasında sayılan bir İl'inin(Adana) kazasında(Ceyhan) bizim savcımızın emriyle, bizim ordumuzun generali tarafından, MİT elemanlarının nezaretinde nakledilen askeri mühimmat olan bir TIR çok çirkin bir şekilde durdurulup, MİT personeli bizim askerlerimizce darp edilerek, aramalar yapıldı ve görüntüler alındı. Ve bunlar o günlerde DAEŞ'e Türkiye tarafından verilen silahların belgesi diye Dünya'ya servis edildi. O an Türkiye'nin sahaya girmesine engel olmak, ama daha sonra Türkiye'yi yönetenleri Uluslararası mahkemelerde yargılamak için kayıt toplamak amaçlıydı. Hem de bu tür bir operasyonu CIA; bizim derenin taşıyla, bizim kuşları avlayarak yapıyordu. Bugün Suriye'de 3 kuvvet var. 1-Esed hükümetinin davet ettiği Rusya ve İran destekli merkezi güç. 2-Daeş'e karşı mücadele ediyorum diyerek davetsiz giren Abd ve desteklediği PYD/PKK güç. 3-Türkiye'nin desteklediği ÖSO güçleri. Suriye ile olan Astana'da başlayan, Soçi'de devam eden, bir taraftan BM'nin organize ettiği Cenevre'de masada söz sahibi olabilmen için sahada aktif olarak varlığın olması gerekiyor. Yani Türkiye bugün Suriye'de öyle ya da böyle olmasa, o masalarda kendine nasıl yer bulacak? O zaman Abd ve Rusya otururlar, 911 km. sınırı olan Türkiye'ye hiç bir söz hakkı vermeden Suriye haritasını yeniden çizerler. Sen de bön bön bakarsın. Selahattin Demirtaş'ın "Türkiye bön bön bakar" dediği olay buydu işte! İşte bugün o konsolos eskisi bilmem nerenin borusunu çalan milletvekili kılıklı ajan; Türkiye'nin sahada ÖSO bahanesiyle olmasını Uluslararası oyuna müdahale olarak gördüğü için karalama yapıyor. Kamuoyu oluşumuna bahane oluyor. Gelecekte uluslararası bir tiyatro kurulduğunda bugün hem konsolos, hem TBMM'nin üyesi olarak sözleri dikkate alınacak biri olarak kasıtlı bunları kayda geçiriyor. Olurda yarın Türkiye'de Erdoğan tökezler düşer ve Lahey'de uluslararası bir mahkemeye çıkarabilirlerse, işte o MİT TIR'ı da, ÖSO ile iş birliği de önüne çıkarılır. Sen DAEŞ'e silah verdin, sen El-Kaide'yle iş birliği yaptın denir. Bunlar büyük planın küçük figüranları... Ne Türkiye onların beklediği zaafiyete düşer, ne Erdoğan'ı onlara verir bu millet... Kelle alacağız derken bu Ülke'de çok kelle uçar bilmiyor onun bunun uşakları... /Orhan BAYLAN 29 Ocak 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ozturk-yilmaz-ne-yapmak-istiyor/471

190


Orhan BAYLAN_Yazılar

Afrin Sonrası Kolay Türkiye; kararlılığını sürdürür ve Afrin sonrası Münbiç ve Fırat'ın doğusunda ki PYD şarlatanları üzerine giderse bölgede bundan sonra çok şey değişir. Öncelikle Türkiye'ye rağmen burada operasyon yapılamayacağını dost düşman anlamış olur. Kendilerini dünyanın hakimi gören güçler, terör örgütleri yerine bizimle çalışırlar, ya da bölgeyi tamamen kaybedeceklerini daha iyi anlarlar. Zaten Türkiye gerçekten Münbiç üzerine gittiğinde Amerika asla sıcak çatışmayı göze alamayacaktır. Tabi o sürece varmadan önce, Suriye topraklarında ki ayrılıkçı güçlerin bertaraf edileceğini umuyorum. Başarılırsa, Esed'le de Rusya kanalıyla bir noktaya varılacağını, bugün bizim ana muhalefet tarafından bile El-Kaideci filan diye yaftalanan ÖSO güçlerinin bir şekilde rejim güçleriyle ortak hareket ederek, PYD'nin dolaysıyla Amerika'nın yalnızlaştırılacağını düşünüyorum. Yani; Suriye'nin toprak bütünlüğü bağlamında birleşmiş Esed ve ÖSO güçleri ki (arkasında Rusya, İran ve Türkiye'nin olduğu birlik karşısında) toprakları bölen konumuna düşecek olan PYD'nin yalnızlaştırılacağını ve bunu Dünya'ya izahının mümkün olmayacağını düşünüyorum. Tabi bu süreç uzun ve zor. Zamanla milim milim inşa edilecek bir yol.Ama Türkiye; nasıl ki Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarını zorlukları aşarak yapabildiyse bu sürecide başarıyla tamamlayacaktır. Hem de Amerika'nın tüm engellemelerine rağmen. Unutmayın; içimizde ki Fetö itlerinin; bizi uluslararası mahkemelere taşıma gayretlerine, Rus uçağını düşürerek iki devletin Suriye'de ortak hareket etmesini engelllemek amacıyla yaptıkları sabotajlara rağmen, sonunda Türkiye bölgede yapmak istediklerini ilmek ilmek ördü ve gerçekleştirdi. Bundan sonra ki sürecide zorda olsa tamamlayarak, Kürt koridorunun büyük parçası üzerine de kararlılıkla gidecektir. Münbiç ve Fırat'ın doğusu operasyonları olmazdan önce Türkiye Abd'yi yalnızlaştıracak bu adımları atacak, ve Suriye'yi bölen aktör konumuna düşürecektir. İşte bu nedenlerle Amerika; PYD'nin arkasında kararlılıkla duramayacaktır. Ve yukarıda bahsettiğim böyle bir birliğin; rejim ve ÖSO güçleriyle PYD üzerine gitmesi ve o kuvvetleri o topraklardan söküp atması zor olmayacaktır. Olan; Rus'lar nasıl İran'da izin vererek, destekleyerek kurdukları Kürt Mehabat Devletini sattılarsa; Amerika'lılarda, binlerce TIR dolusu silah, teknik ve taktik gayretlerle oluşturdukalrı ve bağımsızlık fikriyle beyinlerini yıkayıp, dötlerini kaldırdıkalrı dinsiz Kürtleri 3 devletin ortasında çıırlçıplak bırakıp çekileceklerdir. Vay o güne vay... Ve sonunda... Bölge'de Türkiye'den başka çalışacak güç bulamayacak olan Abd; buralardan hepten gitmemek için, İsrail'in güvenliğini sağlama adına, "Dost ve Stratejik" ortağıyla nikah tazeleme yoluna gidecektir. Türkiye'nin en belirgin şartının ne olacağını söyliyeyim mi? Kamyonlar dolusu belgelere, adli anlaşmalara rağmen bize vermedikleri Fetö ve örgütünü paketleyip teslim edeceklerdir. Devletler askerleri ve halkları her zaman pazarlık konusu yapmıştır. Daima; Filler tepişir, çimenler ölür... /Orhan BAYLAN 31 Ocak 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/afrin-sonrasi-kolay/474

191


Orhan BAYLAN_Yazılar

Her Şey İsrail İçin... Geçmişte İngiltere'nin bugün Amerika'nın Orta Doğu politikalarının temelinde yatan gayenin; öncelikle İsrail'e bir yurt verme, sonrasında da İsrail'i koruma eksenli olduğunu görürsünüz. Orta Doğu'da ki devletleşme çabalarını, milliyetçilik veya dini eksenli bütün yapıları bu ana eksen üzerinden okuduğunuzda yapılanlar veya yapılmayanlar anlam kazanır. Zaman zaman bölge devletlerinin mevzi kazanımları büyük haritayı okumaktan alıkoymamalı. Güçlü Osmanlı İmparatorluğunu parçalayıp üzerinde 43 devlet kurmanın bir sebebinde İsrail oluşumu vardır. Bir sürü olaylar zinciri saymak mümkün tabi. Bölge'de Şerif Hüseyin'in oğullarına ayrı ayrı devletler ihsan edilmesi de yine aynı amaca yöneliktir. Köksüz ailelerin hükümferma olması, ülkenin sosyolojisine ters kralalrın veya emirlerin iktidara gelmesi, şii halka sünni, sünni halka şii kökenli liderlerin darbelerle devleti elegeçirmesinin gayesi istikrarsız devletler, ve her zaman Batı'ya sırtını dayamak zorunda kalan yöneticilerdir. Böylelikle bölgede huzur ve istikrar asla olmayacak, birlik ve beraberlik asla tesis edilemeyecekti. İsrail korunmuş olacaktı. Ne Vietnema girerken, ne Afganistan ya da Irak'a girerken Amerika'nın amacı o ülkelerde barışı ve huzuru temin, despot idarecileri indirip halka demokratik bir sistemi inşaa etmek niyeti olmadı. Bu ülkelere önce bir terör örgütü oluşturarak girdi ve onlardan koruyorum derken demografik yapıları değiştirdi, katliamlar yaptı ve ülkeleri harabeye çevirdi. Yani züccaciye dükkanına giren fil gibi davrandı. Bugün Suriye'de de amacı ne barış ne demokrasi amacı. Parçalanmış bir Suriye. Parçalanmış bir Irak. İleride gerçekleştirebilirse, parçalanmış Türkiye. Ne kadar dışa bağımlı, güçsüz, bir birleriyle ve içinde ki terör örgütleriyle çatışan, kaynakalrını ve enerjilerini bu yolla tüketen küçük devletçikler olursa; İsrail o kadar güvende olur. Geçmişte İngiltere'ye, bugün Amerika'ya bu görevi veren ne peki? Hristiyan bir ülke; Peygamberlerini öldürdüğünü iddia ettikleri bir dinin mensuplarına yardım ediyor, onu kolluyor? Hadi bugün Evangelist diye nitelendirilen; "Allahı kıyamete zorlamak" diye ez cümle toparlanacak saçma bir görüşle siyaset sahnesinde var olan bir grup var. Ama Amerika'yı kuran WASP denilen, White Anglo Sakson Protest toplum Evanjelik değildi ki? Ya da geçmişte İngiltere'de hakim olan güç... Bir başka yazı da buna değinmeye çalışalım... Şimdilik kısaca bilmemiz gereken; bölgede Amerika'nın bütün çalışmaları İsrail'in güvenliğine endekslidir. /Orhan BAYLAN 31 Ocak 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/her-sey-israil-icin/477

192


Orhan BAYLAN_Yazılar

Yok Edemiyorsan Tahrif Et Bir zamanlar Galiçya ve Litvanya’da Slav ırkından Ruthenes’ler yaşıyordu. Rus’lar la aynı ırktan olmalarına rağmen Ortodks’lardan farklıydı inançları ve bu Moskova Patrikliğinin ve onun etkisinde ki Çar’ın çok canını sıkıyordu. Uzun toplantılar yapıldı. Ortodoks olmaları için teklif edelim, kabul ederlerse ne ala, etmezlerse sürelim dediler. Baskı uygulayalım, din adamlarını, papazlarını asalım, kiliselerini kapatalım, kitaplarını okumayı yasak edelim dediler. Bazıları hızını alamadı; asalım, yakalım, öldürelim dediler. Çar hepsini dinledi. Sonra Patrik’le kafa kafaya verip uygulamaya geçtiler. Rüthen’lerin din adamı yetiştiren okullarına onların dinine inanmayan adamlar atadılar. O okullardan mezun olanlara unvan verip devlette yer almalarını sağladılar. Ruthenes kiliselerinde papaz olmak için bu okullarda eğitim alma şartını koydular. Ve çok geçmeden Ruthenes diye bir inanca sahip kimse kalmadı. Hepsi Ortodoks oldu. Osmanlı enkazı üzerine yeni cumhuriyeti kuran idare önce memlekete hakim oldu. Önce saltanatı, sonra hilafeti kaldırdı. Sonra dergah, zaviye ve tekkeler kapatıldı. İstiklal mahkemelerinde din adamları sallandırıldı. Ama mason şeyhlerin Özbekler tekkesiyle, alevi cem evleri istisna tutuldu. Şeri kanunların uygulamasından Avrupa’nın 4 ülkesinden devşirilmiş hukuk uygulanmasına geçildi. Kılık kıyafetimiz Batı’lı olma mecburiyeti getirildi. Latin harfleri kabul edildi. Ve 1932’den sonra da dini hayata dair izler yok edilmeye başlandı. Dini eğitim verilmesi yasaklandı. Kitap basımına izin verilmedi. Camiler kapatıldı, fethin sembolü Ayasofya, küçük olanı bile kapatılıp müze yapıldı. Ezan ve ibadet dili Türkçe olma mecburiyeti getirildi. 17 sene ceberrut bir dini baskı dönemi uygulandı. Köylerde namaz kıldıracak değil, %98’i Müslüman olan ülkede cenaze yıkayıp kıldıracak adam kalmadı neredeyse. Din eğitimi ve Kuran öğretimi yer altına indi. Bilhassa Batı ve Trakya bölgelerinde din eğitimi ve gizlide olsa bazı şeyleri öğretecek kimse kalmadı. Ama dini yok edemediler. Sadece yer altına inmesini sağladılar. Sonra kim akıl verdiyse; hem gittikçe artan din adamı ihtiyacını temin için devlet din adamı yetiştiren okul açmaya karar verdi. 1932 yılında kapattığı İmam-hatip eğitimi ve İlahiyat Fakultesi projesine start verdi. Yani; “ yok edemiyorsan tahrif et “ formülünü uygulamaya koydu. Hangi Çar(!) verdi bu aklı bilmem ama bugün Türkiye’de yaşananlar maalesef işte “Rutheneslerin” yüzyıllar önce yaşadıklarıyla birebir örtüşür durumda. Bugün Hristiyan Batı müsteşriklerinin etkisinde kalmış, Kilisenin ceberrut ve akıl dışı söylemlerine karşı ayaklanmış Aydınlanma çağı Luter’yenlerinin diliyle İslam’ı anlatmaya ve yorumlamaya çalışan İlahiyat Profları ortalıkta cirit atıyor. İslam’a düşman ama isimleri Müslüman ismi olan bu kişiler; Ankara İlahiyat’ta din alimi değil, din yorumlayan ve büyük ekseriyeti bir dine mensup olmanın olmazsa olmaz ritüellerini bile yerine getirmeyen, inkar eden, sabeteyist ve mason adamlarca yetiştirildiler. Vaiz, vaize ve din din dersi hocası oldular. Müftü oldular. Hatta 6 tanesi Diyanet İşleri Başkanı oldu. Evet, sonunda dini bu Ülke’den yok edemediler. Ama beyinlerini iğfal ettikleri bir sürü sözde din adamı sayesinde ciddi bir yozlaşma yaşattılar. Ve devam ediyorlar maalesef. Kaynak:Liberte Civil-Jules Simon s.325 /Orhan BAYLAN 02 Şubat 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/yok-edemiyorsan-tahrif-et/478

193


Orhan BAYLAN_Yazılar

Hoca Tahsin Ve Ali Suavi Üzerinden Selef Kavgası… "Bu mes'elede seleflerim: Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abdüh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin Efendilerle Namık Kemâl Bey ve Sultan Selim'dir." Said NursiSaid-i Nursi’nin İttihad-ı İslam konusunda ki fikirde benim fikirlerini ve işlerini takip ettiklerim diye bahsettiği bu isimlerin bir kısmı çokça konuşulsa da bazıları hakkında pek bir şey bilinmez. Bu yazı da kısaca burda isimleri geçen kişiler kim değinmek istiyorum. Milyonlarca takip edeni olan bir şahsiyetin bilmeden, yanlışlıkla bu insanları İslam davasının birliği için kendine rehber kabul etmesi düşünelemez sanırım. Cemaleddin Efgani ve Mısır Müftüsü Şeyh Muhammed Abduh konusunda çok yazılıp çizilmiştir. Efgani tartışmalı bir kişiliktir. Bir ara mason localarına girmiş, talebesi Abduh’un da girmesine vesile olmuş ve masonların Mısır2da meşrulaşmasına sebep olmuşlardır.O günkü mason localarının gayelerinin pek bilinmediği ve bugünkü kadar dinsiz veya siyonizme hizmet eder yapılar olmadığı,

194


Orhan BAYLAN_Yazılar

daha çok sosyal klüp havasında oldukalrı iddia ediliyor olsa da; bir İslam alimi iddiası rolündeki kişilerin böyle yerlere girmesi filan düşünülemez. Ayrıca; Renan’a yazdığı mektupta ki ifadeleri o günün İslam dünyasını rencide etmiş, isyanlara sebep olmuştur. İttihad-ı İslam iddiasında olduğu söylenen bu şahsın Batı reformlarından etkilenerek İslam’da reform yanlısı ve birliği bozucu yazıları ve konuşmaları sebebiyle Sultan Abdülhamit Han onu İstanbul’da ikamete mecbur etmiştir.Bu yüzden kendisini çok seven Mehmet Akif Erdsoy’da koyu bir Abdülhamit Han düşmanı olmuştur. Yine kendisiyle beraber hareket eden Muhammed Abduh ondan farklı düşünmemekle birlikte; onlarla beraber hareket eden diğerleri gibi (M.Akif, Reşit Rıza,) mezhepleri kabul etmeyip, selefi düşünceye yakın bazı fikirleri savunmaktadırlar. Ama Abduh’un en tartışılan fikirlerini 3 madde de toplamak mümkündür: 1-İslamda reform yapılmalı 2-Faize %10 cevaz verilmesi 3-Kuran’ın mahluk oluşu. Bu maddeleri tek tek incelemeyeceğiz elbette. İmam- Azam’ın reddetdiği, İmam Ahmed Bin Hanbel’in zindanlarda yatma pahasına kabul etmedikleri “Halk-ul Kuran” konusu Mutezile’nin ehl-i sünnet dışında kabul edilmesine sebeb olmuştur. Orda ismi geçen bir de Hoca Tahsin var. Hakkında hiç yazılıp çizilmeyen isimlerden biridir. 1812 yılında Varna’da doğmuş. Tanzimat sonrası Avrupa’ya eğitim için gençler gönderilmeye başladığında, onların orada kendilerini kaybetmemeleri için Osmanlı Devleti Selim Sabit’le beraber 1857 yılında Paris’e yollamış. Orada bulunduğu süre zarfında; bazı ilmi cemiyetlere girmiş, Paris’in edebiyat ve siyaset tartışılan kahvelerinin en şöhretli şahıslarından olmuştur. Öyle ki; Georges Vissante’nin “ Paris Kahveleri “ adlı eserinde bile ismi geçecek kadar oralarda düşüp kalkmıştır. 1861 yılında dönmüş olmasına rağmen çok az zaman sonra Sefaret İmamı göreviyle Abdülhak Hamit ve Ağabeyi Nasuhi Bey’le beraber uzun bir yolculuktan sonra Paris’e varırlar. Paris’e tahsil için gönderilen Hâmid, hâtıralarında “cenneti ne vakit nerede göreceğiz” yolundaki sualine Hoca Tahsin’in “Paris’e vardığımız zaman orada göreceğiz” cevabını verdiğini belirtir. (Abdülhak hamit’in hatıraları-1994) Yine Hoca Tahsin’in bir dönemler Batı hayranlığının şahikası diye örnek gösterilen şu dizeleri meşhurdur: “Paris’e git hey efendi akl u fikrin vâr ise Âleme gelmi sayılmazlar gitmiyenler Paris’e” 2.Gidişinde kendi görünüşünü de değiştirir, Osmanlı giysilerini çıkarıp Fransız gibi giyinmeye, sarık yerine Fötr takmaya başlar. Bu yüzden kendisine; “Mösyö Tahsin” veya “Gavur Tahsin” dendiğini anlatırlar. (Abdülhak hamit’in hatıraları-1994) 1867’de Paris’e gelen Yeni Osmanlılar (Ziya Paşa, Namık Kemâl, Ali Suavi, Menâpirzâde Nuri, Kayazâde Read, Ayetullah Bey), Şair Hoca Hayâlî ve Hindli İskender ile dostluk kurup Paris’te Türk kolonisini teşkil ederler (Kuntay, 1944) Materyalizme kapıldığını ifade ederler. Fransa dönüşü Darulfununu Osmani Müdiri sıfatıyla Padişah iradesiyle kurulması planlanan Darufünün (İstanbul Üniversitesi) başına getirilir. Çeşitli yerlerde yaptığı konuşmalarda tepki toplar. Ama en son bardağı taşıran Cemaleddin Efgani’nin “Nübüvvet sanattır” sözleri olur. Darulfünün kapatılır. İşte İttihad-ı İslam’da Said-i Nursi’nin selefim dediği bir diğer şahıs da budur. Namık Kemal’de Paris’te yuvalanıp Osmanlı’yı yıkma planları yapan Jön Türklerin içinde olan biri. Onu ayrı bir başlıkta incelemek gerekir. Bunların içinde ki kafası en karışık ve samimi olan o dur. Gelelim bir diğer İsme; Ali Suavi’ye. 1867’de Osmanlı’nın kaçırdığı sanayi devrimini yakalaması için eğitilsinler diye yokluk içindeyken Paris’e yollayıp orada çeşitli istihbaratların kucağına düşerek Osmanlı aleyhinde çalışan gençlerinden biri de Ali Suavi’dir.

195


Orhan BAYLAN_Yazılar

Yazdığı yazılarla sivrilen, döndüğünde kısa bir süre Galatasaray Sultani’sinde müdür olan, Sultan Abdülhamit aleyhine yazılarına ve sözlerine devam etmesi üzerine görevden alınan ve buna çok içerleyen Ali Suavi; akli melekeleri yerinde olmayan ağabeyi 5.Murad’ı tekrar tahta çıkarmak için etrafına topladığı 300 kişiyle Çırağan Sarayını basar. Beşiktaş Karakol komutanı olan 7-8 Hasan Paşa’nın sopalarıyla can verir. Karısı İngiliz Mary o gece bir kısım evrakı imha ederek kayıplara karışır. İşte İttihad-ı İslam’da benim selefim dediği biride, Sultan Selim’in torunu 2.Abdülhamit’e karşı isyana kalkışan Ali Suavi’dir. Yani şimdi ki gençler bir cümle içinde aykırı iki fikri savunmaya “Oksimoron” diyorlar. Başlıkta verdiğimiz cümle oksimoron cümleye güzel bir örnek olur ayrıca. Sultan Abdülhamit Han; Fransız ihtilaliyle esen bağımsızlık rüzgârının çok etnisiteli Osmanlı’yı da etkileyeceğini hatta etkilediğini görerek (Yunan ve Bulgar milliyetçi hareketleri) bunun önüne geçebilecek yegane gücün İttihad-ı İslam olduğunu görmüş ve bunun için çalışmalara bile başlamıştır. Vehhabilik, neoselefi ya da mezhepsizliğin, deizm ve Mealciliğin o yıllarda da İslam coğrafyasını etkilediğini görmüş, Osmanlı topraklarını bunun dışında tutabilmek için gerekli olan “Ehl-i sünnet” akide bazlı “Hilafet merkezli” çalışmalara hız vermiştir. Bu amaçla Doğu medreseleri ile ilişkiler sıklaştırılmış, Suriye’den Yemen’e kadar Arap coğrafyasında o günlerde etkili olan Rıfai şeyhi Ebu-l Huda ve Tunus Libya tarafında etkili olan Şazeli Şeyhi Zafir’le irtibata geçilmiş onlarında destekleri sağlanmıştır. Nur-ul İzah ve Mızraklı İlmihal gibi Ehl-i Sünnet akideyi kısa ve öz anlatan kitaplar İmparatorluğun en sarp yerlerine kadar katır sırtlarında dağıtılmış, bu akımlara karşı halkı korumak istemiştir. İngilizlerin bilhassa Mısır ve Hindistn gibi Osmanlı’nın çokta etki edemediği Müslüman ülkelerde Efgani ve Seyyit Han gibi kişiler vasıtasıyla bozmaya çalıştıkları İslam Birliğini hilafet sancağı altında temin etmeye çalışmıştır. Ne hazindir ki; İslam Birliğini tesis için; Hilafet sancağını açmış olan, Anadolu’dan önce sırf bu yüzden Bağdat Ve Hicaz demiryollarını yaptıran Sultan Abdülhamit’i devirmek için mason localarında devşirilen İttihat ve Terakki sergedeleriyle beraber hareket edenlerde İtttihad-ı İslam’dan bahsediyorlar. Tarih; 9 yılda koskoca İmparatorluğu harabeye çevirenleri gördü. Onlarla beraber hareket eden İttihad-ı İslam tesis edeceğini söyleyenlerin nasıl bir beyinsiz olduğunu da yazdı. Osmanlı’nın mülkünde 43 tane devlet demeye bin şahit isteyen; Sultan, Emir, Kral denilen Batı’lıların tezgahında yetişmiş palyaçoların sahip olduğu ülkeler peydah oldu. Yavuz Selim haricinde o seleflerin hiçbiri İttihad-ı İslam derdinde değildi. Onların hepsi de; Yavuz Sultan Selim’in torunu, son İttihad-ı İslam derdiyle yanan 2.Abdülhamit’in düşmanıydılar zira… Eğer bugün benim İslam Birliğinde selef kabul edeceğim bir isim olacak olursa bu Efgani, Abduh değil, Abdülhamit Han Olur… /Orhan BAYLAN 04 Şubat 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/hoca-tahsin-ve-ali-suavi-uzerinden-selefkavgasi/481

196


Orhan BAYLAN_Yazılar

YPG Ve Cihatcı Örgütler Üzerinden Operasyon Elemanı Olmak Abd ve Batı ülkelerinde; PYD ve YPG terör örgütlerinin "yurtsever" örgütler olduğu, DAEŞ sonrası ElKaide'nin Suriye'de kalan "Cihadist" gruplarıyla mücadele ettiklerini, Türkiye'nin de bu cihatçı gruplara destek olduğu, onlarla beraber operasyon yaptığı fikri işleniyor alabildiğince. Hadi Amerika ve bazı Batı ülkeleri bunu işliyorlar, maksatları belli. Bizim içimizde; ünvanlarında siyasetçi, akademisyen, yazar, yorumcu denilen kişilerin amacı ne? Amerika zaten YPG'ye 2000 uçak, 5000 TIR dolusu silah ve techizat, sıkıştıklarında bayrak çekerek zaten bizim nasıl "stratejik müttefikimiz ve dostumuz" olduğunu göstermekten geri durmuyor, bunu anladık. Genlerine işlemiş sömürü ve zulüm, kalplerinde yerleşmiş İslamifobi ile bu devletlerin Orta Doğu ve dünya üzerinde ki diğer halklara tanıdıkları yaşam biçimi, "ihsanımız kadar kulumuz" olunuzdan öteye gitmediği herkesce malum. Bütün bunları anlıyoruz ve geri kalmışlığımıza, içimizde devşirilen mankurtlarla bizi buna mahkum edişlerine içimiz ayrıca yanıyor. 100 yıldır bu coğrafyada ki kucaklarına aldıkları Sultan, Emir, Kral ve Diktatörler eliyle, bu toprakların insanlarının petrolüyle beraber kanını emdiler. Kendi ülkelerinin veya müslüman coğrafyanın süte, bir dilim ekmeğe muhtaç çocuklara ilaç olmak yerine, Amerika'lı obez veledin hamburgerini büyütmeye akıttılar zenginliklerini.

197


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bütün bunlar bildikleriniz zaten. Ama asıl pis oyun ne biliyormusunuz? İsmi Ahmet, Kasım olan, bu ülkenin üniversitelerinde akademisyen; siyaset sahnesinde aktör, yazar veya yorumcu olan, bu ülkenin ekmeğini yiyen kişilerin, Amerika'nın uzun vadeli planlarının gönüllü figüranı olmaları. DAEŞ'e giden TIR'lar mavalıyla Erdoğan'ı Lahey'e götürme gayretlerinin yılmaz savaşcısı olarak bunun kavgasını vermeleri. Başta bahsettiğim "Cihatçı" söylemin ana gayesi; uzun vadede Türkiye'yi yönetenleri uluslararası mahkemelere çıkarma planının bir parçası. Abd ve bazı Batı'lı mihraklarca seslendirilen bu dilin yerli versiyonları, onların burada ki operasyon elemanlarıdır. Onları iyi tanıyın. Muhalif olmak, muhalefet etmek, eleştirel olmak, velevki memnun olmadığınız hükümetlerin seçim yoluyla iktidardan gitmesini temin edemeyip, çok uluslu güçlerden medet ummak olmamalı. Muhalif olmak, Erdoğan düşmanlığıyla Ülke savaştayken, düşmanın ekmeğine yağ sürmek olmamalı. Zorlarsanız; kendinizi vatana ihanetten Yüce Divan'da bulursunuz! " ÖSO El-Kaide, Cihatçı gruplarla YPG'ye harekat düzenlemek ileride bizi sıkıntıya sokar" gibi ifadeleri kullanmak, Kılıçdaroğlu'nun ve Selin Sayek Böke, Öztürk Yılmaz, Sezgin Tanrıkulu, Eren Erdem, Aytuğ Atıcı gibi isimlerin her konuşmlarında buna vurgu yapmaları, işte bahsi geçen uluslararası çalışmanın yerli uygulayıcıları oluşundandır. Erdoğan'ı ne pahasına olursa olsun indirmeyi hedefleyen iç ve dış güçler; 2019 yılı seçimlerinde öncelikle seçilmesini engellemek, daha sonra da onu Uluslararası mahkemelere suçlu olarak çıkarıp, Türkiye'de bir sürek avı başlatmak. Ve sonunda; bu ülkenin gerçek evlatlarının 70 sene sonra yakaladığı ivmeyi durdurmak, kazanımları yeniden ellerinden almak, bağımsız ve bağlantısız kendi ayakalrı üzerinde duran Türkiye'yi yine 100 yıldır olduğu gibi burnuna halkayı geçirip diz çöktürüp istedikleri yönetmek ve yönlendirmek. Şu günlerde; ÖSO El-Kaideci, İdlib bölgesinde cihadist gruplar var diyenlerin sıfatları ne olursa olsun, bu ülkenin yerlisi ve millisi değildir. Bunların içinde bazı neoselefi görüşlü olanlar var mıdır vardır. Ama Türkiye şu an bekaa sorunuyla ilgileniyor.Bunu bertaraf etmek için hergün aslanlarını toprağa veriyor. Benim Ülkem, ordum, Abd'nin besleyip büyüttüğü, stratejisi için yönlendirdiği DAEŞ'i öncelikli hedef seçmek zorunda değildir. Çünkü; Türkiye'nin öncelikli düşmanı; PKK ve PYD'dir... /Orhan BAYLAN 06 Şubat 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ypg-ve-cihatci-orgutler-uzerinden-operasyonelemani-olmak/483

198


Orhan BAYLAN_Yazılar

Tarihi Tekerrür Mü Dejavu Mu? 19.yüzyıl Osmanlı’nın en uzun asrıdır. 17. asırda başlayan durağanlık, iç çekişme, sanayi devrimini kaçırma sonucu başlayan çözüm arayışlarının getirdiği yeni çatışmalar ve kaoslar nihayet 19.yy. gelindiğinde iyice arttı ve koskoca imparatorluk 9 senede tepetakla oldu. 3.Selim ve 2.Mahmut’un Osmanlı’yı toparlama gayretiyle yaptıkları bazı atılımlar toparlamaya yetmediği gibi; Batı hayranlığının, eskilerin deyimiyle “Frenk mukallitliğinin” zirvelere çıkması sonucunu da getirdi. Güçsüzleşen Osmanlı’nın kudretli zamanlarında Avrupa Devletleri arasında ki çekişmeyi sağlamak için kullandığı kapütülasyonlar aleyhine döndü. Siyasi ve ekonomik baskı unsuru oldu. Bunun sonucunda; Osmanlı yurdu misyonerlerin hücumuna uğradı. Asırlardır beraber yaşadığımız etnik ve dini azınlıkları milliyetçilik duygularıyla Osmanlı’ya karşı isyana teşvik ettiler. 1820 yılında ilk defa İzmir’e ayak basan Amerikan Board misyonerlerinin gayretleri sonucu; 1830 yılında ticari ayrıcalık hakkı verildi. O yıllarda görevli gelen İngiliz ve Amerikalılar dışında Protestan halkın olmadığı Osmanlı topraklarının her tarafında Protestan kiliseleri ve okulları açtılar. Bulgar, Sırp ve Karadağ gençlerinin arkasında duran en başta Rusya ve İngiltere, 1875 yılında ekonomisi dibe vuran Osmanlı’dan ayrıldılar. Okullarda okuttukları Arap, Ermeni, Rum ve diğer cemaatlere ait gençlere milliyetçilik duyguları aşılamakla kalmadılar, yayın desteği, teşkilatlanma bilinci verdiler. İçeride bunlar olurken; dışarda da daha öncede başka yazılarımızda değindiğimiz bir sürü savaşlar yaşandı. Kavalalı Mehmet Ali paşa isyanı; Osmanlı- Rus Savaşı; Yunan İsyanı, Kırım Savaşı, Bulgar, Sırp, Karadağ’ın kaybı, 1877 Osmanlı-Rus Savaşı… Tunus’un Fransızlar, Mısır’ın İngilizler tarafından işgali, Kars-Ardahan-Batum’un kayıpları… Bütün bunlar hem maddi olarak yıkıma, hem de toplumda travmatik etkilere meydan olmuş olan büyük hadiselerdir. İngiltere/Rusya ve Fransa ile zaman zaman çatışarak, zaman zaman bir birleri ile olan çekişmeleri kullanılarak yapılan dış politika yanında devletin kendi içinde de yozlaşma vardı. Yeni Osmanlılar denilen muhalif unsurların çalışmaları Abdülhamit döneminde “Jön Türkler” olarak başka bir boyuta geçmiş, Avrupa’nın o gün en merkezi iki başkentinde, yani Londra ve Paris’te gazeteler çıkarıyorlardı. Bu gazeteler; yabancı posta servisleriyle İstanbul’a getiriliyor ve dağıtılıyordu. İttihadi Osmani olarak örgütlenen Askeri Tıbbıye talebeleri de içeride müslüman unsurlar olarak, Abdülhamit aleyhinde yoğun ve kesif bir propagandaya başlamışlardı. Öyleki; İstanbul’da İbrahim Temo, İshak Sukuti, Abdullah Cevdet ve diğer arkadaşlarının başına gelen bir hadise; Londra’da yayınlanan “Meşveret” gazetesinde ballandırılarak ve abartılarak yazılıyor, bu gazeteler kapütülasyonlar sayesinde aranamayan ve dokunulamayan yabancı posta servislerince İstanbul’a getiriliyor bu sefer aynı grup bunu halka yayıyordu tezvirat yapıyorlardı. İttihat Ve Terakki’yi kuran ve bir süre liderliğini yapan İbrahim Temo tutuklanıp bir müddet Bekir Ağa bölüğüne alınır ve sorguya çekilir. Bu arada onun işkenceyle öldürülüp, Sarayburnu’ndan denize atıldığı, balıklara yem edildiği yaygarası koparılır. Ve bunu kendisi anılarında anlatır.

199


Orhan BAYLAN_Yazılar

Yabancı gelmedi değil mi mizansen; “Harp okulu öğrencilerinin Menderes polislerince kıyma yapıldığı “ haberine ne kadar benziyor! İçeride Amerikan Board, Allianz İsrailete, Katolik okullar ve kiliseler ve diğer misyon görevlilerinin yalan yanlı haberleri Amerikan ve Batı gazetelerinde bol bol yer veriliyor, Osmanlı aleyhine kampanyalar düzenleniyordu. Bu arada milleti sabıka olarak asırlardır bizimle beraber barış içinde yaşayan Ermeni vatandaşlarımız isyana teşvik ediliyorlar, zulüm görmeleri için azınlıkta olsalar devlete baş kaldırmaya sevk ediliyorlardır. Bunun en güzel örneği, Merzifon Amerikan Kolejinde öğretmenlik yapan Karabet Tomayan adlı Ermeni öğretmenin, okula ait teksir makinasında bastıkları ve Sivas, Yozgat havalisinde devlet dairelerine astıkları, halkı Ermenilerin yaptıklarına karşı ayaklanmaya sevk eden bildirilerdir. Batı’lı devletler Ermenileri isyana teşvik ederken amaçları; Ermenilerin yurt edinmesi değil, Osmanlı’nın içeride meşgul edilmesi ve isteklerini daha iyi dikte edebilmeleri, azınlık hakları için idarecileri zorlayabilmek amaçlıydı. Sason ve Zeytun isyanlarının çıkış amaçları da bu amaçlara yöneliktir. Bu isyanları tahrik eden okullar olduğu kadar aynı zamanda bölgeden elini çekmeyen İngiliz konsoloslardır aynı zamanda. Bu isyanlar sonucunda 3 büyük devletin elçileri Osmanlı’yı devamlı ablukaya almış, ellerinde ki bütün imkanlarla suçluların en az cezayla kurtulmalarını sağlamışlardır. Hatta 1894 yılında çıkan Sason isyanını bastırmaya gidecek Osmanlı komutanına bile karışmak istemişler; Sultan Abdülhamit; İngiliz Elçisine ağır sözler sarf ederek huzurdan kovmuştur. Afrin’de bugün Türk Ordusu’nun nasıl davranmasını söylemeye kalkışan Amerika ile ne kadar benzerlik gösteriyor değil mi? İşte; bugün Uluslararası hiç bir hukuka dayanmadan bölgemizde cirit atan devletler o günde vardı, bugün de var. Dün misyonerlerin yaptığı çalışmaları; 150 sene önce bu topraklarda kurulan okullardan okuyup mezun olmuş; beyinleri iğfal, kalpleri ısındırılmış kişiler gönüllü olarak yapıyor. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, Abdülhamit düşmanlığıyla yaptıklarının benzerini bugün CHP ve HDP aynen yapmıyor mu? Avrupa ve Amerika basını; dün Ermeniler’e, Bulgarlar’a yapılıyor diye uydurdukları yalan ve yanlı haberlerin benzerlerini şimdi Afrin’de, Suriye’de, Türkiye yapıyor diye çarpıtarak yapıyorlar. İnsan dünü okuyup bilince; bugün yaşananlar “dejavu” gibi geliyor insana. Bu ülkenin en büyük düşmanı Türkiye’nin etrafında varlıklarını sürdüren devletler değildir. İçimizde hala eğitimini sürdüren bu okullar da değildir. Kiliseler, etnik ve dini azınlıklarda değildir. Bu ülkenin en büyük düşmanı; 1909 yılında bu memlekete çöreklenen adı İttihat ve Terakki, ama muhtevaları mason, uluslararası para, petrol ve silah sanayinin uşakları olanlardır. Cihan harbinden koca İmparatorluğu parçalayarak çıkan İttihat ve Terakki’nin A kadrosu yurt dışına kaçmış, onların yerine B kadrosu sahaya sürülmüş ve istila devam etmiştir. Zaman zaman bu memleketin çocukları ipleri ellerine almaya kalktıklarında, yukarıda bahsi geçen uluslararası şebekenin yerli iş birlikçileri ve piyonları tarafından akamete uğratılmış, geriletilmiştir. 16 yıldır Türkiye’nin yerli ve milli evlatları yeniden bir varlık ve bekaa mücadelesi vermeye başlamıştır. Bunun sonucunda bölgesinde oynanan oyunları bozmaya başlamış, bölgenin asli unsurları olmayan güçlerin kurdukları oyunu bozmaya başlamıştır. Yani; Uyuyan dev uyanmıştır. /Orhan BAYLAN 08 Şubat 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/tarihi-tekerrur-mu-dejavu-mu/484

200


Orhan BAYLAN_Yazılar

100 Yıl Sonra Hala Aynı Bugün malum Osmanlı'nın son dik duran Padişah'ı Abdülhamit Han'ın vefat günü. Yaralı aslanı yıkmak için, içeride ve dışarıda durmadan çalışanlar bütün hucumların hedefine Abdülhamit Han'ı koymuşlardı. 1908 yılında Meclis-i Mebusan açılması yetmemiş, Abdülhamit'i indirmedikçe istediklerini yapamayacaklarını gören Batı'nın devşirmeleri, Selanik'in ara sokaklarında ki mason mahfillerinde, rakılı rum meyhanelerinde bunun planlarını yaptılar. İttihat Ve Terakki Cemiyetine girmiş olan, Allianz İsrailite mezunu mason klubü mensupları, kadın ve kızlarla devşirdikleri subaylarla beraber harekete geçtiler. Numayişler tertip eyleyip, din adamı kılıklı soytarılara, milli görünümlü ne kadar gayri milli ağzı cerbezeli laf yapan şair ve yazarlara nutuklar attırdılar. Abdülhamiti devirmeye giden hareket ordusunun %60'ı Selanik yahudi ve dönmelerinden mürekkepti. Diğer millet mensuplarını da yazalım. 4000 bulgar 2050 rum 8000 arnavut 700 yahudi Başka kimler destek vermiş bir bakalım. Makedon Yane Sandanski Paniço, Çirçio, Kapitan Keta, Krayko. Bunlar Yıllarca Balkanlarda Osmanlıya karşı çetecilik yapan Rum, Makedon ve Bulgar çete reisleriydiler. Yani bugünün PKK, YPG ve PYD'si.. Ayrıca bu orduya daha sonra Ermeni Taşnaksutyun mensupları 7-8 kadınla bir çok erkek katılmışlardır.

201


Orhan BAYLAN_Yazılar

Peki bizim bildiğimiz kimler var başka harekat ordusunda. Mustafa kemal Enver Paşa Talat Paşa Cemal Paşa Kazım Karabekir Fevzi Çakmak. Resneli Niyazi. Ayrıca o dönem Sultan Abdülhamit'e karşı olan çok sayıda din adamı da vardır. Fatih dersiamlarından Mustafa Sabri Mustafa Asım Efendi Elmalılı Hamdi Yazır Mehmet Fatin(Gökmen) Said-i Nursi Mehmet Akif İskilipli Atıf. Ve 31 Mart 1909 da İstanbula giren hareket ordusu Abdülhamit Han'ı tahttan indirdi. Hal' kararını tebliğ eden heyette ibretliktir. Yahudi ve mason meşrıkı azamı Emanuel Carasso Ermeni komitacı Aram Efendi Arnavut Esat Toptani Gürcü Arif Hikmet Paşa Türkiye'nin işgali Yunanlıların İzmir'e çıkışıyla değil, 31 Mart 1909 günü Sultan Abdülhamit'in Yıldız 'da tahttan indirildiğinde başladı. Ve o işgalcilerin fikri yapısı, sahip oldukları Batı hayranlığıyla, hoyratca bu toprakların değerlerini hercü merç ettiler... 109 senedir işgalde bu vatan... Osmanlı'nın son kudretli padişahını devirmek için kimler kimlerle iş birliği yapmış görüyorsunuz değil mi? 109 sene önce bir araya gelmesi muhayyel insanları Abdülhamit Düşmanlığıyla bir araya getirenler, 10 sene içinde koca imparatorluğu paramparça edip talan ettiler. 109 sene sonra bugün yine hiç bir araya gelmemesi gerekenler, bir birine benzemezler, Erdoğan düşmanlığı şemsiyesiyle yine birleştiler. Ve yine bu Ülke'nin dizleri üzerinde kalkmasını, tarihteki eski ihtişamlı günlerine dönmesini engellemeye çalışıyorlar. Yüzyıl sonra da bu topraklarda oyun hep aynı... /Orhan BAYLAN 10 Şubat 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/100-yil-sonra-hala-ayni/486

202


Orhan BAYLAN_Yazılar

PKK'nın Mezarını YPG Kazsın! Aslında Abd Savunma Bakanı Mattis'in sözleriyle alay ettik, dalgamızı geçtik, filan ama, aslında söylemek istediği bir gerçek. PYD aslında br KCK yapılanması. Yani; İran'da PJAK, Türkiye'de PKK ve Suriye'de PYD gibi yapıların en üst kuruluşu KCK. Suriye'de ki PYD'yi de, KCK2nın en büyük ve en etkili yapılanması olan PKK organze etti. Tabi; bunun için Suriye içinde bir bölgenin diğer etnisitelerden arındırılıp merkez üssü olması gerekiyordu. Kürt ve Arap halkları karışık yaşayan binlerce yıllık Ayn-el arab isimli yerleşim yerine önce DAEŞ denilen Amerikan istihbaratının kontrolünde ki güya İslami bir örgütü saldırttılar. Orada ki Kürt ve Arap halklar katledilme endişesiyle Türkiye'ye kaçtılar. Sonra Batı ve Amerika basınında Rojava adını verdikleri bin yıllık Ayn-el Arap'ta kürtlerin DAEŞ tarafından zalimce katledildiği, soykırıma uğradığı yalanı bol bol işlendi. Türkiye'de bunu Demirtaş'ın lideri olduğu HDP basında ki goygoycularıyla işlemeye başladı. Bunun için; Türkiye'nin Rojava'da ki katleden veya edilenle ne alakası varsa "Başkaldırmaya" teşvik etti. Bu konuda halkı galeyana sevk etti. Ve o çağrının sonucu 50 Kürt vatandaşımızı katlettiler. Kuzey Irak'ta ki Barzani'de Kürtlerin katline sessiz kalıyor gibi bir yaftayı yememek için, fikren ve siyaseten düşmanı olan PYD için silahlı peşmergeleri, Trkiye'nin de göz yumması ve oluruyla Rojava bölgesine geçirdi. Şahane bir algı yönetimi çalışması yapılmış, Irak, Türkiye ve bütün Dünya'da PYD'nin oluşumu için gönüllü bir katkı sağlanmıştı. O algı sonucu esen rüzgarın karşısında, bugün yok etmek için askeri harekat düzenleyen o günün AK parti hükümeti duramamış ve PYD'nin meşruiyeti için yardımcı bile olmuştu. Fakat daha sonra Türk Hükümeti ve askeri kadrosu, uzun vadede bekaa sorunu olacağını gördükleri bu oluşuma karşı önce Fırat Kalkanı harekatıyla yarma harekatı yapıp, Afrin ve Rojava kantonlarının birleşmesine engel olmuştu. Bunun bir sonraki hedefi de yalnızlaştırılan ve pazarlıklar sonrası Rus güçlerince tahliye ettirilen Afrin'in PYD/YPG güçlerinden arındırılmasına gelmişti. Bu arada PYD DAEŞ kontrol sahalarına sanki savaşırmış gibi konmuş, hem Suriye'nin en verimli gaz ve petrol sahaalrına sahip olmuş, hem de Dünya kamuoyunda DAEŞ'le savaşan "güzel insanlar" oluvermişlerdi.

203


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ama Türkiye'nin hem Fırat Kalkanı harekatı hem de Afrin operasyonu bütün planları alt üst etti. Elde edilen gaz ve petrolü denize ulaştırıp dünya pazarlarına satacak yolu tıkadığı gibi, söz verilen toprakların büyük bir kısmının elden gitmesine sebep oldu. Sanki bu yetmezmiş gibi bir sonraki hedefin Münbiç ve devamında Rojava bölgesi ve dolaysıyla bütün PYD kontrolündeki alan olduğunu deklare etti. Bu Amerika'nın 7 senedir ilmek ilmek ördüğü; hem bölgedeki istikrar ve huzuru bozan bir seküler Kürt yapılanması için, hem elde ettiği petrol ve gazın arzı için ve hem de; İsrail'in güvenliği için kabul edilebilir bir şey değildi. Öncelikle her şeyi denedikleri( içeride ve dışarıda ki bütün argümanlarla Türkiye'de ne Erdoğan'ı indirebildiler ne de poltika değişikliği sağlayabildiler) Türkiye'nin durdurulması, planın tamamen suya düşmesinin önüne geçmeliydiler. Türkiye artık DAEŞ'le mücadele eden cici YPG martavalını yemiyor. PYD'nin ona saldırıp saldırmamasının da bir ehemmiyeti yok. O zaman yapılması gereken; hem Türklerin memnun olacağı bir şey, hem de Dünya kamuoyunu ikna edecek bir plan yapılmalıydı. 35 yıldır Türkiye'nin başına bela olmuş olan PKK'yı tamamen tarihin çöpülüğüne gömecek bir plana Türklerde hayır diyemezdi. İşte Savunma Bakanı Mattis'in ağzından kaçırdığı, eveleyip gevelediği bu. Zaten PKK son zamanlarda güçlerinin büyük kısmını YPG'ye aktardı. Çukur harekatıyla büyük zayiat verdiler. Doğu ve G.Doğu'da yapılan iyileştirmelerle ve yeni İHA/SİHA ve diğer techizatlar karşısında etkisizleşen PKK ile Türkiye'yi sıkıştırmakta mümkün değil. Üstelik artık PKK zırnık adım atamıyor sınır içinde. Her dakika sahayı tarassut eden İHA'lar la iki militanın dağda mağaradan başını uzatması mümkün değil. Çözüm sürecinde Kürt halkına yaşattıkları yüzünden bölge halkı da artık PKK'ya kucak açmıyor, desteklemiyor ve göz yummuyor. Üstelik her fırsatta güvenlik güçlerine ihbar ediyor. Bu yüzden PKK artık miadını doldurdu. PKK tarihin çöplüğüne gömerken ona mezar kazıcı olarak YPG'yi seçiyor Amerika. Aslında yeni bir kahraman doğuruyor. Kendi terör listesinde ki PKK'yı, onun evladı olarak nitelenebilecek olan YPG'ye öldürtüyor. Ve YPG'ye dünya sahnesinde meşruiyet kazandırmaya çalışıyor. Mattis'in sözlerine güldük ama şeytani bir plan var işin altında... Yer miyiz peki? Yedirirler yedirirler. Öncekileri bize nasıl yedirdilerse bunu da bal gibi yedirirler... /Orhan BAYLAN 15 Şubat 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/pkknin-mezarini-ypg-kazsin/490

204


Orhan BAYLAN_Yazılar

Afrin'e Esed Güçleri Girer Mi? Önce İran Fars Haber ajansı yazdı. Perşembe günü (15.02.18) Esed güçleri Afrin'e girecek dedi. YPG Türk askerini tahkim ettiği dağlarda durduramayınca Afrin'i Esed'e teslim etmeyi yeğledi. Tabi bu arada Esed kendi kendine Afrin'e veya başka bir yerde operasyona kalkışabilir mi? Elbette hayır. Rusya'nın onayı olmadan Esed, lavaboya bile gidemez. Peki bu sözler ne anlama geliyor? Pazarlık.. İnanın her dakika pazarlıklar var. Rusya hava sahasını açtı, Afrin'e operasyon başladı, sonra ne olduysa birden hava sahasını 5 gün kapattı. Türk savaş uçakları ve helikopterleri 6 gün boyunca uçuş yapamadı. Büyük ihtimal Münbiç konusunda Abd ve Türkiye bazı ilerlemeler sağladı, Rusya bunun önünü kesmek istedi. Sonra Abd güvenlik baş danışmanı ve peşinden Dış İşleri Bakanı Türkiye'ye gelir gelmez Afrin'i Esed'e teslim meselesi çıktı. Rusya; Amerika ile Türkiye arasında bazı iyileşmeler, yakınlaşmalar sezdi ki bu tür hamlelerle Türkiye'yi sıkıştırmaya çalışıyor. Yani bu bölgede Türkiye; hem Abd ile hem Rusya ile dans ederek operasyon yapıyor. Kimse öyle büyük laflar etmesin bana. Erdoğan gücünü iyi biliyor ve müzakerelerini bugüne kadar iyi götürdü. Türkiye'nin menfaatleri doğrultusunda, orada bir koridor oluşmasının Türkiye'nin uzun vadede bekaa sorunu olacağını görüyor, bu doğrultuda yapılaması gereken ne varsa yapıyor. Bazen bir adım geri, bazen iki adım ileri. Artık askeri harekatların, elde kılıç küffar üzerine tam gaz saldırmakla olmadığını iyi bilin... İşte bütün bunları yorumlayan siyasetçilerin, Türkiye cihetinden meseleye

205


Orhan BAYLAN_Yazılar

bakmalarını isterim. Adı Mehmet, Ahmet olan akademisyen, PKK'lı gibi, Amerika'lı gibi, Suriye'li gibi konuşamaz. " YPG'nin Afrin'i rejim güçlerine terketmesi durumunda Türkiye'nin karşı çıkmaması gerekir," ya da " Türkiye'nin savunduğu Suriye'nin toprak bütünlüğü değil miydi buna uygun oluyor " diyen siyasetçi, ilim adamı kılıklı insanların bu memleketin menfaatleri karşısında potansiyel düşman olduklarını düşünüyorum. Afrin'e rejim güçlerinin yerleşmesi, görünüşte karşı çıkılmaması gereken bir düzenleme gibi gayet mantıklı geliyor.Burada oynanan tiyatroyu görmek istemeyen, Türkiye'nin önünü kesmek için böyle bir oyuna başvurulduğunu göremeyen akademisyen ya da siyasetçi, velev ki gazeteci de olsa, ya bilerek hainlik yapıyor ya da benim terminolojide ki diğer ifademle, SALAK. Demezler mi; 6 yıldır YPG Afrin'de, niye davet etmediler, Türk Ordusu Afrin'i çevreleyen dağları temizleyip, Afrin görününce mi akıllarına geldi. Onlar da biliyor ki; PYD gitmeden Türkiye oralardan çıkmaz, ama Esed'i daha önce olduğu gibi yine kovalayıverirler. İki sakallı ajanın etrafına toplanan, cihad yaptığını sanan ahmak bir kaç DAEŞ'li uydururlar, Esed güçleri gider, YPG kahraman olarak Afrin'e tekrar döner... Bu tiyatroyu Musul'da, Rojava'da, Deyrozzor ve Rakka'da oynayıp yedirmediler mi bize... PYD'ye verecekleri topraklara önce DAEŞ denilen CIA ajanlarının yönettiği taşeronu soktular. Sonra De Guelle'nin Paris'e giriş sahnesi gibi mizansenle YPG militanlarını soktular. Paris'in meşhur fahişeleri yerini, dünyanın her tarafından DAEŞ militanlarına karılık yapmaya geldiğini, önüne gelenle yatarak cihad yaptığını sanan salak fahişeler alıyor sadece. Ama girişte de dediğim gibi; bu bölgede oyun çok. İnsanın canını sıkan; bölgede ki oyunu okuyamayan, ya da aslında okudukları halde diğer aktörlerin menfaatine içeride algı yapmaya çalışan, isimleri Türk ve Müslüman gibi olan yorumcu ve siyasetçiler. Bunları bilin ve mimleyin... Mühim olan bizim yerli ve milli duruşumuz. Onların süper silahları olabilir. Güçlü olabilirler. Ama bu bölgede oyun kurmalarının maliyeti canlarını yakıyor. Ve uzun vadede burada bu operasyonları sürdürmeleri mümkün değil. Biz bu oyunu bozar kendi oyunumuzu ikame ederiz. Hiç merak etmeyin... /Orhan BAYLAN 17 Şubat 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/afrine-esed-gucleri-girer-mi/491

206


Orhan BAYLAN_Yazılar

ABD Bloğunda Nasıl Kalacağız? Bir marketiniz var, ortak. Ortak dediysem 70 yıllık bir ortaklık, dedenizden miras. Dükkanın idaresini hep o yapmış, yıl sonunda eline ne kadar kar payı verdiyse, “Çok şükür” demiş, duyunu şükranla, arzı hürmetler etmişsin hep. Onun akrabasından biri senin evden komşun. Senin çocuğu zırt pırt dövmüş, bahçeni talan etmiş, sen de bir gün kızıp onun oğlanı dövünce, senin ortak seni cezalandırmış, 2 yıl kar payını vermemiş. Son zamanlarda senin bu ortağa bir haller olmuş. Senin düşmanın olan, hiç sevmediğin birine, sermaye verip, mal verip bir market açtırmış. Onun desteklediği bu yeni marketi açan herif ondan aldığı cesaretle, seni tehdit edip, daha dur senin dükkanında yarısını alacağım diyormuş. Defalarca kendisini uyarmana rağmen, seni oyalıyor, “biz bak senle dededen ortağız, bizim dostluk baki” deyip habire yeni dükkana mal yığıyor. Ne yapardınız? Basit anlatmaya çalıştım biraz ama; bizim Amerika ile ilişkimiz bundan daha beter. Bugünlerde bazı yorumcular ve köşe yazarları; “Ama bizim de yerimizi belli etmemiz gerekir.Hangi bloktaysak ona göre davranmamız lazım.NATO içindeysek, ona göre davranmamız gerekiyor” diyorlar. Hatta bazıları; “Ama Türkiye bir ona bir buna yaklaşıyor, ikili politika izliyor, sözünde durmayan aslında bizim ülkemiz” diyor. Şimdi biz 1947’den beri Amerika ile beraberiz, 1952’den beri de NATO içinde “stratejik müttefikiz.” Fakat 1991’den beri bölgede ki olaylarda Amerika hep Türkiye’nin gelecekteki çıkarları hilafına davranıyor. Saddam Hüseyini önce tahrik edip Kuveyt’e saldırtıp, sonra da onu cezalandırmak için Körfez harekatını yaptığı günden bu yana Türkiye fatura ödüyor. Türkiye’de konuşlanmış Çekiç Güç eliyle K.Kürdistan federe devletini güçlendirmek, PKK’ya lojistik ve silah desteği sağlmaak hangi ortaklığa sığıyor? DAEŞ’in oluşumu için gerekli zalimlikleri yapıp sonrada bu örgütün iplerini eline alıp, joker gibi kullanarak bölgede ki istikrarı ve huzuru bozmak hangi müttefikliğe sığıyor. Suriye’deki muhalefeti silahlandırıp Rejim ve DAEŞ eliyle milyonlarca sığınmacıyı Türkiye’ye göçe zorlayıp, ülkenin ekonomisini ve istikarrını bozmak nasıl bir stratejik ortaklıktır? 15 Temmuz NATO ve Fetö darbesini tertiplemek hangi ortaklık kitabında yazıyor? Bizim Amerika ile 70 yıllık ortaklığımız Temel’le Dursun’un ortaklık hikâyesine benziyor. Temel ve Dursun iyi arkadaşlar çocukluktan beri. Temel’in babası çok zengin ama o hiçbir işin ucundan tutmuyor. Dursun’da hep çalışıyor ve usta oluyor. Bir gün Temel’in babası vefat ediyor. Yaş olmuş 35, ama hiçbir meslek bilgisi, ticaret bilmiyor. Dursun’a diyor; “Babamdan baya servet kaldı, ama biliyorsun hiçbir iş yapmadım. Tecrübem yok. Sen de de ustalık var para yok. Biz arkadaşız, gel beraber iş yeri açalım. Ben para sen sanatını koy.” Olur derler ve açarlar. Bir yıl sonra Dursun’u yolda gören biri sorar: “Ula sizin Temel’le ortaklık nasıl gidayi” Dursun der ki: “Ula bizim ortaklık bittu.” “Ne oldu ki sonuç “ diyor. “Ya, Temel tecrübe ben

207


Orhan BAYLAN_Yazılar

para kazandum…” Bizim 70 yıllık Amerika ile stratejik müttefikliğimizin hülasası da bu… Biz yediğimiz kazıklarla tecrübe, Amerika hep para kazandı. Gelelim bizim ikili oynadığımıza, bir Abd’ye, bir Rusya’ya yanaşma meselemize… Evet biz iki süper gücün oyun sahasının tam ortasında olan bir devlet olarak, bu dalgalı denizden gemimizi sağ salim çıkarmaya çalışıyoruz. Bunun içinde habire manevra yapıyoruz. Yukarıda da bahsettiğim gibi 70 yıllık ortağımızın bize atmaya çalıştığı kazığa, yine NATO’dan ve Batı Bloğundan çıkmadan, ipleri koparmadan, Rusya ve Çin bloğuna tam teslim olmadan engel olmaya çalışıyoruz. Suriye’de PYD/PKK koridoruna mani olacaksak, Amerika ile anlaşarak engel olmanın mümkün olmadığını, bilakis Abd’nin gözümüzün içine baka baka, peşi sıra yalanlar söyleyerek bunu gerçekleştirmeye çalıştığını bilirken, nasıl ortak çalışacağız. Türkiye bütün yapılanlara rağmen, yalanlara, sözlerin yerine gelmemesine rağmen yine de köprüleri atmıyor/atamıyor ve Abd ile ilişkileri belirli seviyede yürütmeye gayret ediyor. Biliyor ki; Amerika’ya teslim olmak, PYD/PKK koridorunu kabul etmek demek. Onun için Rusya’ya yaklaşmak, iyi geçinmek zorunda. Hava sahasını açması için Rusya’ya da tavizler vermek mecburiyetinde kalıyor. Bütün bunları bile bile; Türkiye’yi suçlamak hem de bir Türk vatandaşına yakışır mı? Bazılarını dinlerken zaten Türk vatandaşı mı diye de ayrıca düşünüyorum… Her şeyi Amerika’ya bırakıp, onun sadece jandarmalığını yaparak nasıl mutlu olabiliyorlar şaşıyorum… /Orhan BAYLAN 20 Şubat 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/abd-blogunda-nasil-kalacagiz/494

208


Orhan BAYLAN_Yazılar

Sana Ne? Bırak; Amerika ne yaparsa yapsın, Irak'ta Suriye'de... 70 yıllık dostun, müttefikin, Batı medeniyetinin bir parçası... Batı değerleriyle kavga etme pahasına Amerika ile kavga edilir mi? Onunla kötü oldun mu bak; içinde ki 200 yıldır yerleştirdikleri elemanlar, aileler, uyandırılıyor harekete geçiriliyor. Uyuyan hücreler, harekete geçiyor.Karaimler, Sabetayistler, Pakrudinler..Hepsi... Misyoner okullarında yetiştirip devşirdikleri beyinlerle senin Dış İşlerinde, Bürokrasinde, TÜSİAD'ında, Üniversitelerinde ki adamlarıyla saldırıya geçiyorlar. 200 senedir okullarda okuttukları, makam mevki ve paye verdikleri, zengin ettikleri, fabrika sahibi yaptıkalrı insanlar eliyle seni köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlar. Fransız, Alman, İngiliz STK'ları hep birden hücum ediyorlar. Ne kadar Washington merkezli CIA ve Pentagon organizasyonlu think-thank ve sosyal klüpler, STK'lar varsa, AF örgütü, Barış örgütü gibi caf caflı isimlerle seni her alanda zorda bırakacak çalışmalar yapıyorlar. Neymiş efendim; 20 sene önce Amerika Dış İşleri Bakanı Conlezza Rice'in söylediği gibi bölgede Türkiye'de dahil 22 ülkeyi parçalayacaklarmış filan... Sana ne... Parçalasınlar, Osmanlı yıkıldığından beri parçalayıp durmuyorlar mı zaten... Kürt Devleti mi kuracak Irak'ta bırak kursun. Sana ne... Suriye'nin kuzeyinden denize bir terör koridoru mu açacak... Sanane açsın ne karışıyorsun. Değer mi Dünya'nın en süper gücü Amerika ile kötü olmaya... Sen kimsin ki; koskoca Amerika'ya kafa kaldırıp, parmak sallıyorsun.. Aklın mı yok senin! Senden öncekilerin yaptığı gibi itaat et... Rahatına bak... Fullbright'a Milli Eğitim'i, Monsento'ya, Cargill’e tarım bakanlığını, Pentagon'a Genel Kurmay'ı, MİT'i de Mossad ve CIA'ye ver... Bak rahatına... Köprü yap, yol yap... Sivas'tan öteyi isterlermiş... İstesinler... Bak bir zamanlar; Oniki adaları, Kerkük ve Musul'u bıraktık öldük mü? Büyüme durur, enflasyon yükselir, hazine talan edilirmiş.. Edilsin.. Sanki ilk defa mı talan ediliyor bu Ülke'nin hazinesi. Borçlanırız, habire faiz öderiz, büyümeye ve kalkınmaya gidecek paralar baronlara, IMF'lere gidermiş... Gitsin.. Sanki ilk defa mı gidecek... Dünya Bankası Derviş'i, IMF, keçi sakallı, götten bacaklı Carlo Coterelli'yi yollar, her hafta Hazine ve Maliye bürokratlarını karşılana dizip emir yağdırırlarmış.. Sana ne yağdırsınlar... İlk defa mı bunlar bu memleketin başına geliyor sanki... Ülke'de istikrar bozulur, büyüme durur, işsizlik, enflasyon artar, faizler yine eskisi gibi olur, anarşi artar, millet bir birini yemeye başlar..mış mış... Sana ne... Değer mi 70 yıllık dost ve müttefik Batı değerlerinin temsilcisi Amerika'yla kötü olmaya... Diyesim geliyor bazı orospu çocuklarını okuyup, dinledikçe de... Diyemem arkadaş diyemem... Ev kira olsa da, bu VATAN BİZİM be.... /Orhan BAYLAN 20 Şubat 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/sana-ne/496

209


Orhan BAYLAN_Yazılar

Batı Uşağı İlim Adamları Samsun İmam-Hatip Lisesi'nde 4 sene okudum. Çok faydalandığım o okulun bizim yıllarda ki en güzel etkinliklerinden biri münazaralardı. O yıllarda cumartesi öğleye kadar eğitim devam ediyordu. Cuma öğle sonları bilgi yarışmaları, münazaralar, tiyatrolar ve çeşitli anma toplantıları olur, okulun en alt katı hınca hınç dolardı. Çok iyi hatip olan abiler vardı o yıllarda okulda. Bunlardan birisi de soy ismini unuttuğum Hüseyin adında biriydi. Tezini savunurken yabancı yani Avrupa’lı, Amerika’lı ilim adamlarına, filozoflara atıflar yapardı. 5 dakikalık konuşmada 10 isim 10 kitap sayardı kesin. Bir gün sordum: "Abey, bu saydığın isimlerin eserlerini araştırıp okudun mu?" "Yok lan oğlum" dedi. "O not veren hocalar; amma araştırmış derler, hiç bir ismi zaten tanımazlar, bilmiyormuş demesinler diye saydığım isimleri yanlış da diyemezler. Mevlana, Gazali, İbn-i Haldun desem bunlar küçümser, burun kıvırır notta vermezler. Ama uyduruk gavurca isim ve kitapları bilmez, bilmedikleri için de yüksek not verirler." Gerçekten çok acı ama ne yazık ki durum böyle. Bazen televizyon da ya da bir toplantı da bir konuşmacıyı. Adam başlıyor; Adam Smith, felsefe'nin inceliklerinde şöyle demiş... Montgomery Watt, Digital World and Citizen... adlı eserlerinde diyor ki... Say babam say... "Vay be adama bak, ne kadar çok kitap okumuş, ne kadar atıfta bulunuyor." Adam Smith felsefeci değil, Watt bilişimci değil diye feryat etsen ne fayda.! Kim dinler sarı çizmeli Mehmed Aga’yı… " Sen kimsin lan, adam koca prof..boru mu."...Der, üstelik seni şöyle müstehzi bir edayla süzerken... Velevki isimler doğru olsa ne yazar. Bir insanın bir dersi, konuşmayı, ya da karşısındaki kişiyi dinleme süresi bir araştırmaya göre 16 dakikaymış. Sen televizyonda konuşurken; saydığın bir sürü isim ve yabancı dildeki eser isimleri, içinde bolca günlük kullanımda olmayan kelimeler içeren cümlelerle hangi bellekte ne kadar kalacağını düşünüyorsun. Bu ego tatmininden başka bir şey değil aslında… Yazı, makale olsa haydi neyse diyeceğim de… Bir de olayın başka bir boyutu var. Bizim insanımızın 200 yıllık bir taklit/özenti hastalığı var. Eskiler buna “Frenk mukallitliği” demişlerdi. Şimdi sadece Frenk ihtiva etmiyor. Batı’ya dair her şeyi almaya, özümsemeye, sorgusuz sualsiz kabul etmeye teşne bir güruh var. İlim adamı da olabiliyor, ya da Cadde’nin, K.Yaka’nın sıradan kokoşu da… Ayrıca; Kilisenin ve engizisyonun ağır baskısına karşı ateist veya en iyisi deist olan Batı'nın aydınlanma çağı ürünü felsefecilerinin veya teologlarının görüşüyle Doğu'yu ve İslamı anlamaya çalışmak, yargılamak ve sonuca bağlamak merakı adeta; müslüman mahallesinde salyangoz satmak niyedir anlamadım gitti. İslamı bırak Doğu'nun hiç bir değerini okumadan, bilmeden, kendi coğrafyasına, kültürüne ve dinine düşman tiplerden artık sadece iğreniyorum. “Bana ne lan Amerika'dan” diyecek adamlar gelecek mi? Demişti rahmetli Halil Kantarcı... /Orhan BAYLAN 22 Şubat 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/bati-usagi-ilim-adamlari/499

210


Orhan BAYLAN_Yazılar

Şeker Fabrikaları Peşkeş Mi Çekiliyor? Efendim fıkra bu ya; bir keçi varmış her gün 5 kilo süt veriyormuş. Demişler bu çok güzel bir keçi, çok faydalı, bunu devletleştirelim. Kadroya almışlar. Fakat keçi başlamış 1.5-2 kilo süt veremeye. “Yahu sen her gün 5 kg. süt veriyordun eskiden n’oldu böyle kesildi” Demişler… Cevap vermiş keçi: “Eee artık devletin kadrolu keçisi oldum, o kadar ıkınmaya sıkınmaya ne gerek var” Bizim devlete ait KİT’lerin istihdam politikası çalışan arkadaşlar alınmasın ama tam da böyle ne yazık ki… 3-18 Mart arasında devlete ait şeker fabrikalarının 14 tanesi satışa çıkıyor. Bu yüzden de sosyal medyada bu konuda ileri geri bir sürü yazı paylaşılıyor. Tabi bizim toplumun bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak gibi bir hastalığı var.Bu yüzden ne yapılmak istenene kulak verirler, ne bu konuda daha önceki uygulamalara bakar, ne de yayınlanmış bir yazıyı okurlar. Şu satırların yazarı olarak Devletin; güvenlik, maliye ve denetleme haricinde ki (eğitim ve sağlık) dahil bütün alanlardan elini eteğini çekmesini savunan biriyim. Ne yazık ki geçmiş uygulamalarda bu konuda ki haklılığımızı ortaya koyuyor. Birileri 1930’ların devlet eliyle yapılan sanayileşmeyi örneklemesi, o günün realitesi açısından doğru olsa ki; (bunda bizim sermaye birikimi ve tevarüsü konusunda ki sabıkamızdandır) bugün için “arpalık” olmaktan öte bir işlevi yoktur. Yaptığı üretimle halka faydalı olmak yerine halkın sırtına bindirilen yüklerdir KİT’ler. Öncelikle şeker fabrikalarına bir bakalım. Şu anda devletin elinde 25 adet şeker fabrikası var(TÜRKŞEKER) Mart ayında satışa çıkarılan bunlardan 14 tanesi.

211


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bütün şeker fabrikalarında çalışan kadrolu işçi sayısı 5178. Geçici işçi sayısı 2754. Taşeron işçi sayısı; 10 binden fazla. Eskişehir Şeker ve Makine Fabrikasında çalışan kadrolu işçi sayısı 106, taşeron işçi sayısı 774. Şimdi bir özel sektör ve devlet işletmesi kıyaslaması yapalım. Trakya da pancar ekimi yapılmadığı için 4 sene çalışmayan Alpullu Şeker Fabrikası tekrar pancar ekimi yapılmaya başlandığı için 500 işciyle üretime başladı. Yıllık işleyeceği ürün, 130 bin ton. Özel sektöre ait Bal küpü Şeker Fabrikasına bakalım. Yıllık pancar işleme kapasitesi, 750 bin ton. Çalışan işci sayısı, 445. Bal küpü şeker Alpullu gibi işçi çalıştırsa, 2500 kişiyle aynı üretimi yapması gerekiyor. Tabi bu konuda karalama kampanyası yapanların en fazla ileri sürdükleri, NBŞ üretimi yapan Cargill gibi dünya devi firmaların şeker fabrikalarını kapattırdığı fikri. Öncelikle NBŞ üretimi ile şeker pancarı ile üretim yapan fabrikaların bir biriyle ilgisi yok. Bu arz taleple ilgili bir konu. Şekerleme ve tatlı sektörü malesef ucuz olduğu için Mısır nişastasından yapılan şekeri kullanıyor. Bu tarz üretimleri engellemenin yolu toplumu bu ürünlerin kullanımıyla ilgili bilinçlendirmekle mümkün olur. Akşam eve gelirken çocuğunu sevindireyim diye şekerleme aldıkça, eve baklava alayım derken en ucuzunu tercih ettikçe NBŞ firmalarını güçlendirmeye devam edeceksin. Ayrıca; baskı yapman gereken bütün gelişmiş ülkelerin yaptığı gibi NBŞ kotalarının düşürülmesi için siyasilere baskı yapmak. Ayrıca; NBŞ üretimi yapan 5 kotalı 5 kotasız fabrika var. Kotalı firma yurt içine satan, kotasız direct ihracaat için üretim yapan demek. Devletin bu kotalı ve kotasız firmaları çok sıkı denetlemesi gerekiyor. Tabi satışa karşı çıkanların bir argümanı da, bu fabrikaların sahip oldukları arazilerin başka amaçla kullanımı ile ilgili endişeleri öne sürmeleri. İhale sözleşme şartlarında; üretim amaçlı taşınmazların satışının yapılmadığına dair açık hüküm varken bunu ileri sürmek konuya bigane yaygara koparmak demektir. Zaten yine ihalede açık açık yazan, 5 yıl süresince kendilerine verilen bu fabrikaları mevcut üretimin altında tutan işletmelerin teminatları yanar ve ihale iptal edilir diyor. Bu da aynı zamanda pancar üreticisini koruyan bir maddedir. Bu Fabrikaları Cargill gibi bir firma niye alsın. Yenisini yapmak bu fabrikaları dönüştürmekten daha kolay… Bır de bu fabrikaların satışına karşı çıkanlar kimler kısaca inceleyelim. Sendika; devlette olduğu sürece özel sektörde olduğundan daha rahat çiftlik ağalığı yapacakları için karşı çıkıyor. Hali hazırda kadrolu çalışan işçiler. Başka kurumlara geçebilecekler veya yeni işverenle devam edebilecekler. Bu da yersiz bir endişe… Bir de bunları ATAM yaptırdı diye karşı çıkan Kemalistler, ve her şey devlet eliyle olmalı diyen Komünistler. Ha bir de; şeker fabrikalarının çoğu Erbakan zamanında yapıldı propagandasına inanan Saadet partililer… İşin özü: Kimse şeker fabrikalarının satışı konusunda rasyonel düşünmüyor. İktisadi açıdan, ekonomik getirisi, üretim/istihdam açısından bakmıyor. Herkes siyaset, menfaat veya nostaljik değerler açısından bakıyor. Bu da gerçekçi olmayan bölünmelere yol açıyor. /Orhan BAYLAN 23 Şubat 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/seker-fabrikalari-peskes-mi-cekiliyor/500

212


Orhan BAYLAN_Yazılar

Orta Doğu'yu Kan Gölüne Çeviren Kim? Haçlı savaşları ve İsrail’in bölgede ortaya çıktığından ya da 1.Cihan harbinden bu yana Orta Doğu adı verilen bu coğrafya’da pek savaş yok. Şimdi hemen birileri hemen İran ve Memluluk’larla yapılan savaşları öne sürecek. Toplam 600 senelik bir zaman diliminde yapılan savaşlar bölgede savaşların eksik olmadığı anlamına gelmez. Osmanlı’nın bölgeye hakkim olduğu yaklaşık 400 seneyi aşkın zamanda kayda değer savaş yok. Bölge huzur içinde. Ne zamanki sömürgelerden elde ettikleri müthiş gelir ve sanayi devrimi Batı lehine dönmesini sağladı ibrenin. Orta Doğu’da ki zengin petrol ve gaz gelişmiş ülkelerin bölgeye hakim olma kavgasını getirdi. Protestan Evangelist’lerin; önce İngiltere eliyle dizayn ettiği bölgede ki devletçikler, 2. Dünya Harbi sonrası Amerikan Evangelist’lerinin eline geçti. Parayı ve enerjiyi yöneten para babaları için dişleri sökülen yaşlı İngiliz aslanından çok daha iyi bir jandarma adayı genç Amerika’ydı, ve onlarda güçlerini o ülkeye devşirdiler. Dünya para baronlarının kurduğu İsrail Devleti’nin güvenliği başta olmak üzere, enerji havzalarının kontrolü içinde bu coğrafyanın minimize edilmesi gerekiyordu. O minik devletçiklerin başına, topraklarında yaşayan halkların en azınlığına mensup kişilerin idareyi ele almasını sağladılar. Gücünü halkından değil, bir zamanlar İngiltere’den, Fransa’dan, sonraysa Amerika’dan alan, kukla Sultan, Emir ve Krallar iktidara geçtiler. Bölgede birlik dirlik kalmadı. Adalet ve hakkaniyet zaten uzun zamandır yok olmuştu.

213


Orhan BAYLAN_Yazılar

Kendi halklarından esirgedikleri petrol ve gaz paralarını Batı’nın eğlence ve kumarhanelerinde yediler, yiyemediklerini Amerika’nın bono ve tahvillerine yatırdılar. Kimlikleri, ülkelerinde ki giyimleri, halkın içinde ki davranışları Müslüman, ama bir Müslümanın derdine derman olmadılar, Amerika’nın izin vermediği hiçbir mazlum Müslümana destek olmadılar. Ve Batı'lıların bu topraklarda istedikleri gibi at oynatmalarına, iş çevirmesine ses çıkarmadılar, çıkaramadılar. Arada bir bu oyunu gören siyasetçiler ve kanaat önderleri, yazarlar faili meçhullere kurban gittiler. Biz, yani Osmanlı; bu coğrafyada 450 sene şii sünniyi bırak, Marunî, Dürzi, Ermeni, Ezidi, Rum ve akla gelmeyen bir sürü mezhep, meşrep ve etnisite halkları hep beraber sükûnet içinde, sulh içinde yaşadık. Defalarca buraları işgale ve zenginliklerini yağma etmeye gelen Haçlıların üzerinden 800 sene geçtikten sonra, ne zaman ki yine bölgeye haçlılar geldi, ortalıkta kan gövdeyi götürmeye başladı. Fakat işin garibi; bu sefer kendi ordularıyla gelmediler, içimizde devşirdikleriyle bizi bize düşürdüler, oluk gibi bir birimizin kanını akıtmaya başladık. Orta Doğu’nun tekrar huzura kavuşması, bölgede ki yabancı güçlerin, yabancılara kul köle olmaya amade uşaklarının buradan uzaklaştırılmasıyla mümkündür. Yoksa bu kısır döngü biteviye devam eder. Bölge halkları önce bir durup aralarında ki her tür savaşı, anlaşmazlığı, ihtirası bir kenara koyup, asgari müşterekte anlaşmayı tercih edecekler ve insanca bir arada yaşamanın yollarını arayacaklar. Sonra; uzlaşmazlık çıkarması muhtemel konuları bir daha dile getirmemek üzere yedi denizin dibine postalayacaklar. **** İran ve Türkiye’yi her gün birileri karşı karşıya getirmeye çalışıyor. Bu zaman zaman içimizde ki maşalar, zaman zamanda doğrudan Batı mahfillerince tezgahlanmaya çalışılıyor. Aramızda ki ihtilaflar tabi en başta Şia/Sünni ayrımcılığı başta olmak üzerinden bu ateş körüklenmeye çalışılıyor ama şükür ki iki ülkeyi yönetenler yaklaşık iki asırdır bu tuzağa düşmediler. İran Türkiye sınırı şu an neredeyse Dünya Ülkeleri arasında değişmeyen en eski sınırlardan biridir. Bölgenin en güçlü iki ülkesi 1839 yılından bu yana savaşmıyor ve Kasr-ı Şirin’den beri aynı sınırı muhafaza ediyorlar. Orta Doğu’yu karıştıran ve kan gölüne çeviren bu coğrafyanın en eski medeniyetinin çocukları değil demek ki! Her fırsatta şii-sünni ihtilafından, çekişmesinden, savaşından dem vuran şom ağızlı yorumculara, köşe yazarlarının ağızlarının ortasına ortasına fırıncı küreğiyle yapıştırasım geliyor. Unutmayın; ey devşirilmiş beyinler, ey Batı değerleri diye diye akıllarını kiraya vermiş bu memleketin 100 senedir kaymağını yiyen asalaklar… Sizin hayran olduğunuz Batı; 100 sene önce bu Ülke’nin tarihinin en büyük kanını döktü, halen de dökmeye devam ediyor. Kanal’da, Yemen’de, Balkanlar’da, Galiçya’da, Trablusgarp’da, Anadolu’nun bağrında toprağa düşen milyonlarca Müslüman Türk/Arab/Kürt/Çerkes/Gürcü’nün müsebbi İran ve Arap ülkeleri değil, sizin pek hümanist ve insan hakları savunucusu Batılılarınızdı. Bi defolun şu topraklardan, biz bir şekilde geçmişte beraber yaşamanın yolunu bulduğumuz gibi yine buluruz… Bi defolun… /Orhan BAYLAN 26 Şubat 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/orta-doguyu-kan-golune-ceviren-kim/503

214


Orhan BAYLAN_Yazılar

Afrin Harekatı Durur Mu? ABD Dışişleri: “Ateşkes tüm Suriye için geçerli. Türkiye, BM’de kabul edilen tasarıyı iyi okusun” Ateşkesin yürürlüğe girmesine az bir zaman kala gelen bu açıklama şunu gösteriyor. Türkiye'nin argümanları ne olursa olsun ateşkes için zorlayacaklar. 7 seneye yakındır D.Guta üzerine ölüm yağarken, Halep hayalet şehir haline gelip yüz binlerce çocuk, kadın ve yaşlı, varil, misket ve klor bombalarıyla topluca katledilirken kıllarını kıpırdatmayanlar; Türkiye Afrin harekatına başlayıp patır patır YPG/PKK teröristlerini katlederken telaşe düşüp, alelacele BMGK'den ateşkes kararı çıkarttılar. Şerefsizler, yüzsüzler, pislikler... Sadece Abd'mi? Hayır... Rusya'da en az onun kadar şerefsiz bir devlet... Abd zaten o bölgede PYD yapılanmasını açıkça alenen destekleyerek, binlerce TIR dolusu silah ve techizat vererek, askeri eğitim ve teknik destek vererek, bunca yıldır "dost ve stratejik müttefiği" Türkiye'ye meydan okumuştu. Rusya'da Suriye'de ki istikrarın tekrar gelmesinden, çeşitli ülkelere hicret eden insanların ülkelerine dönmesine taraftar olmadığını, kaotik ortamın devamından yana olduğunu gösterdi. Hedef; her zaman söylediğimiz gibi minimize edilmiş Orta Doğu devletleri. İstikrar olmayan, yönetilemez ve hep huzursuz.Aklı selimi kaybetmiş, hep kaotik ortamda yaşayan insanların extrem örgütlerin eline düşmesi ve kaçınılmaz olarak terörize edilmeleri çok daha kolay. Bu yüzden Irak ve Suriye sonrası hedef Türkiye'dir... Ya da Suudi Arabistan ve Mısır'da projeksiyonda öncelik alabilirler. Ama bu iki ülkenin idarecileri şu an Abd yönetiminin kuklaları olduğu için belki öneliği almayabilirler. Ama Türkiye; uzun zamandır Abd eksenli bir politika izlemediği için öncelikli cezalandırılması gerekenlerin en başında. Bir kısım yorumcuların İran görüşüne katılmıyorum. Abd'nin ve Orta Doğu'da ki mikseri İsrail'in "düşmana" ihtiyacı var. Genel kural; " her şey zıddıyla kaimdir " PYD'nin orada varlığını sürdürmesini sadece Abd istemiyor. Bölgenin istikrarını bozmak için PYD'nin varlığı Rusya içinde gerekli. Hem bölgede Amerika dengesini sağladığını iddia etmek adına, hem de "dostum" dediği Türkiye'nin uzun vadede istikrarsızlaşması için... Anlayacağınız şu: Bölgede dolaşan bütün tilkilerin 40 oyunu varsa, kırkı da Türkiye üzerine... Ha bu bizim Afrin operasyonumuzu engeller mi? Yine Rusya ile olan pazarlıklara bağlı... Ve Münbiç ve Fırat'ın doğusu için de Amerika'lılarla alttan alta yapılacak görüşmelere... /Orhan BAYLAN 28 Şubat 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/afrin-harekati-durur-mu/506

215


Orhan BAYLAN_Yazılar

TMSF Ve FETÖ Şirketleri TMSF şu an Türkiye’nin en büyük Holding’i. Yaklaşık cirosu 50 milyar. 50 binden fazla çalışanı var… En son Bakan Şimşek’in bir soru önergesine verdiği cevaptan anladığımız kadarıyla FETÖ terör örgütüne maddi destek sağladıkları veya iltisakları oldukları gerekçesiyle 999 şirket TMSF'ye geçmiş, bunlardan sadece 2 tanesi satılmış. Kamuoyunda isimleri bir zaman FETÖ yapısıyla anılan, o yapı sayesinde büyüyen, maddi ve manevi iç içe geçmiş olan şirketler aynı zamanda bu yapının kasasıydılar da. En başından anlatalım bu para ilişkilerini. Anadolu’nun herhangi bir şehrindeki abiler ve ablalar; maaş kesintisi, kurban ve himmet bağışları, okulları destekliyoruz diye verilen her tür yardım parasını sisteme nasıl sokacaklar? Her şehirde olan ve bu yapıdan görünen bilhassa büyük şirket sahipleri devreye giriyor. O şirketler bu toplanan paraları önce İstanbul’a aktarıyorlar. Yine çeşitli ilişkiler içinde oldukları ya Fetö yapısının içindeki şirketler (reklam ve yapım firmaları) ya da İstanbul’da olan yine büyük firmalar kanalıyla. Boydak, Naksan, Koza İpek, Bakpiliç, Sesli ve isimlerini sayamadığım ülkenin her şehrindeki bu iri iri şirketlerin Hocaefendi diye dizilmeleri sadece onun manevi şahsına intisap ettikleri için değil, himmet paralarının kasalarında faizsiz kredi ve istedikleri kadar komisyon kesebilmeleri yüzündendir. Siz hiç Memduh Boydak’ı gördünüz mü? Bu akşam medyamit.com’da yayınlanacak olan maillere bakarsan sanırsın dünyaya meyli olmayan bir müttaki ama adam özelde tam bir playboy. Kendi memleketimde FETÖ ile görüşmek için Pensilvanya’ya giden bir iş adamının verdiği ifadeyi yayınlamıştım bir ara. Mazbut hayatı olmayan, dünyanın zevk ve sefahatını yerine göre yaşadığı bilinen bu şahsa niye gittiği sorulduğunda: “Bu yapıya yaklaşan herkes baktım nemalanıyor. Müteahhitsen inşaatın satılıyor, hırdavatçıysan bütün müteahhitler sana geliyor, kuyumcuysan hepsi senden alıyor, ben de girdim aralarına. Dediler Pensilvanya’ya muhterem hocamızı görmeye gelir misin. Olur dedim.10 bin dolar vereceksin dediler, kaz gelen yerden tavuk esirgenir mi verdim gittim. Gerçi 3 gün bekledim görüşemedim ama… Olsun.. Ha o arada uçakta beraber gittiğimiz, orada benimle bekleyen milletvekilleri ve iş adamları da vardı.” İşte bu İstanbul’da toparlanan paraların dışarıya çıkması için bu sefer “şöhretli” kuryeler devreye giriyordu. Hakan Şükür, Arif Erdem gibi şahıslar.

216


Orhan BAYLAN_Yazılar

Havalanında zaten ayarlanmış, daha önceden yine bu yapıya ait emniyet müdürleri vasıtasıyla “abi” polislerin yerleştirildiği havaalanındaki kontrolü geçmek hiç de zor değil. Zaten o günün şartlarında Hakan Şükür’ü karşısında gören polis memuru bırak valizini kontrol etmeyi, akşam arkadaşlarına hava atmak, ya da oğluna babasının nasıl dostları varmış diye böbürlenmek için yapacağı ilk iş; hatıra fotoğrafı çektirmek olurdu. Ya Amerika mı diyorsunuz? Türkiye’den başka devlet bu paralar nerden diye sormaz dünya da… Sadece çıkarırken sorar onlar…(Gerçi AK Parti döneminde bizde de gelirken artık sorulmuyor. Ama yıllarca anasını ağlatıyorlardı milletin. Şimdi TMSF bu korkunç para trafiğinin yaşandığı şirketlere el koydu. Kayyumlar eliyle bu şirketleri yönetiyor. 15 Temmuz üzerinden yaklaşık 18 ay geçti; Türkiye’de ki bütün kurumlarda FETÖ temizliği yapıldı, kamu’dan 100 binin üzerinde insan ihraç edildi ama TMSF’den ihraç edilen sayısı 2 kişi. Yazıyla da yazalım sadece iki. Daha sonra Abdullah Gül’e başdanışman olan eski TMSF başkanlarından Ahmet Ertürk gibi insanlar zamanında Alaaddin Kaya (Zaman gazetesi eski sahibi) 2011 yılında TMSF çalışanlarıyla ortak kurdukları “Varlık Fonu” şirketinin (daha sonra başka bir holdinge devredildi) para piyasasında ki adına “TMSF’nin tahsilat timi” deniyordu. Belki bu şirket çalışanları şu an orada çalışmıyor ama o gün iç içe oldukları, al takke ver külah yaptıkları yetkili isimler aynen görevlerine devam ediyor. Ayrıca; KHK ile kayyum atanma görevi bakan oluruyla TMSF’ye verildi. Bugün 999 şirkete atanan kayyum sayısı üç bin kişi demektir. Bu insanların zaman zaman yanlış kişilerden olduğu, KHK eliyle ihraç edilenlerden öğreniyoruz. Bank Asya’ya genel müdür olarak atnan kişi KHK ile ihraç edildi. Yine Kayseri’de Hamdi Kınaş’ın avukatı Ramazan Arslan kayyum olarak atandı. Sonra yapılan yanlışlık itirazlarla anlaşıldı ve görevden alındı ama kendi kimliğini hiç saklamayan ve BOYDAK HOLDİNG’e iki ay önce yeni CEO olarak atanan Alpaslan Baki Ertekin gibiler hala birilerince kullanılıyor demek ki… FETÖ ile mücadele eden tek kişi var sanırım Türkiye’de… Recep Tayyip Erdoğan. Onun haricinde AK Parti içinde ve devlet bürokrasisinde ..mış gibi yapan eyyamcıdan geçilmiyor. Bunların bir kısmı bu mücadeleye innanmayan menfaatçiler. Bir kısmı da hala kimlikleri aşikar olmamış FETÖ’nün gizli askerleri… Üst üste geçmişte de yazmıştım. Fetö ile mücadele elbette suça karıştıkları aleni olan insanlar için adli ve cezai olarak işletilmeli. Ama; hala yurt dışına para aktarılıyorsa, hala gaybubet evleri adı altında bir kısım yerlerde aylardır aranan şahıslar saklanabiliyorsa, bu yapının para kaynakları kesilmemiştir. Siz para kaynağını kurutmadığınız hiçbir örgütle savaşı kazanamazsınız. Para akışı devam ettikçe sinekler akın etmeye devam edecektir. Ayrıca; FETÖ ile ilişkileri ortaya çıkarmak için polis ifadelerinden, sorgu odalarından daha çok etkili olan yöntem, para trafiğini takip etmektir. Hem o yapıya ait şirketlerin hem de TMSF’ye aktarılan bu 999 şirketin geçmiş para trafikleri sağlıklı ve düzenli, karşılaştırmalı takip edilirse, sadece Türkiye değil, bu örgütün dünya ilişkileri açığa çıkar. Ama sanırım birileri bunu zaten istemiyor. Ve buradan ciddi bir rant devşiriliyor. Tek üzüldüğüm; o uzun adam Afrika’da FETÖ okullarını ve finansal ilişkilerini kesmek için ülke ülke gezerken, kendi ülkesinde kendi memurları onu oyalıyor. Ağır mı geldi sözüm… Koydunuz mu önüne ciddi bir para ilişkileri ile ilgili bir rapor? Şu kadar şirket, şu kadar personel, şu kadar ciro hikayesini demiyorum beyler… MASAK mı çalışıyor diyorsun…. Umarım öyledir…. /Orhan BAYLAN 01 Mart 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/tmsf-ve-feto-sirketleri/510

217


Orhan BAYLAN_Yazılar

Silah Pazarını Da Alacağız Ellerinden Biraz canımız yanacak, sevdiklerimizi kaybedeceğiz ama sonunda kazanan bu ülke olacak. Bölgemizdeki olumsuzlukların müsebbibi biz değiliz. Biz yığmadık dibimize tonlarca silahı mühimmatı. 10 bin kilometre uzaktan biz davet etmedik gelin buraları karıştırın diye. Ama gelmişlerse ve altımızı oyuyorlarsa elbette biz de elimizden geleni yapacağız. Oyun kuramıyorsak bile onların oyunlarını bozacağız... Evet canlarımız gidiyor... Bu çapta askeri hareketlilkte savaş olmasa bile zayiat kaçınılmaz. Araç devrilir, asker delirir, sele kapılır,,velhasıl olan olur.. Metin olmalıyız. Türkiye bu savaşın sonunda her açıdan kazanacak dedim. Eskiden sık sık askeri tatbikatlar olurdu hatırlarsınız. Şu an Deniz kuvvetleri hariç askeri tatbikat yapılıyor mu? Hayır.. Neden? İnanın saha deneyimini sıcak lokal savaşlarda kazanıyor artık devletler. Şu an Rusya, Amerika, İran, ve 69 devlet bölgede... Taktik ve teknik ekipleriyle. Silahlarıyla... Hatta bazıları fiilen askeri güçleriyle... Operasyonel birimleriyle... Yeni silahları deniyorlar, dinleme, takip ve operasyonda kullanılan ekipmanların koordinasyonlarını izliyorlar. Onun için Türkiye şu an Afrin'de; kendi üretmeye başladığı araç gereç ve silahları kullanarak, 65 Ülke'yle de fiilen savaşıyor. Ve onların en son taktik, teknik ve techizat desteklerine rağmen harikalar çıkarıyor. Eninde sonunda bu pis savaşın, Suriye'de yaşayan halkların çektiği acıyı umursamayan bu adlarına modern Batı denilen katiller güruhu buralardan defolup gidecekler. Silahımız ve mühimmatımızla galip çıktığımız bu sürecin sonunda, asırlık silah sanayi devlerine nal toplatacağız. Onlar sadece buraları kaybetmeyecekler, silah sanayiindeki pazarlarını da kaybedecek... **** Biz De Desek! 80 öncesi malum biraz hareketliydik. Kavgalar, silahlar gürültüler... Yaz kış, yalnız veya arkadaşla olayım, parkalı veya gömlekli gezeyim, karşı görüşlü grupla karşılaşsam: "Oğlum o Bafralı boş gezmez, uyma şuna" derlerdi. Dün Putin: "Dünya'nın her yerini, Abd'nin her şehrini vuracak ve engellenemyecek nükleer silahlara sahibiz" dedi ya ortalık karıştı tabi. Ama bu duruma herkes inandı. Kimse Rusya yapamaz, vuramaz demiyor. Ameika'dan peşpeşe açıklamlar geliyor. Nükleer silaha sahip olmak, onu uzak menzillere atabilecek balistik füzeleri yapmak "caydırıcı" güç... En süper ülke; kendini yok etme ihtimali olan bir devlete saldıramaz. Bu kadar her yönden gizli açık saldırıya uğrayan ülke olarak hani; Acaba diyorum biz de sallasak yemezler mi? "Biz de Dünya'nın her ülkesini vuracak nükleer güce sahibiz" Ummadığınız anda, umulmadık yerinizden sizi vururuz filan desek.Yapmıştır lan bu deli Türkler, demezler mi? Hani; O Bafralı, yapar mı yapar, demezler mi! Demezler diyosun... Niye ki? İçimizde yeterince yavşak var diyosun.. Anladım, anladım... Haklısın.... /Orhan BAYLAN 02 Mart 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/silah-pazarini-da-alacagiz-ellerinden/512

218


Orhan BAYLAN_Yazılar

Zordur Yerinden Yurdundan Ayrı Kalmak Gece elimde kumanda kanallar arasında gezinirken, El-Cezire’de mübadil çocuklarının atalarının topraklarını ziyaretiyle ilgili bir programa denk geldim. İngilizce altyazılı, Türkçe ve Rumca konuşmalı bir program. Çatalca’ya yerleşmiş bir mübadil çocuğunun babasının Yunanistan’da ki köyü için söylediği; “İnanamıyorum; babamın hep sözünü ettiği, neredeyse gözü açık gittiği topraklardayım” diye ağlayışı, Türkiye’den göç eden Dimitrios Dayıoğlu isimli Rumun; “Babaannem ölmeden az önce, ne olur beni Türkiye’deki doğduğum topraklara götürün, buralarda ölünmez.” Deyişini gözyaşları içinde anlatışlarını izledim, ben de onlarla beraber ağlayarak. Ben doğduğun topraklardan, ata yurdundan ayrılmak ne bilirim çünkü. Benim de dedelerimin, ninelerimin, atalarımın mezarları su altında şu an. Çocukken kenarında güreştiğim, içinde yüzdüğüm, balık tuttuğum o Kızılırmak’ın kıyısındaki köy, baraj suları altında kaldı, artık yok. O köyün insanları Türkiye’nin her yanına dağıldılar. Gittikleri yerde hepsi kök saldı, evler yaptılar eski derme çatma evlerinden bin kat daha güzel. Köydeyken bırak bir çift atı, dağdan odun getirecek eşeği olmayan insanlar bugün Mercedes, audi’lere biniyorlar. Dün yamalı pantolon, ayaklarında kara lastikle gezenler, bugün dolapları kat kat elbiselerle dolu. Ama hepsinin hala aklı fikri o yoksul ve yokluk içinde yaşadıkları, Bafra’ya 64 kilometre uzaklıkta ki dağ köyünde. Her sene Türkiye’nin her yerine dağılmış insanlar bir araya gelmek amacıyla yapılan Bengü Yaylası Şenliklerine koşa koşa gidiyorlar. Kıran’a çıkıp üzerinde balıkların gezdiği suyun altında ki o köye uzaktan son bir kez bakabilmek için binlerce kilometre yol tepiyorlar. Doğduğun, büyüdüğün yerlerden ayrılmak nedir bilirim. Hangi milletten, hangi dinden olursan ol bu değişmiyor. 1979 yılıydı sanırım; mibadele ile Yunanistan’a gönderilenlerden bazılarının çocukları Uluhavlu mahallesine gelmişti. İçlerinde en yaşlı olan: “Babam 96 yaşında öldü.Midres Gediği’ni anmadığı bir gün yoktu.Zaten Midres Gediği, Midres Gediği diye diye öldü.” Demişti. (Midres Gediği mübadele öncesi bizim köye bağlı Rum mahallesi.)nZaten “Irmağın Kıyısındaki Köy Bengü” adlı romanımı yazarken Türk ve Rum ilişkilerini bu gözle irdelemiş, bazı yazarların yaptığı hamaset gözlüğüyle değil, yaşanan trajedi üzerinden ele almıştım. Onların yaşadığının bir benzerini ben de hissediyordum çünkü. Gerçi artık Dünya’da insanlar eskiye oranlara ulaşımın kolaylaşması ve gerek devlet ve gerekse özel sektör iş ve işveren durumları sebebiyle hep muhacir. Ama hep bilirsiniz ki, orada uzakta bir köy var, gitmesek de, görmesek de… Ama araya sınırlar veya çeşitli engeller girerek bir daha asla göremeyeceğinizi ve dönemeyeceğinizi bilmek ne kadar kötü! Mübadilleri imparatorluklar sonrası ulus devlet oluşturma çabasının karşılıklı bir ürünü, bizim köyün su altında kalmasını ise devletin enerji politikası sonucu yaşadık. Ama Kuzeyimizde yaşanan savaşlar sonrası evlerini barklarını terketmek zorunda kalan 4 milyona yakın insana ne demeli. Bir gün üzerinize bombalar, kurşunlar yağmaya başlıyor. Çaresiz ihtiyarlar, bebeler ve tecavüze uğraması muhtemel kadınlarınızla, hiçbir şey alamadan yayan yapıldak bilmediğiniz topraklara doğru yola düşmek. Sizi nasıl karşılayacağınızı bilmediğiniz insanlara sığınmak. Aman kurşunda sıkmazlar, üzerimize bombada yağdırmazlar ya diye düşüyorlar yollara. İlk geldiklerinde hiçbir şey yoktu., Eski oturduğum semte yakın Çobançeşme’de devlete ait fidanlığın içinde derme çatma çadır demeye bin şahit lazım bezin altında yattıkalrını görmüştüm. Ne yerler, nasıl uyurlar, nerde yıkanırlar, üşüdüklerinde nasıl ısınırlar diye düşünmüştüm… Velhasıl… Zordur yerinden yurdundan ayrılmak… Hele bir daha görmemecesine. Biliyorum zor… /Orhan BAYLAN 04 Mart 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/zordur-yerinden-yurdundan-ayri-kalmak/513

219


Orhan BAYLAN_Yazılar

Koalisyon Mu İttifak Mı? CHP'liler bazı yorumlarda ve yazılarda; ittifak ve koalsiyon aynı şey, AK Parti aslında milleti kandırdı, koalisyonlar olmayacak dedi, bal gibi koalisyonlar yapıyor" diyerek güya akılları karıştırmaya çalışıyorlar. Çünkü yeni dönemi, 16 Nisan referandumuyla Türkiye2nin değiştirdiği yeni yönetim modelini anlayamadıkalrı, beyinlerinin adapte olamadığını gösterir bu. Türkiye'nin girdiği yeni kulvarı en iyi algılayan ve buna uygun poltika yapan, hatta AK Parti'yi bile manipüle eden lider, Devlet Bahçeli. Cumhurbaşkanlığı sisteminin; Türk siyasi hayatında ki 90 yıllık uygulamaları rafa kaldırıp farklı siyasi parti yapılanmaları, farklı siyaset biçimleri, farklı ve yeni yönetim modeli getirdiğini, Erdoğan ve Bahçeli dışında anlayan pek yok gibi. CHP hiç anlamıyor ve hala eski alışkanlıklarla yeni yönetim modelini eleştiriyor. Öncelikle siyasi partiler asli görevlerine dönecekler. Kanun ve denetleme yapmak. Koalisyon ve ittifak konusuna gelince. Seçim de bir ya da bir kaç parti "ittifak " yapıp tek liste halinde sandığa gidebilir. İttifak partileri seçim sonrası mutabık kaldıkları adetlerdeki milletvekillerini alıp siyasi hayatlarını kendi parti çatıları altında devam ederler. Ya da "koalisyon" oluşturarak hükümette yer alabilirler. İttifak seçim içindir. Koalisyon hükümet için. Yani koalisyon kelimesi eski hükümet etme şekline uygun. Yeni Cumhurbaşkanlığı sistemi koalsiyon için mümkün değil. MHP ile sözlü ya da yazılı koalisyon yapmış olsa bile, yarın bakan olarak atadığı MHP'li birini görevden alabilir. Aldığında hükümet yıkılmaz. Çünkü; meclisteki siyasi partiler hükümeti oluştuurmadı. CHP'nin hala anlamadığı yer burası. Ama ittifak başka bir şey. Seçimlerde ittifak yapılabilir. Ayrıca seçim ittifakı yapılmış olsa bile yeni yönetim biçiminde Cumhurbaşkanı seçilen şahıs, ittifak yaptığı partinin hassasiyetlerine dikkat eder ya da etmez, neticede 5 yıl artık tek seçicicidir. Başkan ittifak yaptığı partiden diyelim bakan atadı ve bir müddet sonra geçimsizlik oldu ve bakanı azletti. Hükümet düşmez, yerine başkasını atar ve seçimlere kadar devam eder. Koalisyonda böyle mi peki? Hayır elbette. Ve tarihimiz bunun krizleriyle ve tavizleriyle doludur. Koalisyon partisinden bir bakanı Başbakan azledemez, ederse koalisyon bozulur, haliyle hükümet devrilir. Yeni yönetim modelinde amaç neydi? İstikrar... Ama CHP'nin anlayamadığı ya da anlayıp istemediği de zaten bu... Ülkenin huzur ve istikrarı... Erdoğan koalisyonlar olmayacak dedi ama bakın kendisi koalisyon kuruyor diye zırvalayanlara şunu da ilave edin. Anayasa ittifak yapın diyor a yeni sistemi kavrayamayan gerzek! Nasıl mı? İlk turda yeterli olan %50 artı!1 i alınmazsa en çok oyu alan iki aday tekrar yarışacak. Seçime katılamayan partilerin oylarını almak için her iki aday "ittifak" yapmayacak mı? Ha... Ha ya... Bıktım lan sizin gibi gerzeklerden ben.... /Orhan BAYLAN 04 Mart 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/koalisyon-mu-ittifak-mi/514

220


Orhan BAYLAN_Yazılar

Nasıl Zengin Oldular Cumhuriyeti kurduktan sonra mübadele yapıldı. Rumlarımızı yollayıp Türklerimizi aldık. Gidenlerin çoğu şehirliydi, gelenlerde genelde çiftçi. Ve şehirlerde ki Rum malları o gün kurucu kadro tarafından yandaşlara peşkeş çekildi. Sonra yeni rejim; müslümanları astı.. Komünistleri kaçırttı. Kürtleri bombaladı, ezdi. Osmanlı'dan kalan zengini; gerici, yobaz diye fakir etti. 1942 yılında kalan son Ermeni zenginleri varlık vergisiyle kaçırtarak mallarına el koydu. Rejimin muktedirleri gün geldi Mussolini gibi yürüyüp, Hitler gibi bıyık bıraktılar. Onlar yenilince bu sefer Amerikancı oldular. BM'ye üye olduk. Sonra NATO'ya...

221


Orhan BAYLAN_Yazılar

1945 sonrası ABD'ye o kadar meftun olduk ki; ilk yerli uçağımızı yapan Nuri Demirağ'ı yaptığına yapacağına pişman ettik.. ABD ben sana uçak satıyım bırak bu işleri dedi diye... ABD dedi ki sonra da; " ben sana bir banka kurayım, Türkiye'de yerli sanayi oluşsun.Ama bu tekstil ve montaj sanayi ötesine geçmesin." 1949 yılında Türkiye Sanayi Kalkınma Bankası ismiyle Dünya Bankası ve çoğunluğu İş Bankasına ait olmak kaydıyla büyük sermayeli bir banka kuruldu. ABD'li müdür 4 ay sonra hastalanıp ölünce yerine Reşit Egeli atandı. İzmir Allianz okulu, daha sonra Şişli Terakki mezunu bu vatandaş'ın bazı sebatayist ailelerle akrabalığı olmakla birlikte sabetayistliği kesin değil ama masonluğu kesindir. 25 yıl boyunca bu bankanın başında kaldı. Banka üst kadrosu; Şişli Terakki ve Robert Kolej mezunlarından teşekkül etti hep. Türkiye'de ne kadar sebateyist, hazar yada karaim yahudisi aile varsa desteklendi. Onların ticari kredileri, eğer zarar görmüşlerse silindi. 1951 yilinda Eczacibasi, ilk ilaç fabrikasini Türkiye Sinai Kalkinma Bankasi kredisi ile kurdu. rdından İzmir Çimento, Çimentas, Aslan ve Eskihisar Çimento Fabrikalari, Mensucat Santral bu bankadan alınan kredilerle ortaya çıkti. Koruma Tarım, Tatko, Anadolu Çimento, Çukurova Sanayi, Birlik Mensucat, Ekinciler Tekstil, Aytınyıldız Mensucat, Bossa, Elka Yonga Levha, Türkay Kibrit, Aksu Tekstil, Bozkurt Tekstil, DYO Boya, Komili, Kavel, Türk Demir Döküm, Uzel Traktör ve Makina, Narin Mensucat fabrikalari.. Ve daha sonra niceleri... 1971 yılında TÜSİAD'ı kuranların hepsi zenginliklerini bu bankaya borçluydu. Masonik bir örgütlenme dışında kalanlar desteklenmedi, ezildi yok edildi üstelik. Bankanın başındaki Reşit Egeli 25 yıl boyunca bankayı istediği gibi kullandı. Adeta dokunulmaz bir barondu. Reşit Egeli'nin nasıl pervasız, ve bu zenginler nezdinde ki kudretini anlamak için Gazeteci Leyla Umar'a karşı yaptığı hareketi yazsak yeterli. Bir yazısında çok kötü olmamak kaydıyla kendisinden bahsettiği için, Leyla Umar'ı bir davette milletin orta yerinde tekme tokat dövmüştür. O günün en güçlü gazetelerinden birinde çalışan, Refik Erduran'ın eşi olan bu kadın kendisini şikayet bile edememiştir. İşte bir zamanlar Türkiye'de bu topraklara, değerlerine, dinine ne kadar aykırı bakışı olan insan varsa onlar desteklenip sanayici/işadamı oldular. Milyonlara, milyarlara hükmettiler. İnsanlar bunları " adam" sandı... Artık düşsün maskeleri... Gerçek yüzlerini, tiynetlerini, çapsızlıklarını, görsün uyuşturulmuş kalabalıklar. Sadece Batı'nın taşeronu olduklarını, Türkiye'nin her tür zenginliğini onlar adına sömürmek için hareket ettiklerini bilsin millet. Ve onlar her zaman sahiplerinin hizmetinde olacaklarını. Asla dedikleri dışında hareket edemeyeceklerini... Çıkarsa ne olacaklarını bilirler. Alın size örnek..! 1996 yılında Özdemir Sabancı suikasti; Batı çizgisinden çıkıp, yerli üretim yapmaya kalkışan, büyük baronların rol dağılımı dışında hareket eden Sabancı ailesine verilen sinyaldi. Ailenin 20 yıllık suskunluğu ve hiç bir icraatta bulunmamaları da bu yüzdendir. Geçmişte verilen desteğin diyeti yani. Fehriye Erdal'a Belçika'da bir şey olduğu takdirde, Sabancı ailesi bir ferdini daha kaybedecektir. 1950'lerden beri oluşturulan bu "ayrıcalıklı aileler" asla kendi insiyatifleriyle bir şey yapamazlar. " Milli ve Yerli" asla olamazlar. Kayıt düşmek için yazdım... Ne yaparsanız yapın... /Orhan BAYLAN 08 Mart 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/nasil-zengin-oldular/517

222


Orhan BAYLAN_Yazılar

FETÖ Üzerinden Tarikat Düşmanlığı Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren dine ve dindarlara baskı uygulanmış. Tekke ve dergahlar kapatılmış, tarikatların faaliyetleri yasaklanmış. Din adamları idam sehpalarında sallandırılmış, Kuran-ı Kerim ve dini eserleri basmak yasaklanmış, Din eğitimi veren okullar kapatılmış, şapka ve fötr giymeye halkı mecbur tutmuşlar, ezanı Türkçe okutarak bu ülke de ceberrut bir dinsizlik uygulaması yapılmıştı. Birçok cami satılmış, camiler 2. Dünya savaşı sırasında ve daha sonrasında maksadı dışında çok çirkin iller için kullanılmış, milletin gönlünü yaralamıştır. Tabi ülkenin en ücra köylerinde bile jandarmanın olmadığı yerlerde öğretmenler, korucular, ormancı ve hatta tahsildarlar yoluyla dini hayatı kontrol etmişlerdir. 1943 yılında Bafra’ya 64 km.uzaklıktaki bir dağ köyünde, yatsıdan sonra köydeki molladan Kuran dersi alan 10 yaşındaki babam, gecenin o saatinde eve baskın yapan öğretmenden iki tokat yiyip kenara düşüyor, rahledeki Kuran’ı alan öğretmen Molla’nın kafasında parçalıyor. Üstelik bekar olan o öğretmenin yemeğini de o Molla’nın eşi yapıyor. Bu ülke böyle gariplikler yaşadı. Demokrat Parti iktidarıyla biraz rahat nefes alan Türkiye, 1960 darbesi sonrası sıkıyönetimler döneminde zaman zaman baskı ve zulümler yaşamıştır. 1967 yılında bir Üniversite’de, hem de İlahiyat Fakültesinde ilk başörtü hadisesi yaşanmıştır. Zaman zaman irticai faaliyetler kapsamında mevlid okumak için toplanan, ya da evrad okuyanlar tutuklanmış uzun süre ceza evlerinde kalmışlardır. Buna en güzel örnek 12 Mart muhtırası sonrası Eskişehir sıkıyönetim komutanlığının yolda yürüyen 3 sakallı vatandaşı “irticai faaliyetten” tutuklaması gösterilebilir. İşte burada zikrettiğimiz ya da etmediğimiz bir sürü jakoben laisizm uygulamaları Müslümanları devletten uzaklaştırmış, ama bu seferde daha geri kalmışlıklarına ve ezilmelerine neden olmuştur. Bu nedenle bir kısım düşünebilen mütedeyyin insanda şu düşünce hasıl olmaya başlamıştır: “Biz devlette daha fazla görev almalı, hakim savcı, asker polis ve mülki amir yetiştirmeliyiz. Ki; Müslümanlar rahat bir nefes alsın, eziyet görmesin. Hem böylelikle Allahu Teala’nın dinine daha iyi hizmet edebilelim” İşte bu temel çıkış noktası 1950’lerden sonra yavaş yavaş, 1970’lerden sonra da hızlıca hayata geçirilmeye başlandı. İşte burada devreye en örgütlü ve bilinçli olarak Fetö yapılanması girdi. Diğer cemaat ve tarikatların dağınık olarak münferiden yaptıkları bu çalışmaları, önce Amerika’nın yeşil kuşak projesinin bir faaliyeti olarak başlanan “Komünizmle mücadele dernekleri” içinde, daha sonra İzmir gibi kozmopolit bir şehirde ki faaliyetleriyle, devlet içinde ki istihbarat ve dini yapıdan destek görerek organize şekilde yürütmeye başladı. İlk faaliyetleri çeşitli şehirlerde öğrenci evleri açmak oldu. Burada Bu evlerde risaleler ve Fetö’nün kitapları okunur, vaaz kasetleri dinlenir onunla beraber gözyaşı dökerlerdi. Çocukalrın başarılı olduğu, her birinin dindar(!) birer hakim savcı, öğretmen olduğunu gören halkımız daha çok öğrenci vermeye ve maddi desteklerini sunmaya başladı. Sonunda her askeri yönetimin bu yapının devlet içine sızmasına daha iyi imkan verdiğini görüyoruz. Takiyyeci, her siyasi iktidarla iyi geçinebilme özellikleri yüzünden devlet imkanlarını mümkün olabildiğince kullanmışlar, sisteme soktukalrı her elemanın açtığı kapıdan daha fazla insanı “içeri” atabilmişlerdir. İşte saf Anadolu bağışçısını ve gençlerini gizli bir örgüt hiyerarşisine bağlı tutabilmenin yolu da yukarıda özetlediğim bakış açısı sayesinde olmuştur. “Allahın dinine daha çok hizmet edebilmek için hem maddi olarak güçlü olmalıyız, hem de devleti ele geçirmeliyiz.” Bugün çözülmenin de önüne geçmenin, örgüt hiyerarşisi içinde tutmanın da yolu yukarıdaki düsturdadır. Anadolu’nun saf çocuğunu alır eğitir, ilkokul diplomasını bile dışarıdan vererek almış, ağzındaki salyasına hakim olamayan vaiz eskisinin sözüyle, Ülkesinin Başbakan’ın odasını dinleyen bir casusa dönüştürürsünüz.

223


Orhan BAYLAN_Yazılar

1980 ve 1990’larda Fetö yapılanması, Gazete ve Televizyonla büyüttüğü ticaret, etki alanı oluşturma, algı yürütme, propaganda faaliyetlerini en yüksek perdeye çıkardı. Onun o dönem en sıkı rakibi, hatta gazete ve televizyonculukta onlardan önce girmiş olan başka bir yapıyı örneklemek isterim. İhlas camiası. İhlas camiası da benzer dini kaygıları olmakla birlikte, bırakın devleti ele geçirmeyi, devlette yapılanmayı bilakis devlette çalışan elemanlarını şirkete çağırmıştır aynı yıllarda. Hüseyin Hilmi Işık Hoca’nın askeri öğretmen oluşu dolayısıyla onu tanıyan ve ahlakını görüp onun fikirlerine intisap eden çok sayıdaki subay, 1980-90’lı yıllarda askeri görevlerinden istifa ederek Holding’de görev almaya davet edilmişlerdir. İşte size iki cemaat. Biri devlette subay yetiştirmek için imtihan sorularını çalarak öğrenci sokmaya çalışıyor, diğeri içerideki mevcut subaylarına ayt-rılın gelin şirkette çalışın diyor. Şimdi Türkiye’deki cemaatlerin hepsini devleti tehdit eden yapılar gibi görmek mümkün mü yani? Ayrıca; biz Türklerin Maveraünnehir’de Yusuf Hemedani Hazretlerinin mayaladığı hamurla yoğrulan müslümanlığı, 4 tane imparatorluk, sayısız devlet kurmuş, İslam’a asırlarca en büyük hizmeti etmiştir. Bu milletin hamurunda tarikat/tasavvuf vardır. Bizi bu ruhtan yoksun kılacak her tür faaliyet ve çaba, Orta Doğu halklarının o selefi akımlarının kucağına itecektir. Bu yüzden; Fetö yapılanması üzerinden dine ve dindara düşman sekülerlerin, selefi meşreplilerin, Kadızade kalıntılarının ikide bir sosyal medyada pompaladığı yalan haberlere itibar etmeyin. Efendim; bütün dinlerin Ortodoks ve Protest yorumları vardır. Hasidik Yahudiler, Mormon Hristiyanlar gibi… İslam’ın da Peygamberimizin vefatından az bir süre sonra farklı yorumları çıkmaya başlamış, bunlar tarihi boyunca da hep süregelmiştir. Ama İslam’ın ana yolu Ehl-i Sünnet denilen 4 mezhebin takip ettiği ana damardır. Bu damar üzerinde de zaman zaman örfi olarak uygulamalarda farklılıklar olmuştur. Kılık kıyafet farklı bakışlara dair zamanımızda ki en belirgin husustur. Siz tasvip edersiniz ya da etmezsiniz ama bir kişinin giydiği kıyafet üzerinden onu yaftalamaya kimsenin hakkı yoktur. Üstelik kılık ve kıyafetlerinden dolayı yargıladıkları ve yadırgadıkları bu cemaatleri, devleti ele geçirmeye namzet yapılar olarak sunmak, akılla iz’anla ve ahlakla bağdaşacak bir tavır değildir. Hadi isim vereyim. Tarım Bakanlığında yapılaşıyorlar diye bu iki yapıyı birileri hep ileri atıyor. Yahu farz edelim ki Tarım Bakanlığında bunlara hayvan kredisi veren, sıcak bakan iki tane müdür varsa, bunlar Ülke’de darbe mi yapacak anlamına geliyor? Ulan tarih boyunca hangi ülke’de Sağlık ve tarım Bakanlığı personeli darbe yapmış! Üstelik bu iki cemaat hem yaygın eğitime en az rağbet eden yapılar, hem de kılık kıyafet tercihleri dolaysıyla devlette görev almayı pek tercih etmiyorlar. Bu insanları bütün bunları bile bile hedef tahtasına oturtmak ya cahillik, ya da hainlik sebebiyledir. Ayrıca; yine yukarıda bahsettiğimiz ekstrem yorumlara bağlı olarak bazı kişilerin ortamda dolaşan islami fikirleri, İslam’ın değil, o kişilerin konuya dair görüşlerini yansıtır. Onu kabul eden eder, etmeyen etmez. Mal, şöhret, kadın, siyasi ikbal, ya da daha başka birçok amaçla, kafasına sarık geçirip cübbe giyen herkes şeyh olmuyor. Bu tiplerin etrafına topladıkları birkaç serseri menfaatçi ya da şaklabanla da tarikat olmuyor kardeşim. Sonuç olarak: Devleti tehdit eden bir yapı şu anda yok. Varsa da devlet bu yapıları takip eder, şiddete veya amaçları dışında faaliyetlere yöneldiklerinde gerekeni yapar. Bugün Türkiye’de esas tehlike, bütün bu yapıların eksik ve hatalarını pompalayarak tarikat/tasavvuf düşmanlığı üzerinden kendilerine alan açan ve devletin şu an en üst bürokrasisinde de taraftar bulan kişilerden gelecektir. Bugün Fetö’ye sövenler onu “Hocaefendi” diye alkışlarken bu satırların yazarı ve birkaç kişi “bu CIA operasyonu” diyorduk ve o günde bize hain muamelesi yapılıyordu. “Yalnız Kuran, İndirilen dinuydurulan din” gibi yaldızlı cümlelerle pazarlanan bir din anlayışı ve bunun saikleri geleceğin en büyük tehlikesidir. Dediklerinizi duyar gibiyim. Yıllarca Fetö içinde uyarırken öyle demişlerdi bize… /Orhan BAYLAN 13 Mart 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/feto-uzerinden-tarikat-dusmanligi/526

224


Orhan BAYLAN_Yazılar

Amerika'nın Planı Erdoğan Üzerine Kurulu... Amerika'nın Münbiç'te YPG varlığını sonlandırmayı ve yönetimi yerel Arap Halklarına devretmeyi kabul etmesi aslında bizim uzun yıllardır dillendirdiğimiz bir gerçeği onayladığı anlamına geliyor. Neydi savunduğumuz. Belki teknolojik olarak, ekonomik olarak bu coğrafyada operasyon yapan ülkeler kadar güçlü olamayabiliriz. Onlar gibi oyunda kuaramayabiliriz. Ama bu hinderlanddaki 1000 yıllık ilişkilerimizin, akrabalıklarımızın, din ve ekseriyetle soy kardeşliğimizin verdiği birikim, bize karşı yapılacak her tür oyunu, planı bozacak kadar güçlüdür. Oyun kuramasak da oyun bozarız. Batı'lı maliyet hesabı yapar. Onlar binlerce kilometre öteden burada operasyon çekerken devşirdikleri askerlerini doyurmak, giydirmek, silahlandırmak, zorundalar. Ve bu onlar için çok maliyeti yüksek. O zaman da demiştik; eğer Türkiye yerel unsurları iyi değerlendirir, yönetirse, onların milyonlarca dolarla yapamadıklarını maliyetsiz olarak ya da çok az maliyetle yapabilir. Oyunlarını başlarına geçirir. İşte görüyoruz; binlerce TIR dolusu silah, techizat, uzman destekli taktik ve teknik destek, neredeyse NATO'da ki bütün "müttefiklerimizin" destekleriyle bile bizim kararlılığımız karşısında, düzmece orduları eridi gitti. Amerika; Afrin'de ÖSO ve Türk askerinin ortaklaşa yaptığı operasyonun karşısında yarın Münbiç'te de sürdürmesi durumunda bunca plan proje ve emek verdikleri yapıların, kazanımların berhava olacağını gördü ve yeniden yapılanmaya gitmeye çalışıyor. Önce NATO bir taraftan Türkiye'yi mücadelesinde haklı gördüklerini söyleyerek, sanki bize Suriye tarafından gelen bir Füze saldırısı varmış gibi bu konuda destek vereceklerini söylediler. Bizi Rusya tehdit ederken konuşlandırdıklarını söküp götüren NATO değilmiş gibi, şimdi Rusya ile bazı stratejik birliktelik ve S-400 alımı konusunda netlik olunca bu açıklamalar peşpeşe gelmeye başladı. Çok yakında; Batı'lı olmayan bazı füzeler Türkiye'ye düşerse hiç şaşırmam... NATO konsepti içinde, Türkiye'nin hava savunmasını sağlamaya matuf tedbir bağlamında tekrar Patriotları getirip, S-400 alımını engellemek isteyebilirler. Bu arada Türkiye'nin kararlılığı karşısında kazanımlarından olacağını anlayan Amerika; ne koparırsam kardır mantığıyla, YPG'yi Fırat'ın doğusuna çekmeyi kabul etmişe benziyor. Tabi Türkiye; Amerika bize o kadar söz verip tersini yaptı ki, sahadaki uygulamayı görmemiz gerekiyor diyor. Ama şimdilik; Suriye'nin en verimli olan enerji sahalarını YPG eliyle ve DAEŞ tehdidiyle eklinde tutan Amerika sonuna kadar bizi oyalamaya bakacaktır. Ama Türkiye mevcut kararlılığını gösterirse, Amerika istediği kadar arkasında dursun PYD bu topraklarda tutunamaz. Ama yarın masada Rusya ve Amerika Suriye politikasında anlaşırlarsa, PYD otonomi kazanabilir. Ama bu da Akdeniz gazı yüzünden pek mümkün görünmüyor. Rusya o gazın Avrupa'ya ve Ukrayna'ya ulaşmasını sağlamamaya çalışacak. Amerika da gazın vanasını Erdoğan tuttukça Türkiye'den geçişini istemeyecektir. Erdoğan gitmeli, İsrail-G.Kıbrıs-Mısır'ın çıkaracağı gaz Türkiye'den geçerek Avrupa'ya ulaşmalı, Rusya'nın Avrupa üzerinde ki tekeli ve ekonomik kazanımları sekteye uğramalı. Bunun içinde öncelikle Türkiye'de Erdoğan gibi güçlü biri olmamalı iktidarda.. İstedikleri gibi oynatabilecekleri, sözlerinden çıkmayan birinin yönetime gelmesi gerekiyor. Yani 2019 Cumhurbaşkanlığını Erdoğan'ın kazanmaması bölgesel oyunları değiştirecektir. Erdoğan'ın kazanması halinde Amerika YPG'yi kendisi tasfiye edip, Türkiye ile bölgesel operasyon için anlaşmaya bakacaktır. O zamana köprünün altından ne sular akar kim bilir... Yeni Amerikan Dış İşleri Bakanı hakkında: Bu değişiklik bölgedeki hareketliliğin artacağını ve sertleşeceğini gösteriyor. Bu değişikliğin, Türkiye'nin 2019 seçimlerine yönelik olduğunu düşünüyorum daha çok. Amerika'nın bölge ilgili planları Erdoğan üzerine kurgulu çünkü. /Orhan BAYLAN 13 Mart 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/amerikanin-plani-erdogan-uzerine-kurulu/528

225


Orhan BAYLAN_Yazılar

Mesele “Yiğitbaşı” Kim Olacak Geçen hafta Sayın Cumhurbaşkanımız son zamanlarda gündeme gelen İslam adına toplumda infial uyandıran bazı görüşler serdeden fetvaları ve bu şahısları eleştirirken edilen sözler yankı uyandırdı. Gelen tepkiler üzerine sözlerini tavzih eden Sayın Cumhurbaşkanı; insanları bir nebzede olsa yatıştırmayı başarmıştı. Tabi o konuşmada ve daha sonrasında; din adına abuk sabuk görüşler öne süren, toplumu yanlışa sevk eden bu tarz kişilere meydanı boş bırakmamak için Diyanet İşleri ve İlahiyat Fakultelerini göreve çağırdı. Buralardan seçilecek heyetlerin bu konuda etkili ve yetkili olmasını istedi. Toplum bu sefer bu “etkili ve yetkili” kişiler konusunda ayrılıklara düştü. İlahiyat Fakultelerinin eğitim kalitesi, islami eğitimde verebildikleri ortadayken, Diyanet İşleri’nin kurulduğu günden beri, İslam’ın değil, rejimin ve hükümetlerin hassasiyetlerini göz önünde tutarak faaliyet göstermesi yüzünden millet nezdinde çokta itibarlı müesseseler değil. Bugün “irabdan mahalli olmayan” medrese ve bazı cemaat mensubu İslam Alimlerinin; (bunlar İlahiyat ve Diyanet’in çoğu çalışanlarından kat be kat dini ilimlerde üstün vasıflı) göz ardı edilmesi, halkın gözünde referanslarda bir sıkıntı olduğu gerçeğini gösteriyor. Devletin bir dönem yaptığı gibi; jakoben Laisizm uygulamasıyla dini sosyal hayattan silme çalışmaları şeklinde olsun, gerekse “dini bu şekilde yaşayacaksınız” şeklinde ki din dışı veya din adına zorlamalar yanlış. Bütün dinlerde farklı yorumlar olur/olmuştur. Devlet; şiddete, zorlama ve cebire yönelmedikçe buna müdahale etmez.,Takip eder, te’dip eder, ikaz eder, ve sonunda cezalandırır. Osmanlı İmparatorluğu 600 sene boyunca çok geniş bir coğrafyada çok dinli, çok milletli insanları yönetti. Osmanlı’yı şeriat devleti deriz ama Divan-ı Hümayun’da Şeyhülislam yoktur, Örfi uygulamanın en tepesinde ki nişancı vardır. Osmanlı’nın genel prensibi kısaca şuydu; nasıl evlenirsin, nerede evlenirsin, nasıl boşanırsın karışmazdı. Mirasını nasıl taksim edeceğine müdahale etmezdi. Cizyeni ve öşrünü ver, huzursuzluk çıkarma, isyan etme… İşte 2.beyazıt Han döneminde bazı tarikatların yaptıkları ayyuka çıkıp şikayetler bas gösterince bunlarla ilgili bir yaptırım gündeme gelir. Bu iş içinde o dönemin meşhur alimlerinden Manisa’da bulunan Marmaravi mahlasıyla meşhur Ahmet Şemsettin Hazretleri memur edilir ve Payitahta davet edilir. Padişahın huzurunda kurulan bir divanda o günün mezkur tarikat liderleri davet edilip imtihana tabi tutulurlar. Tarikat demek sarık cübbe giymek değil, öncelikle şeriata tabi olmaktır. Ol şeriatta İslamdır. İmtihanı verenler dergahlarında halka faydalı olmak üzere taltif edilerek yollanır, sahtekarlıkları ortaya çıkan sahte şeyhler rezil rüsva olur, tekkeleri kapatılıp müritleri dağıtılır. Görevini yaparken ki gösterdiği dirayet, kemal ve olgunluktan Padişah çok memnun kalıp onu çeşitli hediyelerle taltif edip, İstanbul’da kalmasını teklif eder. Hediyeleri fakir fukaraya dağıtan Ahmet Akşemsettin hazretleri, Sultan kal teklifini kabul etmeyip Manisaya döner ve 1504 yılında Hakka yürür. Kabri Seyyid Hoca mahallesindedir. Evet bugün mesele ilminde, irfanında, ahlakında mutabık kalınacak Ehl-i Sünnet alimler bulmakta. Toplumun mutabık kalacağı böyle kişileri bulduğumuzda zaten konu kendiliğinden kapanmış demektir. Bugün Adı Diyanet Olan bir kuruma, İlahiyat Fakultesi olan bir okulun koca Profesörlerine bu millet pek itibar etmiyorsa, bu halkın cehaletinden değil, bu kurumlardaki kişilerin verdiği güvensizliktendir(Bu iki kurumda gerçek ehl-i sünnet olanlar konumuz dışıdır) Netice “Yiğitbaşı” meselesidir. /Orhan BAYLAN 14 Mart 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/mesele-yigitbasi-kim-olacak/530

226


Orhan BAYLAN_Yazılar

Günahın Yok Mu Hoca! Satırlarıma başlarken nasıl hitap edeyim diye düşündüm en sonunda Hocam demeye karar verdim. Babamla yaşıt koskoca İslam Hukuku Profesörüne Hayrettin diyecek halimiz yok. Gerçi bazı nevzuhur alim bozuntuları çıktı, Peygamber Efendimize bile Sallahualeyhi vesellem demeyi yalakalık sayar oldu. Ama biz şükür haddimizi biliriz. En uygunu Hocam demek. Zaten Hocamda sayılır. Neticede kendisi önünde diz kırıp (ya pardon nerde o diz kırmalar şimdi), okulda dersine girmemiş olsak bile, yazmış olduğu Arapça metin kitabından ders görmüş biriyiz. Sene 70’li yıllar. Boyabat İmam-Hatip Lisesinde öğrenciyiz. Tabi o yıllar çok karışık, biz de biraz deli doluyuz. Hızlı Ülkücüyüz. Ama o yıllarda da okulun en çok okuyan ve ağzı laf yapan öğrencilerinden olduğumuz için herkes bizi kendi tarafına çekmek istiyor, “şucu bucu ne gerek kardeşim, hepimiz Müslümanız” diyor, hiçbir gruba yaklaşmıyorum. İşte böyle bir ortamda, tefsir dersindeyiz. Daha dersin başlangıcında öğrencilerden birisi; “Hocam, bu Işıkçılar Efgani ve Abduh için iyi şeyler demiyorlar, ne dersiniz” diye sordu. Tefsir dersine giren hocada: “ O, onların ayağının tozu bile olamaz” diye cevap verdi. Bizim o yıllarda tefsir ders kitabı olarak okuduğumuz konulardan ikisinde Efgani ve Abduh konu başlıklarıydı. Abduh Menar tefsirine katkıda bulunmuş, Efgani’nin tefsiri bile yokken inatla ve ısrarla okutulması ayrı bir muamma tabi. Ben hocanın sözleri üzerine birileri cevap verir mi diye baktım ama sınıfta çıt çıkmadı. Okulda Işıkçı diye tabir edilen arkadaşlardan sınıfımızda da vardı hâlbuki. Ama onlar ilmi siyaset yapıp seslerini bile çıkarmamayı tercih ettiler. Ama benim canım sıkıldı. Ömrüm boyu susmayı beceremediğim gibi o günde susamadım. Az sonra; “Hocam bir sonraki derste Arapçadan yazılımız var, çalışabilir miyiz” dediler ve o da, “Olur, takıldığınız yer varsa sorun “ dedi. Hayrettin Hocam sizin rahmetli Bekir Topaloğlu’yla beraber yazdığınız Arapça metin kitabını hatırlarsınız değil mi? Çeşitli okuma parçaları vardı. Hiç unutmadıklarımdan biri Kus bin Saide’nin meşhur Kabe duvarıuna asılan Suk-i Ukaz panayırında birinci olan şiiri. Bir diğeri de İmam-ı Azam Hazretlerinin Fıkh-ı Ekber’inden bir bölüm. Tabi siz daha iyi bilirsiniz hani, Mısır Müftisi Allame dediğiniz Abduh’un bazı görüşleri vardır Ehl-i Sünnet ulemanın kabul etmediği. İslam’da reform yapma gerekliliği. Faize %10 cevaz. KuranKerim’in mahluk olduğunu iddia etmesi. (Mutezile görüşü)

227


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ben Fıkh-ı Ekber’ bölümünü açıp; “Hocam şurayı manalandırmakta zorlandım “ diyerek ilgili paragrafı işaret ettim. Hoca, yüksek sesle arapça metni okuyup türkçeleştiriyor. Benim ona kurduğum tuzaktan habersiz gururla, sınıfa duyurarak yapıyordu bunu bir de. Tam metni yazamayabilirim ama; “Kuran’ın hıfzedilmesi mahluktur, yazılması mahluktur, Mushaf haline getirilmesi mahluktur, ama Kuran-ı Kerim mahluk değildir.” Dedi. Cümleyi bitirir bitirmez; “Peki Hocam; Dini ilimler hocası olarak siz bana şimdi; İmam-ı Azam’ın sözüne mi inanmama mı, yoksa bu ne idüğü belirsiz mason M.Abduh’un sözüne mi inanma mı tavsiye edersin “ dedim. Hoca kıpkırmızı olup daha dersin bitimine 20 dakika olmasına rağmen sınıfı terk edip gitti. Evet Hayretttin Hocam; sizin o bu belediyelere haklarında kitap yazarak telifleri götürdüğünüz bu şahısla ilgili cevabı sizin eserinizden vermiştik, Allah razı olsun. (ünlemsiz bak) Hoş bu şahıslar hakkında hocanız Ahmet Davudoğlu’da şiddetli eleştiriler yazmıştı değil mi? Ama Ahmet Davutoğlu kim ki doktor bile olamamış, siz ki koskocaman Prof.sunuz… Yani… Abduh’un Urabi Paşa ve Mısır müftüsü olana kadar ki 20 yıllık hayatını inceleyen, onun nasıl bir proje olarak içimize sokulduğunu gayet net görür zaten. Ama görmeyi isterse tabi. Ayrıca; yazınız içinde Hüseyin Hilmi Işık için; Allah rahmet eylesin derken (!) ünlem işareti koyarak etmediğinizi mi, rahmete değer olmadığını mı ima etmeye çalıştığınızı anlayamadım. Ama sizin gibi Efganiye’de, Abduh’a da methiyeler düzen birinin rahmet dilememesi o zat için pek eksiklik olmayacaktır. Dilerseniz muazzep olabilir de… Bu şahıslarla ilgili eserleri hala belediyeler dağıtsın diye dolgun telifle yazmak, genç nesillere bu şaibeli isimleri sevdirmeye çalışmak vebal olmuyor mu? İşin ucunda telif varsa ben her sazı çalarım mı diyorsunuz? Telif filan deyince Abant toplantılarına gitti aklım. Sahi hocam kaç kere katılmıştınız, altı mı? Daha mı çok… Zarfları dolgun muydu bari… “Polemik değil, diyalog” adlı sempozyum tebliği! O kitapçıkta ki röportaj için ödenenler… Ben sizin ilminizin zekatı bile olamazken; o küçümsediğin ve rahmet dilerken alay ettiğin Hüseyin Hilmi Işık beyin yazdıkları sayesinde, ”Dinler arası diyalog” dedikleri gün, o camiayı papalık projesinin bir parçası olarak görmüş ve bu fikrimi 25 senedir muhafaza etmişim. Ama siz o engin bilginizle, 15 Temmuz’da silahlar patlayana kadar bu camianın borazancısı oldunuz. Evet borazancısı! Koskoca Profesör nasıl borazancı olur, ben kimseyi davet etmedim diyorsunuz değil mi? Oldunuz efendim oldunuz. Bal gibi hem de. Siz elbette benim çocukluğumda Bafra’da: “Sevgili Bafralılar. Bu akşam Hacı Nabi mahallesinde ki Kibaroğlu yazlık sinemasında Raj Kapoor’un “Avare mu” adlı filmi 32 kısım tekmili birden oynayacaktır.” Diye seyyar anonsculuk yapan biletçi Kenan değilsiniz. Ya da; “Sevgili Boyabatlılar. Gerze’den çok taze hamsi gelmiş olup, kasaplar aralığında siz sayın halkımıza satışa başlanmıştır, yetişen alıyooor” diye belediye hoparlöründe anons geçen Berber Aziz’in oğlu Mustafa değilsiniz. Sizi o toplantılara şişkin zarflarla, dolgun teliflerle davet ederler ve Anadolu’nun bilmem ne şehrinde ki toplantılarında, “Dinler arası Diyalog” dan kafası karışan şakirdi ve para sağacakları mütedeyyin Müslümanı ikna etmede kullandılar. “Bak, koskoca Hayrettin Karaman Hoca bile bu toplantılara katılıyor” diyerek referans gösterildiniz. Sanki siz insanları ifsat ettiniz deyince elde mikrofon sokak sokak gezdin dedik. Bu vebal değil mi Hocam! Bunu nasıl ödeyeceksin! /Orhan BAYLAN 17 Mart 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/gunahin-yok-mu-hoca/533

228


Orhan BAYLAN_Yazılar

Amerika Niye Saçmalıyor El-Bab, Afrin derken şimdi sırada Sincar operasyonu var. PKK'nın yurt dışı kamplarında ki en ufak bir hareketlenmede savaş uçakları tepelerine ölüm yağdırıyor. Yurt içinde hala çaresiz saklandıkalrı mağaralarda lağım faresi gibi eylem emri bekleyen satılmış ve iğfal edilmiş militanlar, daha burunlarını inlerinden çıkarmaya fırsat bulamadan, İHA'lar tarafından tespit edilip anında imha ediliyorlar. Anlayacağınız; Amerikan ordusunun asimetrik savaş unsurları yani paralı militanları (PKK-YPG) verilen onca silaha, taktiğe, teknik desteğe rağmen tutunamıyor, Türkiye'yi bölmeyi bırak, durduramıyor bile. Bu da Amerikan yönetimini daha doğrusu Pentagon'u çılgına çeviriyor. 2019 seçimleri olmadan bu yüzden muhakkak Erdoğan'ın sahada geriletilip prestij kaybetmesi sağlanmalı ki, tekrar seçilme şansının da önüne geçilmeli. Bu yüzden şahin bir Dış İşleri Bakanı sürüldü şimdi. Hem de geçmişte Türk Ordusuna "Çuval Olayını" yaşatmış olan biri olarak tavrı ve bakışı belli biriyle, Türkiye'ye karşı politikaların level atlayacağı mesajı da verilmiş oluyor. Peki; Akdeniz'e inecek koridorun önü kesildiğine göre Amerika'nın yeni stratejisi ne olacak. Kürtlerde, alemde biliyor ki, Amerika'nın umurunda değil Kürtlerin bağımsız bir devleti olması. Bunu Kürt halkının kanı ve canı üzerinden yürüten faşist baronlar da biliyor. Ama saltanatlarının sürdürülmesi, kendilerine verilmiş pasaportların hakkını yerine getirebilmek adına bu pis aldatmacayı sürdürüyor, on binlerce Kürt gencinin katili oluyorlardı. Peki; Irak ya da Suriye'nin istikrarı da umurunda değilse, Amerika ne yapmaya çalışıyor. Amerika şimdi kaybolan prestijini kurtarmaya, onca emek verdiği ve desteklediği örgütün kötü performansına rağmen durumu kurtarma derdinde. Bunun için öncelikle Münbiç üzerinde sert ve olmaz gibi söylemlerle, Fırat'ın Doğusuna dokunmamak kaydıyla sonunda Münbiç'i beraber ya da tek başına Türk ordusuna ve ÖSO'ya terk edecek. Münbiç'i Fırat'ın Doğusunu kurtardığına ikna olmadan, Türkiye'den bu garantiyi almadan terk etmeye yaklaşmayacaktır. Peki PYD ısrarı ne.. Kesilikle ne DAEŞ'le mücadele, ne Suriye ve Irak'ın huzuru istikrarı değil. Demokratik kaygılar hele hiç değil. Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın konuşması içinde Amerika'lı generale hitaben dediği gibi; "Senin o topraklarda işin ne?" PYD gibi kullanışlı argümanlar olmasa Orta Doğu'da, BAE Emir ve Suud Kraliyet aileleri gibi arlıkalrını Amerika'ya borçlu kullanışlı elemanları olmasa bu coğrafya da olmalarını nasıl gerekçelendirecekler. Enerji havzalarını kontrol ederek, Dünya üretim ve ticaretinin kontrolünü elinde bulundurmak, Amerika'yı yöneten Evangelist Hristiyanların "Tanrıyı kıyamete zorlamak" sapkınlığıyla İsrail'in bölgede büyümesi, zulümler yapması için gerekli ortamı sağlamak ve yine Amerika'da parayı idare eden yahudi lobisinin İsrail'in güvenliğini koruma adına verdiği görevlerle bölgede olması gerekiyor. Bunun için; bölgede her zaman kullanışlı-işbirlikçi satılmış elemanlara ihtiyacı var. Bölgede ki devletleri tehdit edebilmek içinde, yandaşı gibi koruduğu imajı içinde İran gibi devletlere, PYD gibi, DAEŞ gibi örgütlere ihtiyacı var... Ama işte şu an ilk defa Türkiye rahat oyun kurmasını engelliyor. Bu da çok canını sıkıyor. Saçma sapan açıklamalar, aba altından sopa göstermeler duyuyoruz. Duymaya da devam edeceğiz... /Orhan BAYLAN 21 Mart 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/amerika-niye-sacmaliyor/538

229


Orhan BAYLAN_Yazılar

Kenevir Yasağı Tamamen Kalkmalı Bir bitki düşünün: Tekstilde, kozmetikte, ilaç sanayiinde, inşaatlarda, asfaltlamada, yani petrol ile elde edilen bütün alanlarda kullanılsın. Hem geri dönüşümlü, hem doğa dostu olsun. Ama ekilmesi yasak olsun. Kenevirden bahsediyorum. İnsanlığın ilk ürettiği kağıdın hammaddesinden, ilk ağrı kesiciden, ilk kot yaptığı üründen yani… 1 dönümü 25 dönüm ormandan daha fazla oksijen üreten kenevirden. 1 dönüm kenevirden 4 dönüm ağaçtan elde edilen kağıt üretiliyor. Ağaç 3 kez kağıda dönüştülebilirken kenevir 8 kez dönüşüyor. Kenevir 4 ayda yetişir, ağaç ise 25-50 yılda. Tam bir radyasyon temizleyicidir. Ekildiği alanda hiçbir tarımsal ilaca gerek duyulmaz. Peki bu ürün bir dönem bütün dünyada neden yasaklandı. İşte onun için petrol ve tekstil makinalarının yaygınlaşması, plastiğin keşfedildiği yıllara gitmemiz gerekecek. 1920’lere… W. R. Hearst, 1900’lü yıllarda Amerika’da gazete, dergilerin ve medyanın sahibiydi. Ormanları vardı ve kağıt üretiyordu. Eğer kenevirden kağıt yapılırsa, milyonlarını kaybedebilirdi. Rockefeller, dünyanın en zengin adamıydı. Petrol şirketi vardı. Bio yakıt olan kenevir yağı da, elbette onun en büyük düşmanıydı. Mellon, Dupont şirketinin ana hissedarıydı ve petrol ürünlerinden plastik üretmek için patente sahipti. Ve kenevir endüstrisi, onun pazarını tehdit ediyordu. Sonra ise, Mellon ABD Başkanı Hoover’in hazine bakanı oldu. Bu bahsettiğimiz büyük isimler yaptıkları toplantılarda, kenevirin bir düşman olduğuna karar verdiler. Ve onu ortadan kaldırdılar. Medya aracılığıyla, marihuana sözcüğüyle birlikte keneviri, insanların beynine, zehirli bir uyuşturucu olarak kazıdılar. Kenevir ilaçları piyasadan çekildi, bunun yerini bugün kullanılan kimyasal ilaçlar aldı.

230


Orhan BAYLAN_Yazılar

Kağıt üretimi için, ormanlar katledildi. Tarım ilaçları ile zehirlenme ve kanser arttı. Aynı şekilde Türkiye’de de esrar üretimini engelleyeceğiz diyerek kenevir üretimini yasakladılar. Ama bu yasak hiçbir zaman tam manasıyla uygulanmadı. Esrar üretimi için gerekli olan kenevir kaçak olarak üretildi veya başka ülkelerden getirilen esrar her zaman satıldı. Daha doğrusu bu iş uyuşturucu ticareti yapan barıonların ve son yıllarda da PKK’nın elinde kaldı. PKK’nın en büyük finans kaynaklarından biri esrar ticareti oldu. Türkiye’nin her yerinde kenevir üretimi yapılabilir. Ama Diyarbakır bölgesinde yılda 2 kez ürün almak mümkün. İşte bu yüzden Diyarbakır tarafları her zaman örgütün desteğiyle gizli açık ekim alanı oldu. Devlet yasaklamakla sadece bu üründen elde edeceği gelirden, istihdama katkısından oldu. Yoksa yine birileri bunu illegal olarak üretti ve sattı. Ayrıca yapılan propagandalara rağmen, esrar sigara ve alkol kadar insan sağlığını tehdit eden bir ürün olmadığı artık klinik deneylerle ortaya konulmuş oldu. Elbette her şeyin fazlası zarardır. 2014 yılından itibaren Türkiye’de “Tıbbi amaçlı” olarak 19 il’de kontrollü üretime izin verildi. Dünya’nın birçok ülkesi de gittikçe bu ürünün üretimiyle ilgili yasakları esnetmeye başladılar. Türk devletinin de yapması gereken, sıkı denetimlerle bu ürünün üretimini yaygınlaştırmak olmalı. Petrole dayalı ürünler yani bütün plastik ürünlerin yerini alabilecek bu bitki üzerinde ki bu peşin hükümlü yargılamayı devletin kaldırarak, bu bitkiyi “stratejik ürün” ilan ederek üretimini, sanayileşmesini teşvik etmesi gerekir. Bakın yarın bu konuda da ilk olarak dün yasaklayan Amerika üretimine izin verir ve teknolojisini geliştirerek bizim gibi ülkeler mamül satar. Onun için bir an önce bu bitkinin üretimi yanında teknolojisinin de geliştirilmesi ve bu alanda Dünya’da ön almak gerekir. Kimyasal gaz salınımları, atmosferin gittikçe zehirlenmesi, ozon tabakasının delinmesi gibi bir dizi insanlığın önünde ki belalar daha da başımıza iş açmadan Dünya’nın bu tür ürünlere yönelmesi gerekiyor. Son ırmak kurumadan, son ağaç çürümeden, son balık ölmeden bunu engelleyecek tedbirleri almak insanlığın en önemli görevi olmalı… /Orhan BAYLAN 24 Mart 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/kenevir-yasagi-tamamen-kalkmali/543

231


Orhan BAYLAN_Yazılar

Kenevir Dosyasına Devam Kenevir ile ilgili yazdığım yazıya oldukça ilgi oldu. Benim yazım üzerine konuya biraz eğilen, sağda solda biraz araştırma yapan insanlar gördüler ki; bize öğretilen gerçeklik aslında sahte bir illüzyon. İlaç, silah, plastik sanayilerinin kendi tekellerini ve menfaatlerini sürdürebilmeleri için bize yutturdukları bir yalan. Tabi bu arada hala konformist bir beyinle, ezberletilmiş şablonların dışına çıkamayan, beyin melekelerini azcık çalıştırmaya bile takati olmayan bazı kişilerin de tepkileriyle karşılaştım. Bu da doğal. Kenevir cidden “stratejik ürün” olmaya aday bir bitki. Düşünün kullanıldığı onca geniş alanın yanında, üretimi için harcanan emek ters orantılı. Yaydığı oksijen, radyasyon etkisini hafifletmesi, topraktaki zararlı haşereleri bünyesine yaklaştırmaması dolaysıyla tarımsal ilaç kullanımına gerek duymaması, her yerde yetişebilmesi ve bunun içinde topraktaki suyu en az kullanan bir bitki olması hasebiyle çok ideal bir ürün. Bugün Konya-Karaman-Aksaray illerimizde ve Trakya’da şeker pancarı üretimi dolaysıyla yer altı suları çekiliyor ve derin obruklar meydana geliyor. Konunun uzmanları bu gidişle Konya ovasının çok uzak olmayan bir gelecekte verimsiz bir çöle dönüşeceğini söylüyor. Ne için? İnsan sağlığını tehdit eden şeker üretimi için gerekli olan ürünü elde etmek için. Halbuki şeker pancarı ekimi yerine kenevir üretilse, hem daha az suyla ve tarım ilacıyla üreteceğiniz bir ürün yanında, daha çok ailenin daha az gayretle daha çok kazanacağı bir yatırıma dönüşmüş olacak. Tabi burada en çok şikayet edilen husus kenevirden elde edilen “esrar” tehlikesi. Bununla ilgili algılara öyle yalan yanlış bir bilgi pompalanmışki gerçekle hiç alakası yok. Mesela; Amerika’da yılda alkolden 40 bin kişi ölüyor ama marihunadan dolayı ölüm sıfır. Burada alınması satılması yasak olan bir ürünün reklamını yapmıyoruz, ama halka bu konuda da doğru bilgi verilmediğini görmek gereçkten çok üzücü. Asırlarca ağrı kesici olarak verilen kenevir tohumu/yağı veya esrarın yerini ilaç sanayinin sentetik uyuşturucuları aldı. 2014 yılından itibaren bizim hükümetimizde tıbbi üretim için kenevir izni vermeye başladı. 19 ilde başlayan bu uygulamanın gerekçesi en azından tıp alanında “canabis” in faydalarının bilimsel olarak anlaşılması yüzünden. Şu an kemoterapi gören hastalar için ithal kenevir yağı ve bundan yapılmış bazı ilaçlar kullanımı kırmızı reçeteyle izne bağlı. İşte bütün bu ihtiyaçlara binaen gövdesi ve yaprakları bir çok alanda kullanılan kenevirin tohumu da devletin ilgili birimlerinin kontrolünde izlenmeli ve hizmete sunulmalı, bu hususta dışarıya giden milyonlarca dolara dur denmeli. Esrar üretilir diyerek böylesine faydalı bir ürünün ekimine yasak getirilmesi bu zamanda gerçekten gülünç bir gerekçe. Tarım bakanlığının ve kolluk güçlerinin muntazam kontrolleriyle ekim alanlarının kontrolü pek ala sağlanabilir. Kenevir tohumunu eksik teslim eden üreticiye yeni ekim izni verilmez, teslim etmediği tohumlar içinde gerekli yasal cezayı uygularsınız olur biter. *** Ayrıca daha öncede kısaca değindik ama, inşaattan araç karoserisine, ilaç sanayiinden textile, kozmetik ve sabundan kağıt yapımına, petro kimya sektörünün kullanıldığı bütün alanlarda ürün verebilen bu bitkinin teknolojisinde de öncü olmak gerekiyor.

232


Orhan BAYLAN_Yazılar

Dün ülkelere baskı yaparak bu bitkinin ekimini yasaklatanlar, yarın bunun aslında ne kadar faydalı olduğundan bahisle üretimine geçerler ve sanayisini kurarak bize mamülleri satmaya başlarlar. Bize ürettirdikleri keneviri 10 liraya alıp, mamül hale getirip 500 Tl’ye bize kakalarlar. Onun için bizim bir an önce bu bitkinin üretimine ilişkin yasaları gevşetip bunun teknolojik yatırımları için özel sektörü teşvik etmeliyiz. Ve bu konuda dünya da ön almalıyız. Korkarım yarın geç olabilir. *** Ayrıca bir önemli konuda şu. Dünya’da yıllık yaklaşık 1 trilyon dolar uyuşturucu parası dolaşımda deniyor. Bu para bazı ülkelerin kasalarında, o ülkelerin tasarrufunda. Bizim ülkemiz maalesef geçen yıllarda ki ülkeye sokulan paralara menşee sormamakla ilgili kanunu kabul edene kadar bu konuda sıkı bir politika uyguluyordu. Dünyada ki bütün ülkeler; ülkeye para sokarken değil, ülkeden çıkan paranın miktarını ve ne amaçla çıkarıldığını sorarken, Türkiye giren paranın hesabını soruyordu. AK Parti hükümeti zamanında bu garabete son verildi. Ama ana muhalefet lideri bu konuyu günlerce diline doladı durdu. Bu para işine şu sebepten girdim. Bizim ülkemiz uyuşturucu trafiğinin tam ortasında. Uzak Doğu ve Afganistan, İran’dan getirilen eroin Türkiye üzerinden Batı pazarlarına gidiyor. Bizim ülkemizden geçen uyuşturucu, dünya uyuşturucu trafiğinin %70’i. Yani parasal değeri 700 milyar dolar. Geriye kalan Kolombiya ve kuzey ülkeerinde üretilen sentetik y-uyuşturucalara ait. Dünya uyuşturucu trafiğini Amerikan uyuşturucuyla mücadele(!) dairesi DAE yapıyor. Bu konuda partner ülke polisleri bu daire ile orantılı çalışıyor. Aslında bu daire mücadele değil, dünya uyuşturucu piyasasını kontrol ve elinde tutan daire demek. Sistem dışına çıkan uyuşturucu tacirlerini cezalandırmak ve bazen kamuoylarını tatmin için bir miktar eroin yakalanır. Türkiye bu ticarette PKK’dan önce Karadenizli ve Van/Hakkarili aileler üzerinden büyük bir ksımında söz sahibiydi ama son yıllarda bu trafik PKK hakimiyetine geçti. Eskiden de, PKK’ya geçtikten sonra bizim ülkenize uyuşturucu parasından gram girmiyor. Biz sadece DAE adına “Yakala Joe” dedikelrini yakalayan şey konumundayız. Peki; bizim afyon üretim alanlarımız neden yasaklandı. Türkiye’de hala kültürel olarak haşhaş yani afyon üretimi var. Ama bu morfin olacak yani işlenecek kadar çok değil. Çeşitli tatlıların ve böreklerin yapımında halkın ihtiyacı olan haşhaş üretiliyor. Ayrıca Türkiye afyonu kaliteli olmadığı için ondan üretilen erin piyasada tutulmuyor. Ama morfin olarak değeri var. Biz bugün yine gerek sentetik ağrı kesicilere, gerek afyondan üretilen morfine dünya kadar para ödüyoruz dışarıya. Ha bilmeyenler için; afyon veya haşhaştan morfin üretilir. Morfine asit andrehit katılarak eroin elde edilir. Asit andrehit ülkemizde imali ve satışı yasaktır. Bunu çevremizde ki ülkelerden sadece Rusya üretiyor. Yani Rusya’da üretilen bu madde Afganistan ve İran’dan getirilen baz morfinle Van, Diyarbakır, Hakkari üçgeninde ki gizli imalathanelerde işleme tabi tutularak eroine dönüştürülür. Ha bu arada cumhuriyet tarihimizde nasıl 3 tane eroin fabrikası kurduğumuzu, devletimizi yöneten çok ali kadroların uyuşturucu satışıyla nasıl köşe olduklarını yazalım. Keriman Halis Ece denilen o ilk sözde dünya güzelimizin aslında güzelliğiyle birinci seçilmediğini, uyuşturucu fabrikası ortağı Belçikalı Baron ve Yunus Nadi’nin kirli ilişkileriyle Dünya güzeli seçildiğini filan anlatalım…. /Orhan BAYLAN 25 Mart 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/kenevir-dosyasina-devam/544

233


Orhan BAYLAN_Yazılar

Hangisi Yanlış! “Alemleri senin için yarattım” iltifatının muhatabı O Resul ve arkadaşı bir gece vakti gizlice Mekke’den Medine’ye gitmek üzere yola çıktılar. Geceleri yol alıp gündüzleri yol alarak, peşlerinde ki düşmanlarından mağaralardan saklanarak hicret ettiler… Hz.Ömer Müslüman olanların 40.sı. Mekke’nin en deli dolu yiğitlerinden biri. Doğru bildiğini canı pahasına söyleyen ve savunan korkusuz bir sahabe. 3 arkadaş hicret etmeye karar verdiler.Ve ertesi gün Tenadub denilen mevkide buluşmak üzere sözleştiler. Herkes gizlice kaçarken Hz.Ömer rahmetulalhialey, ertesi gün sabahleyin kılıcını kuşanıp ok ve yayını alıp evden Kabe’ye doğru yola çıktı. Onun ne yapacağını merakla izleyenler peşinde, Kabe avlusunda sohbet eden diğer müşrik ileri gelenlerine aldırmaksızın tavafa başladı.7 tavafı tamamlayıp Makam-ı İbrahim’e gelip 2 rekat namaz kıldı. Daha sonra da, orada bulunan her bir insan halkasının yanına ge­lerek, Müslümanlara reva gördükleri bunca eziyet ve işkence­den dolayı önce onlara: - Kahrolsun şu kara yüzler! Şu burunları da Allah, sürüm sürüm süründürsün, diye çıkışıyor ve ardından da: - Sizlerden kim, annesini gözyaşına boğmak, çocuklarını yetim ve hanımını da dul bırakmak istiyorsa, şu vadinin arka­sında karşıma çıksın, diyerek, iman karşısında cephe oluştu­ranlara açıktan meydan okuyordu." Elbette onlar, Hz. Ömer gibi birisinin karşısına öyle kolay çıkılamayacağını çok iyi biliyorlardı. Onların gücü, sadece za­yıf ve korumasızlara yetiyordu ve yola koyulup da bahsini ettiği vadiye doğru ilerlerken, sadece arkasından bakakalmışlardı. Peki; bu yolculukların hangisi yanlış diyebiliriz? Mümkün mü? *** Peygamber Efendimiz de hicret ettikten sonra Medine’li Müslümanlar yeni gelenlere sahip çıktılar. Dünya da belki eşi benzeri görülmemiş uygulamayla muhacirden birini Ensar’dan biriyle kardeş yaptı. Beraber çalışıyorlar, beraber yiyorlardı. İşte muhacirlerden biri de yaşarken cennetle müjdelenen 10 sahabeden biri olan Abdurrahman Bin Avf’tı. Ensar’dan kardeşi Sa’d Bin Rebi’nin malının mülkünün çok olduğu ve paylaşması teklifi üzerine: "Allah sana malını, hayırlı kılsın. Benim onlara ihtiyacım yok. Bana yapacağın en büyük iyilik, içinde alışveriş yaptığımız çarşının yolunu göstermendir." Demişti. Ve peynir yağ ticareti yapmak suretiyle kısa zamanda Medine’nin sayılı zenginlerinden ve tüccarlarından olmuştur. Bir defasında 700 deveyi yükleriyle beraber tasadduk etmiştir. Sonradan Medine’ye gelen ve en çok hadis rivayet eden sahabi Ebu Hureyre rahmetullahialeyh de hiç çalışmamış, bazı sahabelerle birlikte Mescid-i Nebevi’de yatıp kalkmış, Resulullahın hanesinden verilenle hayatlarını devam ettirmişlerdir.

234


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ashab-ı Suffa denilen burada yatıp kalkan, devamlı Peygamberimizle beraber olan Müslümanlar ilimle meşgul olurlar, ihtiyaç halinde yeni Müslüman olan kabilelere İslam Dini’ni anlatmak ve yaşayarak göstermek üzere yollanırlardı. Hatta daha sonra bu husus kendisine sorulduğunda: "Medineli Müslümanlar çiftiyle, çubuğuyla, Muhacirler de çarşı pazarda alışverişle uğraşırken ben, Resûlullahın yanından ayrılmıyordum. Onun söylediklerini dinleyip, ezberliyordum. Onun duâsını almıştım." Demiştir. Peki bu iki yolun hangisine yanlış diyebiliriz? *** Ebu Talha. Cennetle müjdelenenlerden. Uhud savaşında Resullullah Efendimiz: “Uhud’da bir yanımda Cebrail bir yanımda Ebu Talha’dan başkasını görmedim” buyurduğu korkusuz cengaverdir. Çok zengin oldu. Hz.Ömer vefatı yaklaştığında yerine Ebu Talha’yı tavsiye etti ama o Hz.Osman’ı tercih edip ona biat etti. Hz.Osman’ın katillerinin bulunup cezalandırılması için yine Zübeyr Bin Avvam’la beraber Hz.Ali’den talep ettiler.O’nun ; “Şimdi ortalık karışıktır” sözü üzerine ondan uzaklaştılar. Cemel vakası sırasında Hz.Aişe ile beraber Hz.Ali’ye karşı savaşan orduda yer aldı ve şehit oldu. Savaş meydanında ölen ve yaralananların arasında gezerken Ebu Talha’yı gören Hz.Ali onun cansız vücudunu kucağına alıp yüzündeki toz toprağı temizleyip çok ağladı: “Ey Ebû Muhammed (Talha) semanın yıldızları altında seni toprağın üzerinde serilmiş olarak görmek bana pek ağır geldi, beni kalbimden vurdu. Keşke yirmi yıl önce öleydim” buyurdu. Hazreti Ali, Hazreti Talha’nın namazını kendi kıldırdı. Serveti çoktu. Onu işlerin başında görenler: “Bu adamın ahiret işi olmaz “ derlermiş. Ama onu namaz kılarken görenler: “Bu adamın dünya ile işi olmaz” derlermiş. Eba Zer-i Gıfari… Gıfar kabilesinden ve Müslüman olan erkeklerin altıncısı. Dünyaya mala mülke hiç meyletmedi. Dünyalık biriktirenlere, yeni ülkeler feth edilip ganimet mallarıyla Müslümanlar daha büyük evlerde, daha süslü giyecekler ve güzel yiyecekler yemeye başladığında onları ayıplamış, her fırsatta ağzına geleni söylemiştir. Öyle ki; Hz.Muaviye Basra valisiyken Hz.Osman’a mektup yazıp, mü’minlerin emiri olarak kendisini davet etmesini, kınamasından insanların sokağa çıkamadığını yazmıştır. Hz.Osman’ın daveti üzerine Medine’ye geldiğinde birkaç koyun keçi vermeyi teklif ettiğinde çok kızmış, karısını ve kızını ve sahip olduğu serveti tek keçisini alıp Mekke ile Medine’nin ortasında ki Rebeza adlı mevkiye yerleşip bir nevi uzlete çekilmiştir. Ölümüne yakın, üzerinde ki tek göyneğin lime lime olduğunu ve yeni elbise alması gerektiğini söyleyen hanımına: “Benim için bundan sonra lazım olan kefendir” demiş, eşinin de: “Kefen bile yapacak kumaşımız yok ki” demesi üzerine: “Çık bak gelenler olmalı. Onlar kefenimiz de getirir, cenazemi de defnederler.” Der. İlk sefer de kimseyi göremeyen hanımı sonra kalabalık bir grubun geldiğini görür. “Selamün aleyküm. Ben Abdullah Bin Mes’ud”um “ der en gençlerden biri. “Ben Eba Zer’in hanımıyım. Eşim vefat etti içerde buyrun.” Dediğinde, İbn-i Mes’ud: “Ben Resulullah’dan işittim ki; Eba Zer yalnız vefat eder ve yalnız haşrolur” buyurdu. Peki sayısız mal/mülk sahibi olan Ebu Talha, ya da hiç mala mülke meyletmeyen, hatta edinmeyi ayıplayan Eba Zer için hatalı diyebilir miyiz? Farklılıklarımızın zenginlik ve ruhsat olduğunu bilelim yeter… Ve hangi haldeysek İslam dairesinde olduğumuz için şükredelim. /Orhan BAYLAN 28 Mart 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/hangisi-yanlis/549

235


Orhan BAYLAN_Yazılar

Tek Seçenek Amerika Değil... 3.Dünya savaşı Orta Doğu'da veya Uzak Doğu'da değilde Baltık Ülkelerinde başlarsa hiç şaşırmayacağım... Amerika mevzi kaybettikçe hırçınlaşıyor ve Dünya'yı ateşe vermekten çekinmeyecek kadar da bu konuda tavizsiz görünüyor. Avrupa'da bilhassa eski Rusya peykleri devletlerin AB ve Abd ile bu kadar beraber hareket etmeleri, Rusya'yı sıkıştıracak adımlar atması Ayın'nın ahengini bozabilir. Ve geçmişte olduğu gibi yine bir operasyon çekebilir. Kırım'a olduğu gibi olacağını sanmıyorum bu tür bir hareketin. Şu an dünya kazanı gittikçe yoğun buhar biriktirdi. Kapak aralanmaz, buhar tahliye edilmezse çok uzak olmayan zamanda o kapak bir yerlerin yüzünde patlayacağa benziyor. Baltık Ülkelerinin Amerika'ya güvenerek eski patronları Rusya'ya kafa tutacak hareketler yapması, Amerika'nın Uzak Doğu'da Çin karşısında alan hakimiyeti kaybetmesi, Orta Doğu'da Rusya ve Türkiye'nin iş birliği sonucu hiç bir planını gerçekleştirememesi asabını bozuyor ve verdiği refleksler süper devlete değil, çadır devletleri reflekslerine benziyor haliyle. Amerika son casus operasyonuyla aslında gittikçe kaybettiği prestijini kurtarmak, geleceği pek uzak olmayan olası büyük savaşta müttefik saflarını sıklaştırmak adına İngiltere'ye "Casus Operasyonu" çekti. Siyasi birikimi, dünya üzerinde hali hazırda 39 ülkeyle olan birlikteliği ve birçok ülkedeki devşirilmiş gönüllü uşaklarıyla İngiltere dişi dökülmüş olsa da emperyalist bir aslandır. Ve Amerika'nın dar zamanda hem finansal ilişkiler, hem mezhebi bağlantılar dolaysıyla kaybetmek istemeyeceği partnerdir. Ama aynı Amerika Orta Doğu'da Türkiye ile beraber yürümek yerine, onu karşısına almayı tercih etti. Tabi bunda aslında bir siyasi tercih söz konusuydu. 1947 yılından beri sulta duran bir Türkiye'ye alışmış olan Amerika, Erdoğan'la bu çizgi dışına kaymaya çalışsa da, hem NATO birlikteliği, hem kurumsal olarak bütün birimlerde ki hakimiyetiyle, akademik çevrelerde ve basın yayında ki partnerleriyle bu durumu kontrol altına alabileceğini düşündü. Erdoğan ve onunla beraber hareket etmeye başlayan Ordu içindeki bir kanadın iyice kontrol çıktığını gördüğünde daha somut (MİT operasyonu, 17-25 Aralık, 15 Temmuz darbe girişimi) gibi elindeki kullanışlı argümanlarla Erdoğan'ı safdışı etmeye kalkıştı. Bu arada Suriye'de ve Irak'ta ki seküler Kürt yapılanmasını da son sürat destekledi. Türkiye'deki durumu eski stabl haline getirdiği takdirde, hiç bir sorun çıkmadan İran sınırından Hatay-Lazkiye arasından denize uzanan bir PYD koridorunun gerçekleşmesi sorun teşkil etmeyecekti. Ama hesaplanan olmadı. Rusya ile içerideki kullanışlı elemanlar eliyle yaptığı operasyonlara rağmen (Uçak düşürme ve Büyükelçi Karlov suikasti) Erdoğan ilişkileri yoluna koyduğu gibi bir de üstüne üstlük içerideki birliği de tesis edip yerini daha da güçlendirdi. 2019 yılında ki seçimlerde götürürüz umudunu da "Milli İttifak" adı verilen MHP+AK Parti birlikteliğiyle yerle bir etti. Amerika'nın şimdi yapması gereken bütün planları, masrafları velhasıl bir kenara atıp, Suriye politikalarını daha doğrusu PYD ile bundan sonra sürdürecekleri ilişkiyi bitirerek Türkiye ile ilişkileri yeniden tesis etmek mi olacak, yoksa her şeye rağmen o planı sürdürecek mi bir karar vermek olmalı. Tabi bunu yaptığı takdirde, Türk Amerikan ilişkileri eskisi gibi Patron/eleman ilişkisi değil, ortak/ortak ilişkisi olacak. Türkiye bundan sonra bunun altına razı olmaz. Çünkü; bunu yapan Amerika, biz olmadan, bize rağmen bu topraklarda operasyon çekemeyeceğini kabul etmiş demektir. Böyle bir durumda Türkiye eski konumu kabul eder mi? Ki bizimle bu topraklarda o kadar beraber hareket etmek isteyen varken... Rus var, Çin var... Tek seçenek Amerika değil.... /Orhan BAYLAN 28 Mart 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/tek-secenek-amerika-degil/551

236


Orhan BAYLAN_Yazılar

Sevindirici Gelişmeler Zeytin Dalı Operasyonuyla Afrin’in terör örgütü YPG/PKK elemanlarından temizlenmesinden sonra sessizce yurt içinde de terör örgütü PKK militanlarına yönelik eylemler başladı. Kandil başta olmak üzere Kuzey Irak’ta ki diğer kamplarda ki hareketlilik yoğun hava saldırılarıyla bertaraf edildi. Bu arada Tunceli ve Amonos’ta da baharla birlikte aldıkları talimat gereği saklandıkları inlerinden çıkma hazırlığında oldukları İHA’larca tespit edilen militanlara hiç göz açtırılmadı. 7 tanesi Tunceli’de, 13 civarında da Amonos dağlarında ışıklar içinde yatmaya yollandılar. 1992 yılından beri Afrin üzerinden Amonos dağlarına geçen PKK’lılar buradaki saklanmaya uygun doğal arazideki mağaralarda mevzilenip, hem güvenlik güçlerine hem de çevrede ki halka zarar veriyorlardı. Büyük güçler üzerlerine gittiğinde de, Suriye Devletine ait Afrin’e girip takipten kurtuluyorlardı. İşte yıllardır insanların yaylalara çıkamadığı, hayvancılığın durduğu bu bölgede terör estiren PKK’ya, Afrin’in silahlı güçlerimizin kontrolüne girip hakimiyetiyle operasyon başlatıldı. Yaklaşık 42-43 kişilik bir terörist grubun Amonos ve Nurhak bölgesinde sıkıştıkları, kandil’e kendilerine çıkış için yardım etmek için defalarca yardım çağrısı yolladıkları tespit edilmiş. Bunlardan 13 tanesi ışıklar içinde yatmak üzere postalanmış. Geriye 30 kadar militanın kaldığı ve kısa zamanda bunlarında diğerlerinin yanına yollanacağı belirtiliyor. Amanos dağları PKK’nın Suriye üzerinden arazi şartları dolaysıyla çok rahat geçtikleri, Hatay-AdanaOsmaniye ve Malatya, Kahramanmaraş bölgelerinde ki eylemleri buradan yaptıkları bir alandı. Ayrıca bu hat; Malatya üzerinden Sivas ve Karadeniz eylemleri içinde kullandıkları güzergahtı. Bir hemşeriminde arama taramalar sırasında kurulan pusuyla şehit düştüğü Amanos operasyonu o bölgede ki PKK yapılanmasını bitirme açısından çok önemli. Bir de sol tandanslı örgütlerin bu bölgeye ilgisi baya eskidir. 68 kuşağı denilen ve bugün sol medya tarafından romantizme bağlanan komünist silahlı mücadelenin de ilk atıldığı yerlerdendir.

237


Orhan BAYLAN_Yazılar

Türkiye devrimci komünist gençleri 1968 yıllarında Flistin Kurtuluş Örgütü(FKÖ) saflarına silahlı mücadele pratiği yapmak, bomba yapımı ve çeşitli kırsal ve şehirdeki çatışma taktikleri almak için gittikleri güzergahın en önemli geçiş yeriydi. Deniz Gezmiş ve arkadaşları Nurhak-Amonos dağlarını kullanarak Afrin bölgesine geçip oradan FKÖ’ye katılıyorlardı. 1971 yılında Deniz Gezmiş ve arkadaşları kendilerinden önce Nurhak dağlarına gelip kamp kurmuş olan Sinan Cemgil ve arkadaşlarıyla buluşmak üzere gelirken yakalandılar. Nurhak dağlarında kileri de çevre köylüler ihbar etti. Çıkan çatışmada Sinan Cemgil ve iki arkadaşı daha öldürüldüler. Yani PKK’dan 21-24 sene önce yine Marksist başka bir örgüt bu güzergahı kullanıyordu. Türkçesi şu: Adları ne olursa olsun, bu örgütleri yöneten, sevk eden ve teknik taktik destek veren akıl hep aynı akıl.. Sadece elemanlar değişiyor. Bugün Kürt diyorlar, dün komünist diyorlardı, yarın Müslüman diyecekler… *** Bu arada biliyorum hepimizin canını sıkıyor, yurt dışına kaçan Fetö örgütü elemanlarının ellerini kollarını sallayarak gezmeleri ve ileri geri konuşmaları. Ama durun size bir müjde vereyim. Bugün sevindirici bir gelişme oldu. MİT Kosova’lı muadilleriyle ve güvenlik güçleriyle iş birliği yaparak orada bulunan 6 Fetö mensubu üst düzey yöneticiyi derst edip Türkiye’ye getirdi. Cihan Özkan, Kahraman Demirez, Hasan Hüseyin Günakan, Mustafa Erdem, Osman Karakaya ve Yusuf Karabina adlı şahıslar, MİT tarafından özel bir uçakla Türkiye'ye getirildi. FETÖ/PDY mensuplarının adli makamlara teslim edildiği öğrenildi. Edinilen bilgiye göre, operasyonla ele geçirilen 6 FETÖ/PDY firarisi, Balkan ülkelerindeki faaliyetlerinin yanı sıra Türkiye'deki örgüt elemanlarının Avrupa ülkeleri ile ABD'ye kaçırılmasını da organize etmekle görevliydi. Güvenlik birimleri, Özkan'nın Balkan ülkelerinde toplanan himmet paralarını yöneterek bunları örgüt elebaşlarının bulunduğu Pensilvanya'ya aktardığını tespit etmişti. Kosova gençlik yapılanmasından da sorumlu olan Demirez ise Balkan ülkelerinde aktif şekilde çalışarak örgüte çok sayıda katılımın sağlanmasında rol oynadı. MİT'in operasyonuyla Türkiye'ye getirilenlerden Günakan, bölgedeki okul yapılanmalarında öğretmenlerden sorumlu olarak bilinen elebaştı. Diğer isimlerin de FETÖ/PDY'nin Balkanlardaki çeşitli kurum ve kuruluşlardaki yapılanmalarından sorumlu üst düzey isimler olduğu bildirildi. Osman Karakaya'nın ayrıca, Ergenekon davası sürecinde aktif rol üstlendiği, söz konusu dönemde İstanbul Adli Tıp Kurumu'nda FETÖ/PDY lehine raporlar düzenlediği, bu nedenle kendisine örgüt elebaşı Fetullah Gülen tarafından plaket verildiği öğrenildi. Daha öncede bazı Afrika ve Uzak Doğu ülkelerinden bazı örgüt elemanlarının MİT çalışmaları sonucu getirildiğini biliyoruz. Bu daha da artarak devam eder umuyoruz. Canlı getirilmeyenlerinde bir şekilde PKK’lılar gibi ışıklar içinde yatmaya yollanması da dileğimizdir. Bu ülkeye zarar veren kimse, iki cihanda rahat yüzü görmesin, yaşadığı her dakika başlarına bir şey gelecek korkusuyla yaşasınlar en azından… İçeride ve dışarıda Fetö, PKK/PYD ve DHKP-C ve adını sayamadığımız ne kadar melanet yuvası örgüt varsa hepsiyle mücadele eden güvenlik güçlerimize, MİT elemanlarına Rabbim güç kuvvet versin. Onların ayağına taş değmesin. Bu mücadele sırasında vurularak toprağa düzen aziz şehitlerimize rahmet, gazilerimize de sağlık ve esenlik dilerim. /Orhan BAYLAN 29 Mart 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/sevindirici-gelismeler/553

238


Orhan BAYLAN_Yazılar

Amerika Rusya Anlaştı Mı? Abd'nin boşalttığı Suriye'de ki YPG hamiliğini Fransa sürdüremez. Onlar sarayda ağırlar, fazla olmamak şartıyla ufak tefek yardımda ederler ama saha da bir halt yapamazlar onlar. Zaten Amerika'nın açıklamasında; " DAEŞ'in elindeki bütün bölgeleri kurtardıktan sonra" diye bir zamanlamaya atıf var. Peki; DAEŞ'ten kurtarınca alınca PYD'ye verecek diyelim. Amerika'sız bir PYD, var olmayacağına göre, PYD orada var olarak kalacaksa, Amerika onu birinin hamiliğine terk ediyor demektir. Fransa'ya asla değil. Peki kime? Rusya'ya elbette. Böyle kullanışlı bir örgütün kontrolüne hiç bir devlet hayır demez. Öyle ki; Orta Doğu'da yapacağı her operasyonun gerekçesi ve anahtarı, bölgeyi karıştıracak katalizör bir yapı. İngiliz anahtarından daha işlevsel böyle bir örgütü kim kullanmayı istemez. Rusya'da bu fırsatı asla tepmeyecektr. Türkiye ile ilişkiler, dostluk filan.. Geçin efendim... Amerika peki niye çıkıyor? Arka planda Rusya ve Amerika'nın anlaştığını gösteriyor bu da. Suriye senin, Irak benim... Gel, gül gibi geçinelim. Geçmişte olduğu gibi; İran, Türkiye, Pakistan'ı Amerika'ya verip, Macaristan, Polonya, Bulgaristan, D.Almanya ve Romanya'yı Rusya almışsa, yine soğuk savaş günlerinde ki gibi paylaşım olabilir. Bir de; son günlerde Uzak Doğu'da, Orta Doğu'da, Baltık ve Avrupa'da yükselen düşmanca sesler aslında bir kayıkçı kavgası gibi geliyor bana. Kartları yine kardılar ve Dünya'yı üleştiler. Çin'i ekarte edebilmek içinde Rusya ve Amerika'nın bunu yapmaktan başka çareleri yok... 3 kutuplu dünya onlar için kabul edilemez ve kaos. Ama eskiden, 2 kutuplu dünya varken herkes çöplüğünde ne güzel geçiniyordu... Belli ki arka planda bunlar en azından Orta Doğu'da anlaştılar demektir... Peki bölgede ki diğer ülkeler ne olacak? Türkiye ve İran geçmişte ki rollerine razı olur mu? Yine peyk ülkeler mi olurlar? Onu da bir başka yazı da... Sisler hafif dağılsın bakalım... /Orhan BAYLAN 30 Mart 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/amerika-rusya-anlasti-mi/554

239


Orhan BAYLAN_Yazılar

Türkiye'yi Bekleyen Tehlike: Mezhepsizlik Ve Selefilik Ülkemizde gittikçe yayılan "seleficilik" modası var. Ehl-i sünnetten olduklarını söylemiş olsalar da, ehl-i sünnet daireden çıktıklarına dair çok deliller getirilmiştir. Ve Kuran ve Hadis dışında ki icma ve kıyası kabul etmeyen, "rey ekolu" hanefiliği tekfir eden bu görüş mensupları, aslında kaynağa iniyoruz derken, mezhebi yorumun o engin güncellemesini(tecdidi) kaçırıp radikalleşebiliyorlar çok rahat. Kuran ve Sünnet dışında hiç bir kaynağa itibar etmemek bizi sonuçta iki yola götürür. 1-Kültür Müslümanlığı: Yani kelime-i şehadet söyleyen, İslamın emir ve yasaklarından çok, evrensel değerlere ittiba eden "güzel insan" olmayı öğütleyen, dini hiç bir ritüele bağlı kalmayan birileri.Bu yolun sonu deizmdir. 2-Selefilik: İslamın ilk asırlarına dönmek derken, hadis ve Kuran dışında hiç bir görüşü kabul etmemek katılaşmaya, sabitleşmeye, yeni yorumlara kapalılığa götürür. Vehhabilik gibi... Ülkemizde ki dini hayatı siyasetin yönlendirmesi sonucu çok gel-gitler yaşadık. 1950 yılına kadar jakoben laisizm uygulamalarıyla dini yok edemediler. Devlet eliyle yapılan seküler çalışmalara, zorlamalara rağmen dini hayattan çıkaramadılar. 1950 sonrası toplumun çölde susuz kalan insanın suyu gördüğünde saldırdığı gibi dine yöneldiğini gören devlet aklı, kontrollerinde bir dini yapılaşma olsun istediler. Maalesef bütün insanlık tarihinde olduğu gibi din, Orta Doğu'da da siyasetin kullandığı en güçlü argüman olmuştur. 1960 ihtilalini yapan kadro, Amerikan politikalarının verdiği dayatma serbestilikle toplumu istediği tarzda bir dini yapılanmaya kanalize etmek istedi. Tabi bu arada dış etkenlerde vardı. Soğuk savaşın iki kutuplu dünyasında biz kapitalizmin kucağına düştük. Bizi tehdit eden komünizm belasından kurtarması için Abd ve NATO şemsiyesi altına sığındık. Amerika, Rusya ile sınırdaş olan İslam ülkelerinde bir "yeşil kuşak" projesi oluşturmaya karar verdi. Bunu bazı ülkelerde silahlı kuvvetlerle bazı ülkelerde din adamları kanalıyla yaptı.

240


Orhan BAYLAN_Yazılar

Türkiye'mizde ise her ikisi kanalıyla bu kuşağı tesis etti. Tabi bu arada bunu yaparken kendi doğru bildiği akılla ve usullerle, kullanabileceği aktörlerle yapmaya çalıştı. İşte bugün şikayet ettiğimiz iki yapının çıkışı da, devlet aklının dini hayata müdahalesi sonucudur. 1960 yılı sonrası dönemin efsanevi önce MAH daha sonra MİT başkanı olmuş olan Fuat Doğu sayesinde bu organizasyonu yapma görevi İzmir Vaizliğinden Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığına getirilen Yaşar Tunagür'e verildi. Yaşar Tunagür geleneksel İslam alanında ki sahayı doldurması için F.Gülen'i parlattı. Bu arada geleneksel İslam yorumlarına sıcak bakmayan, 19, yüzyılda bilhassa Rönesans sonrası Batılı aydınların Kiliseye ve İncile karşı geliştirdikleri akıl merkezli sorgulayıcı tavrı benimseyenler vardı.Bu kesim aynı "normları" islama karşıda koymayı, geri kalmışlığımızın ve ezikliğimizin nedenlerinin bu şekilde aşılabileceğini düşünüyorlardı. İşte bu yeni akımın baba isimleri de Türkiye'de değillerdi. Eserleri Türkçeye çevrilmemişti. Ama bilhassa Arap ülkelerinde, Mısır ve Libya'da radikal söylemli müslüman gençler vardı. Bu dilinde Türkiye'de yavaş yavaş taraftarları olmaya başlamıştı. Bunlar hem komünizme karşıydılar. İşte bir gün Fuat Doğu Yaşar Tunagür'le sohbet ederken; "Bak bu kitabın yazarı da komünistken müslümanlığa dönmüş, komünizme karşı gençleri güzel yazılarıyla karşı durmaya çağıran biriymiş.Bu eseri tercüme et, bol miktarda dağıtalım" der. Yaşar Tunagür'ün önüne konulan eser; Seyyid Kutub'un, "Yoldaki işaretler" dir. Daha sonra bilhassa bir siyasi partinin çatısı altında kümelenerek ve onun kısa zamanda elde ettiği başarı kanalıyla, Suud ailesinin finanse ettiği Rabita örgütünün çalışmaları sonucu bilhassa İmamHatip okullarında ve dini çevrelerde selefi yazarların eserleri çoğaldı. Seyid, Kutub, Reşit Rıza, Hasan El-Benna, Mevdudi, Kardavi, Ali Şeriati gibi mezhepsiz ve selefi görüşlü yazarların eserleri baştacı edildi. 1980 darbesiyle birlikte bilhassa İlahiyat fakültelerinde ve daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığına getirilen bazı şahısların gafleti ve bazılarının bilerek bu yola tevessülü sonucu mezhepsizlik baştacı edilmeye başlandı. "Yalnız Kuran yeter", "İndirilen Din-uydurulan Din", "Peygamberin mezhebimi vardı", gibi görünüşte akla ve mantığa uygun gibi gelen ama 1400 yıllık islam müktesabatına vurduğunuzda çok hamasi ve havada kalan bu sözlerin birer yutturmaca olduklarına kimse dikkat etmeden peşlerine takılıp mezhepsizlik bataklığına sürüklendiler. Yine; "Tağuta savaş açmak,", "Şeriatı Muhammediyesiz bir düzende yaşamak küfre rıza göstermektir", "Demokrasi tağuttur", "Cihad ölünceye kadar müslümana her şartta ve her yerde farzdır " gibi sloganik sözlerle genç insanların beyinlerini iğfal edip birer selefi terörist haline getirdiler. Selefi düşüncede ki biri radikalleşmeye müsaittir. Radilkalaşmiş birisini kimin manipüle ettiğini, hangi istihbarat örgütünün kontrol ettiğini asla tahmin bile edemeyiz. 1980 yılında Afganistan'da başlayan, El-Kaide ve Daeş, Boko Haram, Eş-Şebab gibi selefi örgütlenmelerin "İslami" olduğunu kim söyleyebilir. Bu yazıyı okuyan bazı ılımlı selefi arkadaşlar bana itirazda bulunabilir. Ama beyhude olduğu İslam tarihi boyunca yaşanan örneklerle doludur. Yalnız kitap ve sünnet bağlamında ki bir İslam anlayışı ya deizme, ya da radikal selefiliğe götürür. Peki ne yapmalıyız? Bu yazının devamı ı sonraki yazıya bırakalım... /Orhan BAYLAN 01 Nisan 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/turkiyeyi-bekleyen-tehlike-mezhepsizlik-veselefilik/559

241


Orhan BAYLAN_Yazılar

Abdülhamit’i İndiren Olmayacağım. Zaman zaman Ak Partiyi ve Erdoğan’ı eleştiren yazılar yazdığımızda büyük tepkiler alıyorum. Beni HDP’yi eleştirirken, şu yanlışı yapıyorlar dediğimi gördünüz mü? Varlığı yanlış olan bir partiyi niye eleştiriyim ki? CHP ve Kılıçdaroğlu’nu da çok eleştirmem. Sevmiyorum çünkü. Kişi sevdiğinin, umudunun olduğunun onu hayal kırıklığına uğratmamasını, beklentilerini karşılamasını arzu eder. Çocuklarımız da bu yüzden eleştirmezmiyiz. Mükemmel olmalarını, onların yüzümüzü ağartacak işler yapmasını bekleriz. Ama bizim mahallede öyle insanlar var ki; hata olsa bile bunu dile getirmemeli, eleştirip karşı tarafa koz vermemeli. “Kol kırılıp yen içinde kalmalı”, “Halının altına süpürmeli evin çöplerini” İşte yanlış dediğim ve asla taraf olmadığım bu. Bir cemaati, STK’yı, partiyi ve hatta aileyi yozlaştıran, kokuşmuşluk girdabına sokan bu anlayış. Hele parti mensubu makam ve mansıp elde etmişlerin, ya da hasbelkader oturduğu koltuğun nimetlerini bölüştürenlerin adaletsizlikleri, istismarları, kendi cebini doldurma adına yaptığı kanunsuzlukları içselleştirmek, göz ardı etmek, “bizden” diye müsamahalı davranmak o partiye verilecek en büyük kötülüktür. Onun için lütfen; daha iyi ve güzel için hataları söyleyen insanları linç etmeyin. Partinin sırtındaki keneleri bilhassa el birliğiyle kovalayın. Safralarla daha büyük hedeflere uçamazsınız. Safralarınızdan kurtuldukça toplum nezdinde de itibarınız artar. Ama mesleki, parti, cemaat ve hemşeri taassubumuz maalefes bizim en büyük hastalığımız. Liyakatsız, ehliyetsiz, karaktersiz ve ahlaksız insanları sırf aynı meslek grubundan, aynı partiden, hemşerimiz diye savunmaktan vaz geçmiyoruz. Zaman zaman Erdoğan’ında dile getirdiği ve şikâyet ettiği, görevlerini bırakmalarını istedipği bu kişileri deşifre etmek hainlik değildir. Elbette delilsiz, mesnetsiz, başka hesaplarla insanları karalamak hem kanunen suç hem de Allah nezdinde büyük günahtır. 2019 seçimlerine doğru

242


Orhan BAYLAN_Yazılar

giderken Türk siyasetinde sular daha da ısınacak belli. Bu yüzden daha temiz, adı şaibelere karışmam kişilerin ön plana çıkması gerekiyor. Defalarca yazdığım gibi, Türkiye 100 yıllık bir kırılma yaşıyor. Bu günler aslında farkında olmasak da Türk tarihinin dönüm noktalarından birini yaşıyoruz. Nasıl ki; son dönem mesela 1909’da Harekat Ordusu’nun İstanbul’u işgali ve Sultan Abdülhamit Han’ın hal edilmesi, 1923 Cumhuriyet’in ilanı nasıl tarihin belirgin kilometre taşlarıysa, 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimleri de o kadar önemli bir tarihi dönemeçtir. Son 10 yıldır içeriden ve dışarıdan yapılan bir sürü operasyonla karşı indiremedikleri Erdoğan’ı, öyle ya da böyle indirmeye çalışacaklar. Erdoğan orada oturdukça Türkiye ile ilgili yapacaklarını yapamıyorlar. Faiz ve Dış borç kıskacında Türkiye varlıklarını hortumlayamıyorlar. Onların kasasına girmesi gereken paralar, terörle mücadele de elimizi güçlendiren silah sanayiine, yatırımlara, ülkeyi sağlık, bayındırlık v.s gibi refah düzeyini arttıran kalemlere gidiyor. Bu da içeride ve dışarıda ki finans baronlarını çıldırtmaya yetiyor. En azından; İran sınırından başlayarak Hatay-Lazkiye arasından Akdeniz’e açılacak bir seküler Kürt devletinin yapılanmasına set çeken, Amerika’nın bu planını sı-uya düşüren Erdoğan’ın kararlılığı olmuştur. Yolsuzlukları, adam kayırmaları, parti içinde ki yanlışları ve belediye başkanlarının yaptığı abukluklara bakarak AK Partiye düşman olmak çok kolay. Hatta benim gibi ehl-i sünnet merkezli hassasiyeti fazla olan, Ülke’nin deist/ateist bir savrulmaya doğru gittiğini ve bunun en büyük sebeblerinden birinin de sözde din adamı kılıklı oryantalist kafalılar yüzünden olduğunu yazan söyleyen birinin, zaman zaman hükümet içinde ve Erdoğan’ın yakın çevresinde ki bu tür kişiler yüzünden düşman olması çok kolay. Sonra düşünüyorum. Efgani ve Abduh tesirinde kalan ama İstiklal Marşı gibi bir duygular manzumesini yazacak kadar vatan sevgisi yüksek olan reformist M.Akif’in, Kelam ilminde son yüzyıllarda yetişmiş en büyük alimlerinden biri olan son Şeyhülislam’lardan Mustafa Sabri gibi ehl-i sünnet bir alimin, Sultan Abdülhamit’e düşmanlarıyla beraber hareket ederek sebeb oldukları sonucu düşünüyorum. O koca Sultan’ın hal edilmesiyle beraber koskoca Osmanlı mülkünün her tarafında kan ve göz yaşı, zulümler, tecavüzler aldı başını gitti. Yemen, Balkan ve sonunda Cihan Harbiyle koskoca imparatorluk parçalandı ve milyonlarca insanlarımız yerlerinden oldu, bir kısım açlıktan ve yokluktan yollarda kırıldı, çoğunu da o diyarlarda bıraktık. Sadece Çanakkale’nin faturası 270 bin vatan evladıdır. O savaş bir “kaht-ı Ricaldir” aynı zamanda. Onun gibi nicesini yaşadık 10 yıla kalmadan. Ben de Akif’, Said-i Nursi, Babanzade, Hasan Basri Çantay, Elmalı’lı Hamdi, İskilipli Atıf, Ömer Rıza Doğrul, Mustafa Sabri’lerin; İttihat ve Terakki ateist/deist ve aptalları/hainleriyle beraber Abdülhamit’i yıkmaya yardımcı oldukları gibi, ben de Erdoğan’ı yıkan şer cephesine hizmet etmek istemiyorum. 100 yıl sonra bu ülke tarihi yazılırken benim de Erdoğan’ı yıkanlarla beraber olup; Abd, İngiliz ve Alman politikalarına hizmet etti denilmesini istemiyorum. 100 yıl önce Sandanski’ydi bugün Murat Karayılan, 100 yıl önce İttihat ve Terakkiydi bugün CHP, 100 yıl önce Hürriyet ve İtilaf Partisiydi bugün Saadet. Kusura bakmayın 100 yıl sonra aynı hatayı işleyenlerden olmayacağım. Ben; yanlışlarını söyleyeceğim, kusurlarını yazacağım ama, Erdoğan’ı indiren şer cephesiyle beraber olmayacağım… Anlaşıldı mı? /Orhan BAYLAN 05 Nisan 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/abdulhamiti-indiren-olmayacagim/564

243


Orhan BAYLAN_Yazılar

Fetö Örgütü Mü Tehlikeli, PKK’mı? Bilinen bir hikâyeyle başlamak istiyorum. Süleymen Aleyhisselam zamanında bir kuşkanadını bir dervişin kırdığını ileri sürerek şikâyetçi olur. Huzura çağrılan dervişe sorulduğunda: “Evet, bu kuşu yakalamak amacıyla yanına yaklaştım. Kaçmadı. Lakin ben tam tutmak için hamle yaptığımda kaçmaya kalkıştı ve bir kanadı o esnada kırıldı.” “Niye kaçmadın sen dervişten peki?” derler kuşa. “Efendim, ben üzerinde derviş hırkası görünce kendisinden zarar gelmeyeceğini düşünerek kaçmadım. Lakin bir de baktım beni avlamaya çalışanlar gibi yakalamak istediğini anladığımda kaçmaya kalkıştığımda bu hal geldi başıma. Derviş hırkasıyla değil, avcı yeleğiyle gelmiş olaydı ben tedbirimi alırdım” Hikayenin bundan sonrasını bilirsiniz. Dervişin de bir kolunun kırılmasına hükmedildiğinde: “Hayır efendim kolunu kırmayın. Üzerinde ki derviş hırkasını çıkarın ki, başkaları da buna derviş diye güvenip zarar görmesinler” der kuş. Türkiye 40 yıldır beslediği büyüttüğü dindar nesil bir gençlik yetiştirecek dediği Fetö terör örgütünün 15 Temmuz 2016’da hikayede ki kuşu yakalamaya çalışan derviş misali, Türkiye Cumhuriyeti Devletini ele geçirmeye kalkıştı. Kendisine tanınan devlet içinde ki sonsuz, sınırsız imkanlar han-ü iştihasını doyurmadı, devlet yönetimini, kendi üst yönetiminin karanlık odalarda ittifak kurduğu Amerika ile beraber ele geçirmek istedi. Şimdi bu harekatın sonucu devlet kendini korumak amacıyla öncelikle bu örgütün hiyerarşik düzeni içinde sorumlu makamda olanları mahkumiyetle cezalandırmak üzere, bu örgütle, öyle ya da böyle ilişkisi ve iltisakı olanları bünyesinden uzaklaştırmaya başladı. Devlette çalışan yaklaşık 110 bin kişilik bir kadro devletin bu refleksi sonucu uzaklaştırıldı. Cezaevine konulmayan, sadece ihraç edilen bu kişiler cezalandırılmış değildir. Sadece devlet bünyesinden attı. Cezalandırılacaklar, ya da beraat ederek davaları bittiğinde çıkacak olanlar; suçu bilerek işleyen, işlenmesine sebeb olan, göz yuman, teşvik eden ya da ortak olanlardır. Bu arada içeri alınan bu kişilerden bazıları masum olabilir. Mahkemeler dava sürecinde hatalı kararlar da verebilir. Hatta bir kısım hakim ve savcılar siyasi duruşları sebebiyle; siyasi iktidarı yakın görerek cezalandırmada veya tutukluluk sürecini uzatmada adaletten şaşmış olabilir. Yine aynı şekilde; hükümete olan tepkileri arttırmak amacıyla tutuklulukları uzatmak, davadan vareste tutulması gereken kişileri bilhassa tutmamak şeklinde, siyasi duruşları doğrultusunda karar verebilirler. Ama bütün bunlar bu davanın top yekun hukuksuz ve cezalandırıcı olduğunu göstermez.

244


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bu ülke 15 Temmuz gecesini yaşadı. Bu Ülkenin Millet Meclisi, Askeri birimleri, polis merkezleri, ve silahsız halkı bombalandı, kurşunlandı. Bütün bunları unutup, bu davaları PKK ile kıyaslamak hakkaniyete sığar mı? Evet yanlış duymadınız.. Fetö’cülerin yeni propagandası bu. Fetö davasındaki insanları suçsuz içeride tutuyorsunuz, PKK’lılar alenen devlete karşı eylem içinde olmasına rağmen kimse onlara dokunmuyor. Bu gençler PKK’lılardan mı tehlikeli! Evet PKK’dan daha tehlikeliler. PKK bu ülkenin başına öncelikle; askeri ve istihbari yanlışlıklarla bela edildi. Siyaseten alınabilecek (bugün alındığında kıyamet kopmadı) kararla, Kürt halkına verilecek temel hak ve özgürlükleri bahane ederek PKK’nın doğuşuna meydan verdiler. Tam o günlerde Diyarbakır Cezaevinde insanlara insanlık dışı işkence yaparak örgütün kadrosuna eleman yetiştirdiler. Köyleri tehcir ederek, onlara insan muamelesi yapmayarak PKK’nın büyümesine palazlanmasına zemin harcadılar. Bölge Valisi olarak atanan ilk vali olan Hayri Kozakçıoğlu: ” Biz dağ kadrosuyla, aydınları aynı kefeye koyarak devlet olarak büyük yanlışlık yaptık” demişti yıllar sonra. Yıllarca devletin içinde ki bazı mihraklar PKK ile mücadeleyi savsakladı. Daha sonra Erdoğan’a isteğini yaptıramayan Amerika, cemaat eliyle devşirdiği subaylarla PKK’ya alan açmaya, ona operasyonel destek sunmaya başladı. Her iki kanadın bilerek ve isteyerek yaptıkları bu hainlikler neticesinde PKK çok canımızı yaktı. Devlet gücünün ve enerjisinin boşa akıtılmasına, bölgeye yatırım ve iyileştirme yapılmasına engel oldu. Ama PKK, hiçbir zaman devleti yıkacak, başka bir ülkeye peşkeş çekecek boyuta gelmedi. Ayrıca; Türk Halkı içinde ki bazı ahmaklar ve aldatılmışlar dışında PKK’ya kimse inanmadı. Kürt gençlerinden ve halkından bazı beyinlerini yıkadıklarını kandırabildi sadece. Ama Türkiye Halkının ekseriyeti asla ne maddi ne moral destek verdi. Bu örgüte. Çünkü; PKK’nın hikayede anlatıldığı gibi, kuşa zarar vermeye gelen avcı olduğunu biliyordu. Ya Fetö örgütü. Dindar göründü. Okullar, dershaneler açtı. Namaz kıldı, kurban kesti. Allah dedi, peygamber dedi. Din dedi, iman dedi. İnsanlar onu derviş diye gönlünü, evini, iş yerini açtı. Millet neyi var neyi yok verdi. Trilyonlarca paralar toplandı. Devlet de kapılarını açtı. Kadrolar onlardan seçildi. İhaleleri Fetö Örgütü firmaları aldı. Ama birgün baktık ki; Onlar derviş hırkası giymiş AVCIymış meğer. Bu sebeble; Onlar PKK’dan bile tehlikeli. Şimdi bir propagandaya başlamışlar. Anadolu’da aileleri; “ bizim çocuklar bir şey yapmadı, ihtilal gecesi silah mı kullandı canım, silah kullanan PKK’lıya bile bizim çocuklara reva görülen yapılmıyor” diye propaganda yapıyorlarmış. Bu sözleri eden gördüğünüzde; PKK’dan da tehlikelisiniz deyin. Sonra deyin ki; “ kardeşim hiç birinizden, çocuklarınızdan bir pişmanlık sözü, Allah bu Fetö denilen adamın belasını versin, Hoca sandık meğer şeytanın önde geleniymiş, ona verdiğim yıllarıma yazıklar olsun” diyen birinizi duymadık. Ama ağzını açan Erdoğan’a kızıyor. Sizi iğfal eden Fetö’ye kızmak yerine, devleti Fetö’ye, daha doğrusu Amerika’ya teslim etmeyen Erdoğan’a kızıyorsunuz. Bu da hala aynı kafa yapısında, yani Fetö’cü olduğunuzun delilidir bir yerde… Akıllı olun... Gelin; Önce güzelce abdest alıp tövbe istiğfar edin, sonra da herkesin duyacağı şekilde pişmanlığınızı dile getirin. Tayyip Erdoğan sizi yoldan çıkarmadı, Pensilvania’da ki papaz çıkardı, unutmayın… /Orhan BAYLAN 07 Nisan 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/feto-orgutu-mu-tehlikeli-pkkmi/565

245


Orhan BAYLAN_Yazılar

Misyoner Okullarından Fetö Okullarına… Payitaht Abdülhamit dizisinin son bölümünde işlenen konulardan biri, İngiliz ajan-arkeolog Gertrude Bell’in arap gençlerini eğitmek amacıyla okul açma isteği ve o günün maarif nazırı Zühtü Paşa tarafından bu girişiminn engellenmesiydi. Yeni okul açma girişimi engellenen Gertrude Bell’in faaliyette olan bir başka okulu alarak bu engeli aştığı ama bu seferde Osmanlı vatandaşı olan gayri Müslimlerinde onun okuluna gidişinin engellenmesi üzerine, bazı Arap kabile reislerinin çocuklarını İngiliz vatandaşı yaparak bu engelide aştığını görüyoruz. Gertrude Bell gerçekte İstanbul’a geldi mi, Zühtü Paşa ile böyle bir konuşması oldu mu bilmiyorum.Zira ilk gelişi Beyrut üzerinden arkeolojik araştırmalar bahanesiyle bahsi geçen yıllarda Irak-Suriye-topraklarını adım adım gezerek ön çalışma ve araştırma yaptığı yönünde.7 dil bilen, Arapça, Türkçe, Farsça ve Kürtçe konuşabilen, hatta Arapçayı bütün o bölgede ki kabilelerin lehçeleriyle bilen bu çok başarılı casus, neticede bugün Orta Doğu haritasını çizen biri. Ama o dönemde Osmanlı topraklarında açılan sözde eğitim kurumu ve hastane, kilise, yetimhane gibi sosyal yapıların hepsinin amacı görünüşte dini yaymak özünde casusluk faaliyetiydi. 1820 yılından itibaren bilhassa Amerika’lı misyonerler gelmeye başlamışlar, Osmanlı topraklarının en çok Anadolu kısmında, gayri müslim vatandaşların yaşadığı bölgelerde misyon kurmuşlardı. Amerika’lı protestan misyonerler ne kadar Anadolu topraklarında faaliuyetlerini yoğunlaştırmışsa, İngiliz misyonerlerde Orta Doğu ve Arap coğrafyasına ağırlık vermişlerdir. O dönemde İstanbul’da 1 tane İngiliz Protestan okulu varken neredeyse bütün Arap şehirlerinde bir ya da birkaç okulalrı vardı. Aynı şekilde Amerikan koleji sadece Beyrutta vardı Anadolu hariç. Ama İngilzi diplomatların koruyup kollamaları için ortak payda “protestan” olmasıydı. Amerikalı ya da İngiliz misyonu olması hiç fark etmiyordu. O dönemde Osmanlı’nın başında o kadar çok gaile vardı ki, birini savuştursa bir başkası çıkıyordu. O dönemde devleti yönetenler, İngiltere, Fransa ve Rusya arasında bir onunla bir bununla ittifak yaparak dengeyi korumaya çalışıyordu. O günün güçlü bu üç devleti arasında ki Osmanlı toprakları üzerinde ki emelleri bir birlerini kontrollü hareket etmeye zorluyordu. Sanayi devrimini kaçıran ve zayıflamaya başlayan Osmanlı’yı parçalayan katalizör işte bu okullar oldu. Protestan okulları, Katolik okulları, Ortodoks okulları. Allianz İsrailete okulları olmak üzere Osmanlı toprakalrında açılan binlerce kız ve erkek okulları parçalanmayı hızlandırdı. Osmanlı bu okulları ne kadar zapt-u rapt altına almaya çalıştıysa da bir türlü iki yakasını bir araya getirip bunu başaramadı.1868 yılında yayınlanan “Maarif Nizamnamesi” bugün için bile muhteşem bir talimatlar dizinini içerir. Ama Osmanlı idarecilerinin okulları denetlemeye kalkışması durumunda mezkur ülkelerin büyükelçileri-konsolosları devreye girerek, Duyunun-u Umumiye’nin verdiği hakları öne sürerek engel olmuşlar, koruyup kollamışlardır. Robert Kolej inşaası için izin vermeyen dönemin Osmanlı bürokratlarından bıkan Cyrus Hamlin, o günlerde İstanbulu ziyaret eden Amerikalı Gebnerale durumu izah ederek yardımını ister. Sadrazam Ali Paşa ile görüşürken okul inşaası için yardımını talep eden Amiral’e Paşa olumsuz cevap verir.

246


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bunun üzerine Amiral: “O zaman Yunanlılara istedikleri iki zırhlı savaş gemisinin satışı için yardımcı olmaktan “ söz eder. Telaşlanan Ali Paşa: “Aman der, siz o zırhlıları onlara vermeyin, ben 10 tane okul yaptırırım.” Tabi o okulların Osmanlıyı yıkmakta oynayacağı rolü bilebilseydi 10 okul yapmak yerine, Yunanlılara 10 zırhlı satın, ben bir okul açmanıza izin vermem derdi. İşte Amerika ve İngiliz devleti 200 senedir bu topraklarda okullar vasıtasıyla operasyonlar çekti. İmparatorluk yıkıp devletçikler kurup onları bölerek parçalayarak yönettiler, yöentmeye devam ediyorlar. İşte 15 Temmuz’da halkımızın da çirkin yüzünü gördüğü Fetö Örgütü bu ülke insanının parasıyla bu Ülkenin çocuklarının beynini iğfal etti okullarında. Dünya’nın her tarafında açtığı okullardaki astığı Türk Bayrağıyla Türk halkını soydu. Moğolistan’da ki okulu Bafra’lılara, Namibya’da ki okulu Bolvadin’liye finanse ettirdi. Millette orada dalgalanan bayrak yüzünden Türk okulu sandı. Bilemedi ki o okullarda Türkiye için kadrolar değil, Amerika menfaatlerine hizmet edecek genç beyin taramaları yapılıyor. O ülkelerin en nüfuzlu ailelerin çocukları, en başarılı beyinleri devşirilerek Üniversite için Abd’ye gönderilip birer Amerikan muhibbi olarak yetiştiriliyorlar. Taiwan’lı bir kızın “İlgaz Anadolu’nun sen yüce bir dağisin” diye okuduğu şarkıyla “dini” eğitim verdiğini sanan iyi niyetli ve salak halkımız cebinde ne varsa boşalttı bu örgüte… Bütün bunlar olurken bu Ülke’de, bir kısım insanlar “dinler arası diyalog” Hristiyanlaştırma projesidir, CIA’nın dini söylem olarak perdelediği bir argümandır, bunlar dindarda değil, dini yapıda değildir, dedikçe küçümseyerek ve aptallar diye bakıldı ne yazık ki… MİT operasyonu ve 17-25 Aralık sonrası bazıları bunların yüzünü gördü. Ama bir kısım aptal hala bunları savunmaya ve bütün güçleriyle desteklemeye devam ettiler. 15 Temmuz gibi bir kâbusu yaşamış olmamıza rağmen, Fetö+NATO+Pentagon+ işbirliği bütün çıplaklığıyla ortaya konmasına rağmen inat ve ısrarla Erdoğan’a kin kusarak, aptallıklarına kılıf uyduruyorlar. Bu yapı Yurt dışında bu kadar kolay okul açarken uyanmayan salaklara son bir yıl içinde yaşanan iki olayı örnek vereyim belki ayıkırlar. Ummuyorum ama… Türkiye’nin daha doğrusu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gayretleriyle birçok ülkede ki Fetö okulları Türkiye’ye devredildi. Etiyopia’da da devlet Türkiye’nin ricası karşısında okulları maarif vakfına vermeye niyetlendiği anda, Fetö Nejashi Ethio-Turkish International Schools olmak üzere 6 okul Alman şirketlere devredilerek Alman okulu oluverdiler. Alman Bayrağı çektiler. Yine bazı Afrika ülkelerinde Fetö örgütü sahibi görünen bazı şahısların bir gecede Alman vatandaşı yapılarak okullarda Türk bayrağı indirilip Alman bayrağı çekildi göndere. Bunun en son öreği Bosna Hersek’te yaşandı. Birçok şehirde faaliyet gösteren; anaokulu, orta ve lise, üniversite olarak bir sürü değişik isimli Fetö okulları, Türkiye’nin baskıları karşısında elden çıkma korkusuyla İngiliz şirketi Richmond Park Education’ a satıldı. Türk bayrağı indirilerek İngiliz bayrağı çekildi. Evet sonsöz olarak diyeceğim şu: Bu topraklarda ki operasyonlar 100-150 senedir hiç değişmedi, aynen devam ediyor. Hala Fetö hocam diyen, PKK’lıya yapılmayan bize yapılıyor diye ağlaşıp asla pişmanlık duymayanlara da bir çift sözüm var. O İngiliz, Alman veya Amerika bayrağı illa evinizin damına mı çekilince ayıkacaksınız! /Orhan BAYLAN 07 Nisan 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/misyoner-okullarindan-feto-okullarina/566

247


Orhan BAYLAN_Yazılar

Oynaş Güreş Bunlar Güreş Türklerin ata sporudur. Gerçi elin oğlu bizi geçti ama olsun. Hem minder güreşinde başarısız olma sebebimiz, bizim güreş yapan çocuklar genelde Anadolu'nun bağrından kopup gelmiş, köylü çocukları olduğu için, genelde de Hanefi mezhebinden temiz aile çocukları, el kadar kaba avret mahallini kapatan mayolarla güreşirken konsantre olamıyorlar. Oram mı açıldı, buram mı açıldı derken, kapkara Küba'lı devirip atıveriyor. Hani Maliki mezhebinden olsa kurtaracak amma... İşte öyle zırt pırt telfiki mezahip olmuyor. Ama şöyle pıt pıtı giyip ya da manda derisi kıspeti giyip, iki okka halis zeytinyağını da döküp meydana bir çıkıverse... Orasının açılma derdi yok, burasının görünme. Bak sen karayağız Anadolu çocuğu o küffara çayırı yoldurmuyor mu? Mayo çıktı mertlik bozuldu napacan. Bugün bazı arkadaşlarla eski güreş tefrikalarından konuştuk akşam oturduk bu satırları döktürüyoruz. Bizim ortaokul yıllarımızda Tercüman'da Ali Gümüş'ün güreş tefrikaları vardı. Bayılarak okurdum. 23 sene Kırkpınar başpehlivanlığı kazanan gaddar Aliço, talebesi Adalı Halil, Adalı Halil'e ot yolduran Çolak Mümin, 140 okkalık Filiz Nurullah, Filiz Nurullah'a meydanı dar eden 80 okkalık Kurtdereli Mehmet ve Amerika'yı kasıp kavurduktan sonra dönüşte altınları için denizde boğulan Koca Yusuf'lar... Güreşlerini zevkle okurdum. Adeta onlarla beraber güreştirirdi insanı Ali Gümüş. Pek güreş meraklısı olmasam da, son yıllarda seyrettiğim bir kaç güreşten de zevk almadım. Benim güreşten anlamadığımdan değil, güreşciler o eski güreşciler olmadığından. Lise yıllarımda biraz güreşmiş birisi olarak pek ala oyunları da bilirim. Kırkpınar gibi bir kaç yer dışında, dernek organizasyonlarında veya belediyelerin tertip ettiği güreşlerde hep tezgah var. Güreşçiler şimdi klüpleşmişler. Antalya, Yalova, Samsun ve bir kaç merkez de ki başpehlivanlar nezdinde her boy güreşçileri var. Sizin derneğiniz çağırdığında iki başpehlivanı kaldıramıyor. Yolluk isterler. Ekstralar isterler. Zaten derneğiniz zar zor ödül paraları bulmuş buluşturmuştur, iki büyük başpehlivana verilecek yolluğu kaldıramaz. Her bölge zaten bu klüpler arasında taksim edilmiştir. Samsun, Tokat, Amasya civarında ki güreşlere gidecek olanlar bilinir. Antalya bölgesi pehlivanı gelmez oralara. Kendi aralarında riayet ettikleri bir gizli kuraldır bu. Güreşler başlar ve başpehlivanın klübünde ki çocuklar bütün boyların ödüllerini toplar. Bir kaç yerel gariban çıksa da onlar bu eğitimli çocuklara kaybetmeye mahkûmdur. En son Başpehlivan çıkar. Tabi onun karşısına yine klübünden biri dikilir. İki peşrev, iki elense, yalandan bir "Haydaaa" narası ve az yaşlıca pehlivan eskisi, kıspete vurup güreşi bırakır. Siz ağız tadıyla bir güreş izleyemeden davul zurna susar... Ha bu kadar lafı niye ettim. Öncelikle adları geçenler bizden -rahmet istemiş demek ki onları andık. Ülkenin her tarafında yapılan güreşlerin nasıl olduğu hakkında bilmeyenlere bilgi verdik. Esas yazma sebebim üçüncüsü. Şimdi Amerika ve Rusya'da başpehlivanlar gibi üleşmişler güreş yapılan yerleri. Oralarda zaman zaman küçük boylar arasında kavga çıkarıp güç gösterisinde bulunuyorlar. Dünya'nın geri kalanını tehdit ediyorlar. Zaman zaman da, bu günlere Akdeniz'de olduğu gibi bir birlerine sahiden dalacakmış gibi itiş kakış yapıyorlar. Danışıklı güreş yapan başpehlivanlar gibi bir birlerine elense çekip, hatta milleti arada galeyana getirip heyecanlandırmak için, "haydaa" diye naralar da atıyorlar. Nasıl biri kıspete vurup güreşi bırakınca davul zurna susar, bugün yarın Abd, Suriye'deki boş bir araziye bir kaç Tomahawk sallar, davul zurna susar, tantana da biter. Ondan sonra parsaya çıkar ikisi. Bir Ülke'ye silah satışı, bir Ülkeye Nükleer tesis, bir ülke'de yükselen dolar, bazı ülkelerinde petrolllerini ve gazlarını yürütürler. Parsa toplayan pehlivan nasıl bahşiş vereni selamlarsa bu iki süper güçte andavalları söğüşler bir de kılıç kalkan oynar. /Orhan BAYLAN 10 Nisan 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/oynas-gures-bunlar/569

248


Orhan BAYLAN_Yazılar

Adalet 5 Numarada 28 Şubat davası nihayet karara bağlandı. Ama benim içim karalar bağladı. Adalet dağıtıcıların adalet dağıtma şekli sebebiyle. Adaletin 5 numarada bir kere daha üzerinden geçildiği için. 28 Şubat’ın mağdurları hala içerde yatarken, muktedirleri “Yaş ve Sağlık sorunları” sebebiyle adli kontrol şartıyla cezalarını çekecekler. Adalet bunun neresinde peki? Ondan sonra “Adalete” inanmamızı ve güvenmemizi bekliyorlar bizden. Hiç kusura bakmayın beyler. Kişiye göre, adamına göre kararlar verdikçe siz, biz de adalet dağıtımınızdan hep şikayet edeceğiz. Avrupa Birliği uyum yasaları sebebiyle tutuksuz yargılanmayı 5 yıla çıkartabilirsin. 160 km. hızla giderken 18 yaşında bir genci ezerek öldüren adama 4 yıl 8 ay ceza vererek Yargıtay yolunu da kapatır anayı gözü yaşlı ve acılar içinde bırakabilirsin. Ama aynı cezayı almış iki kişiden birini içeride birini dışarda tutamazsın. Müebbet hapis cezası alan 1944 doğumlu Nazlı Ilıcak içeride, aynı cezayı alan 1949 doğumlu Erol Özkasnak dışarda. Adalet bu mu? Nazlı Ilıcak savunusu yapmıyorum. Ama darbeye “iltisaklı” ve yayın yoluyla örgüt propagandası yapan, darbeyi fiilen yapandan daha mı fazla suçlu yani? Ayrıca; 12 Eylül generallerinin rütbeleri söküldü ve bütün hakları ellerinden alındı. Peki idama çarptırılıp ellerini kollarını sallayarak gezecek olan bu 28 Şubat’ın tank ve mal yürüten muktedirlerinin de rütbeleri sökülüp, devletin Ülkeyi korumak için verdiği silahı millete doğrultmanın cezası olarak, hakları ellerinden alınacak mı? Ama yaşlı zaten canım, bu saatten sonra prostattan çişlerini bile tutamayan bu adi herifleri içeri atsan ne olacak diyecek aklı evvelere şunu derim. Atalarımız der ki; “Harmanda ettiğin ahırda ağzına gelir.” Bu atasözü onlarda, bundan sonra bu işlere tevessül edecek kanı bozuklarda unutmaması için, bilhassa çişlerinde boğulsunlar diye bilakis içeri tıkmak gerekiyor. Neticede bugün, Ankara’da hakimler var diyemedik. 28 Şubat’ın muktedirlerini adalet eliyle kurtarıp, adaleti de 5 numara da viziteye mahkum ettik… Hayırlı olsun efendim…. *** Kim Medeni Kim Barbar Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde bilhassa Türk derneklerine veya Diyanetin yaptırmış olduğu camilere son zamanlarda artan bir saldırı var. Bunların bir kısmını biz Suriye’de PKK/YPG’ye darbe indirdikçe Avrupa’da ki PKK’lılar yapıyor. Dinsiz PKK’lılar askerin karşısından fistan giyip kaçarken, Avrupa’da ki yandaşları kimsenin olmadığı saatlerde camilere molotof atabiliyor ancak. Ama bir kısmını da Avrupa’nın ırkçı ve fundamantalist Hristiyanları yapıyor. Biz Avrupa ile yüzlerce defa harp ettik ama hiçbir zaman bizim ülkemizin delisinin de, sarhoşunun da, şehit yakınında aklına bir kiliseye saldırmak gelmedi, gelmezde… Biz saldıracaksak mabetlere değil, suçu işleyene saldırırız. Ama kahpe Avrupa böyle mi? Tarihte de böyle değildi, şimdi de değil… Soralım? Pek medeni Avrupa, 700 sene İspanya'da binlerce dini yapı inşaa eden Endülüs'den geriye ne bir müslüman ne de bir tane İslam eseri koymazken, barbar İslam dünyası ne gayri müslim halka ne de ibadethanelerine asla zarar vermedi. 1400 senedir İslam topraklarında kilise ve sinagoglar aynen ayakta duruyor. Ve bugün; ağızlarından salyalar akarak 8 defa Kudüs'e gelmeye çalışan Haçlı sürülerinin torunlarının yaşadığı Avrupa'da, camiler yakılıyor, saldırıya uğruyor. Avrupa; algı çalışmalarına ve modern görünümlerine rağmen, cilalarını kaldırdığınızda; bin yıl önce Piyer Lermit'in peşine takılan soysuz ve çapulcu geçmişlerinden farkı olmadığını görebilirsiniz. Peki; Kim medeni kim barbar? /Orhan BAYLAN 13 Nisan 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/adalet-5-numarada/573

249


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bizi Kimler Bozdu Ülkemiz yaklaşık 200 yıldır misyonerlerin yoğun ilgisine maruz kaldı. 1820 yılında W.Goldwin ve arkadaşının İzmir’de karaya ayak basmalarından bu yana American Board misyonerleri hızla Osmanlı topraklarına akın akın gelmeye başladılar. Önce sağlık kurumu, yetimler evi, hastaneler, sonra okullarla ve beraberinde protestan kiliseleriyle yurdumuzun dört bir yanını köy kasaba işgal ettiler. Müslüman ahaliden yeterli tanassuru(dönmeyi) sağlayamayınca azınlıklar üzerine yoğunlaştılar bu sefer. İstanbul başta olmak üzere, en çokta Ermeni ve Arap Hristiyan Osmanlı tebaları içine yöneldiler. Neredeyse doğu illerimizin hemen hepsinde köylere varana dek; okul, sağlık ocağı şeklinde faaliyet gösterdiler. Peki onlar ellerini kollarını sallayarak bu faaliyetleri yürütürken Osmanlı bir şey yapmadı mı? Sanayi devrimini kaçıran ve Avrupa karşısında kan kaybeden Osmanlı, arayı kapatabilmek için atılımlar yaptıkça içeriden ve dışarıdan engellemelerle karşılaştı. Yapılan atılımlar (Tanzimat fermanı ve Islahat fermanları) aslında kendi ayağına sıkmaktan başka işe yaramadı. Batılı misyonerlerin azınlıklar içinde daha rahat çalışmasını sağlamaktan başka bir işe yaramadı. Tabi bu arada, Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması, Kavalalı isyanları, Cezayir’in kaybı, Yeniçeri teşkilatının kaldırılması, kurulan yeni ordunun daha henüz güçlenmemesi, Lübnan’ın özerkleşmesi, Kırım savaşı gibi bir sürü olumsuz şartlarda hep aleyhimizeydi. Osmanlı'nın belini büken kamburlarıydı. Bu kadar üst üste gelen olumsuzluklara hangi imparatorluk dayanabilirdi ki! Kırım savaşında ilk borcu almamızla başlayan Avrupalı bankerlere el açma durumu, neticesinde kapütülasyonlardan beter taviz bermeye zorladı Osmanlı’yı. Misyonerlerin yasal ya da yasal olmayan yollarla pıtrak gibi ülkenin her tarafına okul açmasına sebep oldu. 1869 yılında çıkarılan gayet güzel Maarif Nizamnamesi ne yazık ki hiçbir zaman tam uygulanmadı. Osmanlı’nın okulları denetleme, imar ve iskanı ile ilgili her tür engellemeleri karşısında, bu sefer Avrupa devletleri şantajla, tehditle veya tavizlerle aşmayı bildiler. Bunun en güzel örneği Robert Kolej inşaasına izin vermeyen o dönemin maarif nazırını aşmanın yöntemine ilişkin anekdottur. Koleji yapmak için kaynak temin eden Cyrus Hamlin bir türlü inşaat izni alamaz. Maarif Nezareti habire engeller çıkararak inşaatın başlamasına engel olur. 1867 yılında Amerika’lı bir amiral Osmanlı payitahtını ziyaret eder. Büyük ihtimal o günlerde yeni imal edilmeye başlanan zırhlı gemilerini satmak amaçlıdır bu ziyaret. Okulun kurucusu ve uzun yıllar müdürlüğünü yapan Cyrus Hamlin, inşaat izni alamadığını, Sadrazam Ali Paşa ile yapacağı görüşmede

250


Orhan BAYLAN_Yazılar

bu konuyu gündeme getirip tavassut etmesini rica eder. Amerikalı amiral Ali paşa ile görüşmede konuyu açar. Ali paşa: “Bu konuda sadarete çok baskı yapıldığını izin vermesinin zor olduğunu “ söyler. Amerikalı amiral bunun üzerine: “Yunanlılar bizden iki tane zırhlı istiyorlardı, o zaman biz o satışı onaylayalım” der. Bunu duyan Ali paşa yerinden fırlayıp: “Aman” der…”Siz Yunanlılara zırhlıları vermeyin ben 10 okul yaparım.” Tabi o günün öngörüsü o kadardı. Ali Paşa o okulun bizim ülkemizde nelere mal olacağını bilseydi, belki de 10 zırhlı verir, bir tane okul açılmasına izin vermezdi. Nitekim o okulun yetiştirdiği talebeler; Bulgaristan'ı kuran kadro, Doğu'da Ruslarla beraber katliam yapan Ermeni komitacı, Rum Pontus Devleti'ni canlandırmak için Karadeniz'de ihtilalci ve Arabistan'da Gertrude Bell ve Lawrence'le beraebr Osmanlı ordularına saldıran Arap milliyetçisi olup, Osmanlı’yı yıkan katalizör oldular. Bu okulların yetiştirdikleri, Hristiyan olmasalar bile; dine soğuk ve uzak, pozitivist ve ateist olarak Cumhuriyet kadrolarını teşkil edip yıllarca jakoben bir laisizm uyguladılar bu ülkede. Dini sosyal hayattan silmeye çalıştılar. Din adamlarını darağaçlarında sallandırdılar. Ezanı Muhammediye'yi yasakladılar. Din eğitimini yasaklayıp, Kuran öğrenmeye engel oldular. Ama aynı yıllarda müslümanlara bunlar reva görülürken; Kayalar mevkiinde yükselen Robert Kolejin şapeli çan çalarak öğrencileri sabah ayinine çağırmaya devam etti. Karaköy Saint Benoit’in Katolik papazları aynen okullarında misyonerliklerine devam ettiler. Beyoğlu’nda ki “Bible House” ve “Kitab-ı Mukaddes Şirketi” ilanlarla bedava incil dağıtmaya devam etti. Y.M.C.A ve Y.W.C.A aynen ülke genelinde çalışmalarına devam etti. Bu ülkede İslamiyet ve kurallarını öğrenmek ve yaşamak yasaktı ama Hristiyanlık ve Yahudilik öğrenmek ve yaşamak asla yasak olmadı. Bir tane asılan papaz ya da haham göstermezsiniz. Ama binlerce din adamı sallandırıldı İstikal Mahkemelerinin kurduğu darağaçlarında. Sonra baktılar ki dini sosyal hayattan, halkın sadrından silmek mümkün değil, kontrollü bir din eğitimine ve yaşanmasına izin verdiler. Yani, fokurdayan kazanın kapağını araladılar. Bu bile millette büyük bir sevinç ve coşku meydana getirdi. İşte bu yoğun dinsiz ortamda bazı insanların misyonerlerce Hristiyanlaştırıldıklarına ilişkin dedikodular çıktı. Bu konuda 1953 yılı yazında bir beyanat veren Milletvekili İsmail Hakkı Berkuk Paşa: “…Din değiştirmeler, dini hayatın üzerinde ki baskılardan dolayı artmaktadır. Bazı gençlerimiz dini arayışlara girip, İstanbul’da faaliyet gösteren müdürünü de şahsen tanıdığım “Kitab-ı Mukaddes Şirketine” başvurarak Hristiyan olmak istediklerini izhar ediyorlar. Şirketin müdürü de “Siz şimdi gidiniz. Bir daha salimen düşünüp öyle geliniz. Salı günü sizi bir Ömer Fevzi adındaki İslam alimiyle görüştüreceğim. Onun size dininizi anlatması üzerine de kararınızı değiştirmezseniz, gerekeni yaparız “der. Yani misyonerler her geleni kabul etmiyorlar” der. Ama bu milletvekili’nin bilerek ya da bilmeyerek yaptığı -yanıltma büyük tabi. Çünkü; İslam alimi diye ismi geçen şahıs “Tevhid-i Edyan(dinlerin birleştirilmesi- Dinler arası diyalog) kongrelerine katılan biri. Yani bu ülke ne badireleri atlatıp bugünlere geldi. Sahte tarikat şeyhleriyle, sahte cemaatlerle bizi aldattılar. Sonra meydanı ağızları güzel laf yapan; reformist/oryantalist, dinler arası diyalogcu sözde din adamı kılıklı şarlatanlarla milleti iğfal ettiler. Şimdi birkaç genç deist oluyor diye çokta ağlaşmayalım. Vallahi bu millet hala Ehl-i Sünnet akidesine sahipse, şükür secdesine kapanmalıyız. /Orhan BAYLAN 14 Nisan 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/bizi-kimler-bozdu/576

251


Orhan BAYLAN_Yazılar

Erken Seçim Gerekli Miydi? Öncelikle bugün Sayın Cumhurbaşkanı’nın 3.54 itibariyle açıklamış olduğu 24 Haziran tarihinde yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimi ülkemiz için hayırlı olsun. Sayın Erdoğan 15 yıl boyunca hiçbir seçimi zamanından önce yapmadı. Ve bu ilkeye çok dikkat etti. Ama bugün ne oldu da 1.5 yıl erkene alındı seçim. Bu satırların yazarı; Sayın Bahçeli’nin açıklamış olduğu erken seçim tarihini tek başına aldığına inanmıyor. 15 Temmuz’dan beri Türk siyasetini domine eden Bahçeli. Türk devletinin elden kayıp gittiğini gören, usta bir siyaset adamı ve ülkesini seven bir milliyetçi olarak en dar zamanda içeride ve dışarıda Türkiye’ye yönelik hücumlar karşısında Hükümetin yanında durmayı bilmiştir. 15 Temmuzun hemen öncesinde devlete çöreklenen menfur yapının, Bahçeli’nin siyaset yapışını beğenmeyen muhalifleri “Truva atı” etrafında örgütleyerek, gençliğini, kariyerini bütün sevdasını vermiş olduğu MHP’ye çöreklendiğini görüp, hemen sonrasında da gelen 15 Temmuz darbe girişimi sonucu hangi safta yer alması gerektiğini bilmiş ve tavizsiz bir şekilde bu mücadelede yerini almıştır. Peki; Sayın Bahçeli ve Erdoğan’ı hangi saikler erken seçim kararı almaya itti. Yazarların ve yorumcuların günlerce işleyeceği bu konuya ilişkin biz de kaydımızı tarihe düşelim. Dış Tehditler Herkesin malumu olduğu üzere, Abd’nin Suriye’de oluşturmaya çalıştığı PYD koridoru Türkiye’nin beka sorunu haline geldi. “Dostumuz, NATO müttefikimiz ve Stratejik ortağımız” Amerika ne yazık ki büyük ve köklü Türkiye Cumhuriyeti yerine, 34 yıldır varlığına kasteden, binlerce canını alan, enerjisini tüketen PKK gibi kendisinin de terör örgütü listesine aldığı bir yapıyı tercih etti. O zaman basiretli her Türkiye sevdalısı yöneticinin yapması gerekeni yaptı Erdoğan ve bu yapılanmanın önünü kesecek iki hamle yaptı. Fırat kalkanı ve Zeytindalı Harekatı. Bu Amerika’nın oradaki planlarını akamete uğratan, o kadar silah, mühimmat ve taktik teknik personelin yıllardır yaptıklarının berhava olması, bir yerde Abd’nin karizmasının çizilmesi demekti. Bunun için yeni taktikler geliştirilmesi gerekiyordu. Rusya, İran ve Türkiye ile oluşturulan sac ayağı hem Suriye’de ki istikrara hizmet ediyor, hem de Amerika ve koalisyon güçlerinin bölgedeki uzun vadeli emellerine zarar veriyordu. Bu amaçla İngiltere önce kimin yaptığı belli olmayan bir suikastin sorumlusu olarak Rusya’yı itham ederek diplomatik girişimlere başladı. Bu arada Abd Başkanı Trumph “Suriye’den çekileceğiz” dedi. Daha sözleri bitmeden; Esed’den başka herkesin işine yarayacak bir “kimyasal saldırı” oldu. Ve İngiltere sahneye fırladı, ben de hala iş var diye kendini göstermek isteyen kart üvertür gibi hemen. Ve ve konsomasyonda bile kimsenin yüzüne bakmadığı Fransa’da, bir zamanlar kıçına tekme yiyerek atıldığı sahneye zor attı kendini. Gelişen Türkiye-Rusya sinerjisinin eninde sonunda Orta Doğu’dan tamamen uzaklaştıracağının bilinmesi ve bu hesap sonrası atılan bilinçli adımlardı hep bunlar. Bu arada Abd’ye ve diğer ülkelere Suriye’de ne işiniz var demeyen Arap Ligi Türkiye’nin Afrin’den hemen çekilmesini talep etti. Abd sayesinde tahtta duran bu yüzden halkına yediremediği petrol paralarını obez Amerika’lılardan esirgemeyen Suud ve besleme Mısır, asker göndermeyi konuşmaya başladılar. Bu arada AB’nin ve Amerika’nın üzerimize saldığı Yunanistan ayrı dert. Ekonomik sıkıntılarını ve içerideki bir çok problemi adalarda ki helikopter gezilerine bağlayan bazı bakan bozuntularıyla üzerimize geliyor. Maksat Türkiye’nin başına bir fazla gaile açmak. Bu yüzden hızlı ve yerinde kararlar alıp sahaya yansıtacak Cumhurbaşkanlığı sistemine bir an önce geçmemiz gerekiyor.

İç Tehditler Yine hepinizin malumu olduğu üzere; örtülü ve açık bir çok operasyon, kalkışma ile yönetimden indiremedikleri, halkın gözünden düşüremedikleri Erdoğan’nın yeni Cumhurbaşkanlı’ğı sisteminde

252


Orhan BAYLAN_Yazılar

seçilmesini engellemek için dışardan kumandalı içeride ki piyonlar her tür manipülasyonu, operasyonu yapacaklardı. CHP’nin DHKP-C kökenli birçok milletvekili ve İl Başkanlarını seçmesi aslında ortamı gittikçe kızıştıracak adımların atılması içindi. HDP’’lilerden daha çok Selahattin Demirtaş’ı CHP milletvekilleri ziyaret etmiş. Bunun demokratik hak olduğunukabul etsekte bu bir tercih ve göstergedir aynı zamanda. 6-7 Ekim kışkırtmasını yapan, kanlı hendeklerin destekçisi birinin demokratik figür olarak topluma lanse edilmesi de ayrıca, demokrasiye edilecek en büyük küfürdür. İYİ Parti’nin iyi niyetle siyasette sahne almaması, SP’si liderinin sosyalist liderleri bile kıskandıracak, yaşına, duruşuna yakışmayan dili geriye kalan 1.5 yıllık süreçte Türk siyasetini zorlayacak gibiydi. Havaların ısınmasıyla “Oturma “ eylemine başlayanların, Erdoğan’ın başkanlığını engellemek için nelere başvuracaklarını kestirmek bile güç. Ayrıca; AK Parti kadrolarının gittikçe makamlarına sımsıkı yapışması, 1 kasım’da seçilen milletvekillerinin bir çoğunun sadece artık “Bankamatik Milletvekili” haline dönüştüğü bilinen ve şikayet edilen bir gerçek. En iyi temizliği ve dönüşümü halk yapar. Bu arada 16 Nisan’da kabul edilen yeni sistemin yarı uygulanıyor oluşu, defacto Cumhurbaşkanlı’ğı sisteminin oluşu da devlette garabet bir yapılaşmaya sebeb oldu. Bugün halen var olan Başbakanlık makamının eskisi gibi icracı olduğunu kim iddia edebilir mesela? Devletin her yönüyle yeni sisteme uygun hale getirilmesi gerekiyor. Yine bu minvalde; eski alışkanlıklarını devam ettiren sırtında yumurta küfesi olamayn bürokratik yapının da elini taşın altına koyması gerekiyor. Siyasileri uyutma, ve uzatma taktiğini bırakıp, artık onunla gelip, onunla gideceğini bilerek daha aktif bir şekilde halka hizmet etmeye başlamalrı gerekiyor. İşte bu ve daha bir çok nedenden dolayı, Türkiye'nin bir an önce sistemi yoluna koyması gerekiyor.

Ekonomik Tehditler Türkiye yukarıda saydığımız onca badireye rağmen hala Dünya’nın en hızlı büyüyen ekonomilerinden birine sahip. Finansal yapısına da birçok örtülü operasyon çekilmesine rağmen, uluslararası verilere göre bankacılık sistemi, ödemeler dengesi en sağlam ülkelerden biri. İhracaatı gittikçe artan, kendi öz kaynaklarını kullanmada gittikçe daha verimli olan, silah sanayiinde ki atılımlarıyla parmak ısırtan güçlü bir ülke. Dünya’nın en güçlü ekonomilerinden birine sahip olan, yıllık 500 milyar dolar cari fazla veren Almanya; bizim yeni havaalanın yarısı büyüklüğe sahip Berlin Havaalanı’nı 2006’dan beri bitiremedi. Biz onların üzerine iki katını havaalanını bitirdiğimzi gibi, iki tüp geçit, iki devasa köprü, sayılamayacak kadar tünel inşaa ettik. Bu arada ilk nükleer tesisin de temelini attık. Son günlerde ne yazık ki, hem dolarda artış, hem de fazilarde artış oldu. Onun için bizim hızlı kararlar alacak, eski devlet hantallığından kurtaracak Cumhurbaşkanlı’ğı sistemine bir an önce geçmemiz gerekiyor. Bunun yolu da seçimleri beklemek yerine, bir an önce seçimleri yapıp herkes işine gücüne bakmalı. İçeride ve dışarıda alınması gereken kararlar, daha yapılması gereken çok iş var. Ayıca; 24 Haziran değil de, 24 Kasım olsa ne fark ederdi, sadece 7 ay daha seçimle yatar kalkardık. Ülke zarar ederdi. Sayın Erdoğan’nın seçim tarihini açıklamasıyla faiz 0.50, dolarda 4 liranın altına düştü. Amerika’lı yatırımcılar 600 milyon dolarlık tahvil alımı yapmışlar. Türk ekonomisine güvenmeseler, elin Amerika'lısı gelir tahvile yatırım yapar mı? Ha bize güvenmeyen, içimizde ki bazı Fransızlar... Son söz olarak: 66 günlük bu süreçte, ülkemizi yine de karıştırmak isteyecek her tür ihanet şebekesine karşı uyanık olalım. Fetö’cülerin bilhassa Anadolu şehirlerinde yapacakları tezvirata, desiseye, yalana karşı hazırlıklı olun. Fırsat vermeyin. Kolluk kuvvetlerinin de bilhassa bu süreçte bunlara göz açtırmaması gerekiyor. Unutmayın: 24 Haziran; Türk tarihinin yeniden yazılacağı günün başlangıcıdır /Orhan BAYLAN 18 Nisan 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/erken-secim-gerekli-miydi/584

253


Orhan BAYLAN_Yazılar

Kim Sahi Bu M.İkbal? Adamın biri gazete köşesinde 2 gündür Muhammed İkbal'i göklere çıkartıyor. Tabi, insanda itikat mesele değilse, müslüman görünen, ismi müslüman olan, bir de cerbezeli iki şair patlatanı adam sanıyoruz. Kardeşim; itikadı düzgün olmayanın eninde sonunda sapıtması kaçınılmaz. Bugün bile siyaset sahnelerinde bunun benzerlerini çok görüyoruz. Yalnız Kuran diyen, İndirilen din-uydurulan din saçmalıklarını topluma yedirmeye çalışan sözde hoca bozuntuları da benimle aynı siyasi partiye oy verebiliyor. Hatta bunların, siyasette ve devlet yönetiminde ateşli taraftarları oluyor. Hatta hatta güzel işler yapmış gibi görüniyorlar zaman zaman. Ama bir gün bir bakıyorsunuz ki; itikadı ehl-i sünnet olmayınca, yaptıkları onca hasenatı berhava edebiliyorlar. O yüzden eskiden din büyükleri, öncelikle itikadı düzeltmek lazım geldiğini söylemişlerdir.

254


Orhan BAYLAN_Yazılar

Edison'da faydalı iş yapmıştır. Ama, onun elektriği bulan aklı, hak olan İslam'ı bulmaya yetmemiştir. Aslolan ahireti kurtarmamıza sebep olacak itikadı düzeltmektir. Ayrıca siyaset; insanlara hizmet amacıyla olmalıdır. İşte ne yazık ki; büyük şairler, yazarlar, kahramanlar diye anlatılan kişiler hakkında biraz okumak, ne yaptıklarına, neye sebep olduklarına bakmak gerekiyor. Maalesef 150 yıldır bu topraklarda hem dini açıdan hem milli açıdan at izi it izine karıştırıldı. Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh'ların yaydıkları fikirlerin zararlarını İslam toplumlarının her yerinde görmek mümkün ne yazık ki. Bunlar siyaset adamı, fikir adamı, yazar filan diye her gün karşımıza çıkıyor. İşte bu yüzden ey ehl-i sünnetin temiz çocukları. Size kahraman ve hak aşığı diye yutturulan her ismi alıp bağrınıza basıp, sonra da ölesiye savunmayın. Neler demiş, neler yapmış, görünüşte kime hizmet etmiş, müslümanlara ne fayda sağlamış inceleyin. Gelelim Muhammed İkbal'e..Kısaca bakalım hayatına. Alois Seprenger'in en başarılı talebesi Kuraniyyun hareketinin ilk kurucusu Seyyid Ahmed Khan'ın uzun yıllar rahle-i tedrisinde kalan İkbal, İngiltere'de eğitim aldı. İngilizlerin Hint alt kıtasını bölerek yönetme fikrinin, bağımsız Pakistan adına en büyük savunucularından oldu. Gandhi'nin; "Bizi İngilizler bölmek istiyor, ayrılmayın" diye defalarca uyarmasına, yalvarmasına rağmen, Pakista bağımsızlığının şiirleriyle en büyük destekçisi oldu. İngiltere Kraliçesi tarafından "sir" olarak ilan edildi. 1938 yılında öldü. Pakistan'ın bağımsızlığını göremedi. Hint alt kıtasının en büyük İslam Devleti Hindistan olacakken, şimdi orada fakirlikle boğuşan Bengaldeş ve sorunlarla yaşayan Pakistan diye iki müslüman devlet var. Bunların ayrılmasına rağmen şu an dünyada ki en büyük müslüman nüfus yine de Hindistan'da yaşıyor. Ve Hindistan-Pakistan arasında keşmir sorununu da İngilizler öylece bıraktı ki, orada huzur ve istikrar hiç olmasın diye. Ezcümle; bağımsızlık şarkıları güzeldir güzeldir de, meyvaları acı olur. Pakistan bağımsızlığından beri kan ve göz yaşı dinmedi. O bölgeye huzur hiç gelmedi. Bir şeye sebep olduğunuzda bunun sonuçlarını da görüp faydalı ya da zararlı olup olmadığına bakmak gerekiyor. Pakistan ve Bengaldeş ayrılmasa, bugün Hindistan en büyük islam Devletiydi. Keşmir diye bir sorunu yoktu. Bölgede ki diğer sorunlara mahal verilmemiş olacaktı. Ama şu var tabi ki; İngilizler bu kadar büyük bir nüfusu yekpare sömürmeye ve idare etmeye devam edemezlerdi. Pakistan'ın başına bir başka "sir" ü devlet başkanı olarak atayamazlardı. Yeni kurulan şeriat devleti Pakistan'ın başına, anadili Urduca'yı bile bilmeyen, İngiltere'de Hukuk eğitimi almış ve orada avukatlık yapan rafizi Muhammed Ali Cinnah'ı nasıl atayabilecekti. Ahh ah... Ne kadar benziyor değil mi bizim coğrafyada ki oyunlara... Çok değil, 20-30 sene önce de aynı oyunları ve tezgahları bu bölgede sergilemişlerdi. Orta Doğu'da da Osmanlı'dan sonra bir sürü bağımsız devlet oldu.. Peki söyler misiniz hangisi bağımsız! Yine onun çok sevilen ama bana göre göndermelerin en çirkiniyle dolu dizeleriyle bitireyim satırlarımı... Qalb-i mâ, ez Hind’u Rûm’u Şâm nist, Merz-i bûm’u mâ, be’cuz İslâm nist..’ (Bizim kalbimizde Hind, Rûm veya Şâm diyarlarının sevgisi yoktur; Bizim için, İslâm’dan başka sınır da yoktur, vatan da..) /Orhan BAYLAN 22 Nisan 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/kim-sahi-bu-mikbal/588

255


Orhan BAYLAN_Yazılar

Seçim Borsası Mı, Tahtakale Döviz Borsası Mı? Ankara’da ki siyaset borsası, Tahtakale döviz borsasından hızlı iniş çıkış seyrediyor bugünlerde. Siyasi partilerin bir yanda cumhurbaşkanı adayı tespit etme ile ilgili görüşmeleri, bir yanda da daha zaman var denilerek ertelenmiş milletvekili adaylarını tespit derdi var. AK Parti ve MHP cumhurbaşkanı adaylarını tespit ettikleri için hemen hemen bütün enerjilerini aday tespitine verebiliyorlar. Ama diğer muhalefet bir türlü birlik ve beraberlik sağlayamıyor. Bunda siyasi görüş ayrılıklarından ziyade seçimlere bakış tarzı daha etkili. Meral Akşener ayrı ayrı adaylarla, bütün seçmenlerden oy alarak ilk turda Erdoğan’ın seçilmesinin engelleneceğini ve 2. Turda zaten mecburi bir çatı aday etrafında bütün muhalefetin birleşeceğini savunuyor. Kemal Kılıçdaroğlu ve Temel Karamollaoğlu ise; ayrı ayrı aday çıkarma durumunda Erdoğan’ın ilk turda ipi göğüsleyeceğini iddia ediyorlar. Bu yüzden de dün, Akşener-Kılıçdaroğlu görüşmesi sonrası yapılan açıklamayı okursak İP Başkanının adaylıkta ısrar ettiğini anlıyoruz. Nitekim: “Ben 100 imza ile aday olmak istiyorum” açıklaması; emanete verilen 15 koyunla (pardon vekil) tehdit edildiği, bu vekillerle mecliste kurduğu grubun düşeceği ve imza vermezlerse aday olamayacağı söylendik ki böyle bir açıklama yaptı. Peki, Akşener 1 haftada 100 bin imza toplayabilir mi? Bana göre biraz zor. İzah edeyim. Türkiye’de 81 il ve 921 ilçe var. Toplamı 1001 eder. Her ilçeden 100 kişi ilçe seçim kurullarına gidip benim adayım Meral Akşener diye imza verecek. Bugün en baba şehirlerde ki benim memleketim olan Bafra’da bile 100 kişiyle gidip bu işlemi yapmaları zor. Ayrıntıyı bilmiyorum ama başka bir partiye

256


Orhan BAYLAN_Yazılar

üye olanlar veremiyorsa bu imza 1 haftada toplanmaz. 15 CHP’li de imza vermezse aday bile olması zor. Tabi bu arada çatı aday olarak ismi geçen Abdullah Gül konusunda çeşitli sıkıntılar çıktı. Prensipte peki dediği ama partilerin bu konularda anlaşamadığı söyleniyor. Yapısı gereği her zaman tarafını ve tarzını keskin dille belirtmekten imtina etmiş olan Gül’ün sağlamcılığı da siyasi kariyeri boyunca gözlemlenen bir gerçek. İşte bu yüzden bütün muhalefetin ortak çatı adayı kabul etmesine rağmen, Akşener’in yukarıda izah ettiğimiz bakışı ve tavrı sebebiyle çatlak çıktı. Ayrıca; başta Kemal Kılıçdaroğlu’nun eşi Selvi hanım olmak üzere açıkça “Gül aday olyursa Erdoğan’a oy veririm” açıklamaları, bir nevi kazan kaldırmalar CHP içinde de bölünmelere yol açtı. Dün iki buçuk saat süren Karamollaoğlu-Gül görüşmesi işte muhalefetin içinde bulunduğu bu durum muvacehesinde yapıldı. Büyük ihtimal Gül, bütün muhalefetin konsensus sağlamadığı takdirde aday olmayacağını beyan etti ki Temel Bey hırsla ve hışımla, hiçbir açıklama yapmadan görüşme sonrası gitti. Geriye kalan şu son haftada görünen ve eldeki verilere göre durum şunu gösteriyor. CHP’de kendi adayını tespit edecek. Bu büyük ihtimal birileri tarafından kulağına hazırlanması fısıldanan (birilerini siz bilirsiniz) ve 60 senedir bu topraklarda yaşamasına rağmen, sözde sağ siyasetçilerin damadı da olduğu halde Kuran öğrenmeyen kişi şimdi Kuran ve Zaza’ca öğrenmeye başlamış. Hadi hidayete ermiş Kuran öğreniyor diyelim, Zaza’caya niye merak sardı bilemiyorum. Muharrem İnce’yi aday göstereceklerini sanmam. Büyük ihtimal geriye İlhan Kesici kaldı. HDP’nin adayı belli. Demirtaş. Meral Akşener için o 15 vekil imza verir mi bu saatten sonra bilemiyorum. Verirlerse aday olmasının önünde engel yok. 100 bin imza işi biraz zorlar. Onu da 6 Mayıs’da göreceğiz. Bahsi geçen isimlerle ilk tura girer ve cumhurbaşkanı seçilmezse zaten 2. Turda en yüksek oyu alan iki aday yarışacak. Tabi bu arada Sayın Erdoğan’ın dile getirdiği “acaip kumpaslar” dönüyor dediği Ankara’da neler olur o güne kadar bilinmez. Muhalefetin en yüksek oyu alan adayı başka bir isim lehine yarıştan çekilecek deniliyor. Onu da bekleyip göreceğiz. Ha bu bir hafta içinde birileri ya da bir merkez, darmadağın olmuş bu muhalefet liderlerini toplayıp kulaklarına bir isim süfle ederlerse de hiç şaşırmam. Burası Türkiye. 100 senedir bizim bazı siyasilerimiz ve aydınlarımız uzaktan kumandalı kurşun asker gibidir… Ha bu arada Abdullah Gül için iki laf demezsem şişerim. Elbette geçmişte beraber olduğu insanlarla ömrünün sonuna kadar yapışık ikiz gibi olması beklenemez. Ama kurucusu olduğu ve kendisini Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en yüksek payelerine çıkarmış olan AK Parti felsefesine ve duruşuna taviz getirecek duruşlar sergilememesi beklenirdi. Hakkında olmadık sözler edilen Bülent Arınç’ın bie; “Ben Ak Part’iliyim ve partimin adayını desteklerim” şeklinde ki açıklaması üzerine, ona söz etmiş olan bir sürü insan acaba fazla mı ileri gittik dedi. Ama Gül’ün gezi olaylarından beri muğlak ve Ak Parti görüşleri hilafına tutum sergilemesi, 16 nisan referandumunda “Hayır “ cephesinde yer alması gönülleri kırdı. En son adaylık sürecinde, dünürcü kızıştıran gelin adayı pozları sergilemesi, muğlak duruşu, işin tuzu biberi oldu. "Ben hiç adayım dedim mi " dese bile çıkıp; “şüyuu vukuundan beter” bir hal üzere olmanız sizi daha fena bir duruma soktu deriz elbette. Velhasıl; Gül defteri bundan sonra benim için kapanmıştır. /Orhan BAYLAN 26 Nisan 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/secim-borsasi-mi-tahtakale-doviz-borsasimi/592

257


Orhan BAYLAN_Yazılar

Haçlı Seferleri Devam Ediyor 1071 Malazgirt’te Bizans ordusu bozguna uğrayıp, Anadolu Türk’e yurt olmaya başlayınca Avrupa’yı bir korku sardı. Ve bu gücü durdurmanın, Kudüs’ü “kafirlerden” kurtarmanın derdine düştüler. Ve Avrupa’da ki ne kadar şöhret düşkünü, mal mülk sevdalısı, maceraperest, dindar keşiş ve daha fazla Doğu’nun ganimetleri ve zaferle dönüp Krallığında nam yürütmek isteyen varsa 8 kere yüzbinlerce kişiden meydana gelen ordular toplayıp geldiler. Bu bir devletin, bir krallığın ya da imparatorluğun savaşı olmadığı; bütün Avrupa’da ki Hristiyan halkların topluca iştirak ettikleri seferler olduğu için adına, “Haçlı Seferleri” dendi. Müslümanları Anadolu’dan, kutsal Kudüs topraklarından çıkarıp, yok etmek, olmazsa çıktığı Arap yarımadasına hapsetmek hesabıyla yola çıktılar. Ama Müslüman Türk’ün daha az kuvvetle vermiş olduğu savaşlarla Kudüs’ü göremeden perişan olup çok azı canlarını kurtardı. 1096-1270 yılları arasında sekiz defa geldikleri bu savaşlar sonunda bir sonuç elde edemeyip daha da güç kaybettiler. Kaba kuvvetle Müslümanları yok edemeyeceklerini, baş edemeyeceklerini kabul ettiler. Daha sonra Doğu Roma İmparatorluğunun başkenti, 1500 yıllık kadim Hristiyan başkenti İstanbul feth edildiğinde korkuyu iliklerine kadar hissettiler. Müslüman Türkler Avrupa’da ilerledikçe, Fatih’in gemileri Otranto’da göründükçe, Viyana kapılarına kadar Osmanlı dayandıkça, Avrupa uykusuz kaldı. Yıllarca karabasanlar gördü. Akdeniz’de korsanlık yapamayan İspanyol, Portekiz ve İngiliz korsanlar uzak denizlere açıldılar. Yenidünyalara yelken açıp, ilkel kabileleri sömürge yaptılar. Oralardan yığdıkları altın, gümüş, ipek, baharat ve diğer değerli madenlerle zenginleştiler. Zenginleştikçe daha iyi gemiler ve silahlar yaptılar. Üretimi hızlandıracak makinaları icat ettiler. Sanayi devrimini gerçekleştirip Osmanlı’yı geride bıraktılar. Ve zorla, kaba kuvvetle atamadıkları Müslümanları sömürmek için tekrar geldiler. Piyer Lermit gibi silahlı olarak değil, Cyrus Hamlin gibi misyoner keşiş olarak geldiler. Tüccar olarak geldiler. Müslümanları kovmak yerine pazar olarak kullanmak daha akıllıcaydı.Üretilen onca mamülü satacakları halklara ihtiyaç vardı. Osmanlı, hem Uzak-Doğu yolunun hem de bütün zenginliklerin üstünde oturuyordu. Halife’nin bir sözüyle Endonezya’dan Fas’a, Yemen’den Kafkaslara kadar büyük bir coğrafyada istediği etkiyi sağlayabiliyordu. O zaman Osmanlı parçalanmalı, zarar veremeyecek küçük devletçiklere bölünmeliydi. Bunun için misyoner okulları vasıtasıyla Osmanlı Devleti’ni oluşturan halklar üzerinde çalışmaya başladılar. Osmanlı’nın ordusunun kalmadığı, yeniçeri askerlerinin 3 gün boyunca Aksaray’da topçu ateşine tutulduğu günlerde, Yunanistan bağımsızlığını ilan etti. Avrupa devletleri Yunanistan bağımsızlığı için ellerinden gelen her tür desteği verdi. Ünlü İngiliz şair Lord Byron gibi Protestan biri, Ortodoks Yunanistan’ın bağımsızlık savaşında Türklere karşı omuz omuza mücadele verdi. Sonra Robert College’de Bulgaristan Devleti’nin ilk kurucularını yetiştirdiler.

258


Orhan BAYLAN_Yazılar

Merzifon, Harput, Mardin, Maraş ve Ayıntap Amerikan kolejlerinde Ermeni ve Rum Pontus çetelerinin liderlerini okutup yetiştirdiler. Beyrut Amerikan College daha sonra Üniversitesinde Arap milliyetçiliği liderlerini yetiştirdiler. Osmanlı yurdunun her yerinde, her sokağında okullar açtılar. 1895 yılında o günün Maarif Nazırı Zühtü Paşa’nın yaptırmış olduğu bir araştırmaya göre, tespit edilen yabancı okul sayısı 4900. Ayrıca tespit edilemeyen daha fazla okul olduğu da söyleniyor. Ortalama yine o yıllarda okuyan öğrenci sayısı 25 bin. Misyoner okulları açmada her millet ön ayak olmuş. Rus, Alman, İngiliz, İtalyan, Fransız, Avusturya… Ama bu konuda en fazla yaygın olan Amerikan Board Protestan Misyonerleri. Onları takip eden, 1860’dan sonra girip, tevhid-i tedrisat kanunuyla ülkeyi terk eden Alliance France Yahudi okulları. Bu okullar önceleri sadece gayrimüslim teb’a çocuklarını alır, devlet bu konuda sıkı davranırdı. Ders kitaplarını, eğitimi ve öğretmenleri kontrol edemese de, bir dönem Müslüman çocuklarının bu okullarda okumasına engel olmuştu. Çocuğunu bir şekilde veren ailelerle konuşulur, ikna edilmeyenlere cezai müeyyide uygulanırdı. Lakin devlet dışarıya borçlandıkça daha fazla tavizler vermeye başlamış ve netice de bu okullara Müslümanların çocukları da gitmeye başlamıştır. Bunun neticesinde zamanla bu okullarda okuyan çocuklar, kültürel etkileşimde kalıp orada aldıkları eğitim sonucu Batı’lı gibi düşünen, giyinen, davranan bireyler olmuştur. Kendi toplumunu beğenmeyen, atalarının dinini bilmeyen ve küçümseyen! birer aydın(!) olup çıkmışlardır. 1.Cihan harbi sonrası tasfiye olan Osmanlı Devleti yerine kurulan genç cumhuriyetin kadroları bilhassa işte bu okullardan yetişenlerden oluşmuştur. Mahmut Şevket paşa, Mihri Belli, Celal Bayar Alliance France okulu mezunu, cumhuriyetin ilk kadrolarının kahir ekseriyeti Galatasaray, Robert Koleji, Alman Lisesi, St.Benoit gibi misyoner okullarındandır. Genç Cumhuriyetin yönünü batıya çevirmesi, batı medeniyeti içerisinde kendine yer bulmaya çalışması sonucu toplumda batılı değerler yükselmeye, binlerce yıllık Türk tarihinin ve 1400 yıllık İslam müktesabatı yok sayılmaya, değersizleştirilmeye çalışıldı. Bu okullarda okuyan öğrencilere Batı’lı iyi üniversitelerde okuma imkanı verilerek yarım kalan “devşirme” işi bizzat yerinde tamamlandı. Yurt dışında eğitim görmüş, birkaç dil bilen bu gençler yurda döndüklerinde ticarette ve bürokrasi de en iyi yerlere geldiler. Anadolu’nun Müslüman ahalisi gittikçe geri kaldı ve ezildi, horlandı. Tabi onun örfü, ananesi ve dini de… Böylelikle misyoner okulları 100 yıl içinde bu toplum içinde ciddi bir insan kaynağını, kendi örfüne ve kültürüne, dinine yabancı hale getirmeyi başardı. Ve klasik misyonerler görevlerini yaptıkları için artık onlar Türkiye’de daha fazla göze batmamak için kalmamayı tercih ettiler. Çünkü Cyrus, Andrew, John isimli misyoner papazların yerine ikame edilen; Ahmet, Mehmet, Hasan adında, isimlerinden başka bu milletle ve tarihiyle hiçbir ortak yönü olmayan insanlar var artık. O papazlar artık 150 sene önce hiç olmayan ama şimdi sokak aralarında evlerde bile yaygınlaşacak kadar çoğalan Protestan kiliselerinde papazlık, pastörlük yapıyorlar. Ya da o sıfatlarla ülke de kalıp aslında “koordinasyon” görevini yerine getiriyorlar. Batı Haçlı savaşını hiç bitirmedi. Unutmayalım; 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısı sonrası Amerikan Başkanı Bush ne demişti: “Bu bir haçlı savaşıdır.” Batı Haçlı savaşlarından hiç vaz geçmedi. Sadece savaşın şekli ve boyutu değişti. Ezcümle: 1-Haçlı seferleriyle; kaba kuvvetle bizi bu topraklardan sürmek, İslam’ı boğmak istediler ama olmadı. 2-Misyonerlerle gelip bizi parçaladılar ve içimizden büyük bir kitleyi devşirdiler. 3-İçimizden devşirdikleri vasıtasıyla bizi sömürmeyi, yönetmeyi tercih ettiler. Ve halen de bu durum devam ediyor. Tabi, bu sömürünün devam etmesi için, Müslüman Türk’ün kimyasının bozulması gerekiyordu. Onun mayasını teşkil eden Ehl-i sünnet omurganın tahrip edilmesi, tahrip edilemiyorsa, “tahrif “ edilmesi gerekliydi. Bütün bu misyoner çalışmalarına paralel olarak, İslam’ı tahrif etmek için “Müsteşrik”

259


Orhan BAYLAN_Yazılar

faaliyeti başladı aynı zamanda… Misyonerlik ve müsteşriklik/oryantalizm bir birlerini tamamlayan cüzler. Tarihsel olarak Müslüman toplumlarında yopğunlaşmaları da 19.yüzyıl başından itibarendir. Birini incelediğiniz de diğerini noksan bırakmazsınız. Onun için bir sonraki yazımızda da müsteşrik faaliyetlerinin; toplumları bir arada tutan olgulardan biri olan dini yapıyı nasıl bozmaya, yıkmaya çalıştığını ele alalım… /Orhan BAYLAN 27 Nisan 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/hacli-seferleri-devam-ediyor/595

260


Orhan BAYLAN_Yazılar

Seçim Çantada Keklik Mi? Durun! Oh çatı adayda anlaşamadılar, bir aday bile belirleyemiyorlar diye havaya girmeyin beyler. AK Parti seçmenine koyun diyenlerin, milletvekillerini bile sığır gibi verdiğine şahit olduk. Hiç biri çıkıp; "ne oluyor yahu bizi bir oraya bir buraya sürüyorsunuz, biz mal mıyız " demedi! İnanın CHP'nin seçmeni de yarın odunu aday yapsalar gider tıpış tıpış verir. 8 senedir onca seçim yenilgisine rağmen KK'na sabreden ve bıkmadan her Kurultay'da seçen bu kitleden sağlıklı bir tavır koymalarını beklemeyin. Ayrıca şunları da bir kenara not ederek hesaplarınızı yapın. Saadet ve İP; Erdoğan nefretiyle şeytanla bile iş birliği yapar. Bu yüzden ben hala seçimi çantada keklik görmüyorum. Parti teşkilatlarında küstürülenler. Partide istedikleri gerçekleşmeyen kişilerin aleyhte yapacakları tezviratlar.

rağbeti

göremeyen,

ikbal

rüyaları

Belediye yetkililerinin küstürdükleri. Haklı haksız olması gerekmiyor, işini yaptıramayan, haksız imarına göz yumulmayan vatandaş, işgaliyesine izin verilmeyen esnaf, aleyhe geçebiliyor. PKK'lıların yapacağı çalışmalar. Fetö iltisaklısı ya da örgüt mensubu olarak memuriyetten atılan ve halen tutuklu olanlar, bunların yakın akrabaları; başlarına gelen belaların ve musibetlerin müsebbibi olarak Erdoğan'ı görüyorlar. Fetö'ye hala sadakatleri devam ediyor. Büyük şehirlerde bunların etkisini ve varlığını hissetmiyorsunuz ama; Anadolu kasabalarında şirretçe, umumi ortamlarda AK Partiye ve Erdoğan aleyhine utanmadan, sıkılmadan her tür hakareti yapıyor, bir de üstüne üstlük "magduru" oynuyorlar.

261


Orhan BAYLAN_Yazılar

Unutmayın; bu ülkede 16 yıldır muhalif olanlar, ister siyasi kimlikli ister sivil veya başka unsurlar olsun, aslında alternatif projeler üretmediler. Halkı ikna edecek ve kendilerini iktif-dara taşıyacak dişe dokunur bir proje getirmediler. Askeri, siyasetçisi, cemaatcisi velhasıl muhalif olan herkesin söylediği tek bir şey var. "Erdoğan'ı indireceğiz". Daha önce başka zeminlerde de söylediğim gibi; Erdoğan'ı güçlendiren işte bu antidemokratik söylemlerdir. "diktatör" dedikleri kişiyi; bugüne kadar demokratik usuller dışındaki yöntemlerle indirmeyi hedeflediler. Yukarıda saydıklarımı unutmadan 24 Haziran'a giden süreci değerlendirin. Ayrıca ben; Erdoğan'ın en büyük rakibinin muhalefet değil, AK Parti ve yakın çevresi olduğunu tekrar yenilemek istiyorum. *** Bir kaç söz de Sayın Cumhurbaşkanı'nın seçim konuşmalarına ilişkin şahsi fikirlerim olacak. Şükür Kemal Kılıçdaroğlu aday olmayacağı için büyük ihtimal onu merkeze alarak konuşmalar olmayacaktır. Her kim olursa olsun; Erdoğan'ın kalite ve kalibresinde olmayacağı için, rakibine kemiyet ve keyfiyet kesbetmesine gönlüm razı değil. Bu sebeble; yapacağı meydan konuşmalrında yapılanları saymak yerine; yeni sistemle, seçilirse bu ülkeye neler kazandıracağını anlatmasını istiyorum. İnsan Hakları, ekonomi, adalet, devletten herkesin daha hızlı ve eşit faydalanması, sağlık, bayındırlık, imar v.s gibi alanlarda ülke halkına neler kazandıracağını bu sistemin anlatmasını istiyorum. Daha doğrusu hep birlikte, kendi önderliğinde, BÜYÜK TÜRKİYE'yi nasıl oluşturacağımızın rüyasını gördürmesini istiyorum. 2003 yılında AK Parti iktidara geldiğinde geçmiş icraatlarıyla gelmedi. -Bu Ülke insanına bir hayal verdi. -Askeri vesayeti yok edeceğim dedi. -Baskı ve zulme izin vermeyeceğim dedi. -Kötü giden ekonomiyi düzelteceğim dedi. -Dışarıya ödenen faizi ödetmeyeceğim dedi. -Paradan 6 sıfır atacağım dedi. -Hastanede sabahın köründe kuyruğa girmeyeceksiniz dedi. -Benim insanımda Avrupa'lı gibi insanca yaşayacak dedi. Ve biz inandık... Yürüdük ardından... Yağan yağmurda bile... Evet Sayın Cumhurbaşkanım, haydi bize yine bir masal anlat... Hayal kurdur... Hep beraber BÜYÜK TÜRKİYE hayalini... Yürüyelim yine yağan yağmurlarda hep beraber... /Orhan BAYLAN 29 Nisan 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/secim-cantada-keklik-mi/596

262


Orhan BAYLAN_Yazılar

Kimi Seçeyim? “Eski Büyükelçi Oğuz Gökmen, bizzat bize anlatmıştı: -İran'da büyükelçiydim, dedi. Fahri Korutürk, Cumhurbaşkanı, İhsan Sabri Çağlayangil, dışişleri bakanıydı. İran'a resmi bir ziyaret oldu. Resmi görüşmelerden sonra belli başlı yerleri ziyarete geçildi. Bu meyanda Hâfız-ı Şirâzi'nin kabrine de geldik. Burada Çağlayangil dedi ki: "Sn Cumhurbaşkanım, bir Fatiha okuyalım mı?" Korutürk, "hayır" dedi, "biz laik devletiz!" Bunun üzerine Çağlayangil: Hafız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış/Yeniden açarmış her gün kanayan rengiyle/Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış/Eski Şiraz'ı hayal ettiren ahengiyle. Mısralarını terennüm etti. Çağlayangil, susunca Korutürk, konuşur: "Sn Çağlayangil, Fatiha'yı ne güzel okudun!.." Hey'ettekiler donup kalmışlar. Çünkü okunan Fatiha-i Şerif değil, Yahya Kemal'in Rindlerin Ölümü şiirinin ilk kısmıdır...” Yukarıda ki satırları Türkiye Gazetesi yazarı Rahim Er abinin imza adlı köşesinden aldım. Fahri Korutürk aslında ilk değildi. Türkiye Cumhuriyetini kuran M.Kemal’in dine bakışı aslında çoğu kişinin malumudur. 1923 yılına kadar, yani 2.Meclis teşekkül edip, Hilafet ve Saltanat kaldırılana kadar söylemleri gayet hürmetkar iken, daha sonra ölümüne kadar çok katı laik uygulamasına kaynak teşkil edecek kadar marjinaldir bakışı. “Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura aykırı ilerlemeye mani hiç bir şey ihtiva etmiyor… (1923) yılında böyle sözler eden; Gökten indiği sanılan kitapların doğmaları” …Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir

263


Orhan BAYLAN_Yazılar

tutmamalıdır. M. Kemal (Kaynak: Söylev ve demeçler, cilt 1, s 389. (1 Kasım 1938′deki son meclis konuşması) “Arapların dini Türkleri mahvetti” Türkler, Arapların dinini kabul etmeden evvel büyük bir milletti. Arap dinini kabul ettikten sonra Türk milletinin milli rabıtaları gevşedi; milli hisleri ve heyecanı uyuştu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde, bir arap milleti siyasetine müncer oluyordu. M. Kemal (Kaynak: Medeni bilgiler ve Atatürkün El Yazmaları, Afet İnan, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1969, s 364-365) Kurucu Cumhurbaşkanı’nın buna benzer kayıtlarda olan birçok sözüne şahit olmak mümkün. 1200 yıldır Müslüman Devletler kuran bu halkın başına geçen “Laik” Türkiye’nin Cumhurbaşkanları, onların inançlarına hakaret, ibadethanelerini satmış, yıkmış, ambar ya da ahır olarak kullanmış, dinlerini öğrenmelerine engel olmuş, 100 yıldır bu topraklarda okunan Ezan-ı Muhammediye’yi yasaklamışlar, bu millete travma yaşamışlardır. Bırakın kendileri dini bir ritüeli getirmeyi, yanlarında böyle bir şeye asla izin vermemişlerdir. İsmet İnönü ile ilgili anlatılan bir anekdot vardır. Seçim çalışmaları dolaysıyla yurdun bir çok yerini dolaşan İnönü’ye; “Efendim, malum AP lideri her yerde dini kelimeler kullanıyor. Halk şikayet ediyor, Paşa’da bir kere Allah dese ne olur.” “Allahaısmarladık” diyorum ya diye cevap verir İnönü’de. Evet, maalesef bu ülke insanı namaza giden, alnı secdeye değen Cumhurbaşkanı’nı bırak, Allah diyenine hasret yaşadı 50 sene. Cevdet Sunay Cumhurbaşkanı seçilip koltuğa otururken “bismillah” dediği için laik ve sol kafalı yaar ve siyasetçiler tarafından linç edildi aylarca bu ülke’de… Adam sadece bismillah dedi yahu… Hatim etmedi. Sonra bir gün bir tonton geldi. Boyu kısa ama gölgesi uzundu be mübareğin. Hacca’da gitti, namaza da gitti. “Ben Cumhurbaşkanı oldum diye namazımı mı bırakacağım dedi… Bırakmadı. Son seyahatini Özbekistan’a yaptı. Aynen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyaret ettiği gibi o da Şah-ı Nakşibend hazretlerinde uzun süre kaldı. Namaz kıldı, dua etti. Ve geldiğinde şüpheli bir şekilde ölüp gitti. Ve Erdoğan; 55 gün sonra yapılacak seçimle inşallah ilk Başkanımız olacak. Ve o da seçimin startını vermeden önce Türkün anayurtlarından Özbekistan’da ki o büyük zatın huzuruna varıp, o güzel tilavetiyle infitar süresini okudu. Şimdi ben bir Müslüman olarak, inanan biri olarak, bazen eleştirsem de, Allah bile diyemeyen Cumhurbaşkanlarından sonra, nasıl desteklemem böyle birini. /Orhan BAYLAN 02 Mayıs 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/kimi-seceyim/598

264


Orhan BAYLAN_Yazılar

Mezarlıkta Ağlayan Kız... Çorum'da ki mezarlıktan gelen ses olayı üzerine pazar pazar ben de bir hatıramı paylaşayım istedim. Hep siyaset, siyaset nereye kadar yahu... Ben aslen Bafra'lı olsam da bir yanım da Boyabat sayılır. Hani adama sormuşlar, "nerelisin", "daha evlenmedim" demiş, biz bir evlendik, pir evlendik, çakıldık kaldık Boyabat'ta.. Aziz yurdumun ne güzel şehirleri var başka halbuki... Neyse bu kısmı umarım eşim okumaz... Bir Boyabat ziyaretimiz dönüşünde otobüs şöförünün anlattığı olay bana çok tesir etmişti. O yıllarda otobüs az, şoförleri de lakaplarıyla anılan insanlardı. O akşam yolculuk yapacağımız şoförün lakabı size biraz ters gelebilir ama Boyabat'ta herkesin bildiği biriydi. Piç Aydın. Neşeli, konuşkan, konuşkan dediysem öyle boşboğaz değil, konuşurken ağzının içine baktıran cinsten biri. Gerçi oğluyla çok kavgam olmuştur. Sağ sol kavgasında. Piç Aydın'ın oğlu ülkücü olacak değil a, anladınzı ne olduğunu tabi. Neyse işte yola düştük, en ön koltuktayım, Piç Aydın'ın o akşam ağzından bal damlıyor. Hatıralar gırla gidiyor. Bugün beni yaralayanı anlattığında zaten otobüsteki yolcular değil sadece, o konuşkan Piç Aydın bile bir daha epey süre konuşmadı. "Ben bir zamanlar kamyonumla Vezirköprü tarafında tomruk çekiyordum. Gece gündüz durmadan dağda kesilen tomrukları Orman İşletmesinin gösterdiği şehirde ki bir alana yığıyorduk. Gecenin epey ilerlemiş saatinde çok ıssız bir yerden geçiyorum. Etrafım devasa ağaçlar ve koyu bir karanlık. Kamyonun gürültüsü ve farların sönük ışığı hariç ses ve hayat belirtisi yok etrafta. İçtiğim çaylar sebebiyle olsa gerek, fena halde sıkıştım ve kamyonu durdurup hemen yan taraftan içeri doğru ilerleyip işimi görmeye başladım ki, bir beyaz karaltı "dayııı" diyerek boynuma atlamasın mı? Düşünün bir o sessiz gecede, kuşların bile sustuğu, dolunayın olmadığı, ıssız bir ormanın içinde, hiç ummadığınız anda boynunuza beyaz bir şey, dayı diye atlıyor. Bayılmadım ama inanın bayılmaktan beter oldum. Boynuma atılan cismi büyük korku ve dehşetle yakalayıp kendimdem uzaklaştırdım. Sonra bu beyaz şeyin küçük bir kız çoçuğu olduğunu fark etitm. 6-7 yaşlarında beyaz entarili bir kız çocuğuydu boynuma atlayan beyaz karaltı. Derin derin nefes alıp, korkumu yenmeye, benden daha çok korktuğu belli olan çocuğa hayretle bakmaya başladım. Etrafta bir köy mü vardı acaba, neresiydi burası, bu çocuk gecenin bu saatinde burada ne arıyordu, diye düşünüyorum bir taraftan. Önümde büzüşmüş korkudan kıpırdamayan kız çocuğunu kucağıma alıp kamyonun önüne getirdim. Kamyonu çalıştırıp farların ışığında tekrar iyice bakarken, bir kadın ve erkek çıkageldiler. Selam verip erkek olan, kız çocuğunu kucağına alıp öpmeye koklamaya başladı. Yanında ki kadın nemli gözlerini siliyordu. "Lan abey, siz kimsiniz bu çocuk kim, neyiniz oluyor anlatın bi hele" dedim. "Abey, bu çocuk benim yeğenim. Ablamın kızı. Ablam geçen ay vefat etti. Babası da yok, bizimle kalıyor. Ama annesini kaybetmesine hala alışamadı. Hemen hemen her gece kaçıp bu mezarlığa annesinin mezarına geliyor, ağlaya ağlaya en sonunda orada uyuklayıp kalıyor. Ne yapsak vaz geçiremedik. Biz de yengesiyle her gece gelip onu buradan alıyoruz.." Düşündüm; demek ben farkında olmadan mezarlığa işemeye girmişim. Çocuk da yine kendini almaya dayısı geldi sanıp, kendisini dövmesin diye "dayı" diye karanlıkta benim boynuma o yüzden atlamış. Neyse, kamyona onları da alıp az ileride ki köye bırakıp yoluma devam ettim. O yavrucak acaba hala annesinin mezarına gidip ağlıyor mu?.." /Orhan BAYLAN 02 Mayıs 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/mezarlikta-aglayan-kiz/600

265


Orhan BAYLAN_Yazılar

İ’lay-I Kelimetullah "Cumhur İttifakı, Türkiye’yi hedef alan saldırılar karşısında parti çıkarları ve günlük siyaset hesapları yapmaksızın ortak bir duruş ortaya koymaya ve Türkiye’yi zayıflatarak uluslararası operasyonlara açık hale getirmeye yönelik her türlü faaliyetin karşısında yer almaya kararlıdır. Bu kararlılık ve işbirliği ile ittifakımız Türkiye’yi bölgesel güç ve lider ülke yapacak 2023 hedeflerini gerçekleştirmenin yanı sıra, İ’la-yı Kelimetullah uğruna asırlarca dünya barışının ve adaletinin teminatı, İslam aleminin ve bütün mazlum milletlerin yegane ümidi olan Türkiye’yi küresel bir güç haline getirecek, 2053 ve 2071 vizyonun alt yapısını adım adım inşa edecektir." (Cumhur İttifakı Metni) Bazı kendini bilmezlere son kez söylüyorum: Ben o metnin bu parağrafında yazan "ilay-ı Kelimetullah" ibaresine 40 yıldır meftunum. Ülkücü olarak Seyyid Ahmed Arvasi'nin Alparslan Türkeş'in muvafakatı ile kalbimize nakşettiği o ideal, benim hep düsturum oldu. MHP ondan uzaklaştığında ben de uzaklaştım. MHP bugün 16 yıldır savunduğum AK Parti ile, içeride ve dışarıda oyun tezgahlayan şer odaklarının oyununu bozmak, büyük ve güçlü Türkiye'yi inşaa etmek için omuz omuza aynı ideal etrafında ittifak kurmuşsa, benim yarım asırlık hayalimde artık devlet katında mücessem hale gelmiş demektir. Onun için; Reis'in Cumhurbaşkanlığında, AK Parti veya MHP için verilen bir oyu hain veya münafık diye nitelemek gaflet, dalalet demektir. "İlay-ı Kelimetullah" idealini kendi yoluna düstur etmiş bu iki parti mensubu herkes, bu süreci kardeşlik hukuku içinde tamamlayıp, seçimden sonra da bakanlıklar düzeyinde ittifaklarını devam ettirecektir. Esas bizi bölecek ve düşman edecek dil; bu beraberliği ve kardeşliğe halel getirecek dildir. Yine tekrar ediyorum; daha bıyığı terlememiş bir ülkücüyken meftun olduğum bu idealin devlet katında belgelere geçmesini sağlayan Sn.Erdoğan ve Sn.Bahçeli'ye en kalbi muhabbetlerimi sunuyorum. Rabbim bu zor süreç sonunda kazananlardan eylesin inşallah... /Orhan BAYLAN 05 Mayıs 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ilay-i-kelimetullah/601

266


Orhan BAYLAN_Yazılar

FETÖ'cülere Meydan Verilmesin... Bu seçimin anahtar partisi CHP ve Temel amcanın SP(sıpa değil), gerçekten İP olacak. Büyük şehirlerde herkes kendi gettosunda, genelde iş ve ev ekseninde yaşadığı ya da kendi gibi düşünenlerle düşüp kalktığı için farkında değil ama, Anadolu'da müthiş bir Fetö'cü çalışması var. İP içinde ki bazı şahıslar Fetö'cü olmayabilir ama, neredeyse bütün Fetö'cüler İP'te. Zaten bu partinin kurulma amacı öyle iddia edildiği gibi iktidar olmak amacıyla değil, Erdoğan'ın önünü kesilmesi, Erdoğan'sız bir Cumhurbaşkanlığı, ya da eski parlamenter sistemi inşaa etmekti. Fetö tutuklusu, veya memuriyetten ihraç edilenler ve akrabaları için başına gelenlerin müsebbibi Erdoğan. Onlar Allah rızası için Fetö'ye yardım etmişler, hiç bir örgütsel faaliyette bulunmamışlar, ahiretlerini kurtarmak için "hocaefendi" nin istediği istikamette hayatlarını i,kame etmişlerdir aslında. Ama bir gün Erdoğan; geçmişte kendisini destekleyen bu camiayı ekarte etmek istemiş ve düzmece bir operasyonla onları cezalandırmış. Bu mantıkta ki birine; ne anlatabilirsiniz. Hiç bir şey. Şuna emin olun; etkin pişmanlıktan yararlanarak cezaevinden çıkmış olanlarda dahil hiç biri pişman değil. Örgütlü olarak devlet kadrolarını elde etmenin, polis, asker ve adli yapının içinde örgütsel faaliyette bulunma neticesi sonunda 15 Temmuz’a kadar varan bir eylem içine girmenin onlar için ehemmiyeti yoktur. Yaptıkları her tür kanunsuz eylem, adam kayırma, şantaj tehditle menfaat devşirme, imtihan sorularını çalma, devletin sırlarını ifşaa etme,,hepsi Allah rızası için, yani mensup oldukları örgütün Ülkeye hakim olup, Allahın rızasına en uygun hareketi yapacağına inandıkları için meşru ve doğal haktır. Böyle diyen birine siz hiç bir şey anlatamaz, ikna edemezsizniz. İşte bu tiplerin ve yakınlarının oylarını devşirecek bir merkeze yakın partiye ihtiyaç vardı. O parti de İP'tir. Ve Anadolu'da inanın öyle pervasız ve yüzleri kızarmadan propaganda yapıyorlar ki şaşarsınız. Bizim alicenap milletimiz de, bunlar işlerinden oldu, evlatları cezaevinde diye seslerini çıkarmıyor. Onlar sustukça bunlar daha da beter seslerini yükseltiyorlar. O yüzden; şimdiden AK Parti ve MHP kadrolarını uyarmak istiyorum. Pervasızca, utanmazca, Fetö ağzıyla konuşanlara, ajitasyon yapanlara meydan vermeyin. Şiddete meydan vermeden, yaptıkları haksızlıkları yüzlerine vurun. Harmanda sıçtıklarının elbette ahırda ağızlarına gelmesinin kaçınılmaz olduğunu o utanmaz yüzlerine söyleyin... AK Parti'nin kemik oylarını çeviremezler ama bir kısım kararsızı ajitasyonla, mağduru oynayarak taraflarına çekmek için kurdular bu partiyi. Muhalefet bloku da biliyor ki; kaçla bölüp çarpsalar da AK Parti ve MHP'den oy çalmadıkalrı sürece asla durduramazlar Erdoğan'ı... Erdoğan'ı durduklarında gerisi kolay.. 16 yaşından beri Marksist Muharrem İnce Allah korusun kazansa, inanın 3 yıla kalmadan Fetö ülkeyi ele geçirir. Ve bu sefer öyle bir gelir ki, 15 Temmuz vari bir kalkışmaya bile mahal vermez. Onun için bu seçim de İP anahtar partidir. Onu teşkil eden isimlerden değil, Fetö'cülerin karargâh haline getirdikelri için. Ve umutlarını oraya bağladığından... Unutmayın; 24 Haziran Türkiye için dönüm noktasıdır. /Orhan BAYLAN 08 Mayıs 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/fetoculere-meydan-verilmesin/604

267


Orhan BAYLAN_Yazılar

Hâlâ Habur Yargılamaları, Megri Megri Diye Sayıklayan Sefiller Çözüm sürecinde siz teröristlerin ellerini kollarını sallayarak şehirlere doluşmasını seyrettiniz, şehirlerin silah deposu haline geldiniz diyorlar. Habur’da teröristlerin ayağına mahkeme götürdünüz, davullu zurnalı karşılama yaptınız, PKK’lı sanatçıları etirip “megri, megri” diye Diyarbakır’ı inlettiniz. Diyorlar…. Elhak doğru. Ama iş bu kadar basit değil. Birileri bunu devamlı istismar ediyor madem, madde madde anlatayım: 1-Çözüm sürecine gelmeden, PKK'nın üzerine oturup haklılık iddia ettiği Kürt Halkı'nın haklarıyla ilgili bir sürü yenilikler yapıldı. En son 23 Mart 2013 yani çözüm süreci başlamadan önce anadilde eğitim yasalaştı. Yani, Kürt halkı adına talep edebilecekleri bir şey kalmadı. 2-Bölgede yaklaşık 30 yıldan bu yana devam eden örtülü savaş yüzünden ekonomi durmuş, insanlar köyleri boşaltmış, esas geçim kaynakları olan hayvancılık ölmüş vaziyetteydi. Köylerde ki halklar; Diyarbakır, Adana, Mersin, İzmir ve İstanbul'a taşınmanın derdine düşmüştü. Halk şehrin kenarındaki ağaçlık alanlara bile gidip piknik yapamıyordu. 3-PKK ile mücadele adına yazılımları bize ait olmayan uçaklar, koordinatları İsrail İHA'larınca verilen dağı taşı boş yere bombalayıp geliyordu. Yüksekova ve diğer sınır birliklerinde ki kısa menzilli

268


Orhan BAYLAN_Yazılar

toplarla yenisini Abd verene kadar dağları bombalayıp duruyorduk. 4-Bu arada, Fetö yapılanması mensubu istihbarat elemanları bilhassa 7 Şubat 2012 MİT krizi sonrası artık resmen devleti zora sokacak işlerin içine girdiler. Silah ve mühimmat sevkiyatlarını görmezden geldiler. 5-Habur'da infiale sokacak adli yargılama yaptılar. Sırf AK Parti iktidarını halkın nezdinde itibarsızlaştırmak için Habur olayını tezgâhladılar. Devlet yönetimi, çözüm sürecini bozan taraf olmama adına buna göz yummak zorunda kaldı. 15 Temmuz darbe kalkışması sonrası gördük ki; Doğu ve G.Doğu’da ki bütün askeri birliklerin, Polis ve Mülki idare amirlerinin kahır ekseriyeti Fetö örgütü mensubu olarak ya tutuklandılar ya da kaçtılar. Diyarbakır’da düzenlenen mitinge Barzani’nin katılması ve orada Kürt sanatçı Şiwan perver’in şarkı söylemesi hep dillere pelesenk edildi. Bir kere; ne Şivan Perver ne de İbrahim Tatlıses PKK’lı değiller. Bunu iddia edenler ve bu söyleme alet olanlar, PKK’nın Avrupa’da Şivan perver’in konserlerini basıp adamı tartakladığından bile haberdar olmayan aptallar. Şunu unutmayın; her Kürt PKK’lı değildir… Zaten; 1984 yılından beri bu devletin bir kısım aptal ve hain yöneticileri, bütün Kürt Halkını potansiyel suçlu gibi gördüğü için PKK o bölgede filizlendi, büyüdü. Bu fikri savunanlar işte bu sakat mantığı savunan geri zekalılardır. 17-25 Aralık 2013 sonrası bilhassa, Fetö örgütü mensubu diye doğuya sürülen Emniyet personelleri işin iyice zıvanadan çıkmasına sebeb oldular. Ve sonuç: 22 Temmuz 2015 tarihinde Şanlıurfa Ceylanpınar'da iki polisi evlerinde katleden PKK çözüm sürecini bitiren taraf oldu. Peki ne oldu: 1-) O güne kadar; kendini reorganize eden devlet farklı yüzünü göstermeye başladı. Yazılımları yerli olan Uçaklarımız, yerli toplarımız ve İHA'larımız devreye girdi. Ve gerek şehirlerde açılan hendeklerde, gerek yurt dışı operasyonlarda etkili olunmaya başlandı. 2-Halk çözüm süreci boyunca hayvancılık yaptı. Köylerine dönenler oldu. Şehirlerde ekonomi canlandı. Yatırım yapmaya başladılar. Halk korkmadan piknik yapabilmeye başladı. Ve örgütün hendek savaşında yanında olmadı. Örgüte destek olmadı. Ve militanların şehirlerini bitirdiğini, ticaretlerini yok ettiğini, çocuklarını öldürdüğünü gördü. Ve uzun yıllar sonra ilk defa tepki koymaya başladı. Çözüm süreci boyunca, yurt içi ve yurt dışında 7500 civarında PKK'lı itlaf edildi. Şehirlerde yığdıkları cephaneler ellerinde patladı. Yani biz 483 vatan evladını kaybettik ama, o arada Kürt Halkını kazandık. Bazı şeyleri hamasetten uzak sağlıklı bir şekilde tahlil etmek gerek. Çözüm süreci çözüm süreci diye iki de bir birilerinin sakız gibi çiğnedikleri hakkında bir kaç satır yazma ihtiyacı hissettim. Hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür. Bazen hatırlatmakta yarar var... Velhasıl: Çözüm süreci boyunca, Fetö örgütü mensubu asker ve polislerin şehirlere sokulmasına göz yumduğu silahları ve militanları fazlasıyla o kazdıkları çukurlara gömdük. /Orhan BAYLAN 09 Mayıs 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/hala-habur-yargilamalari-megri-megri-diyesayiklayan-sefiller/605

269


Orhan BAYLAN_Yazılar

Filistin Ve Radikalleşen Müslümanlar Mahallenin hani en bulaşık, nalet yeni yetmeleri vardır. Dur desen durmaz, otur desen oturmaz. Dövsen arkasında bir sürü belalı abisi dayısı… Bunlar her yerde maraza çıkarır, her şeye maydanoz olurlar. Kendilerinden küçük çocukları sıkıştırıp ceplerinde ki harçlıkları alırlar, onlar top oynarken mekanı basar topa bıçak atarlar filan… Bir gün dayanamayan küçüklerden biri gizlice evden aşırdığı bıçağı ya da oradaki bir taşı kafasına yerleştiriverir hani… Ondan sonra dayıları amcaları o çocuğun evini taşlar, annesini babasıbı döverler. İşte bizim Orta Doğu’da ki durumda biraz buna benziyor. Biz bu topraklarda kendi kendimize kaldığımızda 500 sene ne kavga etmişiz, ne bir birimize girmişiz. Gel gör ki, Osmanlı denilen bu bölgenin dayısı güçten ve takattan düşünce çakallara gün doğmuş. Üşüşmüşler bölgeye. Ne kadar etnik ve dinsel ayrımcılık varsa kaşıyıp milletleri bir birine düşürmüşler. Türk’e Arab’ı, Kürd’e Acem’i, Arab’a Acem’i, velhasıl bizi bir birimize düşman etmiş fitne tohumlarıyla. Sonra getirmiş orta yerimize bir tane Yahudi Devleti kurup, ortalığı hepten cıfıt çarşısına çevirmiş. Osmanlı’da kopardığı topraklarda, kendine muhtaç aileleri Kral, Sultan ve Emir diyerek başa geçirip kukla gibi uzaktan yönetmeye başlamış. BM’de her devletin sınırları anlaşmayla tespit edilmiştir ama İsrail sınırları belli olmayan yegâne devlettir hala. Kimse de sınırlarını netleştir, anlaşmazlıklarda imza koyan ülkelere hatırlatırız diyemiyor. Çünkü küçücük bir alanda kurulan İsrail Devleti, 70 senede 70 kat büyüdü. Ve haliyle o büyürken bölgenin asli evlatları ya öldüler, ya da başka ülkelere muhacir oldular ya da orada kalanlar her gün ölümle burun buruna, İsrail Askerinin dipçik darbeleri altında yaşamaya devam ediyor. Orta Doğu’da hergün Müslüman kanı akarken, hala birileri kilometrelerce ötelerden buraya barış ve demokrasi getireceği yalanını söyleyebiliyor alay eder gibi. Girdiği hiçbir yere, Vietnam’dan bu yana asla barış ve huzur getirmemiş olan Amerika’nın zaten orta Doğu içinde böyle bir derdi yok. Amerika’nın ve Batı’nın bir çok devletinin bu bölge planı iki ana temel üzerinde inşaa edilmiş.

270


Orhan BAYLAN_Yazılar

1-Bölgede ki etnik ve dinsel ne kadar unsur varsa onlar arasında ki fitne ateşini harlayıp, kan ve gözyaşının daha da artmasını, bu topluluklar arasında ki kin ve nefret duygusunun daha da artmasını sağlamak. Bu onlara uzaktan “barış ve demokrasi” adına onlara müdahale hakkı tanıyor zira. 2-Bölge de yaşayan insanları ne kadar “radikalleştirebilirlerse” o kadar başarılı oluyorlar. Bölgede ki bütün çalışmaların ana ekseninde elbette buraların enerji ve petrolünü daha doğrusu sömürüyü devam ettirmek olsa da, ana gaye “İslam’ı baskı altında tutmak, durdurmak”. Bunun içinde bölgede ki zulmü ve baskıyı ne kadar arttırırlarsa, çaresiz insanların baş vurabilecekleri yegane vasıta “terör “ kalıyor. Bir hafta önce Fransa’da Sarkozy ve 300 tane aydın denilen at gözlüklünün yayınladığı; “Kuranda ki antisemitik ayetlerin çıkarılması” teklifini siz öyle zamanlaması ve sarf edilmesi açısından gelişi güzel bir vakıa mı sanıyorsunuz? Trump’un Abd’nin büyükelçilik taşıma kararının 2 seneyi bulacağı söylentisine rağmen alelacele yapmaları, İsrail’in kuruluş günü olan 14 Mayıs’a denk getirilmesi, bugün aynı zamanda Filistin’liler içinde “Nebke” yani büyük felaket gününe denk getirilmesinin tek amacı var. Bölgeyi daha çok istikrarsızlaştırıp, Müslüman dünyasını daha da radikalleştirmek. Ve bütün bu olaylar, söylemler nedense tam da Müslümanların en kutsal ayı Ramazan’a girerken oluyor. Dini duyguların en yüksek olduğu bu zaman diliminde sanki bir el Müslümanları daha fazla olayların içinde çekmeye çalışıyor. Tabi bütün bunların emelinde yukarıda da belirttiğimiz gibi, “İslam ve Terör” kelimesini yan yana getirmek adına yapılıyor. Bu arada dün İsrail-Gazze sınırında İsrail askerlerince katledilen 57 kişiye Allah’tan rahmet diler, yaralanan yaklaşık 2000 bin kişiye de şifalar dilerim. Yalnız bilmeyenler için bir not düşeyim. Kudüs ya ni Amerika’nın elçiliği naklettiği Batı Kudüs Gazzeye 300 km. Yani dün seyrettiğiniz o görüntülerin hemen arkasında elçilik binası var sanmayın. Ve Filistin’liler sadece Gazze’de yaşamıyor. Ramallah’da, D.Kudüs’te, Batı Şeria da daha fazla Filistin’li yaşıyor. Ama oralarda ki protestolar daha cılız ve ölüm olmadan gerçekleşti. Şunu demek istiyorum: Filistin davasına ihanet eden bilhassa Arap liderler bu işin en başında ki günahkarlardır. Ama bu dava bir neticeye varacaksa, El-Fetih ve HAMAS’la bir yere varacağına inanmıyorum. Batı’lı ülkeler ve Abd Orta Doğu’da ki varlıklarını ne kadar radikal yönetimlere ve terörüstlere borçluysa, Filistin’de ki bazı örgütlerde ne kadar çok kan ve gözyaşı akarsa o kadar varlıklarını idame ettiriyorlar. Zayıf ve güçsüz, silahsız bir grubu devamlı sloganlar attırarak gözü dönmüş katiller sürüsünün önüne atmak, hangi babanın ve idarecinin vicdanına sığar. Yol bu olmamalı. Başka bir yol olmalı… Başka bir yol… /Orhan BAYLAN 15 Mayıs 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/filistin-ve-radikallesen-muslumanlar/614

271


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ümmete İlaç Olmak Şu "Ümmet" kelimesi çok güzel de, defalarca yazdığım gibi yine tekrar edeyim biraz havada kalan, uygulamada bugün için imkânı olmayan bir hülya. Türkiye yoksa bugün ve yakın gelecekte ümmetin derdine ilaç olacak bir güç yok. Onun için; Suud'un, Mısır'ın ya da Pakistan'ın güç birliği filan oluşturup askeri veya siyasi bir müdahale yapmasını, ezilen ve horlanan müslümanlar için eylem içinde olmasını beklemek beyhudedir. Bilakis, bunların ve daha başka İslam Devleti diye adları geçen "uyducukların" bir organizasyon içinde olması demek, o yapının işlevini yitireceğine işarettir. İşte bu sebeplerle; iyi niyetli, saf gönüllü kardeşlerimin dilek ve temennilerini yıkmak gibi olmasın ama, ümmet birliği hayal. 1400 yıldır hayal olduğu gibi. Ya ne olacak peki bu ezilen müslümanların durumu diyorsunuz besbelli. Türkiye; diz çökertildiği gibi yeniden ayakları üzerinde doğrulacak ve güçlenecek, büyüyecek... Silah sanayiinde, ekonomide, finans ve üretimin her sahasında daha güzel ve daha iyiyi yapacak, dünyanın nükleer başlıklı uzun menzilli füze üreten devletleri arasına katılacak ve o zaman, zulüm altında inleyen müslümanlar için yardıma koşacağız. Ümmetin yarasını saracağız. Dünyada ki müslümanların umudu olacağız. Ezilenlerin hamisi olacağız. Onun için önce ne olması gerekiyor? Büyük ve Güçlü Türkiye'yi inşa etmek. Bunu milliyetçilik duygularıyla söylemiyorum. Maalesef bugün Türkiyeden başka hiç bir ülkede ümmetin umudu olabilme potansiyeli yok. İşte bu sebeplerle, 24 Haziran'da büyük Türkiye'yi inşaa edecek, vizyonu ve misyonu bu olan kişiyi dümene geçirmeli, hantal ve ağır devlet yönetimini, yeni sistemle daha işler hale getirip, rotayı işte bu ideallere doğru yönlendirmesini beklemeliyiz. Yoksa, bugün Filistin, yarın Türkistan, öbürgün Arakan der daha çok ağlarız. Meydanlarda sloganlar atar, sosyal medyada klavye başında kahramanlık türküleri yakarız. Gerçekten bir şey yapmak istiyor musun arkadaş; biraz vicdanın var mı? İsrail keskin nişancısı o silahsız sadece boykot yapan masum insanları uzaktan indirirken için sızlıyorsa, bu acılara engel olabilecek, bunun için yüreğinde o sızıyı duyan kişiyi iktidara getir. 90 sene bizi Batı kapısında kul edenlere, ekonomisini, üretimini velhasıl her şeyini Batı'nın çizdiği rotaya bağlayan, devşirme beyinli, kalbi o mihraklara bağlı kişilerin yeniden iktidara gelmesine izin verme. Muasır medeniyete taşıyacağız diye bir arpa boyu yol almayanların şimdiki versiyonlarının kullandığı "Evrensel değerler" sözlerine hiç itibar etme. Yine seni götürüp o kapıya kul köle edecekler.24 Haziran'da Türkiye'nin 100 yıllık esaretini oylayacaksın... Evet bunu bilerek yazdım.. 100 yıllık işgalinin finalini yapacaksın. Bunu da bir başka yazı da ayrıntılı olarak yazarım. Ama şimdi; ümmetin yetim ve kayıp çocukalrı için önceklikle yapmamız gereken; BÜYÜK VE GÜÇLÜ TÜRKİYE'Yİ İNŞAA ETMEK GEREK. /Orhan BAYLAN 19 Mayıs 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ummete-ilac-olmak/616

272


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bandırma Vapurunun Çil Çil Altınları Bugün malum 19 Mayıs. M. Kemal'in Milli Mücadele'ye liderlik için irade-i şahaneyle gönderildiği günün sene-i devriyesi. Resmi tarihte bize bir sürü abuk sabuk şey öğretildi. Ülke'nin sahibinin (cidden sahibidir padişah) ülkeyi İngilizlere sattığı gibi mesela. Memaliki Osmaniye'nin sahibi Osmanoğlu hanedanı kendi mülkünü niye satsın bir başkasına. Satan adamın bir kaç yıl sonra bakkal borcunu ödemediği için cenazesi niye rehin kalsın.. En basitinden işte böyle saçmalıkları kazıdılar yıllarca genç beyinlere. Tabi M. Kemal'in Vahdettin'in fermanı ve verdiği 6 sandık dolusu altın, emrine tahsis ettiği o günün en büyük ve müreffeh gemisiyle yola çıktığını da anlatmadılar. Bilakis derme çatma, sanki her an yolda kalacakmış gibi bir gemiyle, geceleri karaya yakın, gündüzleri açıktan gizlice gittiğini yazdılar utanmadan. O günün işgal komutanlığının "vizesiyle" koca geminin, Ordu kıtaat müfettişi olarak 19 kişilik kurmay heyeti ve iki otomobille alayı vala ile yola çıktığını kimse yazmadı. Boğazda demirli 6 tane işgal devletlerine ait zırhlının arasından, futbol sahası büyüklüğünde gemi nasıl gizlice gider kimse sorgulamadı. Ayrıca; İngilizlerce işgal altında bulunan Samsun’da törenle karşılanıp, gittiği her yerde görüşmeler yapması nasıl bir akıl fukaralığıdır. Samsun’u geçtim, kendi ifadesiyle o gün yolu üzerinde bulunan Merzifon’da bile İngilizler’den de geçtim, Amerikalı’lara ait 4 makinalı tüfekli bir askeri birliğin varlığından bahseder. Biz bunları, sağolsun "Deli Kadir, Fesli Kadir" gibi sıfatlarla güya karalamaya çalıştıkları Kadir Mısıroğlu gibi şahısların yılmadan gerçekleri haykırmasıyla, ya da kendi yandaşlarının mızrağı çuvala sığdıramayıp, bazen gerçekleri ifşa etmeleri sayesinde öğrendik. Ya da yabancı yazarların cumhuriyet aydınında olmayan en azından doğruyu yazma, tarihe sadık kalma dürüstlüklerinden. Neyse işte bugünün mana ve ehemmiyetine uygun olarak yıllar önce dinlediğim bir olayı sizlerle paylaşmak istedim. 1980'li yılların sonlarına doğru, İstanbul Karaköy'de teknik nalburiye ticaretiyle uğraşan Al nalburiye firmasının sahibi Lokman amca anlatmıştı bana da. Daha doğrusu nakletmişti demek daha doğru olur aslında. Olayın kahramanı babası olunca. Cumhuriyet dönemi kutsayıcılarının hiç ağızlarına almadıkları yukarıda bahsi geçen mevzulardan biri olan Bandırma vapurunun muhkem ve o güne göre büyük ölçekli bir gemi oluşu bir yana, tam teşekkülü bir kurmay heyetle ve beraberlerinde, o yokluk günlerinde padişah tarafından verilen 40 bin Osmanlı altınla yola çıkışları ile ilgili babasının şehadetini anlatmıştı. Babasının o yıllarda 103 yaşında ve sağ olduğunu belirterek, Bandırma vapuruna 6 kasa altını elleriyle yükleyen laz tayfalardan biri olduğunu söylemişti. Tabi şu an en pişman olduğum mesele, gidip kayıt altına almamamdır. Umarım Lokman amca veya birileri kayıt etmişlerdir. Bugün 19 Mayıs ve yine birileri iyi kötü bir şeyler yazacak. Ama unutmamız gereken; tarihi gününün şartlarıyla ve dosdoğru gelecek nesillere aktarmak, yeni rejimi oturtmak adına beyinlere yalan dolanı şırınga etmeden, gerçekleri tahrif etmeden aktarmak lazım. İyisiyle, kötüsüyle, vatansever ve hainiyle bu bizim tarihimiz. 100 sene sonra hala birilerini kanunlarla koruyarak, gerçeklerin üstünü örtmek ne ilme ne insafa sığar... Bırakın artık herkes eteğinde ki taşları rahat rahat döksün… /Orhan BAYLAN 19 Mayıs 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/bandirma-vapurunun-cil-cil-altinlari/617

273


Orhan BAYLAN_Yazılar

24 Haziran’da Kimi Neden Seçmeliyiz? 24 Haziran seçimleri sonrası gelecek Cumhurbaşkanlığı sistemi benim için önemli. Bu konu gündeme geldiğinden beri en ateşli taraftarlarından oldum, olmaya devamda edeceğim. Parlamenter sistemin bizim gibi kağan-hakan-sultan geleneğiyle binlerce yıllık tarihinde yoğrulmuş bir milletin ruhuna aykırı olduğu, bunu içselleştiremediğimizi 140 senelik uygulama açıkça gösteriyor. Devletten hep bir şey beklemeye alışmış halkın, devlet baba mantığıyla yönetilen halkların seçtikleri de kendileri devlet adına hükmetmeye başladıklarında, “devleti” yürütmeye kalktılar. 2.meşrutiyetin ilanından beri, her gelen hükümet kendi zenginini oluşturdu/oluşturma adına hareket etti. Bu yüzdende her gelen hazineyi soydu. Bunun içinde devletin kalemleri halkın refahı ve mutluluğuna değil, birilerinin cebine aktı. Sonra küresel sermaye dadandı. Borç/Faiz sarmalında yerli işbirlikçileriyle beraber ülkeyi zaman zaman 1 cent’e muhtaç ettiler. Çünkü 4 ya da 5 yılda bir seçilen hükümetler daha görev süreleri dolmadan ya gittiler, ya götürüldüler. Haliyle, parlamentodan çıkan hükümet mensupları ve yerel siyasetçiler, iktidar nimetini ellerinde tuttukları sürece ya kendileri ya da yakınlarını ihya etmeye baktılar. Devlet malı deniz yemeyen domuzdu çünkü. Türkiye nüfusu gittikçe artan, bu yüzden de büyümesini hep bir seviyede koruması gereken bir ülke. Ama Menderes, Özal ve son Erdoğan hükümetleri dönemi haricinde taş üstüne taş koyan yok. Hep hazineyi soyup, devleti bir yere toslatmışlar, kaçmışlar. Nasılsa hesap soranda yok. Siz hiç yolsuzluktan hesap sorulan, mahkûm olan bir siyasetçi gördünüz mü bu Ülke’de? Hırsızlıkları tescilli adamlar bile bu ülkede utanmadan, zeytinyağı gibi üste çıkıp hala siyasetin en tepe noktalarında devam edebiliyorlar. Sandıkta hesabı soracak vatandaş içinde taasupkar bir partizanlık söz konusu olduğu için bu zaten hiç gerçekleşmez. Hani Banker Bilo’da bir sürü herze yer Şener Şen ve der ya: “Bi sor niye yaptım, hele bi sor”… Bizim siyasetçiler o filimdeki banker Bilo’dan daha yüzsüzlerdi bir zamanlar. Ama bakın İngiltere’ye. Bir ada devleti ama yüz yıllardır dünyaya yön veriyor. Olmayan askeriyle, binlerce kilometre uzaklarda ki devletleri hala siyaseten de, iktisaden de bir çatı altında tutmayı becerebiliyor. Nasıl yapıyor bunu dersiniz. Siyasi birikim ve siyaset geleneği sayesinde. Öncelikle İngiltere’nin sahibi Krallık.Şu an Kraliçe. Ve ortakları da Lordlar. Hükümet eden parlamento, eskiden büyük çiftliklerin veya toprak ağalarının, patronları adına işleri yürüten “kahyaları” vardı. İşte İngiliz parlamentosu ve hükümetleri Kraliçe ve Lordlar adına İngiltere’yi yöneten “kahya” konumundadır. Siz hiç İngiliz hükümetlerinin veya bakanlardan birinin yolsuzluk, irtikap, hırsızlık suçlamasıyla görevinden istifa ettiğini duydunuz mu? Duyamazsınız. Kraliçe ve Lordlar kamarası buna izin vermez, böyle birini o göreve getirmezler. Onlar çok çok sapkın eğilimler ayyuka çıktığı için istifa ederler. Nihai kararları Lordlar kamarası ve Kraliçe verir. Ve Lordlar kamerası üyelerine bakarsanız bu ailelerin 1000 yıldır sadece siyaset yapan aileler olduğunu görürsünüz. Bir ara meşhur Churcill ailesinin şeceresine bakmıştım, en son 1530’larda pes edip vaz geçtim. Haliyle ne oluyor, bir siyasi birikim, ülkeyi sahiplenme ve dolaysıyla da devamlılık arz ediyor. İşte 24 Haziran sonrası Başkanlık sistemi en azından tam olarak olmasa da bu Ülke’de Cumhurbaşkanıyla beraber gelen kadroların (devletin üst düzey bürokratlarının) elini taşın altına sokmasına ve daha iyi ve süratli hizmet sunmasına sebebiyet verecektir. Bu bile benim için 100 sene sonra müthiş bir şeydir. Ve böylelikle Türkiye artık bir yola girmiş olacaktır. Tabi doğru kişiyi seçmek şartıyla. Bu millete hizmet edecek, bu ülkeye yeni vizyon sunacak, yıkacak olan değil, yapacak olanların seçilmesi şartıyla. O kim mi? Siz benden iyi biliyorsunuz… /Orhan BAYLAN 26 Mayıs 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/24-haziranda-kimi-neden-secmeliyiz/625

274


Orhan BAYLAN_Yazılar

Biz İstanbul’u Koruyamadık! Önce Malazgirt’te durdurmaya çalıştılar. Yüz binlik orduyla yarısı kadar güce çullandılar. Durduramadılar. Avrupa’nın çanları çalmaya başladı. Kardinaller, diakoslar, papazlar ve keşişler ağlayarak ordular topladılar. Doğu’nun zenginliği ağızlarının sularını akıtan Avrupa’nın sefillerini, kendini ispat etmek isteyen şövalye ve baronları, inandığı muharref dinin müjdelerine kavuşmayı düşünen fundamentalist Hristiyanları ordu diye toplayıp defalarca İslam’ı ve onun sancaktarı Türkleri boğmak için yollara düştüler. Her seferinde darbeler yiyip ya bir çukurda kurda kuşa yem oldular ya da daha perişan halde ülkelerine dönebildiler. Sonra bir komutan çıktı. Gencecik. Doğu Romanın kalbini parçaladı kendi çizdiği Şah-i toplarla. Ve mazhar oldu o güzel müjdeye. O gün onunla beraber o surlara akan binlerce ile beraber. Konstantinopolis feth edildi ve İslambol oldu. Avrupa o gün karalara büründü. Matem çanları çaldı

275


Orhan BAYLAN_Yazılar

durmadan. Malazgirt’te durduramadıkları, Kudüs yollarında kendilerini perişan eden o Müslüman Türk şimdi 1500 yıllık Doğu Roma İmparatorluğunu bitirmiş, çağ kapatıp yeni bir çağ açmıştı. Nasıl durduracaklardı. Bu savaşçı ve mümtaz karakterli milleti nasıl alt edeceklerdi. Bu korkuyla yaşadılar… Ve zaman geçti, biz zaferlerimizin üzerinde yatarken, bizim korkumuzdan titreyen Avrupa, kendine başka kapılar aradı. Ve Dünya’nın geri kalanını talan ettiler. Bu arada sanayileştiler. Ve bizim içimize, bizim içimizde asırlardır beraber yaşadığımız diğer dinlerden ve milletlerden insanları ifsad etmek için geldiler. Misyoner dedikleri bu sözde Hristiyanlık propagandası yapan Cizvitler, Kapusenler, Domikenler, Lazaruslar, Katolik ve Ortodokslar ve en sonunda Protestan Evangelikler Osmanlı yurdunun her şehrinin her sokağında ya bir okul ya sağlık ocağı, hastane, körler okulu, elişi atölyeleri veya yetimhane ve hastane açtılar. Önce Yunanlıları, sonra Bulgarları kışkırtıp bağımsızlıklarını kazanmalarını sağladılar. Tabi bu arada Osmanlı o geniş ülkeyi korumaya çalışırken aynı zamanda defalarca savaştı. 1806-12, 1853 ve 1877 Osmanlı Rus savaşları. Yunan Bağımsızlık savaşı. Yeniçeri ocağının lağv edilmesi. Kavalalı İsyanı. Lübnan karışıklıkları ve özerkleşmesi. Kıbrıs’ın işgali. Mısır’ın işgali. Cezayir’in elden çıkması. Bütün bunlar işte Osmanlı’nın aynı yüzyılda yaşadıklarının bir bölümü. Ve bu esnada misyonerler Ermenileri ve Arap’ların kulağına bağımsızlık şarkıları üflemeye devam ettiler. Van, Sivas, Zeytun ve Sasun Ermeni isyanları da işte bu misyoner çalışmaları sonucu Osmanlı’yı meşgul eden ve dış devletlerin müdahalesine sebep olan bahaneler oldu hep. Misyonerler bu arada açtıkları okullarla diğer dinlerden olan insanları devşirmekle kalmadı, Müslüman ahalinin çocuklarını da okutarak kendi kültürüne yabancı nesiller yetiştirdi. Hatta öyle ki, Anadolu ve İstanbul, Selanik gibi şehirlerde birçok üst rütbeli Osmanlı ailelerinin çocukları müstear isimlerle bu misyoner okullarına devam ettiler. Sonunda öyle bir kültürel dönüşüm sağladılar ki; Müslüman ve Türk olduğunu söylemekten imtina eden, kendi kültür ve ananelerine burun kıvıran bir nesil peydah oldu. Batı’nın bütün değerlerini hiç sorgusuz kabul eden, onlar gibi yaşamayı gelişmişlik ve medeniyet addeden bu yeni nesil devlet bürokrasisinin en tepelerine hakim oldu. Anadolu’nun inançlı insanları hakir görüldü, ezildi. Askerlik yapmaya ve vergisini vermeye memur edilen bir sürü olarak kabul edildiler. Evet İstanbul’u feth ettik. “Onu feth eden kumandan ne güzel kumandan, onu feth eden ordu ne güzel orduydu.” Ama istanbul’u muhafaza edemeyen, “ her sengine yekpare Acem Mülkü feda” olası bu Dünya’nın en güzel şehrinin bir İslambol olduğunu kim söyleyebilir. Büyük ve güzel kumandan Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’u feth etti ama biz onu koruyamadık! Maalesef… Ve bir zamanlar ordularıyla durduramadıkalrı Müslüman Türk'ü şimdi bu topraklara haps ettikelri gibi bir de bizi kültür emperyalizmiyle devşirdiler. Ve içimizde ki devşirdikleri, devşirildiklerinin farkında olmadığı gibi, Müslüman Türk'ün yaşamı, inancı, dini bu diye dayatıyor bize. En çok can yakan da bu zaten... /Orhan BAYLAN 29 Mayıs 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/biz-istanbulu-koruyamadik/628

276


Orhan BAYLAN_Yazılar

Sabredin Ey Filistinin Mazlum Halkı Şu Kassam Tugayları denen aptalların aslında Mossad ajanı ya da onlarca yönlendirildiğinin farkında olmayan bir kaç salak olduğunu düşünüyorum. Akşam, " Kassam Tugayları bu gece İsrail'i perişan edecek" diyen tweeti gördüğümde içim cız etti. "israil yerleşim birimlerine en az 10 havan ya da füze düştü, 6 İsrail vatandaşı öldü " diyen paylaşımları görünce de " eyvah" dedim. Ve az önce İsrail savaş uçaklarının Gazze'yi bombaladığı haberi geldi. Aptallar, geri zekalılar. Sizin cihadınızın içine edeyim beyinsiz mahluklar. Bu ramazan gecesinde kaç Filistinli'nin evi başına yıkılacak. Kaç masum kadın ve çocuk, bebe ölecek. Kaç çocuk o uçakların kulak tırmalayan seslerine ve bombaların her an hangi cana dokunacağını bekleyerek edecek sabahı... Allah belanızı versin. Sizin soba borusundan yaptığınız o dandik füzeleriniz kıçınızda patlasın... Cihad cihad diyorsunuz ama o selefi pisliklerin beyninize soktuğu, sadece saldırmayı düşünüp, hiç akıl etmeyi düşünmüyor, müslümanların başına zulüm ve belayı düçar ediyorsunuz. Bir bakın bu dini bize anlatan kişinin hayatına. Onun yaşamı bizim için hem yol ve yöntem öğretir, hem de dünya ve ahiret için kurtuluşa erdirir. Bir bakın Resulullah'ın hayatına. Cihad nasıl olur onu görün. Mekke döneminde Ebu Cehil ve avanesi müslüman olan gariplere bin bir eziyet ederken, Allahın resulu ne yapabildi? Zayıftılar, azdılar ve güçlü değillerdi zira... Sadece yapılan zulümlere içleri kan ağlayarak sabrettiler. Ammar bin Yasir ve ailesi o kızgın güneşin altında Ebu Cehil'in eziyetleri altında inim inim inlerken, oradan geçmekte olan Resulullah Efendimiz: "Sabredin ey Yasir ailesi" diyebildi sadece. Ne zaman Medine'ye hicret edildi, İslam Devleti kuruldu, müslümanlar birlik oldu ve güçlendi, işte o zaman Bedir'de ilk kozlar paylaşıldı. O Mekke'nin azılısı Ebu Cehil başta olmak üzere Velid İbni Mugire'ler ve 25 tanesinin leşi Bedir'de bir çukura atılıverdi. Filistin'lilere diyeceğimzi işte şu an aynen Resulullah Efendimizin Yasir ailesine söyledikleridir. "Sabredin Ey Filistin Halkı, zorda olsa sabredin" /Orhan BAYLAN 29 Mayıs 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/sabredin-ey-filistinin-mazlum-halki/629

277


Orhan BAYLAN_Yazılar

Batıyor Muyuz Gerçekten! Geçenlerde 90'lı yıllarda ekranlarda arz-ı endam eden meşhur iktisat profesörü Osman Altuğ'dan bir guble bahsetmiştim. Malum şahıs ağzından köpükler saçarak Türkiye'nin bir yıla kalmadan batacağından dem vururdu. Söylediklerinin hepsi mi yanlıştı. Elbette hayır. Ama 28 Şubat'ın hırsızları operasyon yapmasaydı bu ülke zorluklar yaşardı ama batmazdı. Tabi şimdi o yok ama ekranlarda olmasa da yazılarıyla karamsar ekonomik tablo çizenler dolu. Sosyal medyada dolaşan o masa başı apılmış düzmece capslardan bahsetmiyorum. Suriye’liler gitmese battık, dış borç şu oldu, hırsızlar çaldı çırptı gibi abuk sabuk yazıları dikkate bile değer görmediğim için cevap bile vermeye değer görmem. Bahsettiğim aklı başında ekonomi yazarları. Mahfi Eğilmez mesela. Ya da Karar Gazetesinde İbrahim Kahveci gibi. Yazılarını takip eder ve zaman zaman hak veririm. Ama iktidar gemisi dev bir translantik gibi. Hele bizim ülkemiz gibi yönetim biçimi ve ekonomik modeli "aşırı demokratik" bir ülkenin, dış mihrakların manipülasyonlarına karşıda çok kırılgan olduğunu unutmadan yol ve yöntem tavsiye edilmesi ve uygulaması gerekiyor. Sanayileşme hamlesinde geç kalmış, bilgi çağını neredeyse es geçen bir Türkiye'nin yer altı zenginlikleri de yok ki gelişmiş ülkeler gibi rahat bir ekonomisi olsun. Bir iktidarın görevi, ülkeyi yeni gelişmelere adapte ederken halkın refah mutluluk seviyesini arttırmaktır. Bir ülke'de yapılanları eleştirirken, ülke realitesini unutmadan, sanayileşme dönemini bitirmiş Alman ekonomisiyle kıyaslamak insafsızlık olur. En azından AK Parti'yi bu konuda eleştirmek haksızlık olur. Sanayileşme 16 yılda olacak bir mesele değil zira. Bir iktidarın ekonomik uygulamalarını eleştirirken nereden baktığınızda çok önemli. Osman Altuğ gibi her şeyi olumsuzlaştırabilir, halkı karamsarlığa itebilir, sizin görüşlerinize itibar eden piyasa elemanları vasıtasıyla düzeni manipüle edebilirsiniz. %60'larda bir faiz sarmalındaki ve yatırım yapamayan, hatta bu yüzden güven kaybı dolaysıyla uluslararası kurulşluşlardan borç bile almakta zorlanan ve memuruna maaş ödemesi yapamayacak durumda bir ekonomiyi alıp, borç alabilen, faizleri düşürüp yurt dışına ödenen milyarlarca doları engelleyip üstelik bunu yatırıma çeviren bir iktidarı eleştirirken biraz insaflı olmakta yarar var. İbrahim Kahveci Temel Amca'nın "Yatırımları durduracağım" sözünü pek sevmiş. Türkiye'nin hatta küçülmesi gerektiğini yazmış. Türk ekonomisinin kurtuluşunun bu olacağını düşünerek methiyeler yazmış. Tamam, belki yanlış yatırımlar, öncelik konusunda hatalar olabilir. Türkiye artan nüfusuna hem iş hem aş hem de refah üretmek zorunda. Ve bunu sosyal patlamalara sebeb olmadan gerçekleştirmeye mecbur. Peki, siz bunları yaptığınızda oluşacak işsizliği, iflasları, zincirleme şirket batışlarını ve bunun sonucu gelecek sosyal kaosu düşünebiliyor musunuz? Bu 5. viteste giden aracı 1. vitese düşürüp defransiyel ve motoru dağıtmasına benzer. Hani bir araba tamircisi demiş ya ünlü kalp cerrahı Dr.Debakey'i kast ederek, "biz de motor tamir ediyoruz Dr.Debakey'de. Ona rağbet niye." Debakey'in verdiği cevap: "Peki motor çalışırken motoru tamir edebilir misin?" Evet sevgili ekonomi yazarı arkadaşlar. Devlet yönetmek, hükümet etmek lego oyunu değil. Yap-boz yaparak geldiğimiz nokta 90 yılda belli. Çark işlerken, durdurmadan, nasıl yapacaksanız onu söyleyin... /Orhan BAYLAN 31 Mayıs 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/batiyor-muyuz-gercekten/632

278


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bir Çay Hikayesi Seçime şurada 21 gün kalmışken Pazar Pazar siyasete dair bir şey yazmak gelmedi içimden. Böyle ortamda benim ruhum sıkılır zira. Meydanlarda, kahvelerde, evlerde, televizyonlarda velhasıl gözün alabildiği her yer, kulağın duyabildiği her yerde siyaset vardır. Siyasetsiz bir an istersin. Suyun altında uzun süre kalmışsın da dışarıya çıkıp biraz nefes almak ister gibi. Ya da Bengü’lü iftara çağırmış, her evde yahni yemekten anan ağlamış, artık “n’olur bir çorba, bir taze fasulye” diye isyan edecek raddelere gelmişsin gibi olur ya. İşte bugün benimki de o hal efendim. Ben kendi çaycılığımı anlatacağım. Meslek olarak değil ya, çayı ne kadar sevdiğimi ve ne çok içtiğimi. Gerçi bizim milletin hemen hemen istisnasız büyük ekseriyeti (macırlar hariç) çayı sever ve düşkündür de, benim ki biraz fazla galiba. Bu da bana babamdan miras efendim. E mal mülk kalmayınca böyle hasletlerle övünüyoruz. Sabah namazından 2 saat önce tarlaya gidip, güneş iyice yükselince tütünleri kırıp eve gelmişiz. Herkes uykusuz, aç. Annem bir an önce yemek hazırlayıp sofrayı kurma derdinde. Fırın, 4'lü ocaklar filan nerede. Küçük tüp bile yok ki hemen kaynatıver bir şeyleri. Ocağı yakacak, ekmeği edecek, o arada çorba pişecek de..sofra kurulacak. O telaşe içinde annem diyelim bir gün çayı demlemeyi unuttu. Ortalık yangın yeri o gün tabi. Demliği filan artık aşağıdan toplardık. Şimdi 85 yaşında tonton bir hacı amca olduğuna bakmayın, çay için ortalığı yıkardı. Bu çay sevdası ben de de aynıyla vaki. Anadolu yakasından İstanbul’a geçerken neredeyse durup çay molası veresim gelir. Gerçi şimdiki trafikte şehirlerarası yol sayılır, mola yerleri, filan olmalı aslında. Mesaili çalıştığım zamanlarda iftara yakın eve girdiğimnde ilk baktığım şey ocağa çay suyu konmuş mu? Yemekte şu varmış, bu varmış hiç umurumda olmaz. Çay var, ne yok! Neyse işte ben de çayı nasıl içtiğime dair anımı paylaşmak istiyorum sizlerle. Efendim ilk görev yerim Bolu Göynük Himmetoğlu Köyü. Güzel bir Manav Türk’ü köyüdür. Arazisi verimi, insanları mülayim. Hemen 2 km. uzağında okul arkadaşım Muharrem’in (İnce değil ha) köyü. O da Kütahya da görev yapıyor o günlere. Bir akşam abileri kardeşlerinin okul arkadaşı diye davet ettiler. Güzel bir pıroh resitalinden sonra, köy odasında milletin bizi beklediği söylendi gittik biz de oraya. Onlar soruyor, ben konuşuyorum. Yalnız baştan pazarlık yaptım. Şu sebepten. Onlar da normal çay bardağından büyükçe bardakla misafire bir bardak ikram edip işi bitiriyolar. Başka çay yok. İlk gittiğimde her kapı açılışında aha çay geliyor diye ummolduğum çoktur. Çay Köy’de dedim:”Arkadaş tek bardak verip kapı gözetletmeyin, ben yeter diyene kadar çay gelsin.” Neyse sohbet güzel, Orhan bulmuş o kadar dinleyeni durur mu? Çay da geliyor peşi sıra. Bir ara biri gelip: “Hocam 2. Demlik te bitti. 3. yü demleyelim mi?” dedi. “Yok yok kafi teşekkür ederim” dedim ben de… En önde oturan orta yaş üstü bir abi dedi ki: “Yahu akşamdan beri saydım 22 bardak çay içtin. Ne tuvalete çıktın ne durdun. Tamam da Hoca, bu kadar bardak çay nereye gitti?” Beni davet edeceklerin kulağına küpe olsun. İyi iftarlar efendim…. /Orhan BAYLAN 03 Haziran 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/bir-cay-hikayesi/635

279


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ucuz Politikacılar 1970'ler de sağ/sol çatışması vardı malum. Türkiye ikiye bölünmüş gibiydi adeta. Sokaklar, caddeler, mahalleler hatta kurtarılmış şehirler vardı. Ben de işte o yılların anaforunda kaybolan gençlerinden biriydim. Onlar bize faşist der biz onlara komünist derdik. Fikri ayrılıklarımız derinden de olsa, tuttuğumuz yolların ne fikrimize ne ülkemize bir faydası yoktu. Ama bir kör döğüşün içinde olduğunda artık kavganın gereksizliğini tartışmak bile mümkün olamıyordu. Daha fazla kurtarılmış bölgeler, daha fazla yandaş devşirme kaygısıyla kıyasıya bir birimize kurşun sıktık. Vurduk vurulduk. Kimi mapushanelere düştü yıllarca eziyetler çekti, kimi gencecik bedenler mezara. Sevdikleri onlara hasret ömür tüketti. Bu neslin bir kısmı okurdu. Her iki tarafta da... Ama okumayan sadece sloganlarla yaşayanlarımız da az değildi. L şeklinde favori bırakıp komünist, malum bıyık bırakıp Ülkücü olan çoktu. Bunlar ne Das Kapital bilirdi ne 9 Işık. Ne Nazım'dan bir dize ne de Necip Fazıl'dan iki mısra. Ama en çok konuşan, mangalda kül bırakmayan da bu tiplerdi. Rakı sofralarında sarhoş beyinle dile dolanan 3-5 cümleyle en hızlı komünist olduklarına kalıbınızı basardınız. Bunlar kavgada da pısırıktı. Hiç unutmuyorum; "Güneş ne zaman doğacak" filmini seyredelim diye gittiğimiz sinemayı 40 kişilik bir grup basmıştı. Baktık pabuç pahalı çektik piştovu. Maksat vurmak değil, korkutmak, dayak yemeden kurtulmak. Bir arkadaş, işte bu tiplerden, el yapımı bir Fransız onlusunu çekmiş elleri titreyerek bana uzatıyor. "Ben ateş edemem al sen" diye.. Ben aldım çifte tabancalı kovboy misali, havaya bir kaç el ateş, badireyi dayak yemeden atlattık. 12 Eylül sonrası işte bu tipler içeri girmediler, ama parsayı da bunlar topladı. Bilhassa solcuların eylemcisi, kafası çalışanı içeride yattı yıllarca. Boş teneke gibi çok ses çıkaranlarından becerikli olanları ya reklamcı ya siyasetçi olup, bir elleri yağda bir elleri balda yaşadılar. Şimdi meydanda ki Muharrem İnce ve Meral Akşener'e bakınca ister istemez o yılları anımsadım. İkisi de belli aidiyetleri olduğunu söyleyen, ama ne fikri derinliği, ne kendilerini yetiştirmişlikleri olmayan sığ politikacı. 3-5 sloganla solculuk ya da ülkücülük taslayan, ama oturduklarında mangalda kül bırakmayan küçük kasaba siyasetçileri. Küçük kasabaları hor gördüğüm düşünülmesin. Ama o kasabaların makus bir talihi vardır. Kendi kasabaları kadar küçük görür dünyayı ve günlük politikanın dedikodu çarkında döner dururlar. Ne ülke için bir vizyon, ne de konjöktür okuma vardır. Ağızlarında satacağız/asacağız/soracağız'dan başka bir söz duyamazsınız. Bu Ülke böylesi siyasetçileri hak etmiyor. Gelecekte Büyük ve Güçlü bir Türkiye istiyorsak... /Orhan BAYLAN 04 Haziran 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ucuz-politikacilar/636

280


Orhan BAYLAN_Yazılar

Millet Olmanın 3 Şartı “İngilizce, Ermenice, Rumca, Genel Kültür, Fen Bilimleri, Hristiyanlık tarihi, Pontus ve Ermeni Mitolojisi dersleri.” Yukarıda saydığım dersler, Amerikan BOARD misyonerlerinin Osmanlı topraklarının her tarafında açtığı okullardan biri olan Merzifon Amerikan Kolejinde okutulan dersler. 800 yıl birlikte kavga etmeden yaşadığımız Ermeni ve Rumlara, önce tarih ve edebiyat sonra silah ve destek vaad ederek, onların yüreğinde bağımsızlık ateşi yakıp, Anadolu topraklarının kana bulanmasına sebebiyet verdiler ve “elim olayların” yaşandı. Tahriklerin sonucunda; 1915’de Ermeniler tehcir edildiler. 1924’de Rumlar mübadeleye tabi oldular. Yerlerinden yurtlarından oldular. Sadece Ermeni ve Rumlara değil ki; Osmanlı topraklarında ki ne kadar etnik ve dini farklılıklar varsa hepsini zehirlediler. Maruni, Dürzi, Nusayri, Bulgar, Makedon, Sırp ve Arap. Osmanlı topraklarının en kılcal damarlarına kadar girip, ne kadar ayrıştıracak unsur varsa hepsini teşvik ve tahrik ettiler. Düşünün; Hakkari, Urumiye ve Musul üçgeni arasında yüksek tepelerde yaşayan “Nesturi Hristiyan” kabileleri bile ihmal etmediler. Çok kaba, geri kalmış ve ilkel şartlarda yaşayan Nesturileri önce Amerikan Board misyonerleri, daha sonra Fransız Domiken katolikleri ve daha sonra da Rus Ortodoksları eliyle ifsat edip 1914 yılında isyan ettirdiler. Tabi sonunda yerlerinden yurtlarından oldular. Nesturi komutanının söylediği söz çok ibretliktir: “Amerikan misyonerleri gelmeden biz Kürt aşiretlerle mera kavgası eder, araya nüfuzlu beyler girer sonunda bir şekilde sulh yapardık. Fakat bunlar geldikten sonra biz topraklarımızdan olduk” Beyler unutmayın; millet inşaa etmenin 3 şartı vardır. Evet, bir halka, kavme bir kimlik kazandıracaksanız; Din, Edebiyat ve Tarih vermelisiniz. Sonra onlar çocuğunun ekmeğini kesip sizden silah zaten alacaktır. Baştaki dersler arasında Pontus ve Ermeni Mitolojisi yani efsaneleri ders olarak

281


Orhan BAYLAN_Yazılar

okutuluyor denmiş. Yani masallar, efsaneler kahramanlık hikâyeleri. Gerçek üstü bu masalların, efsanelerin aktarılması, öğretilmesi aidiyet duygusunu güçlendirmek için.Onlara milli bir bilinç kazandırmak için. Aslında bir millete (kültür, hars) veya dine ait masal, hikaye, ritüel, şarkı, ağıt, naat ve sözlü edebiyatın oluşturduğu bugünün ruhuna göre bazen “saçmalık” gibi gelen bütün fiillerin hepsi aslında aidiyeti pekiştiren unsurlardır. Örneklendirelim. Dünya’nın en çok zulüm, sürgün ve işkence görmüş halkı Yahudilerdir. Lanet edilmişlerdir. Ama işin ilginç yanı Dünya’da asimilasyona en çok direnenlerde İsrail oğullarıdır. Onları 3000 bin yıldır yayıldıkları her coğrafyada dinlerine sımsıkı sarılmış tutan işte yukarıda bahsettiğim belki de bir kısmı saçma gibi gelen anane ve örf, dinsel inanış ve ritüellere sımsıkı bağlı olmalarından. Bugün ortalıkta Tevrat diye dolaşan muharref kitabın ya da onun tefsiri kabul edilen Talmud’un içinde ki saçmalıkları eleştiren bir “Yahudi” entelektüeli gördünüz, duydunuz mu? Dünya’da paraya hükmeden, neredeyse bütün bilimlerde dâhiler yetiştiren İsrail oğulları kendi kitaplarıyla ilişkili tek kelime neden etmez? Çünkü biliyorlar ki; 3000 bin yıldır onalrı canlı ve diri tutan ruh bazıalrı için saçma olan o “ruh” dur. Bugün maalesef bizim toplumuzda misyonerler çalışması sonrası oluşan bir Batı’cı aydın protitipi ve onu taklit etmeye çalışan, bu sayede paraya, makama, güce ve sosyal birey olabilen bir taklitçi güruh türedi. Bunlar kendi kültürlerine, dinlerine, anane ve örflerine burun kıvıran, küçümseyen hatta zaman zaman aşağılayan seküler mantıklı kişiler. Bir de misyonerlere gittikleri İslam Ülkelerinde ki sömürge çalışmalarında destek olmak için; islami bilimleri iyi etüd etmiş, bu konuda çatışmalı ve kafa karıştırıcı teknik konuları ortaya atarak insanları iğfal etme konusunda uzmanlaşmış “müsteşrikler” vardı. Bunlar sadece Hristiyan misyonerleri etkilemedi; Batı aydınlanması gözlerini kamaştırmış bizim yarı aydın müsveddesi sözde “İlahiyatçıları” da etkisi altına aldı. Ve bunlar da; kendi dinlerini İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi, İmam-ı Maturidi, Gazali’den değil, A.Sprengler, M.Wat, Dozy, Goldziher gibi müsteşriklerin yazdıklarından nakletmeyi yeğlediler. 1400 yıllık İslam müktesabatı yerine, aydınlanma çağı Kilise ve İncil reddiyeleri üzerinden oluşturulan bakışı taklit etmek kolaycılığına kaçtılar. Ve aynı seküler aydın tabaka gibi batı hayranı bir de ilahiyatçılarımız oldu. Yalnız şunu unuttular. Kendi dininize, kültürünüze ait hurafe, hikaye, masal, efsane diye küçümsediğiniz ne kadar çimento varsa onlar millet oluşumunu sağlayan unsurlar. İşte yukarıda İsrailoığulları ile ilgili verdiğim örneklemede olduğu gibi. Siz kendinizi aydın ve dünya vatandaşlığının bir parçası olarak gördüğünüzde aslında kimliksiz, kişiliksiz, kapitalist endüstrinin tüketicisi bir birey olarak kalmaya mahkum olduğunuzu bilin. Böylelikle ne yıktığınız milletinizden, ne de yaranmaya çalıştığınız “World citizen” den olabilirsiniz. /Orhan BAYLAN 06 Haziran 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/millet-olmanin-3-sarti/638

282


Orhan BAYLAN_Yazılar

Küfran-I Nimet Etme Bu akşam bir dostumun iftar daveti için epey lüks yazlık bir mekana gittim. Her yer hınca hınç araçla dolu. Mekanın kendi geniş parkını bırak, bir de karşılarındaki boş arazide bile neredeyse yer yok. En son model pahalı pahalı arabalar. *** Yıllar öncesine gittim sonra. Sene 80’lerin sonu. Bir şirketin bölge müdürlüğünde çalışıyorum. Bölgede 2 tane araba var. Biri Station Reno, biri Hacı Murat. Reno bölge müdürü abi de, Hacı Murat’ta kapanın elinde. Murat 124 külüstür mü külüstür. Bir sabah çalıştıracağım diye vurdura vurdura Kağıthane’ye inmiştim Sanayi mahallesinden… Murat 124’le Şişhane’den çıkardım Kasımpaşa’da bir ustamız vardı ona gider arızayı yaptırırdım, Sanayi mahallesine gidene kadar yine arıza çıkarırdı. Ama Cumartesi oldu mu yine de Pazar araba bende kalsın diye ne numaralar çekerdik… *** Yine o yıllarda çalıştığımız holding Florya Beyti’de (o yılların en lüx mekanı) bir yemek vermişti. Tabi oraya bu iki arabaya doluşup gittik. Florya o zaman dağ başı sayılır neredeyse. Neyle gidilir, belediye geçer mi geçmez mi bilmeyiz ki. Arkadaşın arabaya binemedin mi geri dönüş kaç saatte kim bilir. Ha; bu arada ilk defa Beyti gibi bir mekanda yemek yiyen ben garip Anadolu çocuğunun, o güzelim etleri neden yiyemediğini de anlatayım bari. Kalabalık bir davetti. Yaklaşık 10 kişilik masalardayız. Tören alanından gelmişiz, açlıktan zil çalıyor midemiz. Ortada bir salata var. Ben de oldum olası sevmem yemek gelmeden o salatayı tırtıklayanlardan, ama millette haklı açız. Ekmek salata götürüyoruz. Çorbalar geldi abandık ekmek çorba. Neyse bir fındık lahmacun bir de içli köfte koydular. Aha dedim kendi kendime, yemeğin hepsi bu demek. Ekmeği bol, içli köfteyi az yedim. Kimse de demiyor bir şey. Gerçi o masadakilerde her gün Beyti’ye gelen tipler değildi ya, benim gibiler. Neyse, köfte geldi. Az ekmekle hallettim. Az sonra döner yaprak geldi..ekmeksiz zorla yedim. Çöp şiş geldi ağlayacağım neredeyse, yiyecek hal kalmadı. Bir iki attım ama yok gitmiyor. Ekmekten yer mi kaldı. Az sonra antrikot. En sevdiğim.. Peşinden pirzola… Yiyemedim.. Hayatımda ilk defa o gün pirzola yiyemedim ben… Neyse yemek yazmayacaktık nereden nereye geldi yazı. Çıkışta unutma beni ha. Demişiz arkadaşa.. Bindik Hacı Murat’a döndük işimize… Trafik… Ne gezer o zamanlar… *** Bu akşam bir dostumun iftar daveti için epey lüks bir yazlık mekana gittim. Her yer hınca hınç araçla dolu. Mekanın kendi geniş parkını bırak bir de karşılarındaki boş arazide bile neredeyse yer yok. En son model pahalı pahalı arabalar. Küfran-ı nimet ederseniz Allahu Teala alır onu elinizden. Bugün utanmadan sıkılmadan, geçmişle bugünü kıyaslıyorlar. Muhalefet etmek, inkar etmek değildir. Daha güzel için, millet adına ikaz etmek demektir. Geçen akşam gittiğim sosyal tesisde daha fazla insan alabilmek için sandalyeleri öyle sıkışık koymuşlar ki, omuzlarımız bir birine sürten Prof. Ahmet Şimşirgil bir ara; “Kolumdan dolayı yemek yiyemiyorsun galiba” demek zorunda hisetti. Ve en ucuz mönü 50 TL. Küfran-ı nimet etmeyin. Allah öyle bir alır ki onu elinizden Suriye’den, Irak’tan beter olursunuz. /Orhan BAYLAN 08 Haziran 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/kufran-i-nimet-etme/642

283


Orhan BAYLAN_Yazılar

Oradan Buradan Şalvarlı, poturlu diye Kızılay'a bile sokmadığınız Anadolu çocukları şimdi mekanlarınızdan çıkmıyor diye kuduruyorsunuz. "Vergi verecek, gel dedim mi tıpış tıpış gelip askerlik yapacaksın" dediğin o Anadolu çocukları şimdi apartmanında komşun olduğu için hazımsızsın. Devlet bürokrasisi senin elindeyken, üniversitede öğretim görevlisi olmanın tek şartı, zeki, araştıran biri olmak değil, mason olmakken, milletin verdiği vergiyi, sebatayist ve mason zenginler klübü üyelerine peşkeş çekerken, devlete ait; okul, hastane ve hükümet binalarını "püf" deyince yıkılacak şekilde yapan kandaşın hırsızlara ihale ederken, devlet dairesinde gariban Anadolu kadınını başı kapalı hademe olarak çalıştırırken, ama aynı dairede memur olmasına asla izin vermezken, okullarda başını örtmek harici istediği gibi giyinirken, bu ülke insanını " kamplaştıran, ötekileştiren" Erdoğan'dı öyle mi? Hazımsızlığınız, 80 sene parya gibi gördüğünüz insanların sizin sahip olduğunuz nimetlere kavuşmaları. Aynı binalara, aynı arabalara, aynı mekanlara, aynı yaşam kalitesine sahip olmalarını hazmedemiyorsun. 80 sene boyunca ötekileştiren; Menderes, Özal ve Erdoğan değil, aslında sendin. Bu Ülke halkını darbelerle, dipçiklerle yine sen sindirmeye çalıştın. Yok artık yağma hasanın böreği. Sen neye sahipsen ben de ona sahip olacağım. *** İran Kandil operasyonunda 17 PKK'lıyı leş etmiş. Dün bunların liderlerini alıp hastane de korumayla tedavi eden İran, bugün tepelerine ölüm yağdırıyor. Bugün TIR'larca silah verip arkalarını sıvazlayanlar, kullanım süreleri dolduğunda ilk tekmeyi vuracak olanlardır. Bırak emperyalistlerin kucağından 1000 yıldır beraber yaşadığın insanlara silah sıkmayı. Kıytırık, onun bunun şamar oğlanı bir devlet, Pentagon'da çizilmiş bir paçavra, masa başında belirlenmiş sınırlardan mürekkep bir devletçik verseler n'olacak. Hep birilerinin korumasına ve bakımına muhtaç prematüre bebek gibi yaşayan bir devletçik olacaksın. Bu korumanın karşılığında da Kürt halkını sömürgeci emperyalistlere kul köle yapacaksın. Kul köle olma. Büyük ve Güçlü Türkiye'nin eşit vatandaşları olarak gel beraber yaşayalım. Bu ülkeyi beraber daha da büyütelim. Daha güzelleştirelim... Ve..Dünya güzelleşsin... Var mısın? *** Doğu Türkistan'a içimiz yanıyor, Arakan'a ağlıyor, Filistin için göz yaşlarımız kurudu. Bunlara ve zulüm altında inleyen bütün müslümanlara ilaç olacak, onlara yardım elini uzatacak, uluslararası arenada haklarını savunacak yegane ülke TÜRKİYE. Ama bunu yapabilmesi için önce Türkiye'nin güçlü ve tam bağımsız olması gerekiyor. Ayrıca; bu saydığım dertleri kendine dert eden bir LİDER. O zaman Büyük ve Güçlü Türkiye için, bütün Dünya'nın ezilen müslümanlarına el uzatabilmek için, 24 Haziran'da oyunu ona göre kullan. Sonra timsah göz yaşları dökme...

/Orhan BAYLAN 11 Haziran 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/oradan-buradan/648

284


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bahçeli Ne Yaptı Bahçeli'ye oldum olası ısınmadım. Donuk, renksiz, zoraki gülüşü ile insani ilişkilerinde asla bir liderde olmaması gereken özellikleri taşıyor. Ama MHP davasına sadakatle bağlılığı, parti içinde bütün hesapları boşa çıkararak koltuğunu koruması elbette yakın çevresinden olmayan benim gibilerin sahip olmadığı başka özelliklerinin olduğunu gösterirAma 2002 yılında iktidar ortağı olarak; soyguna ve talana, Dünya Bankası tarafından Türkiye müfettişi olarak "devlet bakanı" statüsüyle atanan Kemal Derviş'e ve Ecevit'in acziyetinden istifade devleti soymaya kalkan çetelere dur diyerek ülkeyi seçime götürmesi benim için ilk artı puan olmuştur. Yine 367 garabetinde Ağar ve Mumcu derin mihrakların sözlerine itaat ederken o Meclis'e girerek bütün planları bozmuştur. 2008 yılından itibaren Erdoğan'ı, kendileriyle mutabık kaldığı gibi Abd çıkarlarına hizmet edecek bir lider olarak görmeyen Amerika'nın oyunları ve kullandığı maşalar eliyle Türkiye'ye çektiği oyunların birinci elden şahidi, zaman zaman siyaseten belki de aynı safta olmuş biriydi de... Lakin 2015 7 Haziran seçimleri sonrası takındığı tavrı MHP camiası da anlayamamış ve onu eleştiren çok olmuştu. Aslında kendi içinde tutarlı bir duruştu. Siyaseten rakibi olduğu iktidar partisini kısa zamanda eritecek bir formüle zorlamak istemiş ama bu kendi partisi içinde de anlaşılamamıştı. Erdoğan'ı indirmeyi kafasına koymuş ve bunun için çeşitli girişimleri denemiş olan uzaklarda ki "derin güçler" de Bahçeli'nin planına sıcak bakmadılar.Onlar; Erdoğansız bir HDP destekli MHP+CHP hükümeti kurulmasını, AK Parti kadroları hakkında işlem başlatarak siyasetten külliyen uzak tutulmaları gerektiğine inanıyorlardı. Erdoğan'ın kellesini istediler yani. Onun içinde Bahçeli'ye "Başbakanlık" bile teklif ettiler. Kabul etmedi. Planlarına uymayan Bahçeli'yi MHP Genel Başkanlığı koltuğundan indirmek için "derin güçler" faaliyete geçti. Çeşitli yollarla devşirilmiş veya inandırılmış siyasi figürler, MHP Liderini yetersiz bulan teşkilat mensupları ve Fetö'cü afişe olmamış isimler gayya kur-yusunu kazmaya başladılar. Bunu gören Bahçeli büyük bir kavgaya tutuştu. Kongre yapmadı. Yapmadıkça teşkilatlar eleştirmeye başladı. Görünüşte her şey aleyhineydi. Ama Bahçeli oyunu görmüş, düne kadar siyaseten eleştirdiği Erdoğan'sız bir sürecin Türkiye'nin tam zillet boyunduruğuna gireceğini anlamıştı. İçte ve dışta Türkiye'ye büyük kumpaslar kuruluyor ve bu tezgahların bilfiil içindeki bir milliyetçi lider olarak safını açıkça belli ediyordu. Bu dönemde Erdoğan'la beraber olmak, Türkiye ile beraber olmaktı. Sonunda YSK MHP kongresini yapması için karar almasını istedi Bahçeli'den. 2016 yılı ramazan bayramı bitiminden sonraki hafta sonu yani 10 Temmuz 2016 tarihinde kongreyi yapacağını ilan etti. 1 yıldır kongre yaptırmaya çalışan Akşener ve ekibi, "19 Haziran'" da olacak diye direttiler. Uzun zamandır kongre için uğraşan bu ekibin 21 gün önce kongre yaptırma ısrarları çok anlamsızdı. O gün onu anlayamadı çok kimse. 25 Haziran'da Ankara dışında havaalanı yolu üzerindeki bir otelde tartışmalı, farklı sayımlı malum kongre toplandı. Ama mahkeme geçersiz ilan etti. Ve nihayet, 15 Temmuz'da darbe kalkışması oldu. İşte o zaman malum ekibin kongreyi niye bir an önce yaptırmak istedikleri ortaya çıktı. O gün esen rüzgarla partiyi ele geçireceklerini uman bu ekip, 15 Temmuz öncesi parti kurullarını teşekkül ettirip MHP'ye tam hakim olacaklardı. Ve düşünün o gece, en erken darbenin karşısında olduğunu ilan eden Bahçeli yerine Akşener'in MHP lideri olduğunu! Ülkücüleri darbeye karşı olmaya çağıran Bahçeli yerine, darbeci askerlerin yanında olmaya çağıran bir Akşener olduğunu hayal edin! Türkiye'de işte o zaman kan gövdeyi götürürdü. Bahçeli MHP'yi malum ekibe teslim etmeyerek aslında Türkiye'yi teslim etmedi. Erdoğan'ı teslim etmedi! Velhasıl; Bahçeli neler yapmadı ki! /Orhan BAYLAN 19 Haziran 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/bahceli-ne-yapti/658

285


Orhan BAYLAN_Yazılar

Suriye Kadar Taş Düşsün Başınıza.... Suriye'li 3 milyonu aşkın mülteci var. Bunlar savaştan, yıkımdan, ölümden kaçan çaresiz insanlar. Ellerinde bir av tüfeği bile olmayan insanlar, 68 ülke'nin en ölümcül silahlarını denediği bu arenadan can havliyle kaçabilmiş çaresiz insanlar. Bir kısmı kadın, çocuk ve ihtiyar. Devlet bunların %10'unu kamplarda bakabiliyor. Diğer kısmı Türkiye'nin her tarafına dağılmış vaziyette, kendi imkanlarıyla karınlarını doyuruyor, ayakta kalmaya çalışıyorlar. Gençleri neden gidip savaşmıyor diyor. Öncelikle, beraber geldikleri ve hayatları boyu hiç bir işte çalışmamış o kadınlara sahip olacak, çocuklara bakacak çalışan insana ihtiyaç var evde. O genç erkekler olmasa, Suriye'li kadınların namusu bizim o pek mangalda kül bırakmayan erkeklerimiz tarafından tasalluta uğrar. Ayrıca bu kadar çok nüfus çok az adli olaya karışıyor. Elbette bu gelenlerin içinde, hırsızı, çakalı, yankesicisi, fahişesi olacak. İstisnalar her toplumda var. Hatta bir kısmı parasını bir şekilde buraya getirmiş, lüks semtlerde oturup lüks cafelerde vakit geçiriyor. Olabilir. Ayrıca; Fatih gibi semtlerde gözlemlediğim, çok sayıda Suriyeli girişimci işyeri açarak bizim yerli esnafı hasedinden çatlatacak kadar çok iş yapıp para kazanıyor. Bunlar kazandıkları para ile elbette iyi şeyler alacak, iyi yerlerde yiyecek harcayacak. Bırakın imkanı olan yaşasın, harcasın, size ne? Ayrıca; tarımda ve sanayide, bizim yerli insanımız çalışmıyor. Çalışsa da yüksek ücretlerle çalışıyor. Suriyeli işciler bir nevi fiyat artışlarını da dengeliyor. Hükümetlerde bu kaçak işcilere bu yüzden göz yumuyor. Bütün dünya'da böyledir durum. Suriyeliler üzerinden siyaset yapan, bunları gördüğünde insani özelliklerini kaybedenleri gördükçe, duydukça, okudukça insanlığımdan ve müslümanlığımdan utanıyorum. Yeter artık biraz insan olmayı deneyin be... Bu sayıda o ilkel gördüğünüz Suriyeli yerine Bulgar ve Yunan bu ülkeye mülteci gelseydi görürdünüz siz ortalığı o zaman. Sarhoş naralarını, karı kıza sarkmaları, hırsızlıkları, soygunları... Medeni gördükleriniz kafayı çekip evlerde karı kız kaldırmaya kalkışırdı. Belkide bazılarına onlardan gerek... Son olarak şunu sormak istiyorum: Ermenistan bizim dostumuz mu? Üstelik iki de bir toprak isterler, Karabağ'da daha dün bir çok soydaşımızı ve dindaşımızı katledip toprakalarını işgal etmişlerken, 60 bin Ermeni kaçak çalışan var Türkiye'de.. Kimse sesini çıkardı mı? Onlara niye sesiniz çıkmıyor lan? Yoksa; Hepiniz Ermeni misiniz?!... /Orhan BAYLAN 19 Haziran 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/suriye-kadar-tas-dussun-basiniza/659

286


Orhan BAYLAN_Yazılar

Erdoğan'a Oy Veriyorum Ben Erdoğan'ın karakaşı için oy vermiyorum. Ben AK Partiye'de ihale aldığım, oğlumu işe soktuğu, imar konumu hallettiği için(hiç biri yok zaten) oy vermiyorum. Benim derdim başka arkadaş. Ben; 100 sene öncesi Yıldız'ı yağma ederek Sultan Abdülhamid'i indirdiklerinde diz çöken ülkemin, zillet boyunduruğundan kurtulması için Erdoğan'a oy veriyorum. Yıldız'ın yağmalanması basit bir iktidar değişikliği, bir Sultan'ın tahttan indirilip bir başkasının geçmesi değildi. 100 yıl boyunca misyoner okullarıyla, müsteşrikleriyle devşirdikleri bizim subayımızla, bizim din adamımızla, ülkeye çökme harekâtıydı. Sultan Abdülhamid'le kendine gelen hasta adamı tam bir kontrol altına aldıkları o makus talihi yenmek, yeniden ilay-ı Kelimetullah için, dünyanın her tarafındaki müslümanın derdine ilaç olmak için, ezilen bütün halkların gür sesi olmak için, kısacası büyük ve güçlü Türkiye'yi inşaa etmek için Erdoğan'a oy veriyorum. Menderes'le kısılan sesleri, Özal'la zehirlenen Orta Asya ve Balkan hayallerimi, önce büyük ve güçlü Türkiye inşaasıyla 16 yıldır onurlu ve dik bir duruş sergileyerek benim her alanda göğsümü kabartan bir anlayış sergilediği için, Erdoğan'a oy veriyorum. Türk insanın da dünyanın gelişmiş ülke halkları gibi refaha, hizmete layık olduğunu göstererek sağlıkta, ulaşımda, haberleşmede kısaca her alanda yapmış olduğu hizmetler için Erdoğan'a oy veriyorum. Ve yeni sistemle daha da milli ve yerli, bu toprakların kültürünü, ananesini, adetini, örfünü ve dinini bilen kadrolarla; 100 yıldır Batı'ya koşulsuz köle edilmiş bu halkın zincirlerinin kırılacağına inandığım için Erdoğan'a oy veriyorum. Benim davam; Tuğrul Bey'in; Ertuğrul ve Kara Osman Bey'in, Fatih'in, Yavuz'un ve Abdülhamid'in davası. Kimsenin kara kaşı kara gözü umurumda değil. Günü birlik kazançlar ve kayıplarda umurumda değil. Senin çocuğun tayin olmuş, bunun kızı koca bıulamamış hiç umurumda değil. 100 yıldır bu halka giydirilen deli gömleğini yıkıp parçalayacak kimse ben ona oy veriyorum. Bana bu gömleği giydiren Batı, madem Erdoğan gitsin diyor, işte ben de sırf bu yüzden Erdoğan'a oy veriyorum. Kısacası: Ben kurulacağına inandığım BÜYÜK VE GÜÇLÜ TÜRKİYE için Erdoğan'a oy veriyorum. /Orhan BAYLAN 22 Haziran 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/erdogana-oy-veriyorum/663

287


Orhan BAYLAN_Yazılar

HDP Terörist Partisi Mi? HDP’nin Meclis’e ilk girişi ve Demirtaş’ın Cumhurbaşkanlığına aday olmasıyla daha da tartışılan bir konu var.”HDP, PKK uzantısı bir terör destekçisi partiyse o zaman siyaset yapmasına izin verilmesin, Demirtaş’da aday yapılmasaydı” Görünüşte haklı gibi görünen bu şikayet, bilhassa CHP oylarıyla 24 Haziran’da HDP’nin Meclis’e girmesiyle(Kemal Kılıçdaroğlu’da bunu yaptığı basın toplantısında ifade etti) bu konu bazı CHP’lileri rahatsız etmiş olsa bile bir kısmının da savunma argümanı oldu. Peki kanunlar nezdinde HDP suç işlemediği sürece (ki işleyen üyeleri ve vekilleri tutuklu) PKK ile hiç ilgisi yok diyebilecek bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı var mıdır? HDP’lilerin bile kendileri yok demezken bunu diyebilecek kimsenin çıkacağını sanmıyorum. Peki bu nasıl oluyor? Herkesin bildiği bir şey konusunda devletin neden eli kolu bağlı? İşte burada bugüne değil, geçmişe, hatta çok geçmişe gitmek gerek. Biz yönümüzü Batı’ya döndüğümüz, kendimize Batı içinde bir yer edinmeye çalıştığımız günden beri bu durum böyle. Bundan 150 sene önce de Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmadan bu topraklarda hükümferma olan Osmanlı’da da durum böyleydi maalesef. Biz Batı klübüne üye olmak için ne kadar yaklaştıysak, Batı bizi parçalamak, içimizde ki dini ve milli etniseteleri atomlarına kadar ayırabilmek adına çalışmalarını hiç durmaksızın devam ettirdiler. Olmadık savaşlara sokup güçsüz kalmamızı, sonra savaş tazminatları ödememizi ve bunun içinde onlardan borç alıp el açmamızı temin ettiler. Borç aldıkça da bizim kanunlarda taviz verdirdiler. Kapütülasyonlar, 1830 Amerika ile ticaret anlaşması, 1839 Tanzimat ileni, 1856 Islahat fermani, 1864 Ermeni milletine tanınan ayrıcalık, 1878 Berlin anlaşması… Bütün bu saydıklarım sonucu Osmanlı içindeki sinir uçlarına dokunacak çalışmaları ve faaliyetleri yapmak için tavizler koparılmış. Devlet içinde misyonerler cirit atmış, devletin en ücra köşelerine kaadr gidip; okul, sağlık kurumu, t-yetimhane, hastane okul açıyoruz diyerek, Osmanlı içinde ki unsurların istiklal fikrini kafalarına sokmuş ve sonunda Osmanlı’yı parçalamayı başarmışlardır.

288


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bu misyonerler ki bilhassa Amerikalı olanları o kadar pervasız, öyle devlet kurumlarını ve kanunlarını umursamaz çalışmışlar ki, ne yerel yöneticiler ne de Osmanlı payitaht yöneticileri bunlara bir şey yapamamıştır. Bizzat Abd Başkanları tarafından desteklenen, Amerikan ürünlerinin ve yaşam tarzının, protestan dininin yılmaz birer mücadelecisi konumundaki bu misyonerler, hem konsoloslarca korunmuş hem de devlet nezdinde himaye görmüşler, hatta bunlar için Akdeniz’de zırhlı gemiler bulundurmuştur. Bunlara en iyi örnek Dr.David Metheny’dir. 1864 yılında Lazkiye’de ki misyona doktor olarak gelmiş, aynı yıl sonunda misyon şefi olmuş, Tarsus ve Halep, Lazkiye arasında Protestanlığı yaymak için her tür faaliyeti pervasızca yapmış bu yüzdende zaman zaman yerel yöneticilerle çatışmış ve sonunda Nusayri’lerin “insanlarımzıı Hristiyanlaştırıyor” diye yaşamaz hale getirmeleri sonucu 1882 yılında Lazkiye’den Mersin’e gelerek limana yakın bir yerde arazi alıp misyon inşaa etmeye başlamış. Durumdan haberdar olan dönemin Adana Valisi izinsiz okul ve misyon binaları yapmamasını, binayı kafasına geçireceğini söylemesine rağmen umursamamış ve okul yapımına devam etmiştir.Hatta o günlerde bu sürtüşmeler üzerine gözdağı vermek için Akdeniz’de bulunan “Marbelhead” adlı kruvazör bir müddet Mersin Limanına demirlemiştir. Dr.Metheny bütün ikazlara, tehditlere rağmen misyoner faaliyetlerinden vaz geçmemiş, hatta okulların adetini çoğaltmıştır. Bu arada 2 Nusayri kıs Protestan olup yine Protestan erkeklerle evlendşirilmiş ve evlerini kız okulu haline getirmişlerdir. Ayrıca; 14 Nusayri kızı gizlice Amerika’ya yollamış, bunların götüren, yola çıktıkları şilep filan tespit edilip sadaret yoluyla defalarca istenemesine rağmen Amerikan Hükümeti, “hangi limandan karaya çıktıklarını ve nerede olduklarını tespit edemediğini” söyleyerek kızların iadesine yanaşmamıştır. Bu olaylar olurken yıl 1894 olmuş, Dr.Metheny bütün pervasız ve inat davranışlarıyla bu işleri yapmaya devam etmiş, o günün Adana valisi olan Abdülhalik Nasuhi Paşa ne yaptıysa bunu frenleyememiştir. “Bu inat ve pervasız misyonere” nasıl davranması gerektiğini saraya soran Abdülhalık Nasuhi Paşa’ya o günün Maarif Nazırı Zühtü Paşa; “Uluslararası teamüllere göre “ davranmasını salık vermiştir.Yani hiçbir şey yapmamasını… Ve bu sürtüşmeler yaşanırken 1894 yılında yine başka bir Amerikan zırhlısı “Chikago” Mersin limanına demirlemiştir. Nihayet misyonu devamlı büyüten bu Dr.Metheny, 19895 yılında ölmüş, Abdülhalık Paşa’nın cenazesini Amerika’ya götürün ikazlarına rağmen misyon yetkililerince, “Emek verdiği bu misyonun bahçesine gömüleceği” cevabı verilmiş, biz bu adamın cenazesinden bile kurtulamamışız. Bugünde, Batı klübü içinde olmak için, uyum kanunları, insan hak ve hukukunu düzenleyen, kişisel hakları tanzim eden yasalar yapmış, uluslararası birliklerin verdiği denetimleri kabul etmiş ve böylelikle hala içimizde ki ayrık otlarının yeşermesine, büyümesine kanunlar muvacehesinde sesimizi çıkaramıyoruz. Anlayacağınız bugün HDP ve Demirtaş bağlamında ne yaşıyorsak geçmişten beri gelen bu Batı’lı olmak hastalığımız yüzünden yaşıyoruz. Bir de Garabet Tomayan olayı var ki o daha beterdir. Onu da bir başka yazıya inşallah. /Orhan BAYLAN 27 Haziran 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/hdp-terorist-partisi-mi/666

289


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bu Ülke Sizin Tapulu Malınız Değil! Geçen gün daha 16 yaşında bile lmayan bir genç kızın; Erdoğan’ın başkan seçilmesi sebebiyle yaşam tarzına müdahale edileceğini, istediği gibi bu ülkede artık yaşamasının zorlaşacağını yabancı bir kanala göz yaşlarıyla dile getirdiğini görünce, bunlar nerede yetişiyor diye hayret ettim. AK Parti ve dolaysıyla Erdoğan onun yaşı kadar bir süredir bu ülkeyi yönetiyor. Büyük ihtimal iyi bir koleje gitti. Belki dans dersi, bale eğitimi, ya da her hangi bir enstrüman… Başı örtülü Nurtepe’den sabahın köründe gelen Fatma Abla koridorları paspaslarken… Yazları bikinisini giyip sahilde sere serpe güneşlendi ihtimal. Kendisine Colasını getiren Mardin’li Şeyhmus; 9 nufuslü eve para götürmek için o kızgın güneşte plajda koştururken… Yani ötekinden, ötekilerin yaşam tarzını hiç umursamadı. Türkiye’nin bazı şehirlerinde ve kapalı devre bazı semtlerinde öyle bir algı operasyonu yapılıyor ki; şehrin %70’lik bir kısmının hayatından, varlığından, eğitiminden, dininden, kültüründen sanki hiç haberdar değilmiş gibi, bunlar için oluşturulmuş sanal bir dünyada izole bir hayat yaşar gibi, kendi gerçeklerine kendileri inanıp, kendileri ağlıyorlar. 70 sene boyunca bu Ülke’de birilerine cidden dini, kültürel bir baskı uygulandı. Hayat onlara zindan edildi. Tek tip, adına Kemalist demnilen, ne idüğü belirsiz, dinsiz, kültürsüz, alt yapısız, evveli olmayan bir vatandaş oluşturmak adına; Müslümanlara, Kürtlere, Komünistlere, Milliyetçilere her tür baskı, zulüm yapıldı. İdam edildiler, ceza evlerinde yıllarca yattılar, sürgün yediler, memuriyetten atıldılar, malları müsadere edildi. Şimdi bu ezilen köleler 16 yıldır, yıllarca bu devleti talan edenlerin, haksız ihaleleri, memuriyetleri alanların yerine işleri aldıkça bu bir eli yağda, bir eli balda kesim isyan çığlıkları atmaya başladı. Ama kimse onlar gibi ceberrut bir şekilde, kovarak, haksız yere değil, işi hakkıyla yaparak bu görevleri ifa etmeye başladılar. Kimse siz de bizim gibi olacaksınız diye 16 yıldır demediği gibi bundan sonra da demeyecek. Kimse ne alkolünüze karışacak, ne bikininizin modeline. Merak etmeyin kimse sizin dedeleriniz ve babalarınızı kadar vicdansız ve hain değil, olamaz da… Ama boşuna ağlamayın. Bu memleket sizin babalarınızın tapulu malı değildi. Batıya meftun, Batılı gibi olmak uğruna her türlü herzeyi yiyen Cumhuriyet aydınları, bu Ülke’nin gerçek çoğunluğunun sahip olduğu inanca, kültüre, adet ve ananeye sırtını dönmüş, Batılı hayat tarzının sanki 1000 yıllık atadan kalma mirası sanmıştır. Kusura bakma tamam senin ataların bu topraklarda bir zamanlar yaşayan Ermeni, Rum olabilir. Ama ben bu toprakların gerçek sahibiyim. Bedelini de dedelerim kanla ödediler. Bu sebepten bırakın şu bu memleketi babanızın tapulu malı gibi görmekten vaz geçin. Ya adam gibi beraber yaşamayı öğrenirsiniz, ya da öğretiriz… /Orhan BAYLAN 29 Haziran 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/bu-ulke-sizin-tapulu-maliniz-degil/667

290


Orhan BAYLAN_Yazılar

Nefret Ettim Bu Çağdan… Ne diyordu rahmetli Cahit Zarifoğlu: “Ben bu çağdan nefret ettim, Etimle kemiğimle nefret ettim” Dünya’da hakim olan kültürel hegomanya tek tip toplum inşaasına var gücüyle çalışıyor. Dinlerin, her toplumun yüzyıllar boyunca damıttıkalrı ahlaki normlarını kasırga gibi yıkıp geçen bu yeni, hedonist yani sadece zevk odaklı yeni trend maalesef dünyanın sonunu getireceğe benziyor. Film ve moda sektörü içinde bilhassa kendine hayat bulan ve pervasızca yayılan sapkın eğilimler, kişisel hak ve hürriyetler bağlamında toplumlar içerisinde de kendine meşruiyet sağlıyor. Yukarıdan beri bahsettiğim bu sapkın eğilimler, LGBT harfleri ile ifadesini bulan kişlik bozuklukları, ahlaki dezenformasyonu yaşayan uç bireyler olarak hülasa ettiğimiz şeyler. Orospuluk devlet eliyle kurumsallaştırılıp “amme “ hizmeti olarak icrayı faaliyet eyleyen bir toplumda son yıllarda siyasiler, çeşitli yazarlar, film ve dizi sektörünün rol modelleri vasıtasıyla, ibnelik, eşcinsellik meşrulaştırılmakta, sanki normal bir “kişisel hak ve hürriyet” mişcesine topluma empoze edilmekte.Ben 100 kişi toplayıp, “Çok eşli “ hayat talep etsem, yani ben metres değil, genelev yada benzeri yerde gayri meşru ilişki değil, devletin kayıt altına aldığı meşru çok eşli bir hayat istiyorum diye yürüsem bugün taşlarlar. Ama tarih boyu lanetlenmiş, bütün dinlerce yasaklanmış ibnelere, lezbiyenlere özgürlük diye bu ülkenin koca koca vekilleri, artizleri, yazarları ülkenin en büyük şehrinin en büyük caddesinde yürüyor ve alkışlanıyorlar. Ulan sizin başınıza taş yağmıyorsa şükredin be…

291


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ayrıca; Basında ve televizyonlarda pompalanan bu sonsuz zevk odaklı programlara, yapımlara, reklamlara maruz kalan yeni neslin zevk alma yelpazesi gittikçe genişliyor. Orospuluk yetmedi, ibnelik, olmadı lezbiyenlik, olmadı küçük çocuklara cinsel istismar, taciz ve nihayet tecavüz. Hedonizmin yani zevk odaklı yaşamanın sınırı yok ki… 1839 yılında Tanzimat’ın ilanıyla başlayan Batı’ya şirin görünme yarışımızın bizi getirdiği nokta; ibnelere, orospulara özgürlük, teröristlere müsamaha… Eğer bir devlet; bazı suçların cezasını tayin ettiği hakimler tarafından veremiyor veya verdiği ceza vicdanları tatmin etmiyor, cezaevine koyduğun bir suçlu veriyorsa, o toplumda çürüme başlamış demektir. Cezaların caydırıcı özelliği olmalı. Bilhassa pedofili suçlarının(tabi iyi yürütülmüş bir muhakeme sonunda) cezasının en ağır şekilde verilmesi, bunu yapacaklara ders olması gerekmektedir. Bunun karşılığı idam ama maalesef toplumun % 90’ı istese de ne bugünkü hükümet, ne yeni kurulacak hükümet bu cezayı tekrar getirebilir. Küçük çocuklara taciz ve tecavüz ve nihayetinde öldürmeyle bulan fiillerin önlenmesi için önerilen dini, ahlaki ve çeşitli eğitim metodlarının hiç birisi çok büyük etken olmayacaktır. Devleti yönetenlerin kabul etmesi gereken şey, bazı suçların önlenmesinin tek çaresi “kısastır”. Ayrıca; benim 4 yaşındaki çocuğumu tecavüz ederek öldüren soysuzun hakkında cezayı devlet affedemez. O cezanın veriliş şeklinde kesinlikle ailelerin rızası alınmalı. Kan bedelleri ödettirilmeli. Kırk yamalı gibi bohça gibi oradan buradan derleme kanunlarla yönetilen bir ülkenin vatandaşı olarak bu kanun kaosundan, yetersizliğinden utanıyorum artık. İran’da kadınların şehirlerde ve şehirler arası yollarda otostop yapabildiklerini duymuş bunu Tebriz’li bir Türk’e sormuştum. “Kadınlara taciz, tecavüz olmuyor mu peki” diye. “Nasıl olar ki.. Öyle bir şey yapan da, Çarçıra meydanında sallandırarlar” demişti. Evet bizi azar azar alıştırarak kanıksattıkları bu yaşam içinde faturayı küçük masum bedenler ödemeye başladı. Hem toplumdaki bu infialin önünü almak, hem yeni olaylara mahal vermemek adına yeni ek cezai tedbirlerin getirilmesi elzemdir. İdam olmasa bile… /Orhan BAYLAN 03 Temmuz 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/nefret-ettim-bu-cagdan/671

292


Orhan BAYLAN_Yazılar

Başkan Ve Adamları Türkiye Cumhuriyeti Devleti 95 yıl sonra rejim değil, sistem değişikliği yaptı. Öncelikle yeni sistemin hantal devlet anlayışını, bürokratik oligarşiyi, sümen altı sorumsuzluğunu bertaraf etmesini umuyorum. Tabi ilerde daha detaylı ele almayı düşündüğüm işin “israf “ boyutu var ki, devlet eliyle saltanat sürme keyfiyetinin de bir an önce ele alınıp sonlandırılmasını diliyorum. Liderliğini ve devlet adamlığını ispat etmiş “Bay Başkan” tahlil etmeyi abes görüyorum. Bu konuda her beşer gibi zaman zaman yanılsa da kalbi Türkiye’yi daha büyük ve güçlü yapmak için attığından hiç şüphem yok… Şimdi çok istediği yeni sistemde 5 yıllık icraatıyla ne yapabileceğini, Türkiye’yi nereye taşıyacağını hep beraber göreceğiz. Bu yolda kendisine en yakın çalışma arkadaşı olarak seçtiği isimlerin bir kısmını kamuoyu zaten eskiden beri tanıyor. Ama bazı isimleri hepimiz ilk defa duyduk. Milli Eğitim Bakanı başarılı bir akademisyen ve kurduğu okulları bir yere taşımasıyla gösteriyor ki aynı zamanda iyi bir işletmeci. AK Parti seçmeninin büyük kısmının beyin loblarında yanma yapacak kadar sivri sözleri olmasına rağmen, eğitim konusunda ki görüşleri benim hoşuma gitti. ETS Tur’un sahibinin Kültür ve Turizm Bakanı olması, Medipol Hastaneleri Yönetim Kurulu Başkanının Sağlık Bakanı yapılmasında ki amacın, konularını bilen, sektörünün sıkıntılarını kurdukları başarılı işletmelerle bilfiil yaşamış kişileri icraanın başına getirerek, başkalarının o problemleri yaşamasının önüne geçmeyi amaçladığı aşikar. Yani, bazı bakanlıkların başına “damdan düşenler”in getirilmesi, devletin yeni iş ve istihdam alanları üretmeyi daha da hızlandırmayı amaçladığını gösteriyor. Türkiye’nin en büyük problemlerinden biri de, hızla artan genç nüfusa yeni iş imkanları üretmek değil mi? Bu da tercihleri isabetli kılıyor. Hayatında ev alırken bile imza atmaktan imtina eden akademisyenlerin yıllarca bakanlık yaptığı bu ülkede artık birazda hem işin teorik yanını hem de pratik yanını bilen insanların bu icraacı bakanlıklara getirilmesi bence çok isabetli olmuştur. Aile Bakanlığı’nın eskisi gibi yine bir bayana, KADEM mensubu birine teslim edilmesi artık gelenek oldu sanırım. Tasvip ediyor muyum, asla… Ayrıca; Abisi Fetö tutuklusu birinin bakan yapılması, “suçların bireyselliği” ilkesi açısından doğru olsa bile, bugüne kadar bir kısım insanların memuriyete başlarken haklarında yapılan “istihbaratta” bu tür vakalar yüzünden devlet memuru olamaması, toplumda bu izahı zorlaştırıyor. Başka adam mı kalmadı dedirtiyor insana! Kimse kusura bakmasın… Yağcılık yaparsam, ben ben olamam… Ama Damat konusunda herkes gibi olumsuz düşünmüyorum. Damadın ısrarla kabinede yer alması ilkesel olarak birilerini rahatsız ediyor olsa da, Berat Albayrak’ın aldığı eğitim, sahip olduğu müktesabat, ve Enerji Bakanlığında ki performansı da yabana atılacak gibi değil. Ayrıca; İttihat ve Terakki’den beri bu ülkenin kasasında hep dönmeler ya da Exeter mezunları oldu. İlk defa uzun zaman sonra Exeter’li olmayan biri o makama oturuyor. Unutmayın; O ayrıca; Sadık Albayrak’ın oğlu… Hulusi Akar, Mevlut Çavuşoğlu ve Soylu ile ilgili bir şey söylememe gerek yok. Bu isimler zaten halkta karşılıkları olduğu, makamlarının hakkını verdikleri için seçildiler. Bütün ön yargılarımızı bir yana bırakıp ismi geçen ya da geçmeyen yeni kabine üyelerinin icraatlarını görmek lazım geldiğini söylemek isterim. Rabbim Başkan ve Adamlarının bu ülke için faydalı hizmetler yapmasını nasip etsin.

/Orhan BAYLAN 10 Temmuz 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/baskan-ve-adamlari/678

293


Orhan BAYLAN_Yazılar

Mart Karı Yağmadan... Samsun Geneli 12 puana yakın kayıp var AK Parti oylarında. İlçe bazlı aldığınızda bilhassa Bafra ve Kavak oylarında da büyük düşüşler var. Bu tablo Doğu hariç neredeyse bütün illerde böyle. Bunun nedenleri üzerinde yeterince çalışılmaz ve tedbir alınmazsa mahalli seçimde kayıplar daha büyük olacaktır. Yanlış telkinler ve raporlar sonucu aday gösterilen tabanı ve halkta karşılığı olmayan adayların oy kaybettirdiği sağır sultanın bildiği bir konu. Önümüzde ki mahalli seçimlerde bu tabansız ve halkta karşılığı olmayan vekillerin telkinleri, ısrarları, "bölge vekili" diye sözlerine itibar ederek tespit edilecek ve dayatılacak adaylar sebebiyle kaybedilecek il/ilçelerin vebali de sorumluluğu da şu an ki yönetimde olacaktır. Sayın Başkan her adayla ilgili teferruatlı bilgiye sahip olması mümkün değil. Ülke ve dünya gündeminde bu kadar can alıcı ve hayati konularla uğraşırken, mahalli teşkilatlara, detaylarına yeterince vakit ayıramaması doğaldır. Düşünün 4 bine yakın il/ilçe de belediye başkanı seçilecek. Bu kadar adayın aday oldukalrı seçim bölgelerinde ki durumlarını bilemsi eşyanın tabiatına aykırı. Bu yüzden bu işleri kendi adına yürütmek üzere yardımcılar tayin etti. Bunlar 40 yılı aşkın zamandır Sayın Erdoğan'ın yol arkadaşları. Ama şu son tercihlerde görüldü ki, bu görev tevdi edilen kişiler ne yazık ki, kendi hesaplarını, heveslerini öncelemiş, Lider'in gayret ve inancından zerre kadar nasiplenmemiş görünüyorlar. İşte aslında metal yorgunluk tam da budur. Metal ya da Meta' yorgunluğu olarak adlandıracağımız bu sapmaların, teşkilatın alt seviyelerinde değil, bilhassa üst kademelerinde tespiti ve izalesi gerekiyor. Umuyoruz, mahalli seçimlere çok az kalan şu zaman da Başkan bu konuya da el atar ve gereken müdahaleyi yapar. Yoksa fena mart karı yağdığını hep beraber görürüz. Dost acı söyler... /Orhan BAYLAN 13 Temmuz 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/mart-kari-yagmadan/679

294


Orhan BAYLAN_Yazılar

Nesturiler Nereye Gitti? Bugün biraz siyasetten uzak bir şeyler yazayım diyordum ama ucundan kıyısından yine işin siyasete dayandığını gördüm. Bugün dünyada geçerli olan demokratik sistemler siyaseti hayatımızın her alanına soktular. Yönetimde söz sahibi olmak istiyorsan, eğer ülken için gelecek tasavvurların varsa, dini veya başka alanlarda ülke insanına bir şeyler vermeyi amaçlıyorsan, siyasette yer alacak, ülke politikalarına yön vereceksin. Osmanlı’nın son yüzyılında zaman zaman değindiğim gibi misyonerler en ücra köşelere kadar girip; hem ülkelerinin ürettiği ürünlerin reklamını ve pazarlamasını, hem bu devasa imparatorluk topraklarında yaşayan etnik ve dini toplulukların haritasını, zengin maden yataklarını tespit ederek, ülkelerinin amacına uygun olarak casusluk faaliyetlerinde bulunmak ve bütün bu çalışmalara paravan olarak da dinlerini yaymak gibi bir amaçla cirit attılar. Osmanlı topraklarında yaşayan her milletin, her inancın içinde faaliyet yürüttüler. Doktor, din adamı, arkeolog ve öğretmen olarak bu topraklarda yaşayan bütün halkların içine girip yüzyıl içinde, 1000 yıldır beraber yaşadıkları insanlara düşman haline getirmeyi başardılar. İşte bu halklardan biri de, Hakkari, bugün kü İran Urumiye ve Irak Erbil üçgeni arasında yüksek dağlarda yaşayan “Nesturiler” di. Nesturiler Ortodoks ve Katoliklerden farklı bazı Hristiyan inanışlarına sahip oldukları için Hatay taraflarında barınamamış ve inançlarını korumak için bu yüksek dağlar arasına sığınmışlardı.

295


Orhan BAYLAN_Yazılar

Etraflarında ki Kürt köyleri gibi yaşar, hayvancılıkla geçinirlerdi. Bu sarp ve çetin coğrafyanın insanları kavgacı, kaba ve cahildiler. Zaman zaman etraflarında ki Kürt kabileleriyle hayvan hırsızlığı ve mera yüzünden kavgalar çıkara ma araya ileri gelenler girer uzlaştırılırdı. Osmanlı döneminde kayda girmiş büyük bir hareket hiç olmamıştı. Ta ki misyonerler bu ıssız bucaksız sarp kayalarla, yarlarla çevrili dağlara çıkıp gelene kadar. 1839 yılında Amerikalı misyoner doktor Asahel Grant, Boston’da o günün şartlarında o dağlarla kıyaslanmayacak lüks hayatı bırakıp ailesiyle beraber 23 yıl boyunca o üçgen içerisinde faaliyette bulunmuş. Asahel Grant’ın karısının bile bu bölgede konuşulan 4 dili bildiğini düşünürsek, Ameriacan Board misyonerlerinin nasıl donanımlı olarak bu ilkel bölgelere gönderildiklerini ve Osmanlı’yı nasıl parçaladıklarını anlarız. Osmanlı’nın valisi Kavala’ya Nizip’te yenilmesi Avrupalıları küstahlaştırmış, Osmanlı topraklarında ki çalışmalarını gittikçe daha pervasız yapar hale gelmişlerdir. Tabi bunun üzerine 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanları da işin tuzu biberi olmuş, Osmanlı millet sisteminin içine etmiş sonucunda dirlik ve düzen kalmamıştır. İşte bu ahval içinde her tarafta ifsad çalışmaları yapan misyonerler Nesturilerinde kanına girmiş, bağımsızlık rüyası gördürerek anların yerlerinden yurtlarından etmişlerdir. Dr. Grant’ın kayıp Yahudi milleti arayışı sonucu geldiği bu dağlarda bir millet çıkarma çalışması ne yazık ki meyvelerini vermiş ve 1. Dünya savaşı sırasında Nesturiler önce Ruslarla beraber, onalrın savaştan çekilmesi üzerine İngilizler safında Osmanlı’ya karşı savaşmılardır. Osmanlı’nın dağılıp yeni Cumhuriyetin kurulma sırasında yine Musul ve Kerkük’te İngilizlerle ihtilaf olmuş, Cevat Çobanlı Paşa Nesturilerin o bölgede ki yaptıkları eylemi bahane ederek hem o sınırdaki Nesturileri uzaklaştırmış, hem de Musul’a kadar gitmiştir. Lakin Ankara’nın baskısı sonucu ordu tekrar Musul’u terketmek zorunda kalmıştır. Bu ayrı bahis mevzuudur. Nesturiler büyük bir yıkım ve sürgün yaşamış, bağımsızlık rüyası görürken yurtsuz kalmışlardır. Nesturi güçlerine komutanlık yapan birinin şu sözleri çok ilginçtir: “Biz Amerikalı misyonerler gelmeden önce Kürtlerle mera yüzünden ya da koyunlarımzı çalarlar kavga ederdik.Araya hatırlı kişiler girer aramızı düzeltirler biz de öyle yaşar giderdik.Ama ne zaman bunlar geldi; koyunlarımızı da, yurdumuzu da kaybettik” Bu olaydan çıkarmamız gereken esas mesaj şu olmalı. Düşman her halukarda çalışacak, bizi bölmek parçalamak için. İçimizde ki yaraları kaşıyacak, içimizde ki unsurları çeşitli vaadlerle kandırmaya çalışarak bizi atomlarımıza kadar ayrıştırmaya çalıuşacaktır. Bunun için 200 yıldır en zor koşullarda en çetin bölgelerde çalışmaktan geri durmamışlar ve bunu da başarmışlardır. Biz de onlar kadar çalışmaz, onlar kadar donanımlı olarak önce içeride gerekli birliği dirliği ve büyümeyi tesis etmezsek, hep birilerinin paryası olur gideriz. En az düşmanlarımız kadar başarılı olmak zorundayız… Tarih, ders alınması gereken hikayeler manzumesidir aslında… Not: Bugün Dağlıca - Kandil bölgesi eski Nesturi yerleşim alanlarıdır. PKK’nın oralarda hayat bulması tesadüfmüdür? En çok kayıp verdiğimiz Dağlıca (Oramar) eski bir Nesturi köyüdür. O Nesturilerin hepsi gitti mi?… PKK içinde Kürdüm diyen ne kadar Nesturi var acaba! /Orhan BAYLAN 18 Temmuz 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/nesturiler-nereye-gitti/684

296


Orhan BAYLAN_Yazılar

Mehmet Görmez'i Kim Pazarlıyor! Yeni sistemde Başkan Erdoğan bakanları atadı ama anayasanın kendisine verdiği diğer üst düzey görevlileri atama yetkisini henüz kullanmadı. İşte bu günlerde herkes kendi palazlandırdığı adamı parlatma ve pazarlama derdinde. Etkili bir makama getirilen kişi üzerinden maddi manevi güç devşirmenin hesabını yapıyor. İşte tam da bugünlerde Habertürk ısrarla Mehmet Görmez'i vitrine çıkarmaya, gündümde tutmaya çalışıyor. Görev süresinin dolmasına 4 sene kala pek şık olmayan bir şekilde müstafi olan Görmez yani patlak lastiği ısrarla niye gündemde tutmak istiyorlar acaba! Aslında bu Görmez'in kerametiyle menkul değil. Sahip olduğu ve bugüne kadar getirdiği ilişkiler yumağıyla alakalı her şey. Bizim mütedeyyin çevre Görmezi güzel hitabeti, davudi sesi yüzünden kabul etmiştir. Söylediğinin ne olduğuyla hiç ilgilenmemiş, söylemesi gerekenleri zamanında neden söylemedin diye hiç hesap sormamış ama söyleyiş şekli yüzünden körü körüne savunmuştur birileri... Ama birilerinin bildiğinin aksine Görmez görmez değildir. Onlar bir ekip, bir projenin yetenekli uygulayıcılarıdır. Bu ilişkileri anlamak için Anakara Ekolü ne, Fazlurrahman kim, Ali Bardakoğlu, Mehmet Emin Özafşar, hatta Ankara Ekolünün bir dönem çıkardığı "İslamiyyat" dergisi, İlhami Güler, Hayri Kırbaşoğlu gibi daha bir çok isim kimdir, neyi temsil eder bakmak lazım. 2004 yılında Ali Bardakoğlu başkan, Görmez başkan yardımcısı iken Bardakoğlu Amerika'da bir dizi görüşmeler yapmış, bilhassa o dönem ABD Dış İşlerri Bakanlığı ve NSC(Ulusal Güvenlik Konseyi ) yetkilileriyle görüşmeler yapması tartışmalara konu olmuştur. Dini hiç bir vasfı olmayan bu güvenlik ve istihbarat kurumlarıyla Bardakoğlu hangi konuları ve ne yetkiyle görüşmüştür? Yine 2007 yılında Amerika Dış İşleri Bakan Yardımcısı Matt Bryza ile Görmez bir saat görüşmüş, eften bir konuyla geciştirilmiş, görüşmenin detayları asla yansıtılmamıştır. Ilımlı islam, "Dinler arası diyalog" projeleri sadece Fetö'nün inhisarında olmamış, Diyanet Mehmet Nuri Yılmaz' başkanlığından itibaren Papalığın bu projesinde fiilen yer almıştır. Bunun uygulamaları teknik sahada Diyanet tarafından yapılmış, propaganda ve saha yaygınlaşması Fetö eliyle olmuştur. Lakin daha sonra mevcut iktidar ile ABD arasında yol haritası ve ülke menfaatleri konusunda anlaşmazlık çıktığında Abd Erdoğan'ı iktidardan uzaklaştırabilmek için elindeki kullanışlı bütün argümanları devreye sokmuş, en sonunda vurucu güç olarak Fetö yapılanmasıyla nihai darbeyi indirmeye çalışmıştır. Ama; Abd ve Papalık projesi olan, "Ilımlı İslam" Diyanet ve Fetö eliyle uygulamaya sokulan yüzü, " dinler arası diyalog " uzun zaman kimsenin umurunda olmamıştır. İşte görevden alınana kadar Mehmet Görmez bu planın uygulamasında ısrarcı olmuş sonunda da görevden uzaklaşmak zorunda kalmıştır. Bugün derin güçler, Fetö'yü ve Türkiye'de ki bazı yapıları hala kullanabilme yeteneğine sahip olanlar, bu emellerinden ve planlarından asla vaz geçmediler. Başkanlık seçimlerinden önce, Erdoğan'a yakın bazı isimlerinde Görmez'i bazı siyasilerle beraber pazarlamaya çalışacakları duyumunu almıştım. Pek Ala bir siyasetçimizin evinde Kalın bazı abilerle bu işlerin konuşulduğunu Ankara'dan bazı dostlar fısıldamıştı. Biz patlak lastikle Erdoğan yola çıkmaz demiş ehemmiyet vermemiştik ama görünen o ki birileri ısrarla bu ismi yeni sisteme monte etmeye çalışıyor. Bakalım bu gayretler ne sonuç verecek... /Orhan BAYLAN 19 Temmuz 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/mehmet-gormezi-kim-pazarliyor/687

297


Orhan BAYLAN_Yazılar

Sizin Yaptığınız Cihat Değil, Batı'ya Taşeronluktur. Biz çocukken “Irmağın Kıyısındaki Köy Bengü” de düğünlerde bayramlarda patlatmak üzere yaptığımız en güzel eğlence, tabanca şekline sokulmuş bir ağacın üst tarafına yatırdığımız mavzer fişeğine delik açarak ateşleme mekanizması yapar, içine biraz barut, uç tarafına da kağıt tıkayıp patlatırdık. Büyük bir gürültü, kara bir duman ve etrafa yayılan kağıt parçaları bize sanki yeni bir icat yapmış kadar zevk verirdi. Bugün Gazze’de bir kısım HAMAS militanının yaptığının bizim çocukluk becerimizle yaptığımızdan pek bir farkı yok. Daha büyük bir çelik boru, daha fazla barut, ateşleme sistemi ve hedefe zarar verecek bazı bilye, demir parçaları. Bu gibi ilkel bir şeyle, ne menzil ayarlarsın ne hedefi tutturabilirsin. Ama İsrail’in Gazze’ye saldırması için meşruiyet verirsin bir güzel. Dünya Siyonist propaganda ile uçaklardan atılan varil ve misket bombalarını, uzak menzilli füzelerin adedini, kaç Filistin’liyi öldürdüğünü, kaç binayı harabeye çıkarttığını yazmaz ama HAMAS’lı iki fedainin yaptığı dandik ve ilkel füzeyi pazarlar durur. Peki bu oyun İsrail’in yayılmasından, daha fazla Filistin’linin ölmesinden, topraklarının daha da işgal edilmesinden başka neye yaradı/yarıyor? Her defasında yüzlerce Gazze’linin ölmesine yaralanmasına sebep olan bu kahrolası oyun neden tekrarlanıp duruyor? Defalarca yazdık; ölen her Gazze’li ve Filistin’li aslında Yaser Arafat’tan beri Gazze ve Filistin’de ki tüccarlara yarıyor. Müslüman dünya içleri paralanarak yardım ediyor ve bu paraların büyük ekseriyeti bu insanların çeşitli ülkelerdeki hesaplarına gidiyor. Örnek isterseniz; Yaser Arafat’ın ölümü sonrası eşi Süha Arafat’la FKÖ arasında ki para pazarlıklarını gazeteleri tarayarak görebilirsiniz. Cihat İslam camiasında en istismar edilen konulardan biri. Ağzını açan cihaddan bahsediyor. Ama bunun için en iyi referans olan Allah Resulu’nun hayatına dönüp kimse bakmıyor. Çeşitli ülkelerdeki, bu yardım kuruluşlarının fiili çalışanları, bilmeden iyi niyetle bunlara alet olanlar ve radikal selefi düşünceli bilhassa Orta Doğu merkezli İslami gruplar bu konuyu istismar ediyorlar.

298


Orhan BAYLAN_Yazılar

Peki Rusulullah sallahu aleyhi vesellemin bu konudaki uygulaması nedir? Peygamberliğin tebliğinden sonra 13 sene Mekke’de müşriklerle beraber, 10 sene de İslam toplumu olarak Medine hayatı vardır. Peygamberimizin İslam Devleti süresinden Mekke müşrikleri içindeki zamanının daha fazla olması bile Müslümanların zayıf ve güçsüz olarak bulunacakları zamanın daha fazla olacağı, bundan dolayı, bu zaman diliminde nasıl davranmaları gerektiğini de en güzel şekilde bize anlatan dönemdir. Mekke’de Müslümanlar zayıf ve güçsüz, müşrikler güçlüyken, imanı güçlendirme, amelde sabitlik bina edilmiştir. Silahlı cihad asla tasvip edilmemiştir. Yapılan her tür eziyete sabredilmiş, sabrı zorlayan durumlarda hicret edilmiştir. Unutmayın ki; Yasir ailesine Ebu Cehil ve Velid İbn-i Mugire gibi azılı kafirler eziyet ederken yanlarından geçen Resulullah; “Sabredin ey Yasir ailesi” diyebilmiştir sadece. Ne kendisi ne de bir başka Müslümanı müşriklerle kavgaya, sabotaja teşvik etmemiştir. Ne zamanki Müslümanlar güçlendi, Medine’de İslam devleti oluştu, işte o zaman silahlı “Cihad “ vakti geldi. Peki soralım? Bugün Gazze, Burma, Çin ve daha başka yerlerdeki müslüamnlar Mekke’li Müslümanlardan daha mı güçlü durumdalar? Filistin ve Gazze dahil dünyanın hangi Müslüman ülkesi tam bağımsız ve güçlü? Veya Müslümanlar nerede güçlü? Türkiye’de dahil. Sözde müslüman olan 57 ülkeden hiç biri ilk 10 ekonomide yok. Enerji havzalarının 100 senedir üzerinde Müslüman ülkeler var ama hepsinin ipi ya İngiltere ya Ameriak’nın elinde! Teknoloji üretimi hiç birinde yok. Hiç biri dünya siyasetini yöneten, parayı yönetenlerin içinde değil. O zaman akıllı olacak Müslüman. Kendini de aptalca feda etmediği gibi, diğer Müslümanlarında burnunun dahi kanamasına sebep olmayacak. Cihat ediyorum diye; Müslümanların kanlarına, karılarının ırzlarına, çocuklarının babasız kalmasına sebeb olmak cihad değil, salaklıktır. Afganistan’da, Burma’da, Nijerya’da, Mısır’da, Eritre’de, Irak ve Suriye’de, El-Kaide, Boko-Haram, Eş-Şebab ya da adı janjanlı bilmem ne cihadcı grupsa, o ülkelerdeki hangi soruna çözüm getirmişler. Batı’lı devlertlerin, Abd’nin bu ülkleri işgal etmesinden, ürettikleri yeni silahları denemeyi müslüamnların üzerinde yapıp milyonlarca insanı öldürmekten, kadınların ırzlarına geçmekten, zenginliklerini talan etttirmekten başka ne işe yaramış bu örgütler. Batı’nın kurduğu sözde cihadcı örgütler. Şu an Müslümanlar gariptir. Zayıf ve güçsüzdür. O yüzden yapması gereken, öncelikle lider olma potansiyeli oaln ülkeleri ki şu an en büyük potansiyel Türkiye’de, güçlü ve büyük kılmaktır. Bilgi üretmek, teknoloji üretmek, yeni katma değeri yüksek ürünler üretmek, her alanda ülkeyi daha güçlü ve büyük yapacak atılımlara destek olmalıdır. Ki; Gazze’yi, Filistin’i, Arakan’ı, Suriye’yi, ve daha sayamadığım Dünya’nın her yerindeki Müslümanları koruyabilesin. Yoksa bugün Filistin’de yapıldığı gibi cihad diye bize sunulan, asla çözüm yolu değildir. Selefi Radikal cihat yaptığını söyleyen örgütler, Batı’nın içimizde iğfal ettiği beyinsiz kukla ve taşeronlardır. /Orhan BAYLAN 21 Temmuz 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/sizin-yaptiginiz-cihat-degil-batiyataseronluktur/688

299


Orhan BAYLAN_Yazılar

İYİ Şeyler Mi Oluyor! İYİ Partinin Afyon çalıştayında kriz çıkması üzerine parti tüzüğünün Genel Başkana verdiği yetkiyle kongre kararı alan Meral Akşener, aynı zamanda yeniden aday olmayacağını deklare etti. Daha çiçeği burnunda bir partinin, devlet yardımına da kavuşmuşken, bana göre siyaseten de “başarılıyken” bu kaotik durum nerden çıktı, niye çıktı? Bu arada siyaseten başarılı sözüme itiraz eden olabilir ama benim görüşüm bu doğrultuda. İYİ Parti muvazaa partisidir(eskiler bunu derlerdi pek hoşuma giderdi) Söylemleri öyle olsa da( ki Doğu Perinçek bile öyle diyor) asla iktidara aday bir parti olarak kurulmadı. Daha öncede yazdığım gibi, bu partinin kuruluş gerekçesi çok basitti. Bahçeli’nin siyaset usulünü tenkit edip ona muhalefet eden ciddi bir MHP’li merkezde olmak üzere, AK Parti’den beklediğini elde edememiş küskünler, Fetö iltisaklısı veya mahkumu olanların oy verebilecekleri bir parti olarak kuruldu. Yukarıda saydıklarımın kahır ekseriyetinin CHP ve HDP’ye oy vermeye eli gitmez. MHP’de AK Parti ile ittifak yaptığına göre, bu yığının oy vereceği bir parti olmalıydı. İşte bu sebeple kuruldu. Hatta kuruluşundan itibaren “milliyetçi “ bir söylemi asla kullanmayışlarının nedeni de, yine aynı şekilde bazı kurbağaları ürkütmemek için. Müzmin Erdoğan düşmanlığına bir de Bahçeli nefreti eklenmiş olan eski MHP’lilerin gidecekelri başka bir kapı kalmamıştı, onları memnun etmeye bile değmezdi, ülkücü/milliyetçi bir dil kullanarak. Ve Erdoğan seçilse bile, Meclis’de ona rahat hareket etme imkanı vermemek amaçlı bu çalışma neticede başarılı olmuş( tabi bunda AK Parti’nin kendi ayağına sıkmasının da zalimce desteği olsa da), Meral Akşener kendisine biçilen görevi yerine getirmiştir. İşte bu derme çatma, uzaktan emir komuta ile hareket eden partinin en kısa zamanda bu kaosları yaşaması kaçınılmazdı. Ve Bahçeli’ye bile başkaldıran Koray Aydın’ın her ne kadar hangi saikle (büyük ihtimal deprem sonrası mal üleşimi dese de bazıları) Meral Akşener’in liderliğini kabul ettiği hakkında bir çok söylenti olsa da, (büyük ihtimal deprem sonrası mal üleşimi ile ilgili birilerinin elinde dökümanlar olduğuna dair söylentiler olsa da) çok uzun sürmeyeceği aşikardı. Afyon Çalıştayında Meral Akşener’i bunaltan ve istifaya götüren suçlamaları yapan kişilerin Koray Aydın’a yakın kişiler olduğu söyleniyor. Bu da kongre sürecinde İYİ Parti içinde ciddi bir çatışmanın olacağını gösteriyor. CHP’den transfer olan Aytun Çeray her ne kadar “Meral Hanımı tekrar aday gösterip yeniden liderimiz olacak” des e de, onun bu ön alma girişimi kendisinin ve kendisi gibi nereye ait olduğu belli olmayan bazılarının sap gibi ortada kalacaklarını bildiği için. Basın toplasında hem yanında ve arkasında görüntü veren Lütfü Türkkan’da Aytun Çeray gibi dokuz kapu artığıdır, olması doğaldır. Ama İsmail Koncuk hangi hesapla oradaydı onu bu süreçte anlarız. Bahçeli’nin hem alaycı, hem de biraz gerçekçi “Koray bety ve arkadaşları Meral hanımı ikna edip tekrar partinin başına getirsinler” sözü aslında bir niyetin de dışa vurumu. Meral Akşener MHP için tehdit olmaz, kendisini de Bahçeli her fırsatta ham yapar. Ama Koray Aydın MHP’nin çocuğudur. Onun İYİ Parti’nin başında olması hem İTYİ Partinin partileşme sürecine katkısı olur, hem de MHP’den her zaman oy çalar. İşte bu şartlarda kongreye gidecek bu partide daha çok çekişmeler göreceğiz. Delegeye hakim olursa Meral Hanım tekrar aday olur. Olamazsa; ben görevimi yaptım deyip Koray Aydın’a bırakır. Ama asla seve seve değil tabi… /Orhan BAYLAN 23 Temmuz 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/iyi-seyler-mi-oluyor/690

300


Orhan BAYLAN_Yazılar

İnsan Yetiştirebiliyor Muyuz? Osmanlı İmparatorluğunda 1873-1908 yılları arasında faaliyet gösteren çok sayıda “Hususi “ mektep vardır. Bunlardan bugüne kadar yaşayan ve ilk kurulanı Daruşşafaka’dır. “Yoksul ve yetim Müslüman çocuklarının eğitim alması için kurulan Daruşşafaka kesintisiz olarak bu gayeye yönelik eğitim hayatını devam ettirmektedir. Başka okullarda vardır. Mekteb-i Tefeyyüz. Okulun amacına bakarmısınız? “Öğrenciye fikir ve vicdan olacak terbiye-i esasiye vererek, itaate, intizama, nezafete, nezakete, iyi ahlaka, dini vazifeye ve çalışma gayretine alıştırmak amacındadır” der. Numune-i İrfan Hamidi Mektebi ise; “Evlad-ı memleketin terbiye ve maneviyatlarına itina ile mülkümüze rıza-ı ali vecihle nafi’ (faydalı) ve haluk(iyi huylu, insaniyetli) adamlar yetiştirmek amacındadır” diyor. Peki okulların gayreti bu yöndeydi ama Maarif nezareti ne diyordu o yıllarda: “Kur’an-ı Kerim’in iyi okunmasına, akaid-i diniyyenin tedris ve telkinine önem verilmesi…” Osmanlı Batı ile arasında açılan makası daraltmak adına her alanda gücünün yettiği kadar atılımlar yapmaya çalıştı. Eğitimde zayıf kaldığını düşünenler; Osmanlı’nın son yüzyılında karşılaştığı problemleri gözden geçirdiklerinde, onca yokluğa, sıkıntıya ve maniaya rağmen yine de çok atılım yapıldığını, yetişen neslin donanımlı olduğunu görürüz. Bilhassa Sultan Abdülhamid döneminde okullaşma oranı fevkalede yüksektir. Lakin sanayileşen Batı ve Amerika için hem dinlerini hem mallarını ihraç, sahip oldukları zenginlikleri sömürecekleri yeni koloniler gerekliydi ve Osmanlı bütün yolların kesiştiği noktada önlerindeki tek engeldi. Onu bertaraf etmek için eski sömürgelere girdikleri gibi ordularıyla değil, okullarıyla geldiler. Bizim başımızı dertten derde sokup, belimizi doğrultmamıza fırsat vermediler. Ve açtıkları okullarda sadece gayri müslim vatandaşlarımızı değil, Müslüman çocuklarının da beynini yıkadılar, devşirdiler. Osmanlı bu okulların yıkıcı etkisini fark ettiğinde geç kalmış, artık onların önüne geçemez olmuştu. Onun yerine, Müslüman çocuklarının bu okullara gitmesini adli tedbirlerle engellemeye çalıştı. Açtığı okulların bir kısmında bu okullardaki ders programlarını taklid ederek, bir kısım zabitan ve amiranın çocuklarını bu okullara gizlice göndermesinin önüne geçmeye baktı. Ama aynı zamanda bu açılan okullarda dinini, örfünü, ahlakını öğrenen insanlar yetiştirmeyi amaçladı. Ne yazık ki; Cumhuriyet döneminde pozitivist düşünce hem sosyal hayatta hem eğitim hayatında hakim oldu ve yukarıda bahsedilen ilkelere uygun talebe yetiştirmek yerine Kemalist ideoloji denilen ne felsefi ne sosyolojik altyapısı olmayan bir garabet insan tipi inşaa edilmeye çalışıldı. 1924’den itibaren Amerikalı eğitimci J.Dewey’e inşaa ettirilen bu dinsiz, köksüz alt yapı, 1948 yılından itibaren tamamen Amerikan kontrolüne geçti. Herkesin bildiklerini tekrar etmeden sonunu bağlamak istiyorum sözün. 200 Üniversite açtık. Binlerce lise var. Her çocuk eğitim alıyor. Ama biz; insan yetiştirebiliyor muyuz? /Orhan BAYLAN 01 Ağustos 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/insan-yetistirebiliyor-muyuz/694

301


Orhan BAYLAN_Yazılar

Hedef Hiç İran Olmadı, Hep Türkiye’ydi! Rahip Brunson’u bahane eden Amerika Adalet ve İçişleri bakanlarına yaptırım uygulama kararıyla Türk/Abd ilişkilerini bir level daha gergin hale getirdi. Aslında Türk-Amerikan ilişkilerini incelediğimizde hep taviz almaya ve emir vermeye alışmış bir ülke tavrı görürüz. 1830 yılında imzalanan ticaret anlaşmasından bugüne geldiğimiz nokta maalesef bu. Fakat son yıllarda, bilhassa Amerika'nın Körfez harekâtı sonrası fiili olarak bölgeye müdahalesiyle, bu durumdan en çok etkilenen ülkelerin başında Türkiye geliyor. Hem ticari Pazar kayıplarının, hem demostrasyon değişikliklerinin faturasını ülkemiz ödüyor. Hele Irak harekâtı, orada PKK’nın koruma altına alınması, Suriye’de PKK’nın bir kolu olan PYD’ye, stratejik ortağımız, NATO müttefiğimiz Amerika tarafından tonlarca mühimmat ve silah verilerek koruma sağlanarak yapılaşması; ne dostlukla, ne de uluslararası devletler hukukuna sığan uygulamalardır. Peki bütün bunları Amerika neden yapıyor? Ya da bölgede ne yapmaya çalışıyor. Öncelikle şu noktayı belirtmek istiyorum. Irak ve Suriye karışıklıklarından sonra sıranın İran’da olduğunu iddia edenlerin görüşlerine hiç bir zaman katılmadım. Ve her fırsatta sıradaki Ülke Türkiye dedim. Amerika'nın yaptıkları, ne dostluğa ne ortaklığa sığan davranışlar zira. Tabi İran diye hedef gösterenler çoğunluk olduğu için bizim cılız sesimizi duyan olmadı. Neden İran değil de Türkiye demiştik peki? Bunu çok bilinen kurala bağlamak mümkün. “Her şey zıddıyla kaimdir”. Amerika; 2. Cihan harbi sonrası 2 kutuplu bir dünya oluşturmayı yeğledi. Tek kutuplu dünya bütün şimşekleri üzerine çekeceği için, Rusya’nın karşı kutupta olduğu bir dünyayı paylaşmayı yeğledi. Nitekim geri kalan ülkeleri kolonisi gibi idare etti. Elindeki havuç neydi? “Komünizm’den korumak, yani Rusya’dan”.. SSCB dağılıp eski gücünü kaybedince bir ara tek kutuplu bir dünya oluşturmaya çalıştı ama stratejistler baktılar Amerika daha fazla prestij kaybediyor, bir düşman kutup üretme derdine düştüler.

302


Orhan BAYLAN_Yazılar

İslam. Ama İslam Ülkelerine bayraktarlık yapacak güçlü bir ülke yoktu. Ne ekonomik olarak, ne silah gücü olarak Amerika ile atışacak çapta bir ülke olmadığı için bu düşman üretme fikri tutmadı. Ama İslam'ın hedef seçilmesi, İslam Ülkelerinin pasifize edilmesi ve güçsüzleştirilerek kontrol edilmeleri bir şekilde devam ediyor. Ya başlarında satın alınmış idareciler, ya da tabanı olmayan emir, sultan, kral gibiler sayesinde bu durum 100 yıldır bu topraklarda devam ediyor. İşte bu yüzden; Destek verip yeniden Rusya’yı güçlendirdiler. Rusya ne ekonomik ne silah olarak aslında Amerika ile yarışacak durumda olmamasına rağmen, Amerikan emelleri için orada olması gerekiyor/gerekiyordu. "Zıddıyla kaim olmak" işte dünya için ne kadar geçerliyse bölge içinde o kadar geçerli. İsrail’in karşısında, onu tehdit eden ama hiçbir zaman asla ona zarar vermeyecek bir İran gerekiyor /gerekiyordu. Ve bu rolü İran 40 yıldır gayet güzel İslam Devrimi adındaki İslamdan başka her şeye bezeyen model içinde gayet güzel oynuyor. Siz bugüne kadar İran’ın İsrail aleyhine yapmış olduğu bir fiile şahit oldunuz mu, hayır… Bu durum kendi şia hinderlandındaki kin ve öfkeyi diri tutmak için İran’ında işine geliyor. O da bundan besleniyordu ve halen de devam ediyor. Peki ne oldu da “Stratejik müttefik ve dost “ Türkiye, Amerika’nın hedef ülkesi haline geldi? Öncelikle; Batı’nın bilhassa Amerika’nın pazarı olan, tarım ve textil gibi üretim alanlarının dışına çıkmamış bir Türkiye hiçbir zaman düşman ülke olmazdı, olmadık da. Ama ne zaman Batı’nın ürettiği malları üretmeye başladı ki, askeri ve sınai anlamda hem onlar hem içte hem dışta pazar kaybetmeye başladı, işte o zaman hedef ülke olmaya başladık. Yani bilhassa 1948 yılından beri emir ve komuta zincirinde yönettikleri Türkiye söz dinlememeye, zaman zaman Amerikan politikaları aleyhinde davranışlar sergiledi işte o zaman, eski emperyal alışkanlıklarına dönmeye başladığı düşünülerek başı ezilmesi gereken ülke olduk. İşte hem İslam dünyasının bir ve birlik içinde olmasını engellemek, Afrika ve Asya’da artan popülaritesinin önünü kesmek için Türkiye’nin bir şekilde durdurulması gerekiyordu. İran mezhebi olarak İslam dünyasının çok az bir kısmını temsil ediyor. Türkiye İran karşısında Batı’nın istediği kadar tepki vermiyor, hatta bazen İran tarafını tutan politikalar üretiyor, bu da onların canını fena sıkıyor. Her şey zıddıyla kaimdir felsefesi gereği, İslam Dünyasındaki zıtlıkların kaşınması gerekiyor. Türkiye’nin oynamadığı bu rolü Suudi Arabistan’a oynatmaya karar verdiler. Ama bir sorun vardı; vehhabilik gibi katı selefi uygulamayı şiar edinmiş Suudi Arabistan İslam dünyasında liderliği asla alamazdı. Onun içinde Arabistan vehhabiliği reddetti! Bu da Amerikan’nın ona oynatmaya karar verdiği yeni rolün gereğiydi. Bu arada 5+1 ülkeleri haricinde Türkiye’nin artan popülaritesinin yok edilmesi, törpülenmesi gerekiyordu. Yani İran ve Suudi Arabistan’ın Amerika’nın elinde iplerini tuttuğu danışıklı dövüşü yapabilmeleri için güçsüz bir Türkiye lazımdı. İşte şu anki bütün kavga buradan kaynaklanıyor. Günlük, anlık bölgesel olayları bu çerçevede değerlendirirseniz oynanan tiyatroyu daha iyi ve net anlarsınız. Mesele, Türkiye’nin güçlenmesinin önüne geçmek. Hedef bu yüzden hep Türkiye’ydi, yine Türkiye… /Orhan BAYLAN 02 Ağustos 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/hedef-hic-iran-olmadi-hep-turkiyeydi/695

303


Orhan BAYLAN_Yazılar

Garabet Tomayan’dan Rahip Brunson’a… Rahip Brunson üzerinden gerginleşen Türk-Abd ilişkileri nereye doğru evrilir bazıları merak ediyor. Tabi bunu anlayabilmenin yolu geçmiş Türk-Amerikan ilişkilerine bakmaktan geçiyor. Bizim Amerika ile ilişkilerimiz resmi olarak 1830 yılında imzalanan Ticaret anlaşmasıyla başlıyor. Avrupa Devletlerine tanınan kapütülasyonlar benzeri “Ticarette ayrıcalıklı ülke” statüsü aslında o günlerde dengeleme politikası sebebiyledir. Yunun isyanı sırasında Navarin’de Osmanlı donanmasını Rusya, İngiltere ve Fransa ortak donanması yaktı, yok etti. Osmanlı bu üç ülkeyle gerginleşen ilişkilerine alternatif olarak o günlerde dünya sahnesine yeni çıkan bu uzak ülkeyle ticari ilişkileri geliştirmeyi uygun görerek böyle bir durum oluştu. Lakin bu anlaşmanın, Amerikan vatandaşlarının Osmanlı mahkemelerinde yargılanamayacağına ilişkin 10. Maddesi ileride devletin başını ciddi biçimde ağrıttı. Pervasızca Osmanlı devletinin her yerinde açılan Amerikan Board misyonlarında çalışanlar, ne kanun dinliyordu ne nizama uyuyorlardı. Daha önceleri Mersin’de faaliyet gösteren bir doktorun Osmanlı makamlarına nasıl kafa tuttuğuna ilişkin bir yazı kaleme almıştım. Misyonerler Anadolu’da gayri müslim vatandaşların, en çokta Ermenilerin yaşadığı bölgelerde faaliyetlerine hız vermiş, Ermeni tarihi, mitolojisi ve edebiyatı dersleriyle, Ermeni gençlerinin beyinlerine bağımsızlık fikrini empoze etmeye başlamışlardı. Protestan yaptıkları bazı Ermenileri Amerika’da Boston gibi şehirlerde ilahiyat okutarak, Abd pasaportuyla tekrar Osmanlı topraklarına öğretmen, papaz, sağlık görevlisi veya misyon çalışanı olarak getiriyorlardı. Bu gençler birer Ermeni milliyetçisi olarak Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde okullarda okuyan gençleri birer Ermeni milliyetçisi olmaları için bilinçlendirme çalışmaları yapıyordu. İşte bunlardan biri, Merzifon Amerikan Koeji öğretmenlerinden Garabet Tomayan’dı. Bu ve bazı arkadaşları gizli Ermeni terör örgütleriyle işbirliği yaparak bazı çalışmalara girmiş ve sonunda bastırıp devlet dairelerine astıkları bildirilerin Kolej teksir makinesinde basıldığı ortaya çıktığında bir öğretmen arkadaşıyla beraber tutuklanıp Sivas’ta mahkeme edilmeye başlamıştır. Bu arada başta Amerika elçisi olmak üzere Batı’lı bütün devletlerin elçileri Babıali’ye baskı yapmaya başlamış, eşi bizzat olmak üzere Hristiyan misyonerler, Avrupa ülkelerinde gazete yayınlarıyla, toplantılar tertipleyerek Osmanlı aleyhine büyük bir faaliyete girişmişlerdir. Üstelik bu kadar gürültü çıkardıkları Garabet Tomayan ve arkadaşı Osmanlı vatandaşıdır. Yani Amerika veya başka bir ülke vatandaşı değildir. Sonunda Osmanlı Hükümeti baskılara dayanamaz ve bu iki terörist misyoner öğretmeni Amerikan Sivas Konsolosu Jewett ve İstanbul Elçilik sekreteri Newsburry’lerin kefaletiyle serbest bıraktı. Bu arada Merzifon’da olaylar sırasında zarar verilen misyon binasının zararlarının telafisi için Osmanlı Hükümeti 500 Lira ‘da tazminat ödedi. 1893 yılında Garabet Tomayan’ı Osmanlı tutuksuz yargılamak üzere konsolosluk kefaletiyle eve çıkarmıştı. 2018 yılında Türkiye Cumhuriyeti Rahip Brunson’u ev hapsine çıkardı. Yalnız şu noktayı belirtmek lazım. Eskiden bırakın bir Amerikan vatandaşını yargılamayı, Amerikan şirketinde çalışanı bile yargılayamazdık. Şimdi Amerikan vatandaşı bir rahibi yargılayabiliyoruz. Geldiğimiz bu nokta 200 senelik Türk-Amerikan ilişkilerinde çok büyük bir merhale. /Orhan BAYLAN 04 Ağustos 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/garabet-tomayandan-rahip-brunsona/701

304


Orhan BAYLAN_Yazılar

Cüneyt Arkın'ı Ölmeden Gömdüler! Yavuz Sultan Selim bir sabah nedimi ve sırdaşı Hasan Can'a; Bu gece rüyamda Şeyh Muhammed Bedahşi'yi gördüm beyaz elbiseler içinde bir yolculuğa hazırlanıyordu" der. Hasan Can'da gayri ihtiyari; "Efendim desenize Şeyh efendi ahiret yolculuğuna çıktı" diye bir söz kaçırır. Hasan; eğer Şeyh hazretlerine bir şey olursa seni cezalandırırım. Bilirsin rüya tabire bağlıdır. Söz dilemektir." Gerçekten Şeyhin vefat haberi gelir.Yavuz Halimi Çelebiye dönerek; "Buna şimdi ne ceza verelim" der.Hasan Can; "Sultanım; Şeyh hazretleri benim tabirimden sonra vefat etmişse her türlü cezaya razıyım.Ama önce vefat etmişse mükafatlandırmanız gerekir." Ve araştırılır görülür ki sabah namazından önce Şeyh Muhammed Bedahşi vefat etmiştir. Hasan Can cezadan kurtulduğu gibi ihsana da kavuşur. Bu vakayı neden anlattım. Dün gece hepimizin filimleriyle, sansasyonalrıyla büyüdüğümüz usta aktör Cüneyt Arkın hastaneye kaldırıldı. Gece bir iki hesap, Cüneyt Arkın'ın vefat ettiğini duyurdu. İşin garibi dün gece hastaneye kaldırılan aktör bugün taburcu edilecek kadar sağlam. Ölebilir de. Nitekim hepimiz öleceğiz. Ama iki beğeni almak, iki yorum yazdırmak, birilerinden önce ben yazdım diye hava atmak için yalan haber yazarak, birinin ölümünü dilemek ne demek? Nasıl bir kansızlık bu... Sosyal medyada hava atmak için nasıl bir şom ağızlılık... Sosyal medya, reel yaşam, gazetecilik, habercilik filan bize insanlığımızı unutturmamalı. Lütfen insan olun, lütfen... /Orhan BAYLAN 06 Ağustos 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/cuneyt-arkini-olmeden-gomduler/702

305


Orhan BAYLAN_Yazılar

Amerika Ne Yapmaya Çalışıyor Son günlerde Amerika ile gerginleşen ilişkiler üzerine herkes bir şeyler yazıyor. Ve her yazılan baktığı zaviyeden haklı ve doğru. Rahip Brunson’u Abd Başkan yardımcısının ve daha sonra Trump’un isteme şekilleri, uluslararası teamüllere uymayan, egemen bir devleti küçümseyen tarzıyla küstahça. Kendine bağlı bir eyalette yargılanan bir kişiyi bile bu şekilde istemeyeceğini bilen Abd yönetimi neden böyle davrandı? Öncelikle, son baharda olacak olan Kongre seçimleri için yapılan kamuoyu yoklamalarında epey geriye düşen Cumhuriyetçilerin oyunu toparlamak amacıyla iç kamuoyunu tatmin etmeyi amaçlayan pis bir tezgah. Bu oyunu daha önce Hollanda, Almanya ve Avusturya’da aynı şekilde gördük. Yine F35 ve diğer askeri ekipmanları kapsayan yasanın 90 gün içinde Pentagon’un vereceği rapora bağlanması Kasım ayındaki seçimler sonrası Türk-Amerikan ilişkilerinin seyrine bağlı kalacak şekilde içeriye dönük tezgahlar. Tabi bu arada, 200 yıla yaklaşan Türk-Amerikan ilişkilerinde hep alan, yargılanmayan, sorgulanmayan tarafın ilk defa üst düzey bir görevlisinin alıkonularak muhakeme edilmesinin şaşkınlığını ve bunun verdiği ne yapacağını, nasıl davranacağını bilememenin agresifliğini görüyoruz. İhtimal şu; 2 ay boyunca bu ilişkiler zigzag çizecek, sonra stabl bir hale tekrar dönecek. Biz değil de, Amerika bu faturayı daha beter öder yoksa. Dünya finans imparatorluğunu elinde tutan Amerika son günlerde takip ettiği yöntemlerle tartışılmaya başlandı ve gelecekte, swift sistemine alternatif bir sistem ve dolar yerine ikame edilecek başka para birimleri ihdas edilmeye başlanacak kaçınılmaz olarak. **** Bu arada Rakka’nın restorasyonu için Suudi Arabistan işgal güçlerine 100 milyon dolar bağışlamış. Bugüne kadar bir tane Suriye’li aileyi alıp topraklarında bakmayan sözde hem arap, hem Müslüman(!) bu şerefsiz krallık, koalisyon güçlerinin bombalarıyla harabeye çevirdikleri Rakka’nın imarı için kesenin ağzını açmış. Biz Müslüman dünyanın esas sorunu içimizde devşirdikleri bu tipte ki insanlar. Biz bunları etkili makamlardan uzaklaştırmadıkça asla bu ezilmişlikten, horlanmadan kurtulamayacağız… *** Bu arada yurt içinde ve yurt dışında yapılan operasyonlarla 70 civarında terörist itlaf edildi. Artan SİHA ve İHA filolarıyla artık sınırlarda ve teröristlerin harekat alanlarında göz açtırılmıyor, bilhassa yurt içinde PKK’nın eylem yapmasına fırsat verilmiyor. KCK merkez komitesi üst düzey bir sorumlunun sınır ötesi harekatla yok edilmesi hem istihbarat/asker adına başarı olduğu gibi, bizlerinde yüreklerini serinleten güzel haberler ve devamının gelmesini bekliyoruz. 40 yıldır bu örgütleri bölgede barındıran, kollayan, destekleyen, silah, mühimmat ve istihbarat/lojistik desteğiyle büyümesine, bilhassa Türkiye’nin istikrarsızlaşmasına, kan kaybetmesine ve toplumsal ayrışmanın derinleşmesine meydan vermiş ülkelerin ki bunların en başında Amerika geliyor, bizim “Stratejik müttefikimiz, dostumuz(!) “ ve NATO içinde beraber olduğumuz devletler olması ne kadar ironik. 40 senedir PKK’ya, 10 yıldır PYD’ye tonlarca silah verip müttefiğine rağmen terör örgütlerini tercih eden Amerika’nın dostluğu(!)ndan söz etmek sadece siyasilerin demeçlerine kaldı. Uzun yıllar dostluk değil, her alanda çatıştığımız bir müttefikimiz var. Bu da onun tercihi. Ve emin olun bizi 6 yıldır Suriye’de yapmaya çalıştıklarını nasıl berhava ettiyse ki, yine etmeye devam edecek ve sonunda bu bölgeden arkasına bile bakmadan gitmesine sebep olacağız. Gecenin en karanlık vakti güneş doğmadan öncedir. /Orhan BAYLAN 17 Ağustos 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/amerika-ne-yapmaya-calisiyor/710

306


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ezidi Kadının Hikayesi Ya Da İki Yüzlü Batı Haberlerde belki öylesine dinlediğiniz ve vah vah dediğiniz Ezidi Ajwak’ın hikayesine sadece üzülüp geçtiniz. Mezopotomya’nın en kadim inançlarına sahip bu azınlık gruba mensup kadının yaşadıkları, Batı’nın bu bölgede Alman, İngiliz, Fransız ya da Amerika’lı fark etmeden nasıl beraber hareket ettiklerini gösteren ilginç bir olay. Batı ama bilhassa Amerika tarafından beslenen ve büyütülüp devasa bir sanal ejderhaya dönüştürülen DAEŞ, Irak bölgesinde yaşayan Ezidi’lere saldırıp Ajwak’ın da aralarında bulunduğu bir çok kadını köle pazarında satıyor. Ebu Hümam kod adını kullanan DAEŞ militanı Ajwak'ı satın alıyor ve uzun süre tecavüz ediyor. Ezidi bölgesini terkederken Ajwak'ta bir şekilde kaçıp kurtulur ellerinden.Almanya'ya gider ve işe girerek kendine yeni bir hayat kurmaya çalışır. Lakin Ebu Hümam lakaplı sözde DAEŞ militanı Almanya’da kendisini bulur. Polise şikayet etmesine rağmen bahsi geçen şahsı bulamadıklarını belirtirler. İstediği zaman arıncanın izini takip eden Alman polisi ve istihbaratı, ne market kayıtlarında, ne sokakta takip kayıtlarında ne de verilen ayrıntılı eşgale rağmen şahsı bulamadığını söyler. Ve Ezidi kadın hayatından endişe ederek Irak’ta ki ailesinin yanına döner. Türkiye’ye DAEŞ militanlarının geçişine izin veriyorsunuz diye suçlamalar yönelten bu Batı ülkeleri Avrupa’da ellerini kollarını sallayarak dolaşan kaç militanı yakalayıp işlem yaptılar. Çok nadir. Yakalananlar; radikal selefiliğin ağına düşüp salakça “cihad” etmeye gittiğini sanan kontrolsüz aptallar. Büyük ekseriyeti Batı istihbaratının ya bizzat elemanı ya da koruyup kolladığı şahıslar. 200 senedir, yani Osmanlı’nın son asrından bu yana bu coğrafyanın her milimetre karesinde yabancı casuslar, misyonerler bölgeyi istikrarsızlaştırma, isyana teşvik etmek amaçlı olarak fink attılar. 1860’lı yılarda Alman, İngiliz, Danimarka ve Amerika’lı Protestan misyonerler yine omuz omuza, ülkelrinin konsoloslarının desteğiyle casusluk faaliyetlerini çeşitli meslek erbabı görünümüyle icra ettiler. Şu anda artık hasat mevsimindeler. Bölgeyi dinsel ve etnik en küçük parçalara ayırmak için yine aynı Protestan Evanjelikler elele kolkola faaliyet sürdürüyorlar. Almanya’nın adı geçen DAEŞ militanını yakalaması diye bir şey yok. O militan zaten onun istihbarat elemanı. Niye yakalayıp kendi faaliyetlerini afişe etsin. Fetö örgütünün Almanya’ya kaçan mensuplarını koruyup kolladığı gibi, DAEŞ denilen sanal ejderhayı’da elbirliğiyle adı geçen ülkeler koruyup kolladılar. Daha geçen aylarda Alman muhalefet Demokratik Sol Partiye ait bir milletvekilinin vermiş olduğu; Fetö örgütü ile ilişkilerde Alman Hükümeti’nin nerede durduğuna ilişkin soruya; “Anayasamıza göre her ne kadar soru sorup cevap alma hakkınız varsa da, bu konu yine Anayasa tarafından koruma altına alınan Alman Devleti’nin menfaatleri açısından kamuoyu ile paylaşılması mümkün değildir” diye cevap verilmiştir. Yani şunu demiştir Alman vekile Dış İşleri Bakanlığı: “Salak, bu Alman Devletinin istihbarat faaliyetidir, kapa çeneni” Bu kadim toprakların binlerce yıldır burada yaşayan halklarından birine ait basit bir hikayenin aslında bölgedeki huzuru, güvenliği, istikraraı bozmaya çalışan Batı devletlerinin iki yüzlülüğünü göstermesi açısından nasıl bir örnek olduğunu ortaya koymak istedim. Yarın gireceğimiz kurban bayramınızı kutlarken, 100 yıldır oluk oluk akan kanların durmasını, burada yaşayan halkların Batı’nın kurduğu bu tuzakları görerek bir birlerini boğazlamak yerine, fakirlere ve düşkünlere etini ikram ettikleri kurbanları kesmelerini dilerim. /Orhan BAYLAN 20 Ağustos 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ezidi-kadinin-hikayesi-ya-da-iki-yuzlu-bati/713

307


Orhan BAYLAN_Yazılar

Vah Hali Pür Melalimize Geçenlerde bir paylaşım yaptım: “Kimse üstüne almasın meraktan soruyorum: Bodrum, Marmaris gibi yerlere tatil aylarında kapalı eşini alıp birileri neden gider ki!” Benim listemde Kemalist/sol görüşlü insanlar pek olmamasına rağmen gelen tepkileri şöyle kategorize edebilirim. 1-Kesinlikle böyle bir yerde olmamak gerektiğini düşünenler. 2-İş, akraba ziyareti dolaysıyla olunabilir ama şehre karışmamak şartıyla diyenler. 3-Ülkenin her yeri bizim gideriz, bizimde oralara giden yerli ve yabancı turistler kadar hakkımız var, kapalı da olsak gideriz diyenler. Tabi burada dini bakışı anlatacak değilim. Ülkenin her yerine gidebilirsiniz elbette. Ama burada söz konusu ettiğimiz mütedeyyin erkek/kadın. Yani dinini yaşama konusunda hassasiyet gösteren

308


Orhan BAYLAN_Yazılar

insanları kastettim. Zaten örtünme emrine uyan bir kadın, dünyada bazı şeyleri yaşamamaya, karşılığını ahiret hayatında göreceğine inanan kadındır. Erkeği de onu böyle bir hayat yaşatmak için şartları oluşturan ve kolaylaştıran kişidir. İsra suresi 32. Ayette mealen; “Zinaya yaklaşmayın…” buyuruluyor. Burada ki yaklaşmayın emri o tür ortamlara girmeyin demektir. Genelev camından içerideki kadınları seyreden biri geneleve girip yapmış gibidir! Neyse konunun bu kısmını fazla uzatmayayım. Lakin en üzüldüğüm, bilhassa belli bir dini eğitim almış bayanların yaptığı bazı yorumlardı. İtikadi olarak bir günahı “normal görmek, alay etmek, yok saymak, tevil etmeye çalışmak” imanı tehlikeye atar.Onun için hep derim ki; “Bizler günah işlemeye meyyalız, işleyebiliriz de, Allah zülcelal kerem ve lütfuyla bizi umulur ki affeder.Nefsinize hoş gelen, yapamadığınız bir emri sakın hafife almayın, tevil etmeyin, inşallah bir gün yapmak nasip olur” deyin derim. Maalesef son yıllarda siyasette ve ticarette mütedeyyin cenahın varlığıyla birlikte artan gelirleri sebebiyle; bilhassa inanan kadınların giyimleriyle, toplum içindeki davranışlarıyla yapması pek tasvip edilmeyen hareketleri yapmak revaç buldu. “Onlar yaparsa biz de yaparız, onlar giderse biz de gideriz” diyerek her halt işlenir oldu. Bir şey dediğinde de, Hz.Hatice annemizin ticareti, Hz.Aişe annemizin fıkıh ve hadis alanındaki yorumculuğu örnek veriliyor. Sanki Hz Hatice ve Aişe annelerimiz; nargile cafe'de marpuç elinde sürmeli gözlerini süzerek erkeklerle içiiçe oturan zamane kızları gibi; “n’olacak bu müslümanların hali” tartışması yapıyordu Abdullah İbn-i Mesud, Abdullah İbn-i Abbas filan... Ya da geceleri oynanan “Azm-ı Vaddah” oyununda ceza olarak sırtlarında erkek sahabileri taşıyorlardı! Ama sahabi Ümmi Mektum gelince "Perdenin arkasına" geçin diyen Allahın Resulune; "Ama o kör" deildiğinde, "O sizi görmese de siz onu görüyorsunuz" denilen Hz.Aişe validemiz değildi sanki. Bilhassa mütedeyyin kadınlar ve erkekler yaptıklarının doğru olmadığını bilmelerine rağmen öyle bahaneler üretiyor ki insan bu zekaya şaşıyor. “Kedi yavrusunu yiyeceği zaman başka türlü melermiş” derler, aynen öyle yani. Maalesef son yıllarda hızla yayılan bu dejenarasyona bir şekilde çözüm bulamazsak, elimizde ki din işte o zaman tam “uydurulmuş din” olacak. Herkesin kafasına göre yorumlayıp, günahına kılıf ettiği din… Kadın kapalı, yanında kızı bakıyorsun sanki Armani defilesinde podyuma çıkmış manken. Hanım bu ne hal dediğinde; “Ben yaşamadım kızım yaşasın” iğrençliği. Neyi yaşayamadın da kaldı içinde teyze... Okul mezuniyet baloları ayrı bir rezalet. Kız İmam-Hatip’ler de bile.. Onun için, beni taşlasalarda kapanış sözüm şu olacak. “Kızını açık giydiren her kapalı annenin aslında içinde bir Müjde Ar yatıyor.” /Orhan BAYLAN 24 Ağustos 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/vah-hali-pur-melalimize/714

309


Orhan BAYLAN_Yazılar

Cumartesi Anneleri Filan... Bizim camianın kendi yanlışlarını hasıraltı etmesi pek meşhurdur. Hatta bunu camiaya değil tüm insanlığa da teşmil etmek mümkün. Başkasının gözündeki iğneyi görür de, kendi gözündeki mertek umurunda bile olmaz hatta. Sayın Süleyman Soylu doğduğu toprakların insanlarının ekseriyetinde olan atarlı bir yapıya sahip. İlgilendiği konuya samimiyetle yaklaşması, yeri geldiğinde yüreğini ortaya koymaktan çekinmemesi halkta kendisine karşı büyük bir sempati oluşmasını sağladı. Hele AK Parti kodamanlarının ekseriyetinin bir deliğe saklandığı 15 Temmuz gecesi silahını kuşanıp TRT'yi basan eşkiyaların üzerine yiğitçe gidişi hafızalardan silinmeyecek. Ayrıca; Berat Albayrak'la ters düşmesi ve çekişmesinde, Erdoğan sevgilerine rağmen halk Soylu'dan yana tavır koydu. Bu da Sylu'nun insanlar nezdinde ki muhabbetinin ne kadar yüksek olduğunun bir göstergesi. Son günlerde sayın Bakan'ın iki uygulaması bütün bu başarı referanslarına gölge düşürdü. Birincisi bakanlığa ait bütün birimlere Sayın Cumhurbaşkanı'nın fotografının asılma talimatı. Elbette devlet başkanı olarak gereken saygı ve ihtimamı bütün kurumlar gibi İçişleri Bakanlığı'da gösterecektir. Lakin bu emir farklı bir uygulamayı işaret ediyorsa( rutin için talimat zaten gerekmezdi) bizim Kemalistleri o kadar eleştirip, onların kötü bir taklidi haline geldiğimizin göstergesidir. Ömrü boyu ceberrut Mustafa Kemal ve İnönü dönemi uygulamalarını eleştiren bizim cenah ne yazık ki iktidar ipini eline geçirdiğinde bazı uygulamarıyla onlara benzemeye başladı. İkinci husu ise 1995 yılından beri Galatasaray Lisesi önünde toplanan Cumartesi annelerine ilişkin söz ve tavırları. Orada bir polisin yaptığı uygulama. Sayın bakan haklıdır; Cumartesi anneleri bilhassa PKK ve TİKKO-DHKP-C gibi örgütlerce kullanılıyor.Terör örgütlerinin o anneleri kullanımına müsaade edilemez. Ama bunun yolu, dışlamak, terörize etmek olmamalı olamaz da. Devlet aklı 23 senedir bu olayı pasifize edememişse, kusura bakmayın da bir acziyet vardır. Hiç bir şey yapamıyorsanız kalabalık başka bir grupla bu işi sulandırmak olmalı. Konser tertiplemek olmalı. Bu iş için para aan adamlarınız var, 23 senedir buna bir alternatif bulamıyorlarsa vermeyin para da devlette kalsın bari.. Sayın Bakan'ı seviyoruz... Umuyoruz orta yolu bulacaktır... /Orhan BAYLAN 28 Ağustos 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/cumartesi-anneleri-filan/717

310


Orhan BAYLAN_Yazılar

İdlib Ve Melheme-İ Kübra Son günlerde gazete ve televizyonlarda İdlib için bazı hazırlıkların yapıldığı, gerek rejim güçlerinin ve gerekse koalisyon güçlerinin (Abd, İngiltere ve Fransa v.s) operasyon yapacaklarına ilişkin yorumları bol bol okuyorsunuzdur. Öncelikle konunun insani boyutu çok önemli. Şu an İdlib ve çevresine 4 milyona yakın insan sıkışmış durumda. İdlib’e yönelik bir harekat bu insanların büyük ekseriyetini Türkiye’ye doğru göçe zorlayacaktır. Bu da hem insan kaybına sebep olacak hem de ülkemize büyük bir yük daha getirecektir. Bu arada Amerika liderliğindeki koalisyon güçlerinin bölgedeki casus uydular, gözlemciler raporlarıyla bazı kimyasalları yığdıkları rapor edildi. Rejim üzerine atılacak bir kimyasal saldırı bölgeye müdahale için Amerika’ya bahane verecektir. Kimin nasıl ve ne şekilde attığı hiçbir zaman tespit edilemeyecek kimyasalın izini sürerken İdlib’te binlerce insan ölçek, aç biilaç yollara düşecektir. Terör koridorunu açmak için binlerce TIR, uçaklar dolusu malzeme yığan Amerika, bunu engelleyen Türkiye’yi cezalandırmak için her türlü fırsatı değerlendirecektir. Ayrıca; S-400 alımını engellemek için her yolu deneyecektir. 70 sene NATO şemsiyesi altında her türlü sömürüye ve yönetmeye alıştıkları Türkiye’nin kendi kendine yetecek hale gelmesi, daha da kötüsü dünya finans sisteminin açgözlü bir canavar olduüunu haykıran ülke oluşu sebebiyle yeniden güçsüz ve yönetilebilinir hale getirilmesi gerekiyor. Bu amaçla her alanda Türkiye’nin zayıflatılması elzem Amerika için. Rusya ile bazı alanlarda işbirliğini geliştiren Türkiye’nin en zayıf yeri Suriye. Rejime sınırsız destek veren Rusya ile ilişkilerin tek bozulacağı yer İdlib. İşte Amerika; Rus-Türk ilişkilerini bozabilecek yer olarak gördükleri İdlib üzerine bu yüzden duruyor.

311


Orhan BAYLAN_Yazılar

Türkiye İdlib ve çevresinde 14 gözlem noktasında. Bölge şu an bir huzurluysa bunun sebebi Türk askeri varlığı. Fakat Rus askeri yetkililerinin dillendirdiği ve İngilizlerin reddetmediği “Olive Group” askeri ve kimyasal yığınağı ile bölgede her an her şey olabilir. İdlib’i 3 taraftan rejim kuşatmış vaziyette. Diğer tarafta biz varız. İdlib’e yapılacak bir kimysalın sorumlusu olarak ya rejim ya da Türkiye suçlanacak. Batı basını tabi ellerindeki propaganda aletleriyle olanca güçleriyle buna çalışacaklar ve sonunda iş kim vurduya gidecek. Amerika’nın derdi S-400 alımını engellemek. Rahip Brunson davası da, F-35’leri teslim etmemekte, İdlib’te olası kimyasal saldırı bahane edilerek bölegenin havadan vurulmasının da bahaneleri S-400’lerin alımı. S-400 sistemiyle beraber diğer Rus silah sistemlerinin de Türkiye’ye girmesi, Türkiye’nin savunma sanayisinin geliştirilerek olası Batı saldırılarına cevap verebilecek boyuta gelmesi. Ve Amerika gibi ülkelerin yağlı bir pazarı, finans ve kapital düzeninde uşaklık yapan bir Türkiye’nin cenderesini kırıp, diğer başka ülkelere de örnek olması. İşte bu kabul edilebilinir bir şey değil… *** Melheme-i Kübra Meselesi Son yıllarda Orta Doğu’da olması muhtemel her savaş Melheme-i Kübra diye adlandırılır. Öncelikle Melheme-i Kübra hadisleri Tirmizi’de 1, Ebu Davud’da 2 yerde geçiyor. Burada da Konstantiniyye fethine bağlanmış. Ayrıca Tirmizi bunu “garib” hadis olarak tasnif etmiş. Garib hadislerde sahih hadis olarak kabul edilir zaman zaman. Diğer Mehdi ve Melheme-i Kübra geçen sözler, sahih hadis kitaplarının diğerlerinde esamesi okunmuyor. Kıyamet alametleri müteşabih olduğu için her devirde farklı yorumlanmıştır. Her devirde birileri Mehdi, birileri Deccal ilan edilmiştir. Orta Doğu’da olan her savaş neredeyse Kıyametin habercisi olarak telakki edilmiştir. Bilhassa Mehdi inancını imanın bir parçası gören Şia’da buna dair hikayeler çok fazladır. Haliyle kültürel etkileşim yoluyla bu Sünni kesime de sirayet etmiş, bilhassa Doğu menşeeli bazı kaynaklarda fazlasıyla üzerinde durulmuştur. Aynı şekilde Talmut’ta ki “Armaggedon “ savaşı da Melheme-i Kübra’nın karşılığıdır. Melheme-i Kübra savaşı sonrası Mehdi geleceğine inanan İslam dünyasının bir kısmıyla, Armaggedon savaşı ile Tanrı’yı kıyamete zorlayan Evanjelik’lerin benzerlikleri de neticede kültürler arası etkileşim sonucudur. Bu konuda ki yorumları yanılmaya müsait olarak okuyun derim. Muteber İslam alimleri de bu konuda asırlarındaki gelişmelere göre yorumlar yapmışlar ve isabet kaydedememişlerdir. Dediklerinin çıkmaması onları günaha sokmaz, sadece yanılmış olurlar… Hatta meşhur birinin; “Ben değil ama bu çocuk Mehdi’yi görür” dediği yakınlarınca da dillendirildiği halde, ikisi de ölüp gittiler ama Mehdi hala gelmedi. Yani bu konuda ki yorumları okuyun ama mutlak doğru gibi inanıp hayatınızı şekillendirmeyin. Biz yazımızı yine daha öncede naklettiğimiz gibi İmam-ı Azam’ın görüşüyle bitirelim: “Kıyamet alametleri haktır ve zamanı geldiğinde vaki olacaktır” Zamanı ne zaman, işte bütün mesele bu? /Orhan BAYLAN 30 Ağustos 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/idlib-ve-melheme-i-kubra/720

312


Orhan BAYLAN_Yazılar

Tasarruf Tedbirleri Mi… Peh! Bugünlerde hem siyasilerin hem de halkın ağzında en çok dolaşan kelime, “tasarruf”. Hele doların bu orantısız yükselişi dolaysıyla gelen zamlar insanların belini büküp, “Sen de biraz kemerini sık “ denilince insanların tepkileri farklı farklı oluyor. Tabi vatandaş hep tasarrufun kendisinden beklenmesinden bıkmış ki; birazda devletin bu konuda kemer sıkmasını istiyor. Mesela; Devletin elinden çıkarmadığı lojmanlar, tatil köyleri, saltanat arabaları, görev yazılımları, bir kısım malum şirketlere havale edilen “konferans, çeşitli kurum içi organizasyonlar” filan konusunda vatandaş artık bir adım atılsın istiyor. Araba saltanatı ayrı bir alem. Belediyeler devletin tahsis etmediği araç işini en çok iş verdiği taşeronlar üzerinden hallediyor. Maşallah her şube müdürünün altında bir kiralık araç. Devlette ise müdür olduysan or-tomatik olarak şoför, araç ve sekreter tahsis ediliyor tabi. Bir de nereye kime ait olduğunu bilmediğim emniyet şeridi düşkünü çakar/sirenli araçlar var. Mahkeme başkanı, savcı veya emniyet amiri, koruma araçları; hangi kanunun kendilerine tanıdığı hakla o şeridi ihlal ediyorlar. Dün gece İstanbul’un uzak bir ilçesinden gelirken (Pazar akşamı) olmasına rağmen çakarlı/sirenli bir sürü aracın insanın tepesine çıkacakmış gibi hareketler yapması mide bulandırıcı. Mide bulandırıcı diyorum; pazar akşamı bu araçların içindeki pek muhterem “yetkililer” hangi göreve, hangi aceleyle yetişmek zorundaydı ki insanları taciz edebiliyor. Ne kadar yönetmelik yayınlasanız, ne kadar tebliğ neşretseniz nafile.Bu araçları verdiğiniz adamların keyfi uygulamada aracı alıp makamdan da etmiyorsanız bunu engelleyemezsiniz. Kamuda ki aşırı yığılmadan şikayet edenler, işsizliğe çözüm bulmak ve bazı ailelere gelir olsun diye 6-10 aylık İŞKUR vasıtasıyla yapılan yerleştirmelerde siyasilerin kapısında yatıyorlar. Biz ikiyüzlü bir halkız. Kimse kusura bakmasın. Ayrıca; Batı ülkelerinde siyasilerin ve yerel yöneticilerin koruma orduları, asistan ve danışman sıfatlı bir sürü insan kalabalığıyla bir yere gitmesi söz konusu değil diye örnekler veririz. Biz de niye böyle olmuyor diye hayıflanırız. Ama bunun müsebbibi yine bizleriz kimse düşünmez. Bu sene ramazan ayı biliyorsunuz seçim dönemindeydi. Haliyle her iftar organizasyonu adayların görücüye çıktığı platform oldu tabi. İftar davetlerinde adaylar masaları tek tek gezerek kendilerini tanıtıp insanlarla iletişim kurdular. Her aday masaya gelmeden önce yanında ki birkaç partili filan masaya gelip “adayımız filan zat sizi ziyaret edecek..” diye ordaki toplumu hazırladı. Ya da mahalle kahvesinde oturuyorsunuz. İlçenizin kaymakamı özel kalem müdürüyle gelip; “Ben kaymakam Erol…” diye elini uzattı. 101’de eli işlekle bitmiş olan Rıfkı emmi tam taşları işleyecekken araya giren münasebetsiz ele sinirlenip, gözlerindeki yakın gözlüğün üzerinden bu genç kaymakamım diyen şahsı süzüp; “he yavrum he, ben de Yalova kaymakamıydım da, vilayet yaptılar, işsiz kaldık okey oynuyoruz” demez mi. Ama o kaymakam, koruması, şoförü, özel kalem ve birkaç daire müdürüyle alay-ı vala ile o kahveye girse, kahvedeki tekmil müşteriler önlerini ilikleyip saygıyla; “hoş gelmişsen kaymakam bey” der. Biz de bu şatafata ve gösterişe itibar etmek varken, devletlulerden tasarruf beklemek her halde kurbağanın dereye su gelecek diye beklemesinden daha zor. Ne diyordu Hadis-i Şerif: “Siz nasılsanız öyle idare edilirsiniz” /Orhan BAYLAN 03 Eylül 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/tasarruf-tedbirleri-mipeh/726

313


Orhan BAYLAN_Yazılar

Erdoğan Amerika’yı Kandırdı Mı? Son günlerde Erol Mütercimler'in bir kanalda anlattığı AK Parti kuruluşundan önce bir evde olan kişilerle ilgili anekdot üzerine eski bir tartışma yeniden gündeme geldi. Erdoğan’ı Amerika’mı iktidara getirdi? Gerek Ak Parti kuruluşu öncesi siyasi arenayı yakınen takip eden, gerekse siyaseti kendince okumaya çalışan bir garip olarak benim de bu konuda tahlillerim var. Yazdıklarım kendi bakış tarzımdır ve katılmayanda olabilir. Türk siyasetinde yıllardır değişmeyen bir huşu AK Parti iktidara gelmeden hatta seçimler olmadan önce yine yerine getirildi. İktidar olmaya aday parti yöneticileri Amerika’ya mutat ziyaretlerde bulunup, kendi programlarını yetkililere anlattılar. Bu 50 yıldır Türkiye’nin değişmeyen ritüeliydi ve yerine getirildi. O günlerde Amerika Orta Doğu’da plan tadilatına giderek, aslında tek kutuplu dünyada bütün olumsuzlukların kendi üzerine ihale edilmesinden sıkılmış ve İslamafobi’yi ikame etmek istemişti. Bunu 11 Eylül saldırıları sonrası Bush en yetkili ağız olarakta ilan etmişti. İşte bu Orta Doğu’yu yeniden dizayn ederken yani Büyük Orta Doğu projesini hayata geçirirken yerel müttefiklere ihtiyacı vardı. Askerin içinde o günlerde Amerikan karşıtı söylem revaç buluyor hatta bu en yüksek rütbeli bir subay tarafından (MGK Genel Sekreteri Orgenaral Tuncer Kılınç) dile getiriliyordu. Amerikan elçiliğinin tuttuğu nabızlara göre AK Parti iktidara geliyordu. BOP projesinde beraber çalışmak teklif edildi Erdoğan’a ve Erdoğan’da bunu kabul etti. “BOP’un eşbaşkanıyım” mealindeki konuşmaları da kayıtlarda biliyorsunuz. Tabi Erdoğan’ın Türkiye’nin menfaatlerini kollayarak Amerika ile ortak olarak Orta Doğu’da operasyonlara girmesi aslında çokta zararlı bir şey değil bazılarının ileri sürdüğü gibi.

314


Orhan BAYLAN_Yazılar

Üstelik ekonominiz büyük yara almış, bir önceki hükümet maaşları ödemek için Luxemburg gibi bir vilayetin kadar olmayan devletlerden yardım ister hale gelmişti. Amerika o projeyi senle de sensiz de zaten yapabildiği kadar yapacak. İşte Erdoğan bu saiklerle Amerika’lılarla mutabık kalarak iktidara geldi. Türkiye’nin 130 yıldır devam eden darbe geleneği ve askeri vesayette iktidarların korkulu rüyasıydı. Amerika “Avrasya “ diyerek Rusya, İran ve Çin’le yakınlaşmayı açıkça dillendiren asker içindeki Kemalist/sol biraz da yerli damarı sindirmek, diskalifiye etmek ve yeniden TSK’yı eski yörüngesine oturtmak için, yani “yakala Jo” dediğinde tak diye yapan bir kurum haline getirmek için malum fetö yapısı eliyle operasyona başladı. Bu askeri vesayeti geriletmeyi arzu eden Erdoğan’ın da işine geldi. Lakin bir müddet sonra yapılanların haddi aştığı, bir yapıyı ekarte ederken haksız ve hukuksuz olarak başka bir yapının yerine ikame edildiğini görerek itiraz etmeye başladı. Bu arada 2007 CB seçimleri gündeme geldi. Erdoğan daha adayını açıklamadan Ulusal Güvenlik Danışmanı Matt Bryza Yunanistan’a yaptığı seyahatta sorulan bir soru üzerine; “Türkiye’nin CB adayının Vecdi Gönül olmasını arzu ediyoruz” diye sanki sömürge ülkesine telkinde bulunur gibi sözler sarf etti. Ve tabi Erdoğan herkesin bildiği ve seçildiği gibi Sayın Abdullah Gül’ü CB adayı olarak gösterdi. İşte bu ve bizim detaylarını tam kavrayamadığımız bazı olaylar sebebiyle Amerika, Erdoğan’ın iktidar olmak için kendileriyle mutabık kaldığını, aslında söz dinlemeyen, bildiğini okuyan bir yapıya sahip olduğunu gördü. Ve Erdoğan’ı yola getirmek için birçok yönteme başvurdu. MİT TIR’ları hadisesi, Hakan Fidan krizi, 17-25 Aralık hukuk darbesi Amerika’nın üstü örtülü Erdoğan’ı ikaz, yola getirme ve sonunda ekarte etme için cemaat eliyle yaptığı komplolardı. Tabi 17-25 Aralık sonrası savaş baltaları artık aleni olarak çıkarılmış ve Erdoğan’ın gitmesi için her türlü oyuna ve komploya tevessül edeceği belli olmuştu. Erdoğan artık sadece içeride değil, dış dünyada da Abd politikalarını eleştiriyor ve Amerikan çıkarlarını zedeliyordu. PKK koridorunun akim kalması, Rusya ile arayı bozmaya rağmen kurulan tezgahın bozularak ilişkilerin yeniden tesis edilmesi, Afrika’da ve Orta Doğu’nun bazı ülkelerinde Türkiye’nin aktif siyaset izlemesi ve ticaret yapması artık Erdoğan’ın durdurulmasının zamanının gelip geçtiğini gösteriyordu. Aslında Amerika’nın önünü kesmeye çalıştığı her ne kadar Erdoğan gibi görünse de Türkiye’ydi. İşte 17-25 Aralık sonrası Erdoğan yeni müttefikler aramaya başladı. Ergenekon ve Balyoz filan davaları diyerek iyice darmaduman edilen Kemalist/sol seküler milli yapı, tek başlarına Türkiye’de Amerikan hegomanyasına dur diyemiyeceklerini görerek eskiden beri düşman olarak gördükleri Erdoğan’a barış çubuğu uzattılar. Ve önceliğin devleti korumak olduğuna, hükümetlerin ve şahısların sonra geldiğine inanarak Amerika’nın salvolarına beraber göğüs germeye karar verdiler. Bu arada bu iller için dış dünya istihbaratını da Rusya sağlayacaktı. Erdoğan’da ki değişime ilişkin bir örnekleme yapayım. Mısır’da ki olaylardan mülhem uyarlanan rabia işareti; o arada AK Parti seçmenine ve hatta Milli Görüşten devşirilen Ümmetçi tabana da güzel bir geçiş oldu. Yoksa benim yaşımda ve Erdoğan’ın geçmiş serüvenini bilenler iyi tahmin eder ki; bugün rabia diyerek saydığı maddelerden en az ikisini 1970’lerde Erdoğan’a silah doğrultsan söyletemezdin. Tek millet yoktu mesela onların söyleminde; hiçbir zaman birlik olmayan, sosyolojik alt yapısı asla doldurulamayan ama slogan olarak ağıza hoş gelen “ümmetçilik” vardı.İşte Erdoğan; ya bu yeni mutabakatta yer alacaktı ya da oda diskalifiye olacak, ülke büyük bir kırılma yaşayacak ve fay hatları derinleşecekti. Sol/Kemalist/seküler yerli damar içinde; Erdoğan gibi karizmatik ve halkın ekserisinin katılımını sağlayacak lider etrafında mukavemet duvarını kurmak uygundu. Bu ittifakı gören Amerika son hamleyi yapmaya kalkıştı. Türkiye’de ki bunca yıldır kurduğu yapıyı sahaya sürdü. İlmek ilmek ördüğü bu yapıyı 15 Temmuz gecesi son hamle için sahaya sürdü. O gece NATO-Pentagon-CIA ve Fetö örgütü ortak operasyonu devreye sokuldu. Bunun için örnekleme olarak sadece şunu söyleyeyim. 168 general 15 Temmuz gecesi darbeye iştirak eden. Bunların en fazla 30 tanesi Fetö örgütlenmesinin adamıdır.

315


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bu aptallar güruhu; sanki uhrevi bir davaya hizmet ediyormuşçasına CIA operasyonunda maşa olarak kullanıp, hem vatan haini hem din düşmanı oldular. 15 Temmuz darbeciler cephesi, Türkiye’ye 100 senedir halka takıp ayı oynatır gibi oynatan İngiliz Amerikan oyunun figüranlarıydılar. Karşı cephesi de yerli ve milli damar biraz da Rusya istihbaratı ile eşgüdümlü çalışan kısım vardı. İleride büyük ihtimal Rusya ile kolkola girenlerde bir şekilde izale edilecektir. Bugün geçtiğimiz başkanlık sistemiyle artık iktidarda AK Parti yoktur. “Milli Mütabakat “ iktidarı vardır. Onun için o iktidarın bir ayağını teşkil eden Kemalist tabanında hoşnut edileceği uygulamalara şahit olacağız. Türkiye içeride kısır kavgalar yapabilecek zamana ve zemine sahip değil. Uluslararası tröstler ve onların maşaları süper devletler bütün güçleriyle yeniden dizginlemek, Türkiye’nin burnuna yeniden halkayı geçirmek için var güçleriyle saldırıyorlar. Askeri, politik, ekonomik aklına gelen her alanda Türkiye’yi sıkıştırarak, kaotik bir ortama sürüklemek istiyorlar. Halkın bezmesini, Erdoğan’ı indirmesini sağlamaya çalışıyorlar. Oyunu görür ve çözersek, bzie kurulan tezgahlara düşmemiş oluruz. Herkes kendi ülkesi için çalışıyor, Erdoğan’ın çalışması niye suç olsun… Amerika verdiği sözleri 1 yıl içinde bozuyor. Nükleer anlaşma yapıyor 1 yıl içinde bozuyor, ticaret anlaşması yapıyor ek vergiler koyuyor. Kimse ona dönek, işbirlikçi filan demiyor. Yani kısacası; Erdoğan iktidar olana kadar uyum göstermiş, iktidar olduktan sonra bildiğini okumaya başlamış ve Amerika’nın yola getirme operasyonlarına muhatap olmuştu. /Orhan BAYLAN 04 Eylül 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/erdogan-amerikayi-kandirdi-mi/727

316


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ülkücü Gençlik Üzerine Oyun Oynatmayın Zaman zaman yaşadıklarım üzerinden güncele gönderme yapıyorum malum. Yaş aldıkça yaşanmışlıklarda çok oluyor haliyle. 12 Eylül darbesine bir ülkücü olarak maruz kaldım ve 1 yıl kaçarak Düzce'de bir fırında sabah 5 akşam 9 fare gibi çıkmadan yaşadım. 78’ler kuşağının ülkücü cenahında bulunmuş olmaktan da inanın hayatım boyu hiç pişman olmadım. Rahmetli Seyyid Ahmet Arvasi Bey’in MHP içinde fiili olarak yer alması, genç bir İmam-Hatip’li olarak yolumuza rehber oluşu sebebiyle kendisine ömrümüz oldukça şükran duyacağız elbette. Ayrıca fikri yapımızı şekillendiren, Kadir Mısıroğlu, Dündar Taşer, Mustafa Müftüoğlu, Ömer Okçu, Sezai Karakoç, Ahmet Kabaklı ve tabi ki Necip Fazıl Kısakürek’leri de yad etmeden olmaz. 1970’li yıllar hepinizin malumu olduğu üzere gençlik üzerine oynanan oyunlarla geçti. Bir yanda komünizm, bir yanda selefi-mezhepsiz görüş, bir yanda ülkücü gençliğin vatan müdafası eksenli duruşu. Milli görüş aslında din ve ümmet kaygısıyla hareket eden temiz Anadolu çocuklarının toplandığı bir siyasi yapıydı. Ama ne yazık ki, bilhassa Mısır çıkışlı, Mevdudi, Seyyid Kutup, Kardavi, Muhammed İkbal ve Ali Şeriati gibi mezhepsiz ve selefi bakışlı yazarların ve fikir adamlarının neşvü nema bulduğu yapılar oldu.Mahut şahısların kitapları alel acele tercüme edilip bilhassa bu yapı içinde ve İmam-Hatip Okulalrında peynir ekmek gibi satıldı, dağıtıldı. Kendi mezhep büyüklerini tanımadan bilmeden, aldıkları kadük usule giriş dersleriyle allame sanarak bir kısım gençlerimizi bu akıma kaptırdık.En çok taraftarıda maalesef Milli Görüş içinde buldular. İşte bu hengame içinde yukarıda saydığım şahıslar sebebiyle biz ülkücü hareketin içinde bir İmamHatip’li olarak bu rüzgara kapılmadık.Kapılmayışımızda ki en büyük etkende yukarıda isimlerini saydığım ehli sünnet yoluna tabi ilim ve fikir adamları sayesinde oldu.

317


Orhan BAYLAN_Yazılar

Tabi bu arada tarlayı tersten sürmeye çalışanlarda vardı. Kendine çıkış olarak MHP’yi seçen ve “Hadislerde Türkler” isimli konferanslarıyla MHP teşkilatlarını gezen o dönem henüz doçent olan Zekeriya Beyaz’a, bir öğrenci olarak Boyabat Ülkü Ocaklarını dar etmiştim. Bizim bu tür adamlara karşı duruşumuz dünde öyleydi bugünde öyle elhamdülillah. Ama sonra çok sular aktı. Ben siyasetten iyice soğudum ve uzaklaştım. Bu arada MHP içinde Kemalizm çok fazla yer bulmaya başladı ve dini söylem adeta unutuldu. Sadece “Tanrı Dağı kadar Türk” kısmı kalıp, “Hira Dağı kadar Müslüman “ olduğumuz söylenmez oldu. CHP'li bir gençle ülkücü genç arasında neredeyse hiç bir fark kalmadı. Her ikisininde "İzmir Marşıyla" gözleri dolup göğüsleri daralır oldu zira. Ben de soğudum. Aşırı milli ve ırki söylemlerin bizi bölmekten başka işe yaramayacağını, imparatorluklar bakıyesi bir devlet olarak “ötekileştirmeden” bir arada yaşamanın yollarını bulmak gerektiğine inandım. Ve tabi bir sürü farklı bakış. Zaman zaman bu konuda eski yoldaşlarımla istişareler yaptımsa da maalesef uzun zaman bir iyileşme görmedim. Lakin 15 Temmuz öncesi başlayan Erdoğan- Bahçeli ittifakı Türk Devleti’ni bir tercihe zorlamaktan kaynaklandı. Ve “Devletin beka sorunu” ortaya çıktı. Bu bekaa meselesi aynı zamanda ülkeyi tehdit eden dış düşmanlar ve içimizde ki yerli işbirlikçilerinden daha beter bir duruma karşı yöntem tespitini de gerektirdi. Düşman devletler ve örgütler sizi yorar, zarar verebilir, hatta yenebilirler ama yok edemezler. Ama siz; sizi Türk ve Müslüman olarak 1200 yıldır bu coğrafyada var eden değerlerinizi kaybederseniz işte o zaman yok olursunuz. Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Osmanlılar olarak sizi siz yapan ruh, elbette vakur Türk milleti olduğunuz kadar, Gazi ve şehit Sultan Alparslan’ın dediği gibi; “Bid’at bilmeyen temiz Müslüman” oluşunuzdur. Yani, Ehl-i Sünnet diye tabir edilen orta yolda olmaktandır. İşte bugün Türkiye’yi tehdit eden en büyük unsur; Radikal Selefilik ve Kuran İslam’ı tabir edilen dinin sabitelerine saldırarak 1400 yıllık müktesabatı yok sayan anlayışlardır. İşte Kemalizm diye kof bir ideoloji bataklığına itilmiş ülkücü gençliği yeniden öz benliğine çevirmek gerekiyor. Ülkücü gençlik bu ülkenin öz damarıdır.Onu yok saymak, başkalarına yem etmek bu vatana yapılacak en büyük kötülüktür. Maalesef geçmişte nasıl Milli Görüş içindeki bir kısım gençleri mezhepsizlerin fikirleriyle zehirledilerse, bugün bazı müsteşriklerin yerli versiyonu modernist ilahiyatçılar da, “akılcı Maturidilik” diyerek Ehl-i Sünnet yolunu sulandırmaya, olayı saptırmaya çalışıyorlar. Ve bu şahıslar maalesef MHP içinde kendilerine yer bulmaya çalışıyorlar. MHP yönetimine düşen; 1400 yıllık İdslam müktesabatını yok sayan bu sözde ilahiyatçılara Ülkücü gençleri iğfal ettirmemeleridir. Bu yönde bazı işaretler alıyor ve üzülüyoruz. Yine Sayın Devlet Bahçeli’nin Hanefi/Maturidi çizginin savunucusu bir değere bazı görevler vereceğine ilişkin aldığımız haberlerde yüreğimizi soğutuyor. Ülkücü gençlik öyle ya da böyle yanlış ellere bırakılmayacak kadar bu ülkenin öz değerlerindendir. /Orhan BAYLAN 11 Eylül 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ulkucu-genclik-uzerine-oyun-oynatmayin/734

318


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ah 12 Eylül Ah… Tütün tarlasındaydık maaile Hasan Mutlucan kahramanlık türküleri okumaya başladığında. 12 Eylül 1980 ve günlerden cumaydı. Tütün kırmayı bırakmış hep beraber radyonun başına çökmüştük. Daha sonra Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koyduğuna ilişkin açıklama yapılmıştı. O gün eve geldikten bir müddet sonra Cipci Ali’nin arabasıyla Bafra’ya inmiş oradan Düzce’ye gitmiştim. 1 yıla yakın Düzce’de bir ekmek fırınında sabah 5 akşam 9 neredeyse hiç çıkmadan çalışmıştım. 12 Eylül öncesi olaylara benim kadar karışmamış bir sürü arkadaşım anam babam diyene kadar 3-4 sene Sinop, Samsun ve Çorum cezaevlerinde yattı. Ülkeyi kan gölüne çevirene kadar seslerini çıkarmayan, hatta bunun için ortamı daha da geren asayişten sorumlu “onun bunun çocukları” gerekli ortamın oluştuğu gün kurtarıcı edasıyla ülkeye Amerika adına çöktüler. Ülkücü veya komünist tabir edilen aslında ülkenin en gariban takımının ülkeye ilişkin çözümleri farklı çocukalrını, aralarına kin ve nefret tohumu ekip bunu alevlendirerek yıllarca bir birine kırdırdılar. Bafra’da, kendi şehrimde Hicabi Koçyiğit isimli bir MİT görevlisinin yıllar sonra Hürriyet Gazetesinde itirafları yayınlandı Celalettin Çetin imzasıyla. Hicabi Koçyiğit’i o günleri bilen Bafra Ülkücü hareketinin lider isimleri bilir.Şu an Samsun Büyükşehir Belediye Başkanı olan Zihni Şahin, o dönem Bafra Ülkü Ocakları Başkanı Baha Sertkaya ve daha bir çok isim gayet iyi tanırlar. Sıkı bir ülkücü gibi hareket eden bu şahıs, o dönem birçok bombalama ve silahlı eylemin tetikçisi Hicabi Koçyiğit MİT elemanıydı. Çok yaygın ifadeyle; “aynı silahla sabah ülkücü, akşam komünist genç öldürülüyordu.” 5000 genç daha ömürlerinin baharında toprağa düştü. Tufan Turan. Ah benim gariban, sıkı bir rüzgarda neredeyse uçacak kadar zayıf kardeşim. Bir Mayıs günü seni toprağa düşürdü işte böyle bir kahpe kurşun. Ve daha nicelerini. Sonra, yeşil kuşak projesi için Amerika adına darbe yapanlar, bir sağdan bir soldan 50 genci astılar. “Asmayıp besleyelim mi” gibi bir gerekçeyle hem de. Mustafa Pehlivanoğlu, Halil Esendağ, Ali Bülent Orkan… Ahmet Kerse, Cevdet Karakuş, Selçuk Duracık… Cezaevinde hayatlarını kaybeden Veli Can Oduncu ve Hüseyin Kurumahmutoğlu. Ve isimlerini sayamadığım binler… Yitip giden hayatlar. Neden? Amerika’nın istediği gibi bir Ülke olalım diye. Yunanistan’ın NATO’ya dönüşünü şartsız kabul etsinler diye. Komünizm karşısında “yeşil kuşak” oluşturmak adına, ılımlı İslam diye bir saçmalığı ihya ederek Türkiye’nin başına 35 sene sonra Fetö belasını ikame etmek adına. Bugün çok bilmiş bazı ekabir yazar ve yorumcular Fetö’yü Erdoğan devrinde palazlandı sanıyorlar. Fetö’yü Abd istihbaratı kurmuş, Mit korumuş kollamış, Askeri darbeler onun büyümesi ve gelişmesi için zemin hazırlamıştır. Ordu içinde esas yerleşmesini de 28 Şubat döneminde yapmıştır. Yetiştirdiği subayların kurmay olarak yükselmeleri o dönemde başarılmıştır. İşte bugün 12 Eylül. Ve benim yine başım heyheyli… Kaybettiğim, artlarından gözyaşı döktüğüm o güzel insanlara ağlıyorum. Rabbim size merhametiyle şehit muamelesi yapsın inşallah. Ve siz beşi bir yerde denilen insan müsveddeleri.. Hesap gününe kadar mezarınızda fırıldak gibi dönün pislikler… /Orhan BAYLAN 12 Eylül 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ah-12-eylul-ah/735

319


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bu Kış Çok Soğuk Geçecek Çok Dünya ülkeleri ekonomik olarak üçe ayrılır. Gelişmiş, gelişmekte olan ve geri kalmış ülkeler. Bilhassa gelişmiş ülkelerde birikmiş olan büyük sermaye birkaç yoldan edinilir. İlaç ve silah sanayisi ile enerji. Bunlara bir de uyuşturucu piyasasından aklanarak giren devasa milyar dolarları da eklerseniz, bazı ülkelerde ve şirketlerin elinde büyük bir sermaye birikimi oluyor haliyle. İşte bu sermayeyi ellerinde tutmak yerine, dış yatırıma ihtiyaç duyan devletlere hükmetmek, hem de daha çok para kazandırması açısından başka ülke ekonomilerini sömürmede kullanıyorlar. Mesela; dünyanın en büyük sermaye birikimine sahip Rothchild birikmiş devasa fonlarını; Abd, İngiliz ya da Almanya'nın neredeyse sıfır faizli sisteminde kullanıp napacak, ne kazandıracak? O zaman işte yukarıda bahsi geçen yollarla kazanılmış devasa fonların güvenli ülkelerde, tıkır tıkır işleyen yüksek oranlı faizlerde dönüp durması lazım ki, o ülkelerin kıt kanaat birikimlerinin bu kan içici vampirlerce emilmesi gerekiyor. İşte burada yine bu fon yöneticisi ailelerin kurduğu kredi derecelendirme kuruluşları devreye giriyor. Moody’s, Fitch, S&P v.s gibi kuruluşlar işte bu fon yöneticileri adına devletlere ve bankalara not verir, o ülkelerde parasıbnı değerlendirecek fon yöneticileri için çalışmalar yapar. Fon sermayesine ihtiyaç duyan ülkeyi genç kıza benzetirsek, en belasız ve çalışkan genç kızı damat için puanlayarak sunan fon yönetimi oluyor haliyle. Bu fonlar için en elverişli ülkeler, gelişmekte olan “demokratik” ülkelerdir. Totaliter, fakir, yarın kimin iktidar olacağı belli olmayan ülkeler bunların yatırım yapacakları ülkeler kategorisinde asla değildir. Sanayileşmemiş, hali hazırda ara madde üretimi ya da montajcı ülkeler en sevdikleri ülkelerdir. Ülkenin ekonomisi dış yatırım gelsin diye içerideki yerli ortaklar ve yaltaklanan idari kadrolarca bu fon yönetimlerine amadedir her zaman. Bahsi geçen bu gelişmekte olan ülkelerde zaman zaman bazı yönetimler gelir işleri yoluna koyar; faizler ve enflasyon düşer. O zaman yabancı yatırımcı tabir edilen bu fonlar için o ülke para kazanılmayacak ülke durumuna gelmeye başlar. Bu durumu işte bu vampirler hiç sevmez. Onlar için en iyi hava belirsiz, puslu ve kaotik olandır. O zaman bu ülkelerin en büyük handikapı olan enerji alımlarındaki girdi maliyetlerini yükseltecek dolar operasyonları başlar. Gelişmekte olan kırılgan para piyasası olan gelişmekte olan ülke yöneticilerinin operasyonel elemanları ve sermayeleri olmadığı için ellerinden hiçbir şey gelmez, hamaset nutuklarıyla halkı inandırmaya gayret ederler. Bu arada hazineyi çevirmek için ihtiyaç duyulan sıcak parayı temin için de habire faiz yükseltmek mecburiyetinde kalırlar. Faiz ve döviz sarmalına sokulan ülkede enflasyonda onlardan geri kalmaz ve hayat pahalılığı alır başını gider. Ve o ülke her tür manipülasyona açık hale gelir. Orada her türlü operasyonu yapmak bir kıvılcıma bakar artık. İşte Arjantin, Brezilya ve Türkiye; döviz/faiz sarmalında yıllardır iliklerine kadar sömürülür durur. Bundan kurtulmanın yolu; bu masayı devirmekten geçer. Siz kuralları başkasının koyduğu ve hep kazanan elin onlara dağıtıldığı bir oyunda sinek ikiliyle kazanmayı umuyorsunuz… Şu an %24 faizle Türkiye’nin yılda ödeyeceği faiz 150 milyar dolar seviyesine yükselmiş durumda. Bu Türk halkının cebinden, midesinden boğazından, dünyanın hiç doymak bilmeyen aç gözlülerinin kasasına gidecek demektir. Bu kadar yüksek bir sarmalda Türkiye’min ne yatırım yapması, ne gelecek inşaası mümkün değildir. İç piyasayı 2 köprü, birkaç Toki inşaatıyla daha ne kadar ayakta tutmak mümkün olabilir ki? Devletin daha radikal kararlarla bu gidişe dur demesi gerekiyor. Yoksa bu kış çok soğuk olacak çok… /Orhan BAYLAN 14 Eylül 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/bu-kis-cok-soguk-gececek-cok/741

320


Orhan BAYLAN_Yazılar

İsmail Safa, Elif Şafak, Fetö… Geçenlerde bir İngiliz gazetesi için yazı kaleme alan romancı Elif Şafak “Batı’nın Türkiye’de ki direnişe destek vermesi gerektiğini, yani müdahale etmesini “ istedi. Tabi bu ülkede epey gürültü koparmaya yetti. Aslında Elif Şafak; Batı’nın Türkiye’ye müdahale etmesini isteyen ilk “aydın” değil. Büyük ihtimalle de son olmayacak. Öncelikle Batı değerleriyle büyüyen, eğitim alan ve kendi topraklarının değerlerine yabancı bir nesli 200 senedir ilmek ilmek yetiştirdiler. Daha iyi eğitim alsın, daha iyi okullarda okusun, yabancı lisan bilsin, Üniversiteyi Amerika’da ki prestijli bir okulda okusun diye aileler yabancı okullara yüklü miktarda paralar ödeyerek kaydettirdiler. O çocuklar Batı değerlerini savunan, dinine, örfüne düşman birer birey olarak gelip Türkiye’de köşe başı tuttular. Başımıza bela oldular. İşte 118 sene önce yine böyle biri İngiliz Elçiliği kapısına gidip; “Rodezya’ya müdahale ettiğiniz gibi Osmanlı yurduna da müdahale edip şu müstebit Abdülhamid’den bizi kurtarın “ diye yalvardı. Üstelik bu şahıs yabancı okullarda okumamış, Mekke’de babası vilayet mektupçuluğu görevi yaparken doğmuş, babasının erken ölümü üzerine İstanbul’a gelip aynı maaş devamıyla Daruşşafaka’da okumuş biri. Ama o da mason localarında kurulan Abdülhamid düşmanı İttihat Ve Terakki Cemiyeti’nin ilk kurucularından olmuş ve bu kini ölünceye kadar devam ettirmiş biri. İsmail Safa. Ünlü Peyami Safa’nın babası. İşte bu olay üzerine İsmail Safa’yı Sivas’a sürerler. Peyami Safa 2 yaşındadır. Ve babası çok geçmeden 34 yaşında orada vefat eder. Peyami Safa bu sürgün dolaysıyla ömrünün sonuna kadar Sultan Abdülhamid’e düşman olarak yaşar. Hatta Necip Fazıl: “Sultan o kadar alicenap ki senin babanı sadece sürgün ettirmiş, ben olsam astırırdım” der. Aslında Sultan Abdülhamid Han’ı işte bu merhameti sonunda tahttan eder zaten… İşte 118 sene önce Elif Şafak gibi İngiliz’lerden müdahale etmelerini talep eden İsmail Safa’nın oğlu ünlü yazar-romancı Peyami Safa’nın bu düşmanlığına bir örnek olmak üzere bir olayı da yeri gelmişken nakledeyim. Osmanlı ailesine mensup kadınların yurda dönebilmelerine ilişkin müsaade çıkınca 1952’den itibaren bazıları döndü. Tabi bunlar döndü ama hiçbir işleri yok, servetleri yok zor durumdaydılar. İşte o günlerde Abdülhamid’in kızı Ayşe Osmanoğlu ile o günlerin revaçta dergisi Hayat’ta “Babam Abdülhamid” adında bir yazı dizisi başlattılar. Bunun karşılığında da Ayşe Sultan’a bir ücret tensip edilecekti. Milliyet Gazetesi başyazarı olan Peyami Safa, Sultan Abdülhamid’in nasıl müstebit, nasıl bir kızıl sultan olduğuna ilişkin örnekler döşeyip, bir de bunu anlatan kızına telif ücreti ödemeye nasıl cüret edersiniz diye veryansın etti. Elif Şafak’ın müdahale arzusu bana bunları hatırlattı nedense. Ha Peyami Safa’da oluşan düşmanlığın benzeri Erdoğan nefreti; maalesef Fetö Örgütü mensubu olarak görevden uzaklaştırılan kişilerde ve çocuklarında ölünceye kadar devam edecek. Anne ve babalarının nerede durduğu onları zerre kadar ilgilendirmeyecek, gadre ve zulme uğradıkları edebiyatını yapacaklar hep… Babalarımız Amerika’nın Türkiye’ye müdahalesine alt yapı oluşturan CIA kuruluşu bir örgütün bilmeden yardakçısı ve yaltakçısı oldu demeyip, Peyami Safa gibi hep haklı görecekler. Tarih tekerrür derler ya gerçekten öyle. İbret alınsa da öyle alınmasa da… İşte anlattığım örneklerle bizden bir kesit… /Orhan BAYLAN 16 Eylül 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/ismail-safa-elif-safak-feto/744

321


Orhan BAYLAN_Yazılar

Sayın Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’a Açık Mektup… Sayın Bakanım; MEB camiası içinden ve bir eğitimci olarak yazacaklarımı bilmediğinizi düşünmüyorum. Yine de bunca yoğun mesainiz içinde bazı hususları hatırlatmak istiyorum. Türk Milli eğitiminin sorunları çok fazla olabilir. Ama Sayın Cumhurbaşkanı’nın da son günlerde üzerinde durduğu bir konu çok önemli. İsraf. Tabi devlet önce tasarrufu kendisi uygularsa vatandaşta buna uyar. Balık baştan kokmamalı. Ekonomide ki sıkıntılar ilerleyen zamanlarda daha çok hissedilecek. Bu yüzden vatandaşın cebindeki paranın har vurup harman savrulmaması gerekiyor. Maalesef her sene okullar açıldığında vatandaşı alıyor bir kara düşünce. Kitaplar bedava. Kıyafet mecburiyeti kalktı filan diye sevinirken daha beter yük getirmeye başladılar. Her okul, öğrenci kıyafetini kendi tespit edip, anlaşmalı firmalardan almaya yönlendiriyor. Okul logolarını basma karşılığında ciddi telifler aldıkları için, firmalar 10 liralık basit tişörtü 40 TL’ye satıyor. Ne olur okullarda yeniden tek tip kıyafeti getirinde milleti bu israftan kurtarın. Hem ebeveynler her gün çocuklarına ne giydireceğim diye düşünmez, hem de sınıf farklılıkları sırıtmaz. Kitaplar bedava dendi ama bu seferde yardımcı ders kitapları almaya yönlendiriyor okullar. Çocuğa şu yazarın şu kitabı alınacak dendiğinde, almazsam çocuğum arkadaşlarından geri kalacak endişesiyle almayan veli kalmıyor. Bana gelen bilgilere göre; 300 TL’lik İngilizce seti aldıranlar, 75 TL’lik okuma kitabı aldıranlar, saymakla bitmeyecek kadar çok Sayın Bakanım. Veliler itiraz ettiğinde; MEB’in verdiği ders kitaplarının yetersiz, çocuklara konuları sevdirmeyen, imtihanlara yönelik hazırlamadığını söylüyorlar. Peki; MEB bu kitapların yetersiz, sıkıcı olduğunu bile bile niye hazırlatıp milyonlarca öğrenciye dağıtıyor? Ücretsiz verilen bu kitapların yetersiz olduğu öğretmen, okul idaresi, İL/İlçe MEM’lerce bakanlığa bildirildi mi? Bakanlığa bu durum aksettirildiği halde bakanlık bu konuyu savsakladı mı? İlköğretim Genel Müdürlüğü ne için var? Orta Öğretim Genel Müdürlüğü ne için var? Talim Terbiye Kurulu ne için var? Eğer bu kitaplar yeterli ve bakanlık yardımcı ders kitapları aldırılmaması konusunda tamim yayınladığı halde, okul idarecileri ve öğretmenler sırf akçeli ilişkiler sebebiyle bu konuda ısrar ediyorlarsa, bu konuda soruşturma açılmış mıdır? Acaba bu güne kadar kaç okul idarecisine işlem yapılmıştır? Sayın Bakanım; 17.500 bin öğrenciye ortalama 100 TL’lik yardımcı ders kitabı aldırmanın toplam maliyeti 1 Katrilyon 750 milyon Tl’ye takabül ediyor. Milletin cebindeki 3 kuruşu çekip alan böyle bir sisteme dur diyeceğinize inanıyorum. Eğer o kitaplar yetersizse, yardımcı ders kitaplarını seneye ders kitabı olarak alıp dağıtın. Niye eksik, yetersiz, sıkıcı ve öğrenciyi sonuç odaklı hazırlamayan bunca kitabı her yıl dağıtıyorsunuz. Dağıtılan 142 milyon kitabın baskısına, kağıdına ve ödenen teliflere yazık değil mi? Saygılar sunuyorum, Bakanım… /Orhan BAYLAN 18 Eylül 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/sayin-milli-egitim-bakani-ziya-selcuka-acikmektup/745

322


Orhan BAYLAN_Yazılar

Sermayeye Sahip Ol! 1994/2001 krizleri ve şu son günlerde yaşanan dövize bağlı enflasyon artışı bizim ekonomik tarihimizin son 25 yılına ait darbelerden örnekler. Darbeler derken bu kelimeyi bilerek isteyerek kullanıyorum. Biraz sırtını doğrulttuğu gün, bu ülkeye yerleştirilmiş “montaj” beyinli yurt dışı ikameli zenginlerce soyuluyor hemen. İnanın darbe dışardan falan değil, dışarının içimize yerleştirdiklerinden geliyor. Tamam ekonomimiz kırılgan, üretimimiz yeterli değil..Hepsine tamam…Ama kardeşim bütün göstergeler stabl iken durduk yere birileri bir yerlerde yangın çıkarıyorsa..bu neyin nesi şimdi denmez mi? Bu ülke 1909 yılında uluslararası tröstlerin kontrolündeki darbeci bir ekibin sayesinde yerli ve milli olma hüviyetini kaybetmeye başladı. Masonik bir örgütlenme biçimiyle, (burada uzun uzun izahına girişmeyeceğim) Batı’lı olmayı her şeyin reçetesi gibi gören batıl kafaların işgaline uğradı. 1923 yılında da bu işin nihai senedi imzalandı. Ve bizi biz yapan, 1200 yıllık kadim dinimize, binlerce yıllık örfümüze sırtımızı dönüp, İtalyan Ceza yasasını, İsviçre medeni ve Fransız ceza hukukunu yerine ikame edip acaip karmaşık, dengesiz, bilinçsiz bir toplum inşaa edildi. Batı’lı desen Batılı değil, Müslüman desen Müslüman değil, Türk desen Türk değil. Ama hepsi olduğunu iddia eden acaip bir şey işte… Biraz ondan biraz bundan ortaya karışık abi… Devleti ele geçiren bu masonik, seküler, pozitivist ve yüzünü Batı’ya dönmüş kişiler, kendi zenginlerini üretmeye başladı. Sermayesiz iktidar iktidar değildi.

323


Orhan BAYLAN_Yazılar

Osmanlı’dan kalma bütün kurumlar değişiyorsa, sermaye de yeni yapının müritlerinde olmalıydı. İşte bu sebeple İş Bankası Kuruldu. Ziraat Bankası zaten vardı. Ziraat bankasından krediyi kim kullanacaktı o gün, kredi kelimesini bile bilmeyen benim dedem Kara Tevfik mi? Peh.. Elbette, hayatında hiç toprağa elini sürmemişte olsa, Robert Kolej ya da St Benoit mezunu bir İstanbul’lu ya da Türkiye’nin her hangi bir yerinde ki Amerikan Kolejlerinden mezun filancanın oğlu. Sonra bu küçük işletmeleri fabrikaya çevirmek için Sınai Kalkınma Bankası’nı kurdular. 1 Milyon Dünya Bankası koydu, 9 milyon Türk Hükümeti ve 1949 yılında kuruldu. Bugün TÜSİAD üyesi ne kadar eski sanayici diye bildikleriniz varsa hepsini burası fonlayarak fabrikatör yaptı. Buranın Reşit Egeli diye bir genel müdürü vardı. İlk atanan bir Amerikalı’da adam buraya geldikten 4 ay sonra ölüyor. Yerine Reşit Egeli atanıyor. 25 yıl burada Genel Müdürlük yaptı bu vatandaş. TÜSİAD’ı da bu kurdu. O kadar dokunulmazdı ki; bir kokteylde meşhur bir kadın gazeteciyi sille tokat dövdü kimse takibat yapmayı bırak gıkını çıkaramadı. Kadın ve kocası eski komünist dahil… Bunun kredi vermekte tek kriteri vardı. Mason olmak. İşte bu şekilde rejimin zengin ettiği, daha çok yabancı ürünlerin yerli bayisi veya en çok montajcısı mason biraderler al gülüm ver gülüm halkın sırtından servetlerine servet kattılar. Tabi bir de bütün devlet ihaleleri yine bu yapıya yakın kişilere aktarıldı. Teşvikler, koruma kanunları, vergi afları hep bunlar içindi. Ayrıca ürettikleri ürünlerin rakibi yoktu, insanlar bunların koyduğu fiyattan bunu almak zorundaydılar. Sömürdükce semirdiler, semirdikçe büyüdüler. Sonra bir gün biri çıktı. Kendilerinden değildi. Kendileri gibi değildi. Kendilerine artık ihaleler verilmiyordu. Ballı teşvikler çıkmıyordu. Bir kısmı piyasayı terketti. Bir kısmı şirketleri usulca devretti. Bir kısmı şirketlerini yurt dışına taşımaya başladı. Birileri de yurt dışına kaçırdıkalrı milyar dolarlarla kurdukları sözde yabancı fonlarla Türkiye’ye operasyon çekmeye başladılar. Hem kendilerini bugünlere getiren ağababalarına olan diyet borçlarını ödemek, hem de bu kendilerinden olmayan, kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi yaşamayan adamı siyaseten yok edebilmek için. İşte bugün Erdoğan ve ekibinin yapması gereken, bu eski ve kadim yapıyı kontrol altına almak olmalı. Kimsenin elindekini zorla devletleştirecek halin yoksa, devleti zora sokacak eylemlerde bulunmaları halinde, yani ekonomik saldırıların içinde yer alamaları durumunda terörist muamelesi görecekleri kendilerine ihtar edilmeli. Ve buna ilişkin kararlılık gösterisi olarak da Şahenk veya benzeri yurt dışına sermaye kaçıran iş adamlarına gereken ceza uygulanmalı. En demokratik devletler gerektiğinde en yasadışı usullere başvurmaktan çekinmiyor. Ülkenin selameti açısından bu muhakkak yapılmalı. Halkı isyana teşvik etmek, kaotik bir ortam oluşturmak amacıyla finansal oyunlara başvurmakla, dağda örgüt kurup aynı gayelerle bomba patlatmanın temelde ne farkı var? Sözün kısası; Kıçı başı oynayan sermaye sahiplerine sahip olacaksın arkadaş. Toplantıda seni ayakta alkışlar ama akşam petrus’u yudumlarken sana nasıl kazık atacağının planını yapar. Onu korkutabileceğin tek şey; parasını kaybetmesi ve ölüm! /Orhan BAYLAN 22 Eylül 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/sermayeye-sahip-ol/751

324


Orhan BAYLAN_Yazılar

Her Eleştiren Hain Değildir Vaktiyle bir memlekette adamın birini öldü diye yuyup, cenaze namazını kılıp mezara koymuşlar. Sabahleyin bir bakmışlar kafa göz dağılmış, her yara bere içinde köy meydanına doğru sendeleye sendeleye geliyor. Koşup yakalamışlar, oturtmuşlar bir peykeye, vermişler bir bardak su kendine gelsin diye. Demişler; “N’oldu yahu, sen öldün biz gömdük. Öte dünyada ne var ne yok anlat?” Tekrar büyükçe bir yudum su alıp içtikten sonra; “Onu bunu bilmem siz siz olun, sakın züccaciye katırlarını ürkütmeyin” demiş. Adam mezarda canlanıp toz toprak içinde çıkınca, yoldan geçen züccaciye yüklü katırlar ürkmüş, bütün porselen ve diğer nadide eşyalar paramparça olmuş. Tabi malları ziyan olan kervandakiler de bizim mevtayı canlanacağına pişman etmişler. Türkiye’de son birkaç yıldır Hükümetin ya da Erdoğan’ın bir icraatını eleştireceğine kendini köprüden at daha iyi. Koro halinde üzerine saldırmaya amade hazır katırcılar sülalesi alesta bekliyor. Hâlbuki bırakın geçmiş tarihimizin şanlı padişahlarını filan, dinimizin tebliğcisi Peygamberimizin bazı hususlarda ki icraatlarını eleştirmiş, sorgulamıştır ashabı kiram. Yöneticilerin en büyük handikapı maalesef zamanla etraflarını kaplayan yağcı/yalaka takımıdır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin iç ve dış her sorunuyla bizzat ilgilenen bir liderin elbette bazı işleri kendi adına yürütmesi için yardımcıları olacak. Güvendiği yol arkadaşları olacak. Partinin Kağızman ya da Bafra İlçe Başkanı’nın yedi geçmişini bizzat kendisi araştıracak değil, elbetet birileri bu konuda çalışmalar yapıp önüne getirecek, o da kısaca en kısa zamanda en doğru kişiyi seçecek. Ya da her hangi bakanlıkta ki bir kadroya atanacak kişiyle ilgili kendisine bazen bilgi verilir. Bakan kendisine telkin edilen isimler içinde birini uygun görür ve Başkan’a arz etmesi için danışman ya da özel kaleme iletir. Onlarında kendilerine göre hesapları, kriterleri vardır ve isimler üzerinde pazarlıklar başlar. Sonra en son üzerinde mütabık kalınan isim arz edilir. Eh bu kadar süzgeçten geçilmiş ismi onaylar tabi. Zabıta müdürünü getirme kardeşim Devlet arşivleri Genel Müdür yardımcılığına. İlla bu vatandaşa kadro verip yükselteceksen, al külliyede daire başkanı yap. Kim duyar kim bilir.

325


Orhan BAYLAN_Yazılar

Adam Sağlık Bakanlığını dünyanın en iyi bakanlığı yapacak olsa da müzik öğretmenliğinden getirme. Kültür Bakanlığında ver aynı kadroyu. Ya da Çocuk Cerrahı Profesörü Teknik Destek bilmem ne Genel Müdürü yapacağına, Sağlık Bakan Yardımcısı yap, kimin umurunda. Hangi birilerini sayayım. Öküz altında buzağı arayan Erdoğan düşmanı insanların bunları alıp algı operasyonu yapmasına fırsat niye veriyorsunuz? Devletin her kademesinde ki belediyelerde dahil, olmadık icraatlar, atamalar olduğunda toplumda Erdoğan ismi üzerinden bir algı operasyonu yapılmaya başlanıyor. Buna canı sıkılan birisi olarak, bariz hataların olmaması gerektiğini izah etmeye çalışıyoruz. Vay efendim sen kime çalışıyorsun. Kimseye ulan… Kendime, kendi geleceğime, çocuğumun geleceğine, Ülkemin geleceğe bütün gayretlerim. Daha güzel ve müreffeh bir Türkiye için titizliklerim. Evet evet yanlış duymadınız Ülkemin geleceği için. Şu an elinizi vicdanınıza koyun ve Türkiye bu kadar problemlerle boğuşurken Erdoğan yerine şu lider olsa daha iyi idare ederdi diyebiliyor musunuz? Maalesef içeride ve dışarıda bunca problemleri başımıza açanların gayesi de zaten Erdoğan’ı indirmek. Erdoğan inerse Türkiye iner. Size basit bir örnek vereyim. Fetö’nün 3 sene sonra alayu vala ile yurda gelmesinden, bütün tutukluluların salınıp yeniden kadrolarını almasından, bugün AK Parti kadroları içinde olanlarla ilgili bir devri sabık oluşturmaktan bahsetmeyeceğim. Binlerce insanın tersine bir takibata maruz kalmasından, bugün kahraman denilenlere hain, hain denilenlere kahraman denileceğinden de bahsetmeyeceğim. Malum bugün İstanbul’un 3. Havalimanında TEKNOFEST vardı. Burayı tertip eden Erdoğan’ın damadı başarılı bir genç. Selçuk Bayraktar. Hani şu HERON’ların yerine İHA ve SİHA’ları yapan. Türkiye'ye yanlış koordinat vererek dağı taşı bombalatan 4 katı pahalı İsrail HERON'ları yerine yazılımı ve teknolojisi yerli İHA'ları üreten ve uçuran gençten bahsediyorum. Şuna emin olun ki; Erdoğan gittiği gün İHA/SİHA üretimi de duracak ve devletin alım anlaşmaları o gün iptal edilecek. Eldeki mevcutlar ya öyle ya böyle kullanılamaz diyerek yeniden İsrail veya Amerika’dan silahsız İHA siparişleri verilecek hem de her şeyi bize ait teknoloji yerine yazılımı ilgili ülkeye ait bu emtiayı birkaç kat fiyatına almaya başlayacağız. Onlar PKK üzerinde uçacak, PKK’lılar nanik yapıp gülecekler, bize verdikleri boş dağların koordinatlarına yine ABD menşeeli bombaları hoyratça sallayacağız. İşte ben bunun için Erdoğan’ın yanlış yapmasına katlanamıyorum. Bir icraatın, bir atamanın, bir imar yolsuzluğunun allanıp pullanarak Erdoğan gitsin algısına dönsün istemiyorum. Bu yüzden arada yapmayın, etmeyin diyorum. Yalnız; belediye icraatını, hükümetin yanlış uygulamasını eleştirdiğimizde, ishal olmuş şey gibi cır cır öten bir taife var. Bıktım bunlardan... Bunlar iki çeşit; Lider eleştirilemez mantığında ki saftorikler. Bir de; Lider etrafında yer almış bu yalaka/yağcı takımın paralı enikleri... Lider yanlış yapmaz mı? Yapar. Hata insana mahsus. Kendi yapmasa da etrafındakiler yanıştır. Olmadı mı? Defalarca yaptım demedi mi? E bu "zinhar yapmaz" güzellemeleri nereden çıkıyor? Kardeşim; bugün Ülke'de dişe gelir, ele gelir bir lider ve parti yokken, abuk sabuk uygulamalarla bu harekete halel getirenlere izin verme. Yanlışı söyle. Söyle ki kimse kibrinin ve makamının esiri olmasın. Hatta makul ve dozunda eleştirye sevinmelisin. Karşı çıkman gereken; yalan yanlış haberle karalama ve iftira kampanyası olmalı. Çünkü şu an Erdoğan’dan başka elde lider yok. Aday bile yok… Eleştiriyorsam Ülkemin selameti için…

/Orhan BAYLAN 23 Eylül 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/her-elestiren-hain-degildir/753

326


Orhan BAYLAN_Yazılar

Kibrit Kutusu Camiler Ve Talan Edilen Vakıflar Bir müddettir kafamda camilerle ilgili iki satır bir şeyler yazmak geçiyordu. Kibrit kutusu gibi camilerle tabiki. Osmanlı’nın mescidlerine bile bakıyorum da geriye doğru açılan bir avlu hatta çoğunda medrese talebeleri için odacıklar var. Ama bugün mahalle aralarında minaresi kendinden devasa camiler sanki kibrit kutusu. Yani 3 kat oluyor ama orta katta namaz kıldıran imamı da, imamı göreni de görmeyen diğer katlar şeklinde. Halbuki bilinir ki, imamet için sesten ziyade görmek önemli. Ses önemli olsa, açarsın volümü herkes evden uyar imama halleder bu işi. İmamı ya da imamı göreni görmek asıl olduğu için cemaatle namazda, Osmanlı cami ve mescitleri kat kat değil, avlulu yapılmıştır. Ama bugün halkın kendi imkanlarıyla yaptıkları da, Diyanet İnşaatın yaptığı veya yıkıp –yeniden yaptığı camilerde buna dikkat edilmiyor. Geçen Beylikdüzü’nde bir camide Cuma namazına gelenler, bir nedenden kapalı olan alt kat için neredeyse kavga çıkaracaklardı. Yaklaşık 200 kişi alan o bölmede kılınan Cuma namazı namazın sıhhat şartına uymuyor ama, vatandaş bunu bilmediği için fahri görevli arkadaşa neredeyse hücum edeceklerdi. Diyanet yeni yaptığı veya yenilediği camilerin müsait olanlarına bile işletme yapmıyor. Her cuma neredeyse millete namaz kıldıkları için haraç keseceğinize, ya da görevlilerinizi dilenci yapacağınıza; şehirlerdeki camilerin müsait olanların alt katlarının cepheye bakan kısımlarını iş yeri olarak niye kiraya vermiyorsunuz? Neredeyse bütün camiler müsait. Ha bunun için verilecek iş kollarını tespit eder, uygunsuz haller yapanları kapı dışarı edersin. Hem bahsettiğim gibi halktan para toplamaz, hem de devletin sırtından bir yük almış olursunuz. Alevisi, ateisti, deisti de zırt pırt Diyanet bütçesine ilişkin ileri geri konuşmaz. Osmanlı dükkan mı yapmış diyeceklere ; Osmanlı dükkan yapmamış, zira o camiyi yaparken muhakkak bir akar bağlamış. *** Osmanlı akar bağlamış derken, yaptığı cami, han hamam, kütüphane, şifahane gibi eserleri onlara akar getirecek emlakla birlikte vakfeylemiş. Amma lakin yeni Cumhuriyet kuranlar, pozitivist oldukları, dine sıcak bakmadıkları için öncelikle 1924-27 arası bu Osmanlı vakıf arazilerine el koyup talan ettiler. Daha sonra 1926-1972 arasında 3000 civarında meccit ve cami arsası, mescit ve cami sattılar. 494 cami arsası, 722 mescit arsası, 598 cami, 995 mescit, Satıldı bu yıllar arasında. 1950 yılına kadar bahsi geçen cami ve mescitlerin %84 ü satıldı. Daha sonra ki dönemde satış yapılmış olmasına karşın en çok kamulaştırma yapılarak yola gitti. Bu satılan arsaları ve yapıları

327


Orhan BAYLAN_Yazılar

halkın mütedeyyin kesimi almadı. “Vakıf arazisine dokunulmaz” genel düsturuyla yetişen insanlar varlıkları olsa da almadılar. Daha çok bu emtiaları alanlar seküler CHF mensupları ve bazı yerlerde gayri müslimler aldı. Mesela Edirne’de satılan 7 camiden ikisini alan gayrimüslim vatandaşlarımız. En düşük fiyata satılan; 1940 yılında 2.5 liraya satılan Eskişehir Servilihisar semtinde ki Melikşah Mescididir. Bundan sonra 5 Liraya satılan Harput Çelebi Mescidi ve Tokat Sultanhamamı önündeki mescittir. Ayrıca; bu dönemde çok eser müze yapılmıştır. Hepinizin bildiği gibi İstanbul’da; Ayasofya, Kariye Cami, Perizat Hatun, İmrahor, Mesihpaşa camileri müze yapılmıştır.Perizat Hatun yola gitmiş, İmrahor, Kariye ve Ayasofya Camileri halen müze, diğerleri tekrar ibadete açılmıştır. Anadolu’da da; Konya ve Eskişehir Alaaddin, Sivas ve Malatya Ulu cami, G.Antep Mehmet Nuri Paşa ve Handaniyye camileri, Ankara Abdül Kadiri İsfehani mescidi de müze yapılmıştır. Bunların hepsi daha sonra farklı tarihlerde ibadete açılmıştır. Lakin Trabzon Ayasofya cami de 2013 yılında ibadete açılabildi.. Yine İznik Ayasofya Cami de geçen yıllara kadar müze olarak hizmet vermiş, şimdi ibadete açıktır. İşin garibi ilk etapta müze yapılan camilerin ekseriyeti kiliseden kılıç hakkı olarak camiye çevrilenlerdir. Ayasofya adını taşıyan 4 camiden 2 si halen müze olarak faaliyet göstermektedir. *** Osmanlı ve Selçuklu vakfıyesi bu cami/mescitlerin önce akarları talan edilmiş, bilahare 1935 yılında bunların tespiti ve korunmasına ilişkin bir kanun düzenlenmiş ve kanuna uygun şekilde bu cami/mescitlerin; cemaatinin kalmaması, fiziki durumlarına ilişkin görüşlerin alınması ile satılşlarının yapılmasına karar verilmiştir. Bu yapıların fiziki durumlarına karar veren o şehirdeki öğretmenler olmuştur. Cemaatin yok olarak kabul edilmesi için ayrı bir garabettir. Müslümanların vakıfları ve ibadethaneleri yok pahasına birilerine peşkeş çekilirken, tehcir, mübadele varlık vergisi gibi sebeplerle ülkeden giden gayri Müslimlere ait kiliselere ve sinagoglara dokunulmamıştır. 300 bin cami ve mescit satılırken, bahsi geçen yıllar arasında satılan toplam, 3 arsa 3 te kilise olmak üzere adedi 6’dır. Evet evet yazıyla da yazayım, altı adet. Bu ülkenin inanan insanlarının birikmiş mallarına böyle çöktüler. Allah iyi der mi? Demez… Bafra’da 1934 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla 8 cami satılır. Birinin yerini tespit edebildim. Turan Usta Pide’nin olduğu Cami sokak… A-101’in olduğu arsa da cami varmış. Bana anlatıldığına göre burayı alanların hepsi iflas etmiş, batmış. Vakıf malına uzanan el unmaz. Dünya’da da ahirette de… Sözlerimi Ayasofya Vakfiyesinde ki Fatih Sultan Mehmet Han’ın bedduasıyla bitireyim: “Kim bu vakfiyeyi değiştirirse; bir maddesini tebdil eder; onu ibdal veya ta'dile koşar, fasid bir te'ville veya dalavereyle vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kasdeder, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder veya bunları yapana yol gösterir ve yardım eder veya kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkar veya sahte evrak düzenleyerek mütevellilik hakkı gibi şeyler ister, yahut onu kendi batıl defterine kaydeder veya yalandan hesabına geçirirse haram işlemiş olur. Günah kazanır. Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların ebediyyen Ianeti onun üzerine olsun. Azapları hafiflemesin, haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunu işittikten sonra değiştirirse günahı değiştirenleredir. Allah İşitendir, Bilendir." /Orhan BAYLAN 28 Eylül 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/kibrit-kutusu-camiler-ve-talan-edilenvakiflar/757

328


Orhan BAYLAN_Yazılar

Yapmayın, Etmeyin... Ülkeyi yönetenler; dini hayata müdahil oldukça zulümler olmuş hep. Başka dinlerin bu konudaki karanlık tarihlerini örneklemeye gerek yok. İslam tarihinde de buna benzer olaylar çoktur. İster; kendi inandığı gibi dine inanmaya (Halife Me'mun ve Mihne olayı), pozitivist bir bakışla dini baskı (M.Kemal ve İnönü, Cumhuriyetin ilk yılları) da olduğu gibi olsun, böyle cebri ve tepeden inmeci yaklaşımlar zulüm doğurmuştur. Mağduriyetler ve toplumsal travmalara sebebiyet vermiştir. Hala bugün toplum 70-80 sene önce bu ülkede işlenen fecaatlerin bedelini ödüyor. Dünya siyasi tarihine de, bizim tarihimize de bakıldığında inançlar bağlamında toplumun en sakin dönemini yaşadığı zamanlar, yönetenlerin müdahalesinin olmadığı zamanlardır. Tarihten alınacak bu derslerle yapılması gereken bellidir. Devleti yönetenler; anayasal çerçevede herkese tanınan inanç hürriyetini tesisle yükümlüdür. Kendi inandığı gibi inanmayı ve yaşamayı dayatma yapmakla değil. Devlet; her tür inanç ve düşünce sahiplerini takip edip; kanunların suç saydığı fiillere yöneldiğinde yine kanunların öngördüğü cezai işlemi yetkili aygıtları eliyle verip, icra etmekle yükümlüdür. Başka türlüsü uzun yıllar kaosa ve düşmanlığa zemin hazırlayacaktır. Gelecekte buna sebep olanlar, yaptıkları onca iyi şeylerle değil, bu yönleriyle anılacaktır. Yapmayın, etmeyin, yazıktır. /Orhan BAYLAN 04 Ekim 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/yapmayin-etmeyin/763

329


Orhan BAYLAN_Yazılar

Kaşıkçı Olayı Ve Yol Geçen Hanı Suudi Başkonlosluğuna girip bir daha haber alınamayan muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı'nın akibeti ile ilgili çeşitli iddialar ortaya atılıyor. Bir birinden dehşetli bu iddiaların hangisinin doğru olduğunu şu an bilmiyoruz. Tek gerçek; Kaşıkçı'nın girdiği ve bir daha çıkamadığı o binadan. İddialar; ya orada hunharca parçalanıp bir şekilde dışarı atıldığı, ya da iddia edilen ekibin ülke dışına çıkardığı. Her ne olduysa egemen bir ülke topraklarında bulunan Türkiye asıllı Abd vatandaşına operasyon çekilmesi, yenilir yutulur bir şey değil. 2.Dünya savaşı yıllarında İstanbul casuslar savaşının merkezi konumundaydı. "Çiçero" olayı hatta filme de alındı. Ama o günün Türkiye'si güçsüz ve kendi ayakları üzerinde durmakta zorlanan bir ülkeydi. Almanya istedi diye, bütün buğday arpa üretimini halktan toplayıp kıtlıktan kendi vatandaşını öldüren bir iktidara sahipti. İstihbaratı kendi içindeki muhalifleri yok etmede kullanan, yurt dışı operasyonlara karşı eli kolu bağlı bir memleketti. Ama şimdi şükür bütün bu olumsuzlukların olmadığı, kendi ayakları üzerinde durabilen, hatta en süper güçlere bile kafa tutabilen bir ülkeyiz. Ve ben eminim ki; bizim istihbaratımız olayı bütün vehametiyle biliyor, ama uluslararası teammülere uygun şekilde davranıyor. Olayı uluslararası arenaya taşıyarak, Suud'lar aleyhine bir havanın oluşmasını sağlıyor. Bu aslında olayın muhtemel faillerine verilecek en büyük derslerden biri. Ama yine de, bu çadır kaçkınlarına, bu topraklarda operasyon yapmanın bedeli ödettirilmeli. Dün vilayetimiz olan toprakları İngiliz desteğiyle ele geçirmiş çölün bedevilerinin gelip ülkemizde operasyon yapıp, devlet eliyle adam infaz ya da kaçırmalarını sineye çekmemeliyiz. Aslında bir kişinin sinsice yok edilmesi kadar vahim olan da budur. Türkiye, istihbarat örgütlerinin elini kolunu sağlayarak cirit attığı ülke konumuna asla düşmemelidir. Bunun için petrolün şımarttığı bu Suud'un bedevilerine kesinlikle karşılığı misliyle verilmelidir. Yoksa yolgeçen hanına döneriz. Vaktiyle adamın kümesinden horozu çalınmış. "Oğullarım horozu çalanı getirin, cezasını verin" demiş, Adam. "Aman baba alt tarafı bir horoz, büyütme " demiş çocukları. Adam başını sağa sola sallamış ama dinlememişler onu. Bir müddet sonra damdan atı çalınmış. Çocuklar; " baba atı çaldılar " demişler. "Horozu çalanı bulun, getirin" demiş adam. "Ne alakası var baba " demiş çocukları yine kulak arkası yapmışlar. Bir kaç gün sonra kız kardeşini dağa kaldırmışlar. Kirletip getirmişler, kapıya atmışlar. "Baba ne yapacağız, bu namusu nasıl temizleyeceğiz " demiş oğulları. "Horozu çalanı bulun, getirin " demiş adam yine. "Baba, biz kız kardeşimizi kirletip kapıya bıraktılar diye üzülüyoruz, perişanız, sen hala horozun derdindesin" demiş oğulları. "Ulan sersem oğullarım "diye gürlemiş adam. "Siz o horozu çalanı bulup, adam gibi cezasını verseydiniz, ne damdan atınızı, ne yataktan kadınınızı çalarlardı." Evet; Türkiye; aman efendim Türk vatandaşı değil, Türkiye muhalifi değil diyerek, topraklarında yapılan bu çirkin eylemi sineye çekmemeli. Hadsize haddini bildirmeli... /Orhan BAYLAN 07 Ekim 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/kasikci-olayi-ve-yol-gecen-hani/770

330


Orhan BAYLAN_Yazılar

Rahip Brunson Olayına Başka Açıdan Bakmak Rahip Brunson hakkında ki fikrimi daha öncede belirtmiştim. Bilhassa konu olarak misyonerlik ve Osmanlı-Türkiye devletlerine nasıl etkilerde bulunduğuna dair çalışmalar yapan birisi olarak şunu diyebilirim. Başka bir ülkenin vatandaşını yargılamak sadece hukuk ve haklılık açısından olmaz. Hiç bir ülkede olmamıştır da. Türkiye ile ilişkileri gerginleşen bir ülke çeşitli bahanelerle orada bulunan vatandaşlarımızı alıkoyabilmiştir. Halk Bankası davasında Hakan Atilla'ya yapılan uygulamada bu kapsamdadır. 2011 yılından beri Halk Bankası'nın İran ticaretine ilişkin defalarca Abd Maliye Bakanlığı ve Ulusal Güvenlik yetkilileriyle görüşülmüş, Abd ambargosuna uyulmayacağı, bağımsız bir devletin başka bir devletin uyguladığı ambargoya uymak zorunda olmadığı, ama BM'nin ambargosuna riayet edileceği ilgililere defalarca belirtilmniştir. Hakan Atilla bu süreçte defalarca Amerika'ya gidip gelmiş tutuklanmamış, ilişkiler gerginleşince Amerika keyfi olarak tutuklamıştır. Rahip Brunson meselesinde deliller yeterli/yetersiz bilemem. Benim durduğum yer; sırlarına vakıf olmadığım, hangi pazarlıkların yapıldığına dair elimde yeterli bilgi olmadığı bu durumda ülkemin menfaatleri doğrultusunda bir şeyler elde edilmiş olması yönündedir. İki gündür başta Almanya medyası olmak üzere her yerde "pazarlıklar" yapıldığı yönünde. Ve umarım değecek bir şeyler alınmıştır. *** 1820 yılından bu yana Amerikan Protestan misyonerleri Osmanlı coğrafyasını hallaç pamuğu gibi attılar. Bu süreçte öyle ilginç olaylar oldu ki; hiç bir misyonere dokunulmadı, işlem dahi yapılamadı. Hatta Mersin'de dönemin Adana Valisine kafa tutarak misyon inşaatlarını sürdüren Dr. Metheny için iki defa Amerikan zırhlıları Mersin limanına demirledi. Merzifon Amerikan Koleji öğretmenlerinden Garabet Tomayan yine aynı şekilde terör örgütü kurmak ve yardım etmek suçuyla mahkemeye verildi yargılayamadan yurt dışına göndermek zorunda kalındı. Cumhuriyet döneminde hiç bir işlem yapılmadığı gibi, tekke ve zaviyeler kapatıldı ama misyoner çalışmaları dur durak bilmeden devam etti. Jakoben Laisizmin uygulandığı 1924-50 arası asılan, hapsedilen, sürülen, işkence gören onca müslüman olmasına rağmen, hiç bir misyonere dokunulmadı bile. Onun için bugün serbest bırakılan rahip Brunson'un bu kadar süre tutuklanması bile büyük iş... Bazıları bunu geri adım olarak görse de, benim için anlamı büyük... /Orhan BAYLAN 12 Ekim 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/rahip-brunson-olayina-baska-acidanbakmak/772

331


Orhan BAYLAN_Yazılar

Hedef Saptıran Sapkınlar Fetö örgütünü benzeteceksek eğer, tarikat ve cemaat yapılanmasına değil, olsa olsa masonik bir yapıya benzetebiliriz. Hani vin-vin ilkesiyle hareket eden masonlara. Bir zamanlar bu ülke insanlarına mason olursanız siyasette, bürokraside, ticarette kapılar size açılır dendi, Fetö örgütü mensuplarını da aynı şekilde ikballere kavuşma vaadiyle yapı içine devşirdiler. Fetö'nün masonik yapıdan farklı olarak algılanamayan planı, kendi nüfuzunu genişletirken beyinlerini iğfal ettiği zeki gençleri, gelecek Türkiye inşaası için gerekli olan kurumları ele geçirmeye yönelik eğitim aldırmasıydı. Yani; ülke güvenliğini elinde tutan asker ve polis bürokrasisi için polis kolajlerine, savcı ve hakim kadroları için hukuk fakultelerine, kaymakam ve valilik kadroları içinde Siyasal Bilgilere yönlendirdi. Çok zeki gençleri tıp veya diğer revaçta dallara bilakis yollamadılar. Ve bu uzun süreçte siyasilerle arasını iyi tutarak, onlarla her fırsatta teşriki mesai tesis ederek kendisine bir nüfuz alanı da oluşturdu. Adeta dokunulmazlık zırhı elde etti. Maalesef bugün yine devlet içinde sızmış olan, hatta devlet bürokrasisinin en tepe noktasında köşe başlarını tutmuş olan mezhepsiz ve reformist bir kadro; devlette görev almaktan kılık kıyafet sebebiyle uzak duran tarikatları hedef göstererek ikide bir kendilerine alan açmaya çalışıyorlar. Bilhassa kılık ve kıyafet konusunda sünnete uyduklarını söyleyerek devlette görev almaktan kaçınan Menzil ve İsmailağa yapılarını hedef göstermek tam anlamıyla hedef saptırmaktır. Bu mezhepsiz ve reformist tayfanın borazanlığını yapanlarında cahilliğinin ve aptallığının tescilidir. Bu iki cemaat mensupları Türkiye'nine yaygın eğitim oranı az yapılarıdır. Üstelik cemaat mensuplarının bilerek ve yönlendirerek çocuklarını yukarıda saydığımız okullara yönlendirdiklerine dair elde veri yoktur. Bu yapıların Fetö gibi devlet içinde örgütlendiklerini ve gelecekte tehdit olacaklarını iddia etmek; cemaat ve tasavvuf hakkında bilgi sahibi olmamayı bırak, zahmet edip bu yapıları hiç tanımamaya gayret etmediğinin de göstergesidir. Sağlık Bakanlı'ğından iki hastane açma izni aldı diye, Tarım Bakanlığı'ndan iki hayvancılığı destekleme kredisi aldığı için bu yapıların devlet için tehdit oluşturacağını iddia etmek, Türkiye'd eki dini oluşumları, tarikat/tasaffuf geleneğini hiç bilmemek demektir. Bu cemaatlere mensubiyetim yok. İçlerinde bazı ifrata kaçan hareketler ve sözler edenler olsa da, ehl-i sünnet itikadında tarikatlardır ve bu yüzden muhabbetim vardır. Ayrıca; Dinin sabitelerine saldırıldığı, sünnet ve hadis düşmanlarının devlet eliyle palazlandığı, reformistlerin televizyonlarda her gün zehirlerini akıttııkları, İlahiyat fakultesi kürsülerini işgal etmiş, oryantalist ağızlı profesörlerin halkı zehirlemek için her gün devlet imkanlarıyla kitap yayınladıkları bir dönemde bu iki gariban tarikat mensuplarına saldırmak, ya birilerinin dolmuşuna bilmeden binmek ya da bilerek hainane garazkar olmaktır. /Orhan BAYLAN 15 Ekim 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/hedef-saptiran-sapkinlar/777

332


Orhan BAYLAN_Yazılar

Patrik Bafra'da Ne Aradı? Fener Rum Patriği Bartholomeos Trabzon Sümela manastırından başlayan 1 haftalık Karadeniz gezisinin daha sonraki ayağı olan Bafra’da yıkık bir kiliseyi de ziyaret etmiş. Bafra’nın şimdiki adı Esençay, eski ismi Çağşur olan köyünün dışındaki Kabaçukur mahallesindeki Sarı Kilise yıkıntılarını gezip, ayin yapmış beraberindekilerle. 78 yaşındaki Patriği; bir kısmı arazi araçlarıyla, bir kısmı patika yollardan, keçi gibi o kilise harabesine çıkartan hangi aşk bilmiyorum. Gittiği yerdeki kilisenin Ortodoks Hristiyanlar için anlamını da bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var. Sarı Kilisenin olduğu köy 1916 yılında; Yunanistan’dan gelen din adamlarınca ve İngiliz-Fransız istihbaratçılarla beyinleri yeniden “Pontus Devleti” kurmak fikriyle iğfal edilmiş, ellerine silah, bellerine bomba verilmiş Rum çetelerce kuşatılmış ve tamamen yakılmıştı. O esnada köyde bulunan hiçbir canlıyı sağ koymadılar. 5 Kasım günü gerçekleşen bu eylemin bilançosu ağır oldu. 367 şehit verildi. Bu olay aslında gittikçe gemi azıya alan Rum çetelere karşı, savaş dolaysıyla yetersiz kalan zaptiye hizmetleri yerine vatandaşın kendi kendine örgütlenmesine sebep oldu. Müdafa-ı Hukuk cemiyeti kurularak, halkın kendi kendini koruması amacıyla bir çok milis gücü oluşturuldu. Daha önce Bafra’da ve yakın köylerinde halk sokağa çıkamaz olmuşken, milis güçlerin Rum çetelere misliyle mukabelesi sonucu Nebiyan dağlarındaki mağaralara saklanmak zorunda kalmışlardır. “Irmağın Kıyısındaki Köy Bengü” romanımda da bu konuyu detayıyla incelemiş ve o günü yaşayanların ağzından tüm gerçekliğiyle aktarmıştım. Ve Pontus sevdası; asırlardır yaşadıkları topraklardan Rumların mübadele sonucu Yunanistan’a göç etmesiyle son buldu. O yıllarda Bafra’nın içinde ve köylerinde epey yoğun bir Rum nüfusu vardı.Bunların bir kısmı işinde gücünde insanlar olup, bu Rum çetelerin ilk başta en çok hedefinde olanlardı. Ama işte içlerindeki bazı kötülerin onlara da zararı oldu. Yurt dışındaki yabancı tüccarlara tütün ihracı yapan Bafra’lı Rum tüccarlar kazandıklarıyla güzel konaklar yaptırmışlardı. Hala bugün Bafra’daki bazı eserler geçmişte Rum tüccarların yaptırdığı eserlerdir. Askerlik Şubesi olarak kullanılan Öksüzoğlu’nun (Öksüzo) Konağı, Efrahim Bey Konağı, Bafra Müzesi binası gibi. Patrik Bartholomeos’u bu yaşta sarp Karadeniz arazilerinde gezdiren hangi aşk, hangi gayret bilmiyorum. O zamanlar en azından Metropolitlerin sözünü dinleyip, eline silah Pontus için dağa çıkacak bir kaç maceraperest bulunabilirdi belki ama bugün Pontus güzellemesi yapan eski tüfek bazı solculardan başka kimse kalmadı. O eski tüfeklerin de bırak dağa çıkmayı, Bafra Elekçi yokuşunu çıkmaya dermanları yok… Durup dururken Patrik niye gitti, çıkar nasılsa ortaya… Bekleyip görelim… /Orhan BAYLAN 19 Ekim 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/patrik-bafrada-ne-aradi/783

333


Orhan BAYLAN_Yazılar

Biz Andımızı Okurken… Türkiye’nin yer aldığı coğrafya ve yaşamış olduğu tarihi süreç, suni gündemlerle uğraşmaya fırsat tanımıyor aslında. Lakin 100 senedir, hatta 200 senedir bu ülke yapay gündemlerle oyalanıp, esas yapması gerekenleri yapamıyor. Kılık kıyafet, alfabe değişikliği, komünist/irtica/ faaliyetleri bahanesiyle toplumun büyük kesimini baskı altında tutmak, dini hayata baskı, ezanın Türkçe okunması v.s daha eski oyalandığımız suni gündemlerden bazıları. Sağ/sol çatışmaları, darbeler, Türk/Kürt ayrılık tohumları, alevi/sünni çatışması çıkarma gayretleri, başörtüsü bahanesiyle insanların eğitim hakkının elinden alınması v.s. daha yakın zaman diliminde yaşadıklarımız. Maalesef son günlerde de 5 yıl önce kaldırıldığında pek gürültü koparılmayan “Andımızla” yeniden ortalık toz duman oldu.. Üstelik 15 Temmuz sonrası bir birlerine daha çok yakınlaşan ve Cumhur İttifakıyla da bunu perçinleyen AK Parti ve MHP arasına kara kedi girecek kadar. Halbuki yıllarca andımızı faşist bir uygulama gibi gören ve bu karar alındığında zil takıp oynayan HDP kesimi şu ana kadar dut yemiş bülbül gibi sessiz. Mustafa Kemal’in mirası üzerinde tepinen, onun döneminde yapılan her şeyi kayıtsız şartsız savunan CHP ise bütün bu tartışmalara karşın, Mart seçimlerinde zimni ittifak yapmayı planladığı HDP’yi incitmeme adına sessiz. Ama aynı sessizliği ne MHP ne de AK Parti kanadı göstermiyor. Tabi bu arada biz andımız filan gibi suni gündemle oylanırken, etrafımızda olan gelişmeler ürkütücü boyutta. Suriye cephesini kastetmiyorum. Ama o cepheyi de dolaylı etkileyecek başka yerlerde bazı gelişmeler yaşanıyor.

334


Orhan BAYLAN_Yazılar

Kıbrıs açıklarında çıkarılan gaz sebebiyle Mısır, İsrail ve Yunanistan ittifak halindeler. İkisi ezeli, Mısır’ın ise konjöktürel olarak Türkiye’nin istikrarsızlığını isteyen ülkeler olduğu gerçeğini unutmazsak, aleyhimize oluşacak her fırsatı kullanacaklarını göz ardı etmememiz gerekiyor. İşte son günlerde sessiz sedasız İstanbul Fener Patrikliği Rusya ile bir süredir sürtüşme yaşayan Ukrayna Ortodoks Kilisesi’nin bağımsızlık talebini kabul etti. Hristiyanlık tarihi süresince ilk konsülde kabul edilen 3 dini merkezin dışında daha sonraki konsüllerde kabul edilen yeni bağımsızlıklar olmuş. Ama konsüller harici sanırım kabul edilen en son bağımsızlık Sırp Ortodoks Kilisesi. Peki durup dururken en ufak siyasi tartışmada Fener Rum Patriği bu kararı niye aldı. Türkiye’de yaşayan bir Patrik, şu an bizimle iyi ilişkiler içinde olan iki devletin arasını açan böyle bir karara Türk Hükümeti ile istişare etmeden vardıysa çok kötü. Elbette hiçbir dini merkeze baskı yapacak değiliz ama siyasi sonuçları olacak böyle bir kararı almadan önce; yer aldıkları Türkiye toprakları Hükümetiyle istişare etmeleri gerekirdi. Bu istişarenin yapıldığını düşünmüyorum. Zaten Moskova Patrikliği’de bunun NATO planı olduğunu, kabul edilemez olduğunu beyan ediyor. Geçmişte; bilhassa Balkanlar eksenli savaşlar, dini motifler kullanılarak ve temsiliyetlerle yapılmış. NATO yani aslında Amerikan derin aklı; kendisine bu bölgede rakip gördüğü devletleri en ufak detayına kadar bölerek bir birlerini yerken enerjilerini tüketmesini istiyor. Rus’lar ve Ukrayna’lılar arasında ne ırk ne de dini olarak hiçbir fark yok. Ama bir süredir siyasi olarak bölünme ve çekişmeyi derinleştirecek olan işte bu kabil dini ayrışmalardır. Bir dönem Balkanları da bize karşı böyle kışkırtmamışlar mıydı? Ayrıca; Ukrayna Ortodoks Kilisesi’nin bağımsızlığının tanınmasından hemen sonra Fener Rum Patriği Bartholomeos hemen Karadeniz gezisine çıktı. Daha önce de dedim; 78 yaşında ki Patriği, Trabzon Sümela Manastırı ve Bafra Sarı Kilise kalıntıları gibi ıssız sarp yerleri keçi gibi tırmandıran dini gayret mi yoksa kulağına fısıldanan görev aşkı mıydı? Bu coğrafya da 59 yaşını devirmiş ve az çok okuyan, araştıran biri olarak öğrendim ki; hiçbir şey tesadüfi değildir. Aman bunlar derin ve ince konular. Haydi çocuklar biz andımızı söyleyelim… Türküm... Doğru olan tek söz, evet Türküm. Gerisi hikaye zaten… /Orhan BAYLAN 23 Ekim 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/biz-andimizi-okurken/787

335


Orhan BAYLAN_Yazılar

Koy Bunları Kapının Önüne Başkanım Birilerini mesnetsiz suçlayarak kişilik suikasti yapan muhterisler; bindiği dalı kesen ahmaktan başka şey değil. Muhtemel siyasi rakiplerine suç isnat edip, iki gün sonra da dansözden beter kıvıran bu hokkabazlar yüzünden AK Parti hakkında, şuyuu vukuundan beter isnatlar gerçeklik kazanıyor. Erdoğan bu tipleri partide tutarak aslında vefa değil, AK Parti'den hala ümit kesmeyen milyonlara "zulüm" ediyor. Geçmişte yola çıktıklarınızdan kaçı yanınızda. En yakınındakilerin ihanetini yaşamış birisiniz. Bazılarına tanıdığınız toleransı millet anlamıyor, anlamakta güçlük çekiyor. Kov şunları Başkan... Kulaklarından tutup kapının önüne koy; vallahi billahi daha çok halkın desteğini kazanırsın. Hele bet Stalin suratlı, her ağzını açışında negatif yüklemeler yapan adamı kov en başta. Menfaate ve ranta bulaşan, isimleri kirlenenleri... Fetö ile geçmişte öyle ya da böyle anılanları. Daha önce de dedim. Geçmişte Fetö ile resim verebilmek için insanları ezenleri, onu meth etmek için bütün edebi sanatları kullananları sokma yanına. Sokma devlete de partiye'de. Onlar dün onunlaysalar, ya menfaat için ya da sevdikleri için oradaydılar. Bugün onun aleyhinde konuşup seni övüyorlarsa; ya menfaatperest oldukları ya da takıyye yaptıkları içindir. En ufak sıkışıklıkta gemiyi ilk terk edecek olanlar yine bunlar olacaktır. Onun için; 15 Temmuz'da aslanlar gibi yanında duranları, sokaklarda NATO'nun ve Fetö'nün köpeklerinin karşısında aslan gibi dikilenleri küstürme. O gece saklandıkları inlerinde sonuca göre pozisyon alanları sevindirme. Bu millet seni seviyor, sana inanıyor. İçinde bulunduğumuz coğrafya da ve şartlarda Türkiye'yi sağ salim limana ulaştıracak kaptan seni görüyor. Mart 2019'da yereli kaybetmiş bir partinin Başkanının dillere düşmesini istemiyoruz. Vakit varken acil tedbirler almanı, her gün ağızlarını açtıkça milletin tepkisini çeken bu isimleri en azından etkili görevlerden el çektirmeni bekliyoruz. Ya da; kapat AK Parti'yi yeniden kur bir parti. Bazı isimler o kadar kirlenmiş ki; sen bile temizleyemezsin Başkanım... Bizden söylemesi... /Orhan BAYLAN 27 Ekim 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/koy-bunlari-kapinin-onune-baskanim/796

336


Orhan BAYLAN_Yazılar

Hallac-I Mansur'u Taşlamak! Teyfur Hoca'nın TRT'deki programdaki sözlerini zaman zaman bazı İslam alimleri de sarf etmiş dedim. Bu her şeyin her yerde söylenmesinin doğuracağı yanlış anlaşılmaları gidermez. Zaman zaman bazı hocaların da anlaşılmasında zorluk, sıkıntı olacak meseleleri uluorta söyleyip, yazmalarını eleştiren biriyim. Bilhassa sosyal medyada seküler hayatı benimsemiş, dini yaşantının veya tasavvufi bakışın zerresine sahip olmayan veya asla olmak istemeyenlerce nasıl topa tutulduğunu görüyorum. İslam'da kadın, miras ve cihad ayetlerinin bu kesime mensup ilahiyat profesörlerince bile nasıl tribüne oynayarak "gereksiz olduğu" söyleniyor şahit oluyoruz. Bu ayetler tarihsel değil, onların kadük beyinleri oryantalist Nöldeke ve İgnaz Goldziher bakış açısıyla zehirlendiği için anlamakta zorlanıyor, seküler ve Batı tipi hayatı özümsemiş hedonist kalpleri kabul etmiyor. Velhasıl; o programda o sözleri etmesi yanlıştır. Hoca ne mürit toplamak ne de kutsanmak isteyen bir şahıstır. Geçmişte rüyada Resulullahı gördüğünü söyleyerek şakirtlerinde muhabbet ve müstesna yer oluşturmak isteyen şarlatanlarla ortak hiç bir yanı yoktur. Biz dinimizi bilmez, ona dair gerekli eserleri okumazsak işte böyle önümüze gelen en ufak bir kafa karışıklığında savrulur gideriz. Birini taşlamadan önce yapmamız gereken; 1400 yıllık İslam Medeniyeti müktesabatına bakmak. Hallacı Mansur'u taşlayan bağnaz Bağdat'lıdan farkı kalmaz insanın... /Orhan BAYLAN 02 Kasım 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/hallac-i-mansuru-taslamak/799

337


Orhan BAYLAN_Yazılar

Kaşıkçı Cinayeti Ve Ülkeler Arası Komplo "Hiç kimse bir daha bir NATO müttefikinin toprağında böyle bir suç işlemeye cüret etmemelidir. Eğer bu uyarıyı göz ardı edenler olursa, çok ciddi sonuçlarla karşı karşıya kalacaklardır." (Recep Tayyip Erdoğan) Yukarıda bir kısmını alıntıladığım yazı Başkan Erdoğan imzasıyla Washington Post gazetesinde çıktı. Bu da en yetkili ağızdan Cemal Kaşıkçı olayının içinde Amerika’nın varlşığını dillendirmektir. Artık hangi servisiyle bu işin Abd bu işin içindedir bilemiyorum. Onu da belki ilerleyen zamanlarda Sayın Erdoğan gerekli görürse açıklar. Olayın en başından beri Türkiye cinayeti Dünya kamuoyuna çok soğukkanlı bir biçimde sundu ve katılımını sağladı. Kendi topraklarında aslında Türkiye’yi bir karanlık operasyonun içine çekerek karalamayı, bu arada Veliaht Prensin karizmasını çizen bir muhaliften kurtulmayı ve bu olay bahanesiyle Salman Bin Muhammed’i tam kucağa oturtmayı planlayanların başına geçirmekle kalmamış bu kozu çok iyi yöneterek kendi isteklerini dikte ettirmeyi başarmıştır. Sayın Erdoğan’ın Washington Post’ta çıkan yazısından öğrendiğimiz, işin boyutunun sadece Prens Salman’la sınırlı kalmadığı, Trump’un damadı ve Prensin kankası Kushner’in de olayın içinde aktif olarak yer aldığını gösteriyor. Türkçesi Kaşıkçı cinayetini Salman’la birlikte hareket eden aslen Suud’lu ama ruhlarını Amerika’ya satmış, Amerika’lı yetkililerin bizzat içinde olduğu bir ekip tarafından işlendiği belli. Peki bu ekip kim. Amerika’da ki silah ve petrol lobilerinin devlet içindeki yürütücüleri. Salman’la irtibatı Trump’un Yahudi damadı Kushner üzerinden yürüttüler. Önce Salman’ı veliahd ilan ettirdiler. Sonra onu parlatmaya kalkıştılar. Ayrıca bölgede sahip oldukları selefi Vehhabi katı yorumu sebebiyle sünni dünyanın desteğini alamayan Arabistan’ı, İran karşısında ki konuma oturtabilmek için “Ilımlı İslam’ modeline geçmesi ftezi atıldı ve bunun ilanı bizzat Veliahd tarafından yapıldı. Ayrıca İsrail ile ilişkiler, kadınlara tanınan haklar, Las Vegas benzeri bir bölgenin inşaası için gerekli fıkhı alt yapının oluşturulması fikri filan hepsi Batı’da Prensin karizmasını da artıran olumlu gelişmeler olarak sunuldu.

338


Orhan BAYLAN_Yazılar

Ama bu arada Kaşıkçı onun çıplak yüzünü Dünya’ya haykırmaya başladı. Aslında ne demokrat, ne de ılımlı biri olmadığını bir bir anlattı. Bu da Prensin ve Prense yatırım yapan Amerika’da ki bu ekibin morallerini bozdu ve ölüm emri verildi. Çünkü Amerika’da ki bu ekibe 10 yılda 350 milyar dolarlık silah satmak yetmiyordu. Onlar Suudilerin elindekilerin hepsini kontrol etmeyi arzu ediyorlardı. Aramco’nun %5’nin halka arzı bile hangi borsa üzerinden yapılacak 2 yıldır karar verilemiyordu. Londra ve NY borsaları üzerinden devletlerarası çekişme yaşanıyordu. Trump Aramco hisselerinin NY borsaları üzerinden olması arzusunu gizlemiyordu bile.İşte Veliahd Salman’la işler belli düzeyde kotarılmışken pişmiş aşa su katan Kaşıkçı’nın ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bugün Aramco’nun %5’i yarın tamamı demekti. Borsaya kote edilmesi durumunda yaklaşık değerinin 10 trilyon dolar olacağı tahmin edilen bir şirketten bahsediyoruz. Böyle bir kavgada bir Kaşıkçı’nın ne hükmü olurdu… Ama işte burada bir acemilik yaptılar. Her zaman her türlü operasyonu yaptıkları Türkiye bu sefer olaya baştan sona şahit olmuş, kaydetmiş ve bunu dünya kamuoyuna gün gün, doz doz vermeye başlamıştı. Hatırlar mısınız Erdoğan’ın olayla ilgili ilk konuştuğu Grup toplantısında Kral Salman için “ Hadim-ül Haremeyni Şerifeyn Kral Selman “ diye defalarca üzerinde vurgulamış ve bu sözler toplumun bir kısmınca yadırganmıştı. Bugün anlıyoruz ki; olaya başından beri vakıf olan Erdoğan Kral Selman’ı olayın dışında tutmaya gayret etmiş, kendisine ve ülkesine karşı Amerika menşeli ve oğlunun başında bulunduğu bir ekip tarafından komplo yapıldığını söylemişti. Başını Veliahd Prensin çektiği ve Amerika, Mısır ve BAE eksenli bir Türkiye aleyhtarı kumpas yürütülüyordu. Bu olay sebebiyle bu kumpasın en büyük halkası ya ekarte edilecek ya da susturulacak. Türkiye’nin menfaati bunu gerektiriyor ve devlet aklı da bu konuda bugüne kadar gayet güzel götürdü. Öyle görünüyor ki Türkiye bu sefer Brunson’dan daha fazla koz eline geçirdi ve bu işi dünya kamuoyunun da desteğiyle sonuna kadar götürecek. /Orhan BAYLAN 03 Kasım 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/kasikci-cinayeti-ve-ulkeler-arasi-savas/800

339


Orhan BAYLAN_Yazılar

Tahriklere Kapılmayalım IŞİD, El-Kaide ve Eş-Şebab gibi yapılar kan ve gözyaşı ortamından beslenir. Zulüm ve baskı rejimlerinde ürerler pıtrak gibi. Öyle çarpıcı sloganlar üretmişlerdir ki; "Tağut, demokrasi şirk, zulme dik durmak, zulme rıza göstermemek, küfre teslim olmamak" gibi..Görünüşte kesinlikle haklı ama uygulamada sıkıntılı bu sözlerin müslümanların daha çok zulme ve ölüme mahkum edilmekten başka işe yaramadığını ne yazık ki ancak bir süreç sonunda anlayabilirsin. Onun için müslüman orta yolda olmalı, tefritten ve tahrikten uzak durmalıdır. Şunu unutmayın; 100 senedir bu coğrafyayı böyle sömürüp, yönetiyorlar. Farklılıklarımızı kaşıyarak. Sizin gibi olduğunu düşündüklerinizin aslında sizden olmadığını gün aydınlanmayınca anlamıyorsunuz. El-Kaide irşad ekibinden birini dinleyen cami cemaatinin beli bükük dizleri dermansız 70'lik acuzeleri, bir saatlik sohbetin sonunda bastonu atıp arkasında "lailahe illallah " diyerek yola revan olur "cihad " aşkına. Her doğru sözü söyleyen sizden değil. Elbette, " Allahtan başka ilah yok." Ama iki gündür çevrimde olan bu sözü ne etti diyen var ne ettim diyen. Salak gibi edilmeyen bir cümle üzerinden ortalığı velveleye verdik. Kime yaradı. Elbette kızın tutuklanması için hukuki hiç bir gerekçe yok. Hukuksuz bir uygulama. Ama şahsi kanaatimi yine tekrar edeceğim. Tutuklananın da tutuklayanın da amacı zaten bu. Türkiye'de selefi görüşlerin yeşermesine zemin hazırlayacak ortamın oluşması. Belli bir potansiyele gelmiş, yıllardır yapılan çalışmalar sonucu ciddi bir genç nesil etkilenmişken, bunların harekete geçirilmesi gerekiyor. Bunun içinde yeni gençlerin sempatisi kazanılarak halkanın genişletilmesi. Bunu sağlamanın en iyi yolu da "zulüm" aygıtının devreye sokulması. Yani mağduriyetlerin sağlanması gerekiyor. Oyun büyük... Ve pis... Orta Doğu'yu nasıl karıştırdılarsa bu iğrenç örgütler eliyle, Türkiye'yi de öyle karıştırmayı hedefliyorlar... Yıllarca her şeyi denediler. Olmadı. Her yeşil bayrağa, her tekbir getiren-i samimi sanma... /Orhan BAYLAN 12 Kasım 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/tahriklere-kapilmayalim/806

340


Orhan BAYLAN_Yazılar

Sakin Olun! 10 Kasım'da Edirne'de söylediği sözler sebebiyle tutuklanan kızı provokatör dediğimiz için, İslami hassasiyetimiz olmamakla, 100 yıllık zulme boyun eğmekle, tağuti düzene uymakla, pısırık ve korkak olmakla itham eden cümle yazan çizen herkese cevabımdır. Türkiye Cumhuriyeti kurulalı 95 sene oldu ama kurulmadan önce de 100 sene hazırlık dönemi var. Ve sistemi öyle kurdular ki; sizin sizden sandıklarınız da aslında onlara çalıştı hep. Unutmayın; 10 Kasım'ı anma günü yapan ve 5816'yı demokles'in kılıcı gibi başımıza dikenler, bugün demokrasi şehidi diye ağıt düzdüğümüz, bizden diye ağlaştıklarımızdı. 16 senedir bazı kazanımlar elde ettik diye kendinizi kaf dağında görmeyin. 15 Temmuz'da sana silah çekenler, senin paranla palazlanan, asker-polis-savcı-hakim ve mülki amir olanlar değil miydi. Senden olduğunu sandıkların değil miydi. Unutma; bugün Kemalizme doğru verilen her ödün, 15 Temmuz’da kendinden olan televizyonlara bile çıkamayan Erdoğan'ın yaptığı bir konsesüs neticesidir. Daha açık yazayım; askerin içindeki dindar ve insaflı diye sokulanlar birer hain olarak yaftalanıp uzaklaştırıldı geriye kala kala sol/Kemalist ve laylaylomcu Ülkücü kaldı. Şu an Türkiye'yi Erdoğan/Bahçeli/Hulusi Akar yönetiyor. Sadece Erdoğan'ın adı Başkan... Ayrıca; İslam tarihine Peygamberimizin hayatına gidelim. Allah Resulu'nun 13 sene Mekke'de müşriklerle, 10 sene de Medine İslam toplumu hayatı var. Siz sanıyor musunuz ki peygamberimiz her haksızlığa başkaldırdı. Her zulme uğrayanın yardımına koşabildi. Her yanlışı her zaman söyledi. Niye bekledi o zaman Kabe'nin putlarını kırmak için 21 sene? Neden Ebu Cehil Yasir ailesine her tür işkenceyi yaparken sadece; "sabredin ey Yassir ailesi" diyebildi? Her şeyin bir zamanı vardır. Demir bile tavında dövülür. Bugün Türkiye'de bazı şeyleri söylemenin ve kıyamın vakti değildir. Bu çok tehlikeli bir çağrıdır. El-Kaide ve DAEŞ gibi yapılarda işte İslam ülkelerini Batı'ya böyle peşkeş çekti. Bu dili kullananların argümanları güzel, sloganları çok çekici gelir. Sakın kanmayın o dile. Bu güzelim ülkeyi harabeye çevirirsiniz. Başınızda sizden olan bir Lider var. Onu zora düşürecek bu tür söylem ve eylemlerden uzak durun. O gerekeni söyleyecek ve yapacaktır. O kalk dediği gün 15 Temmuz'da olduğu gibi kalkar yürürüz. Korkak ve pısırık diyenlere gelince; elhamdülillah biz o imtihanı, kurşunlara yürümeyi 18 yaşımızda da 58 yaşımızda da verdik. Klavye kahramanlığına ihtiyacımız yok. Bizi bilen bilir... /Orhan BAYLAN 13 Kasım 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/sakin-olun/808

341


Orhan BAYLAN_Yazılar

Gediz'in Gençleri Malumunuz bir kaç gündür İstanbul'dan uzakta, Kütahya civarındayım. İlk gece Kütahya'da ki söyleşi bitti ve geç bir saatte Simav'a doğru yola çıktım. Kütahya-Gediz arası yol düzgün ama hem ben yolun yabancısı hem de gece durmayan yağmur ve yer yer yoğun sis dolaysıyla güç bela Gediz'e indim. Oh artık yolun virajlı kısmını geride bıraktım, daha seri ve rahat yol alırım derken, yoldan çıkıp bir çukura düştüm. Emniyet kemerini çıkarıp farları söndürüp, kontağı kapattım ve araçtan aşağı indim. Şükür kendime bir şey olmamıştı, sakin bir şekilde arabadan çıkıp uçtuğum yere baktım. Sonra Simav'da beni bekleyenleri arayıp, kaza yaptığımı geç kalacağımı söyledim.Olayı duyan Simav Belediye Başkanı Süleyman Özkan bey geç vakitler olmasına rağmen arayıp durumla ilgilendi ve gereken yardımı organize etmeye başladı. Bu arada Meclis Üyesi Aysun Akın ve kardeşi Adem Bey Simav'dan yola çıktıklarını, beni almaya geleceklerini söylediler. Bu vesileyle başta Simav Belediye Başkanı Süleyman Özkan Bey ve meclis üyesi Aysun Akın Hanım ve eşi Yahya Bey olmak üzere bütün dostlara çok teşekkür ederim. Anlatmak istediğim başka bir şey. Ben arabadan sakin bir şekilde indim ve gerekli bir kaç yeri telefonla ararken yanımda gecenin sessizliğini yırtan patlak egsozlu bir şahin durdu. Arabadan 5 tane genç indi. Hallerinden biraz demlenmiş oldukları belliydi. Geçmiş olsun faslından sonra çekici gelene kadar benimle ve arabayla ilgilendiler.Ben açıkcası biraz da alkollü olmaları sebebiyle çekinip gitmelerini uygun dilla belirttiysem de, o araba oradan çıkmadan bir yere gitmeyeceklerini söylediler.

342


Orhan BAYLAN_Yazılar

Bu arada çekici geldi. Gençler hemen arabanın bir tarafı baya çukurda kaldığı için, çekerken hasar görmemesi için o yağmur altında pek uzakta olmayan bir tamirhanenin yanında öbek öbek yığılı kamyon lastiklerini kaparak arabaya destek yaptılar. Biri araca çıktı, biri çekici demirini taktı.. Velhasıl kelam el birliğiyle arabayı düştüğü çukurdan çıkarttılar. Bu arada ben hala elleri cebinde öylece dikiliyorum. Sonra araba çalışıyor mu diye kontrol için kaputu açtılar. Radyatörün delindiğini, ama iyice emin olmak için tamirci bir arkadaşlarını çağıracakalrını söyleyerek hemen aradılar. O da iyice kontrol ettikten sonra anlaşıldı ki araba o haliyle Simav'a gitmeyecek. Gelen tamirci gencin çalıştığı dükkanın önüne, arabayı çekiciye yükleyip yine hep beraber götürdüler. Ben sadece ellerim cebimde onları izledim. Sonra; yardım ve destekleri için teşekkür edip, zaten Simav'dan yola çıkanların gelmek üzere olduğunu söyleyerek artık gidebileceklerini, kendi işlerine bakabileceklerini söyledim. "Olmaz ağabey, bak ıslandın üşüdün otogar'da kahve açıktır hep beraber oraya gidip çay içeceğiz" diyerek beni apar topar patlak egsozlu, Schumahaer'in Gediz prototipi sürücümüzle ara sokaklardan Otogara geldik. Sıcak çaylarımızı içerken bir birimizi daha iyi tanıdık. Aşk acısı çektiğini söyleyen dört genç vardı karşımda.(birini otogara gelirken evine bıraktılar) Bu yüzden alkol aldıklarını (malum genel alkolik tesellisidir), ama kızların onların anlamadığından bahsettiler. Kendilerini ayıplamamamı, küçük kasabalarda yapacak başka bir şey olmadığı için kısır döngüye ancak böyle dayandıklarını filan, baya baya bilimsel izah ettiler... Beni almaya gelenleri beklerken sanırım üçer bardak da çay içtik. Onlar anlattı, ben anlattım. Sanki ben o gece kaza vesilesiyle tanıştıkları babaları yaşında biri değil de, Gediz'de yaşadıkları mahalleden komşuları ağabeyleri gibi samimi olduk ve kahkahalar gırla gitti. Başka zaman olsa alkollü diye burun kıvırıp uzak duracağım bu gençler, gecenin vakitsiz zamanı kaza yaptığım Anadolu kasabasında, vakitsiz zamanda bana yoldaş olmayı birak, yardımcı oldular. Hatta; ayrılırken vermek istediğim çayların parasını şiddetle itiraz ederek engellediler. Bırakın gençler bari bunu yapayım dediğim de; "Ağabey; biz içmeye, eğlenceye gidiyorduk, seni gördük durduk ve kaldık. Bu gece bizi mekan sahibi soyacaktı, paramız cebimizde kaldı. Senin gibi birini tanıdık, tanıştık, biz bu çay paralarını vererek aslında bu geceyi karla kapatıyoruz. Yolun açık olsun " dediler. Evet, isimlerini bile unuttuğum Gediz'in gençleri.. İnsanlığın Anadolu'da hala ölmediğini, bu milletin sarhoşunun bile mayasının temiz olduğunu bir kez daha gösterdiğiniz için size teşekkür ediyorum. Ve bu memleketi cidden seviyorum... Her şeye rağmen... /Orhan BAYLAN 20 Kasım 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/gedizin-gencleri/814

343


Orhan BAYLAN_Yazılar

İslam Devleti Mi Olduk! Erdoğan ve AK Parti ekibi dini hassasiyetleri olan ama laik Türkiye Cumhuriyeti’nde kanunlar muvacehesinde siyaset yapan insanlar. Öncelikle bunu yerli yerine koyalım. 100 yılda inşa edilen bir sistem içinde faaliyet gösteren siyasi yapıların; uymaya mecbur olduğu kurallar, sakınması gereken mevzular var olmuştur, sistem değişene kadar da bu böyle devam edecektir. Nitekim geçmişte “rejimin sahibi” olarak kendilerini konumlandıran bazı yapılar, rejimin rayından çıkmakta olduğunu bahane ederek devlet işleyişine ayar çekmişler, müdahale etmişlerdir. Yine bu arada Anayasanın bazı hükümlerine aykırı iddiasıyla siyasi partiler kapatılmış ve bazı siyasi kişiliklerde uzun süre siyasetten men edilmişlerdir. 16 yıldır hükümet etmekte olan AK Parti kadrolarını ve Erdoğan’ı değerlendirirken, Türk siyasi tarihini göz ardı etmek sağlıklı bir tahlile bizi götürmez. Erdoğan’dan sanki bir şeriat devletinin halifesi gibi icraat bekleyenler ya kendilerine göre oluşturdukları bir sanal gerçeklik içinde yaşıyorlar, ya da yukarıda bahsettiğim Türkiye gerçekliğinden bihaber birer birey olarak hayatlarını sürdürüyorlar. Beyler, dostlar; Türkiye’de İslam Devleti ilan edildi, şeriat kanunları uygulanmaya başlandı, Erdoğan halife seçildi de benim mi haberim yok! Unutmayın; Erdoğan, Laik TC kanunlarına göre siyaset yapmak zorunda olan biri. Ondan şeriat hukukuna uygun devlet yönetmesini bekleyenler 16 yılda verilen mücadele sonunda kazanılan hakların aslında tehlikede olduğundan haberi bile yok. Kendisine üfürülen bazı sloganlar eşliğinde şu an Türkiye’deki bütün mevzilere hakim olduğunu sanıyor.

16 yıl sonunda elde olan Daha öncede değinmiştim kısaca ama tekrarda fayda var. 16 yıllık AK Parti iktidarının sonunda bugün devlete hakim unsurlarda durum ne bir bakalım. 28 Şubat sürecinde ordu, polis ve yargıda bir şekilde var olmuş olan gerçekten dindar insanlar, Fetö’cülerin ihbarları sonucu o gün hakim zihniyet sol Kemalist yöneticilerce uzaklaştırıldılar. AK Parti iktidara gelince Türkiye’nin kanayan yarası

344


Orhan BAYLAN_Yazılar

“askeri vesayeti” geriletmek adına Fetö ile işbirliği yaparak ordu içinde operasyonlara başlaması, daha doğrusu Fetö örgütünün kendine alan açma çalışmalarına ilk başta destek vermesi sonucu ordu içinde orantısız bir yargılama, karalama süreci başladı. Aslında kavganın esas sebebi, sol Kemalist zihniyete de sahip olsalar, Türkiye üzerindeki Abd tahakkümüne karşı başkaldıran subayların Fetö eliyle ordudan uzaklaştırılıp, yerine bu örgütün elemanlarının ikame edilme operasyonuydu. Erdoğan Fetö Örgütü’nün amacını anladığında ve buna engel olmaya kalkıştığında operasyonlar bu sefer kendine yöneldi. Hepinizin bildiği MİT krizi, Ceyhan’da MİT personeli gözetiminde taşınan silahlara DAEŞ’e gidiyor diye operasyon, 17-25 Aralık kumpasları işte Erdoğan’a yönelen hareketlerdi. Erdoğan bu kumpasları, sol/Kemalist ve ülkücü kadroların da desteğiyle bertaraf edebildi.Fakat işin burada durmayacağı, yargıdan tasfiye edilmeye başlanan Fetö’cüerin asker ve diğer devlet kurumlarından da silineceğini hesaplayanlar yeni ilşbirlikleri geliştirdiler. Organize bir Fetö örgütü karşısında ne askeri güç ne de yeterli yargı erki desteği vardı. İşte burada ittifaklar devreye girdi. Sol/Kemalist yurtsever kadrolarla, AK Parti’nin az sayıda destekçileri ve Ülkücüler gelmekte olan tehlikeye karşı zımni ittifak kurdular. 15 Temmuza işte böyle gidildi. Halkında desteğiyle aslında Fetö’cü ve NATO’cu kadroların kullanıldığı bu Pentagon darbesi akamete uğratıldı. Ordu ve yargı ve polis içindeki bu örgütle bir şekilde irtibatı, bağı, iltisakı olanlar atıldı. Peki geriye kimler kaldı. Meydanı kimlere teslim ettik. Sol/Kemalist kadrolar ve CHP’lilerden dünyaya bakışı sadece yaptığı bozkurt işareti olan MHP’liler. Laik Türkiye Cumhuriyeti kendini yeniden tahkim etti. Ve Erdoğan bugün işte sırtında bu küfelerle siyaset yapmak zorunda. İşte bu güçlerle ayakta kalan ve hükümet eden Erdoğan elbette onlarında isteklerine, hassasiyetlerine dikkat etmek zorunda. Ve bazılarının ödün olarak gördüğü aslında işte bu konsensüsün sonucu. MEB ve Aile Bakanlığı çalışmaları işte bu bağlamda okunmalı. Unutmayın; askeri ihtilal sonrası iktidara gelen rahmetli Özal’ı o koltukta tutan Semra Hanım’ın viskisi ve pürosuydu. Bizim ülkede bazıları için aslolan sadece vitrindir. Onun için tekrar yazımıza dönersek; bu ülkede siyaset yapmak o kadar göründüğü kadar kolay değildir. Halkı doyurmaktan, yatırım yapmaktan, istihdam oluşturmaktan, hizmet sunmaktan daha önemlisi “fincancı katırlarını” ürkütmemektir. Erdoğan 16 yıldır zaman zaman ters gelen işler (bize göre) yapsa da 200 senedir yamultulmuş, 100 senedir de Batı normları inşa edilmiş bu ülkede siyaset yapıyor. Ve yakın zamanda Türkiye’nin en uzun soluklu iktidarda kalan kişisi olacak. Bunca ittifaklar, mütabakatlar yetmezmiş gibi bir de parti içinde kendisinin onca alın teri ile inşa ettiklerini pervasızca berhava eden bir grup kendini bilmez, rantçı, ucuz politikacıyla da uğraşmak zorunda. Ezcümle; Erdoğan ne halife, ne burası İslam hukukuyla yönetilen bir devlet. Ondan bazı şeyleri beklerken bunları göz ardı etmeyin. /Orhan BAYLAN 28 Kasım 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/islam-devleti-mi-olduk/818

345


Orhan BAYLAN_Yazılar

Benim De Arada Canım Sıkılır Zamanın behrinde (eskiler böyle derdi) üç kafadar deniz aşırı bir memlekete gidecekler ama paraları yok. Varmışlar bir kaptanın yanına, yolculuk için verebilecekleri paraları olmadığını ama farklı meziyetleriyle yardımcı olacaklarını söylemişler. Demiş; "Ne gibi özellikleriniz var sizin." Biri "ben çok uzakları görürüm" demiş. "Ben de çok çok uzaktaki sesleri duyarım" diye atılmış. Üçüncüye, "Ya senin " demiş Kaptan. Diğer ikisine bakmış o şahıs ve "Benim arada canım çok sıkılır" demiş. Neyse almış kaptan bunları gemiye. Bir kaç gün iyi geçen yolculuk sonrası bir fırtına bir kızıl kıyamet kopmuş ki ne yelken kalmış ne dümen gemide. Ortalık yatışınca etrafı toparlamış gemiciler ama nereye savrulduklarını bilemiyorlar. Kaptanın aklına şu uzakları gören, uzaktaki sesleri duyan yolcular gelmiş. "Çağırın şunları." demiş. Üç kafadar dizilmiş tespih tanesi gibi kaptanın karşısına. "Bakın bakalım biz karaya yakın mıyız, görebiliyor musun?" Uzağı gören bir müddet elini alnına siper edip sağı solu iyice tarassut edip; "Çok uzaklarda bir kocakarının dikiş diktiğini gördüm." demiş. Ya sen bir şey duyuyor musun dinle hele " demiş bu sefer. Bir müddet tahtalara kulağını dayamış, kalkmış kulağına elini boru gibi yapıp havaya dönmüş ve demiş ki; "Kaptanım az önce arkadaşın gördüğü dikiş diken kocakarının elindeki iğnenin yere düştüğünde çıkardığı sesi duydum." Kaptan doğru dürüst bir şey demeyip, sallayan bu iki kişiden ümidi kesip üçüncüye ; "Sen ne diyorsun bu işe " demiş. Bir müddet arkadaşlarına bakan adam: "Benim arada canım sıkılır kaptan" demiş.. Ha ben imdi bu hikaye ile ne mesaj verdim diye düşünürsünüz ya.. Hiç bir mesaj vermiyorum. Bu ükede herkes her şeyi biliyor ve en olmadık şeyleri duyuyor. Benim de arada sırada böyle canım sıkılıyor işte... /Orhan BAYLAN 01 Aralık 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/benim-de-arada-canim-sikilir/821

346


Orhan BAYLAN_Yazılar

Fransa Olayları, Poşet Meselesi Fransa Olayları Fransa başta olmak üzere Avrupa’nın bazı şehirlerine yayılma eğilimi gösteren protestolarda Vandalizm ve yağma örneklerinin sergilenmesi geçmişte bu tür eylemlerin odağı olmuş yurdum insanının bir kısmınıın yağlarını eritti. Hatta yanan paris görüntülerini imkanları olsa bir elinde ayna Neronvari seyredecek. Haksız mı milletimiz elbette değil. Ama bir zamanlar bu tür eylemlerin odağı olmuş insanımızın daha empati ile yaklaşmasını arzu ediyorum ben. Zira bu eylemleri Türkiye, Mısır, Tunus veya Avrupa’nın her hangi bir ülkesinde organize eden geri plandaki aynı güç. Devletleri istediği gibi evirip çevirmeyi, istediği şekilde soymayı ve yönetmeyi planlayan bir üst akıl var hepsinin altında. Dünya’yı istediği gibi dizayn etmek için gerekirse insanları öldürmekten, devletleri savaştırmaktan ve karıştırmaktan çekinmeyen bu üst akıl kadar tehlikeli olan, bunlar tarafından kullanılan her tür dünyevi zevki tatmış macera ruhlular ve istismara uğramış, ezilmiş etnisite mensupları ve anarşistlerdir. Kısacası; dün Gezi’de , bugün Paris sokaklarında, daha önce Kiev’de sokakları terörize eden aynı akıl. Gezi eylemleri olurken sanmayın ki Fransa’nın aklı başında insanları oh desin. Zaman zaman devletler kısa vadeli çıkarları için bu tür yapıları besleseler de, neticede halkların ne suçu var? Bir de olaya böyle bakalım… *** Poşet Meselesi Son günlerde çokça konuşulan marketlerin yeni yıldan itibaren poşetleri para ile satması meselesi var. Her market alış verişi sonrası neredeyse her parça ürünü bir büyük poşete doldurup sonra da bunu çöp poşeti olarak kullanan halkımız için büyük külfet olduğunu biliyorum. Lakin her plastik çöp poşetinin geri dönüşümsüz bir malzeme olduğunu, asırlarca dünyamızı kirleten bir madde olduğunu da biliyoruz değil mi? Türkiye’de uzun senelerdir uluslararası bir alış veriş markası poşetleri para ile satar. Kimse de itiraz edemez. Ya tıpış tıpğış satın alırlar ya da araba ile araçlarına kadar taşıyıp bagaja bütün ürünleri boca ederler. Şimdi ülkemiz de bu yönde bir karar alındı ve ben bunu çok önemsiyorum. Pazarda, markette yerlere atılan, çöp dağları oluşturan plastik poşet kullanımı %50 azalsa büyük başarı olur. Ayrıca her alanda çok yaygın kullanılan petrol türevlerinin tedrici olarak bir şekilde azaltılması ve yerine kenevir ikame edilmesi gerekiyor. Yavaş yavaş kenevir ekimi konusunda devlet yol açıyor ama bunun sanayisi ile birlikte daha da hızlanması çok önemli. Devlet bunu hem sağlık hem de verimlilik ekonomisi açısından stratejik bir ürün olarak görerek, üniversite, sanayici, üretici bazında teşvik etmeli… /Orhan BAYLAN 03 Aralık 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/fransa-olaylari-poset-meselesi/823

347


Orhan BAYLAN_Yazılar

FETÖ’yü Nasıl Devşirdiler Geçenlerde Genelkurmay İstihbarat Dairesi eski başkanı İsmail Hakkı Pekin verdiği bir ropörtajda: “Fethullah Gülen ve Mehmet Şevket Eygi Seferberlik tetkik kurulunun elemanı olarak görevliydiler. Amerika’nın yeşil Kuşak projesi kapsamında komünizmle mücadele amacıyla çalıştılar” sözlerini sarf etti. Tabi bu sözler aslında bu ülkenin makus talihini de yansıtıyordu.Keşke bir gün şu gizli dosyalar açılsa da kahraman olarak bize yutturulan anlı şanlı nicelerinin, nasıl proje adamlar oldukları gün yüzüne çıksa. Sağcısı solcusu, tarikatçısından ateistine varana kadar. En milliyetçi liderlerden en komünist militanlara kadar, hepsinin aslında nasıl şişirilerek bize yutturulmuş balon oldukları meydana çıksa. Belki çıkarda benim ömrüm yetmez tabi. Türkiye’de askeri istihbaratın en tepesinde görev yapmış ismin söylediklerini yok sayacak ya da hezeyanları mı diyeceğiz? Bu konuda İsmail Hakkı Paşa’nın sözlerine itibar etmeyene bir tesadüfü de ismi geçen şahıslardan Mehmet Şevki Eygi’nin kendi ifadelerinden okuyalım: “Ben Erzurum’da askerliğimi yaparken bir gün Mehmet Şergil’in iki kilim büyüklüğünde ki terzi dükkanında Fethullah Gülen, Mehmet Kırkıncı ve üsteğmen Esat Keşafoğlu bir araya gelip sohbetler ederdik” diyor. O zaman daha yaşı 17 civarında olan ilkokul diploması bile olmayan molla F.Gülen’in üsteğmen ve Galatasaray mezunuyla bir arada olması biraz fazla zorlama olmaz mı? İşte MİT’çi Esat Keşafoğlu tarafından keşfedilip daha sonra askerde telsiz ve dinlemeler konusunda yetiştirilen F.Gülen (kendi ifadesiyle 4 ay dinleme yapılan bir minibüs içinde yatıp kalkmıştır) yavaş yavaş önü açılarak önce Kırklareli’inde imam, daha sonra ilkokul diploması aldırılarak Edirne’ye vaiz olarak atanmıştır. Yine burada devreye istihbaratçılarla içli dışlı olan daha sonra Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı olarak görev yapan Yaşar Tunagöre devreye girerek onu kollayarak önünün açılması sağlanmıştır. Zaten istihbaratla çalışan bazı kabiliyetli isimler direk personel olarak kullanılmaz ama bunlar iş adamıysa kolay kredi ve devlet ihalesi alırlar.Üniversitede ise kolay kariyer yaparlar.Dini alandaysa en yasaklı dönemlerde kendi cemaatlerini kurarak etraflarında bir yapı oluşturmalarına ses

348


Orhan BAYLAN_Yazılar

çıkarılmaz hatta kollanılırlar. İşte Fethullah Gülen’de 17 yaşından itibaren istihbarat örgütü içerisinde ki bir kısım kişilerce korunmuş kollanmış ve palazlanmasına göz yumulmuştur. Henüz askerken İskenderun’un en büyük camisinde vaazlar etmiş, hakkında soruşturma açtıran tabur komutanı görevden alınmış. Hava değişimine geldiği Erzurum’da camilerde çatır çatır vaaz etmiş hiçbir takibat yapılmamıştır. 1980 ihtilali sonrası arananlar listesinde olması sebebiyle İzmir’de gözaltına alınmış, ama Deniz Kuvvetleri Komutanı, Kara Kuvvetleri Komutanı ve en sonunda Kenan Paşa’nın bizzat araması sonucu elini kolunu sallayarak çıkmıştır sıkıyönetim komutanlığından. Daha sonraki seyahatlerınde, aracında daima o günlerde GATA’da görevli bir muvazzaf asker tabib üsteğmen refakat etmiştir. Tabi işin bir boyutu şudur. İlk ele alındığında MAH, daha sonra MİT ne yazık ki tamamen Amerikan kontrolündeydi. Bilhassa Fethullah Gülen’in teşkilat kontrolüne alındığı o yıllarda MİT başkanlığı yapmış olan Fuat Doğu’nun şu sözleri durumun ne kadar içler acısı olduğunu göstermektedir. “Ben CIA’nin Türkiye masası şefiydim”.Yani MİT o zamanlar bu görevi yapıyordu demek istiyor. Fuat Doğu’nun 1959-71 yılları arası Türkiye masasında görev yapan Ruzi Nazar’ın tavsiyesiyle MİT’e aldırıp daha sonra ülkücü hareketin gazetesi Hergün’ün Genel yayın yönetmenliğine gelmiş olan Enver Altaylı’nın da 80 sonrası esas görev yeri olan CIA’ya dönerek Gülen okullarının orta asya yapılanmasını yine MİT’çi Kaşif Kozinoğlu ile beraber orgazine etmesi, bu ülkenin kumpaslar ve yapılar eliyle nasıl dizayn edildiğini ve ne badirelere sürüklendiğini aslında gözler önüne sermektedir. Yazıda adı geçen Mehmet şevket Eygi sevdiğim saydığım bir abimdir.Bir dönem komünizm nefretiyle belki seferberlik tetkik kurulu bünyesinde faaliyet göstermiş olsa da, daha sonra 90’lı yıllarda Gülen hareketine karşı her zaman uyaran bir dil izlemiş, yazılarında bunu hep vurgulamıştır. Belki bir gün kendisi o dönemin furyası olarak komünizmle mücadele ederken nasıl Amerikan emellerine hizmet ettiğimizi de anlatır. Daha sonraki kuşağın ülkücüsü olarak; 70’li yılların sağ-sol çatışmasının aslında özde haklı davamızın, nasıl ülkeyi kaosa götürmek isteyen karanlık güçlere bilmeden peşkeş çekildiğinin resmidir. Bu cümleden bazı iyi niyet yolcularının; karanlık mahfillerce devşirilmiş hoca, molla kılıklı elemanlarca kullanıldığını unutmayalım. Yine başta dediklerimi tekrar ediyorum: Siz siz olun, kahraman bildiklerinizin hepsine kefil olmayın e mi? /Orhan BAYLAN 10 Aralık 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/fetoyu-nasil-devsirdiler/829

349


Orhan BAYLAN_Yazılar

Amerika Ne Yapmaya Çalışıyor? Meşhur darb-ı meseldir hani, fareye demişler; " delikten başını çıkaracaksın, az ileride bir tabak dolusu peynir seni bekliyor." "Cıks." demiş. "Mesafe kısa, ödül büyük, var bir hinlik." Aylarca ağırından hafifine, zırhlıdan tanksavarlara, gözetleme ve dinleme tesislerinden, küçük çaplı hava savunma sistemine kadar yığınak yaptığı Suriye'de PYD'nin işgali altındaki topraklardan Amerika şimdi niye çıkıyor. Hem de sabah Trump "çıkacağız " diyor, akşama diplomatik misyon mensupları araçlarla harekete geçiyor. Bu kadar kısa mesafede, hangi strateji, hangi taktik, Beyaz Saray veya Pentagon'un karanlık ve ses geçirmeyen odalarında tartışıldı ki hemen icraata geçildi. Ayrıca; Condalize Rice'in dışa vurduğu Orta Doğu'yu yeniden dizayn etme, İsrail'in güvenliğini sağlama, İran'ı bölgede etkisizleştirme ( ki bu söylemi hiç kabul etmiyorum, Amerikanın Irak harekâtı sonrası İran'ın bölgedeki yayılmacı politikası dahada arttı üstelik), sözde seküler ve İsrail'e destek olacak bir Kürt devleti kurmadan, Akdeniz havzasını tam kontrol altına almadan, Ukrayna ve Gürcistan'ı Nato içine alarak Karadeniz'i de gelecekte her tür zenginliğini sömürecek bir iç deniz haline getirmeden Amerika'nın bu kadar kolay bölgeyi terkedeceğini düşünmek safdilliktir. Sanırım bizim devletin derin katmanlarında da buna inanan kimse yoktur. Ayrıca bazı sosyal medya hesaplarının pompaladığı "Türkiye'den korktu" tarzı söylemler pek çocuksu şeyler kalıyor. Evet Türkiye'nin güneyinde oluşturulmaya çalışılan duruma karşı kararlı tavrı Amerika'yı bazı hamlelerini gerçekleştirememeye, hatta geri adım atmaya zorlasa da asla korktuğundan bunu yaptığını düşnmüyorum. Tam tersine; Türkiye'de yönetime hakim olamadıkça kaybettiği zamanı ve parayı, emeği telafi etmek için daima yeni yeni yollar deniyor, denemeye devam edecek. Fetö örgütü Abd'nin taşeronlarından biriydi.Onunla sonuca ulaşamadı. Şimdi yüz yıldır uyuyan hücreler devreye girecek. Derin devlet içindeki yerli işbirlikçileri sürülecek ortaya. Çünkü; Erdoğan durdukça Amerika'nın bölgede etkili olması zor. Öncelik sokak eylemleriyle halkı huzursuz etmek. Bunda siyasiler ve bazı STK'lar rol alacak. Seçime kadar olaylar tırmandırılmaya çalışılacak. Ama esas gürültü seçim sonrası kopartılacak. AK Parti'nin elindeki bir çok yeri kaybedeceği ve oylarında büyük bir düşüş yaşanacağı bilinen bir şey. Bunda bir çok sebeb sıralanabilir. Şu an bu konumuz dışı. Olası böyle bir sonuç sonrası Erdoğan'ın da meşruiyeti tartışılmaya başlanacak ve Başkanlık seçimlerinin yenilenmesi için sokak eylemleri bilhassa havalarında ısınmasıyla dozunu artıracak. Tabi bu eylemlerin motor gücü, bazı spor klüplerinin taraftarları, finansörleri de, mahut bazı iş adamları olacak. Amerika; PKK liderlerine ödül koyarak, Patriot satışına onay vererek yaptığı oyalama taktiklerinden birini de bu şekilde yapıyor. Hani idam mahkumuna son arzusunu sormuşlar: "Kralın atına ingilizce öğretmek istiyorum " demiş. "Oyalama bizleri, olmaz öyle şey " demiş yetkililer. "Siz bana son arzumu sordunuz ben de söyledim " demiş mahkum. Olur olmaz Kralın kulağına gitmiş, "Tamam " demiş o da. Adama bir dostu soruyor bu yola niye başvurduğunu. Diyor ki; "4 ihtimal var.1 yıla kadar ya Kral ölür, ya at ölür ya da ben ecelimle ölürüm." "4. ihtimal nedir " der dostu. "Ya da at İngilizce öğrenir" Olur a, 1 yıla varmadan Türkiye'de neler olmaz neler. İhtimalleri varın siz sayın, içinizden ama.... /Orhan BAYLAN 20 Aralık 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/amerika-ne-yapmaya-calisiyor/836

350


Orhan BAYLAN_Yazılar

Kolayca Verecekler Mi Sanıyorsun? 100 sene çalıştılar Osmanlı'yı yıkmak için. Hem de ne çalışma. Boston'un, Chikago'nun en kalifiye okullarından mezun olup rahat bir yaşam sürecekleri yerde, o günlerin en kör kuyularına, en sarp geçitlerine gelip kendi kültürlerini, ürünlerini pazarlamak için ömür tükettiler. İçimizdeki farklılıkları kaşıyıp bize düşman ettiler. İsyan ettirdiler. "Batı'lı yaşam tarzı, medeniyetin menşei, ilmin irfanın menbaı " diyerek binlerce yıllık kadim geleneklerimizi unutturup bizi kendilerinin kölesi yaptılar. Bizzat içimizden devşirdikleri sözde din adamı kılıklı masonlara; "İslam dini gerilemenin nedeni" diye yazdırdılar. Sanayi devrimini kaçırıp, Batı ile arasındaki makasın gittikçe kendi aleyhine açıldığını gören Osmanlı'nın; bunu telafi etmek için Fransa'ya yolladığı öğrencileri, kendi devletlerini yıkmaya gönüllü birer potansiyel haline getirdiler. Mühendis olmaya giden gençlerimiz şair ve ressam oldular. İşin garibi hepsi ekmeğini yedikleri Sultan Abdülaziz ve Abdülhamid'e birer düşman oldular. Osmanlı'nın en iyi yetişmiş askerlerini Selanik'in, Manastır'ın ara sokaklarında açtıkları mahfillerde masonlaştırıp, İslam dinine düşman ederek seküleştirerek, 600 senelik İmparatorluğu yıkmak için Payitahta yürüttüler. Şeriatla idare edilen Osmanlı yurdunun tebasını "Şeriat istiyoruz " diye sokaklarda nara attırdılar. Ermeni, Rum, Makedon çetecileri kovalamaya yolladığımız subaylarımız, bu çetelerle bir olup ekmeğini yedikleri Sultanı devirmeye İstanbul'a yürüdüler sonra. Direksiyonunu ele aldıkları koskoca İmparatorluğu 10 seneye kalmadan tasfiye ettiler. Gizli mahfillerde devşirilmiş bu komitacıların A takımı görevlerini yapıp diskalifiye olunca yerlerini B takımı aldı. Osmanlı memalikine çöken Batı'nın tek dişi kalmış canavarları, asırlardır yok etmek istedikleri Müslüman Türk'ü ve işgal etmek için fırsat kolladıkları Anadolu'yu B takımına bırakıp sessiz sedasız çekip gidiverdiler. Ve nihayet kurulan yeni cumhuriyette ki bütün eski düzenden arta kalanlar; ya susturuldular, ya korkutuldular ya da idam edildiler. 25 sene dindara, milliyetçiye, komuniste soluk aldırılmadı bu ülkede. İnsanlar şehirlerinde ve köylerinde açlıkla terbiye edilip, ya köy meydanlarında ya da şehirlerde kahvelerde sıra dayaklarıyla te'dip edildiler. Olmadı darbe yaptılar. Başbakan, bakan astılar. Olmadı muhtıra verdiler. Olmadı yine darbe yaptılar. Bir sağdan, bir soldan astılar gencecik fidanları. Diyarbakır cezaevinde Kürdü, Mamak'da Ülkücüyü Filistin askısında inim inim inlettiler. 28 Şubatta genç kızları okul önlerinde, başlarındaki örtüyü açmıyor diye yerlerde sürükleyip, Fransızın Maraş'ta yapmaya cesaret etmediği kadar zulüm ettiler. Şimdi sanıyorsun ki; 16 yıldır iktidardayız, biz bunların 200 sene çalışarak tesis ettikleri bu devleti geri aldık. Nah aldın. Daha çok çalışman gerek. 3-5 sonradan görme, gavurdan dönme mücahidi müteahhit yapmakla devlet inşaa olmuyor. Emek gerek, göz yaşı gerek, acılar gerek. Düşmanın kadar; fedakâr, gözü kara ve ölümü göze alıp, dur durak bilmeden çalışmak gerekiyor. Türkçesi; daha çok fırın ekmek yemen gerekiyor... /Orhan BAYLAN 21 Aralık 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/kolayca-verecekler-mi-saniyorsun/837

351


Orhan BAYLAN_Yazılar

Endülüs Olmadan Ya Da Çok Geç Olmadan İbn-i Bacce Endülüs'e felsefeyi soktu. İbn-i Tufeyl ve İbn-i Rüşd ise saraya ve devlet erkânına. Ve İslam’a dair tartışılmayan, saldırılmadık bir şey bırakmadılar. Aragonlu Ferdinand ile Kastilyalı İsabel yıkmadan önce, Endülüs'ün kendi içinde zaten milli ve dini birlik kalmamış, Ukbe Bin Nafi'nin gemileri yakarak İberik yarımadasına saldığı korkusuz yiğitlerin yerini, Katolik görünce korkudan altına eden Müslüman prototipleri almıştı. Bir İmam- Gazali, bir Yusuf-u Hemedani ve Ahmed Yesevi olmadığı için bu bahsi geçen felsefeciler toplumu rahatça ifsad ettiler. Doğuyu kurtaran; Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerinin intişarını sağlayan, işte yukarıda bahsi geçen medreselerin kurucuların ve tarikat ehlinin samimi gayretleridir.

352


Orhan BAYLAN_Yazılar

Endülüs’te bir İmam-ı Gazali olsaydı (Allahu alem) ama yıkılmazdı. Yine Doğu'nun bir İmam-ı Gazali'si olmasaydı Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri yükselmezdi. Yusuf Hemedan hazretlerinin Maveraünnehir'de yaktığı o kutlu ışık, Nizamiye ve Azamiye medreselerinde şeriat kılıcıyla kuvvetlenip, Tuğrul Bey oldu, Alparslan oldu, Alaeddin Keykubat, Osman Bey oldu. Maveraünnehir'den kalkan o kutlu kervan, Viyana önlerinde, Arnavutluk, Peşte'de zor durduruldu. Durdurulması hayli zaman aldı. Bilinen nedenlerden geriye kalan bu coğrafyanın aydınlarının önüne konan Batı tipi aydınlanma örneğiyle, biz de her şeyi tartışır hale getirip, bütün değerleri basitleştirmeye çalıştık. 200 senedir dini ve milli olan ne varsa hunharca yok etmenin, yıkmanın azami gayreti içine girdik. Manada, maddede, örfte, adette ne varsa saldırdık elde balyozlarla. Yaktık yıktık. Kendi kültürümüze sırtımızı dönmekle yetinmedik, 1400 yıllık müktesebatımızın hülasaları kitaplarımızı okuyamasınlar diye dil devrimi yapıp, kütüphaneleri okunmayan eserlerle dolu ülke olduk. Yetmedi, dinimizi berhava etmek için saldırmaya başladık. Oryantalistlerin Doğu'yu ve bilhassa İslam ülkelerini sömürmek adına yaptıkları çalışmaları, İslam’ın 4 ana ayağına dair yaptıkları tahrifatlar yetmemiş gibi, kendi açtığımız okullarda bunların eserleriyle beyinleri yıkanmış, Batı normlarıyla iğdiş edilmiş profesörlerimiz, onların açtığı yolda onlardan aşağı kalmayan çalışmalar ürettiler. Yetmedi nass'ın iki ayağından önce hadisleri tahfife, ravileri alaya çalışarak toplumu gelecekte yapacakları 2. evreye hazırladılar. Kur’an-ı Kerim hakkında saldırılara başladılar sonra da. Dinin sabitelerine yapılan bu hayasız saldırıların tek amacı, 1200 senedir İslam’ın bayraktarı olan aziz Türk Milleti'nin sahip olduğu Ehl-i Sünnet inancını zedelemek, benliklerinden onu yok etmektir. Orta Doğu'da yaktıkları selefi ateşle neredeyse İslam ülkelerinin kalbi olan toprakları berhava ettiler. Hindistan ve Mısır'da oryantalistlerin açtığı yolda yürüyen müteahhirin yerli müsteşrikler gereken tahrifatı zaten yaptılar. Efgani, Abduh, Reşit Rıza, Seyyid Ahmed, Fazlurrahman, Mevdudi, ve Ebu Zeyd gibi bahsi geçen isimler, Goldziher, Sprenger, M.Watt gibileri aratmayacak ifsadları yaptılar. Elde kala kala bir Türkiye kaldı. Ateizmin, Deizmin ve Selefi akımların kıskacındaki İslam Dünyası ve bilhassa onun son kal'ası Türkiye'nin bu taarruzlardan bir an önce kurtarılıp 1200 yıldır kendisine payeler ve ruh kazandıran Ehl-i Sünnet akidesine sımsıkı sarılması gerekmektedir. Yoksa 1200 senedir İslam’a en güzel hizmeti etmiş ve şu an bütün dünya Müslümanlarının umudu bu aziz milletin sonu Endülüs gibi olacak. Dinin sabitelerine saldıran bilhassa İlahiyat kökenli bu akımların öncülerinin durdurulması ve bertaraf edilmeleri ahiret hayatımızın olduğu kadar, ülkemizin beka sorunudur. Umuyorum devlet ricali de en kısa zamanda bu gerçeği idrak eder ve gereken tedbirleri alır. Yoksa kaçarken ağlayan Abdurrahman gibi hayıflanırız hep beraber... /Orhan BAYLAN 26 Aralık 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/endulus-olmadan-ya-da-cok-gec-olmadan/841

353


Orhan BAYLAN_Yazılar

Sen Kimin Yolundasın? Malum zat beni "Tarikatçı" diye güya suçlamış. Benden keşke olsa ama tarikat ehli olmaz, sadece olsa olsa ehl-i tarike muhabbet olur. Tarikatçı olmayı sanki utanılması gereken bir yafta gibi sunan şerefsize şunu hatırlatmak isterim: " Osman Gazi, kayınpederi ve Vefâiyye tarikatinden âhi şeyhi Edebâlî’ye bağlıdır. Yıldırım Sultan Bayezid’in, damadı Nurbahşiyye Şeyhi Emir Sultan’a hüsnü zannı vardı. Fatih Sultan Mehmed, Bayramî idi. Hacı Bayram halifesi ve İstanbul’un fethinin manevî mimarı Akşemseddin’e bağlıydı. Yavuz Sultan Selim, Zeyniyye şeyhi Halimî Çelebi’ye mensuptu Kanuni Sultan Süleyman, İlk Nakşî padişahtır. Sultan II. Abdülhamid, Şâzelî şeyhi Zâfir Efendi’ye mürid oldu. Elhamdülillah ben yukarıda isimlerini saydığım ulu atalarımın muhabbet duyduklarını ve kendilerini seviyorum. Peki; Türk'ü müslüman yapıp Balkanlara, Viyana önlerine kadar İ’lay-ı Kelimetullah için götüren ruhu veren bu kutlu yolu aşağılayan sen; hangi zürriyetsiz atanın yolundasın? Bilelim da... /Orhan BAYLAN 30 Aralık 2018 https://www.medyamit.com/yazarlar/orhan-baylan/sen-kimin-yolundasin/844

354


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.