GDO’lar Nedir, Ne Değildir? Prof. Dr. R. Şeminur Topal Yildiz Teknik Üniversitesi Biyoloji Böl. GDO Teknolojisinin Başlangıç Gerekçeleri ve İlerleyen Süreçteki Mevcut Durum Avrupa Biyoteknoloji Kuruluşu’nun tanımına göre; Biyoteknoloji, insan ve çevre sağlığına zarar vermeden ülkelerin gereksinimlerinin karşılanması için biyolojik kaynakların yeni başka bir kaynak yaratabilmek üzere temel mühendislik ilke ve uygulamalarına dayalı bir bilimsel araçtır. Ancak, bu gereksinimlerin sürekli ve güvenli bir biçimde karşılanabilmesi için, öncelikle ve özellikle insan ve çevre sağlığına zarar vermemek esas olup, ülkelerin kendi biyoteknolojik ürünlerini üretebilmeleri amacıyla da araştırma kapasitelerini geliştirmeleri de gerekir. Biyoteknoloji başlı başına yıllarca emek verdigim ve asla karşı olmadığım bir bilim dalıdır. Ancak burada güncel tarımsal uygulaması boyutuyla incelenecek olup, her teknolojik ve biyoteknolojik gelişimin de doğru ve gerçek fayda sağlayan bir sonuç oluşturmadığı, olası riskleri nedeniyle vazgeçilebilirliğinin doğallığı da göz ardı edilmemelidir. Bu bakımdan yukarıda koyu renkle yazılmış iki husus, Biyoteknoloji ve Genetiği Değiştirme (GD) teknolojisi açısından son derece önem taşımaktadır. Bu nedenle GD teknolojisi ve GD Organizmaları (GDO) incelerken bu iki hususa sık sık dikkat çekilecektir. Esasen transgenik teknolojinin yola çıkış serüveninde; en çok üstünde durulan husus, bu ürünlerin açlıkla mücadelede etkin olacağı savunmasıdır. Oysa başlangıçta dünyada, insan besini olmaya elverişli toplam 80.000 (seksen bin) bitki türü bulunduğu, 12.000 yıl önce kültüre başlayan tarımsal üretimle tarih boyunca insanlığın 3.000 kadar bitkiyi yiyecek olarak kullandığı bildirilmektedir. Açıklamalara göre günümüzde ise; yetiştirilen tür sayısı 150 olup, yalnızca 30’u ‘temel dünya yiyeceği olarak ifade edilmektedir. Bunlardan 15 kadar bitki türü; tüm dünya nüfusunun %90’ını doyurmaktadır (FAO 2001a, Fresco 2000, Topal 2002a). Yine bunların 9’u (buğday, mısır, soya, ayçiçeği, pirinç, patates, domates, pamuk vb.) tüketimi en yaygın çeşitler olup, başlıca türev gıda ürünlerinin de temellerini oluşturmaktadırlar. Dünya üzerinde kullanılan tarım kimyasalları nedeniyle toprağın, havanın, suyun kirlenmesini, insan sağlığının bu kimyasallardan aşırı derecede zarar görmesini öne sürerek insan ve ekolojiyi korumak, dünya açlığını engellemek için “biyoteknolojinin kullanılmasının ve GDO’lu ürün yetiştirmenin şart olduğunu” söyleyenler, dünya nüfusunun % 90’ını doyurmakta olan 15 bitki türünün genleriyle oynamayı veya bu işlevi üstlenenleri alkışlamayı tercih ettiler. İşte bu noktada “genetiği değiştirme (GD) tekniğinin” endüstriyel boyutlu uygulandığı 14 yıldır açlıkla savaşımın hiç gerçekleşmediği, halâ dünyada 800.000–1.000.000 insanın açlıkla yüz yüze kalmaya devam ettiği ve olayın tamamen ranta yönelik bir açıklaması bulunduğu artık gün yüzüne çıkmıştır. Yine bu 14 yıllık süreçte iddia edildiği gibi GD teknolojisi uygulanan tarımsal üretimlerde ciddi bir verim artışının da sergilenemediği, en azından üretici firmaların bile böyle düzenli bir veri ortaya koymadığı artık bilinmektedir. Hatta kontrollü şartlarda yapılan mısır üretiminde, GD mısırların %12 daha düşük verime sahip oldukları saptanmıştır. Bunun yanında ileri sürüldüğü gerekçede olduğu gibi, tarım kimyasallarının tüketiminde düzenli ve reel bir azalma olmadığı, aksine ilerleyen yıllarda artan bağışıklık nedeniyle kullanılan kimyasal tüketiminde artış kaydettiği gerçeği de ortadadır. İşlemeli tarım arazilerinin %74’ünde GD soya, mısır ve pamuk yetiştiren Arjantin’in tarım ilacı kullanımı, ticari amaçlı GD soya ekilmeye başlandığı 1996 yılında 13,9 milyon litre glifosfat kullanılırken, ilk 3 yıl pestisit kullanımının azalttığı saptanmış, ancak 2008’de bu miktarın 200 milyon litreye yükseldiği bildirilmektedir. Geçen bu sürede GD soya ekim alanı 5 kat artarken, glifosfat (yabancı ot ilacıglyphosate) kullanımı tam 14 kat artmış, bu yoğun ilaç kullanımı karşısında glifosfat direnci oluşan süper yabancı otları yok edebilmek için kullanımı yasaklanmış ve toksisitesi çok yüksek tarım ilaçlarının da kullanılması zorunluluk halini almıştır (Atalık 2009). Bu artışın büyük bölümü, soya, pamuk gibi herbisit toleranslı (HT) ürünlerin tarımsal üretim girdilerine aittir. Hazırlanan raporda, birçok çiftçinin gen aktarımlı bitki tarlalarına daha
1
fazla herbisit kullanma zorunda kaldıkları bildirilmektedir. Bunun nedeni yabani otların herbisitlere karşı genetik olarak dayanıklılıklarını arttırmalarıdır. Yıllardır bilimcilerin “herbisit toleranslı bitkilerin tarım alanlarında ekolojik değişimlere yol açacağı” konusundaki uyarılarında haklı oldukları, 2001 yılından itibaren ABD’de de gözlenebilmektedir (Ag BioTech, 2004, Atay 2007). O halde; bu teknolojiyi kullanarak, yeni potansiyel gıda kaynaklarını insanlığın hizmetine sunmak yerine, mevcutların ve en yaygın kullanılanların genetik yapısını bozmak eylemi, çok samimi olmayıp, ticari çıkarların öncelikli alınması eyleminin gerçekleştirildiğini, öne çıkarmaktadır. Oysa günümüzde “Dünya Ticaret Örgütü (WTO=DTÖ)’nün katkılarıyla da tamamlanan senaryonun parçaları olan, çok uluslu biyoteknoloji şirketlerinin devlet politikası halinde geliştirilmesi uygulaması ve bunların devletlerin resmi kurumlarınca da desteklemesi istediği; “dünyada el atmadıkları ülke ve tarla kalmamak koşuluyla, GDO’lu tohumlarıyla GDO’lu tarım ürünleri yetiştirip, GDO’lu gıdalar ile halkların beslenmesini sağlama amaçlı bir misyon üstlenilmesi”nden ibarettir. Böylece en çok tüketilen ürünlerde transgenik teknolojilerin uygulanması ve yaygınlaştırılması çabaları mevcut rantı attırmaktan öte, başkaca bir amaca hizmet etmeyecektir. Devam eden küreselleşme gelişimleri, sadece tüketici yarayışlılığının artması değil, tüketici aleyhine birçok belirsizliği de kritik düzeylerle ortaya çıkarmaya hizmet edebilmektedir. Bu durum da günümüzde birçok tartışmayı açmıştır. Bu tartışma, genellikle çok uluslu şirketlerin global rekabetlerinin sonucu olarak ulusal ekonomik ve sosyal standartların gücünü azaltarak, zorla kabul ettirdiği ve yaptırım gücünü kullandığı çifte standartlardan kaynaklanmaktadır. Ayrıca küresel ekonomi çevresel kısıtlamalarla yerel çeşitleri ve doğal zenginlikleri ortadan kaldırmaya doğru giden bir çevre kıyımını da şekillendirmekte ve giderek de gözlenebilen getirilerini sergilemektedir (Topal 2006). Dünyada ekim alanları itibariyle 125 milyon hektarla (James 2009), GDO tarımı her geçen gün özellikle gelişmekte olan ve geri kalmış ülkelere daha çok dayatılmaktadır, ancak halen genel ekim alanlarının sadece %3’ünden azını kapsayan bir yayılımdadır. Genel değerlendirmeyle; GD ürünlerin % 88’i sadece 5 ülkede ekilmekte ve toplam 25 ülkede GD’ürün yetiştiren 13,3 milyon çiftçi tüm çiftçilerin ancak %1’ini, küçük çiftçilerin ise sadece %2,7’sini, oluşturmaktadır. İddia edildiği gibi beklenen verim artışı da olmamıştır. Hatta Hindistan’da %400’lük ekim alanı artışıyla örneklendirilen GD pamuk ekimi, pamuk liflerindeki kısalma nedeniyle tekstile elverişliliğini kaybederek pazar değerinde ciddi parasal düşüşler olduğu için ve aradığı yüksek verimi bir türlü yakalayamayan çiftçiler günümüzde yaşamlarına son vermektedirler. Hindistan’da 2003’ten bu yana bu nedenle intihar eden çiftçi sayısının 16 bini geçtiği bildirilmektedir (Baffes 2005, Stone 2007). 2008 yılı itibariyle verilen bilgiler doğrultusunda ülkelere göre GDO’lu tohum ekimindeki ülkelere göre dağılım Çizelge 1’de verilmiştir (Atalık 2009). Çizelge 1. Ülkelere göre 2008 yılı GDO ekim alanları ve ürünler Sıralama
Ülkeler
Ekim Alanı
Ürün
(milyon/ha)
1
ABD
62,5
soya, mısır, pamuk, kanola, balkabağı, papaya, kaba yonca, şeker pancarı
2
Arjantin
21
soya, mısır, pamuk
3
Brezilya
15,8
soya, mısır, pamuk
4
Hindistan
7,6
pamuk
5
Kanada
7,6
kanola, mısır, soya, ş.pancarı
2
6
Çin
3,8
pamuk, domates, kavak, petunya, papaya, çarliston biber
7
Paraguay
2,7
soya
8
G. Afrika
1,8
mısır, soya, pamuk
9
Uruguay
0,7
soya, mısır
10
Bolivya
0,6
soya
11
Filipinler
0,4
mısır
Çizelge 1: (devam) 12
Avustralya
0,2
pamuk, kanola, karanfil
13
Meksika
0,1
pamuk, soya
14
İspanya
0,1
mısır
15
Şili
<0,1
mısır, soya, kanola
16
Kolombiya
<0,1
pamuk, karanfil
17
Honduras
<0,1
mısır
18
Burkina Faso
<0,1
pamuk
19
Çek Cum.
<0,1
mısır
20
Romanya
<0,1
mısır
21
Portekiz
<0,1
mısır
22
Almanya
<0,1
mısır
23
Polonya
<0,1
mısır
24
Slovakya
<0,1
mısır
25
Mısır
<0,1
mısır
Kaynak: James 2009. Çizelge 1’in değerlendirilmesine göre; GD ekim alanlarının %50’sine ABD tek başına sahiptir. Buna Kanada, Arjantin, Brezilya ve Paraguay’ı eklersek ekim alanlarının %88’i Kuzey ve Güney Amerika’da yer almaktadır. Bu ülkelere Hindistan, Çin ve Güney Afrika’yı da katarsak, toplamda bu 8 ülke ekim alanlarının %98’ine sahip olmaktadır. Listede yer alan diğer 17 ülke ise, ekim alanının ancak %2’sine sahiptir. GDO’lar açısından bu
3
durumu da giderek yaygınlaşma yerine, giderek baskınlaştırılmaya ve dayatmaya çalışılan bir teknoloji olarak tanımlamak mümkün olacaktır (Atalık 2009). Başlıca GD Uygulamaları Nelerdir? Genetik transfer işlemleri; bitki, hayvan veya mikroorganizmalardaki tek bir hücrenin, uygun DNA veya DNA parçacıklarının alınarak, insan eliyle laboratuvar ortamında tasarımlanan yeniden bir başka canlı organizmaya aktarılması, tamamen farklı karakterli yeni canlılar yaratılması ve sonuçlarının endüstriyel uygulamaya aktarılmasıyla gerçekleştirilmektedir. Buna göre; bir canlıdan başka canlıya(lara) aktarılan genler sonucu ortaya çıkan yeni ürünlere ‘GDO’ denilmektedir. Gen teknolojisinde, bir organizmadan diğerine gen transferinde bir çok farklı teknikle ‘kes-yapıştır’ yöntemini kullanılmakta, ancak aktarılan yeni genin yerleşim bölgesi bazan da hedeflenin dışına çıkabilmektedir. Bu haliyle GD teknolojisi, aynı türler arasındaki kontrollü karakter transferlerine dayanan klasik islah uygulamalarından ve doğal kaçışlara dayanan doğal mutasyonlardan kesinlikle farklıdır. Bu tip benzetmeler dikkatleri başka yerlere odaklamak ve sadece kafa karıştırmak için tercih edilmektedir. GD tekniğinde farklı canlı alemleri (bitki/hayvan ile mikroorganizma gb.) veya farklı canlı cinsleri ve türleri arası gen transferleri söz konusu olabileği gb., bazan da bir canlı türünün mevcut gen haritasındaki dizilimde genler arasında, insan eliyle yapılan yer değişimleri gerçekleşmektedir. Her üç tip uygulamada da tamamen başka karakterli yeni canlıların yaratılması söz konusudur. Uluslararası pazardaki tüm GDO ve GD gıdalar, pek çok farklı amaçlar için geliştirilmekteyse de, en yaygın olarak üç temel özelliğe göre sınıflanır: böceklere karşı direnç, herbisitlere karşı direnç ve viral enfeksiyonlara karşı direnç kazandırılmış ürünler. Genellikle transfer edilen genler, mikroorganizmalardan alınarak çeşitli ürünlerin değiştirilmesinde kullanılmıştır. Ancak, “Genetik Olarak Değiştirilmiş Organizmaların (GDO=GMO)” ve “Genetik Olarak Değiştirilmiş Ürünlerin (GMP= GDÜ=Transgenik Ürünlerin)” uygulamalarına ilişkin, tarımsal ve gıda güvenliği açısından tüketici sağlığına ve/veya çevreye olası etkileri, halen gündemdeki tartışmaları oluşturmaya devam etmektedir (Topal 2005, 2006). Günümüzde bazı çevrelerce "Frankenfoods = Frankeştayn Gıdalar" olarak da adlandırılabilen çeşitli “Genetiği Değiştirilmiş Gıdalar” artık doğrudan veya dolaylı olarak günlük beslenmemize girmiştir. Bilimciler 70’li yılların sonundan bu yana, DNA’nın alternatif kullanımları üzerinde yoğunlaşırlarken, son 10 yıldır da gıdaların başkalaşımlarını gerçekleştirmek için bu teknolojinin kullanımına ağırlık vermişlerdir. Halen hızlı gelişen bu akım sonucunda; işlenmiş ürünlerin %70 dolayındaki kısmı, genellikle GDO ve bileşenleriyle üretilmiş nitelikte olup, bu ürünler market raflarını doldurmuştur. Oregon State Üniversitesi’nden bitki hastalıkları ve botanik alanında çalışan Prof. Dr. Terri Lomax, pazardaki mısırın %30’unun, soyanın ve kanolanın %70’inin genetik mühendisliği ürünü olduğunu ileri sürmüştür. Durum böyle iken; bu teknolojinin yaşamıza etkileri sadece ‘aktarıldığı üründen’ ibaret değildir. Bunların yağ, nişasta, mısır şurubu vb. temel ve yan ürünleriyle, bunlardan üretilen pek çok türev gıda ürününün de (hazır çorba, pasta, bisküvi, çikolata, vb.), genetik olarak değiştirilmiş karakter taşıdığını söylemek gerekmektedir. Bir tek mısır bitkisinden 600, bir tek soya bitkisinden 900 türev ürün üretebildiğini (Peace 2004) düşünecek olursak, günlük beslenmemizdeki alım yelpazemizin ne kadar genişlediğini daha net olarak ifade etmek mümkün olacaktır. Halen, birçok endüstriyel üretimde transgenik mikro-organizmalar (bakteriler, maya, küfler) GDO niteliğinde olup; ekmek, bira, peynir, bağcılık ürünleri vb. çeşitli gıda üretimlerinde doğrudan veya enzim, çeşitli gıda katı maddesi olarak aminoasit vb. elde etmek için dolaylı kullanılmaktadırlar. Örneğin hububat endüstrisinde tükettiğimiz enzimlerin büyük bir kısmı GDO kaynaklı amilazlardan elde edilmektedir. Bunlar; hem gıdanın kendi çeşitleri niteliğinde üretime doğrudan katılabilmekte, hem de soya lesitini örneğinde olduğu gibi, katkı maddesi özelliğiyle de gıdanın bileşimde yer alabilmektedir. Aynı zamanda transgenik teknoloji ve ürünleri tıp alanında da yaygın kabul görmekte, insülin gibi yüz kadar düzenleyici protein veya gelişim hormonunun ilaç olarak kullanımında rol almaktadır. Yine birçok aşı (hepatit B gibi) da genetik kaynaklı ürünler olarak başarıyla üretilmektedir. Bu yeni “mikro moleküler değişim”, ileri boyutlu uygulamalarda, bitkilere ve yediğimiz gıdalara ulaşıncaya kadar, kamuoyunun dikkatini
4
fazlaca çekmemişti (FAO 2003a,b). Tıptaki bu başarılı kullanımlar, gıda endüstrisi ve tarımsal kullanımlarından ayrı tutulmalıdır. Ancak tüketicinin seçme ve bilgi edinme hakkını kullanmaktan yoksun olarak tüketmek zorunluluğunda kaldığı, tüm herbisitlereböceklere ve viral hastalıklara dayanıklı domates, kolza, soya, mısır, patates, pancar, kabak, pamuk gibi pek çok tarımsal ürün için üretimde yaygın olarak kullanılmakta ve uluslararası ticarette kullanılmakta oluşu esas eleştirilen boyutunu oluşturmaktadır. Avrupa Birliği (AB)’nin “Yeni Gıdalar” yönetmeliği (Ocak 1997); herhangi bir gıda ürünü, “geleneksel” benzerinden farklılaştığı anda transgenik kökenli olduğunun etiketlenmesi gerekliliğini getirmektedir. Ancak bunun uygulaması yoruma açık olup: “Farkı yaratan” girdinin aslında “müdahale edilmiş protein” mi, “nakledilmiş gen” mi olduğu arasında karar vericiler tereddüt yaşamaktadır. Nitekim AB’nin ilgili komisyonlarınca geliştirilen 90/220 (EC 1990) no’lu direktifinde de, “GDO; kopyalama ya da doğal eşleştirme ve/veya kopyalamanın uygun olmadığı hallerde genetik materyallerin taşınması yoluyla oluşturulmuş biyolojik varlıklardır” şeklinde tanımlanmıştır. Aynı kaynakta; “DNA tek bir genin boyutundan daha küçük parçalar olacak şekilde parçalanamıyorsa, o materyal genetik olarak yaşayabilir nitelikte değildir. Bu durumda da 90/220 no.lu direktifin kapsamı dışında kalır” şeklinde bir ikilemden söz edilmiştir (Topal 2002a). Nitekim aynı yaklaşımla, ABD kökenli GD-mısır çeşidinin gluten kontrolü bu kapsam dışında kalmakta ve hayvan yemi olarak değerlendirilebilmektedir, bu bakımdan ayrıntılar önemlidir. Fransızlar ise, böyle bir ürünü ancak Fransa’ya ithali ve kullanımı halinde yasaklamışlardır. Oysa günümüzde ABD’de pek çok sayıda farklı GM mısır çeşidi yetiştirilmekte olup, bunların dünyaya yayılımının engellenmesi son derece zor bir hal almıştır. Şu anda bunların sadece 4’ü için Avrupa ülkelerinde kullanım izni vardır. Yine ABD’de farklı genetik soya modifikasyonundan sadece 2’si Avrupa’da kullanılabilmektedir. Bunun gibi diğer yağlı tohumlardan kolza, pamuk tohumu, şeker kamışı için farklı varyeteler geliştirilmiş olup, bunların denetimi giderek güçleşmektedir ve bu nedenle de söz konusu ürünler, bizim gibi topluluk dışı ülkelere yönlendirilmektedir (Harland 2000). Ayrıca “Yeni gıdalar”a ilişkin yönetmeliğinin uygulamasında bir diğer zorluk da “gen yapısındaki farklılığı yakalamaktır”. Etiketler ancak içindekiler doğrulanabilirse anlamlı olabilirler, oysa GD- kontrolünde, bu işlem bir çeşit “nakledilmiş gen avı” gerektirmektedir. Ancak tek bir tam analizin maliyetinin bile çok yüksek olduğu düşünülürse; genetik değişimin çoğalması ve bunların belirlenmesindeki en önemli sınırlayıcı olduğu görülebilmektedir (Browaeys ve Gouyon 2000). Bu konudaki görüşlerini keskin bir dille ortaya koyan Peace (2004), ilgili makalesinde, açıklamasını “muhtıra” olarak tanımlamış ve “yasak meyve” olarak nitelediği bu teknolojik ürünler için; çok çarpıcı olması nedeniyle aynen çevirisiyle, aşağıdaki açıklamaları getirmiştir: “Şu andaki genetik olarak modifiye edilmiş ürünler sebepsiz bir şekilde nüfusun ve çevrenin sağlığını tehdit etmektedir. Bugünkü bilgi düzeyi, güvenli ve tahmin edilebilir bir şekilde bir organizmanın kalıtımsal malzemesini modifiye etmek için yeterli değildir, ayrıca söz konusu ciddi yan etkilerin riskleri, faydaları geride bırakmaktadır. Biz sizi bu az gelişmiş bilimin ürünlerini yetiştirmeyi bırakmaya ve asla geri dönüşü mümkün olmayan bu ürünlerin doğaya salımını yasaklamaya davet ediyoruz. Bu teknoloji piyasalara, bilimsel olarak tam anlamıyla çözülmeden çok önce sürülmüştür. Bu teknolojinin tanıtımı hileli araştırmalarla, rüşvetlerle, bağımsız olmayan bilim adamlarıyla, ört baslarla ve endüstri temsilcileriyle dolu düzenleyici kurumlarla yapılmıştır. Ciddi sağlık ve çevre sorunlarının ışığında, bu sahtekârlığa ve halkın güvenini kötüye kullanılmasına son vermek için bir an önce harekete geçmeliyiz. Mevcut güvenlik değerlendirmeleri, birçok zararlı etkinin tespit edilmesinde yetersiz kalmaktadır. Genetik modifiye bir ürün gibi, yabancı bir gen de, canlı organizmaya yapay yollarla yerleştirildiğinde, organizmanın mevcut doğal geni istem dışı olarak silinebilir, çalışmayabilir, sürekli çalışabilir, başkalaşabilir, ya da parçalanabilir. Yüzlerce doğal gen, canlı hücreleri oluşturan temel molekül olan proteini üretme biçimini değiştirebilir ve hatta ortaya çıkan bu yeni protein amaçlanan proteinden farklılaşabilir. Güvenlik için temel varsayımlar altüst edilmiş ve sadece bazı karşıt bulgular genetik modifiye besinlerin güvenli olmadığını savunur olmuştur. Genetik modifiye besinlerle beslenen hayvanların organlarının zarar görmesi (mide kanaması, aşırı hücre
5
gelişimi, akciğer dokusunda şişme, vb.), sterilite (kısırlık) sorunları ve yavrular da dahil olmak üzere artan ölüm oranlarının yanı sıra, büyüme - organ gelişimi sorunları ve bağışıklık yetisi ile kan ve karaciğer hücreleri oluşumunda da sorunlar görülmüştür. Riskler genetik modifiye besinlerde yerleşmiş olan genlerin yalnızca sindirimine yönelik olmayıp, aynı zamanda da organlara ve dolaşıma geçişleriyle de artmaktadır. Bu geçişken genler kanda, karaciğerde, dalakta ve böbreklerde bulunmuştur. DNA, plasenta yoluyla doğmamış yavruya da geçmektedir. İnsanlar üzerinde yapılan tek klinik deney soyadaki bu genlerin bağırsak bakterisine geçtiğini göstermektedir. Genetik modifiye gıdalardan kimsenin zarar görmediğine dair iddialar, insan sağlığı üzerindeki etkilere yönelik, yeterli araştırma yapılmadığı için yanıltıcıdır. Soya alerjilerinin, genetik modifiye soyaların İngiltere’ye ithalinden sonra %50 oranında arttığını ve Genetik modifiye besin desteklerinin yaklaşık 100 Amerikalı’yı öldürdüğünü; 5,000 ila 10,000 kişiyi hasta ettiğini biliyoruz. Bazı genetik modifiye ürünlerin üreticileri Bacillus thuringiensis toksinini üreten genden bitki genine aktararak, Bt kod adlı kendi zirai ilaçlarını geliştirmektedirler. Bunların kabul edilmesi, Bt toksinin memeliler üzerinde biyoaktif olmadığı varsayımına dayandırılmaktadır. Ancak Bt toksin, farelerde güçlü bağışıklık tepkilerine ve anormal, aşırı hücre gelişimine yol açmıştır. Bt mısır tarlalarının yakında yaşan Filipinlilerin döllenme döneminde, 3 dönem üst üste, gizemli belirtiler oluşmuş ve kan testlerinde Bt’ye bağışıklık tepkileri gözlemlenmiştir. Hindistan’daki Kasım 2005 raporu, Bt pamuğun da alerjik reaksiyona yol açtığı belirtilmiştir. Peki ya Bt genleri aynen soya genlerinde olduğu gibi barsak bakterilerine geçiyorsa? Bunlar iç floramızı birer canlı zirai ilaç fabrikasına çevirebilirler. Halkla ilişkiler konusundaki atılımına rağmen, genetik modifiye ürünler herbisitlerin kullanımını arttırmakta, ortalama verimi düşürmekte ve gıda güvenliğini tehdit etmektedir. Sürdürülebilir ve organik çiftçiliğe zarar vermekte ve çiftçileri bir borç ve bağımlılık döngüsüne hapsetmektedirler. Biyoçeşitliliği tehdit etmekte, yararlı böceklere zarar vermekte, genetik modifiye olmayan ürünleri kirletmekte ve doğada kuşaklar boyunca var olmaktadırlar. Sigorta şirketleri genetik modifiye ürünlerden kaynaklanan riskleri kapsamak istememekte, ancak tüketiciler de onları istemektedirler.” .... Mısır, patates, soya, kolza (kanola), domates, pirinç, buğday, kabak, ayçiçeği, yerfıstığı, çilek, bazı balık türleri, papaya, kasava gibi pek çok GDO’lu ürün bulunmaktadır. Bunların dışında endüstiyel üretime geçmek üzere çalışmaların devam ettiği; muz, ahududu, kiraz, ananas, balkabağı, biber, kavun, karpuz, vb. ürünler olduğu gibi, üretimi sırasında dolaylı olarak GDO kullanılan pek çok ürün de mevcuttur. Örneğin genetiği değiştirilmiş mısır ve soya gb. ürünlerden üretilen yan ve türev ürünlerin (yağ, un, nişasta, glikoz şurubu, sakkaroz, fruktoz vb. içeren gıdaların) yine günlük tüketim maddeleri arasında yer alan GDO’lu olma riski bilinmektedir. Bunların türev ürünlerinde kullanıldığı örneğin; bisküvi, kraker, kaplamalı çerezler, pudingler, bitkisel yağlar, bebek mamaları, şekerlemeler, çikolata ve gofretler, hazır çorbalar yine GDO’lu ürünler olarak sayılmaktadır. Yine GD mısırı ve soyayı yem olarak tüketen tavuğun hem eti ve hem de yumurtası ile benzeri hayvansal gıdaların da GDO’lu olma riski taşıdığı, halen süregelen yaygın tartışma konusudur. Bunların yan ürünlerini, bileşen veya katkı maddesi olarak içeriğinde kullanan her bir işlenmiş ürünün GDO'lu olma riski de bulunmaktadır (Berlan ve Lewontin 1998, 2000). Transgenik ürünlerin eldesinde izlenen işlem basamakları aşağıda özetlenmiştir; — bir bitkide, hayvanda veya mikroorganizmada olabilen hedef geni taşıyan organizmanın tanımlanması, — istenilen bu genin saflaştırılması, — bu saflaştırılmış genin kaynaşımı (füzyonu) ile modifiye gen diziliminin oluşturulması — fonksiyonel kontrolü için destekleyici dizinin hazırlanması, — işaretleyici genin eklenerek tasarımın gerçekleştirilmesi aşamalarını kapsamaktadır (işaretleyici gen, ilgili genin aktif olarak belirlenemediği durumlarda yardımcı olmak üzere, flüoresans protein veya antibiyotiğe dayanıklılık faktörünü içermek üzere hazırlanır). Bunu takiben, genellikle bir bakteri içinde kopyalanmış dizilimlerin çoklu kopyalarının oluşturulması “istenen genetik kopyaların gen silahı veya bir biyolojik ajan
6
yardımıyla, değiştirilmek istenen mikroorganizmanın genomuna eklenmesi” hedef geni içeren organizmaların işaretli gence belirlenmesi - değiştirilmiş (modifiye) bitkilerin çoğaltılması olarak özetlenebilmektedir. Bu amaçla kullanılan pek çok farklı teknik (doğrudan tüm genomun transferi / kopyalanma, gen tabancasıyla hücre içine atış tekniği ile fırlatılması, hedef hücreler içine çıplak nükleik asit (DNA) moleküllerini yerleştirmek, füzyonla mikropartikül bombardımanı, ağır metal tuzları ile bombardıman, yüksek voltajda elektriksel yüklerin mikroenjeksiyonu, elektroporasyonla yükleme, ribozomlarla taşıma gb.) fiziksel ve kimyasal yöntemlerle yapılmaktadır. Bütün bunlara bir örnek olması bakımından gen silahı tekniği ile yapılan uygulama şematik olarak Şekil 1’de gösterilmiştir (Pöppling 2000, Topal 2002a).
Ülkemizde bu ürünlerin analiz ve denetiminin yapılmasıyla ilgili yasal düzenlemeler gündemde olmakla ve halen bu ürünlerin risklerini tartışmak açısından geç kalınmış olmakla beraber, konuyla ilintili yasal yapılanmanın kurulması için yetkileri uyarmak, toplumsal eğitim ve bilinçlenme düzeyini arttırmak, bu ürünler hakkındaki endişeleri yaygın kitlelere duyurmak, ulusal bir korunma stratejisi benimsemek ve uygulamak en doğru yol olarak seçilmelidir. GDO’ların Tartışılan Riskleri Dünyada ilk kez 1996 yılında endüstriyel uygulamaya geçen, üretici çevrelerce de hızla yaygınlaştırılmasına çalışılmasıyla birlikte; özellikle tüketici sağlığına ve çevreye olası etkileri açısından, büyük tepki alan transgenik ürünlere dönük, gerek iç - gerekse dış ticaret önlemlerinin kapsamı ve uygulanması konusunda tartışmalar, yine tüm dünyada sürdürülmektedir. Türkiye‘nin tarım konusunda en büyük ticari ortağı olan ve katılım öncesi süreçte bulunulan AB‘nin transgenik ürünler konusunda uygulamakta olduğu ya da uygulayacağı politikalar, dünya ticaretinde sözü geçen önemli bir ticaret bloğu olması nedeniyle; Türkiye için de tarımsal politikaları belirleyici konuma gelmiştir. AB ile olan ticari ilişkilerin yanı sıra; Türkiye’de halk sağlığı, tarımın geleceği ve çevre açısından karşılaşılabilecek özgün tehlikelerle, barındırılan doğal gen kaynakları da bölgesel olarak hesaba katıldığında, Türkiye’nin üretim ve ticaret düzenini gözden geçirerek transgenik ürünlerin üretim ve kullanımında, uluslararası anlaşmaların çerçevesi dışına çıkmayacak, yasak ya da kısıtlamalar uygulaması, akılcı görünmektedir. Öte yandan, tarım ve gıda sektörlerinin ihracat açısından stratejik önemi de dikkate alındığında, transgenik üretim nedeniyle ihraç pazarlarında yakın gelecekte kısıtlamalarla karşılaşılması, Türkiye’nin çıkarına olmayacaktır. Gen aktarımı tekniği çok yeni olup, hızla yaygınlaştığı için henüz yansımaları geniş boyutta kesinleşmemekle birlikte, ileriye yönelik çeşitli risk olasılıkları
7
ve bunların riskler; • • • • • • 2007a,b).
olası yansımaları yaygın olarak tüm dünya genelinde tartışılmaktadır. Bu Sağlık Riskleri, Çevresel (Ekolojik) riskler, Tarımsal kısıtlara varan riskler, Ekonomik ve ticari riskler, Sosyal ve hukuksal riskler Etik açıdan gelişebilecek riskler olarak sıralanabilmektedir (Topal 2006,
Sağlık Riskleri Tüketicilerin güvenlik ve çevre açısından duydukları kuşku nedeniyle, GDO’lu gıdalar dünya çapında beklenen kabulü görmemiştir. Buna ek olarak çevre ve halk sağlığının güvence riskleri, doğadaki diğer canlılar için gen kaçışlarının yayılımı, potensiyel gen akımı, tarımsal başkalaşım, alerjik sorunlar, antibiyotik direncinin yıkımı ve tüketicilerdeki bazı sindirim sistemi problemleriyle ilgili olarak da ciddi kuşkular duyulmaktadır (FAO/WHO 2000, MRC 2000). Bütün bunlar GDO’ların potansiyel riskleri hakkında tartışma konusu yaratmaktadır. Gen aktarımlarıyla, genlerin dizilimlerinde veya yapılarında yapay olarak yaratılan değişimlerle, tüketicinin sağlık sorunları yaşabileceği öngörülen yaygın yaklaşımlar ve son yıllarda özellikle hayvan denemeleriyle alınan sonuçlarla sağlık riskleri daha da netleşmeye başlamıştır. Ancak insanlarla doğrudan deneme yapılamayacağından ve de 14 yılın insan yaşamı bakımından kısa bir süreç olduğu düşünülerek, henüz insanlardaki en net sonuçlar alerjilerdeki artışlarla sınırlı kalmaktadır. İleriye yönelik tartışılan olası sağlık riskleri arasında özellikle alerjik reaksiyonlar, metabolizmaya zarar verici enzimatik hasarlanmalar, kanserojenik riskler, yabancı proteinden kaynaklanabilecek Alzheimer, deli dana, vb. hastalıklardaki artışlar, metabolizmanın vitamin sentezleme yetisindeki kısıtlayıcı etkileşimler, antibiyotiklere direnç, bağışıklık sistemindeki değişimler, hücresel başkalaşımlar, vb. olumsuzluklar sayılmaktadır (Seralini 2009). GDO’ların ve GD-gıdaların en fazla eleştirildiği husus, organizmada ve ileriki nesillerde yapabileceği genetik etkileşimler olasılığıdır. Her nekadar, moleküler ve hücresel detaylar çok çeşitli ise de; zaman içinde gelişen hücresel genetik mutasyonlar ve buna bağlı hücre içi çöküntülerle ciddi sorunlar şekillenmektedir. Bunun sonucunda da başta sinir hücrelerinde dejenerasyonlar, işlevsel bozukluklarla (Alzheimer gb.) hücreler arası iletişimin bozulması ve nihayet de ölüm oluşabilmektedir (Selkoe 2004). Genotipten fenotipe uzanan bu anormalilerin olası etmenleri arasında transgenik ürünlerin düşünülmesi bile, risklerin tartışılması gereğini yeterince açıklamaktadır. Bitki zararlılarına dirençli GDO/ürünler bir toprak bakterisi olan Bacillus thuringiensis (Bt)’ten elde edilen değiştirilmiş bir gen içermektedir. Bu gen bitkinin yapraklar ve meyve de dahil olmak üzere bütün bölümlerinde bir endotoksinin aktif biçiminin üretilmesini sağlamaktadır. Tarımda uzun zamandır biyolojik mücadelede böcek öldürücü olarak kullanılan Bt spreyi, üretim sürecinde toprakta parçalanıp veya tüketim sürecinde ürünün yıkanmasıyla bitki Bt toksininden arındırılabiliyordu. Ancak Bt geni aktarılmış ürünlerde, bu toksininin parçalanması ya da ürünün yıkanarak temizlenmesi söz konusu olmayıp, toksin tümüyle bitkiyi tüketene geçmektedir. Bt geni aktarılmış ürünlerin tüketiminde, bireyin maruz kaldığı Bt toksini miktarı Bt spreyindekinin 10-100 katı fazladır. Hayvanlar üzerinde yapılan deneyler Bt toksininin memelilerde aktif olduğunu, sindirim sisteminde parçalanmadığını, bağırsaklarda bağlanabildiğini ve insan sağlığı açısından tehdit oluşturabileceğini ortaya koymaktadır. Hatta Filipinler’deki bir Bt mısır ekim alanının yakınında yaşayan köy halkında solunum yolu, sindirim sistemi, cilt reaksiyonları ve ateşle seyreden alerjik hastalığın, mısırın polen saçtığı dönemde sıklıkla ortaya çıktığı fark edilmiş ve bu bireylerin kan örneklerinde Bt toksinine karşı antikorlar da saptanmıştır (Heinemann ve Traavik 2004, Hall 2005). Rusya'da son yıllarda allerji belirtisi gösteren hastaların sayısında 3 kat artış olduğu ve bunun nedeninin GD’lu ürünler'in tüketimi olabileceği bildirilmektedir (Traavik ve Smith 2004). Yine aynı kaynakta, GDO’lu patateslerin fareler için toksik etki yaptığı, bağışıklık sisteminde bozukluklar, artan viral enfeksiyonlar gibi birçok etkileri olduğu
8
gözlenmiştir. Yine gıdalara triptofan takviyesini sağladığı ileri sürülen bir bakteriyel genetik değişim uygulaması ABD’de, ürünü kullanan kişilerde sinir sistemini etkileyen, kas ağrıları ve kandaki bazı hücrelerin sayısında artış ile seyreden eozinofili-miyalji sendromu ortaya çıkartmıştır. Bu sorunları yaşayan 155 kişide kalıcı hasar meydana gelmiş, 38 hasta yaşamını yitirmiştir. Yapılan inceleme sonucu genetiği değiştirilmiş bakterideki artan triptofan üretiminin, toksik bir yan ürün oluşumuna yol açtığı saptanmıştır (Mayeno ve Gleich 1994, Verzola ve Greens 2000). Yine, GDO’lu ürünlerin yanında süt verimi artırmak için kullanılan Rekombinant Sığır Büyüme Hormonu (RSBH) uygulanan sığırlardan elde edilen sütün uzun vadedeki etkileri de tartışılırken, yapılan çalışmalar RSBH uygulanan ineklerden elde edilen sütün düşük kaliteli ve protein içeriğinin doğal süte oranla daha az olduğunu göstermiştir. Ayrıca bu sütler daha fazla bakteri içerdiği için daha çabuk bozulmaktadır. FDA ise doğal süt ile RSBH uygulanan ineklerin sütü arasında önemli bir fark olmadığını iddia etmektedir (FDA 2003). RSBH uygulanan ineklerde meme enfeksiyonları, yumurtalıklarda kist gelişimi, rahim ve sindirim sistemi ile ilgili bozukluklar daha sık görülmektedir. Bununla bağlantılı olarak hayvanlarda gebelik oranı düşmekte, buna karşılık antibiyotik kullanma sıklığı artmaktadır. Oysa araştırmacılar besi hayvanlarında antibiyotik kullanımının insanlarda kullanılacak antibiyotiklerin etkinliğini giderek azaltabileceği yönünde uyarmaktadır. Ayrıca Avrupa Komisyonu, biyoteknoloji ürünü olan RSBH geni transfer edilen ineklerin sütünde aşırı miktarda insülin benzeri büyüme faktörü (IGF-1) bulunduğunu açıklamıştır. Yayınlanan raporda aşırı miktarda IGF-1’in özellikle meme ve prostat kanseri açısından risk faktörü oluşturduğu belirtilmektedir. Amerika’da bu sütü tüketenlerin kanındaki IGF-1 düzeylerinin, tüketmeyenlere göre %10 oranında yüksek olduğu saptanmıştır (Verzola ve Greens 2000). Yine GDO’lu ürünlerin üretiminde belirteç gen olarak kullanılan antibiyotik direnç genlerinin en büyük tehlikesi, ortamda bulunan bakteriler aracılığıyla, yayılması ve bu bakterilerin neden olduğu enfeksiyonların, antibiyotik tedavileriyle kontrol altına alınmasını engellemesidir. Bunun gibi pek çok örnek olmakla birlikte, bu gıdaların hala güvenli olduğunu ve riskleri dile getirenlerin de korku saldığını iddia etmek şaşırtıcıdır. Nitekim Schubert (2008)’in de ifade ettiği gibi; “kapsamlı bir epidemiyolojik çalışmalar olmaksızın tümüyle zararların saptanması, olanaklı ve doğru değildir. GDO’larla 90 günlük denemeler dışında, bu yönde hiçbir çalışma yapılamamıştır, dolayısıyla bu gıdaların tam güvenli olduğu görüşünü doğrulayan hiçbir veri yoktur.” İngiliz Tıp Birliği de sürekli bu konuda duyurular yapmaktadır (Royal Society 2002). Nitekim İngiliz Tıp Birliği’nin böylesi duyurularından sonra da Amerikan Tıp Birliği (AMA) de konuyu yeniden gündemine almış ve biyoteknolojinin topluma yararlı olduğunu savunduğu 10 yıllık politikasının, GDO’lu ürünlerin ticari tüketime sunulmasından öncesine dayandığını ifade etmiştir. Halen AMA, tıp dünyasında hakim olmaya başlayan GDO’lu ürünlerin tamamen güvenli olduğunu öne süren görüşe karşıdır. Araştırmacılar GDO ve ürünleriyle ilgili güvenlik testlerinin yeterliliğini sorgularken, FDA ise durumu bütünüyle görmezden gelmektedir. AMA deklarasyonundaki şaşırtıcı noktalardan biri de antibiyotik direnç genlerinin “eğer mümkünse kullanılmaması”nın önerilmiş olmasıdır. İngiliz Tıp Birliği ise bu belirteç genlerin hastalığa neden olan (patojen) bakterilerin yapısına katılması ve onları antibiyotiklere karşı dirençli kılması olasılığına dikkati çekmektedir (Topal 2006). Greenpeace ve İsviçre Tarım Örgütü gibi çevreci kuruluşların yaptıkları yasal başvurular sonucunda üretici şirket, bu verileri açıklamak zorunda kalmış, sonuçları inceleyen Fransız Genetik Mühendisliği Araştırma ve Bilgi Komitesi ile Fransız Caen Üniversitesi, üretilen üç tip GDO’lu mısırın böbreklere ve karaciğere zarar verdiğini, diyabet riskini artırdığını ve iç organlara geri dönülmez zararlar verdiğini belirlemiştir. Araştırma sonuçlarına göre MON 810, MON 863 ve NK 603 tipi üç GDO’lu mısırın, sadece üç ayda farelerde karaciğer ve böbrek hastalıklarına neden olduğu saptanmıştır. Bu mısırlarla beslenen farelerde kan şekeri yükselmiş, kandaki yağ oranı da artmıştır. Araştırmayı yapan Seralini; “Burada gösterdiğimiz şey, zehirlenmenin kanıtı değil ancak göstergesidir. Bu ürünlerin hemen insanları zehirleyeceğini söylemiyorum, ancak bunun ileride aşırı kullanma nedeniyle kronik bir hale gelemeyeceğini kim söyleyebilir? Onların
9
araştırmalarını kullandık ve en azından farelerde bu mısırların böbrek zararına neden olabileceğini gösterdik” açıklamasını getirmiştir (Seralini 2010). Çevresel (Ekolojik) Riskler: GDO ve GD-bitkilerin bir popülâsyondan diğerine polenlerinin yayılımıyla, doğal gen kaçışı gerçekleşmesidir. Polenler genellikle rüzgâr, su veya hayvanlar gibi çeşitli taşıyıcılarla çevreye yayılabilirler. Böylece polenler veya tohumlarla, genlerin çeşitler arası kaçışı yaygınlaşmaktadır. GM olan ve olmayan topluluklar arasında gerçekleşen dış çapraz bulaşılarla, fertil (döllenmiş) hibritler oluşmaktadır. Dış çapraz bulaşıların oluşumu bazen varyeteler arası da gerçekleşebilmektedir. Örneğin; “mısır ile darı” arasında veya “pirinç, buğday ve arpa” arasında da kendiliğinden doğal çapraz bulaşma gerçekleşebilmektedir. Böylece genlerin tohum veya polenlerle yayılımı ve dağılımıyla, geri dönüşü mümkün ve kolay olmayan ciddi değişimler yaşanmaktadır. Bunun sonucunda da ekofloradaki doğal, yerel veya endemik (ülkelere has) çeşitlerin yitirilmesi, ya da karakter değiştirmesi riski yaşanabilmektedir. Hayvanlar ve balıklar arasındaki gen aktarımlarının kontrolsüz yayılımını teşvik eden doğal gen kaçışlarıyla, GM olmayan üyelerle - diğerleri arasındaki bireysel temaslarla veya döllenmiş yavruların ileri nesillerdeki karışımıyla gerçekleşebilmektedir. Bunun sonucunda da doğal çeşitlerde, dolayısıyla da “biyoçeşitlilik”te kayıplar veya değişimlerle sürdürülebilirlik açısından riskler oluşabilmektedir (Topal 2006). GD- (transgenik) bitkiler halen, daha çok iki grup uygulamada en yaygın kullanım alanı bulmuşlardır. Bunlar; yabani ot öldürücülere (herbisitlere) dayanıklı olanlar ve böceklere dayanıklı olanlardır. Özellikle ikinci uygulama, pazarın yüzde 90’ını oluşturmaktadır. Çiftçiler; herbisitlere dayanıklı bitkilerin, gelecekte yabani otlarla birleşmesinden, dayanıklılık özelliğinin yeni nesle geçerek ilerde de bu otlarla başa çıkılmaz hale gelmesinden endişe duyduklarını açıklamaktadırlar. Yabani otlara doğru “gen kaçısı”nın kolza ve pancarda belirginleşmesi, Fransa Ulusal Tarımsal Araştırmalar Enstitüsü’nün (INRA), herbisitlere dayanıklı tüm kolza varyetelerini stoklarından arındırmasına ve yasaklamasına neden olduğu bildirilmektedir. Buna benzer bir olumsuzluğun, günümüzde biyolojik tarımın tek dayanağı olan Bacillus thuringiensis (Bt)’den elde edilen bir böcek öldürücünün (insektisit) transgenik bir bitkinin dokularında bütünleşik üretilme riskiyle yaşandığı ifade edilmektedir. Böyle bir olumsuzluk gerçekleşirse seleksiyonda baskı yaparak hedef böceklerin duyarsızlaşması sonucunu beraberinde getirebileceğine de dikkat çekilmekte, bunun da biyolojik tarım için ciddi bir tehlike olduğu açıklanmaktadır. Bu bağlamda, Amerika Çevre Koruma Örgütü (EPA) transgenik ürünlerin olduğu alanların yüzde 15 ila 30’unun “sığınak zonu” olarak yarıkonvansiyonel tarıma ayrılmasını önermektedir (Browaeys ve Gouyon 2000). Nitekim FAO’ nun Biyolojik Çeşitlilik Uzlaşma Komitesi bünyesindeki ilgili partilerin (alt gurupların) II/15 kararında; “tarımsal açıdan oluşabilecek biyoçeşitliliğin, özgün doğal yapıyı gelecekte çok etkileyebileceği” belirtilmiştir. Bu bağlamda “biyodeğişimin; sürdürülebilir tarım, biyogüvenlik ve gıda üretimi açısından temel olduğu ve küreselleşme doğrultusunda yaygın alanlarda etkileşim göstereceği” bildirilmiştir (FAO 2001a,b, Topal 2002a, 2006). GD bitkilerin ekolojik açıdan olumsuz etkilerini gösteren çalışmaların sonuçları da yayınlanmaktadır. ABD’deki Cornell Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmada, genetik mühendisliği yoluyla böcek öldürücü gen aktarılmış Bt mısırı poleninin Kuzey Amerika’da yaygın bulunan Monarch kelebeğinin larvaları üzerinde öldürücü etkileri saptanmıştır. Bu olumsuz etkinin, benzer ürünlerin dünyada yaygın olarak yetiştirilmesinin söz konusu olduğunda, gelecekte biyolojik çeşitliliğin azalmasına yol açması da beklenmelidir (Benbrook 2000). Birleşik Devletler Tarım Birimi (USDA)’nın GDO’lu ürünlerin ekonomik ve ekolojik etkilerini irdeleyen çalışmasındaki sonuçlar çelişkilidir. Herbiside dayanıklı pamuk için verim ve kar oranında küçük bir artışa yol açtığı, buna karşılık herbisid kullanımında anlamlı bir azalma sağlamadığı ifade edilmektedir. Endüstriyel Biyoteknoloji Organizasyonu (BIO), 1998 yılında ABD’deki bütün mısır ekim alanları için Bt mısırın insektisid kullanımını yalnızca %2.5 oranında azalttığını bildirmiştir. Oysa Roundup Ready geni ve toprak bakterilerinden izole edilerek soya ve mısır bitkilerine aktarılmış olan Bt geni ile çalışan 8 eyalet üniversitesinden araştırmacılar, çok sayıda Roundup Ready (RR)
10
soya ile çeşitli jeolojik koşullarda yetişen genetik olarak değiştirilmemiş soyaların verimini karşılaştırdıklarında alınan sonuçlar, beklenenin aksine ve şaşırtıcıdır. Bütün RR soyalarında verimin, GD olmayan soyalara göre %6 oranında düşük olduğu saptanmıştır. Bir başka deyişle toprak bakterilerinden izole edilerek soya genomuna aktarılan herbiside direçli gen, çiftçilerin ve tüketicilerin zararına sonuç vermiştir. Bu durumda çiftçiler daha pahalı GD tohumlarını ve beraberinde pazarlanan herbisidi satın almak zorunda oldukları için bu durumdan tek kar sağlayan üretici firmasının kendisidir (Bergelson ve ark. 2001). Tarımsal ürünlerin genetik mühendisliği yöntemleriyle değiştirilmesi, biyolojik türler arasındaki duvarların aşılması sonucu evrimin işleyiş mekanizmalarına müdahale etmektedir. Doğa farklı türler, ya da cinslere ait genlerin karışmasına izin vermez. Ancak genetik mühendisliğinde bu genler kolaylıkla bir araya getirilmektedir (rekombinasyon). Bu ürünlerden gen kaçışı, yabani otların ve doğada bulunan benzer cinsteki bitkilerin genetik bileşimini değiştirebilir. Transgenik kirlenme, genetiği değiştirilmiş ürünlerin polenlerinin organik çiftlikler de dahil olmak üzere, diğer alanlara yayılması sonucu getirmektedir. GD ürünlerle doğal ürünler arasındaki bu çapraz tozlaşma yeni bitki türlerinin oluşumuna da yol açabilir. Herbiside dayanıklı GDO ve ürünlerinin polenleriyle tozlaşan doğal bitkiler, herbiside dayanıklı süper yabani otlara dönüşebilirler. Aynı durum insektiside dirençli tarım zararlılarının ortaya çıkmasında da rol oynayabilir. Danimarka’da 1996 yılında kanola üzerinde yapılan bir çalışma, tarım ürünlerine aktarılan genlerin doğadaki yabani bitkilere kolaylıkla yayılabildiğini göstermiştir. Genetiği değiştirilmiş patates ile yapılan ekim çalışmalarında GD bitkilerle doğal bitkiler arasında yüksek oranda gen akışı saptanmıştır. GD-patateslerin 1.1 km uzağına ekilen doğal patateslerin tohumlarının %35-72’sinde transgen varlığı saptanmıştır. Oysa bu durum, kasıtlı olarak tarımsal islah ürünü olan “hibritle - GD arasında farklılık olmadığını ileri sürenlerin” yanlışlığını ortaya koymaktadır (Barton ve Dracup 2000). Tarımda zararlı böceklerin Bt pamuğa karşı beklenenden daha çabuk direnç geliştirebileceği ve Bt’ye dirençli böceklerin üreme döngüsünün de, duyarlı böceklerle eşzamanlı olmadığı belirlenmiştir. Bu durumda Bt’ye dirençli böceklerin yalnızca kendi aralarında üreyebileceği ve sonuç olarak Bt’ye dirençli böcek sayısının hızla artacağı beklenmektedir. Böyle bir olumsuzluk gerçekleşirse, doğal seleksiyonda baskı yaparak hedef böceklerin duyarsızlaşması sonucunu da beraberinde getirebileceğine dikkat çekilmektedir. Bu da biyolojik tarım için ciddi bir tehlike olarak tanımlanmaktadır. Bu bağlamda, Amerika Çevre Koruma Örgütü (EPA), transgenik ürünlerin yetiştirildiği alanların % 15 ila 30’unun “sığınak zonu” olarak ve yarı-geleneksel tarıma ayrılmasını önermektedir (Browaeys ve Gouyon 1998, 2000). Böylece GD ürünlerin çevre ve tarım açısından önemli bir tehdit oluşturabileceğini, GD ürünleri hızla artan dünya nüfusunu beslemek amacıyla desteklediğini ifade eden görüşün, hiç de doğru olmadığını göstermektedir. Tarımsal Riskler Biyoçeşitlilik veya biyolojik çeşitlilik, geniş anlamda “Genetik, Türlerdeki ve Ekosistemdeki çeşitlilik” olmak üzere 3 düzeyde ele alınmalıdır. Tarımsal ve sosyoekonomik yapı üzerine olası riskler irdelendiğinde; doğada gen kaçışlarına bağlı “biyodönüşümle” yapmakta oldukları biyolojik çeşitlilik kaybı nedeniyle “ekolojik fakirleşmeye” ve sürdürülebilirliğe yönelik zararları da tartışılmaktadır. Ayrıca transgenik üretimlerle, özellikle kısır tohum yaratma uygulamalarını tanımlamak için kullanılan “Terminatör Gen” yaratılması nedeniyle tarımda; sürekli dışa bağımlılık, her yıl yenilenen tohumluk temin zorunluluğu, pazar bağımlılığı, yüksek tohumluk fiyatı vb. olumsuzluklar, yerel ekofloranın ortadan kalkması, endemik türlerin silinmesi vb. olumsuzluklar söz konusudur. Buna bağlı olarak da; • Geleneksel tarımsal üretim sisteminde değişiklikler, • Doğal ekoflorada olası gen kaçışlarıyla değişim ve kayıplar, • Çiftçilerin yerel çeşitleri kaybına bağlı yeni tohumluluk üretebilme olanaklarını yitirmeleri vb. pek çok olumsuzluk durumları tartışılmakta, bu yönlü kuşkular giderek artış göstermektedir (Topal 2004, 2006). Ayrıca GDO'lu tarımsal üretimlerin diğer ifadeyle biyoteknolojik tarımın, diğer tarım şekilleri olan geleneksel (konvansiyonel) ve organik tarım üzerinde baskı kuran totaliter bir tarım sistemi olduğunu, “co-existance” denen “birlikte ekilebilirliğin” mümkün
11
olmadığını ve tüm ekolojik dengeler için potansiyel tehlike yarattığını ortaya koymaktadır. GDO’lara karşı çıkışın önemli bir nedeni tarım ve ekoloji ile biyoçeşitlilik üzerine bir tehdit oluşturduğu yaklaşımıdır. Nitekim çevresel kirlenmelere ve küreselleşme doğrultusunda genişleyen küresel pazar ilişkilerine bağlı olarak hayvansal ve bitkisel yetiştiricilikle, gıda üretim ve dağıtım yöntemlerinde de belirgin değişiklikler görülmektedir. Bu ise, transgenik ham maddelerin artan kullanımıyla ve daha geniş alandaki ticari ilişkilerle, diğer ülkelerden alınan gıda kaynaklarının kısmi bulaşmalarla hastalıkların yayılışını da kolaylaştırmıştır. Böylece oluşan geri dönüşümsüz değişimleri / istenmeyen başkalaşımları, ortadan kaldırmaya yarayacak herhangi bir teknik de henüz geliştirilmemiştir (Topal 2004, Topal Ş.R. & Crowther, D. 2004, Topal ve Atay 2008). Sosyo-ekonomik Riskler Dünyada küreselleşme doğrultusunda, dış ülkelerden alınan gıda tüketiminde, belirgin olarak artışı görülmektedir. Gen aktarım teknolojisinin olumsuz yansımalarına bağlı olarak, popülâsyonlar arası değişiklikler gerçekleşmekte, gıda kökenli farklı hastalıklarda artışlara neden olmakta ve sorunlar daha da artmaktadır. En önemli husus yeni risk ve tehlikelerin belirlenip, gıda satış ve üretimindeki stratejilerde gerekli önlemlerin alınmasıdır. Sosyoekonomik değişiklikler ve bilimsel-teknolojik gelişmeler ile gıdaların son tüketiciye güvenli ulaştırılmasındaki artan zorluklara dikkat çekilmektedir. Biyoteknolojik işlemler ve biyoteknoloji ürünleri, güvenlik ve yararlarının sürdürülebilirliği açısından devamlı izlenmek zorundadır. Bu nedenle, bazı durumlarda istenmeyen sağlık ve güvenlik sorunları sonuçlarına neden olabilen alanlarda / konularda sınırlayıcı tescil güvenlik yönetmelikleri güncellemeleri ve “iz sürülebilirlik uygulamaları” araştırma ve üretim kapasitesinin yoğunlaşmasına yol açabilse de, mutlaka göz ardı edilmemesi gereken zorunluluklardandır. Gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelerdeki mülkiyet haklarının uygulanması için aşırı baskıcı olmaktadırlar. Patente verilen fazla ücret ve patent hakkının korunması için yapılan aşırı baskılar, serbest ticaretin teşvik edilmesi gibi diğer hedeflerle de uyuşmayabildiği gibi, serbest ticaret ilkesi ile de çelişmektedir. Gen Transferleri ve Etik Olgusu Konuyu etik boyutu ile ele aldığımızda, teknolojik ve organizasyonel değişimlerle sağlanan radikal ve hızlı çözümler yanında, bu değişimlerin genellikle kalıcı veya geri dönüşümsüz olması ve etkileşiminin küreselleşme doğrultusunda yaygınlaşması boyutu ile doğacak sakıncalar tartışılmaktadır. Bunun yanında gelecek nesiller üzerindeki etkilerinin de henüz belirsizlik içinde oluşu nedeniyle, çeşitli kuşkuları da beraberinde getirmektedir. Biyoteknoloji ve genetik mühendisliği alanlarındaki çalışmaların ortaklaşması, biyoçeşitlilik olarak adlandırılan olgunun yeni bir boyutunu gündeme taşımış ve insanları “umut / tatmin / kuşku” arasında bırakan tartışmaları da beraberinde getirmiş, “rüya mı / kabus mu?” tartışmaları başlamıştır. Sürdürülebilirlik açısından gıda - tarım – ekosistem fonksiyonları birlikte; hayvanlar, bitkiler, mikroorganizmaları “genetik - uygulama – ekosistem” düzeyinde tür ve çeşitlilik açısından kapsamaktadır. 60-70’ li yıllarda “Yeşil Devrim” olarak gündeme gelen bu çalışmalar, günümüzde, yasal sorunları ve ülkelerin ekolojik sınırlarını ve tüketici güvenliklerini zorlayan bir “Genetik Kirlenme” gerçeği halinde nitelenmektedir. “Genetik Modifiye Gıdalar” hem ticari boyutlu kültüre alınması, hem de günlük tüketimimize girmesiyle birlikte, dünya genelinde yoğun ilgi ve dikkati üzerlerinde toplamıştır. Konunun sağlık ve çevresel boyutu ile üzerinde daha fazla araştırma ve denetim gereği doğmuştur. Bunun yanında nesiller üzerindeki etkilerinin de henüz belirsizlik içinde oluşu nedeniyle, çeşitli kuşkuları da beraberinde getirmektedir. Özellikle GDO’lar ve bunların tarımsal uygulamadaki yansımaları Genetiği Değiştirilmiş Ürünler (GDÜ), bilimsel ve politik sorgulama ve yargılama ile genetik mühendislerinin ürünlerini mümkün olduğu kadar çabuk biyoteknolojik gelişime (evolusyona) zorlamaktadır. Bu bağlamda; güncel bilgi birikiminin paylaşılması, tarımsal bitki varlığının (floranın) ve çevresel yapının korunması, gıda ve tüketici sağlığına özenle ve dikkatle yaklaşılması, GDO ve GDÜ’lerin olası etkilerinin tartışılması ve bu yapılmadan yaygın tarıma geçilmemesi güncel ve gelecekteki yansımaların sağlıklı kılınması, konuyla ilgili etik tartışmaların da temelini oluşturmaktadır (FAO 2001c, 2003a,b Topal 2006). Nitekim, GDO’lar ve ürünler hakkında artan tüketici bilinciyle 1990’ların ortalarında başlayan toplumsal hareketler, Avrupalı tüketicilerin daha duyarlı davranış ve direnişleriyle karşılaşmış ve “ekotarım ve doğal gıdaya yönelim” kampanyaları egemen
12
olmaya başlamıştır. Bu konuda gıda ve tarımsal güvenlik açısından FAO etik komitesi kurulmuş ve etkin çalışmalara başlamıştır (FAO 2001b,c, Topal 2002a). Bu konunun bir politik rodeo olmasına izin verilmediği ve risklerinin sürekli izlendiği, konunun hassasiyetine odaklanıldığı, sağlık, hukuk ve etik açılarından, çok boyutlu olarak ele alınıp, “bilimsel ve toplumsal güvenceyi sağlama ve koruma açısından” önlemler geliştirdiği bilinmektedir. Bütün bunlar dikkate alındığında GDO ve GDÜ’lerin kontrol ve izleme stratejilerini ulusal ve uluslararası boyutlu olarak geliştirme ve uygulama zorunluluğunun önemi kaçılmaz durumdadır. Yukarıda da özetlenen risk olasılıkları topluca değerlendirildiğinde; tartışılan “Risk Etmenleri” aşağıdaki gibi gruplanabilmektedir. Buna göre; 1. Transfer edilen genin yapısından kaynaklanan riskler • İşaretleyici genler: Ampisilin, Kanamisin gb. antibiyotik direnç genleri. • Genin kaynağı: Bakteri veya virüs kökenli genler. 2. Transfer yönteminden kaynaklanan riskler • Hücre çekirdeğine transfer (ileriki nesillere taşınabilecek risklerin göstergesidir), • Sitoplazmaya transfer (mevcut nesillerlerdeki risklerin göstergesidir). 3. Kullanımından kaynaklanan riskler • Toksik ya da alerjik etki, • Yatay gen kaçışı • Flora ve faunaya olumsuz etkileri Bütün bu belirsizliklerin gerçekleşebilmesi durumlarına önlem olarak da bazı temel stratejilerin gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Bu temel stratejilerin başında “Risk Yönetim Sistem” anlayışı ve olgusu gelmektedir. Söz konusu uygulama için ise risk analizlerinin gereğince ve objektif olarak yapılması gerekmektedir (Topal 2002a, 2006, Topal ve Alp 2005). Biyogüvenlik Kaygıları ve Bu Yaklaşımlara Göre Dünyadaki Mevcut Yasal Yapılanma Durumun Genel Değerlendirmesi GD teknolojisinin ticari boyutlarda uygulamaya aktarılmasına bağlı olarak, evrensel boyutlu bir “biyogüvenlik” kaygısı da gündemdeki yerini almıştır. “Biyogüvenlik: modern biyoteknolojik tekniklerin, uygulamaların ve ürünlerin; insan sağlığı ve biyolojik çeşitlilik üzerinde oluşturabileceği olumsuzlukların belirlenmesi sürecini, bu risklerin meydana gelme olasılığının ortadan kaldırılması, ya da bu olasılığın kaçınılmaz olması durumunda söz konusu zararların kontrol altında tutulması için alınan önlemleri” ifade eder. Biyoteknolojik uygulamalarda kullanılan teknik, ya da canlıda yapılan genetik değişiklik, bazen de son ürün veya bunun kullanım amacıyla yeni farklı riskleri yaratabildiğinden, güvenlik uygulamalarıyla bir bütün halinde algılanması ve özgün önlemleri de gerektirmektedir. Bu nedenle biyogüvenlik; laboratuvar / pilot ölçek ve sera / tarla dâhil tüm kapalı / açık alan denemeleri, çevreye salınması, sağlık ve gıda olarak kullanımı durumları için, tümüyle uygulanacak ayrı ayrı düzenlemeleri ve tüketici güvenliğini içermektedir. Buna yönelik “değerlendirme – izleme - kontrol mekanizmalarını” kapsayan bir kurumsal yapılanma ve bilgi paylaşımıyla, hukuksal düzenlemeleri de içeren bir idari yapılanma gerektirmektedir. Böylece insan sağlığı, sosyal yapı ve biyolojik çeşitlilik üzerinde oluşacak olumsuzlukları önceden belirleyerek önlem geliştirme çalışmalarını da bir arada götürülmelidir. Bu çalışmalarla ilgili evrensel yaklaşımlar ve izlenen stratejiler ele alınarak geliştirilen önlem ve önerilerle, toplumsal sorumluluk doğrultusunda irdelenmeli ve özgün stratejiler geliştirilmelidir. Dünyadaki mevcut durumun genel değerlendirilmesi bağlamında özetlenmeye çalışılan pek çok konudaki biyoteknolojik ve biyomühendislik çalışmaları, dünya genelinde çeşitli merkezlerde, araştırma enstitüleri ve üniversitelerde, her gün yeni konuların da ilavesiyle çok boyutlu ve yoğun biçimde sürdürülmektedir. Organizasyonel ve yasal yapılanmalarla dünyadaki gelişmeler bağlamında durum incelendiğinde, pek çok organizasyonun ilgi ve ortaklığı ile önemli gelişmeler ve işbirlikleri sağlanmıştır. Bu alandaki en önemli birliktelikler ve ortaklaşmalar aşağıdaki gibi özetlenebilmektedir (Topal 2002a, 2003a, 2003b, 2004,2006); • “Kodeks Alimentarious Komisyonu(CAC)” Biyoçeşitlilik Partisi Uyum Toplantısı”nda; biyolojik başkalaşımla değiştirilmiş canlı organizmalar bakımından
13
“çevresel ve tüketici biyogüvenliği” üzerine "Cartegena Protokolü" Ocak 2000’ de Kanada'da imzalanmıştır. • Yine “Uluslararası Bitki Koruma Müzakere ve Uyum” çalışmaları GDO'ların kullanımının denetlemesine yönelik yoğunlaşmıştır (Anon. 2000a). • Hamburg Deklerasyonu ile biyolojik kaynaklar açısından veri tabanlarının oluşturulması ve tüketici bilinçlendirme konusunun gereği vurgulanmıştır (Fresco 2000). • Dünyadaki yaşam zenginlikleri hakkındaki sınırlı bilgileri genişletmek için çaba harcayan bir kuruluş olan “Küresel Biyoçeşitlilik Bilgi Kuruluşu=Global Biodiversity Information Facility-GBIF”in, hazırlıklarına şimdiye kadar 32 ülke ve Avrupa Komisyonu’nun da dâhil olduğu uluslararası organizasyonlar katılmışlardır. • Dünya genelinde biyoteknoloji konusundaki çalışmalar pek çok alt alanda önceliğini, gelişmesini ve güncelliğini sürdürürken, diğer taraftan da konunun hassasiyetine odaklanılmış, sağlık ve etik açılarından ele alınarak “bilimsel ve toplumsal güvenceyi sağlama ve koruma açısından” önlemler alınma yoluna gidilmektedir (Fresco 2000, Anon 2000b,c). • Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD)’nin serbest ticarete ilişkin önlem geliştirmek üzere “Biyogüvenlik Protokolları” hazırlama çalışmaları, 1999 Cartegena ve Seattle toplantılarını takiben hızlanmış ve Risk Yönetimi Yaklaşımı esas alınmıştır (Ritche 2000). • FDA (Gıda İlaç İdaresi), AB gibi ülkesel ve ülkelerarası organizasyonlar aracılığı ile GM’ların çeşitli kurallara bağlanması, düzenlemeler geliştirilmesi ve uygulanması zorunluluğunu getirilmiştir. • “Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD)”nin 1990’lar için yeni teknolojilere dayalı bir sosyo-ekonomik strateji için önerilen politika dokümanında (1996) inovatif gelişmelere yönelik önlemler bağlamında “yenilikçi teknolojiler”e önemle yer verilmiştir. Uluslararası boyutlardaki bilimsel çalışma teknoloji transferi ve endüstriye aktarım çerçevesinde alınan kararlar ve bilimsel politikalar kapsamında “Biyoteknoloji”, öncelikle çalışılacak, desteklenecek ve işbirliklerinin geliştirileceği programlar olarak benimsenmiştir • Yine OECD bünyesinde de 2001’de “Montreal Memorandum”u ile toplumları bilgilendirme ve yaşam kalitesini arttırma stratejilerini geliştirme kararı alınmıştır (Anon. 2000a, 2001a,b, Topal 2002a,b). “Avrupa Birliği bünyesinde ise; 5. Çerçeve Programı (1999–2002) ve 6. Çerçeve Programı (2003–2007)” kapsamında “Tematik alt programlar içeriğinde biyoteknoloji ve bunlarla ilgili bilgi ve teknolojiler” yer almakta olup, “kritik teknolojiler” adı altında gruplanmış ve bunlara özel bir önem verilmiş durumdadır. Bu tip proje seçimlerinde; toplumsal çıkarları koruma durumunda kullanılmak üzere, halka açık bir finansman sistemi ve Avrupa çapında geniş ölçekte etkisi olan ve birlik üye ülkeleri için katma değer yaratan (Europen Added Value) içerikli spesifik projelere öncelikler verilmekte, pek çoğunun da teknolojiye transferi gerçekleştirilmektedir. Sonuçta; bu alanda da rekabet yarışının kaçınılmaz etkileşimleri hissedilmeye ve yaşanmaya başlanmıştır (Anon 2000a,b, Busquin 2000, Topal 2002a,b, 2003a,b, 2004, 2006). Bu amaçla FDA, AB gibi ülkesel ve ülkelerarası organizasyonlar aracılığıyla konunun çeşitli kurallara bağlanması, yasal düzenlemeler geliştirilmesi ve uygulanması zorunluluğunu getirilmiştir. Bunlardan AB üye ülkeler için yapılan düzenlemeye göre 1999-Aralık itibariyle durum örneklendirildiğinde; AB’nin biyogüvenlik konusu çerçevesinde “CEN TC233 Standartları” olarak ele alınanların, araştırma laboratuvarlarından çevresel yayılıma ve kontrol stratejilerine kadarki açılımla genel anlamda beş temel başlık altında gruplamaları yapılmaktadır (Topal 2002a, Anon 2001b). Ek olarak da GD olan tohumların karakter özelliklerini, GD olmayan tohumlara çok kolay bir şekilde bulaştırdıklarının belirlenmesinden sonra, AB ve diğer ülkeler, biyomühendislik ürünü yiyeceklerin ithal koşullarını ve kurallarını daha da katılaştırmaya veya GDO’lu gıdaların içeriklerinin etiketlenmesi zorunluluğunu da yerleştirmeye başlamıştır. AB; GD gıdaların GD olmayan gıdalara bulaşması için tolerans eşik değerini %1’olarak sınırlamıştır. Keza; gıda, katkı maddesi, tatlandırıcı biçiminde kullanımı olan GDO’ları, aynen genetik yollarla üretilen ürünler gibi açıkça etiketlemek zorunluluğunu da getirmiştir. Amerika’da, her ne kadar son yasalar GDO’lu ürünlerin etiketlenmesini
14
zorunlu koşmasa da, biyodeğişime uğramış gıdaların etiketlenmesinde gönüllülük temelinin yerine getirilmesini tavsiye ederek bildirmiştir. FDA’ya göre de; üreticiler, GDO’lu gıdalar için pazarlama amaçlarını en az 120 gün önceden marketlere bildirmesi gerekmektedir. Bunların ışığında, hükümet de gıda endüstrisi laboratuvar testleri ve GDO tohumlu bitkilerinin kalitesinin standart olması için, gıda ve gıda içeriklerininin yasal açıdan GD ürünlerinin eşik seviyesine uymasını temin edilmelidir (Ahmed 2002). Cartagena Biyogüvenlik Protokolü kapsamına göre (Ocak 2000); Biyolojik Çeşitlilik Konvansiyonu, Cartagena Biyogüvenlik Protokolü, GDO’ların güvenli transferi, kullanımı, biyoçeşitliliğe yan etkilerde bulunabilirler. Bunların insan sağlığında doğuracakları riskler açısından, özellikle sınırlar arası hareketler göz önünde bulundurulmalıdır (CBD 2000). İlgili protokolle, hükümetlere GDO statüsündeki tarım ürünlerini kabul etme tercihlerini dünya topluluklarına duyuracak şekilde bir mekanizma geliştirilmiştir. Ulusal, bölgesel ve uluslararası ajanslar protokolün verimli şekilde uygulanması, ülkelerin geliştirilmekte olan biyogüvenlik kapasitelerine bağlıdır. Partiler ve protokoller “hak ve sorumlulukları için gerekli kapsamları oluşturulmalıdır”. Protokole göre, ihracat yapan ülkelerin risk yönetim kararı vermeleri ile ilgili esnekliği de sağlamıştır (ISNAR 2002). Kavramsal çerçevede, ulusal biyogüvenlik sistemi uygulanması ve geliştirilmesi için önemli konuları kapsayan beş elemanı belirlenmiştir. Bunlar; 1. Ulusal yasalar ve stratejiler, 2. Ulusal araştırma geliştirme etkinlikleri, 3. Bilimsel veriler, beceri ve kapasite alanı, — bilimsel uzmanlık koordinasyonu — bilimin geliştirme fonksiyonunun yerleştirilmesi 4. İlgili yasal düzenlemelerin geliştirilmesi, — yürütme çerçevesi — düzenleyici ve geliştirici incelemeler — risk değerlendirme ve risk yönetimi yaklaşımları — bu bağlamdaki sosyoekonomik düşünceler — şeffaflık ve toplum görüşü 5. Düzenlemelerin uygulanması, — düzenleme veya yönetmelikler biyogüvenlik sisteminin yapısını tanımlamalı — insanlar bilgili ve eğitimli olmalıdır — gözden geçirme ve tanımlama işlemi son bilimsel gelişmelere dayanmalıdır — geri besleme sistemi ile gerekli revizyonlar yapılmalıdır — bölgesel ve uluslararası uyum ile gerekli kaynaklar sağlanmalıdır. Bu kapmsamda da; ▪ ortak değer ve hedeflerin benimsenmesi ▪ paylaşılan endişe ve kazançlar ▪ zarar ve farklılıkların üstesinden gelme gereksinimi ▪ diğer yararlar için birlikte çalışılma gereksinimi ▪ prosedürlerin sadeleştirilmesi işlemleri esas alınmalıdır. Ulusal biyogüvenlik stratejisi kavramsal olarak tartışılmış ve protokolün uygulanması ile ilgili kapasiteler tanımlanmıştır. Üç çakışma noktası: Şeffaflık, halkın katılımı ve kaynaklar, olarak irdelenmiştir (Cohn 2001). Bütün bu yapı tam olarak sağlanmalıdır. Birinin eksik olması sistematik yapıyı ve sağlanacak homojenliği bozmaktadır. Biyoteknoloji ürünleri ve devlet karar mekanizmasında, risk ve yararların şeffaflığı yeni teknolojilere de toplum güveni sağlamanın yoludur. GDO’ların sınırlar arası hareketlerinde bilgi değişimi ve transferi yapılmalıdır. Topluma, katılım için verilen olanaklar bir ülkenin politik ve kültürel çevresini belirler. Kanun oluşumunda toplumun fikrini almış uluslar, bunu biyogüvenlik sistemi oluşturmakta da tekrarlamalıdır. Bu yöntem toplumun GDO risk değerlendirmesi ve yönetimindeki güvenirliğini belirleyebilecek birkaç ölçütten biridir. Toplumsal katılım mekanizmaları aşağıdaki kapsamda olmalıdır; • Danışma komiteleri - biyogüvenliğin sosyal, etik, ekonomik boyutlarını ele alırlar, • Biyogüvenlik kanun ve düzenlemeleri hazırlanırken - alınan toplumsal duyumlar veya bireysel öneriler değerlendirilir,
15
•
Risk değerlendirme süreci sırasındaki katkılar (GDO’nun tüketimi sırasında toplumun bilgilendirilmesiyle ilgili katkılardır). Ayrıca insani, finansal ve içyapısal kaynaklar bir ülkenin biyogüvenlik programının bilimsel ve yönetsel kapasitesini belirler (Cohn 2001). Kaynaklar ulusal biyogüvenlik sisteminin geliştirilmesine yeterli olmalı ve iç yapıyı destekleyebilmeli, iletişimi ve toplum katılımını sağlayabilmelidir. Bilimsel alt yapıya sahip ve düzenleyici personel yetiştirebilmeli, gerekli/vaad edilen risk değerlendirmesini sağlayabilmelidir (ISNAR 2002) Halen çok uluslu şirketlerce bir kâr kaygısına dönüştürülen transgenik (GD) teknoloji ve ürünleri, dünya genelinde çok geniş alanlarda ve birçok ürün için kontrolsüz durumda yaygınlaştırılarak üretilmektedir. Her ne kadar konunun uluslararası ve ulusal misyonerlerince de yüreklendirme kampanyaları hızla sürdürülmekteyse de, konuya en azından sonuçlarda tam kesinlik sağlanana kadar ihtiyatlılık/temkinlilik ilkesiyle yaklaşılması gerekmektedir (Topal 2006, 2007). Bu ana başlıklar altında tüm ayrıntıları ile ele alınan ve geliştirilen “Biyogüvenlik ve Biyoteknoloji” konusundaki pek çok güvence standartları / serileri geliştirilmiş ve günümüzde gerek AB bünyesindeki biyogüvenlik komisyonları ve gerekse ABD için FDA tarafından konuyla ilgili uygulamaya alınmış, zorunluluklar açıklanmıştır. AB’nin bu alandaki etkinliklerine bakıldığında, yasal yapılanmanın acil eylem planlarının geliştirilmesi, ortak stratejiler geliştirilmesi, uluslararası platformlarda kurulmuş ağ ilişkisinde interaktif iletişime açık ve şeffaf yapının oluşturulması öncelikli uygulamalar olarak benimsenmiştir. Özellikle patent alma aşamasında biyogüvenlik konusuna çok ağırlık verilmekte olup, bu çalışmalar; “Biyogüvenlik Araştırmalarında İletişim Yönetimi” adlı proje ile de izlenmektedir. Bu kapsamda bazı aktif biyolojik içeriklerin zenginleştirilerek veya yok edilerek kullanılması, çeşitli hastalıklara karşı gıda maddesinin işlevsel kalitesini arttırmaktadır (Anon 2000c, 2001a,b, Topal 2006). Bütün bunların yanında, biyolojik savaşıma (Anon 2005, GeneWatch 2000) karşı, gelecek güvencesini sağlamak için; genel kamu ve sağlık koruma birimlerinin yetkililerinin gelişmeler karşısında uyanık olmaları, yeni belirleme tekniklerinin iyi bilinmesi ve izlenmesi gerekmektedir (Johnson 2002, Topal 2006). Ancak buna karşı ülkemiz gibi çaresizlik içersinde olmayıp, ciddi biçimde yasal önlemlerini almış, tavsiye kararlarını oluşturacak bilimsel komitelerini de geliştirmiş durumdadırlar. AB’nin ilgili komisyonlarında ilk başlangıç kararları, daha bu teknolojinin uygulamaya girmediği 1990’lı yılların başlarına dayanmakta, 90/220 kararlı EC regülâsyonlarıyla (düzenlemeleriyle) ileriki düzenleme revizyonlarla da değerlendirmeye gidilmektedir. Bu çerçevede GDO’ların ve ürünlerinin uygulamalarına ilişkin bir anlamda modelleme çalışmaları yapılmış, bunun yanında da “nelerin bu kapsam içersine girdiğine ilişkin tanımlamalar” sürdürülmüştür. Bundan sonraki dönemlerde de çeşitli organizasyonlar (Çevre Koruma Ajansı, Amerikan Tıp Birliği, Amerikan Tohum Ticaret Birliği, Kanada Tohum Ticaret Birliği, Greenpeace Organizasyonu, Kanada Gıda Sağlık Birliği, Yeni Zelanda Otoriteleri, Avustralya Genetik Uygulamalar Danışmanlar Kurulu vb.), hep bu konuda kendi ülkelerini yönlendirmeye dayanan politikaları belirlemişlerdir. GDO türevi materyallerin örneklemesi; amaca, yasal işlemlere uygunluk esasına dayanmadırılmalı ve EC 1139/98 direktifinde de tanımlandığı gibi, biyogüvence ile ilitilendirilmeli, mevcut etiketleme kuralları spesifik ve zorunlu prosedürlere dönüştürülmelidir. İlgili gelişmelerin Avrupa bünyesinde ve uluslararası bilimsel organizasyonlarca (Uluslararası Yaşam Bilimleri Enstitüsü -ILSI- gb.) koordine edilmesi istenmektedir. Öngörülen deklarasyonlar doğrultusunda, ayrılan gruplara göre; etiketlenmemiş (eşiğin altında), "GDO içermez" veya "GDO içerir" şeklinde tanımlanmalıdır. Aynı örnekleme planları kontrol kurumlarında ve ilgili endüstride kullanılmalıdır. “Kalite Kontrol Zinciri Yönetim" sistemi geliştirilmeli, üretim ve kontrol zincirinde sorumluluklar paylaşılmalı ve sonucunda üreticiye doğrulama bildirimi dikkatlice sunulmalıdır (ILSI 1998, 2001). Nitekim, European Commision (EC) Novel Food Regulation 258/7 ve Council Regulation 1139/98’e göre “yeni gıdalar ve gıda içeriklerinin” artık geleneksel örneklerine “eşdeğer olmadıkları“ ve mutlaka etiketlenmeleri gerektiği belirtilmiştir. Bu düzenlemelerle, gıda maddelerindeki “Rekombinant (rec-) DNA veya modifiye proteinlerin” varlığı, bu gıdaların eşik değerleri tanımlanan değerlerin üzerinde
16
ise, geleneksel türlerine eşit olmadığı gösterilmelidir. Etiketleme kurallarının uygulanması için güvenilir kantitatif analitik belirleme metodlarının geliştirilmesi ve uygulanması gerektiği ifade edilmektedir (Kuiper 1999). Gıda bileşiminde yer alan GDO’ların gerçek değerinin belirlenmesini sağlamak üzere, “genom eşdeğerliği” yaklaşımını kullanmak, buradan da uygulanan işleme sürecinin durumunu değerlendirmek ve izlemek stratejisinin yerinde olacağı ifade edilmektedir (Ahmed 2002). Yine bu ülkelerin ilgili yasa ile geliştirecek komisyonlarını da bu konuda yönlendirmeye ilişkin çalışılmakta, ya da bu komisyonlarla ortak çalışmalar yürütmektedirler. Dolayısıyla biz de bu sistemlere benzer stratejileri, kendi ülkemizde, özgün koşullarımıza göre kurmak durumundayız. Günümüzde bu konuda ve Genetiği Değiştirilmiş Gıdalar üzerinde çok ciddi kuşkular bulunmaktadır ve konu bu yönleriyle de tüm dünyada tartışılmaktadır. Halen içlerinde Fransa, Avusturya, vb. diğer AB üye ülkelerinin de olduğu 11 ülkede GDO’lar halen yasaklanmıştır. Bunun dışında AB ülkelerinde halen piyasada olan pek çok GD organizma ve ürünlerinden sadece 25 tanesi izin almış durumdadır, diğerleri ciddi risk değerlendirmeleriyle ithal ve üretim izni alamamışlardır (Topal 2006, 2007a,b). Biyogüvenlik ve Değerlendirmesi
Yasal
Yapılanma
Açısından
Türkiye’deki
Durumun
Ülkemizde ne yazık ki çok tersine çalışan bir politika izlenmektedir, buna göre genellikle GDO konusunda temkinli olan yaklaşımların ve insanların birikimlerine gerekli özen gösterilmemekte, hatta bilgi kirliliği yarattıkları ileri sürülmektedir. Ülkemizde halen herhangi bir Bakanlığın içinde biyoçeşitlilikle ilgili etkin ve işlevsel olarak görevli, hiç bir komisyonumuz ne yazık ki bulunmamaktadır. Ferdi çabalar da hükümet politikası uyarınca sessiz kalmayı tercih etmektedirler. Belki bireysel çabadaki birikimli personel varsa da, bunların değerlendirmelerinden çok fazla yararlanılmamakta, hatta enterne edilmeye çalışılmaktadır. Bu bakımdan acilen bizim de bu konuyla ilgili, doğru yasal yapılanmamızı gerçekleştirip, önlem almamızda yarar vardır. Ülkemizde, biyogüvenlik konularında gerekli yasal düzenlemeler ve kontrol sistem yatırımları da daima gözardı edilmiş veya bazı güçlerce buna yönlendirilmiştir. Kısıtlı teknik alt yapı ve insan gücünün yanında, gerekli olan yatırımlara aktarılmayan veya verimsiz kullanılan ulusal kaynaklar bunun nedenleridir. Oysa halen Türkiye, halen modern biyoteknoloji ürünleri için cazip bir pazar durumundadır. Ülkemizde geliştirilerek uygulama alanına girmiş herhangi bir özgün transgenik ürün bulunmadığı ve ithal edilerek üretimi yapılan herhangi bir tarımsal transgenik ürünün bulunmadığı söylense de, uygulamada durum daha farklı olup, gerçek bir belirsizlik yaşanmaktadır. Ancak, halen Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından, pamuk, mısır ve patates için alan denemelerinin, Tarımsal Araştırma Enstitüleri’nde yapılmasına izin verilmiş, ancak bu denemelerin sonuçları nedense hiç açıklanmamıştır. Yıllardır GDO ve GD-ürünlerin ithalatları, gümrüklerden sadece ithalatçı beyanına dayanarak ve hiçbir kontrole tabii tutulmadan sürdürülmektedir. Ayrıca biyogüvenlik konusunda herhangi bir norm, kural, yönetmelik bulunmayışı ve mevcut yasal boşluk ülkemizdeki çok önemli bir sorundur. Bütün bunlar dikkate alındığında, GDO’ların ve ürünlerinin kontrol ve izleme stratejilerini ulusal ve uluslararası boyutlu olarak geliştirme ve uygulama zorunluluğunun önemi kaçılmaz durumdadır. Oysa halen, bir ulusal “biyogüvenlik yasamız” bile bulunmamaktadır ve çıkarılması da bazı dış güçlerce sürekli erteletilmektedir. Tersine yine çıkarılan tohumculuk yasasıyla, tam da çok uluslu şirketlerin talepleri doğrultusunda tohum ithalat politikaları ve denetimleri tohumculuk şirketlerince temsil edilen Tohumcular Birliği’ne devredilerek, tam bir ipotek sağlanmıştır (Topal 2006). Biyogüvenlik yasasını oluşturma yönünde 2002 Cartegena Protoku ile verdiğimiz taahhüt doğrultusunda çıkarılması gereken biyogüvenlik yasası çalışmaları yıllardır sonuçsuz olarak sürdürülmektedir. Halen bu çerçevede düzenlenmiş olan yasa tasarısı mecliste olup, gerçek kapsamı içermekten uzak olduğu için henüz çıkarılamamktadır. Bu konuda ilgili bakanlıkça göstermelik bazı stratejiler doğrultusunda aceleyle çıkarılan bir yönetmelikle, 26 Ekim 2009’da uygulamaya sokulması denenmiştir. Ancak güç birliği ile yaptığımız uyarı ve öneriler doğrultusunda, mevcut tutarsızlıkların ve uygunsuzların, 20
17
Kasım 2009’da çıkarılan ikinci yönetmelikle kısmen giderilmesi denenmiştir. Bu da çözümü sağlanamayınca, 1 Aralık 2009’da yeni bir ek düzenlemeyle bazı ek uygulamalar devreye konulmak istenmiştir. Ancak yapılan karşı başvurularla 3 Aralık 2009’da Danıştay kararıyla yönetmelik işlerliği durdurulmuştur. Bakanlığın karşı itirazı ile bu durdurma kararı da, daha sonra yine Danıştayca durdurulmuştur. Bunu takiben Ocak 2010’da Baknlıkça çıkarılan yeni bir düzenlemeyle bebek mamaları dahil GDO’lu ürünlerin 10 Mart 2010’a kadar ithalatının önü açılmıştır. Buna da gerekli itirazlar yapılmasına karşın ilgili lobilerin hızı egemen görülmektedir. Böylece son 4 ayda 6 ayrı karar ve starteji değişikliği ile durum tam bir çıkmazda olup, ilgili makamlarca gerçek bir karmaşa sergilenmektedir. Oysa GDO’lar ve ürünlerine yönelik biyogüvenlik riskleri, yasal düzenlemelerin olmayışı ve bunlara bağlı güncel sağlık, tarımsal ve ekonomik sorunlar Türkiye için de büyük ve ciddidir. Buna karşın; GDO’ların ticareti, ekimi ve kullanımı aşamalarında kontrole yönelik, gerekli teknik altyapımız ve yetişmiş insan gücümüz de henüz yetersizdir. Özellikle biyoçeşitlilik kaybı olasılığı ve sorunları birçok yabani bitkinin gen kaynaklarına sahip olan ülkemizde, daha da önem kazanmaktadır. Sahip olduğumuz biyolojik çeşitliliğin korunması açısından, ülkemizde bulunan türlere karşın transgenik olanlarının getirilmesinde ve üretilmesinde, gen kaynaklarımızın korunması bakımından çok ciddi hassasiyet gösterilmesi gerekmektedir. Önce İnsan Yaklaşımı - bir “Toplumsal sorumluluk anlayışı” olarak benimsenmelidir. Sivil Toplum Kuruluşlarının işbirliği ve medya desteği sağlanmalıdır. Tüketicinin “bilgi edinme ve seçme hakkına saygı ile yaklaşan” bir devlet politikası oluşturulmalıdır SONUÇ Yukarıda özetliği üzere; günümüzde tarımsal genetik çalişmalarının ve uygulamalarının çok hızla geliştiği bilinmektedir. Ancak bunun sonucunda gelinen nokta; ilk kez gelişmelerin gelecekteki toplumsal yansımaları üzgörüsünü Hugo De Vries (1907), “Kâr getiren etkin olur ve hatta - bilimce neyin doğru olduğunu - belirler” açıklamalarıyla dile getirilmiştir. Bu görüşe katılan bazı bilimciler tarafından “ekonominin bilime hakim olduğu” yönünde değerlendirilmiştir. Bu ise günümüzdeki duyarlı yaklaşımlarla; “Yakında güneşin rekabetine karşı mum üreticilerini korumak uğruna kapı ve pencerelerimizi kapalı tutmak zorunda da kalacak mıyız acaba?” şeklinde sorgulanmaktadır (Berlan ve Lewontin 1998, 2000). Dünya genelinde Tüketici Birlikleri ve saygın Sivil Toplum Örgütleri konuyu sahiplenmekte, doğru bir tüketici bilinci oluşturmaya çalışmaktadırlar. Yine 2000 yılında Kodeks Alimentarius Komisyonu’nca oluşturulan Cartegena Protokolu doğrultusunda ve 2001 yılındaki Montreal Memorandumu çerçevesinde, gelişmiş ülkeler bu konunda ciddi lobiler oluşturulmuştur. Bu lobilerin de önerileri dikkate alınarak, ülkeler ulusal politikalarını geliştirmeli ve doğru stratejileri uygulamalıdırlar. Tarımsal üretimler, ülkelerin ekolojisi ve ekonomisi, hatta sosyolojisi açısından “tohum, bitkisel üretimde ana materyal olup, tüm ülkelerin tarımsal zenginliğinde ve sektörel yapısında stratejik önem taşımaktadır”. Bu bakımdan gözler, mantıklar, yürekler ülke çıkarları için iyice açılmalı ve doğruyu algılama gücü daha da arttırılarak gerçeklerin daha iyi görülmesi sağlanmalıdır. Tohumculuk yasamız yeniden değerlendirilmeli ve Biyogüvenlik yasamızın, tüm objektif bilimsel yaklaşımlar ve öneriler doğrultusunda biran önce ve doğru bir içerikle çıkarılmasına özen gösterilmelidir. Biyogüvenlik yasası çıkarılmadan, ülkeye transgenik ürün girişinin serbest bırakılması ve ticarileştirilmesi, hatta mevcut yasa tasarısının, bu haliyle kabulü ciddi bir yanlıştır. Öte yandan mevcut koşulların sürdürülmesi; biyoçeşitlilik, çevre - halk sağlığı ve gelecek nesiller açısından önemli riskler taşımaktadır. Ulusal politikalar GDO’lardan ve ürünlerinden kaynaklanabilecek tehlikeleri de kapsayacak risk analizini ve yönetimini benimseyen yaklaşımla ele alınmalıdır. Ülkemizde olmadığı söylenmekle birlikte (!), mevcut olduğu bilinen “açık alan ekim/deneme çalışmaları”, AB ülkelerindeki gibi GDO’larla çevreye salınımı durdurulmalı ve bazı ülkelerde de olduğu gibi, transgenik ürünlerin üretimi yasaklanmalıdır. Biyogüvenlik riski taşıyan biyoteknoloji uygulamaları, transgenik bitkilerle sınırlı kalmayacağı, yakın gelecekte transgenik hayvanlar, hayvandan - insana doku aktarımı, embriyonik kök hücrelerinin tıpta kullanımı gibi, biyogüvenlik ve biyoetik
18
sorunları da gündeme gelecektir. Bu bakış açısıyla da ilgili yasal düzenlemeler hazırlanmalı, ciddi olarak izlenmeli ve yasayla düzenlenmelidir. Bununla birlikte, biyoteknoloji konusunda Ar-Ge faaliyetlerinin desteklenerek, bilgi ve yetişmiş eleman altyapısının kurulması büyük önem taşımaktadır. Tarım konusunda yapılacak genetik araştırmalarda ulusal çıkarlarımızı esas alan stratejiler belirlenirken, verim ve kalite artırıcı çalışmalara öncelik verilmelidir. Bu çerçevede, Türkiye‘ nin taraf olduğu biyogüvenlik protokolüne uygun olarak “risk değerlendirme, risk yönetimi ve izleme-kontrol, etiketleme düzenlerinin kurulması”, acil durum arz etmektedir. Ayrıca, yasal düzenlemelerin tümüyle tamamlanması ve uygulanması gerekli ve zorunludur. Türkiye’de genetik uygulamalara alternatif olarak, öncelikle kalite ve verimlilik artışını sağlayıcı bütünleşik risk yönetimi, bütünleşik ürün yönetimi v.b. yöntemlerin yaygın biçimde kullanılması, sürdürülebilir tarımsal gelişmenin ve gıda güvenliğinin sağlanmasının en önemli araçlarından biri olmalıdır. Ülkemizde ise pek çok alanda olduğu gibi, geleceğe yönelik ciddi boyutta tehdit unsuru taşıyabileceği tartışılan bu yasa, duyarlı kitlelerin uyarılarına kulak verilerek, mutlaka ülke çıkarlarına hizmet edecek şekilde yeniden düzenlenmelidir. Doğal gen kaynaklarımızın korunması ve sürdürülebilirliği, tüketici güvenliğinin garanti altına alınması, yasal yapılanmamızın çağdaş ve uygar uygulama düzeyine getirilmesi vb. pek çok husus, konunun kapsamında ülkemiz için de ciddi önem taşımaktadır. Bu açıdan üreticilere, tüketicilere, sivil toplum kuruluşlarına, akademisyenlere, medya mensuplarına özetle hepimize ciddi sorumluluklar düşmektedir. Esasen bu konuya yoğunlaşma arzumuz bir akademisyen olmanın ötesinde, ülkesini seven bir tarımcı ve toplumsal sorumluluk sahibi bir yurttaş olmamızdan da kaynaklanmaktadır. Ulusal kontrol sistemimizin bir önce geliştirilerek, akredite laboratuvarlar düzeyine getirilmesi, etiketlendirmenin zorunlu hale getirilmesi, bağımsız ve tutarlı ulusal tarım, sağlık ve eğitim / tüketici bilinçlendirme politikaları geliştirilmeli, tavizsiz uygulanmalı ve sürekli güncelleştirilmelidir. Konuyla ilgili olarak katılımcılık esasıyla; kamu, endüstri, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve medya işbirliğiyle bilinçli ve kararlı stratejiler geliştirmelidir. Bu konu; mevcut ve gelecek nesillerimizin sağlıklı yetişmesi ve ulusal çıkarlarımızın korunması, tarımsal kaynaklarımızın ve doğal çevrenin sürdürülebilirliği bakımından da bir evrensel sorumluluk ilkesiyle ele alınmalı ve gerekleri yerine getirilmelidir. Pazarda yaygınlığın giderek artmasına karşın, etiketlemenin önemi de daha yaygın bir şekilde gündemdeki yerini almaktadır. Özellikle “GDO yoktur=GDO-free” bilgisi tüketici açısından önemini daha da arttırmaktadır. Bu aynı zamanda pazar karmaşasını gidermek açısından da önerilmektedir. Bu amaçla her türlü yeniliğin ve gelişmenin değerlendirilmesi kapsayacak Biyogüvenlik startejisiyle; risk yönetimi, tedbirlilik, etiketleme, izleme ilkelerinin uygulanması gereği, tüm değerlendirme ve ticari işlemlerde, yasal yapılanma ve izinlerde korumacılık ilkesi doğrultusunda ele alınmalıdır. Acil eylem planı ve uygulama strateji geliştirmeli, izlenebilirlik ve tüketici/ürün güvenliği gerekliliğiyle hareket edilmelidir. Böylece ulusal güvenlik açısından bilinçli, şeffaf ve objektif bir politika ve uygulama stratejisi izlenmeli, toplumsal sorumluluk açısından devletçi yükümlülükler de yerine getirilmelidir. Konu; toplumsal sorumluluk ve ülke/ürün/tüketici güvenliği zincirinde bütünsel olarak ele alınmalı, tarımın korunması, temel tüketici haklarının (bilgi edinme, seçme, satın alma, sorgulama gb.) sağlanması bağlamında algılanmalıdır. Bu konuda çaba gösterenler desteklenmeli ve gelecek nesillere karşı sorumluklarımızın yerine getirilmesinde, ortaklaşa çaba gösterilmelidir. Bu bir insanlık borcu olup; topluma, tüm canlılar âlemine, evrene ve gelecek nesillere karşı görevimiz olarak algılanmalıdır. KAYNAKLAR Ag BioTech. 2004. Impacts of Genetically Engineered Crops on Pesticide Use in the United States:The First Eight Years http://www.biotechinfo.net/technicalpaper6.html Ahmed, F. E. 2002. Testing for Genetically Modified Organisims (GDOs)in food products. LabPlus International; Sept. 2002, pp:8-16. Anon. 2000a. 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı “Biyoteknoloji ve Biyogüvenlik Özel İhtisas Komisyonu” Raporu. 50s. Devlet Planlama Teskilatı (DPT) Ankara, http://www.dpt.gov.tr.
19
Anon. 2000b. Genetic engineering under discussion. Austria Innovative. Special issue (Biotechnology in Vienna- the place to be). pp:28–30. Anon. 2000c. Food Safety Agency for EU. Feed International, Feb 2000, pp.38. Anon. 2001a. Responsible use of biological resources. Biotech International (Bti); April/May 2001, 8-9. Anon. 2001b. Commission Proposes a New Framework Programme for Research and Innovation in Europe. Biotech International (Bti); April/May 2001, 10. Anon. 2005. Biological Weapons: An Introduction. http://cbw.sipri.se/cbw/001030000.html Atalık, A. 2009. Sofralarımızdaki Tehlike GDO'lara Dikkat. 04 Haziran 2009. http://www.ekolojistler.org/sofralarimizdaki-tehlike-gdolara-dikkat-ahmet-atalik.html Atay, A. 2007. Tarım Kimyasalları ve GDO Gerçeği. 31 Ekim 2007. http://www.ekolojistler.org/tarim-kimyasallari-ve-gdo-gercegi-arca-atay.html Barton J. E. and Dracup, M. 2000. Genetically Modified Crops and the Environment . Agronomy Journal, 92:797-803 (2000). American Society of Agronomy. http://agron.scijournals.org/cgi/content/full/92/4/797 Baffes, J. 2005. GM cotton problems in India. in WBRO Search (The World Bank Research Observer) 2005 20(1):109-144; doi:10.1093/wbro/lki004 Benbrook, C. 2000. Who Controls and Who Will Benefit from Plant Genomics?, invited paper AAAS Annual Meeting, 2000. Genome Seminar, electronically enhanced version accessible at http://www.biotech-info.net/AAASgen.html. Bergelson, J., Kreitman, M. Stahl, E.A. Tian, D. 2001. Evolutionary Dynamics of Plant R-Genes. Science 22, June (292). 5525, 2281–2285. DOI:10.1126/science.1061337. Berlan, J-P. and Lewontin, R.C. 1998. Racket sur le vivant: La menace du complexe genotico-industriel. Manier de Voir - Le Monde Diplomatique; No: 537, December, 22-23 pp. (in:bti:50, Mach-April 2000, pp:32-36). Berlan, J.P. and Lewontin, R.C. 2000. Une Livraison de «Manière de Voir» Soulager la planète. Manier de Voir - Le Monde Diplomatique; 50, Mach-April 2000, pp:32-36. http://www.monde-diplomatique.fr/2000/04/SINAI/13705 Browaeys, D. B. and Gouyon, P. H. 1998., 2000. Pouvoir des firmes transgeniques: faut-il avoir peur des alimenents transgeniques? (Transgenik gıdalardan korkmak gerekir mi?) Manier de Voir - Le Monde Diplomatique, 50, May 1998, p:26. (ın:bti:50, Mart-Nisan 2000, pp: 56-59). CBD, 2000. Representation on the Global Taxonomy Initiative Coordination Mechanism and details of its First Meeting - 23 November 2000, Montreal, Canada. Convention on Biological Diversity Secretariat, Ref: SCBD/STTM/IC/va. 18 October 2000, -Note by the Executive Secretary Convention on Biological Diversity. http://www.biodiv.org/doc/notifications/2000/ntf-2000-10-10-gti.pdf Cohn, I. 2001 Pharmaceutics and Biotechnology- Necessity for well Focused Patent Policy. Reinhold Cohn & Partners Patent Attorneys. ttp://www.patents.co.il/artsum24.htm De Vries, H. 1907. Plant-Breeding, The Open Court Publishing Co. Chicago. http://jhered.oxfordjournals.org/cgi/content/full/94/6/435 FAO. 2001a. Food Securty: The role biological diversity in feeding the world. www.fao.org./biodiversity for food & agriculture. 20.08.2001. FAO. 2001b. The role of biological diversity in feeding the world: The scope of agricultural biodiversity. www.fao.org./biodiversity/sci/ foodsecu2.asp. FAO 2001c. Ethics in Food and Agriculture. http://www.fao.org./Ethichs/ser_en.htm FAO 2003a. Regulating GMOs in developing and transition countries. Electronic Forum on Biotechnology in Food and Agriculture. Background document to Conference 9: 28 April - 1 June, 2003. http://www.fao.org/biotech/C9doc.htm. FAO 2003b. World agriculture: towards 2015/2030 - An FAO Perspective. FAO, in a copublishing arrangement with Earth Scan Publications Ltd., (just released the report). http://www.fao.org./world, http://www.fao.org/es/ESD/gstudies.htm.
20
FDA 2003. Methods for Genetically Engineering a Plant. U.S. Food and Drug Administration. http://www.fda.gov/fdac/features/2000/biochart.html. (21.05.2002) FAO/WHO 2000. Evaluation of Allergenicity of genetically modified foods. Report of a Joint Food and Agriculture Organisation /World Health Organisation Consultation. FAO/WHO: Rome. Fresco, L. 2000. Scientific and ethical challenges in agriculture to meet human needs. Food, Nutrition and Agriculture Alimentation; 27, 4-13. ISBN 1014-806X. FAO, Rome. GeneWatch, 2000. Biological Weapons and the New Genetics, Briefing 1, Sept. 2000. GeneWatch, UK. http://www.sunshine-project.org/about/anrep2000.pdf Hall, H. 2005. Bt Corn: Is It Worth the Risk? The Science Creative Quarterly; August 8th, 2005 www.scq.ubc.ca/bt-corn-is-it-worth-the-risk/ Harland, J. 2000. More than a quality assurance issue: What is “GMO free”? Feed International; July,2000, 6-8 and Nov. 2000, 4-5. Heinemann, J. A., Traavik T. 2004. Problems in monitoring horizontal gene transfer in field trials of transgenic plants. Nature Biotechnology 22:1105-1109. ILSI. 1998. Detection Methods for novel foods Derived from Genetically Modified Organisims, 24 p.). Int. Life Sciences Ins. (ILSI), Brussels. ISBN 1- 57 881 –047-1. ILSI, 2001. Method Development in Relation to Regulatory Requirements for the Detection of GMOs in the Foos Chain. ILSI Europe Report Series, Belgium. ISBN 1-578811-122-8, 26pp. ISNAR, 2002. (Ed’s:Morven A. McLean, Robert J. Frederick, Patricia L. Traynor, Joel I. Cohen, John Komen). (International Service for National Agricultural Research) Briefing Paper -47, ISSN 1021-2310, March 2002.1-11, The Netherland. James, C. 2009. ISAAA 2008 Report on Global Status of Biotech/GM Crops. ISAAA International Service for the Acquistion of Agribiotech Applications. http://www.fiagro.org.sv/systemFiles/ISAAA.pdf Johnson, M.T. 2002. Anthrax, Biological Weapons, and U.S. Preparedness for Bioterrorism. Indiana Univ. School of Medicine, web.indstate.edu/.../bioterrorism/sld001.htm Kuiper, H.A. 1999. Summary report of ILSI Europe Workshop on “Detection Methods for Novel FoodsDerived from Genetically Modified Organisms. Food Control, l0, 339-349. Mayeno A.N.and Gleich, G.J.1994. Eosinophilia-myalgia syndrome and tryptophan production: a cautionary tale. The Tryptophan Incident, TIBTECH 12, 346–352. http://files.efbpublic.org/downloads/Fs011gb.pdf MRC 2000. Report of Medical Research Council expert group on genetically modified (GM) foods. Medical Research Council: London. Peace, T. 2004. Eating the Forbidden fruit: No problem. MEMORANDUM The current generation of genetically modified (GM) crops uneccessarily risks the health of the population and the environment. Toolbelt, Nature Cell Biology 6,1054-1061. doi:10.1038/ncb1104-1054. Pöpping, R. 2000. Genetically modified plants. LabPlus international, Sept./Oct.; 9-10. Ritche, M. 2000. Abdication of Responcibility for biosafety in the name of free trade. 6p.03.08.2000http://208.141.36.73/listarchive/index.cfm?mthd=msg&ID=13082. Royal Society 2002. Genetically Modified Plats For Food Use and Human Health-an update. ISBN 085403 5761, www.royalsoc.ac.uk, London, 19 pp. Schubert D.R. 2008. The Problem with Nutritionally Enhanced Plants, Journal of Medicinal Food, (11), 4, August 2008. Seralini, G.E. 2009. Effects on health and environment of transgenic (or GM) Bt brinjal CRIIGEN, Jan. 18Pp. http://sejswhirlpool.files.wordpress.com/2009/02/btbrinjal-ges_final-final-final.pdf Seralini G. E. 2010. GM Corn & Organ Failure: Lots of Sensationalism, Few Facts. 5 Pp. http://blogs.discovermagazine.com/80beats/2010/01/15/gm-corn-organ-failure-lotsofsensationalism-few-facts/, ttp://blogs.discovermagazine.com/80beats/2010/01/13/gmcorn-leads-to-organ-failure-not-so-fast/. Selkoe 2004. Cell biology of protein misfolding: the examples of Alzheimer's and Parkinson's diseases. Nat. Cell Biol. 6: 1054-61.
21
http://www.proteases.org/showabstract.php?pmid=15516999 Stone, G. D. 2007 Agricultural Deskilling and the Spread of Genetically Modified Cotton in Warangal. Current Anthropology; Volume 48, Number 1, February 2007©, by The Wenner Gren Foundation for Anthropological Research. All rights reserved. 00113204/2007/4801-0003$10.00. DOI: 10.1086/508689. http://www.journals.uchicago.edu/doi/abs/10.1086/508689 Topal, Ş. 2002a. Tarım, Gıda, Ekosistem Boyutuyla Biyoçeşitlilik: Toplumsal ve Yasal Yankıları. S.O.S İstanbul çevre Gönüllüleri Platformu Yayını, Yayın No:04. ISBN 97593223-0-7. Ecem Matbaacılık, İstanbul. 64s. Topal, Ş. 2002b. Effect of Biodiversity Practices on Agriculture, Food, Ecosystem and Social Life. EUROECO 2002-Promotion of Sustainable Development on Scale in Context of the forthcoming Earth Summit, University of Mining and Metallurgy Krakow, Poland, (Abstract Book, pp:54-55), 11-13 March 2002. Topal, Ş. 2003a. Ulusal gıda güvenlik ve biyogüvence stratejilerinin geliştirilmesi ve uygulanması zorunluluğu. Biyotek-Biyoteknoloji Sektör Dergisi, Mart–Nisan, (3),13,44-50 Topal, Ş. 2003b. Transgenik gıdaların biyogüvenlik açısından önemleri ve kontrol zorunlulukları: I, II. Biyotek - Biyoteknoloji Sektör Dergisi, (Mayıs – Haziran, (3),14, 4749) ve (Temmuz - Ağustos, (3),15,47-49. Topal R.Ş. 2004. “Sustainable Agriculture and Social Responsibility” Ecological Agriculture and Rural Development in Central and Eastern European Countries” (Ed: W.L.. Filho), NATO Science Series V : Science and Technology Policy Vol:44, ISBN: pp:73-97.1 58603 439 1 IOS Pres. Topal, Ş.R. 2005. "Transgenik Ürünler Nimet mi, Külfet mi?“ Gıda Teknolojisi Dergisi., yıl:9 Sayı:2 ISSN:1301-1782 , p:61-64, Şubat 2005. Topal, R. Ş. 2006. Biyogüvenlik ve Biyoteknoloji. Cem Turan Ofset, İstanbul. ISBN:97594975-5-7. 312 +IV s. Topal 2007a. Transgenik teknoloji, ticari boyutu ve biyogüvenlik. Bilim ve Gelecek; Kasım 2007,14-22. Topal, R. Ş. 2007b. Değiştirilen: Gen mi, Sen mi, Evren mi? 192s. ISBN 605-0001-006. Yeni İnsan Yayınevi. İstanbul. Topal Ş.R. & Crowther, D. 2004. Bioengineering and Corporate Social Responsibility. Chapter 9, pp:186-201. Perspectives on Corporate Social Responsibility (Ed’s: D. Crowther, L..R. Bacchus) . ISBN 0-7546- 3886-3). Ashgate Pub. Company. England. Topal R.Ş., Alp U. S. 2005. GMO:“A Hope or a Frustration”. 3. rd Int. Conferance on Social Responsibility. Uidapur Mohen Lal Sukadia University-India. 21-23. Feb. 2005. Topal, Ş. ve Atay, A. 2008. Transgenik Ürünler ve Ekolojik Tarım. s: 320-349. ‘Ekolojik /Organik Tarım ve Çevre. (Ed.: Ak, İ.)’ Ekolojik Yaşam Derneği (EKODER) Yayınları No:1. F. Özsan Matbaası. Bursa. 398s. ISBN 978-9944-0-199-0-3. Traavik, T. & Smith, J. 2004. Maize (corn) during pollination, may trigger disease in people living near the cornfield. 24feb04Bt. http://www.mindfully.org/GE/2004/BtCorn-Human-Disease24feb04.htm Verzola R. and Greens P. 2000. The 1999 GE Food Debates: The Turning Point. Synthesis/Regeneration 21, Winter 2000.
22