Demir küçüktaydın ermeni katliamı ve sorunu üzerine yazılar 1981 2015 v7

Page 1

Demir Küçükaydın Ermeni Katliamı ve “Sorunu” Üzerine 1981 - 2015 1

Yayınları


Ermeni Katliamı ve “Sorunu” Üzerine (1981 – 2015) Demir Küçükaydın Yedinci Sürüm Nisan 2016

Dijital Yayınlar İndir – Oku – Okut - Çoğalt – Dağıt

Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır. Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir. Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.

Yayınları 2


Ermeni Katliamı ve “Sorunu” Üzerine Yazılar İçindekiler

1980’lerin Başında Yazılmış Bir Yazı ve Tartışmalar .......................................................... 4 Ermeni Sorunu........................................................................................................................ 5 Egemen Ulus Sosyalistlerinin Görevleri .............................................................................. 11 Ermeni Sorunu Üzerine Sunsay’a Cevap ............................................................................. 13 Ermeni Katliamı Karşısında Tavır ....................................................................................... 17 Bir Başka Polemik ................................................................................................................ 21 Aynı Kişiye İkinci Bir Eleştiri.............................................................................................. 24 Sosyalistler, Mihri Belli, Ermeni Katliamı Üzerine ............................................................. 26 Gazete Makaleleri................................................................................................................... 29 Türk Nedir? .......................................................................................................................... 30 Tarihin Laneti ....................................................................................................................... 32 Kötü Olabilme ve Yanlış Yapabilme Hakkı......................................................................... 35 Hatalar Sizden Hızlı Koşarlar............................................................................................... 37 Ararat .................................................................................................................................... 39 Türklüğü ve Ulusu Yeniden Tanımlamanın Farkı ............................................................... 41 Orhan Pamuk, İHD ve Sosyalistler ...................................................................................... 44 Geliyorum Diyen Felaket ..................................................................................................... 47 Azınlık Konusunda Yazılar’a Önsöz .................................................................................... 49 Kemalizm ve İslam ............................................................................................................... 60 Köln’de Yapılan Açık Oturumdaki Konuşma ...................................................................... 62 1


“Ermeni Tehciri” ve Günümüzde Politika ........................................................................... 65 Talat Paşa Jakoben miydi? ................................................................................................... 68 bir anlık gecikme .............................................................................................................. 73 bir lahza i teahhur ............................................................................................................. 74 Murat Belge, “Biz”, “Toplum”, Ulus ve Marksizm ............................................................. 77 Türklerin Müslümanlaşması mı? Müslümanların Türkleşmesi mi?..................................... 89 Türkler, Güvercinler ve İnsanlar .......................................................................................... 95 Hrant Dink ve Behiç Aşçı ve Kartopu Etkisi ....................................................................... 99 Panel İlanı ........................................................................................................................... 103 Ermeni Soykırımı, Milliyetçilik, Nedenleri ve Günümüze Etkileri Paneli İçin Taslak Notlar ............................................................................................................................................ 104 Hukuki ve Sosyolojik tartışma Üzerine ......................................................................... 104 Metodolojik İlkeler ......................................................................................................... 104 Konuya Yaklaşım ........................................................................................................... 105 Özür Dilemenin Sorunları ve Her şeye Rağmen Niçin Kampanyaya Destek? .................. 108 Tarih ve Demokrasi ............................................................................................................ 112 Son Dönem İnternette Yazılanlar ....................................................................................... 115 Sarkis Hatspanian’ın “Hocalı Katliamı” ile İlgili Yazısı, Gazi Katliamı, Ergenekon, Gün Zileli ve Milliyetçilik Üzerine ............................................................................................ 115 Ek 1: 26-27 şubat 1992: «Hocalı Katliamı» Yalanının Anatomisi ! .............................. 140 Ek 2: “"Azerbaycan Darbesi" ve "Gazi Katliamı" (Gazi Katliamı'nın 17.yılı dolayısıyla) Kemal Erdem.................................................................................................................. 148 Sayın Hatspanian’a Milliyetçilik Üzerine .......................................................................... 157 Politik Bir Profil İçin Öneri: “24 Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım” ............................................. 162 Aynı konuda geçen yıl yapılan öneri ve bu vesileyle yazılanlar: ................................... 168 SYK’nın Politik Profili İçin Bir Kampanya Önerisi Hakkında Eke Açıklamalar (1) ........ 172 Sevag'ın Annesinin Mektubu ve Türklerin Kötülük Yapma Hakkına Karşı Mücadele ..... 175 Gezi Parkı’na “Hrant Dink Parkı” Adını Verelim. Eskiden 1915’te Katledilen Ermenilerin 2


Anısına Yapılmış Anıtı Yeniden Dikelim .......................................................................... 178 Ek: Gezi Parkı ve Anıtın Tarihçesi Hakkında Kısa Bilgi ............................................... 178 Ermeni Malları, Gezi Aynasında Marksizm Sempozyumu ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi ............................................................................................................................... 180 “6 – 7 Eylül Olayları Vesilesiyle TKP'ye Bir Öneri ...................................................... 181 İstanbul Köpek Katliamı, Ermeni Katliamı ve Holacoust .................................................. 192 Ermeni Katliamı’nın 99. Yıldönümü Vesilesiyle “Soykırım” ve “Özür Dileme” Kavramlarının Sorunları Üzerine ....................................................................................... 211 Soykırım Kavramının ve Özür Dilemenin Sorunları ......................................................... 218

3


1980’lerin Başında Yazılmış Bir Yazı ve Tartışmalar

Ermeni katliamı ve “sorunu” üzerine ilk yazıyı 1980’lerin başında Niğde cezaevi’nde iken yazmıştım. Bu yazı gizlice cezaevinden dışarı çıkarılmış ve daha sonra Almanya’da Çıkan Der Weg –Yol adlı dergide de yayınlanmıştı. Daha sonra Avrupa’da Sürgünlük yaşamına başladığımızda bu dergileri görme olanağımız oldu. Yazının bir kısmı yayınlanabilmiş ve dergi daha sonra yayınını durdurmuştu. İşte aşağıdaki metin bu dergide yayınlanabilmiş ilk bölümü oluşturuyor. Devamı bizim de elimizde yok. Yine de yazı bu eksik haliyle bile yakın zamana kadar üzerine hemen hemen hiçbir yazının bulunmadığı Ermeni Katliamı konusunda artık bu gün tarihsel bir belge özelliği taşıyor. Bu dergide yayınlanan ilk bölümünü, İnternette özellikle Ermeni ve Süryani katliamı konusunda yoğunlaşan Tarih ve Demokrasi sitesinde yayınlamıştık. Bu yayın ve onunla ilgili tartışmalar aşağıda bu derlemenin ilk bölümünü oluşturuyor.

4


Ermeni Sorunu

Son yıllarda Türk burjuvazisinin birçok diplomatının Ermeni örgütlerince öldürülmeleri, Türk burjuvazisinin iğrenç bir susuşla yıllardır karanlığa boğup unutturmaya çalıştığı Ermeni sorununu yeniden gündeme getirdi. Ermenilerin Türk diplomatlarını öldürmeleri ve diğer eylemleri burjuva basınının hemen her günkü konularından oldu. Bu yazılar dikkatle okunursa, burjuvazinin kendi diplomatlarının ölümüne timsah gözyaşları döktüğü görülür. Çünkü bu malzeme sayesindedir ki, şovenizm körüklenmekte, Türk halkının korkunç bir komplo karşısında bulunduğu propagandasıyla kendi komplosunu gizlemekte, dikkati "dış düşmanlara" çekerek içteki sınıf mücadelesini bastırmaktadır. Liberal burjuva basınındaki solcu köşe yazarları da özünde aynı koroya katılmaktadır. Tek fark şudur: Finans-Kapital propagandacıları Ermeni eylemlerinin ardında Sovyetleri ve "uluslararası Komünizmi" göstermekte ve Ermenilere karşı oluşturdukları düşmanlığı antikomünizm kanalına akıtmaya çalışmakta iken, reformistler çeşitli emperyalist ülkelere ağırlık vermekte, kendilerinin daha tutarlı milliyetçiler olduklarını kanıtlamaya çalışmaktadırlar. Reformistlerin dediği özetle şudur: Finans-Kapital egemenliği Türkiye'yi zayıflatmıştır, zayıflığı fırsat bilen diğer ülkeler de Ermenileri kışkırtarak Türkiye'yi bölmeye çalışmaktadırlar. Sonuç: Türkiye'yi güçlendirelim! Bu nasıl olacak? Sınıf çelişkilerini yumuşatarak, "haysiyetli dış politika" izleyerek... Hasılı hepsinin amacı birdir. Türkiye'yi, yani Türkiye'deki burjuva düzeni güçlendirmek..., ama "rivayetleri muhteliftir" Bizim amacımız ise Türkiye'deki burjuva düzenini yıkmaktır. Biz probleme uluslar değil, sınıflar açısından bakarız. Çünkü çağımızın hiç bir problemi sınıflar ve sınıf mücadelesi alanı dışında anlaşılamaz. Bizzat burjuvazinin tavrını açıklayan da sınıf mücadelesi öğretisidir. Türkiye'deki Marksist yazında Ermeni sorunu üzerine -ilerde ele alacağımız tek istisna dışında- hemen hemen hiç bir yazı yoktur. Sorun bütünüyle burjuva basının tekelinde gibidir. Peki bu sorun karşısında biz Devrimci Marksistlerin tutumu ne olmalıdır? Bu yazıda bu soruna genel hatları ile açıklık getirmeye çalışacağız. *** Bugün Türkiye toprakları üzerinde bir Ermeni ulusu yoktur. Ermeniler birkaç büyük şehirde azınlıklar halinde yaşamaktadırlar ve en büyük bölümü de İstanbul'da toplanmıştır. Halbuki çok değil, daha 60-70 yıl öncesine kadar Anadolu'da milyonlarca Ermeni yaşıyordu. Osmanlılar bugün "Doğu İlleri" denen yere açıkça "Ermenistan-Kürdistan" diyorlardı. Bugün, bu koskoca ulus hiç bir iz bırakmadan yitmiş gibidir. Ne var ki, bu bir yanılsamadır. VAROLAN bugünkü toplumsal yapı YOKOLAN Ermeni ulusu olmadan açıklanamaz. Bugünkü toplumsal yapının varlığını belirleyen yok olan Ermeni 5


ulusudur. Diğer bir deyişle, yok olmuş Ermeni ulusu, bugünkü Türkiye'nin toplum ve kültür yapısında capcanlı yaşamaktadır. Birkaç örnek verelim. Köroğlu destanı bilinir. Yiğitlik, zalime baş kaldırma denince akla Köroğlu gelir. Köroğlu destanı biraz dikkatlice incelenirse, içinde "Bolu beyi" filan geçmesine rağmen, destanın Kafkaslar ile Ağrı arasında, yani Osmanlı'nın Ermenistan dediği bölgede geçtiği görülür. Destanda geçen toplum yapısı ve destanda geçen kültür, Türk-Müslüman toplum ve kültür yapısından bambaşkadır. Köroğlu bir Ermeni destanıdır, Köroğlu da bir Ermeni yiğidi, halk kahramanı. Demek yok sanılan Ermeni ulusunun kültürü, Köroğlu olmuş bizi belirlemiştir. Bizim varlığımız Ermeni ulusunun yok oluşuyla diyalektik bir birlik içindedir. Hiç bir ulus iz bırakmadan yok edilemez. Hele kültür ve medeniyet seviyesi yüksek bir ulus hiç. Ermeniler ise kültür ve medeniyet düzeyi bakımından Anadolu'da en ileri ulustular. Bu düzey farkının en basit kanıtlarından biri şu sözden bile çıkarılabilir: "Ermeni ustanın eli değmeyen caminin kubbesi ve minaresi ayakta kalmaz (yıkılır)". Ermeniler Hıristiyan’dır, Anadolu'nun geri kalanı Müslüman. Ama Anadolu'da kaç cami bulunabilir bir Ermeni ustanın elinden çıkmamış. Pek az. Ermeniler Anadolu'nun zanaatkarları ve tüccarlarıydılar. Bugün bile Kürdistan'da hemen bütün kasaba ve şehirlerdeki ağa, eşraf, bey konakları, evleri, arazilerinin hep Ermenilerden kalma olduğu görülür. Kürdistan'ın güçlü derebeyliğinin varlığını, Ermenilerin yokluğu belirlemiştir. Kürdistan derebeyleri, Ermeni yok oluşunun sosyal yapıya damgasını vurmuş canlı tanığıdır. Batı'da Rum, Doğuda Ermenilerden kalan gizli hazinelerin ve o hazineleri bulup zengin olanların hikayeleri, umutsuzluk içinde mucize arayan Anadolu emekçisinin ilginç bir tipi olan "hazineci"lerin dilinden düşmez. Tarihin en korkunç katliamlarından birine uğrayarak fizik olarak yok edilmiş, ama yarattığı maddi-manevi kültür öğeleriyle hala içimizde capcanlı varolan bir ulustur Ermeniler. Ermeniler bilinmeden bugünkü Türkiye-Kürdistan gerçekliği tam olarak anlaşılamaz. Anlaşılamayan şey ise değiştirilemez. Burjuvazi bunun çok iyi bilincindedir. Kürtlük gibi Ermenilik de legal basında, halka karşı tam bir karanlığa gömülür, susuşla geçilir, ama gizli MİT arşivlerinde bütün anlamıyla yerini alırlar. Burjuvazi "deliye taşı andırmamak" için susar ama içinden tek düşündüğü söylemediğidir. Ermeni sorununda Türkiye'deki Marksist literatürde tek dikkate değer inceleme -bildiğimiz kadarıyla- Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın "İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)" adlı 1930'ların başında yazılmış kitabında bulunmaktadır. Onun için Ermeni sorununu ele alırken bu kitaptaki Ermenilikle ilgili bölümü temel olarak ele alacağız. Bu bölümde doğru olanı koruyup yanlış olanı eleştirerek Ermeni sorununu çözümlemeye çalışacağız. Osmanlı İmparatorluğunun tarihine baktığımız zaman Ermenilerin özellikle zanaatkarlık ve ticaret merkezlerinde bezirganlık alanında gelişkin, etkili olduğu görülür. Bu tarihsel arka plan, Asya kıtasındaki Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan uluslar içinde (Türkler, Kürtler, Araplar) modern burjuva gelişiminin dolayısıyla milliyetçi fikirlerin Ermeniler arasında öncelikle gelişimine yol açmıştır. Liman şehirlerinde gelişen Ermeni burjuvazisi Ermeni 6


milliyetçiliğinin esas temelini oluşturmuştur. Yine aynı şekilde Ermeni zanaatkarlar kapitalist münasebetlerin gelişimiyle birlikte Osmanlı devleti proletaryasının ilk öncüleri arasında önemli bir yer edinmişler ve Ermeni burjuvazisinin hemen ardından kendi partilerini kurmuşlardır. Engels, Komünist Manifesto'ya yazdığı önsözlerin birinde, Manifesto'nun Ermenice'ye çevrildiğini haber verir. Keza Osmanlı topraklarına ilk sosyalist fikirler, Balkan uluslarının yanı sıra Ermeniler aracılığıyla girmiştir. Osmanlı Mebusan Meclisinde sosyalist Ermeni milletvekilleri vardır. Ne var ki, cılız ve geç gelmiş, daha doğarken karşısında proletaryayı bulmuş Ermeni burjuvazisi, Ermeni ve diğer emekçilerden ziyade çarlık Rusya'sına dayanmayı yeğliyordu. Çarlık Rusya'sı ve İngiliz Emperyalizmi arasında Asya pazarları için süregelen çatışmada kilit noktanın Ermenistan olması, bu pazarlara egemen olma ile bir Ermeni devleti kurulup kurulmaması sorunu iç içe geçiyordu. Elbet, bir ulusun bağımsızlığını kazanabilmek için egemen devletin ve diğer emperyalistlerin çelişkilerinden yararlanması olağandır ve gereklidir. Nitekim Balkanlardaki ulusların birçoğu bağımsızlıklarını kazanırken bu çelişkilerden büyük ölçüde yararlanmışlardır. Ne var ki, Ermeniler için bu durum Balkanlardakinin tam zıddı bir sonuç yarattı. Balkanlar Avrupa'ya daha yakın olduğu, tefeci-bezirgan soysuzlaşmasına daha az uğradığı için orada modern kapitalist münasebetler pre kapitalist (kapitalizm öncesi) münasebetlere üstün gelebilecek kadar güçlenmişti. Buna karşılık Asya'da Ermeni burjuva gelişimi derebeylik denizinde bir ada gibiydi. Osmanlı devletindeki Müslüman-Hıristiyan çatışması, özünde derebeylik-burjuva çelişkisinin bir ifadesiydi. Hıristiyanlık kapitalizmi-burjuvaziyi, Müslümanlık derebeyliği, burjuva kurtuluşunu engelleyen antik Osmanlı devletini temsil ediyordu. Hıristiyanlık balkanlarda Müslümanlığı yenebilirken, Anadolu'da Müslümanlık Ermeni-Hıristiyanlığı ezdi. Bu derebeyliğin kapitalist gelişmeye üstün gelmesi anlamına geliyordu. Yani Anadolu'da modern gelişimin engellenmesi. Bu nedenle Türk-Kürt Müslümanlığın Ermeni Hıristiyanlığı katletmesi, bir ulus ve din çatışması görünümü almakla birlikte, derebeylik-burjuva çatışmasının bir ifadesiydi. Tarihte derebeyliğin burjuva gelişimi zorla, katliamla engellediği çok görülür. Sen Barthelmy katliamı ve Ermeni katliamı özünde aynı çelişkiden kaynaklanmıştır. Sonuçları da pek farklı olmamış, Fransa, burjuva devrimini İngiltere'den ancak yüz yıl sonra yapabilmiştir. Osmanlı imparatorluğunun Batısı ve Doğusu arasındaki gelişim zıtlıkları Avrupa'da da görülebilir. Protestanlığın Katolikliğe üstün gelebildiği -tıpkı Balkanlarda Hıristiyanlığın Müslümanlığa üstün gelmesi gibi- Kuzey Avrupa'nın daha barbar uluslarında kapitalizm daha erken ve hızlı gelişme olanağı bulabilmiş; buna karşılık, Katolikliğin Protestanlığı cadı kazanlarında, Sen Barthelmy katliamlarında yok ettiği Güney Avrupa ülkelerinde doğru dürüst bir kapitalist gelişmenin yolu tıkanmıştır. Bugün bile güney Avrupa Kuzey Avrupa'dan daha geridir. Güney Avrupa Protestanların şahsında kendi modern gelişimini yakıyordu. Türk ve Kürtler de Ermenileri keserken, Anadolu'nun bir dereceye kadar olsun modern gelişiminin yollarını tıkıyorlardı. 7


Şimdi burada kısaca değindiğimiz noktaları bir de Kıvılcımlı'nın kitabından daha özlü anlatımıyla okuyalım: "Osmanlı İmparatorluğu, Çarlık Rusya'sı ile İngiliz emperyalizmi arasında Orta Asya pazarları üstüne başlayan rekabete kilit ve anahtar noktası, bugünkü Şark Vilayetlerinde, bir Ermenistan hükümeti veya muhtariyeti kurup kurmamak meselesi idi. Bu meseleye bir zamanlar "Şark Meselesi" denildi. Osmanlı İmparatorluğu derebey ve saltanat şeklini muhafaza ettiği müddetçe, Şark vilayetlerinde iki zümre vardı: 1- Kürtlük: Daha ziyade derebey, klan ve aşiret sistemleri içinde, dağınık, siyaset dışı bir kalabalık şeklinde idi. 2Ermenilik: Genellikle burjuvalaşan ve İstanbul, Trabzon gibi önemli ticaret merkezlerindeki kodaman sermaye ırktaşları ile sıkı sıkıya bağlı, İngiliz metalarını İran yaylasından İç Asya'ya taşımakla görevli bir küçük burjuva çoğunluğu üzerine kurulmuş bezirganlık manzumesi demekti. Emperyalist tezatların dış kışkırtmaları yüzünden biraz daha şiddetle alevlenen Kürt-Ermeni zıddiyeti, bu iki zümre insanın arasındaki din, dil ve ilh. Farklardan ziyade, adeta bu iki rejim farkından doğma derebey-burjuva zıddiyeti oldu. İki kutup, Osmanlı Avrupa'sı'nda geniş çapta rol oynayan: Müslüman-Hıristiyan (derebey-burjuva) tezadı, daha ziyade tarihi ve mevzii şartlar yüzünden Şark vilayetlerinde, Balkanlardakinin aksine, ikincilerin mağlubiyetiyle halloldu. "Meşrutiyet burjuvazisi "Şark Meselesi”nin tedhişi altında, ilk ve büyük tehlike olarak gördüğü Ermeniliğe çullandı. Zaten Osmanlı saltanatı içinde kalmış milletler içinde, Balkanlar bir tarafa bırakılırsa- siyasi bilinç ve teşkilata kavuşmuş keskin metalipli (talepler ileri süren- y.n.) yığın Ermenilerdir. Meşrutiyet Burjuvazisi, birçok sahalarda olduğu gibi, Ermeni milliyetçiliğine karşı da derebeylikle el ele verdi. Elele verdiği derebeylik, öteden beri iki ayrı rejim zıddiyeti ile Ermeniliğe karşı tutulan Kürt derebeyliğiydi! İttihat ve Terakki devlet cihazı, illegal bir kararla başa geçti; Kürt derebeyleri milis teşkilatlar halinde silahlandırıldı, Türklükle Kürtlük, Ermenileri dünyada nadir görülmüş sinsi bir vahşet içinde katliama uğrattı. Fakat bu katliamdan Türk meşrutiyet burjuvazisi kadar ve belki ondan çok daha fazlasıyla istifade edenler Kürt derebeyleri oldu. Ve Kürdistan'da derebeylik biraz daha rakipsiz, çapul ettiği Ermeni mallarıyla biraz daha şişman oldu." (S.19-20) 1915'teki "tehcir"de katledilen Ermeniler birkaç milyonu bulmaktadır. Bunlardan canını kurtarabilenler Suriye'ye yerleşmişlerdir. Katledilen Ermenilerin arazilerine, evlerine Kürt ve Türkler, özellikle eşraf ağa takımı konmuştur. El konulan bu malları koruma kaygısı Antep, Maraş, Adana'nın Fransızlardan kurtuluşu için silaha sarılmalarında az rol oynamamıştır. Fransız işgalciler, Ermenilerden birlikler kurup buralara sevk edince mahalli direnişler başlamıştır. Katliamda özellikle Şafi Kürtler önemli rol oynamışlardır. Buna karşılık ilkel-komuna geleneklerinin daha güçlü olduğu Alevi Kürtler birçok Ermeni'yi katliamdan kurtarmış, saklamış, evlat veya eş edinmiştir. "Dersim Tarihi" yazarı en az kırk bin Ermeni'nin Dersim'e sığındığını yazar. Bunların kalıntıları menekşe yada yeşil renkli gözleriyle özellikle Kürdistan'da sık sık görülebilir. 8


"Bugün Ermeni denince ne anlıyoruz" diye soruyor Kıvılcımlı 1930'da ve cevap veriyor: "Verilen resmi rakamlara inanmak lazım gelirse, Ermenistan'da 900 bin, Türkiye'de 75 bin, Suriye'de 150 bin, Yunanistan'da 35 bin kadar Ermeni vardır. Bugün Şark vilayetlerinin "mesameleri" içinde gizlenip kalmış bir hayli Ermeni ırkından insan var. Fakat bunlar, dinleri ile birlikte dillerini de günden güne kayıp ediyor ve hakim Kürt psikolojisi ve tesiri altında Kürtleşiyorlar. Şark vilayetlerinde şimdi 'mühtedi' (islamiyete kabul edilen- y.n.) sıfatı ile tanınan eski Ermeniler adeta hayatlarını kurtaranların bir nevi gönüllü köleliğini unutmak ve unutturmak için, Ermeniliklerini henüz unutmamış olmalarına rağmen eski hatıralarına karşı bir ölüm sukutu ile mütehassıs olmak mecburiyetindedirler. Birkaç nesil sonra her şeyi unutmaya mahkum olan bu 'mühtedi'ler, bugün Şark vilayetlerinin en yoksul (...) marabaları halinde, bugün bile zaten aralarında daha ziyade bir din farkı bulunan ve ırk ve kültürce aynı kökten geldikleri, yüzyıllarca aynı tabii ve sosyal çevrenin beraberi oldukları Kürtlerle kaynaşmış ve Ermeni'den ziyade Kürtleşmiş bir haldedir. Onun için bu mühtedileri Şark vilayetinin Kürt camiasından ayırmak oldukça suni ve güç olacaktır..." (s.21) Buraya kadar öngörülenler bugün gerçekleşmiştir. Anadolu'da hemen hiç Ermeni kalmamış gibidir. Ermeniler özellikle birkaç büyük şehirde yoğunlaşmış olmakla birlikte sayıları hakkında hiç bir istatistik yok. Bu şehirlerde bile küçük azınlıklar halinde bulunmaktadırlar. 1930'lara göre muhtemelen nüfusa oranları da azalmış olabilir. Bugün Türkiye'de Kürtlerinki gibi bir Ermeni ulusundan ve ulusal hareketinden söz edilemez. Ne var ki, Ermeni'ler tüm diğer azınlıklar gibi ezildikleri, sürekli tedhiş altında tutuldukları için bu duruma son verecek gerçek bir eşitliği kurmak, devrimin objektif demokratik görevleri arasındadır. Ermeni azınlığı içindeki emekçiler bu nedenle proletaryanın müttefiklerinden birini oluşturur. Ermeni burjuvaları ise, kilise ve Türk burjuvazisi ile ortaklık içinde karını arttırmaktan, düzenini korumaktan başka bir şey düşünmemektedir. Kıvılcımlı'nın 1930'larda ulaştığı sonuç ta aynı yöndedir. Orada "Türkiye'nin bugünkü hudutları içinde sırf bir ermeni fikir hareketi, bir kitle hareketi olmaktan tamamı ile uzaktır. Başka tabir ile, geniş halk tabakaları içinde derin hareketler uyandıracak bir Ermenilik meselesi Türkiye içinde imkansızdır" sonucuna ulaşıyor. Bugün Türkiye'de bir Ermeni Hareketi yoktur. Ama devrimci hareketi yakından tanıyanlar bilirler ki, devrimci hareket içindeki Ermenilerin oranı nüfus içindeki oranları ile kıyaslanmayacak ölçüde yüksektir. Genç ve yoksul Ermeniler, tam bir enternasyonalist kavrayış içinde kendi kurtuluşlarının sosyal kurtuluştan geçtiğini anlamışlardır, ve MarksizmLeninizm bayrağı altında dövüşmektedirler. Birçok devrimci hareketin önderleri arasında Ermeniler vardır ve birçok devrim şehidi vermişlerdir. Ermeni yoldaşlar şimdiye dek hemen hiç bundist eğilim –yani proletaryayı milliyetlerine göre bölme eğilimi göstermemişlerdir. Bu tavırları tüm dünyadaki Ermeni gençlere, proleterlere örnek olmaktadır. (DEVAMI GELECEK SAYIDA) (Yazının yayınlanan kısmı burada bitiyor.) * 9


(Yazının İnternette daha sonraki yayınlanışında yazının devamına ilişkin yazılan not.) Yazının devamına ilişkin not: Ermeni Sorunu başlıklı bu yazı, Almanya'da Yol - Der Weg dergisinin 1982 yılındaki MayısTemmuz tarihli 22-24. Toplu sayısında yayınlanmış. Bu dergi bundan sonra çıkamadı, dolayısıyla devamı da yayınlanamadı. Yazının devamı benim elimde de yok. Yazıyı cezaevinde yazmış ve gizlice dışarı çıkarıp Yol'u çıkaranlara iletmiştim. Yazı, dışarı çıkarılabilmek için, Selpak kağıt mendile yazılmıştı. Yazının devamı ne oldu bilmiyorum. Yazı benim adımla değil, Temel Ateş imzasıyla yayınlanmıştı. (Bu dergide çıkan yazıların çoğu bana aitti ve çeşitli isimler kullanıyordum). Fakat Temel Ateş, tesadüfen bir CHP milletvekilinin de adıymış, bu milletvekilinin sorguya çekildiğini, kendisinin bir isim benzerliğinden başka bir ilgisi olmadığını ben de tesadüfen bir gazetede okumuş ve hatta böylece yazıların yayınlanmış olduğunu anlamıştım. Yazının devamında ne vardı?. Yanılıyor olabilirim ama hatırladığım kadarıyla şöyleydi: Önce Hikmet Kıvılcımlı'nın bir eleştirisine giriyordum. Yazının sonraki bölümünde yine Kıvılcımlı'dan alıntılar yapıyordum. Bu alıntılarda, 1930'larda, Sovyet Ermenistan'ının Diasporadaki Ermenilere mutlu bir gelecek vaat ettiği ve Dünyadaki Ermenilerin artık oraya göç ettikleri, dolayısıyla Sosyalizmin Ermeni sorununu da dolaylı bir şekilde çözdüğünü söylüyordu. Ben de bu noktada Kıvılcımlı'yı eleştiriyor, ne yazık ki bu öngörü gerçekleşmemiştir, 1930'lardaki eğilim tersine dönmüştür, Sovyet Ermenistan'ı Ermeni sorununu çözememiştir diyor, bunun, bu öngörü yanlışlığının Kıvılcımlı'nın Sovyetlerdeki değişiklikleri, Stalinizmi anlamamasından kaynaklandığını belirtiyordum. Tam da meselenin hallolmadığının bir kanıtı olarak diaspora'daki Ermeni gençlerinin ASALA gibi örgütler kurduklarını yazıyordum. Ermeni sorununun çözülmemişliği ile bağlantılı ve Ermeni yoksullarının ve gençlerinin memnuniyetsizliğinin bir ifadesi olmakla birlikte, bu hareketlerin anlayış ve yöntemce yanlış olmalarının yanı sıra, bazı istihbarat teşkilatlarının yönlendirmesine de uğramış olduklarının düşünülmesi gerektiğini belirtiyordum. Bu bağlamda, Suriye ve Lübnan'ın Fransa ile eski bağları, Avrupa'da Türkiye'nin Almanya'nın, Yunanistan'ın da Fransa'nın etkinlik alanı içinde yer aldığını. Keza Yunanistan ve Fransa'nın da eskiden beri Ermenilerle güçlü ve geleneksel ilişkileri olduğunu belirtiyor, bu bağlamda, ASALA'nın Türk Diplomatlarına karşı eylemlerinin Türkiye'nin Kıbrıs'ı işgalinden sonra hız kazandığına dikkati çekiyor ve buradan da ASALA'nın eylemlerinin, Türkiye'yi baskı altına almak isteyen Yunan ve Fransız çıkar ve gizli servislerinin manüplasyonu altında bulunduğunu belirtiyordum. Sonra da, yoksul ve ezilen Ermeni gençlerinin yolu sosyalist ve sınıfsal bir mücadelede aramaları gerektiğini söylüyordum. Emin değilim ama aşağı yukarı böyle bir seyir izliyordu yazı. 8. Ocak. 1998)

10


Bu yazıdaki bir yaklaşımımınn öz eleştirisini de daha sonra yazdığım bir yazıda yapmıştım. Bu yazıyla doğrudan bağlantılı olduğu için o yazıyı da aşağıya aktarıyorum.

Egemen Ulus Sosyalistlerinin Görevleri

Sayın Gökyüzü, Tarih ve Demokrasi platformunda sınıfsal baskı ve ulusal baskı konusunda Bertal Kahraman ile bir polemik çerçevesinde bazı görüşler ifade etmiş bulunuyor. Benzer konularda epeydir yazmak istediğimden bu tartışmayı vesile bularak konumumu ortaya koyayım dedim. * Sayın Bertal Kahraman, sayın Gökyüzü'ne karşı söylenmesi gerekenleri söylemiş durumda, onun dediklerine katılıyorum. Ama bunu, ezen ulustan bir insan olarak bir kez daha belirtmem gerektiği kanısındayım. Sayın Gökyüzü'nün tavrı, tam da, ezilen ulusun sorununu kavramayan ezen ulus sosyalisti tavrıdır. Gökyüzü kanımca daha önceki yazılarımda dile gelmiş yargılarımın somut bir örneğini sunuyor. Ve bu tavır elbette genel bir eğilimi ifade etmektedir. Yani bugün somut olarak ÖDP'ye egemen olan anlayış. Bu anlayış, Ezilen ulusların, cinslerin, ırkların şerefsizlerini, sömürücülerini vs.lerini bu ezilme biçimlerinden dolayı savunmak görevini anlamamaktır, ezen ulus, cins, ırktan bir insan ya da sosyalist olarak. Bu görev: son elli yılın toplumsal mücadeleler tarihinin klasik anlayışlara getirdiği en önemli değişikliklerden biridir. Bu vesileyle, kendimle ilgili bir özeleştiriye bir kez daha dikkati çekmek isterim. Bir sosyalist olarak kişisel evrimimde, ezilen ulus, sınıf, ırkların sorunları karşısında, bu baskının özgül niteliğini kavramayan bir yanım vardı. Ancak Avrupa'ya geldikten, Avrupalı sosyalistlerin geri ülke sosyalistleri karşısında, Avrupa merkezli, hatta rafine ırkçı denebilecek tavırlarını gördükten sonra. (Çünkü, Avrupa'da bir Türk olarak, Türkiye'de bir Kürt gibiydim.) Türkiye'de Kürtler karşısında bir Türk sosyalisti olarak nasıl benzer tavırlar içinde olduğumu fark ettim. O zamandan beri bu konularda çok hassasım ve davranış ve yazılarımla eski yaklaşımla kopuşmuş durumdayım. Ancak, bu eski anlayışım, "Ermeni Sorunu Üzerine Eski Bir Yazı" başlığıyla yayınladığım yazıda bir şekilde ifadesini buluyordu. Çünkü o yazıyı daha önce yazmıştım. Bu yazıyı, bulabildiğim kısımlarıyla yeniden yayınladığımda, (aslında yıllar sonra ben de ilk defa okumuş oluyordum) beni rahatsız eden cümleler bulunduğunu gördüm. Ama bir belge olduğu için olduğu gibi yayınladım. 11


Ve Bekledim, kimse bu noktayı fark edip eleştirecek mi diye? Maalesef kimsenin dikkatini çekmedi ve eğer dikkat eden olduysa da kimse bunu belirtmedi. Beni rahatsız eden cümleler şunlardı: "Ermeni azınlığı içindeki emekçiler bu nedenle proletaryanın müttefiklerinden birini oluşturur. Ermeni burjuvaları ise, kilise ve Türk burjuvazisi ile ortaklık içinde karını arttırmaktan, düzenini korumaktan başka bir şey düşünmemektedir." (...) "Genç ve yoksul Ermeniler, tam bir enternasyonalist kavrayış içinde kendi kurtuluşlarının sosyal kurtuluştan geçtiğini anlamışlardır, ve Marksizm-Leninizm bayrağı altında dövüşmektedirler. Birçok devrimci hareketin önderleri arasında Ermeniler vardır ve birçok devrim şehidi vermişlerdir. Ermeni yoldaşlar şimdiye dek hemen hiç Bundist eğilim –yani proletaryayı milliyetlerine göre bölme eğilimi göstermemişlerdir. Bu tavırları tüm dünyadaki Ermeni gençlere, proleterlere örnek olmaktadır." Açık ki, buraya aktardığım satırlarımda, Ermenilerin uğradığı özgül ulusal baskı karşısında bir körlüğüm bulunmakta. Yani, Ermeni burjuvaların, Ermeni olmalarından dolayı uğradıkları baskıyı görmeme, anlamama söz konusu. Benim böyle bir bağlamda onların sömürücü yanına değil, Ermeni olarak ezilmelerine ve sosyalist ve işçilerin onların bu özgül ezilme biçimlerine karşı çıkmalarına vurgu yapmam gerekirdi. Ermeni Devrimci arkadaşlarla ilgili de aynı şey söz konusu. Onlara Egemen ulustan bir insan olarak enternasyonalistlik payesi verir durumdayım. Benim vurgu yapmam gereken şey ise, onların, sosyalist hareket içinde, uğradıkları özgül baskıyı açığa çıkartan, egemen ulus sosyalistlerini bu yönde eğiten bir özerk yapılanmaları da olması gerektiği idi. * Bütün sosyal mücadeleler tarihi şunu gösteriyor: bir baskı biçimine uğramak ve ona karşı direnmek otomatikman diğer baskılara da hassasiyeti ve karşı olmayı getirmiyor. Genel kural, baskıya uğrayan ancak ayaklandıktan sonra, baskıyı yapan ve o baskı biçimine kör olan sosyalistlerin, bir özeleştiri ve eğitim sürecine girdiğidir. Örneğin kadın hareketinde böyle oldu. İlk başta kadın hareketi, sosyalist ve işçi hareketi tarafından bölücülükle suçlandı. Ancak bu hareket bütün ağırlığıyla ortaya çıktıktan sonra bugün kadınların özerk örgütlenmeleri ve uğradıkları spesifik baskılara karşı tedbirler sol ve işçi hareketi içinde olağan hale gelebildi. Egemen ulus, cins ya da ırk sosyalistlerini ve işçilerini, ezilen ulus, cins, ırk hareketleri eğitir. Bu anlamda, keşke, Ermeni Yoldaşlar "daha az enternasyonalist" olsalardı da, biz Türk sosyalistlerini, bu sorunlar karşısındaki körlüğümüzden dolayı daha sert eleştirselerdi, o zaman daha iyi enternasyonalistler olarak eğitilmiş olurduk. Demir Küçükaydın 15 Nisan 1998 Çarşamba 12


14:59

*

Bundan başka, başka bir tartışmacı “Ermeni Sorunu” adlı yazı bağlamında şöyle bir soru sormuştu: “Sayin Kucukaydin, II. Dunya Savasi sirasinda Nazilerle isbirligine giden Ermenilere nasil bir paye veriyorsunuz? Gonullu olarak Nazi Ordusuna kaydolan talan ve yagmalardan payini alip ayni zamanda Yahudi katliamlari yapan ve tum bunlari Ermenistan hayaliyle yapan Ermeniler, bagimsiz olmak kutsaldir bu yolda 1915'de Ruslarla isbirligine gitmeleri normaldir" sozunun altinda degerlendirilebilirler mi? Bagimsizlik icin Nazilerle bile birolan Ermeni hareketini sosyalist bir hareket olarak tanimlar misiniz? Saygilar” Bu yazıya verdiğim cevapta da şunları yazıyordum:

Ermeni Sorunu Üzerine Sunsay’a Cevap Sayın Sunsay, 2. Dünya savaşında Nazilerle işbirliği yapan Ermeniler hakkında maalesef bir bilgim yok. Bunu ilk defa sizden duyuyorum. Olabilir ve olduğunu kabul ediyorum. Görüşümü buna göre yazayım. Her ulusun içinden her türlü eğilim ve insan çıkar. Ermenilerin bir bölümü Nazilere işbirlikçilik yapmış olabilir. Rusların da, Türklerin de, Tatarların da, Yunanlıların da, Fransızların da, hasılı her ulusun içinden hiç de küçümsenmeyecek oranda işbirlikçiler çıkmıştır. Çoğu kez bunlar çoğunluk da olmuşlardır. Biliyorsunuz, Hırvatların büyük bir bölümü Nazi işbirlikçisiydi, ama Nazi işgaline karşı en büyük halk direnişini örgütleyen Tito da bir Hırvat idi. Dolayısıyla, bir ulusun içinden bir kesimin, ki bu kesim çoğunluk da olabilir, Nazi'lere işbirlikçilik yapmış olması, o ulusu mahkum etmek için bir vesile yapılamaz ve yapılmamalıdır. Çünkü her ulusun içinde bu tür politikalara karşı çıkanlar ve bunu canlarıyla ödeyenler de olur. *

13


Kaldı ki, Nazilere karşı savaş konusunda, bu vesileyle belirteyim ki, Fransa'daki Ermeniler örneğin meşhur Fransız Resistans (Direniş) hareketinin başını çekmiş ve çok büyük oranda yer almışlar, nüfus içindeki oranlarıyla kıyaslanamayacak ölçüde kayıp vermişlerdir. (Küçük bir anı bu arada. 70'li yıllarda, ölüme gidenlerin son mektupları gibi bir başlığı olan bir kitapta, ölüme mahkum olmuş Fransız direnişçilerinin son mektuplarını okuyordum. Oradaki Ermeni isimlerinin çokluğu dikkatimi çekmişti. Yıllar sonra, dolaylı olarak, Fransa'daki direniş hareketinde Ermenilerin rolünün büyük ölçüde unutturulup, örtüldüğünü, bu nedenle bir skandal koptuğunu bile duydum. Yani yakalanan Fransızlar genellikle Ermenilerin adını okumuşlar. Ermeni azınlığın bu çokluğu beni daha sonraki gözlemlerim ışığında şaşırtmadı. Bütün dünyada, sosyalist hareketlerin önemli bir kaynağı ezilen azınlıklardır. Türkiye'de Kürtler ve Aleviler nüfus içindeki oranlarıyla kıyaslanamayacak ölçüde sol hareketlerin içinde yer almışlardır. İngiltere'ye gidin orada aynı durumda İrlandalıları görürsünüz. Demek Fransa'da da Ermenilermiş.) * Ama şimdi gelelim, sizin esas olarak sorduğunuz soruya. Bir ulusal Kurtuluş ya da bağımsızlık hareketi, bağımsızlık amacına ulaşmak için, ezen uluslar arasındaki çelişkilerden yararlanmalı mıdır, yararlanmamalı mıdır? Tabii, siz benim tavrımı tahmin ettiğinizden, zor durumda bırakmak için, Ermenilerin Nazilerle işbirliği olayını örnek olarak getiriyorsunuz. Birincisi, herhangi bir ulusal hareket karşısındaki tavır, elbette dünya ölçüsündeki sınıf mücadeleleri bağlamında değerlendirilmelidir. Bu genel çerçevede, 2. Dünya savaşı sırasında, Ermenilerin Nazilerle işbirliği yapmasına karşıyımdır. Ama bu, Ermenilerin, Sovyetler Birliği'nde ezilen bir ulus olduğu gerçeğine gözleri kapamayı gerektirmez. Elbet bağımsızlık için kendilerini ezenler arasındaki çelişkilerden yararlanmaları gerektiği, ama o ezenler arasında, o somut koşullarda, dünya tarihi bağlamında eşit bir ilişki olmadığı, Nazilerin insanlık için en tehlikeli egemen olduğu, bu nedenle yaptıklarının yanlış olduğu belirtilmelidir. Kaldı ki, bunu belirten Ermeniler daima olmuştur. Benim yapmam gereken şey onların bu tavrını desteklemek olabilir. Türkiye'nin Kemalist'leri bu mantığı Kürt ulusal hareketine karşı kullanmak istiyorlar. Diyorlar ki, Türkiye'nin güçlenmesini istemeyen emperyalist ülkeler var, böyle bir durumda Kürtler savaşarak Türkiye'yi zayıf düşürüyor, o halde anti-emperyalizmi zayıflatıyorlar. Aşağı yukarı böyle bir çizgi. Ama bunun yukarıdaki bağlamla ilgisi yok. Türkiye'nin kendisi zaten emperyalist sistemin bir parçası. Türk ordusu bütün Batı silahlarıyla donanmış durumda. Türk ordusu Amerika, Almanya'dan silah alıyor, Kürtler alsa emperyalizmin oyunu oluyor. Bunların ciddiye alınacak bir yanı yok. Bugünün dünyasında, 2. Dünya Savaşı sırasında olana benzer bir durum yok. Bütün devletlerin hepsi aynı bokun soyu. Bu bakımdan, her ulusal baskıya karşı hareket, nereden silah alırsa alsın haklıdır bugün. Çünkü ezenlerin karakterleri aynıdır. Bir sınıfsal fark yoktur aralarında. 14


Türkiye Amerika ve Almanya'dan silah alıyorsa, PKK da Suriye'den, Yunanistan'dan, Rusya'dan veya Amerika'dan silah almakla haklılığından hiç bir şey kaybetmez. Bu çelişkilerden yararlanması tamamen hakkıdır. Aynı şeyi zamanında Türkler de yapmıştır. Fransız, İtalyan ve İngilizlerin, bunların hepsiyle Sovyet Rusya'nın çelişkilerinden yararlanmıştır. Sovyetler Birliği'ni ve onunla ilişkileri, İngiltere ve Fransa'ya karşı tehdit unsuru olarak kullanmıştır. İlk Büyük Millet Meclisi'nde, milletvekilleri, "Bolşevik de oluruz, şeytan da" derken, bunu yapıyorlardı. Etkili de oldu. İngiltere desteği kesti, Fransa el altından destekledi. Buna karşılık da Ankara hükümeti, bir tür köylü sosyalizmini ifade eden Çerkes Ethem'i tasfiye etti, Ali Fuat'ı Batı Cephesi Komutanlığı'ndan aldı, Suphi'leri temizletti. Bunun karşılığında da, örneğin Yunan mevzilerinin en küçük ayrıntılarına kadar planlarını gizli servisler onlara verdiler. İlke olarak, dünya tarihsel bakımdan, İkinci Dünya Savaşı sırasında olduğu gibi, ezenler arasında bir nitelik farkı varsa, tavır genel duruma bağlı olmalıdır. Yok eğer böyle bir durum yoksa, ezilen ulus hareketi ezen ulusun diğerleriyle olan çelişkisinden yararlanmalıdır ve yararlanabilir. Örneğin, birinci Dünya Savaşı sırasında, İrlanda milliyetçi hareketini Almanya, rakibi İngiltere’yi zayıflatmak için destekliyor böylece İrlanda ulusal hareketi de bu çelişkiden yararlanıyordu. Bunların ikisi de aynı kalitede emperyalist olduğundan, Lenin örneğin, yukarıda özetlediğim tavra uygun olarak, bunu meşru görüyor ve destekliyordu. Ancak, birinci hal konusunda burada bir açıklama daha yapmak gerekiyor. Dünya tarihsel durumun 2. Dünya savaşı gibi olduğu koşullarda bile, pekala faşistlerle işbirliği yapmadan da bağımsızlık savaşı verilebilir. Stalin'in bilinen politikası, dünyadaki komünist partilerini Sovyet dış politikasının basit araçlarına indirgeyen politikası, bu olanağı ortadan kaldırmıştır. Bunun en kötü sonuçları örneğin Hindistan'da görülmüştür. Hint halkının İngiliz emperyalistlerine karşı direnişine, Hint Komünistleri sahip çıkmayıp öncülük etmemişler, bunu müttefikleri zayıflatmamaya dayandırmışlar ve böylece köle ruhlu Gandi'ye meydanı boş bırakmışlardır. Bağımsız bir Hindistan, İngiltere sömürgesi bir Hindistan'dan çok daha fazla anti-faşizme güç verirdi. * Gelelim 1915'e. Ermeniler Osmanlı egemenliğine baş kaldırdılar. Gelişmiş burjuvazileri nedeniyle Türk'lerden çok daha önce uluslaşmaya başladılar. Osmanlı Devleti ya da Çarlık Rusya’sı, al birini vur ötekine, aynı karakterde yarı antika yarı modern, ömrünü doldurmuş iki gerici devletti. Yani ikinci dünya savaşı sırasındaki gibi bir durum yoktu. Birinci savaşta savaşan taraflar aynı nitelikteydi. Hepsi emperyalistti. O halde, ezilen bir ulusun, yani Ermenilerin, bağımsız bir devlet kurmak için, Osmanlı'nın düşmanı uluslarla işbirliği yapması son derece normaldir. Haklılığına bir halel getirmez. Nasıl Kafkas uluslarının da Osmanlı desteğini Çarlık Rusya’sına karşı kullanmaları ve aramaları onların haklılığına bir halel getirmez idiyse.

15


Tabii bu noktada, Türk milliyetçisinin kafası şöyle çalışmaya başlar. "Eh arkadaş, madem o benim düşmanımdan yararlanıyor ve onunla aynı safta yer alıyor, beni yok etmeye çalışıyor, benim de onu yok etmeye çalışmam, cephemin gerisini emniyete almam en tabii hakkımdır. Ne yapalım, gücü gücü yetene. Onlar bizi temizleyeceklerine, biz onları temizledik." Ama bu akıl yürütmede yanlış olan şunlar: a) Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu karşısında eşit bir konumda değildiler, ezilen bir ulustular. Yani özünde haklı durumdaydılar. Ezen durumda değildiler. b) Tarihsel bakımdan, yarı feodal bir düzene karşı, modern burjuva bir sistemi temsil ediyorlardı. Yani o zamanın dünyasına göre ilerici bir niteliği vardı. c) Normal devletler savaşında bile, sivil halka yönelik imha ve saldırılar, en azından formel olarak reddedilir. Osmanlı Devleti, sivil halkı yok etti. Ama bütün bunlardan öte, en korkuncu ve önemlisi, bunun tek olası çözüm gibi koyulmasıdır. Pekala Ermeniler üzerindeki ulusal baskı kaldırılarak da bir çözüm bulunulabilirdi. Sanki bu olanak hiç yokmuş gibi tartışılıyor mesele. Osmanlı Devleti, tehcir ve imha değil, ama örneğin, Ermenilere özerklik, kendi dillerini geliştirme hakkı, Müslümanlarla eşitlik vererek de bir çözüm sağlayabilirdi. Bu yapılmamıştır. Bunun yapılmamışlığı eleştirilecek yerde, varolan tek olası yolmuş ve başka çare mümkün değilmiş gibi koyuluyor. Bunu meşrulaştırmak için de, diğer ulusların yaptıkları örnek veriliyor. Örneğin İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerika'nın Japon asıllıları kampa koyması vs.. Bu tam Sinizmdir. İnsan olanın söylemesi gereken, Amerika'nın yaptığı da, Osmanlı'nın yaptığı da, insan olarak savunulamaz olmalıdır. Birinin yaptığında diğerinin meşruiyetini bulmak değil. * Aslında akıllı bir Türk milliyetçisi için bugün sorunu çözmek son derece kolaydır. “Osmanlı imparatorluğu gerici feodal; ulusların önünde engel bir devletti. Biz Türkler de bu devletin egemenliğinden kurtulan son ulusuz. Nice halklara nice acılar tattıran bu devletin mezarını biz kazdık, bir bakıma o halkların vasiyetini yerine getirdik. Bu devletin yaptığı katliamları lanetliyoruz.” Bu kadar kolayca, yağdan kıl çekerce bu işi çözmek mümkündür Türk milliyetçileri açısından aslında. Ama bu niçin mümkün olmamakta, bu katliamı inkar veya savunma akıl dışı boyutlara varmaktadır? Bunun sırrı da, o katliam ve daha sonraki mübadele ile elde edilen zenginliklerde ve bu katliamın suç ortaklığındadır. Muazzam bir servet transferi vardır. Türk milliyetçiliği bu laneti üzerinde taşımakta, tümüyle kendi çıkarı açısından bile akıl dışılığa varmaktadır. Bunu artık eski kuşakların kefaretini üzerinde taşımayan yeni Türk kuşakları aşabilir. Komplekssizce gidip Ermeni ulusuna kardeşlik eli uzatabilirler. Koşullar bunun için olgundur artık. Bir Özcan Soysal'ın yaptıkları bir rastlantı değildir. Çok alametler belirdi. Bunun olması 16


sadece bir zaman sorunu. Kürt ulusal hareketinin yükselişi ve başarısı bunu hızlandırır ve gerçekleştirir. Umarım cevaplarım sizin sorularını karşılıyordur ve sizi tatmin etmiştir. Selamlar 16.04.1998

*

Yine aynı dönemde Engin Deniz adlı bir tartışmacının yazısına karşı şunları yazmışız:

Ermeni Katliamı Karşısında Tavır (Engin Deniz’in Eleştirisine Cevap) Sayın Deniz Engin, Ben sorunu olgular düzeyinde değil de, metodolojik yanıyla tartışmak istiyorum. Ama önce olgu düzeyinde dediklerinize bir itirazım var. Sizler sanıyorsunuz ki, bütün dünya işi bırakmış da Türklerle uğraşıyor, Örneğin şöyle diyorsunuz: “Gerçekten anlayamıyorum, neden tüm dunya sozlesmis gibi Ermeni soykirimini (belki de bir silah gibi) kullaniyor? Kusuruma bakmayin ama ben bunun ardinda bir artniyet ariyorum.” Bu Türklerin bir fobisi ya da megalomanisi. Biraz Yalova Kaymakamı hikayesine benziyor. Emin olun, Türkiye dışında, kim takar Yalova Kaymakamını. Her gün renkli basında görülen, "Antalya sahillerinde tatilini geçiren Helga Türk erkeklerine bayıldı" türünden haberler ne kadar gerçeği yansıtırsa, dünyanın Türklerle uğraştığı yönündeki gazete haberleri de o kadar yansıtır. Aslında aynı tip dezinformasyonun iki farklı biçimidirler. Ve siz, biraz olsun aklı başında şeyler yazmak istiyorsunuz güya, bu saçmalıkları bir delil gibi getiriyorsunuz. (Ama bunlar sadece bir dezinformasyon da değildir. Bunlar bir ulusun şizofrenik ruh halinin, aşağılık kompleksinden kaynaklanan övünmelerinin yansımalarıdırlar.) * Neyse, esas konu bakımından bunun önemi yok. Yazınızdan anladığım kadarıyla, siz resmen "Ermeni Tehciri" denen olgunun sonuçlarını inkar etmiyorsunuz. Sizin itirazınız, böyle bir olayın ilk defa ya da bu çapta ilk defa burada olmadığı. 17


Olgu düzeyinde tartışmaya girmeyi bile gereksiz görerek, sizin dediğinizin doğru olduğunu, başka ulusların tarihinde de benzer katliamlar bulunduğunu kabul edelim. Ayrıca bunda büyük bir doğruluk payı da var. Ama sizin mantığınız nereye gidiyor? Siz aslında, savaş ya da başka bir nedenle, bunların başka uluslarca da yapılmış olmasını meşru görmüş oluyorsunuz. Ve kapıdan kovduğunuzu, bacadan içeri alıyorsunuz. Yazınızın başında, katliamlara karşı olduğunuzu söylüyorsunuz, ama bütün yazınız boyunca, diğer katliamları emsal olarak gösteriyorsunuz. Burada iki açıdan yanlışınız var. Birincisi bir Türk olarak, ikincisi bir İnsan olarak. Önce Türk olarak yanlışınız şurada: madem ki siz bir demokrat ve katliamlara karşı bir insansınız. Olaya şöyle yaklaşmanız gerekir: “Başka Ulusların katliamları beni bu anlamda ilgilendirmez. Biz bir katliam yaptık, bunun belki bir sürü hafifletici sebebi de bulunabilir (Savaş, Ermeni Çeteler vs.) Ama bu hafifletici sebepleri bulmak ve söylemek de bize düşmez. Biz bir ulusu yok ettik. Kişi olarak bundan sorumlu olup olmamanız da önemli değildir. Bu yok edişi açıkça ortaya koyup lanetlememiz gerekir. Bunu yapmadığımız takdirde, geçmiş kuşakların hatalarıyla bütünleşmiş, bu şizofrenik durumu devam ettirmiş oluruz. Hatalar bizden hızlı koşarlar. Yüzlerce yıl sonra bile lanetlerini üstümüze taşırlar. Ruhsal bir arınma, ancak insanın ya da ulusun kendi hatalarına karşı acımasız oluşuyla mümkündür. Uluslar da insanlar gibi, düşmanlarına ve komşularına karşı toleranslı ve anlayışlı, kendine karşı acımasız, hoşgörüsüz ve gaddar olmalıdır.” Böyle bir yaklaşım, insani ilişkilerde nasıl, olgun, kendine karşı acımasız, kendisiyle alay eden bir kişiliğin ifadesiyse, bir ulus için de sağlıklı bir ruh halini ve olgunluğu ifade eder. Ne yazık ki, siz de, binlerce ve milyonlarca Türk gibi, zayıf kişilikli, ham insanların kendi geçmişleri ve hataları karşısındaki tavırlarıyla davranıyorsunuz. Ve farkına varmadan, ulusal bir şizofreni yaşayan, Türk ulusunun bu şizofrenik halini yansıtmakla kalmıyor, Türklerin bu şizofreniden kurtulmasının yolunu tıkıyorsunuz. Sayın Soysal'ın yaptığı işin önemi buradadır. O bir Türk olarak bunu yapıyor. Bir Türk olarak, hiç bir özür getirmeden bir pisliği mahkum ediyor. Bunun ilk defa gerçekleşmiş olmasının Türkler için nasıl sağlatıcı bir önemi olduğunu hiç anlamıyorsunuz. Aslında içinizde Türk ulusunun sağlıklı bir ulus olması için, hem de Türk ulusunun adeta toptan bir şizofreni yaşadığı bir dönemde, en büyük işi yapan insan o. Bu kadar basit bir gerçeği görmüyorsunuz. Bundan yirmi otuz yıl önce bile Türkler nispeten daha sağlıklı insanlardı. Örneğin kendileriyle alay edebilirlerdi. Örneğin "Türkün aklı ya kaçarken ya da sıçarken gelir" gibi lafları her yerde duyabilirdiniz. Ya da bir Ermeni katliamı olduğu kimse için bir sır değildi. Hatta, Ermeni ve Rum mallarına konanların çoğu sonradan görme zenginler olduğu için, fakir insanlar, bu insanları aşağılamak için, o servetlerin kaynağındaki kanlı eylemleri her yerde afişe ederlerdi. İnsanın ya da bir ulusun kendisiyle, kendi hatalarıyla alay edebilmesi, onları afişe edebilmesi, onun ruhsal sağlığının ve olgunluğunun ifadesidir. Ama artık Türkler, 18


kendileriyle alay etmeyi bir kenara bırakın, sadece kendilerini övüyorlar. Eskiden insanlar yukarıdaki türden haberlere gülerlerdi, ama artık inanıyorlar ve öyle düşünüyorlar. Bu tam bir toplumsal şizofreni durumu. Çok değil, bundan yirmi otuz yıl önce, insanlar arası ilişkilerde, kendini övenler, kendi en ufak hatalarını ortaya koyup kendisiyle alay edemeyenler ciddiye alınmazdı. İnsanlar arası ilişkilerde bu tür insanların pek bir değeri de olmazdı. Ama bu gün tam tersi bir anlayış sadece insanlar arası ilişkilere değil, tüm Türklere egemen olmuş durumda. Bir Türk olarak, lütfen, kendinize karşı gaddar, başkalarına karşı toleranslı olmayı deneyin. O zaman da belki kimi Ermeniler veya Rumlar çıkıp "Yahu kendine karşı o kadar da haksızlık etme, biz de az haltlar işlemedik" der. Ama bunun için, önce sizin başlamanız gerekir. İşte sayın Soysal'ın yaptığı bu. Sorun burada, bunu anlayın. Ve en önemlisi, o bunu bir Türk olarak yapıyor. Aynı şeyi örneğin ben yapsam, anlamsız olur. Çünkü ben kendimi bir Türk olarak görmüyorum. İnsanın bir milliyeti olması zorunluluğuna karşı çıkıyorum. Bu durumda benim, sayın Soysal gibi davranmam ne Türkler ne de Ermeniler açısından değerli bir davranış olmaz. Türk açısından ben zaten hainimdir, Ermeni açısından ise zaten Türk değilimdir. Tıpkı bir ateist olarak, başka dinlere karşı Sünni Müslümanların yaptığı herzelerden dolayı özür dilememe benzer. Müslüman beni zaten kafir gördüğünden, yaptığım ya da söylediğim ona bir anlam ifade etmez, diğer dinden olan da beni Müslüman görmeyecektir. Peki bu durumda yapacak bir şey yok mudur? Elbette vardır. Bütün bu katliamlarla, ulusun, ulusçuluğun, sermayenin, sömürünün ilişkileri üzerinde durur, böylece bütün katliamlara karşı kökten bir eleştiri yöneltirsiniz. Çünkü, Soysalın ya da sağlıklı bir Türk olmaya çalışan bir Türk'ün Tavrı, ahlaki bir tavırdır ama sorunun köküne inmez, ve sadece kendi kapısının önünü süpürür. Lanetler ama neden konusunda susar. Çünkü aynı ulusçuluk ufkunun içindedir. Ama lanetler, ulusçuluk var olduğu sürece, yeni ulus katliamlarını hiç bir şekilde engellemez. Bu durumda, “yahu bu yaşananlar kader değildir, uluslar olmadan da bir dünya olabilir bir ulusa girmek, çıkmak, bir ulus kurmak kişinin bir vicdan ve inanç sorunu olmalıdır” diyerek de karşı çıkılabilir. Bu çok köktenci, tabii bugünkü dünyada ve hele Türkiye'de pek taraftar bulamayacak, bir yaklaşımdır. Ama böyle bir yaklaşım da mümkündür. Ve işte, sizde böyle bir yaklaşımı bir yana bırakalım, böyle bir yaklaşıma yönelik bir seziş bile yok. Gerçekliğin karşısında kölece eğiliyor ve ona karşı diklenmeyi aklınızdan bile geçirmiyorsunuz. Ulusları mutlak kategoriler olarak ele alıyorsunuz. Ve onları reddetmek gereğini duymuyorsunuz. Ve istemeden de olsa, başka ulusal katliamlara suç ortağı oluyorsunuz. Elbette iyi niyetlisinizdir. bundan kuşku yok. Ama cehenneme giden yollar da iyi niyet taşlarıyla döşelidir. Bu da sizin İnsan olarak metodolojik yanlışınız.

19


20


Ermeni Sorunu ile ilgili yazıyı Özcan Soysal’ın Tarih ve Demokrasi sitesinde yayınlamıştım. Bu tartışmalar da orada oluyordu. Bu arada bir başka tartışmacıyla tartışırken, Ermenilerden Türk olarak özür dileyen Özcan Soysal’ın bu davranışı vesilesiyle başka bir tartışmacıyla Ermenilerden özür dilemenin anlamı üzerine bir yazı yazmıştım. Bu yazıyı da aşağıya aktarıyorum:

Bir Başka Polemik Sayın Hakan, Şöyle Yazıyorsunuz: "ama onun bir Türk olduğunu düsünmüyorum ki zaten kendisi de, sizin aksinize, Türklüğü kabul etmiyor, Web sayfasinin sonunda onunla ilgili bilgileri incelerseniz goreceksinizki kendisi, baba ve anne tarafindan turk oldugunu belirtilmektedir. Yani bu su demektir, ben istemedim ama olmus bir kere, bunuda kabul etmek zorunda degilim ve kabul etmiyorum" Ne garip? Ben ise tam aksini düşünüyorum. Tam da Türk olarak Ermenilerden özür dilediğini vurgulamak için öyle yazdığını düşünüyorum. Birincisi, Ermenilerden Tarih önünde özür dileyen bir Türkün Türklerden nasıl "Ermeni Tohumu" gibilerden hakaretler yiyeceği belli olduğundan, ve muhtemelen bu tür hakaretlere de bol bol uğradığından, bu tür hakaretler edecek olanlara bir cevap olarak koyulduğunu düşünüyorum. (Parantez içi şunu belirteyim ki, "Ermeni Tohumu" olmanın "Türk Tohumu" olmaktan daha iyi ya da kötü olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla böyle denmenin bir hakaret olduğunu yazarken kendi fikrimi değil, bu lafları hakaret ve saldırı amacıyla edenlerin anlayışını yansıtmayı amaçlıyorum. Bu sayfayı okuyan Ermeniler varsa, lütfen yanlış anlamasınlar.) Bizzat, Soysal'ın sayfasına yazı yazanlar içinde onun Ermeni olduğunu ya da Ermeni desteğiyle bunu yaptığını düşünenler çok ve bunu açıkça da yazıyorlar. Bu nedenle, Türklüğünü Türklere karşı vurgulamaktadır. İkincisi, Sayın Soysal, yaptığı iş bakımından, Ermenilere karşı da Türklüğünü vurgulama durumunda. Yani, bu işi, ben bir Türk olarak yapıyorum diyor. Bu kadar zor mu bunu anlamak? Anasının babasının Türklüğünden bahsetmesi, herhangi bir ezilen azınlıkla bağının olmadığını, ezen bir ulustan bir kişi olarak durumunu vurgulamak içindir, yoksa Türklükle ilgisizliğini vurgulamak anlamında değil. Kaldı ki, diğer bir çok konularda, Soysal ile yaptığımız tartışmaları incelerseniz, analiz ederseniz, onun gerçekten iyi niyetli bir Türk Milliyetçisi olduğunu görürsünüz. O batılılaşmış, modern, demokratik, toleranslı bir Türk ulusu ve Türkiye istiyor ve bunun için çabalıyor. Soysal'ın Türk milliyetçiliği, alışılmış, şoven, faşizan ya da Kemalist milliyetçiliklerden farklı, bu günün milliyetçiliğine uygun bir milliyetçilik. Tabiri caiz ise Post-modern bir milliyetçilik. Bu milliyetçilik türüne henüz Türkiye'de pek rastlanmıyor, 21


sadece çok ince bir sol ve aydın katman içinde izleri görülüyor. Aslında, dünya ekonomisinin ve teknik gelişimin ihtiyacı olan milliyetçilik bu tür bir milliyetçiliktir. Aslında Türk burjuvazisinin ihtiyacı olan da böyle bir şeydir. Çok kültürlü, etnik ve kültürel çeşitliliği bir kazanç olarak gören, eskiden her şeyi tek etni ve kültüre bağlamak için yapılmış hareketleri lanetleyen bir milliyetçiliktir bu. Bu tür milliyetçiliğin Türkiye'de pek görülmemesinin nedeni, Kürt Ulusal kurtuluş hareketi karşısında Türklerin, kendi kıytırık imtiyazlarını korumak için, genel kurmayın ve çetelerin altına utanmazca yatmalarıdır. En ilkel, faşizan milliyetçiliğin şakşakçısı olmalarıdır. Toplumsal çürüme ve cinnettir bugünkü Türkiye'deki. Bu tür milliyetçilik, aslında ulus ilkesini reddetmez, hatta onu yaşatmak için son teşebbüstür. Örneğin, bunun en mükemmel biçimini Avrupa'da görüyoruz. Çok uluslu, kültürlü bir Avrupa Ulusu yaratılıyor. Bugün, dünya ticaretinin üretimden daha hızlı büyüdüğü, her türlü ulustan işgücünün, milyonlarca insanın oradan oraya aktığı bir çağda, o akan işgücünü haklardan yoksun bir durumda, ama üretime amade tutmanın bir aracıdır bu milliyetçilik. Türkiye'nin taş devrinden kalma milliyetçilikleri bunu kavramaktan acizdir ve buralarda kendilerine karşı paranoyakça komplolar görürler. Diğer yandan, teknik gelişme böyle bir kültürel çokluğa olanak sağlamaktadır. Tipik bir örnek vereyim: Daha beş altı yıl önce, bilgisayarda yazı yazan, kendini ANSİ ve ASCI kotlar denen, aslında gelişmiş batılı ülkelerin kullandığı harflerden oluşan bir kaç yüz şekille sınırlamak zorundaydı. (Bu sayfada hala tam bir Türkçe'yle yazamamızın nedeni de bu geçmişin kalıntısı yük aslında.) Ama bugün, Unikot ile, yeryüzündeki bütün dillerle yazmak mümkündür. Bu tür teknik gelişmelerdir, kültürel çeşitliliğe olanak sağlayan. Elbette bu teknik temelin milliyetçiliği de, her şeyin bir farecik tıkırtısı uzaklığa düştüğü bir dünyanın (Internet ve orada dolaşmayı kastediyorum) milliyetçiliği de ancak böyle bir milliyetçilik olabilir. Kürtçe'yi yasaklasanız da işe yaramaz artık. MED-TV uzaydan yayınını sürdürür. Bilgisayarınız varsa, Kürdistan’la ilgili bütün haberlere girebilirsiniz. Türk genelkurmayı kumda çomak oynasın. Böyle bir dünyada ulus ilkesini ve milliyetçiliği sürdürmenin tek yolu, Soysal'ın yaptığını yapmaktır. Aslında, bu foruma yazanlar içinde, en akıllı ve modern Türk milliyetçisi ve Türk sayın Soysal. *** Soysal'a ilişkin bu kadar. Gelelim diğerlerine. Siz sanıyorsunuz ki, sadece Soysal böyle bir şey yapıyor. Soysal'ın yaptığını, en azından yarım yüzyıldır yapmış, yığınlarca Rum ya da Ermeni sosyalisti olmuştur. Girin onların iç tartışmalarına dil bilginiz varsa, orada da onların kendi "hainlerini" görürsünüz. Muhtemelen örneğin Ermenistan'da, muhakkak oradaki çeşitli azınlıkların haklarını savunan Ermeni, ya da Yunanistan'da Grek Soysal'lar, "Türk Tohumları"

22


vardır. Nasıl Türklerin çoğunluğu sizler gibi en kaba ve bayağı milliyetçiliğin pençesindeyse, onların çoğunluğu da öyledir. Ama daima, az da olsa, bu kayıkçı dövüşüne katılmayan, bir üçüncü yolun mümkün olduğunu varoluşuyla kanıtlayanlar da olmuştur. Sorun hangi kritere göre bir bölünmeden yana olacağınızdır. Kendi milliyetçinizle mi bölüneceksiniz ya da başka milletlerle mi? Başkalarıyla değil de kendi milliyetçileriyle bölününler de vardır. Sizin yeriniz neresidir? Birini seçmek kişiye hiç bir yük ve zorluk getirmez, ama diğeri? Hangisini seçiyorsunuz? 31.01.1998

23


Aynı kişiye yönelik yine ermeni Sorunuyla ilişkili ikinci bir eleştiride de şunları yazmışız:

Aynı Kişiye İkinci Bir Eleştiri Sayın Hakan, Sayın Soysal'ın Künye ile ilgili açıklamalarından sonra yeni bir şey eklemek gerektiğini düşünmüyorum. Kendisini ben de tanımam. Ama bu açıklamalardan sonra en azından yaklaşımınızın metodolojisini, nasıl ön yargıyla bakmış olduğunuzu gözden geçirmeniz gerekir gibime geliyor. Tabii, bu açıklamaların da gerçeği yansıtmadığını da düşünebilirsiniz. Ben de sizin onu hainlikle suçladığınızı söylemedim. Böyle deneceğini söyledim. Ve denmiş de zaten. Böyle olacağını bilmek için kahin olmaya da gerek yok. Türkiye'de yaşayan ya da yaşamış herkes bunu bilir. *** Fakat esas problem, sizin olaylara ve tarihe yaklaşımınızdaki çocukça bir kavrayıştı. Sanki gerçekliğin insan ya da toplumsal grupların çıkarlarından bağımsızcasına ortaya koyulacağını sanıyorsunuz. Diyorsunuz ki, "evet biz böyle bir şey yaptık ama onlar da şunu şunu yapmıştı, bu da yanlıştı." Bu daha doğru bir yöntem. Ama bir şeyi unutuyorsunuz. Eğer insan çıkarlarına aykırı olsaydı, matematik aksiyomlar bile tartışma konusu olurdu. Milyonlarca Ermeni kesilip sürülünce bu insanların malları ne oldu? Bu mallara kimler kondu? Bu mallara konanlar daha sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda ve sonrasında nasıl bir toplumsal konumda bulundular? Bu soruları sormuyorsunuz. İşin tam da can alıcı noktası burasıdır. Çünkü bu insanlar Türkiye'nin son döneminin kaderini belirlemişlerdir ve devlete, özellikle de şu derin devlet denen şeye hala egemendirler. Bu egemen tabakaların çıkarları ve varlığıdır söz konusu olan. Dolayısıyla sizin önerdiğiniz türden yaklaşımlar, Türkiye'yi ya da Toplumu sanki hiç tanımayan birisinin yaklaşımları gibi olmaktadır. Bu yaklaşım, ortadaki büyük katliamı relatifleştirmekten başka bir şeye yaramaz. Türk burjuvazisi, ilk sermaye birikimini tabiri caiz ise Ermeni katliamıyla yapmıştır bile denebilir. Türk burjuvazisi ve devleti, çıkıp, şu ya da bu nedenle, biz bu Ermenileri yok ettik, diyor mu? Bundan pişmanlık duyuyoruz diyor mu? Gazeteler ya da Parti başkanları Ermeniliği ya da Ermeni olmayı hakaret olarak kullandığında bunlar içeri tıkılıyor mu? Ya da bu tür davranışları protesto eden yüz binlerin katıldığı mitingler yapılıyor mu? Bütün bu ve benzeri hiç bir örnek yok. Durum böyleyken, "onlar da şunu şunu yapmıştı, o zaman başka çaremiz yoktu" demek, varolan sistemi korumak, ona destek çıkmak demektir. Temel metodolojik sorunu gözden kaçırmak, tartışmayı olgular ve ayrıntılar alanına çekmektir. MİT görevlilerinin, Türkiye'nin resmi görevlilerinin çizgisi de tam budur. Yani sizin savunduğunuz çizgi. Mızrak çuvala sığacak gibi olmadığından, sorunu eşit güçler arasında bir çatışma gibi gösterip, önemsizleştirmedir. Siz Türk devlet adamlarının anılarını hiç okumadınız mı? Onlarda Devlet adamlığının raconu olaraktan hep şöyle satırlar görülür. "Bunlar hakkında yazmayacağım. Bunlar benimle birlikte 24


mezara gidecektir." Niye yazılır böyle satırlar? Söz konusu olan nedir? Kürtlerin, Ermenilerin, başka ezilenlerin uğradıkları katliamlardır bunlar. Hangi objektiflikten bahsediyorsunuz. Sonra Nasrettin Hoca'nın hikayesini de unutmayın. Hoca'nın eşeği çalınınca, herkes hocaya "şunu yapsaydın böyle olmazdı" deyince. Hoca da dayanamayıp: "Yahu bu hırsızın hiç mi suçu yok" demiş. Ortada Koca bir ulus, Milyonlarca Ermeni vardı, şimdi bunlar yok. Sanki bunları yok edenlerin hiç bir suçu yok. El insaf! Ermeni sorunundaki Tavır, özünde, Türkiye'nin geleceğine, dolayısıyla bugünkü toplumsal ilişkilerine değin bir tavırdır. Türkiye'nin, gerçekten Batılı anlamda demokratik, gelişkin bir ülke olmasını isteyenler; şu Devlet sınıflarını yani ordunun vesayetinden ve egemenliğinden çıkmasını isteyenler, Soysal'ınki gibi bir tavrı geliştirmek ve savunmak zorundadır. Varolan güçlerle ve kıytırık düzenlemelerle bugünkü sistemin devamından yana olanlar da, sizin ya da çeşitli varyantları olun resmi görüşün savunucusudurlar. Zaten çoğu da maaşlıdır ve bu işten geliri vardır. Ermeni sorunu üzerine tartışma, aslında Türkiye'nin bugünü ve geleceği üzerine bir tartışmadır. Özünde programatik bir tartışmadır. Ağaçlardan ormanı görmeme durumunda kalmayın lütfen. MİT'in, Devlet'in olayı çekmeye çalıştığı yer tam da budur. Objektiflik görünümü altında, ayrıntılar içinde olayı boğuntuya getirmek. İşin ilginci, bu sayfalarda görüldüğü gibi, epey etkili de oluyor. Ama ben bu etkinin onun bilimselliğinden değil, ikna gücünden değil, Türklerin, özellikle Kürt sorunu nedeniyle, yani çıkarları nedeniyle etkilendiklerini düşünüyorum. Bugün milyonlarca Kürdün, köylerinin yakılıp sürülmesi karşısında ses çıkarmayanların, Ermenilerin tehciri karşısında bir şey söylemeleri beklenemez. *** Sosyalistlerin hataları saymakla bitmez. Bizzat ben de Ulusal sorun konusunda bütün sosyalist teorinin yanlışlığına değin şeyler yazdım buralara yolladığım yazılarda. Ama bunlar karşısında iki tavır vardır. Bu hataları, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum ideali ve bu uğurda mücadeleleri anlamsız, değersiz, aşağı göstermek için öne sürmek, bir de, yine o amaca ulaşmak için bu hataların eleştirisi. Benimkisi ikincisi, sizinkisi birincisi. 02.02.1998

25


Yine aynı sayfadaki tartışmalarda Özcan Soysal’ın yaklaşımlarındaki kestirmecilik bağlamında şunları yazmışız:

Sosyalistler, Mihri Belli, Ermeni Katliamı Üzerine Bir süre önce, sayın Özcan Soysal, bazı alıntılarla "Devrimci Örgütler ve Ermeni Soykırımı" adlı bir yazı yazdı, daha sonra da "Mihri Belli ve Ermeni Sorunu" başlıklı bu yazının devamı sayılabilecek bir ikinci yazı yazdı. Bu yazılardan birincisi yankısız kalırken ikincisine Gökyüzü "83 Yaşındaki Genç Mihri Belli" başlıklı bir cevap verdi. Daha sonra da "Ayna" adlı kişi Gökyüzü'ne destek çıktı. (Gökyüzü bu destekten rahatsızlığını daha sonra başka bir vesileyle belirtti.) Bu kısa hatırlatmadan sonra konuya ilişkin görüşlerimi dile getirmek istiyorum. Sayın Soysal'ın alıntılarına, yani olgulara diyeceğim bir şey yok. Bunların doğru olduğunu kabul ediyorum. Zaten Türkiye'deki sol hareketi biraz tanıyan bunların doğru olacağını az çok tahmin edebilir. Benim itirazım, sayın Soysal'ın çıkarsamalarına ve olguyu açıklarkenki kestirmeciliğine olacak. Ancak bu kestirmeciliğe karşı çıkışların, sanki olayı meşrulaştırmak, haklı göstermekmiş gibi algılanacağını biliyorum. Ama tam bu tür algılama da bizzat o kestirmeciliğin bir yansıması kanımca. Birinci yanlış şu. Sanılıyor ki, Sosyalistler zemzem suyuyla yıkanmış, Stalin'in deyimiyle "özel kumaştan yapılmış" uzaydan gelmiş yaratıklardır. Bu anlayış, Ö. Soysal'da şöyle yansıyor örneğin: "70 yil demokratligi,ilericiligi devrimciligi,sosyalist veya komunist olma sifatini kendinde görenler türk halkina ermeni düsmanligi kuvvetle ve yaygin olarak siringalanmasina ve körüklenmesine karsin neler yaptilar?” Yani ortada bir halk var en azından nötr ya da masum, bir yanda bunun dışında ona Ermeni düşmanlığını şırıngalayan bir güç var, diğer yanda da yine onun dışında, ama aşağı yukarı aynı konumda bu konuda farklı bir tavrı olması gerekirken ona karşı hiç bir şey yapmayan solcular var. Sosyalistler, gökten zembille inmezler. Bizzat o halkın içinden çıkarlar. Sosyalist bir programı benimsemek, kendini sosyalist olarak nitelemek o içinden çıkılan halkın içine işlemiş ön ve bön yargılardan kurtulmak anlamına gelmez. Sosyalist olmakla belki bunlardan kurtuluş için bir yola girilmiş olur. Yani sosyalistler içinden çıktıkları ve içinde yaşadıkları halkın bütün ön yargılarını, alışkanlıklarını vs. içlerinde taşıyarak ortaya çıkarlar. Diğer bir deyişle, hepimiz "Turhallı bir hallı"yızdır. Ancak, sosyalist ideallerle başlangıç noktasındaki yerleşik kabuller arasında bir çelişki vardır, siyasi mücadele içinde bu çelişkinin aşılması, radikalleşmek beklenir. Ama bu radikalleşme her zaman olmayabilir. Elbette sosyalist bir insan, en azından bütün ulusları eşit görür, içinde herhangi bir ulusa karşı düşmanlık beslemez, ezilen ya da ezilmiş uluslara özel bir sempati besler vs. Aşağı yukarı bütün sosyalistler böyledir ve en azından böyle olduklarını düşünürler ve iddia ederler. Ama bu kabul ile, somut konulardaki tavır arasında çoğu kez büyük farklar 26


olur. Ama bu farkların nedeni, sayın Özcan Soysal'ın kestirmeden attığı Şovenizm değil, hatta bizzat, milliyetçilikten tamamiyle kopmuşluk bile olabilir. Bu karmaşık mekanizmaları görmek istemiyor Sayın Özcan Soysal ve tavırlar ile ideoloji arasında mekanik ve birebir ilişki varmış gibi ele alıyor. 1)

Sosyalistte bütün ön yargılar var.

2)

Ezilenlik durumu var

3)

Sovyetlerin tavrı var

4) Türk ezilen sınıflarına ters düşmeme, onlarla aktüel olan bir sorundan dolayı sorun çıkarmama kaygısı var 5)

Egemen sınıflardan korku var

6)

Bizzat kendi konumu var.

Önce Mihri Belli'den başlayalım. Sayın Mihri Belli'nin Kemalizm’in çok güçlü etkisi altında olduğu bir sır değildir. Hatta 1970'lerde Kırmızı Aydınlık'dan THKP-C ve Kıvılcımlı'nın kopuşunun ardında onun bu milliyetçi ve Kemalist eğilimleri ile bir sınır çekme çabası vardı. Mihri Belli örneğin, Jaures'ten alıntılarla, "Milliyetçiliğin derini insanı enternasyonalizme götürür" derken, Kıvılcımlı "Faşizme de götürmez mi" diye onu eleştiriyordu. Mihri Belli'nin bu günkü yazıları okununca da aynı eğilim açıkça görülür. Ama bu milliyetçi ve Kemalist eğilim aynı zamanda Mihri Belli'nin, herkesin şovenizm dalgasına kapıldığı bugünkü kritik ortamda Kürt ulusal kurtuluş hareketi karşısında onu yüzde yüz destekleyen bir tavır içinde bulunmasını engellememektedir. Aslında gerçek bir milliyetçinin hatta Kemalist’in Kürt ulusal kurtuluş hareketini desteklemesinde bir çelişki yoktur, hatta gerçek Türk milliyetçisi (yani Türkiye’nin gelişmesini ve zenginleşmesini, güçlenmesini isteyenler) ve gerçek Kemalist (Türkiye'nin batılılaşmasını isteyenler) için tek çıkış yolu Kürt ulusal kurtuluş hareketini desteklemektir. Şöyle bir örnek vereyim. Sosyalistlerde faşizmi sadece sermayenin (hatta onun en gerici ve en şoven kesimlerinin) bir diktatörlüğü olarak tanıma eğilimi epey güçlüdür. Evet, faşizm aynı zamanda budur da, ama hangi diktatörlük, hatta hangi bati demokrasisi böyle değildir ki. Dolayısıyla, faşizmi böyle tanımlayarak hiç bir şey açıklamış olmazsınız. Ama sosyalistlerin bu tür tanımlamalarının ardında şöyle bir varsayım yatmaktadır, ezilen sınıfların hareketlerinden sadece demokratik ve ilerici eğilimler çıkar. Bu doğru değildir. Ezilen sınıfların çıkarları, karakterleri, ideolojileri ve bunlar arasındaki ilişkiler sorunu böyle mekanik değildir ve çok daha karmaşıktır. Ezilen sınıfların hareketleri pekala belli tarihsel koşullarda, en gerici, en şoven, en kanlı diktatörlüklere temel oluşturabilir. 1970'lerin sonu ve 80'lerin başında sosyalistler arasında Faşizm üzerine bir tartışma yürüyordu. Bu tartışmada, örneğin ben, faşizmin ayırt edici niteliğinin onun kitle hareketi özelliği olduğunu, işçi sınıfının bazı kesimleri ve küçük burjuvazinin tepkisinin ifadesi olduğunu söylediğimde, muhataplarımca, sanki onun cinayetlerini meşrulaştırıyormuşum gibi 27


algılanıyordum. Yukarıda sözünü ettiğim yanlış varsayım ve mekanik anlayış nedeniyle böyle yorumlanıyordum. Ama ilginçtir ki, bu davranışın bizzat kendisi de, tam o ezilenlerin gerçek çıkarları ile tepkilerinin biçimleri ve görünüşleri arasında birebir bir uyum olmadığının örneği idi. Beni böyle itham edenler bir yanılsamadan hareket ediyorlardı tıpkı yine yanılsamalardan hareket ederek bir zamanlar faşist partilerin peşine takılanlar gibi. 13.04.1998 (Böylece “Ermeni Sorunu” adlı yazının yayınlanabilen kısmını yıllar sonra İnternette tekrar yayınlama vesilesiyle yapılmış tartışmaları aktarmış bulunuyoruz.)

28


Gazete Makaleleri 2000’lerin başından itibaren Kürt Ulusal hareketinin basınında Ermeni katliamı ve “sorunu” ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgili bir çok yazılar yazdık. Onlar da bu derlemenin ikinci bölümünü oluşturuyor.

29


Türk Nedir? Bundan yüz yıl önce, batılının Türkiye dediği topraklarda, ne kültür ne de soyca “Türklük” denen şeyle zerrece ilgisi bulunmayan çok küçük bir şehirli aydın azınlık dışında, kimse kendini Türk olarak tanımlamıyordu. İnsanlara sen nesin diye sorulduğunda, onlar Müslüman’ım, Kızılbaşım, Çerkezim, Türkmenim, Yörüküm, Kürdüm, Arnavutum diyorlardı ama Türküm demiyorlardı. Olağan kullanımda Türk sözcüğünün politik bir anlamı olmadığı gibi, bir etniyi ya da dil konuşan insanları değil, Türkçe konuşan göçebe ya da köylü ve yoksul Müslümanları kategorize etmeye yarayan kaba ve görgüsüz anlamına gelen; devlete egemen Müslüman kastın kullandığı bir hakaret sıfatıydı. Osmanlı Padişahına “Türk” dense, kendine hakaret edildi diye diyenin kafasını vurdururdu. Ve bu gün ise Türkiye Cumhuriyeti denen devletin toprakları üzerinde milyonlarca insan kendisini binlerce yıldır var olmuş bir Türk ulusunun torunları olarak tanımlıyor. Osmanlı’nın bir Türk devleti olmadığı ise, artık o Türklerin kavrayış gücünün ötesinde. Osmanlı devletini “Türkiye” ve ona egemen olan Müslüman kastı “Türkler” olarak tanımlayanlar Batılılardı. Yani Türk ve Türkiye isimleri bile, bu gün Türkiye denen topraklarda yaşayan insanların kendilerini ve ülkelerini tanımlamak için kullandıkları isimler değil, onlara batılı devletlerin verdiği isimlerdi. Tıpkı “Kongo”, “Rodezya” gibi. Bu gün kendine Türk diyenlerin hor gördüğü Afrikalılar, sömürgelikten kurtulduklarında, ilk yaptıkları iş, Batılı beyaz adamın kendilerine verdiği adları reddetmek oldu ve kendilerini ve ülkelerini kendi verdikleri adlarla adlandırmayı denediler; ülkelerine “Zaire”, “Zimbabwe” dediler. Ama Türkler, ülkelerini ve kendilerini Batılının verdiği isimle anmakta bu güne kadar hiç bir sorun görmediler. Aşağı yukarı her ulus uydurulmuş bir tarih ve unutulması gereken bir geçmişe sahiptir. Çünkü ulusların tarihi yoktur ve bunun yaratılması gerekir. Bütün uluslar için normal olan bu özellik Türk ulusunda saçmalığın zirvelerine varır ve hasta, şizofrenik bir ruha yol açar. Kimi insanlar vardır, daha doğarken hasta ve sakat olarak doğarlar, kimi uluslar da öyle. Alman Emperyalizminin Hint yolu ve Rusya’yı güneyden çevirme planlarının ihtiyaçlarına uygun bir uydurmadır Orta Asya Türklüğü. Egemenliğini sürdürecek son çare olarak bu Türklüğe sahiplenen Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastının ne soyca ne de kültürce Anadolu’daki Türkmen ve Yörükler kadar olsun bu dünyayla bağlantısı yoktur. Osmanlı Bizans’ı fetih ettiğinde onun tarafından fetih edilmiştir ve Bizans’ın devamıdır. Bu fatihler sadece daha önce İslamlık zırhıyla kuşandıkları için, Bizans tarafından din ve dil olarak fetih edilemediler. Onun haricinde, müzikten mimariye, mutfaktan vücut diline kadar her şey Bizanslıdır bu devlete egemen kastta. Ve son olarak Türklük, liman şehirlerinde palazlanan ve Rum ve Ermeni burjuvazisiyle rekabet içinde, dayanacağı bir ulus yaratmak ve ona dayanmak Yahudi burjuvazisinin ihtiyaçlarına da cuk oturmuştur. Bu nedenle en ateşli Türk milliyetçilerinin Yahudilerden çıkması bir rastlantı değildir. Bu burjuvazinin Kültürü de, tıpkı müslüman devlete egemen Kast gibi tipik doğu Akdeniz - Bizans kültüründen başka bir şey 30


değildir. Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı ve Levant’ın Yahudi burjuvazisinin çakışan ihtiyaçlarına uygun olarak yaratılmış bir ulustur Türkler. İtalyan siyası birliği gerçekleştiğinde d’Azeglio’nun: “İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları yaratmalıyız” dediği gibi, Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastı, önce Türkiye’yi yarattı ve sonra, Allah’ın insanı kendi suretinde yaratması gibi, Türk ulusu denen şeyi kendi suretinde yarattı. Türk ulusunun suretinde yaratıldığı; ona karakterini veren nedir? Bizans Kültürü demek ise, her şeyden önce, Rum ve Ermeni kültürü demektir. Bu gün bile dünyanın her hangi bir yerinde bir Rum ve Ermeni ile karşılaşan şunu görür: din ve dil haricinde (Hatta dil bile ortaktır, çoğu Türkçe bilir ve konuşur.) Türkleri Rum ve Ermenilerden ayırmak olanaksızdır. Yani önce Türkiye’yi sonra da kendi suretinde Türk ulusunu yaratan Müslüman devlet kastı tıpkı Rum ve Ermeni gibi bir Bizanslıdır. Ve dolayısıyla bu kastın kendi örneğinde yarattığı Türk de. Ama bu Ulus var oluşunu Rum ve Ermenileri yok etmeye borçlu olduğundan, gerçek kimliğini unutmak ve hafıza kaybına uğramak zorundadır. Bu da ona hasta ve şizofrenik bir karakter verir. Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış yaşayan Rumluk ve Ermenilikten başka bir şey değildir. Ya da hafıza kaybına uğramış yaşayan Bizanslılıktır. Ama o, varlığını bu gerçeği inkar ve unutma üzerine temellendirmiştir. Diğer bir deyişle Türk, aslını inkar eden bir haramzadedir. İnanmayan Türk ve Müslüman burjuvazinin servetlerinin kaynağını araştırsın. Hepsinin kaynağında Rum ve Ermenilerin imhası, sürgünü ile edinilmiş bir ilkel sermaye birikimi vardır. Türklerin bir ulus olarak bu şizofrenik ruh hastası durumundan kurtulabilmeleri, kendi geçmişlerini inkardan ve unutmadan kurtulmaları için ulus olarak bir tür toplumsal terapi görmeleri gerekiyor. Ama günahları ile öylesine bütünleşmiş ve onların öylesine esiri olmuş bulunuyorlar ki, kendi güçleriyle bu çürüme çemberinden çıkmaları olanaksız. Bu yönde küçük kimi kültürel hareketler dışında hiç bir toplumsal ve siyasi hareket yok. O küçük kültürel hareketler de varlığını her şeyden önce yükselen Kürt hareketine borçlu. Kürt hareketi Demokratikleşme ve Orta Doğu projelerinde bir başarıya ulaşabilirse, bu Türklerin hafıza kaybından kurtulup kendi gerçek kimlikleriyle barışmasının yolunu açabilir. Dünyadaki ve bölgedeki iktisadi gelişmeler ve zorunluluklar bu değişimi zorluyor ama o kendi egemenliğini sürdürebilmek için Türklüğü yaratan ve hala gücünü koruyan OsmanlıBizans’ın devlet kastı bu değişikliğin en büyük engeli olmaya; kendi hastalığını tüm topluma zorla bulaştırmaya devam ediyor. Türkler’in olağan bir sağlıklı gelişim için “baba katili” olmaları gerekiyor. “Baba”yı öldürmeden bağımsız bir kişilik gelişemez. 26 Eylül 2000 Salı demir@comlink.de

31


Tarihin Laneti Kıta Avrupa’sı ve İngiltere arasındaki gelişim zıtlıkları, Balkanlar ve Anadolu’daki gelişim zıtlıklarına benzer. Avrupa’da Kapitalizm ya da burjuvazi, önce Hıristiyanlık içinde, Püriten/Protestan mezhepler biçiminde eğilim ve çıkarlarını yansıttı. Ne var ki, bu Burjuva muhalefetin kaderi, Kıta Avrupa’sı ve İngiltere’de farklı yollar izledi. Püritenlik İngiltere’de iktidar olurken, aynı Protestanlar Fransa’da, Sen Barthelmi katliamlarında bire kadar kılıçtan geçiriliyordu. (Doğan burjuva dünyasının Osmanlı’ya sığınan Kılıç artıklarının, Hügontların, Osmanlı modernleşmesindeki etkileri ayrıca incelenmeye değer bir konudur.) Bu modern, burjuva ruhun katledilmesinin sonucu, Avrupa’da burjuva gelişiminin yüz yıl gecikmesi oldu. İngiltere 1688’lerde burjuva devrimini yaparken, Fransa aynı devrimi 1789’da yapabiliyordu. Ama devrimin şiddeti birikimin ölçüsünde sert oldu, Katoliklik adına Protestanları kesenler, yüz yıl sonra Hıristiyanlığı tasfiye edip önce akıl dini önerecekler, sonra da en azından dini politik alanın dışına iteceklerdi. Balkanlar ve Anadolu’nun tarihsel kaderi bu tarihsel sürece paralellik gösterir. Fransız ihtilalinden yüz yıl sonra, Osmanlı’nın Müslüman devlet kastlarının kapitalizm öncesi dünyasına karşı, Balkanların Hıristiyan kapitalizmi, tıpkı İngiltere adalarında, Prütenliğin zafer kazanması gibi, zafer kazandı ve Osmanlı egemenliğini ve Müslümanlığı balkanlardan süpürdü. Müslüman kapitalizm öncesi ise, bunun rövanşını Ermeni katliamları ve Rumların temizlenmesiyle, yani burjuva ve modern olan her şeyin tasfiyesiyle Anadolu’da aldı. Ermeni ve Rumların Anadolu’dan tasfiyesi, Sen Barthelmi’nin Anadolu’daki paralelidir. Bu nedenle Anadolu Balkanları yüz yıl geriden izler. Balkan ülkelerinin bu günkü durumu kimseyi yanıltmamalıdır. Bu ülkeler İkinci Dünya savaşından sonra Sovyet işgal bölgesinde kalmasalardı, en azından şimdiki Yunanistan’ın gelişmişlik ve zenginlik düzeyinde bulunurlardı. Örneğin Bükreş’e yüzyılın başında, “Doğu’nun Paris’i” deniyordu, Panait Istrati gibi yazarlar ve başka Bolşevik partisinde çalışan uluslararası Marksist teorisyenler yetiştirebiliyordu o zamanlar Romanya. Batı Avrupa’da burjuva muhalefeti dinsel biçimde var olmuştu, Avrupa’nın doğusunda ise aynı muhalefet, modern çağın dini olan ulusçuluk biçiminde ortaya çıktı. Balkan uluslarının kuruluşu, Protestanlığın zaferine denk düşüyordu; Anadolu’da Rum ve Ermeni ulusçuluğunun tasfiyesi ise, Protestanların katledilmesine. Ama Kıta Avrupa’sında Protestanlığı katledenler nasıl yüz yıl sonra tümüyle Hıristiyanlığı yok etme, bir akıl dini geçirme ve sonra da en azından dini politik alının dışına atma zorunda kaldılarsa, Anadolu’da Ermeni ve Rum ulusçuluğunu katledenler, ulusçuluğu, ulusu dil, kültür ve etni olarak tanımlayan klasik biçimiyle yok etmek, bütünüyle hukuki bir ulusçuluk kurmak zorunda kalacaklardır. Patlama birikimin ölçüsünde derin olacaktır. Kürt hareketinin el yordamıyla yaptığı, tarihin bu emrini yerine getirmekten başka bir şey değildir. 32


Burjuvazinin tasfiyesi, Türkler ve Müslümanlar için aynı zamanda bir modernleşme, uluslaşma, burjuvalaşma anlamına da gelmiştir. Yani Türk burjuva devrimleri, burjuvaziye karşı, kapitalizm öncesi Osmanlı’nın devlet sınıfları tarafından güdülen, burjuvaziyi tasfiye eden, kapitalizm öncesi sınıf ve ilişkileri güçlendiren burjuva devrimleridir. Tarihin laneti budur. Görmesini gören gözler bilir. Tasfiye edilen Rum ve Ermeni burjuvazisinin malları, Türk ve Kürt ağaların ve tefeci bezirganların servet ve sermayeleri, ya da Osmanlı’nın ruhu devletin daireleri olmuştur. Böylece yıllarca, Modern Ermeni burjuvalarının mallarına konmuş feodal ağaların kontrolünde, ortaçağ karanlığında, bezirgan partilerin oy deposu oldu Kürtler. Aynı durum aşağı yukarı Anadolu’nun bütün bölgeleri için de geçerliydi. 12 Eylül bile hala, Büyük şehirlerdeki sola yatkın işçi oylarını dengelemek için, Kürtlerin yoğun olduğu bölgelere daha fazla temsilci veriyordu. İşte bu denge alt üst olmuş bulunuyor. Kürtler adeta toplu olarak, var olan sistemin karşısına geçmiş bulunuyor. HADEP’in oyaları silme götürmesinin anlamı budur. Egemen sistemin Kürtler içinde, maaşlı koruculardan başka dayanağı kalmadı. Normal bir parlamenter işleyiş için, Kürtler içinde bir toplumsal temel bulmak, korucuları, ağaları, aşiretleri bir yana iterek, modern Kürt burjuvazisiyle tekrar bir ittifak sistemi kurması gerekir Türk burjuvazisinin. Ama bunun yapılabilmesi, Kürt ve Türk burjuvazisinin eşit bir partner olarak iş birliğine girmesi, bu günkü ordunun vesayeti, egemen ideoloji ve politikalarla olamaz. Durum değişmedikçe, burjuvazinin egemenliği için gerekli bir normal parlamenter sistem işleyemez. Bu durumda ordunun ağırlığı giderek dayanılmaz olmaya devam edecektir. Eski sistem, sanki Susurluk, bankalar, çeteler günah tekeleriyle ellerini yıkayıp yeniden yürüyebilecekmiş gibi görünüyor. Kimi Partilerin biçimsel değişmeleriyle, makyajlarla, hatta Kürtçe radyo ve televizyon ile varlığını sürdürebilirmiş gibi görünüyor. Yürüyemez. Toplumdaki ve sınıf ilişkilerindeki derin değişiklik eski politik sistemle götürülemez. İdeolojisi, partileri, ordusuyla bu günkü sistem, ne kadar makyaj yapılırsa yapılsın, Kürt burjuvazisinin desteğini sağlayacak bir politik biçim bulmadıkça bunalımlardan çıkamaz. Bu politik sistemin tasfiyesi için ise, büyük kitlelerin aktif eylemi gerekir. Tarihin lanetine ancak büyük kitle hareketleri son verebilir. Yüz yılın başında Osmanlı devlet sınıflarının işbirliği ile Hıristiyan kapitalizmini tasfiye ederek tarihin lanetine uğrayan Müslüman Türk ve Kürtler şimdi bu lanetten kurtulmak için, kendi 1789’larını yapmak durumundalar. Ama çok elverişsiz koşullarda. Burjuvazi korkak, İşçiler tarihin en büyük yenilgileriyle dünya çapında bir demoralizasyon, programsızlık, yönelimsizlik içindeler. Kürt hareketi yapayalnız. Bu günkü hareketsizlik ve çürüme kimseyi yanıltmamalıdır. Unutmamalı en güzel çiçekler bataklıklarda yetişir. 33


20 Kas覺m 2000 Pazartesi

34


Kötü Olabilme ve Yanlış Yapabilme Hakkı

Son yıllarda, "beton" kafalı Türk ve Sünni çoğunluğu, başka din, inanç, ulus ve dilden insanlara karşı "toleranslı" olmaya çağıran yine çoğunluktan olan "mozaik" kafalıların temel argümanları, onların ne kadar iyi oldukları; onların varlığının kendilerini de zenginleştireceği gibi noktalarda toplanıyor. Ne var ki, bu argümanın kendisi, ırkçılığı yeniden üretmektedir. Yani kendilerini zenginleştirmese hiç de gerekmeyeceği zımnen kabul edilmektedir. Ya da "azınlıklar" iyi insanlar olmasa, hiç de gerekmeyecektir onlara karşı "toleranslı" olmak. "Azınlıklar", yani çoğunluğu oluşturan ulustan, dinden olmayanlar, her zaman "iyi insanlar"dır. Türkiye'de Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler, Aleviler, Kürtler hep "iyi insanlar"dır. Çünkü onlar "iyi" olmak zorundadırlar. Çoğunluğun şiddetini çekmemek için her davranışını kılı kırk yararak yapmak, her zaman haklı bir durumda bulunmak zorundadırlar. Çünkü "iyi olmak" onların biricik savunma silahıdır. Bu kahredici çoğunluk bu insanları "iyi" olmaya zorlamaktadır. Onların iyi olmama hakları yoktur. Bir Türk'ün cinayet işleme, hırsızlık yapma, her hangi bir kötülük yapma hakkı vardır. Bir Türk cinayet işlediğinde, o belli bir insanın eylemi olarak mahkum edilir. Hiç bir yayın organı onun aynı zamanda bir Türk olduğunu belirtmez. Ama mazallah bir Ermeni bir suç işlese, önünde bir de Ermeni sıfatı olmadan adının anılması mümkün değildir. Hatta adının bile önemi yoktur, o bir Ermeni'dir. Ezilen ulus ve inançtakilerin hakları, onlar sizi zenginleştireceği ya da iyi oldukları için değil; sizi fakirleştirecekseler de savunulmalıdır. Onların kötü olabilme, adlarının önüne ulus ya da inançları bir sıfat olarak koyulmadan kötülük yapabilme hakları savunulmalıdır. Aslında, Kürt uyanışı karşısında, Türk mozaiklerinin bu kadar soğuk ve düşmanca durmalarının ardında bu gizli ırkçılık yatmaktadır. Çünkü Kürtler, artık "iyi" Tom Amca olmaktan çıkıyorlar, onlar artık "iyi" olmadıkları, kötü olmayı göze aldıkları ve kötü olma hakkı uğruna mücadele ettikleri için, beton kafalıların düşmanlığını kazandıkları kadar mozaik kafalıların sempatisinden de mahrum kalmaktadırlar. Halbuki onlar "iyi" olmaya devam etseler, mozaiklerin betonlar karşısındaki argümanlarına kanıt oluşturmaya devam etseler; mozaikler betonları ikna edebilirler bir gün! * "Azınlıkların" kötü olabilme hakkı gibi ezilenlerin, baskı ve sömürüye karşı direnenlerin hata yapma hakkı da yok. Şu an cezaevlerinde yüzlerce mahkum ölümün sınırında geri dönüşü olmayan bir noktada. Ve de çıt çıkmıyor, çünkü onlar hatalı!

35


Ölüm oruçları karşısında kimi solcuların tavrı mozaik kafalıların tavrından farklı değildi. (Aslında bunlar büyük ölçüde çakışırlar.) Nasıl onlar kötülük yapma hakkını savunmaya hazır değilseler; kimi solcular da ezilenlerin, kavgada haklı olanların mücadelesini, ancak "doğru" yapıyorlarsa desteklemeye hazırlar. Sanki ortadaki bir sportif mücadele ve önceden belirlenmiş kurallar var gibi olaya yaklaşıyorlar. Yok devlet haksızmış ama öbürküler de şöyle yapmalıymış!.. En mahkumdan yana görünen solcu ve gazeteci "arabulucu"lar bile, bir sportif karşılaşmanın hakemi gibi yaklaşıyorlar olaya. Ne çabuk unutuldu ki, bu mücadelelerde, biri daha baştan yeniktir, alttadır; öbürü daha baştan zaferi kazanmıştır ve üsttedir. Biri ne kadar aptalca, ne kadar yanlış mücadele yürütürse yürütsün, haklılığına zerrece halel gelmez; öbürü ne kadar akıllıca ve doğru mücadele yürütürse o kadar tehlikeli ve o kadar yanlıştır. Ezen ve ezilenin kavgasında tarafsızlık mümkün değildir. Koca bir adam küçük bir çocuğu döverken tarafsızlık çocuğun dövülmesine yardım etmektir. Küçük çocuk gücü yetmediği için, adamın taşaklarına tekme attığında, mozaik kafalı solcular, "belden aşağı vurma" diye itiraz ediyorlar. Ezilenlerin belden aşağı vurma hakkını savunmayı akıllarına bile getirmiyorlar; onlarla aralarına mesafe koymak ve hata yapmayan solcular olduklarını kanıtlamak için çırpınıyorlar. Bu bayların tavrı, ezilenlerin kendi içinde, kendi çıkarları ve mücadeleleri açısından yaptıkları tartışmalarla ve ayrılıklarla karıştırılmamalıdır. Öyle bir tartışmada yanlış yapabilme hakkı zaten veridir; kendi aralarında bir ön kabul olarak fiilen vardır. Mozaik kafalı solcu hakemler, ezenler karşısında ezilenlerin; devlet karşısında mahpusların; işveren karşısında işçilerin; erkek karşısında kadınların; ezen ulus karşısında ezilen ulusların özünde her zaman haklı olduğunu; ne kadar aptalca işler yaparlarsa yapsınlar bunun o özdeki haklılığı ortadan kaldıramayacağını ve ezilenlerin de yanlış yapabilme hakları olması gerektiğini anlamak istemiyorlar ya da unutmak istiyorlar. Ve bunu hala hatırlatmak isteyen dinazorlarla köprüleri atıyorlar. Bizim işimiz alttakilerin, ezilenlerin kötü olabilme ve yanlış yapabilme hakkını savunmaktır. demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/ 20 Ocak 2001 Cumartesi

36


Hatalar Sizden Hızlı Koşarlar

Fransa'nın kararı ile birlikte, Ermeni Katliamı üzerine tartışmalar gündeme oturdu. Aslında ne Fransa'nın aldığı kararın, ne de bu günkü tepkilerin Ermeni Katliamı ile ilgisi yoktur. Ermeni Katliamı konusu, başka bir politik çatışmanın aracıdır. Arkada libero oynayan Almanya'nın öne sürdüğü Fransa, bu kararla, Avrupa Ordusu'na Amerika'nın desteğiyle çomak sokan Türkiye'ye politik baskı amaçlıyordu. Özel Savaşçılar için de Fransa'nın kararı, hem şiddet politikasına dönüşün gerçek nedenini gizlemeye yarayan, hem de onu haklı göstermeye yarayan bir gerekçe olarak gökten inmiş bir nimetti. Böylece barış ve demokratikleşmeden yana olanları, "milli menfaatlere" kaygısız Avrupa'nın gönüllü işbirlikçileri olarak suçlayıp savunma mevzilerine sokabilirdi. Yani karar da, tepkiler de, doğrudan Ermeniler veya Ermeni katliamıyla ilgili olamayan başka politik hedeflerin bir aracından başka bir şey değildirler. Zaten bu da, tarihin, tarihten ziyade günümüzle, günümüzdeki sınıfların ve politik güçlerin konum ve çıkarlarıyla ilgili olduğunu gösterir. Bu nedenle, Tarih tarihçilere bırakılamayacak kadar politik bir konudur. Keza tarihi tarihçilere bırakmanın kendisi de tarihsel gerçeği bulma değil, günün politik kaygılarıyla ilgili basit bir taktikten başka bir şey değildir ve ciddiye alınacak bir yanı da yoktur. Elbet bu tartışmalar, başka bir çatışmanın aracı, Kürtlere karşı saldırının sis örtüsüdür ama bütün bunlara rağmen aynı zamanda, bizzat bu katliamın varlığının bu yükseltilen inkarıyla bile, Türkiye'nin egemenleri için bir yenilgidir. Çünkü Türk kimliği, hafıza kaybına dayanılarak oluşturulmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet bütün gerçek geçmişi unutma ve unutturmaya dayanıyordu. "Harf Devrimi" bile, kapitalist dünya ile ticareti kolaylaştırmak kadar, bu geçmişi unutma ve unutturma çabasının da bir ifadesidir. Hatalar insanlardan hızlı koşarlar. Onlardan kaçıp kurtulma olanağı yoktur. Tam unutulduğunu, kurtulduğunuzu sandığınız anda, karşınıza aşılmaz bir duvar gibi dikilirler Türk ulusu da, kendi hafızasını yitirme bahasına, doğuştan günahlarını unutmak ve unutturmak, onlardan kaçıp kurtulmak istiyordu. Altmışlı ve yetmişli yıllarda neredeyse hedefe varılmış gibi görünüyordu. Günahları işleyip onların lanetini üzerinde taşıyan kuşak yavaş yavaş sırasını savıp giderken, önceki kuşağın günahlarından habersiz kuşaklar meydanı dolduruyordu. O günahları hatırlatacak kimse de kalmamıştı ülkede. O günahların kurbanlarının diyasporadaki kalıntıları da aynı şekilde sıralarını savıyorlardı. Sonraki nesiller ise zaten doğdukları ülkelerin insanları olmuşlardı. Galiba bu sefer günahlardan kaçmak, onlardan kurtulmak, o günahların hafızalardan yitip gitmesini sağlamak başarılmış gibi görünüyordu. Yeni kuşaklar için bu unutturulma öyle başarıya ulaşmış görünüyordu ki, çoğu sola ilgi duyan, hatta Marksist yeni kuşaklar, Türkiye'deki sınıf ilişkileri ve toplumsal yapı ile bu günahlar arasında bir ilişki bile kurma yeteneği gösteremiyordu. Örneğin sosyalistler arası toplumsal yapı, sınıflar, tarih konularında yoğun tartışmaların yaşandığı ve bu tahlillerden 37


strateji ve programların çıkarıldığı altmışlı ve yetmişli yıllarda Ermeni Katliamı, sonraki mübadeleler, Kafkas ve Balkanlardan insan göçleri ve bunların sistemin örgütlenmesi ve sınıf ilişkilerinin şekillenmesi bakımından etkileri gibi konularda hemen hemen hiç bir şey bulunmaz. Bu konular ve kavramlar, Türkiye'nin toplumsal yapısı ve sınıf ilişkileri bağlamında değil; bu paradigmalar ortadan kaybolduktan sonra; hatta bu paradigmalara karşı olarak doksanlı yıllarda solcuların tartışmalarına girmeye başlamıştı. Örneğin, Ermeni katliamı, hangi tarihsel ve toplumsal ilişkilerin sonucu olarak gerçekleştiği ve bu katliamın sonraki Türkiye'nin toplumsal ve sınıfsal ilişkileri üzerindeki etkileri gibi bir bağlamda değil de; Ermenilerin katledilmesi ve sonradan yok olup gitmesinin çok renkliliği azalttığı gibi (aslında gizli bir ırkçılığı da yansıtan) bağlamlarda konuya yaklaşıldı, zamanın ruhuna uygun olarak. Yani konunun tarihsel ve toplumsal ilişkiler bağlamında tartışılabileceği dönemde Ermeni Katliamı diye bir konu akla gelmiyordu dolayısıyla o analizler havada kalıyordu; Ermeni Katliamının gündeme geldiği dönemde ise, konuyu toplumsal ve tarihsel bağlamda; politik mücadele stratejisi bağlamında tartışacak paradigma ve kavramsal araçlar bir kenara atılmış bulunuyordu. Bu arka plan, sanki sınıfsal ve Marksist bakış açısıyla örneğin Ermeni sorununun tartışılması arasında bir çelişki ve uzlaşmazlık varmış gibi bir yanılsama ortaya çıkmaktadır. Ama Türkiye'deki sınıf ilişkileri, bizzat bu katliam ve sonraki Rum mübadeleleri olmadan anlaşılamaz. Türkiye ve Kürdistan'da egemen sınıflar bu katliam ve başka zorunlu göçlerden elde ettikleri servetle oluşmuştur. Denebilir ki, ilk sermaye birikimi batıda nasıl korsanlık ve köle ticaretine dayanırsa, Türkiye'de de Ermeni katliamına ve Rumların sürülme ve mübadelesine dayanmıştır. Bütün egemen devlet kastının ve sınıfların servet ve sermayelerinin kaynağında bu katliam ve mübadeleler bulunmaktadır. Ermeni ve Rumlar nispeten kapitalist ilişkilerin geliştiği burjuvalardı. Tasfiye ve katil, aslında aynı zamanda, modern toplumsal ilişkilerin de tasfiyesi olmuştur. Modern Kapitalist Rum ve Ermenilerin malları ve sermayeleri; prekapitalist tefeci-bezirgan sermayeye dönüşmüş veya toprak ağalığını ve ortaçağ artığı iktisadi, sınıfsal ilişkileri güçlendirmiştir. Böylece katliamla birlikte gerilik ve gericilik birbirini üretir olmuştur. Türkiye ancak, 1960'lı yıllarda, katliam öncesinin ekonomik düzeyini yakalayabilmiştir. Bu nedenlerle egemenler, hem kendi egemenlik ve imtiyazlarının kaynağını gizlemek; hem de bir ulus yaratabilmek için unutmaya ve hafıza kaybına dayanabilirlerdi. İşte tam başardıklarını sandıkları anda, geçmiş günahları karşılarında aşılmaz bir duvar olarak dikilmiş bulunuyor. Bütün yaptıkları olmamışa döndü, her şey unutmaya ve unutturmaya dayanmıştı, bu proje çöktü; bu nedenle ağır bir darbedir Türkiye'nin egemenleri için. Ermeni Katliamının, inkar için bile olsa tartışılmak zorunda kalınması, unutulmaması ve tekrar hatırlanması bile projenin iflasıdır. Çünkü Türk Kimliği, unutmak ve hafıza kaybı ile şekillendiriliyordu. Şimdi bu suskunluk yıkıldı. 10 Şubat 2001 Cumartesi 38


Ararat Geçen hafta Atom Egoyan’ın Ararat filmini görebildim. Bu film üzerine ve film vesilesiyle bir kaç şey söylemek gerekiyor. Atom Egoyan’ın filmi sadece film içinde bir film değil, iç içe geçen bir çok hikayeden oluşuyor. Film, Ermeni katliamı üzerine bir film; Ermeni katliamı üzerine bir Ermeni olarak film yapmanın sorunları üzerine bir film; İki binli yıllarda Kanada’da yaşayan bir Ermeni olarak bu konuda film yapmanın sorunları üzerine bir film; modern batı metropollerinde yaşayan insanların ilişkileri ve ilişkisizliği üzerine bir film; kuşaklar çatışması üzerine bir film; ünlü ressam Arshile Gorky’nin hayatı üzerine bir film; Babasız büyüyen çocukların veya babalarının anısı altında ezilen çocukların sorunları üzerine bir film; mit yaratmak üzerine bir film; mitlerin gerçek hayatları üzerine de bir film; Dr. Ussher’in anıları üzerine bir belgesel; ama belgesellerin ne kadar belgesel olduğu; onların ne kadar gerçeği yansıttığı veya yansıtabileceği üzerine de bir film. Burada saymakla bitmeyecek ve her bir hikayenin, her bir konunun diğerine ayna görevi gördüğü; bir yabancılaşma etkisi yaratmak için de kullanıldığı, zaman ve mekan ve hikaye geçişlerinin büyük bir ustalıkla yapıldığı sanat değeri yüksek bir film Ararat. Ben de kısaca Ararat film üzerine, yani bir Ermeni tarafından Ermeni katliamı üzerine yapılmış bir film üzerine bir Türk olarak yazı yazmanın sorunları üzerine bir yazı yazmak istiyorum. Bu film üzerine, her türlü politik kaygıdan azade olarak, sırf estetik kaygılarla, sırf felsefi kaygılarla bir yazı yazmak isterdim. Filmin çok önemli gördüğüm bir zaafı üzerine bir yazı yazmak isterdim. Ama böyle bir yazı yazamam. Çünkü Türkiye’de devlet ve toplumun büyük çoğunluğu, bir Ermeni, Süryani katliamı olduğunu inkar ediyor. Çünkü bu film Türkiye’de oynatılamıyor. (Osmanlı’da oyun çok. Baktılar doğrudan yasaklasalar olmayacak, önce serbest bıraktılar, sonra iyi saatte olsunlar faşist çeteler piyasaya sürülüp, “halkın tepkisi” nedeniyle sinemaların oynatmaması sağlandı. Halbuki demokratik bir ülkede, devletin görevi o “halkın tepkisi”ne karşı, bir tek kişinin bile o filmi seyretme hakkını savunmak olur.) Ne zaman Türkiye’de Ermeni-Asuri katliamı inkar edilmez ve üzerine açıkça tartışılır; ne zaman bu film Türkiye’de serbestçe oynar ve her hangi bir engellemeye girişenlere karşı devlet güçleri insanların bu filmi seyretme özgürlüğünü garantiye alır, ancak o zaman Egoyan’ın filmi üzerine her türlü politik kaygıdan azade olarak bir yazı yazılabilir. Yani bir Türk olarak, bu film üzerine bir yazı yazma özgürlüğüm bulunmamaktadır. İnkar edilen bir olay üzerine çevrilmiş yasaklanmış bir film üzerine yazı yazmak, elleri bağlı ve savunmasız bir insana vurmaktan farklı olmaz. 39


* Bu vesileyle Türkiye’nin sosyalistlerine bir çağrı. Politikadan ve demokratik görevlerden kaçmak için, işçilere bilinç götürmeyi; emekçi halkın sıkıntılarından bahsetmeyi; globalizme karşı dünyanın bilmem neresindeki gelişmelerin ateşiyle ısınmayı falan bırakın artık. Nasıl olsa işçiler ve halk sizi dinlemiyor. Ama başka bir şekilde işe yarayabilirsiniz. Örneğin politik sonuçları olan kültürel ve kalıcı etkiler bırakan çalışmalara yönelebilirsiniz. Örneğin, Atom Egoyan’ın filmi faşistlerin gösterisiyle oynatılmıyor mu? Bu filmin gösterilmesi için, “Ararat'ı seyretme özgürlüğümü savunmayan devleti protesto ediyorum” diye filmin oynatılması için kampanya başlatabilirsiniz. Emin olun böyle bir şey yapmanın, yüz işçi grevi örgütlemek; bin işçiyi sendikalı yapmak; on işçiyi sosyalist yapmak kadar sevabı vardır. Bu filmin oynatılıp oynatılmaması üzerine, toplumda bir tartışma başlatmanız, filimin oynatılması sağlanamasa bile, başlı başına bir zafer olur. Ya da örneğin, dedelerinizin, babalarınızın Ermeni Süryani katliamında, nerelerde ne yaptığını ifşa eden, alttan bir hareket başlatabilirsiniz. Herkes tek tek ailesini araştırır, dedelerinin bu katliamlar sırasında ne yaptığını. Ailesinde bu katliamlardan gelen bir gayrı menkul, bir servet, ahretlik türünden bir ev kölesi vs. olanlar bunları kamu oyu önünde anlatıp, bu katliamı lanetleyebilir. Ermeni, Süryani ve Rum katliamları, sürgünleri ve mübadeleleri devlet ve ilk sermaye birikimini bu kanlı olaylarla sağlamış zengin sınıflar tarafından inkar dilmektedir ama, sıradan halk bu katliamı ve somut olayları bilmektedir. Bu halkın anlattıkları derlenerek, devletin ve egemen sınıfların ve gerici Türk milliyetçilerinin inkarlarına karşı, aşağıdan bir hareket başlatılabilir. Hasılı bir çok şey yapılabilir. Sosyalistler, böyle çabaların başını çekerlerse, tekrar altmışlı yıllardaki gibi, demokratik mücadelenin önüne geçip, küçük güçlerine rağmen toplumun gündemini belirlemeyi başarabilirler. Yani sadece sevabı yok, politik bir işlev ve anlam da kazandırır sosyalistlere. Değmez mi böyle girişimlere. 04 Mayıs 2004 Salı demir@comlink.de http://www.comlink.de/demir/

40


Türklüğü ve Ulusu Yeniden Tanımlamanın Farkı Kürt olduğu için vurulan 5 C öğrencisi Uğur’un Anısına Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında Bir teneffüs daha yaşasaydı Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür Devlet dersinde öldürülmüştür Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu: -Maveraünnehir nereye dökülür? En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı: -Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir. (...) Ece Ayhan, Meçhul Öğrenci Anıtı Geçen haftaki “Türk Nedir?” başlıklı, aslında dört yıl önce yazılmış yazı, hem çok tepki, hem de çok takdir aldı. Ama her iki taraf da yazıda ne dendiğini anlamamışlardı. Yazı Türkler tarafından Türk ulusunun yeniden tanımlanması olarak anlaşıldı. Anlaşılamamasının nedeni şudur: Bu gün dünyadaki insanların neredeyse tamamı, (ki buna en hızlı komünist ve enternasyonalistler de dahildir) ulusçudurlar ve bunun dışında başka bir var oluşu tasavvur bile edemezler. Ama sadece bu kadar değil. Bir de bunun çifte kavrulmuşu var. Dile, dine, kültüre, etniye dayanan gerici ulusçular da bu ulusçuların yüzde doksanını oluştururlar. Ulusçular ulusun ne olduğunu anlayamazlar. Çifte kavrulmuşlar ise bırakalım ulusçuluğu, demokratik bir ulusçuluğun bile ne olduğunu anlayamazlar. Bizim yazılarımızın trajedisi de buradadır. Neredeyse bütün okuyucuları, ezen ya da ezilen ulustan olsun, kendine ister sosyalist ister milliyetçi desin, ulusçu ya da gerici ulusçu olanlara ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlatmaya çalışmaktadırlar. Bu beyhude işe devam edip bir başka açıdan daha anlatmayı deneyelim. Özellikle son zamanlarda güçlenmiş söyle bir akım var. Bu gün Türkiye’de Türk denenler aslında, Bizans, Osmanlı’nın mirasçısıdırlar, kültürce onların devamcısıdırlar. Bizans da esas olarak Rumluk ve Ermenilik olarak tanımlanabileceğinden, Orta Asya’daki uluslar değil ama Rumlar ve Ermeniler Türklerin en yakın kardeşleridirler. Diyelim ki bu akım güç kazandı, devletin resmi ideolojisi haline geldi. Tarih kitaplarında bu yönde değişiklikler yapılıyor, Ermenistan ve Yunanistan’la vizeler kaldırılıyor. Türk 41


başbakanları gidip, 1915’de katledilmiş Ermenilerin anıtı önünde Willy Brandt gibi özür dileyip, Türklüğü İslamiyet ve orta Asya Türklüğü ile tanımlayan anlayışların bu katliamlara yol açtığını söyleyip mahkum ediyorlar vs.. Kendini böyle tanımlamış bir Türk ulusçuluğu, elbette, gerçek duruma daha yakın olduğu için, en azından bu günkü hafıza kaybına dayanan kişilik parçalanmasına uğramış karakterinden bir parça olsun kurtulmuş olur. Bu aynı zamanda, bu günkü dünya dengelerinin ve Türk burjuvazisinin ve hatta egemen Devlet kastının ihtiyaçlarına daha uygun bir Türk ulusçuluğu olur ama, gerici bir ulusçuluk olma karakterini yitirmez. Çünkü burada yeniden tanımlanan Türkiye Toprakları üzerinde yaşayan ulus değil, Türklüktür. Ulusun Türklüğe göre tanımlanması değişmemiş, sadece Türklüğün tanımı değiştirilmiş olur. Halbuki demokratik bir Cumhuriyette ya da ulusçulukta, ulusun tanımı değiştirilir, Türklüğün, Kürtlüğün ya da her hangi bir şeyin, şöyle ya da böyle tanımlanmasının hiçbir politik anlamı ya da sonucu olmaz. Bunlar insanların özel sorunu olur. Diyelim ki Anayasasında, “Türkiye Ulusu (Bu Anadolu Ulusu veya başka bir şey de olabilir. Türkiye burada coğrafi bir alanı tanımlar, devletin egemen olduğu alanı) Türkiye Cumhuriyeti denen devletin yurttaşlarından oluşur. Devletin ve ulusun, dini, dili, soyu, kültürü, etnisi yoktur. Her yurttaş eşittir. Herkesin istediği dilde ve ana dilinde eğitim hakkı vardır. Ortak bir konuşma dilinin ne olacağına Yurttaşlar kendileri karar verirler.” tarzında bir madde olan bir ulus ise, ulusu yeniden tanımlamış olur. Bu ulustan insanlar, ortak konuşma dili olarak pek ala ülkede konuşulmayan bir dili de seçebilirler, örneğin İngilizce veya Arapça’yı. Bu o ulusu, İngiliz ya da Arap ulusu yapmaz. Ve bu ulusun, kendilerinin Türk olduğuna inanan yurttaşlarının bir kısma Türklüğün Orta Asyalılık ve İslamiyet’le tanımlanacağını savunabilir ve inanabilirler; bir kısmı Rumluk, Ermenilik veya Bizanslılıkla. Bir kısmı da Türklerin insanlığı kurtarma özel misyonuyla uzaylılar tarafından Dünyayı tohumlamak üzerine gönderildiklerine inanabilirler. Demokratik bir cumhuriyette bunların hiçbir politik anlamı olmaz. Tıpkı gerçek laik bir ülkede, şu veya bu inançtan olmanın, insanların cennetten, uzaydan veya maymundan geldiğine inanmanın hiçbir politik anlamı ve sonucu olmaması gibi. O halde dikkat! Öcalan’ın Türkiye Ulusu ve örneğin Türkçe’nin ortak konuşma dili olması önerisi, ulusu yeniden tanımlamaktadır ve devrimci demokratik bir karakteri vardır. Ama örneğin son tartışmalarda Bizanslıyız diyerek Türklüğü yeniden tanımlayanlar, ulusun dile, dine, etniye, kültüre, geleneğe göre tanımlanmasını, yani gerici bir ulusçuluğu tartışma konusu yapmamaktadırlar. O dili, geleneği, etniyi vs. yeniden tanımlamaktadırlar. Dolayısıyla aynı gerici ulusçuluk anlayışının günümüz ihtiyaçlarına uyarlanmış biçimini savunmaktadırlar. Biz ise tıpkı dinsiz olduğunuz gibi ulussuzuz da. (Tabii bu ulusçuların kabul edemeyeceği bir şeydir.) Amacımız demokratik bir ulusçuluk değil, genel olarak, ne kadar demokratik olursa 42


olsun, ulusçuluğu ortadan kaldırmaktır. Yani politik olanı ulusal olana göre belirlemeyi; ulusal devlet ve sınırları. Dolayısıyla Türklerin Bizans’ın torunu mu, Orta Asyalı mı oldukları bizim sorunumuz değildir. Bizi ilgilendiren, insanların niçin dün Orta Asya Türklüğünde kan bağları ararken, bu gün niçin Bizans’ın torunu olduğunu keşfettikleri; bu değişikliklere yol açan iktisadi ve sınıfsal değişimler; bunların politik sonuçları ve yer yüzünden sömürü ve baskıyı kaldırma mücadelesini bunların nasıl etkileyebileceğidir. 01 Aralık 2004 Çarşamba demiraltona@hotmail.com

43


Orhan Pamuk, İHD ve Sosyalistler Bugün Türkiye’de demokratik bir parti yoktur. Neredeyse tek demokratik tepkiler verebilen odak İHD ve Orhan Pamuk gibi birkaç aydındır. Kimi demokratik talepleri olan, özellikle Kürt Özgürlük hareketine dayanan partiler vardır ama bunların programları sistemli bir demokratik talepler manzumesi içermediği ve bunu içerecek bir ideolojik ve teorik bir arka plan ve hazırlıktan da yoksun olduğu için, bunlar da tam bir demokratik parti özelliği göstermezler. Hele bu demokratik özellikler somut politikada, bu hareketin içinde etkili burjuvazinin dar ve kısa görüşlü kısır politikalarının prizmasından geçip çarpıldığından demokratik bir nitelik iyice gözden kaybolur. Böylece demokrasi mücadelesi sadece anti demokratik kanun ve uygulamalara tepki gösteren bir dernek ve birkaç aydının sırtına kalınca, tepeden tırnağa örgütlü ve silahlı bürokrasi ve örgütlü burjuvazi, onları her zaman kolayca tecrit edip ezebilmektedir. Ama bunun baş suçlusu sosyalistlerdir. Açın sosyalistlerin organlarını bakın, Aydınlık, TKP gibi Genel Kurmay desteklilerin bütün program ve mücadeleleri, sözde bir anti emperyalizm ardına gizlenmiş anti demokratik gerici bir milliyetçiliğin savunusudur. Açıktan bu durumda olmayanları ise neredeyse sadece sendikalist ve ekonomist bir propagandayla uğraşırlar ve işçileri tüm toplumun önündeki demokratik özlemeler için mücadeleden uzaklaştırmanın aracıdırlar. Yani aşağı yukarı bütün işçi hareketiyle ilgilenen aydınlar, sendikacılar ve işçici küçük sol grupların yaptığı budur. Biraz daha radikal görünmek isteyenleri de enternasyonalizmin ardına sığınarak demokratik mücadele görevinden kaçarlar. En keskin görünenleri ise, “demokrasi de neymiş, biz sürekli devrimden sosyalist devrimden yanayız” derler. Bütün bunların hepsinin ortak yanı devrimci demokratik bir programı ve bunun için mücadeleyi gündemden çıkarmaları; işçi sınıfının demokratik bir programla toplumun önüne çıkmasını engellemeleridir. Demokrasiden sonuna kadar çıkarlı tek sınıf olan işçiler olmayınca da demokratik bir cephe kurulamamakta, sınıfsal bir çekirdek bulunmadığı için bütün demokratik muhalefet bu güçsüzlüğünü, Avrupa Birliği koşullarının zorlamaları ile bir derece olsun kapamaya çalışmaktadır. Bu da onları, gerici milliyetçiliğe dayanan burjuvazi ve bürokrasi karşısında daha zayıf bırakmakta ve daha da tecrit olmaktadırlar. Bu mekanizmayı iki olayla görelim. Geçenlerde Orhan Pamuk, “bu memlekette bir milyon Ermeni ile otuz bin Kürt öldürüldü bunu kimse söylemiyor bari ben söyleyeyim” dedi. Zaten Avrupa Birliği’nden tarih alındığından beri o zamana kadar gevşettiği ipleri tekrar sıkmış bulunan devletluların tüm özel savaş aparatı, bir merkezden emir almışçasına Orhan Pamuğa karşı harekete geçti. 44


Bir diğer örnek, birkaç gün önce, ders kitaplarındaki ırkçı, başka din, dil ve kültürden insanları aşağılayıcı ifadelere karşı İnsan Hakları Derneği kampanya yaptı. Peki sosyalistler ne yaptı? Hiç. Niçin? Sosyalistlerin kendileri gerici milliyetçilerdir de ondan. Sosyalizm bunu gizlemenin bir aracıdır. Devrimci demokrasi, her şeyden önce, ulusun her türlü dinsel, dilsel, kültürel., ırksal, soysal, tarihsel belirlenimden azade kılınması demektir. Yani tüm dillerin, kültürlerin, dinlerin eşitliğidir, Bu eşitlik ise devletin dini, dili, soyu, etnisi, tarihi olmaması demektir. Yurttaşlığın insan haklarıyla tanımlanması demektir. Bir Orhan Pamuk ya da İnsan Hakları Derneği, bu gerici milliyetçiliğe dayanan devletin politikasının sonuçlarına tepki gösterebilir ama ona karşı ayrı bir sistematik program koyamaz. Bu siyasi partilerin işidir. Türk devletinin Türk devleti olmasını; yani ulusun bir dile, etniye göre tanımlanmasını en büyük sorun olarak gören ve işçileri bunun için mücadeleye çağıran ve bunu programının başına yazmış bir sosyalist parti var mı? Yok. Böyle bir parti olduğunda, Orhan Pamuk zaten böyle bir şeyi söylemek için yapayalnız öne çıkmak zorunda kalmaz. Çıktığında da bu parti örneğin tüm üyelerini ve toplumdaki tüm demokratik güçleri, “Evet Orhan Pamuğa katılıyorum. Bu ülkede bir milyon Ermeni ve otuz bir Kürt öldürüldü. Bunu ben de imzalıyorum ve Orhan Pamuğu tebrik ediyorum” diye kampanyaya çağırırdı. Bu partinin yönetici ve militanları hedef olarak öne geçerdi. Bu kanaldan, ulusu bir dil ve etniyle tanımlamaya karşı program somut olarak savunulabilirdi. O zaman azınlıkta bile kalsanız, toplumu sizin dediğinizi tartışmak zorunda bırakır ve en önemlisi sağlıklı bölünmeler yaratırdınız. Örneğin ulusu bir dile, dine, etniye, tarihe, kültüre göre tanımlayanlarla, bu türden her türlü belirlemeden azade kılıp, insan haklarına göre tanımlamak isteyenler; bu günkü gerici ve ilkel milliyetçilerle demokratik milliyetçiler arasında bir bölünme olurdu bu. Çünkü bu bölünmenin olmadığı yerde, her biri gerici ulusçuluğa dayananların bölünmesi olur. Onun sonuçlarının ne olduğunu merak eden Balkanlar ve Kafkaslara baksın. Böyle bir bölünme olduğunda, bölünmeler Aleviler ya da Sünniler; Kürtler ya da Türkler arasında değil; devleti, yani politik olanı, yani ulusu bir dine, dile, soya, kültüre göre tanımlayanlar ve böyle tanımlanmasında bir sorun görmeyen Alevi, Sünni, Türk ve Kürtler ile bunu baş sorun olarak gören Alevi, Sünni, Kürt ve Türkler arasında olurdu. Ama için de sosyalistlerin, işçilere işçilerin sorunlarından bahsetmeyi bırakması, İşçileri Kürtlerin ve Alevilerin sorunları için mücadeleye çağırması gerekir. Birincisini Sendikacılar yapar, Lenin’in Ne Yapmalı’da gösterdiği gibi bunun adı “ekonomizm”dir, ilkelliktir, Sendikalizmdir. İkincisini sosyalistler yapar. Bir parti, işçileri değil, toplumdaki tüm gayrı memnunları bağrında toplayıp, onların sözcüsü olduğunda adına layık bir sosyalist ve işçi partisi olur. İşçi hareketinin işçi hareketi olmak için, işçi hareketi olmaktan çıkması gerekir. 45


Ne Yapmalı’nın bu temel dersini bile hatırlayan yok bu gün. Onun için, tüm demokratik muhalefet bir Orhan Pamuk ile İHD’nin cılız omuzlarında. 15 Şubat 2005 Salı

46


Geliyorum Diyen Felaket Bugünkü Irak, giderek, parçalanmadan önceki Yugoslavya’ya benziyor. Orada da, tıpkı bir zamanların Yugoslavya’sında olduğu gibi etniler ve dinler bölünmesine karşı çıkanların sesi daha az duyulur oluyor ve etkileri azalıyor. Bir çok gazeteci gibi, Cemal Uçar’ın da aktardığı izlenimler, bir etniler ve dinler boğazlaşmasına doğru hızla yol alındığını gösteriyor. Etniye, dile, soya, dine, tarihe dayanan gerici milliyetçilik, doğduğu günden beri, her zaman halkların katliamlarına yol açmıştır. En katliama yol açmadığı yerlerde bile, zorunlu kitle sürgünlerine. Bu milliyetçiliğin ilk büyük zafer yürüyüşü Balkanlarda oldu. Bunu Balkanlar’dan Müslümanların sürülüşü ve daha sonra da bizzat kalanların birbirini boğazlaması izledi. Bunu, Anadolu’daki Ermeni katliamları, Mübadeleler izledi; onu Yahudilerin toplu imhası. Pek az bilineni ve bu gün Hitler’in günahları nedeniyle sözü edilmeyeni, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yine bu gerici milliyetçiliğin bütün Avrupa’da milyonlarca Almanın sürülmesine ve bu sürgünlerde tıpkı Ermenilerinkinde olduğu gibi yüz binlerce, kimi tahminlere göre milyonlarca insanın ölümüne yol açtığıdır. İsrail, tıpkı Türkiye’nin Ermeni, Süryani katliamları ve Rum mübadeleleri üzerinde yükselişi gibi, Arapların sürülüşü ve katliamı üzerinde var oldu. Ve şimdi Irak dolu dizgin bu noktaya doğru gidiyor. Bu gidiş durdurulabilirdi. Barzani ve Talabani, eğer PKK gibi bir programa sahip olsalardı, ulusu Kürtlük veya Araplık gibi, etnik, dilsel, tarihsel biçimde tanımlamayıp, Irak’ta, tıpkı gerçek bir laik sistemde devletin nasıl dini olmaz ve bütün dinler eşit olursa, dili, etnisi, soyu, tarihi olmayan bir demokratik Irak ve Orta Doğu’yu savunsalardı, bütün bölge ezilenlerinin kalplerini ve desteğini kazanırlar; Irak’ı parçalamak isteyen ve bunun için de Irak’ı dil, etni ve din dengelerine göre örgütleyerek bu türden bölünmelerin yolunu açan ABD ve diğer emperyalistlere karşı direnişin mayalandığı bir merkez olabilirlerdi. Böylece Irak’ın, ve muhtemelen sonra da bütün Orta doğu’nun bu kanlı boğazlaşmaya gidişini durdurabilirlerdi. Ama bunu yapabilecek ne sınıfsal temelleri vardı ne de ideolojik şekillenmeleri. Kerkük’ün Kürtlüğü noktasında yoğunlaşarak; daha önce Saddam’ın etniye dayanan milliyetçiliği ile yaptığına, yani Kürt ve Türkmenleri Kerkük'ten sürmeye; aynı mantıkla cevap vermeye kalktılar. Bir tarihsel haksızlığı yeni bir haksızlıkla düzeltmeye kalktılar. “Kerküğün Kürt veya Arap olması önemli değildir. Bizler insanların Kürt, Arap, Türkmen, Ermeni, Süryani; Sünni, Şii olmalarının hiçbir politik anlamlarının olmadığı bir demokratik Irak istiyoruz. Bu demokratik Irak’ın, tarihi, dili, dini, etnisi olması gerekmiyor. Tıpkı Amerika’da olduğu gibi, yurttaşlık ve onun insan ve yurttaş olarak hak ve görevleri ulusu tanımlamalıdır” demediler. Elbette, Kürtler, bu bizzat kendileri gerici ulusçuluğa göre şekillenmiş, dile, etniye, dine, soya, tarihe dayanan devletlerde ezilmektedirler. Ama bu ezilmeden kurtulmanın yolu, kurbanı olunan gerici milliyetçiliğin bir benzeri olamazdı. Elbette çok elverişli güç 47


dengelerinde bu da olur ve her zaman olduğu gibi, yine etnilerin, dillerin, dinlerin sürgün ve imhasıyla olur. Ama büyük politikacı, Tarihin önüne sunduğu istisnai anda, güçlü olduğu noktada, var olan paradigmaları aşıp, yeni bir açılım getirendir. Barzani ve Talabani, bu fırsatı elde ettiler ve her zaman olduğu gibi, sınıfsal konumları, ideolojik şekillenmeleri nedeniyle Padişah olsa soğanın cücüğünü yiyecek bir çobandan daha fazla bir ufuk genişliği ve çözüm gücü gösteremediler. İşin kötüsü, kendisi bizzat Kürtlerin de büyük felaketlerine yol açacak bu politika, PKK gibi şu an bu etniye, dile, oya dayanan milletçiliği aşabilecek ve bunu programlaştırmış biricik hareketin de sarsılmasına yol açtı. Çok yazık! PKK’nın politikasının ve projesinin, Orta Doğu’da ulusları dile, dine, soya, etniye gör tanımlayanlarla bölünmüş bir Demokratik Cumhuriyetin biricik doğru proje ve politika olduğu, kanlı katliamlar ve sürgünlerden geçerek anlaşılacak. Ve bu anlaşıldığında insanlar dillere, dinlere, etnilere göre öylesine derin bölünmelere uğramış olabilir ki, tekrar bir birliğin bütün yolları tıkanmış olabilir. ABD buna oynuyor. Kendileri gerici milliyetçiliğe dayanan ve bun nedenle Kürtleri ezen uluslar ve devletlere ile; onlara karşı yine onların dayandığı milliyetçilik anlayışıyla cevap vermeye kalkan Barzani ve Talabaniler bu oyunun başarısının en büyük destekçileri oluyor. * Bosna’daki savaşın en hızlı günlerinden birinde çalıştığım taksiye Yugoslavya’dan geldiği belli olan Boşnak olduğunu sandığım bir genç binmişti. Konuşurken Sırp mı, Hırvat mı, Boşnak mı olduğunu sormuştum. “Saraybosnalıyım” demişti. Şehrini sormadığımı, Sırp mı, Hırvat mı, Boşnak mı olduğun sorduğumu söyleyip soruyu tekrarlayınca; o da tekrar “Saraybosnalı’yım” dedi. O zaman bunu bilinçli olarak söylediğini fark ettim. Karşımdakinin soya, etniye, dile, dine dayanan milliyetçiliği reddeden biri olduğunu tahmin edemezdim. Karşımda, hala o etniler ve dinler boğazlaşmasında beynini ve yüreğini yitirmemiş bir insan vardı. Kendisini Boşnak, Sırp, Hırvat vs. olarak, bir etniye, bir dine göre tanımlamayı reddediyordu. Bu gün de Irak’ta (Sadece Irak’ta mı? Her yerde ama Özellikle Orta doğu’da) “Türk müsün, Kürt müsün, Arap mısın, Fars mısın, Yahudi misin?” sorusuna, her türlü etnik, dilsel, dinsel, tarihsel göndermeyi reddederek, Kerküklüyüm, Musulluyum; Bağdatlıyım, diyecek, Kürt, Türk, Arap, Fars olmayı reddedecek, o Saraybosnalı genç gibi insanlar gerekiyor. 27 Temmuz 2004 Salı demir@demirden-kapilar.net http://www.comlink.de/demir/

48


Azınlık Konusunda Yazılar’a Önsöz Son günlerde azınlıklar konusu Türkiye’deki tartışma gündeminin önemli maddelerinden biri oldu. Ama konu burjuvazi tarafından Avrupa Birliği’ne girme, Devlet bürokrasisi tarafından da Lozan anlaşmalarındaki hukuki veya siyasi tanımları çerçevesinde ve Türkler veya “çoğunluk” tarafından tartışılıyor. Kürtler ise, ulusal baskıdan kurtulmak için, “kurucu” olarak kabul edilmek için mi , yoksa şimdilik “azınlık” olmayı kabul edip sonra o haklara dayanarak daha elverişli koşullarda mücadele etme olanakların tepmeyen bir mücadelenin mi daha doğru olduğu bağlamında, aslında bir strateji ve taktik sorunu olarak tartışıyorlar. Sosyalistler her zaman olduğu gibi bu gibi sorunları gündeme almayı ve tartışmayı neredeyse bir sapkınlık olarak görüyorlar. Son derece bayağı olarak anlaşılmış mekanik veya ekonomik maddeci Marksizm anlayışıyla, bu gibi sorunlarda bir şey söylemektense, hiçbir şey söylemeyerek her hangi bir işçi direnişi veya iş koşullarındaki kötülükten veya genel olarak yoksulluktan söz etmeyi sosyalizmin şanından sanıyorlar. Bunu “ekonomizm” olarak gören daha “enternasyonalist” olanları ise politikadan kaçışlarını ve politikasızlıklarını, dünyanın her hangi bir ülkesinde yapılmış bir toplantının veya eylemin ateşinde ısınarak gizlemeye çalışıyorlar. Böylece bu tartışmalarda, bırakalım sosyalist bir yaklaşımı bir yana, devrimci demokratik denebilecek bir perspektifin bile izi tozu görülmüyor. Bayağılık ve gerici bakış açıları ve kavramlar, yerleşilmiş ve doğrulukları zerrece eleştiri süzgecinden geçirilmemiş yaklaşımlar bu tartışmalarda en ileri görünen görüşlere bile damgasını vuruyor. Eleştirel ve devrimci Marksist geleneğe dayanan ve onu içinde taşıyarak aşmaya çalışan bir yaklaşımın yokluğu bu bayağılığın temel nedenlerinden biridir. 1960’lar Türkiye’sini hatırlayanlar bilirler. O zamanlar da sosyalistler, toplumun belki bu günkünden de küçük bir bölümünü oluşturuyorlardı, ama ortaya koydukları yeni sorunlar ve bakış açılarıyla toplumun üzerinde tartışılmaz bir entelektüel ve ideolojik üstünlük kuruyor, tartışmaları o günün ölçüleriyle çok ileri noktalara çekiyorlardı. Çok sembolik bir örnek alınabilir. Altmışlı ve yetmişli yıllarda, sosyalistler, en azından bir kısmı, Türk halkından değil, Türkiye Halkı veya Halklarından söz ediyorlardı, bildirilerine bu hitapla başlıyorlardı. O zamanın Türk devletinin Türklükle tanımlanmış niteliğini kimsenin sorgulamadığı ve sorgulamayı aklından bile geçirmediği Türkiye’sinde bu çok ileri bir yaklaşımı ifade ediyordu. Bu gün, Kürt hareketi; Demokrasi ve refah özlemlerinin ifadesi olan Avrupa Birliğine katılma; goloballeşmenin zorladığı değişimler ve ABD’nin Irak’ı işgali gibi gelişmelerin baskısı altında, toplum neredeyse, sosyalistlerin Altmışlarda, söyledikleri için partilerinin kapatıldığı, işkence gördükleri, hapislerde çürüdüklerini, kabullendiği bir noktaya gelmişken, yani Türkiyelilik tartışılırken ve Genel Kurmay Başkanı bile Türklüğü etnik veya dilsel bir kapsamdan çıkarıp neredeyse Türkiye Devletinin yurttaşlarıyla sınırlı bir kavram 49


olarak tanımlamak zorunda kalırken, sosyalistler bu geç ve dolaylı gelmiş zaferlerini bile savunma noktasında olmadıklarından, bu gün varılan nokta, liberallerin, globalizm hayranlarının, ABD veya Avrupa’yı destekleyenlerin çabalarının bir sonucu gibi görülüyor ve onların kontosuna bir artı olarak geçiyor. İşin kötüsü, kendine sosyalistim diyenler altmışlarda savunduklarından da daha geri bir noktaya kaymış bulunuyorlar. O zamanlar Türkiye Halkı veya Halkları, statükoya bir meyden okuma, devrimci demokratik özlemlerin bir ifadesi iken, bu günkü sosyalistlerin sözde anti emperyalizm, anti globalizm, Avrupa’ya karşı olma adına bu tartışmaların karşısında durmaları, en gerici, devletin en derin ve anti demokratik kesimlerinin destekçiliğinden başka bir anlam taşımıyor. Eskiden Türk devletine karşı Türkiye Halklarını savunuyorlardı, şimdi Türkiye’cilere karşı Türk devletinin zımni veya açık savunucusu durumundalar. Kimileri Türkiyeli sosyalistlerin bu evriminin günahını sosyalizm idealine veya Marksizme yükleyerek bundan ideolojik bir kar da elde etmeye çalışıyorlar. Ama bunu yaparken, Marksizmin o son derece temel önermesini unutmuş ve tersinden doğrulamış oluyorlar: İnsanların varlıklarını bilinçlerinin değil; bilinçlerini varlıklarının belirlediği. Türkiye’de sosyalistlerin ve toplumun bu ters yönlerdeki evriminin nedeninin Marksizmde veya sosyalizm ideallerinde değil, somut sosyolojik ve ekonomik gelişmelerde aranması gerektiği. Bunun en büyük kanıtı aynı zamanda genel akıma karşı durmuş ve bunların sosyalizm veya Marksizmle ilgisinin olmadığını söyleyen; sosyalistlere karşı sosyalizm mücadelesi veren; sosyalistlere karşı sosyalizmi savunan sosyalistlerin varlığıdır. Nasıl Papalığın veya Muaviye’nin cinayetlerinin nedeni İsa ya da Muhammet’in öğretileri değil idiyse ve Papalığa ve Muaviye’ye karşı sapkınlar olduysa ve bizzat bu sapkınların varlığı bunun kanıysa öyle. * Ne var ki, toplumun bu gün otuz yıl önce sosyalistlerin söylediklerinin haklılığını kabul etmesi, bu kabulün bu günün dünyasının veya Türkiye’sinin sorunlarına bir çözüm olduğu anlamına gelmiyor. Bu günün sosyalisti de tıpkı otuz kırk yıl öncesinin sosyalisti gibi yine topluma ters bir noktada olmalıdır. Ancak o takdirde sosyalizm tekrar, fiziki gücü olmasa bile, teorik ve entelektüel gücün kazanabilir. Kendisinin katillerini ve cellatlarını vasiyetini yerine getirmeye zorlayabilir. Hiç unutmamak gerekiyor, eğer insanlık tarihinde bir ilerlemeden, bir ileriye gidişten söz etmek mümkünse veya böyle sayılabilecek kimi değişmeler olmuşsa, bu her zaman, yenilenlerin bir katkısıdır. Bu günkü demokrasi denen şey aslında, işçi ve sosyalist hareketin bir seri yenilgi ile bitmiş mücadelelerinde, galiplerin yendiklerinin vasiyetlerini gerçekleştirmek zorunda olmalarının sonucudur. Altmışların ve yetmişlerin, aslında kendini her ne kadar öyle tanımlasa da sosyalist değil devrimci demokratik karakterli olan, sosyalist hareketi olmasaydı; seksenlerin ve doksanların 50


Kürt hareketi olmasaydı, bu gün kimse ne Türklüğü sorgular ne de azınlıkları tartışırdı. İki hareket de çok ağır yenilgiler aldı. Ama galipler en güçlü oldukları noktada yendiklerinin vasiyetini yerine getirmekten başka bir şey yapamaz durumdalar. Ama onlar şimdi bizim vasiyetimizi yerine getirirlerken, bizim onların karşısına geçerek, bunu hatırlatma ile yetinmemiz, sonumuz olur. Biz şimdi başka yenilgilerin peşinde olmalıyız. Ancak o zaman ezilenlerin kurtuluş mücadelesine bir parçacık da olsa bir katkıda bulunabiliriz. Sosyalist olmak bilinçli olarak “yenilgi enayiliği”ni seçmek demektir. En azından şimdiye kadar yaşanan tarih bunu kabul ederek yola çıkmak gerektiğini göstermektedir. O halde, göreve devam, önümüzdeki yenilgilerin konularını belirlemeye başlayalım. * Bu gün toplum otuz kırk yıl önce sosyalistlerin dediklerine geldi ama arada geçen zamanda gerek toplumsal mücadeleler gerek bu mücadelelerden çıkan teorik sonuçlar çok uzun bir yol kat ettiler ve çok başka noktalara vardılar. Dün sosyalistlerin dedikleri ve bu gün toplumun vardığı yer, aslında bu günün dünyasının sorunları karşısında gerici ve tutucu bir konuma karşılık düşer. Ama sadece dünyanın sorunları bakımından değil, teorik ve metodolojik olarak da çok geri bir yaklaşıma karşılık düşer. Azınlıklar konusu da böyledir. Azınlıklar konusunun Türkiye’de tartışıldığı biçim ve bu biçim içinde, en sol ve en ilerici gibi görünen tavırlar ve kavramsal araçlar bile, bu günün dünyasının koşullarında aslında gerici bir çözüm önerisinden başka bir şey değildirler. Azınlıklar konusunda son yirmi yılda bir çok yazı yazdık. Bu yazılarda bu mücadelenin deneylerinden yola çıkılarak, önümüzdeki yeni yenilgilerin yaşanacağı alanlar tanımlanmaktadır. Elbette bu tanımlama, el yordamıyla, daha önce hiç el atılmamış alanlarda, bakir ve keşfedilmemiş bir alanda yapıldığından, yeni olan çoğu kez eski biçimler içindedir. Yeni yürümeyi öğrenen bir çocuk gibi paytaktır. Sık sık düşer. Ama yine de her seferinde yeni bir alana girmeyi, yeni bir kıtayı keşfetmeyi başarır, çoğu kez, Kristof Kolomb gibi bunun yeni bir kıta olduğunun farkına varmasa bile. Aşağıdaki yazılar aynı zamanda bu evrimin izlediği yolu gösterir. * Seksenlerin ortasında o güne kadar Türk, Erkek, Beyaz olmuş ve böyle olduğunun bilincinde olmayan, düşüncesinde böyle kategoriler bile bulunmayan bir sosyalist olarak Avrupa’da sürgün yaşamına başladığımızda, bu gün artık örneğin kültür, azınlık, farklılık gibi, sıradanlaşmış kavramlar, ne Avrupa’daki sosyalist harekette ne de içinden geldiğimiz Türkiye sosyalist hareketinin geleneğinde ve terminolojisinde bulunmazdı. Devletin, paranın ne olduğunu bilmeyen kabilelerin dilinde bunların karşılığı olan kavramların bulunmaması gibi.

51


Biz bu gün bile Türkiyeli sosyalistlerin hala kenarına bile varamadıkları klasik Marksist geleneğe uygun olarak, emeğin kurtuluşunun ne yerel ne de ulusal bir sorun olamayacağı önermesinin, mantıki ve geleneksel sonucuna uygun olarak, Avrupa’ya gelince, görevimizi Avrupa’daki işçi hareketine azami katkıyı nasıl yapabileceğimiz olarak belirlemiştik. Bu çerçevede, Almanya’daki işçilerin önemli bir bölümünü oluşturan Türkiye kökenli işçiler, dillerini ve yapılarını en iyi bildiğimiz için esas ilgi ve çalışma alanımız olarak beliriyordu. Ama daha bu görev tanımlamasında bile, bütün Türkiye sosyalistlerinden farklıydık. Onlar için Türkiye’li veya Kürdistan’lı işçileri, Türkiye veya Kürdistan’daki mücadeleye tabi olarak ve oradaki mücadeleye maddi manevi destek bağlamında ele alınırken; biz aynı kesimi Avrupa işçi hareketinin bir parçası olarak ele alıyorduk. Bizim sorunumuz, bu Avrupa işçi hareketinin nasıl birleştirileceği idi, onlar ise, fiilen Avrupa’lı işçileri uluslara göre bölerek örgütlemiş oluyorlardı. Dolayısıyla bütün Türk ve Kürt soluna karşı bir konumda bulunuyor, onların milliyetçiliğine karşı, klasik devrimci ve enternasyonalist bir konumu savunuyorduk. Tabii bu klasik Marksist konuma uygun olarak da, tıpkı bir şehirden başka bir şehre giden bir parti üyesinin gittiği şehrin organında çalışması gibi, Avrupa’da bulunduğumuz ülkelerdeki seksiyonlarda çalışmaya başladık. Önce Dördüncü Enternasyonal’in Fransa seksiyonunda (LCR’de Devrimci Komünist Liga), sonra Almanya’ya geçince Alman Seksiyonunda, (GİM’de Enternasyonalist Marksist Grup) yer aldık. Ancak Almanya’da daha ilk adımda, bu klasik yaklaşımın gerekli ama yeterli olmadığını görmeye ve gözlemlemeye başladık ve birden bire, İşçi örgütlerinde ve partilerinde azınlıklar konusuyla azınlıktan bir insan olarak (Almanya’da Türkiyeli işçiler, Türkiyeliler de Örgüt içinde bir azınlıktı) karşı karşıya kaldık. Bu karşı karşıya kalışın bulunduğu ortamı ve tartışmaların bağlamını aktarabilmek için, biraz geriye gitmek gerekiyor. 1950’li yıllarda, klasik Birinci ve Üçüncü Enternasyonal’in geleneğini ve programını savunan Dördüncü Enternasyonal henüz 1968 yükselişinin rüzgarlarıyla yelkenlerini doldurmamış, küçük gruplardan oluşan bir örgüttü ve Avrupa’daki militanlarını özellikle Cezayir halkının kurtuluş savaşını desteklemeye yöneltmişti. Gizli silah fabrikaları kurmak gibi işler yapıyorlardı Avrupalı kalifiye işçi ve sosyalistler. Ama böylece bir çok Avrupalı İşçi ve Sosyalist ilk kez üçüncü dünyalılarla, Avrupa İşçi sınıfı merkezli bakış açısıyla, kendisi kurtarılacak olarak görülenlerle, nesne olanlarla, onların özne oldukları mücadelede, onlara yardım etme durumunda bulunuyorlardı. Babalar ve analar çocuklarından çocuklarının kendilerinden öğrendiğinden daha fazlasını öğrenirler. Bu faaliyetlere katılanlar da kendi Avrupa Merkezciliklerinin farkına daha çok vardılar. Bunlar Avrupalı örgütlerin içinde, Avrupalı örgütlerin Avrupa merkezci düşünüşlerinin en önemli eleştirmenleri olarak varlıklarını sürdürdüler. Onlar bir yanda bu örgütler içinde var olmaya devam ederken, Türkiye’de iki hareketin içinde şöyle bir gelişme oldu yetmişlerin sonunda. 52


Vatan Partisi içinde biz Üçüncü Enternasyonalin lağvı, Sovyetlerin sınıf karakteri, Faşizme karşı mücadelenin sorunlarından hareketle, Stalinizmle kopuşup klasik Marksist geleneği sürdüren Troçkist geleneğe katılmıştık. Benzeri bir gelişim Rızgari saflarında da görülüyor ve onlar da yavaş yavaş bu sorunları, Stalinizmi vs. gündeme getiriyorlardı. Ama bu teorik olarak son derece korkak bir biçimde yapılıyor ve esas itici gücünü Stalinizmin Kürt sorunu karşısındaki tutarsızlığının eleştirisinden aldığından, ulusçu bir hareket noktası bu arayışlara sürekli damgasını vuruyor ve bu da onların mantık sonuçlarına ulaşmasını engelliyor, genel olarak merkezci tabir edilen bir konumda bulunuyorlardı. Ama yine de, bu tabuların yıkılışı, bizim yazılarımız ve evrimimizin de dolaylı etkisiyle bu harekete yakın duran bazı kişilerin Rızgari hareketinden kopması ve Troçkizme yönelmesi sonucunu doğurmuştu. İşte bu gelişmelerle bağlı olarak, bu hareketlerin Almanya’daki taraftarları arasında da bu yönde bir evrim yaşanmıştı. Türkiye’deki bu evrimin sonucu olarak ve ondan etkilenmeyle, çoğu bulunduğu fabrikada işyeri konseyi üyesi veya sendika aktivisti de olan, yıllardır bir şekilde politik mücadele yürüten işçi ve aydınlardan bir grup, Troçkist olduk deyip Dördüncü Enternasyonal’in kapısını çalmışlardı. Avrupa sanayiinin kalbi Ruhr bölgesinde, Duisburg’ta, veya Stuttgart’da Mersedes fabrikalarında grev yöneten Türkiyeli, sosyalist maden ve çelik işçisi, en az beş on yıllık politik ve örgütsel tecrübesi olan işçiler bu küçük örgütün kapısını çalınca örgüt tam anlamıyla bir şok yaşar. Örgütün bütünüyle ufku dışında kalmış bu kesim bulutsuz gökte çakan bir şimşek gibi örgütün içine girmiştir. Ernest Mandel Kürt işçilerin örgütlenmesi Kürdistan’da sosyalist bir seksiyonun örgütlenmesine katkı olabilir diyerek, kendi cebinden aldığı IBM elektrikli daktiloyu bu gruba hediye eder. Çı Bıkın isimli bir dergi çıkmaya başlar. Bu arada 12 Eylül darbesi olmuş, göçmenler daha da hareketlenmiştir. Türkiye’den kaçanların da etkisiyle Avrupa’da politikleşme ve aktifleşme yükselmeye devam etmektedir. Yol dergisi etrafında toplanan bu kişiler, 12 Eylül’e karşı mitinglerin örgütlenmesinde önemli bir rol oynamışlardır. Hasılı küçük Alman seksiyonu, gelen Türkiyeli Kürt ve Türk işçiler aracılığıyla başına devlet kuşu konmuş gibidir. Ne var ki, ilk cicim ayları bitince, 12 Eylül yenilgisi ve dünyadaki yeni muhafazakar rüzgarların da etkisi altında (Teatcher, Reagan, Özal, Kohl) hem bir gerileme ve özele çekilmeler hem de tam da azınlık olmaktan doğan sorunlar kendini göstermeye başlar. Kürt ve Türk üyeler bir türlü örgütsel yaşama katılamamakta, hep kendilerini dışlanmış hissetmektedirler. Bu nedir, nereden gelmektedir? Bu iki sorun birleşince, Türk ve Kürt üyelerin çoğu bir süre sonra örgütü terk eder. Birkaç kişi kalır sadece. Bunun üzerinde örgütte bu başarısızlığın nedenleri üzerine bir tartışma başlar. Ama tartışma aslında yine tam anlamıyla örgüt içinde olmaktan ziyade, yabancılar ve yabancılarla ilgilenenler arasında yürütülmektedir. İşte bu tartışmalarda, Cezayir Kurtuluş savaşana dayanışmada çalışmış, oralarda yaşamış bir Alman üye, örgüt içinde Türk ve Kürtlerin ayrı bir otonom örgütlenme içinde olmasını 53


savunmakta; Lenin’in Bundçularla tartışmasının yanlış bilindiğini, aslında Lenin’in fiilen özeleştiri yaptığını, Yahudi işçilerin RSDİP içinde otonom yapılarının olduğunu söylemektedir. Ve bunu söyleyen örgüt içinde yabancıları en iyi anlayan, onlara en yakın, örgütün Avrupa merkezciliğine ve ırkçılığına karşı onları savunan; örgütün ırkçı olduğunu söyleyen bu kişidir. İşte ilk kez bu kişinin söyledikleri ve bu tartışma içinde, “azınlık sorunu” ile, sosyalist örgütlerde azınlıkların sorunu bağlamında yukarıda kısaca değinilen koşullar ve atmosfer içinde karşılaştık. Tabii ilk tepkimiz, yabancı olarak bu Alman üyenin dediklerine yani örgüt içinde yabancıların otonom örgütlenmesi olmasına karşı çıkmak oldu. Bu daha önce hiç duymadığımız bir şeydi. “Kitapta yeri yok”tu. Böylece biz yabancılar otonomiyi reddederken, bir Alman, ama Cezayir kurtuluş savaşı aracılığıyla bir önemli deney yaşamış bir Alman, bize rağmen bizlerin otonom bir yapı oluşturmamızı öneriyor ve savunuyordu. Ancak bu sırada Kadın hareketinin de bir yükselişi yaşanıyordu ve kadın hareketi sol örgütleri ve işçi örgütlerini sarsmaya başlamıştı. Ayrıca Kadın, Barış ve Ekoloji hareketlerinin partileşmesi olarak görülebilecek Yeşiller de seçimlerden büyük bir başarıyla çıkmış ve bütün paradigmalar ve politik manzara değişmiş, sol örgütler bu gelişmelerin baskısı altına girmişlerdi. Bunun etkisiyle de, örgütler içinde kadın üyeler fiilen otonom yapılar oluşturmuşlar veya oluşturuyorlardı. Aslında yabancıların durumu da tıpkı kadınlara benziyordu: Paralellikler en kör göze bile batıyor. Avrupa’daki kadın hareketi her ne kadar beyaz bir karakter taşısa; yabancılar da kadınlar karşısında seksist ve erkek egemen bir damardan geliyorduysa da; örgüt içindeki ırkçılığa ve seksizme karşı ister istemez benzer sorunlardan gelen bir yakınlaşma da oluyordu. Bunun üzerine, klasik literütürde yeri olmayan çevre, kadın, siyah (yabancılar, azınlıklar) hareketleri ve konuları üzerine teorik bir yoğunlaşmaya girdik. Bu yoğunlaşmanın ilk sonuçları örgüt içinde fiilen otonom olarak çıkardığımız Ne Yapmalı adlı, üç sayı çıkabilmiş dergide görülebilir. (Bu dönemin kısa bir özeti, Hamburg Dersleri adlı yazıda bulunmaktadır.) Bu arada, Hamburg’ta bir Türk dazlaklar tarafından öldürüldü ve Türk göçmenlerin hızlı bir radikalleşme ve politikleşmesi başladı: Türk gençleri kendiliğinden öz savunma ihtiyacına uygun olarak çeteler kurmaya başladılar. Türkiyelilerin içinde neler için nasıl mücadele etmeliyiz, ne yapmalıyız gibi sorunlar tartışılmaya başlandı. Burada önemli olan şudur. Artık Almanlar Türkiyelileri değil, Türkiyeliler kendilerinin ne yapacağını tartışıyorlardı. Yani Azınlıklar sorunu değil; Azınlıklar Alman sorunun tartışıyorlardı. Bu günkü Türkiye’deki tartışmaların diline çevirirsek; Türkler azınlık sorununu değil; Azınlıklar şu Türk sorununu nasıl halledeceklerini tartışıyorlardı. Bu gelişmelerin ve tartışmaların en başından itibaren içinde yer aldık. Artık, bir Alman sosyalist örgütünde, sosyalist biri olarak azınlıklar sorununu değil; fiilen var olan bir azınlık hareketi içinde, azınlıktan bir sosyalist olarak azınlık hareketinin veya azınlık hareketi içindeki işçi ve sosyalistlerin ne yapması gerektiğini tartışıyorduk. 54


İşte ilişikteki ilk üç metin bu tartışmalar içinde bizim savunduklarımızın birer belgesidir. * Daha sonra, buradan çıkardığımız dersleri, Kürt hareketinin veya Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin stratejisi bağlamında tekrar çeşitli yazılarda ele aldık. Son üç metin de bunun örneğidir. Ama bütün bu yazlarda çok temel bir yanlışımız bulunmaktadır ve bu bizim ancak son dönemde çözüp aşabildiğimiz bir sorundur. Zaten bu sorunun çözümü, Marksist Din, Ulus, Üstyapılar, Demokratik cumhuriyet, Proletarya Diktatörlüğü gibi sorunları bir çırpıda yepyeni bir ışık altında çözmektedir. Temel yanlışımız, bu yazılarda ulusu, ulusçular gibi tanımlamamızdır. Yani bir dil, etni ya da tarihle. Böylece sanki ortada iki farklı sorun varmış gibi görülmektedir. Bir yanda azınlık sorunu, bir yanda da ulusal sorun. Ulusal sorununun çözümü için Ulusların Kaderini Tayin Hakkı; Azınlık sorunu için, dil, kültür, ulus ve etnilerin eşitliği. Peki, eğer politik olan dil, etni, soy, kavime vs. göre tanımlanmamışsa, azınlık mı olur? Ayın şey demokratik cumhuriyet bağlamında da görülür. Bir yandan, Ulusların kaderini Tayın hakkının aslında ulusal sorunla ilgili değil; nasıl bir devlet biçimiyle ilgili olduğunu söyleriz; yani bir tek köyün bile ayrılma hakkı olması gerektiğinden; ayrılmak için bir ulus olmanın şart olmadığından söz ederiz; diğer yanda ulusların kaderini tayin hakkından söz ederiz. Ulusların kaderini tayin hakkının aslında dile, dine dayanan ulusal devletler kurmak hakkı olduğunu göremeyiz. Peki bu küçük adımı niçin bir türlü atamayız? Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibilerin üzerimizdeki otoritesi öyle büyüktür ki, Onların hepsinin bu sloganı savunmuş olması, o sloganı eleştiri ateşinden geçirmemizi engellemektedir. Bunun yanı sıra Türkiye’deki Kürt mücadelesine verdiğimiz destek de bu ilkeye dayandığından, bu ilkenin nesnel ilerici yönü nedeniyle, ideolojik olarak gerici olduğunu göremeyiz. Bu nedenle, aslında 1990’ların en geç ortalarında atmamız gereken adımı ancak on sene sonra atabiliriz. Bu nedenle aşağıdaki yazılar bu çelişkileriyle birlikte ve bu çelişkinin çözümünde bir aşama, belli bir tıkanıklığın manevi bir otorite yüzünden aşılamamasının; zihnin bilinmeyen yerlere adım atarken nasıl korkak ve ürkek hareket ettiğinin bir örneği olarak da okunabilir. Ulusal Sorun ve Azınlıklar sorunu (Türkiye’deki tartışmalarda Ulusal sorun ve Milliyetler sorunu diye ayrılan şey) iki ayrı sorun değildir. Ya da daha doğrusu şöyle diyelim. Dile, dine, etniye dayanan ulusçuluk açısından, bir ulusal sorun bir de azınlıklar ya da milliyetler sorunu vardır. Milliyetler, azınlıklar yüzdeki sivilceler gibi katlanılması gereken sorunlardır. Ya da sivilceleri sağlık işareti gören bir anlayışla sivilceler zamanın modasına göre, sivilceler bir sağlık ve güzellik işareti olarak da alınabilir. Bu günün azınlıkları renklilik ve çeşitlilik olarak tanımlayan anlayış, asılında bütün o ilerici görünüşünün ardında; gerici ulusçuluğun bütün varsayımlarını paylaşır. Azınlığı yok etmez, sadece onun karşısındaki tavrını değiştirir. Sorun 55


olarak değil zenginlik olarak görmeye başlar. Yani azınlıklar zenginlik olmasa derhal tavrını değiştirecektir. Halbuki, ulusu, dil, din, etni, tarih vs, ile tanımlamayı reddeden; tüm dillerin, kültürlerin, etnilerin eşitliğine dayanan; bunların politik olanın tanımından dışlandığı bir devrimci demokratik ulusçulukta, çoğunluk olmadığı için (Dile dine etniye dayanan bir millet olmadığı için), azınlıklar da (milliyetler de) olmaz. Ama tam da bunların olmadığı yerde, kelimenin gerçek anlamıyla “azınlıklar sorunu”, gerçekten aritmetik ya da sayısal anlamıyla azınlık olmaktan doğun sorunlar gündeme gelebilir. * Bu günkü tartışmalara gelince. Buraya kadar söylenenler bir de bu bağlamda somutlayalım. Türkiye’de Azınlıklar konusundaki son tartışmalar hep çoğunluk tarafından yapılmakta ve yanlış varsayımlara dayanarak yapılmaktadır. Birinci yanlış şudur: Azınlık sorununu azınlıkları yok ederek değil, azınlıkların varlığına dayanarak çözmek tartışılmaktadır. Sorunun tartışılmasına en kritik yanlış: matematik olarak azınlık ile hukuki ve politik olarak azınlık kavramının karıştırılmasıdır. Azınlık sorunu öncelikle, politik ve hukuki bir sorun olarak ele alınabilir. Politik ve hukuki bir çözüm için, bırakalım sosyalizmi bir yana, “Azınlık sorunu”nun, devrimci demokratik bir çözümü, Azınlıkları yok ederek mümkün olur. Azınlıkları yok etmenin biricik yolu ise, çoğunluğu yok etmektir. Ve bu da bir tek taleple ifade edilebilir: Tüm dillerin, etnilerin, kültürlerin, “ulusların”, kavimlerin eşitliği; devletin dini, etnisi, kültürü, kavmi, “ulusu” olmaması. Tıpkı gerçek bir laiklikte din karşısında nasıl bir konumda olursa, diller, etniler, kültürler, kavimler ve “uluslar” karşısında da aynı konumda bulunması. Zina tartışmalarındaki geri ve gerici konumlar azınlık tartışmalarına da damgasını vurmuştur. Aslında sorun son derece kolay ve basit olarak çözülür. Nasıl hukuken evliliğin olmadığı yerde, hukuken zina da olmazsa, politik ya da hukuki olarak tanımlanmış bir kritere göre çoğunluğun olmadığı yerde, azınlık da olmaz. Konu azınlıklar tartışmasında dinsel, ulusal, dilsel, kültürel azınlıklar olduğuna göre, bu azınlıkları yok etmenin yolu: bu kriterlere dayanan çoğunluğu yok etmekten geçer. Yani Ulusun ya da devletin tanımından Türklüğü kaldırdığınız zaman Ermeniliği, Süryaniliği, Rumluğu, Zazalığı vs.yi de yok etmiş olursunuz. Elbette politik ve hukuki anlamı olmayan bir kavram olarak Türkler, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler var olmaya devam ederler. Ama devlet ya da politik olan, her hangi bir dil, din, etni, kültür ile tanımlanmadığı için; ortada politik ya da hukuki olarak bir çoğunluk bulunmaz. 56


İşte gerçek anlamıyla azınlık sorunu, tam da burada, politik olarak tanımlanmış çoğunlukların olmadığı noktada ortaya çıkar. Yani ulusun ya da devletin dini, dili, etnisi, tarihi, soyu olmadığı durumda da, politik ya da hukuki anlamı olmamakla birlikte, aritmetiksel olarak azınlıklar var almaya devam ederler. Aritmetik olarak azınlıkta olmanın kendisi bizzat o azınlıktakilerin, politika ve hukuk dışında ekonomi ve kültür alanlarında baskı altında kalmasına yol açar. Çoğunluk olmanın kendisi zaten bir güç olmayı ifade eder. Gerçek bir demokraside, yani özel türden bir demokraside, devletin görevi: var olan politik ve hukuki eşitliğe rağmen, politika dışında, sosyal hayatta, her an yeniden ortaya çıkacak eşitsizlikleri dengelemek olmalıdır. Bunun ne olduğunu hiç de politik olmadığı hemen görülecek, bu gün de politik anlamı olmayan başka bir azınlık örneğiyle açıklamaya çalışalım. Örneğin, özürlüler, tekerlekli sandalye aracılığıyla hareket edenler. Hukuken ve politik olarak ayaklarıyla yürüyenlerle eşit olmalarına rağmen, bütün yollar, kaldırımlar, tuvaletler vs. hep ayaklarıyla yürüyen çoğunluk gözetilerek yapılır. Tekerlekli sandalye ile hareket edenlerle yürüyenler hukuken ve politik olarak eşit olmasına rağmen, tekerlekli sandalye ile hareket edenler, sürekli bir baskı altında ve daha zor hayat koşullarında yaşarlar. Burada toplum şu soruyla karşı karşıyadır: özürlülerin bu fiili eşitsizliğini dengeleyecek tedbirler alacak mıdır, yoksa onları bir yük, bir hastalık gibi görüp kendi kaderleriyle baş başa mı bırakacaktır? Burada, toplum açısından çok büyük bir masrafa yol açsa da, fiili olarak ortaya çıkan eşitsizliği gidermek için özürlülere uyan yollar, tuvaletler vs. yapılması ve onların nüfus içindeki oranları ve katkılarından çok daha büyük bir meblağın bu fiili eşitsizliğin giderilmesi için kullanılması ve kotalama gibi (örneğin özürlülere işlerde öncelik verilmesi veya kota uygulanması) gibi tedbirler, bir ölçüde olsun bu eşitsizliği gidermeye yararlar. Gerçek anlamda azınlıklar sorunu ve çözümü budur. Aynı durum kolaylıkla, dilsel, dinsel vs. azınlıklara da aktarılabilir. Devletin dilinin, dininin olmadığı; bunların hiçbir politik anlamının bulunmadığı bir toplumda da sadece sayıca azınlık dininden veya dilinden olmak bile bir sürü eşitsizliklerin ve azınlıklar üzerinde fiili kültürel baskıların oluşmasına yol açar. Örneğin büyük bir çoğunluğu Sünni olan bir ülkede, Alevi veya Hıristiyan olmak, günlük hayatta bir çok kültürel baskı ve dezavantajlı duruma yol açar. Tıpkı özürlüler örneğinde olduğu gibi, devletin görevi, bu fiili dezavantajı dengeleyecek tedbirler almak olmalıdır. Örneğin, Türkçe büyük çoğunluğun ana dili olduğundan, devletin resmi dili, her hangi bir eşitsizliğe yol açmamak için örneğin İngilizce olsa bile (Bir çok Afrika ülkesinde, bu kaygıyla olmasa da fiilen böyle bir durum vardır.) çoğunluğun günlük hayatta Türkçe konuşması, diğer diller karşısında bu dil ana dili olanların avantajlı bir durumda olmasına ve diğer dillerin zamanla yok oluşuna yol açar. Ana dili Türkçe olmayanların bin bir biçimde kültürel baskı 57


altında olmasına yol açar. Azınlıklar sorunu, bu fiili eşitsizlikleri dengeleyecek bir program sorunudur. Hemen görüleceği gibi, Türkiye’de tartışılan azınlık sorunu değil, ulusun nasıl tanımlanacağı sorunudur. Ne Türkiye’lilik üst kimliği, ne Kürt Türk kurucu üyeliği, bu konuda tutarlı bir çözüm oluşturmaz. Aynı şekilde, bu gün Türkiye’de resmen azınlık olarak tanımlanmış azınlıkların dinsel olarak tanımlanmış olması, devletin laik olmadığının da zımni bir itirafıdır. Bu günkü azınlık tanımı, laik bir devletle de uyuşmaz. O halde, azınlıklar sorunuyla karşı karşıya kalabilmek için, politik ve hukuki olarak, tüm azınlıkların dolayısıyla çoğunluğun yok edilmesi gerekir. Ancak bundan sonra gerçek anlamıyla azınlıklar sorunu tartışılabilir hali gelir. (Gerçek anlamda azınlıklar sorununun tümüyle yok olması ise, demokrasinin ötesindeki özgürlükler aleminde; “herkese emeğine göre” ilkesinin geçerli olmadığı; dolayısıyla her hangi bir yaptırıma artık ihtiyaç duyulmayacak bir toplumda; “herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacı kadar” ilkesinin geçerli olduğu zenginliklerin gürül gürül aktığı bir toplumda gerçekleşebilir.) Bütün bunlar olsa, yani devletin nasıl dini olmaması gerekiyorsa, dili, etnisi, soyu, sopu, kavmi “ulusu” olmasa bile, kimi aklı evvellerin çok sevdiği ifadeyle bu “ulus devletin sonu” değil; etniye, dile, soya dayanan ulusçuluğun ve böyle tanımlanmış bir ulus devletin sonu olur. Ulus ve ulusçuluk, dine, dile, etniye dayanmayan; insan haklarına dayanan bir ulusçuluk ve ulusal devlet olarak var olmaya devam eder. Yani bu şimdi artık kimsenin hayal bile edemediği çözüm de aslında, ulusçuluğun ve ulusal devletin sonu değildir ve bu günün dünyasının sorunları karşısında gerçekte bir çözüm değil; sorunun ta kendisidir. Türkiye’deki tartışmalarda, sözde en radikal konumda olanlar arasında bile hiç konu edilmeyen ve tartışılmayan da budur. Ulus devletin sonu, politik olanın (yani devletin), nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olana göre tanımlanmasının reddi; yani fiilen ulusal devletlerin yıkılması; bu da fiilen dünya çapında bir “Proletarya Diktatörlüğü” demektir. Diğer bir ifadeyle Proletarya Diktatörlüğü, somutta politik olanı ulusal olarak tanımlama üzerinde bir diktatörlük, ulusal olanı politika dışında tutmadır. Yani bu günkü ulusçuluğun klasik dinlere yaptığını ulusçuluğa yapmaktır. * Türkiye’deki tartışmaların ikinci özelliği, onların çoğunluk tarafından yapılan bir azınlıklar tartışması olmasıdır. Yani çoğunluk azınlığın nasıl tanımlanacağını ve azınlıkların ne olacağını tartışmaktadır. Azınlıklar tartışmanın öznesi değil nesnesidirler. Halbuki, Avrupa’daki Türkler, seksenli yıllarda, bir azınlık olarak, hangi hedefler için mücadele edecekleri yönünde tartışmışlardı. Biz de bu tartışmaların içinde yer almıştık. 58


İlişikteki metinler, azınlıkların bir özne olarak sorunu nasıl tartıştıkları ve tartışabilecekleri konusunda önemli dersler içermektedir. Birinci ders, azınlıkların içinde de, azınlıkların hangi hedefler için nasıl mücadele edileceğine dair bir sınıf mücadelesi olduğudur. İkincisi, azınlıklar içindeki sosyalistler, azınlıkların sadece kendi sorunlarıyla uğraşmasının en önemli eleştirmeni olmak zorundadır. Üçüncüsü de bu ikinciden çıkar. Azınlıklar, toplumun çoğunluğunu taleplerine kazanabilmek için, tüm toplumun önüne kendi sorunlarıyla birlikte büyük çoğunluğun sorunlarını da çözen bir programla çıkmak zorundadırlar. Almanya’da seksenli yıllarda yapılmış tartışmalar bağlamında yazılanların, Azınlıklar sorunun tartışılmasını epey aydınlatacağını düşünüyoruz. 03 Kasım 2004 Çarşamba demir@gmx.,li http://www.comlink.de/demir

59


Kemalizm ve İslam

Kemalizm ve Politik İslam aynı madalyonun iki yüzüdür. Politik İslam’ın Kemalizm’e; Kemalizm’in Politik İslam’a hava gibi, su gibi ihtiyacı vardır. Türkiye batılılaştıkça, modernleştikçe ve de laikleştikçe Müslümanlaşmıştır. Türkiye bu kadar laik ve batılı olmasaydı bu kadar Müslüman olmazdı. Osmanlı güya bir İslam imparatorluğu idi, nüfusunun büyük bölümü Müslüman değildi; Türkiye Cumhuriyeti ise laik, batıcı ve de batılıdır ama, Politik İslam’ın çok sevdiği ifadeyle, nüfusunun yüzde doksan dokuzunu Müslüman yapmayı başarmıştır. (Alevileri Müslüman saymakta Politik İslam’ın Kemalizm’e bir itirazı yoktur.) Osmanlı’ya egemen olanlar, Müslüman devşirmelerdi, onlara Türk diyen batılılardı; onlar kendilerini Türk olarak görmüyor ve Türk’ü kaba, cahil anlamında bir hakaret sıfatı olarak kullanıyorlardı. Bu sınıfın sonradan uydurması olan “Türklerin devlet geleneği” denen şey aslında, Bizans-Osmanlı’dan beri gelen ve kökleri Sümer’e dayanan bu sınıfın geleneği ve ideolojisidir. Tarihte bir tek Türk devleti vardır: Türkiye Cumhuriyeti. Ve onu da Türkler değil işte bu Türklerin devlet geleneğinden söz eden, Bizans-Osmanlı artığı sınıf kurmuştur. Daha doğrusu zaten var olan devleti Türk devleti yapmıştır. Bu Müslüman devşirmeler kastı ya da sınıfı; varlığını ve egemenliğini borçlu olduğu devleti sürdürebilmek için her şeyi yapmaya ve her şey olmaya hazırdı. Birinci Büyük Millet Meclisinde bunu açıkça da ifade ediyorlardı: “Şeytan da oluruz Bolşevik de” diye. Milliyetçiliğin Osmanlı’ya geldiği dönemde, artık milliyetçilik eski demokratik ve cumhuriyetçi niteliğini yitirdiğinden, Balkan ve Anadolu’da bir burjuvazi de Hıristiyanlar arasında geliştiğinden, Burjuvazinin milliyetçiliği, bir etniye ve dine dayanan, çoğu kez de etni ve din çakıştığı için ikisine birden dayanan bir milliyetçilikti. Burjuvazinin bu milliyetçiliği, Bizans-Osmanlı devletçiliğini ve varlığı buna bağlı Müslüman Devlet Sınıflarını tehdit ediyordu. Bu nedenle onlar, egemenliğini sürdürmek için Osmanlı Ulusçuluğu para etmeyince bir süre Pan İslamizm ile oyalandıktan sonra, Türk ulusçuluğunda karar kıldılar ve Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratıldı. Ne bu ulusu ve ulusçuluğu yaratan kastın; ne de kendisinden bu ulus yaratılan nüfusun soy olarak Türklükle bir ilgisi bulunmuyordu. Balkan ve Kafkas göçmenlerinden; Anadolu’nun büyük ölçüde Müslümanlaşmış ahalisinden, biraz da Türkmen ve Oğuz soyundan göçebe ve köylülerden yaratıldı bu ulus. Öyle ki, soy ve dilce herkesten daha Türk olan Karamanlılar, sırf Ortodoks oldukları için zorla Yunanistan’a sürüldüler; Adaların bir kelime Türkçe bilmeyen muhtemelen Rum asıllı Müslümanları da onlara karşılık alındılar. Müslüman Hıristiyan çelişkisi gibi görünen aslında, Kapitalizm öncesini temsil eden Osmanlı Devlet sınıfları ile Hıristiyanlar arasında gelişmiş modern burjuvazinin çatışmasıydı. Osmanlıcılık da, Pan İslamizm de, Türk milliyetçiliği de gerici Bizans-Osmanlı devletçiliğini temsil ediyordu. Başta Ermeniler olmak üzere, Hıristiyan ahalinin katliam, sürgün ve 60


mübadeleleri, kapitalizmin tasfiyesi, prekapitalizmin güçlenmesidir. Bu tıpkı, “devlet benim” deyişinin çıktığı Fransız devletçiliğinin, Sen Bartelmi katliamlarında Protestanlığı, yani burjuva gelişimi katletmesi gibidir. Bu katliam Fransa’nın modern burjuva gelişime girişini 100 yıl geciktirmiş ve sonunda Fransız Devrimi bu gecikmenin acısını çıkarmıştır. Hıristiyan burjuvazinin devlet sınıflarınca tasfiyesi, devletçiliğin yanı sıra prekapitalist toprak ağa ve şeyhliğinin; tefeci bezirganlığın güçlenmesi sonucunu vermiştir. Bu tefeci bezirganlığın ve ağalığın ideolojisi ise Müslümanlıktı. Güçlendirdiği tefeci bezirganlığı kontrol altına alabilmek için, devlet sınıfları kendi İslam yorumunu devlet dini yaptı ve bu resmi Müslümanlığa da laiklik adını verdi. Bu devletçilik Hıristiyan katliamlarıyla, laikliğin temeli olan nüfusu ve toplumsal ilişkileri bizzat kendi yok etmişti. Ne var ki, 1970’lere kadar, İslam genel olarak tefeci bezirganlığın ideolojisiyken, 1970’lerden sonra yeni çıkan ve çoğu bu tefeci bezirganların çocukları olan, Anadolu Burjuvazisinin bayrağı oldu. Politik İslam’ı bayrak yapan burjuvazi, sadece devletçiliğin keyfiliğinden bıkmış işçileri değil, büyük şehirlerin Seküler burjuvazisinin bile desteğini aldı. Bu destekle birlikte de eskiden Müslüman yazarların konusu olan Sabetaycı Komplo teorileri Kemalistlerin başlıca ilgi konularından oldu. Ama dikkat edilsin, Politik İslam’ı bayrak yapan burjuvazi, devlet sınıflarına karşı gerçekten onları tecrit edecek, politik iktidarın seçilmiş temsilcilerin elinde bulunacağı tedbirler almıyor; böyle girişimlerde bulunmuyor. Devletin her türlü din eğitiminden elini çekmesi, İmam Hatiplerin kapanması; Diyanet İşlerinin lağvı; İmam, Müezzin gibilerin maaşının vergilerden ödenmesine son verilmesi ve bunların Müslümanların bağışlarıyla geçinmesi; devletin sadece inanç özgürlüğünü ve eşitliğini garanti altına alması gibi gerçekten laik girişim ve talepleri ağızlarına bile almıyorlar. Halbuki böyle talep ve girişimler bir anda, Türkiye’deki bütün Alevilerin, dinsizlerin, şehir orta sınıflarının desteğini alır ve Kemalist bürokrasinin bütün demagojisini açığa çıkarıp onu tecrit eder. Böyle gerçek bir laiklik, ki demokratikleşmenin şartlı olan devletçiliğin tecridini de getirir, Kemalizm’in laiklik denen resmi İslam’ını yok edeceğinden, Politik İslam’ın mazlumu oynama şansı kalmaz. Bu da geniş ezilen yığınların hızla burjuvazisin etkisinden sıyrılışını getirir. Bu nedenle AKP Kemalist devletçiliği tümüyle tasfiye edecek hiçbir adım atmıyor. Çünkü, ancak bir Kemalist İslam olan Laiklik var olursa Burjuvazinin Politik İslam’ı var olmaya devam edebilir ve bu ideolojik kayıkçı dövüşünü sürdürebilir. 28 Mayıs 2004 Cuma

61


Köln’de Yapılan Açık Oturumdaki Konuşma

5 Mart 2005 günü „90. yıl Ermeni Soykırımı ve Toplumsal Sorumluluk“ adı altında Köln Dom Forum’da Almanya Ermenileri Merkez Konseyi ve Almanya Ermeni Kilisesi içinde yer alan “24 Nisan Grubu” tarafından organize edilen ve yazar Doğan Akhanlı’nın sunduğu panele Demir Küçükaydın, Recep Maraşlı ve Ragıp Zarakolu katıldı.

(Demir Küçükaydın’ın Konuşmasının Çözümü) Bu panel soykırım kurbanlarına saygısızlık paneli değildir ve çerçevesi bellidir. Başka bir ifadeyle panelin konusu soykırım oldu mu, olmadı mı değildir. Panelin konusu soykırım ve izdüşümleridir, yani anlaşılmaz olanı anlamaya çaba göstereceğimiz bir platformdur. Arkadaşlar, yüzyılın başında olan bu ve benzeri felaketler üzerine bütün tartışmaları ve konuşmaları incelediğimizde şöyle bir eksiklik görürüz: Bu olayın olup olmadığı, nasıl tanımlanacağı üzerine zengin bir literatür vardır, ama bu olay neden olmuştur? Bunun sosyalist açıklaması hemen hemen hiç yoktur. Bu yokluk bir sürü gizli varsayımı bir arada bulundurur. Ben biraz tartışmayı başka bir noktaya çekme denemesinde bulunacağım. Çünkü bu olayın eksik görünen yanı bu kanımca. Arkadaşlarım, bu soykırım ilk değil, son da değil. Ama biz ulusçuluğun ortaya çıkışıyla birlikte olan bu soykırımı ele alalım. Çünkü ondan önce de St. Barthélemy katliamında Farnsa’da Kıta Avrupası’nda protestanlar katledildi, soykırım yapıldı. Ama biz modern tarihle, ulusçulukla ortaya çıkanlara baktığımızda gerçekten de yüzyılın başındaki Ermeni Soykırımı tek soykırım değil. Örneğin Almanya’daki Yahudilerin, İkinci Dünya Savaşında faşizm, Nazi döneminde başına gelenleri biliyoruz. Daha birkaç yıl önce Afrika’da olanları biliyoruz. Çok yakın zamanda Balkanlar’da eski Yugoslavya’da olanları biliyoruz. Ve çok daha az bilinen birşeyi de ben hatırlatayım: Mesela savaş sonrasında bugünkü Almanya’nın hudutlarının dışında bulunan Almanların oralardan sürülmeleri sırasında ölenlerin -bir iki milyon kadar Alman ölmüş bildiğim kadarıyla- bugün kimse adını anmıyor. Yani en az Ermeniler kadar da Alman öldürülmüş durumda, açlıktan ve sefaletten. . . Hem de en mükemmel olanakların olduğu koşullarda. . . Bu bize şunu göstermektedir; ne Almanlar, ne müttefikler ne hiç kimse bu konuyu anmıyor. Ermeni sorununun, Ermeni soykırımının da anılmaması bu nedenle. Tarih tarihle ilgili değildir arkadaşlar. Tarih doğrudan doğruya bugünle var ve bugünün var olan toplumsal 62


güçleriyle ilgilidir. Argümanlarla kimsenin dünyada ikna edildiği görülmemiştir. Şu an dünya dengeleri eğer uygun olsa, muhtemelen gündemin baş sırasına savaş sonrasındaki Almanların sürülmesi esnasındaki ölümler de gelebilir. Bugün Almanya’nın İsrail’den özür dilemesi, boyun eğmesi, günah çıkarması aslında Almanya’nın bunları tanımalarıyla ilgili değil, bütünüyle Almanya’nın politik çıkarlarıyla, Orta Doğu’da İsrail’in prosedürünün dünya dengeleriyle ilgilidir. Bu bize şunu gösterir. Tersinden gitmek gerekir diyoruz. Şimdiye kadar hep şöyle gidiliyor: Biz argümanlar getirelim, onlar tanısın. . . Bizler o güçlere karşı ciddi mücadele edebildigimizde onun yan ürünleri olarak zaten bu olayın nedenleri ve kendisi insanların bilincine çıkacaktır. Türkiye ya da dünya, emin olun Ermenistan’da iyi petrol olsaydı, muhtemelen bu iş çoktan dünyanın gündemine girmişti. Ya da Ermenistan büyükçe bir ülke olsaydı ve Türkiye oradaki pazara girebilseydi, Türk burjuvazisi “Ermenistan’la ticaret yaparız. Ne olacak gideriz, diz çökeriz, boyun eğeriz” derlerdi. Bu nedenle olaya şu açıdan yaklaşalım diyorum ben; Ermeni katliamını mahkum etmek, suçlamak, özür dilemek ne bu olayı anlamamızı sağlar, ne de onun benzerlerinin bu dünyada yinelenmesini. . . Şu ana kadar bütün diskusyon, diskurs bunun özür dilenmesi, kabul edilmesi, edilmemesi bağlamında yürüyor. Bunda bir yanlışlık var. Soykırımın olduğunu tartışmak bile istemiyorum. Çünkü argümanlarla öyle bir olay olup olmadığını Türkiye Devleti’ne kabul ettiremezsiniz. Ancak, Türkiye’de güçlü bir demokatik muhalefet oluşur, o zaman devlet hepsini kabul eder. Argümanların bu zamana kadar insanları bir şeylere ikna ettiği görülmemiştir. Nesnel, çıkarlara dayanan güçlü bir sosyal hareket bir şeyleri başarabilir. Almanya’nın ya da Türkiye’nin veya herhangi birisinin katliamı kabul etmesini mi istiyorsunuz, o bağlamda inkar eden güce karşı başka bir sosyal gücü harekete geçirmeniz gerekir, onu örgütlemeniz gerekir, ona bu programı dayatmanız gerekir. Eksik olan bu. Doğan: Burada merak ettiğim bir nokta var. Geçmişteki soykırım ve katliamlara ilgisiz kalmak sadece devlet politikasında yatmakta değil. Temel olarak bakıldığında solda da aynı sorun var ve Çin’den Arnavutluk’a kadar yeryüzünün bütün ihtilal yapmış ülkerlerde, tarihi çok iyi bilenler, teşkilatlar, organizasyonlar, hem Türkiye tarihi konusunda analizden yoksunlar -ya da yazılar pek yok- hem de soykırım konusunda politik bir tutum da yok. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Demir Küçükaydın Politik tutum olmaması her zaman bir politik tutumdur. Politik tutum yok diye bir şey olmaz. Var. Sorun şöyle: Bu soruna gelindiğinde Sol kendisiyle hesaplaşmak zorundadır. Bu katliamın temelinde ulusçuluk denen olay vardır, ama ulusçuluğun gerici bir biçimi vardır. Ulusçuluk denen 1848’den sonra dünyaya yayılan dile, dine, etniye göre tanımlanmış gerici ulusçuluk dediğimiz biçim bu siyasi, bu modern toplumun varoluş biçimi olmasaydı, Ermeni katliamı olmazdı. Tutsilerin, Hutuların katliamı olmazdı, Yugoslavya’daki olmazdı ve yakın zamanda Orta Doğu’da göreceklerimiz de olmayacaktır. Sol bütün dünyada gerici, milliyetçidir. Buna özlem olarak karşı durmasına rağmen, sosyalizm maalesef doğarken 63


aydınlanmanın kalıntıları nedeniyle milliyetçiliğin ne olduğunu anlamamış, işin kötüsü Ekim Devrimi’nden sonra en gerici milliyetçi hale gelmiştir. Düşünün arkadaşlar, dünyanın her tarafında dine, dile, etniye dayanan uluslar, sosyalistler tarafından kurulmuştur. Özbekistan, Bulgaristan, Kırgızistan vs. bunları kuranlar burjuvalar değil sosyalistler. . . Bir ulusu Burgarlıkla, Özbeklikle bilemem neyle tanımlamaya başladığınız andan itibaren, ondan olmayanlar, sizin gözünüzle katlanılması gereken, tolerans edilmesi gereken sivilceler olarak görülmeye başlanacaktır. Soruna böyle yaklaşmanız lazım. Eğer bugün özeleştiri yapması gereken varsa, biz sosyalistleriz derim. Biz daha doğarken ulusçuluk karşısında yeterince bir bağışıklık oluşturabilseydik, insanlık bugün olduğu yerde olmazdı. İnsanlarda modern toplumun bu var oluş biçimine karşı çok güçlü bir direniş, bir bilinç, bir karşı hareket olurdu. Biz bunu yaratamadık. Bu nedenle eğer bir suçlu aranıyorsa, biziz bunun suçlusu.

64


“Ermeni Tehciri” ve Günümüzde Politika

Tarih tarihçilere bırakılamayacak kadar politik bir iştir. Tarih üzerine en soyut ve bu gün ile ilgisizmiş gibi görünen tartışmalar bile aslında bu günkü toplumsal güçlerin çıkar, hedef ve politikaları bağlamında yapılırlar. Tarihi değil ama günümüzün çatışan politik güçlerini, onların hedef ve çıkarlarını anlamak istiyorsanız tarih üzerine yapılan tartışmalara bakınız. Bundan doksan yıl önce gerçekleşen Ermeni Tehciri-Katliamı-Soykırımı söz konusu olduğunda da tartışılan Ermeni katliamı değildir aslında. Bu gün var olan güçlerin çıkarları çatışmaktadır. Bir yanda varlığını ve egemenliğini, bizzat bu katliamla doğmuş olan Türklüğe dayandıran Sümer, Bizans, Osmanlı devletçiliğinin yaşayan son halkası, Türkiye politikasının gerçek egemeni “Sünuf-u Devlet” ve onun gücü sarsılırsa kendisinin de ekonomiye egemenliğinin sarsılacağını gören Müslüman ve Türk burjuvazi; diğer yanda, bu Türklüğe göre tanımlanmış devleti daha esnek hale getirip çağın gereklerine ayarlamaya çalışan liberaller. Bu çatışmada devrimci demokrasinin ve sosyalizmin izi bile yoktur. Kendine sosyalist diyen milliyetçi ve liberaller ise bu iki gücün çatışmasında tarafların yedekleri durumundadırlar. Bu bizzat yapılan tartışmaların mantığında da görülür. Örneğin Ermeni Katliamı üzerine bütün tartışmalar şu düzeyde yürütülmektedir: olan katliam mı, soykırım mı, öz savunma mı, kaza mı? Devlet sınıfları ve onların gücü ve egemenliğini savunanlar bunun bir öz savunma veya kaza; liberaller de katliam veya jenosit olduğunu savunmaktadırlar. Ya da tartışma soykırım kavramının ne olduğu ve sınırları gibi hukuki tanımlara alanına yayılmaktadır. Yapılan tartışma aslında şöyle bir benzetmeyle daha iyi anlaşılabilir. Ortada bir ceset ve cinayet vardır. Bir taraf bunun taammüden işlenmiş bir cinayet olduğunu söylemektedir; diğeri ise ölümde bir kasıt olmadığını (“göç ettirilirlerken savaş koşulları nedeniyle öldüler”) veya bir nefsi müdafaa (“Ruslarla iş birliği yaptılar” ve/veya “onlar da bize saldırıyorlardı”) olduğunu söylemektedir. Peki, bu tartışma özünde nedir? Bu tartışma hukuki bir tartışmadır, sosyolojik bir tartışma değildir. Hukuki tartışmalar ise var olanı olumlayan dünyanın en gerici tartışmalarıdır. İyi bir avukat, hayatın karmaşıklığının yarattığı nice ayrıntıyı kullanarak, en planlanarak işlenmiş cinayeti bile bir meşru savunma gibi gösterebilir. Kaldı ki son duruşmada, jüridekilerin kültürel kotlarının, ideolojilerinin veya çıkarlarının taraflardan hangisinin iddiasını doğru kabul edeceğini belirlediği de bir sır değildir. İşte Türk devletinin tam da sorunu çekmek istediği ve çektiği alan budur. Bu tartışmaya girerek, liberaller daha baştan savaşı devlet sınıflarının istediği alanda kabullenmekte ve onlarla zımni bir suç ortaklığına girmektedirler. Şu çok açıktır ki, Türk devletinin ve devlete egemen zümrenin uluslararası politika alanında başka güçlerle çelişkileri de bulunmaktadır. O 65


güçler de baskı için, onun hareket alanını daraltmak veya tecrit etmek için parlamentoya gelen karar tasarılarıyla Ermeni katliamını uluslar arası bir hukuk sorunu olarak ortaya koymaktadırlar. Böylece devlet sınıfları kendi egemenliğine yönelmiş bir muhalefeti kolayca kendisine baskı uygulayan diğer devletlerin işbirlikçisi gibi gösterebilmekte ve etkisizleştirip tecrit etmekte, marjinalleştirmekdir. Ama daha da kötüsü şudur: liberaller dengeler değişip başarı kazansalar bile bu katliamın nedenini açıklamış ve o nedeni ortadan kaldırmış olmaz. Çünkü hiçbir hukuki tartışma cinayetlerin nedeni nedir sorusunu sormaz. Hukuk nedenlerle ilgilendiğinde bile, tek bir olayın hukuki nedenleriyle ilgilenir, sosyolojik nedenleriyle ilgilenmez. Ama ortadaki olay, sosyolojik bakımdan açıklanmayı bekleyen son derece önemli ve ciddi bir olaydır. Sorunu hukuki düzeyde tartışmanın kendisi, onun önemini ve ciddiyetini gizleyen bir utanmazlıktır. Bir olayın nedenleri açıklanmadan ve o nedenler ortadan kaldırılmadan sorun çözülmüş olmaz. Bu konudaki bütün tartışmalara bakın, olayın sosyolojik olarak açıklanması üzerine bir tartışma bir literatür neredeyse bulamazsınız. Bütün tartışma suç var mıdır ve suçlu kimdir varsa cezası ne olmalıdır bağlamında yürütülmektedir. Ama bu tartışmanın kendisi gericidir ve nedenler üzerine bir tartışmayı gündemden çıkarmaktadır. Nedenler üzerine bir tartışmayı gündeme koymaya kalktığınız an, o ana kadar birbirine karşı mücadele eden taraflar, o tarafların dayandığı varsayımları sorguladığınız için birlikte karşınızda yer alacaklardır. Devrimci Demokrasi ve işçi sınıfı (Sosyalizm) olayı şöyle koymalıdır. Biz 1915’te Osmanlı Devleti toprakları üzerinede yaşayan Ermenilerin toplu halde yok edildiği gerçeğini tartışmayı reddediyoruz. Buna hukuken jenosit mi, katliam mı, tehcir mi, göç ettirme mi deneceğinin bir önemi bulunmamaktadır. Bunlar sosyolojik değil hukuksal kavramlardır. Olayı açıklamazlar, bizzat kendileri açıklanması gereken fenomenlerdir. Bizi ilgilendiren esas sorun şudur: niçin bir dine ya da etniye ait insanlar yok edilmektedir. Çünkü bu sadece burada yaşanmadı. Tersinden kısmen Balkanlar’da yaşandı. 1920’lerdeki Türk Yunan Mübadelesi aynı olgunun “kansız” biçimidir. Yahudilerin Nazilerce yok edilmesi; Yugoslavya veya Afrika’da olanlar; İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanlara yapılan tehcir ve milyonları bulan ölüler. Bütün bunlar ortada nedenlerinin açıklanmasını bekleyen çok ciddi bir fenomen olduğunu ve bu nedenler ortadan kalkmadığı sürece yenilerinin olacağını göstermektedir. Bu nedenlere girince şunu görürüz: ulusun bir dine, dile, etniye göre tanımlanması; yani 1800’lerde Amerikan ve Fransız devrimlerinin demokratik ve insan haklarıyla tanımlanmış ulusçuluğunun yerini gerici ulusçuluk aldığı andan itibaren bu tür katliamlar ortaya çıkar. Fransız devrimi Yahudileri gettodan çıkardığı ve eşit haklı yurttaşlar yaptığı gibi; Alsas Loren’in Almanlarını da eşit haklı yurttaşlar yapıyor, feodal bağımlılıklardan kurtarıyor özgür kılıyordu. Bu nedenle Yahudiler de, Alsas-Loren’in Almanları da devrimi savunan orduların safında savaşıyorlardı. Bu sonra hiçbir burjuvazide görülmedi. Ama daha kötüsü, işçi hareketi de zamanla bu programı; bu dile, dine, etniye dayanmayan; yurttaşlık ve insan haklarının 66


özdeş olduğu bu ulusçuluğu unuttu ve gerici ulusçuluğun birer savunucusu ve bu ilkeye göre kurulmuş ulusların kurucusuna dönüştü. Bir ulusu, bir din, dil, etni, tarih ile tanımlamaya başladığınız andan itibaren, bütün o tanımın dışındakiler en iyisinden katlanılması gereken birer arıza olurlar eğer güç dengeleri el verip de yok edilemiyorlarsa. Ya da şimdi olduğu gibi, kültürel zenginlik veya esnekliğe yol açtığı için korunması veya tolerans gösterilmesi gereken bir süs gibi görülürler, ilk zorlukta satılacak. İşte hukuki tartışma bu esas nedeni gündemden düşürmektedir. Çünkü her iki taraf da aynı gerici ulusçuluğa dayanmakta ve onun dışında başka bir var oluşu reddetmektedir. Biz ise bu reddin kendisini reddediyoruz. Şöyle formüyle edersek daha iyi anlaşılabilir. Sorun Türk devletinin özür dilemesi değildir. Türk devletninin Türk devleti olmaktan çıkarılmasıdır. Sorunu böyle koyduğunuzda, Türk devletini ve onunla çıkar çatışması içindeki diğer devletlerin dayandığı ilkeyi sorgular; ezilen sınıf, ulus, din, dil, etni ve cinsleri yanınıza alırsınız. Yani sorun aynı zamanda bir strateji ve program sorunudur. Ve eğer bu korkunç cinayet için bir suçlu aranıyorsa, bunun gerçek suçlusu, bu ulusçuluk belasını bir türlü açıklayamayan; ona karşı daha baştan doğru dürüst bir program geliştiremeyen; sonunda bizzat kendileri gerici ulusçulara ve ulus kurucularına dönüşen biz sosyalistleriz. Sosyalizm ve işçi hareketinin daha doğarken, genel olarak uluslara ve ulusçuluğa; özel olarak da dile, dine, etniye, soya dayanan gerici ulusçuluğa ve uluslara karşı bir bir programı olsaydı, bu katliamların hiç biri yaşanmaz; bu gün insanlık çok başka bir yerde bulunabilirdi. Bu satırlar geç de olsa bunun için bir başlangıçtır. demiraltona@hotmail.com http://www.comlink.de/demir/ 08 Mart 2005 Salı

67


Talat Paşa Jakoben miydi? Jakobenizm Nedir? Osmanlı’da Kim Jakobendi? Bugün Kimdir?

Ortaya çıktığı günden beri sol görünümlü bir gericiliği ve milliyetçiliği savunan Doğu Perinçek ve partisi, her zaman olduğu gibi şimdi de tarihi ve kavramları alt üst ederek bu günkü gerici ve ırkçı politikalara sol bir cila sürmeye çalışıyor. Bunlar için olaylar ve kavramlar, o an izlenen gerici politikalara bir sol görünüm kazandırmak için içerikleri boşaltılacak ve istenildiği gibi oynanacak basit araçlardır. Türkçü Bonapartist Talat Paşa’yı Jakoben yaptıkları kolaylıkla, Hazreti Muhammet’i de cuntacı yaparlar. Örneğin şöyle yazıyor “Bilim ve Ütopya” dergisinde “Silahlı Peygamber Hazreti Muhammet’in Medeniyet Devrimi” adlı çok bilimsel yazısında bay Doğu Perinçek: “Hz. Muhammed de, bütün devlet ve medeniyet kurucuları gibi, elbette silahlı bir güce kumanda etmiştir. Silahlı güç tekeline sahip olmak, devletin ayırt edici özelliğidir. Silahlı güç varsa, devlet vardır. Ve her medeniyet, ancak devletle, silahlı güçle kurulur. İnsanlık kabile toplumundan devlet ve medeniyet kuruculuğuna silahın tekelde toplanmasıyla geçmiştir. İşte İslam Peygamberi'nin büyük başarısı da buradadır. Mezopotamya uygarlığı, Mısır, Çin, İran, Türk, Yunan, Roma uygarlıkları, Cromwell'in İngiliz demokrasisi, Washington ve Lincoln'ün Amerikan demokrasisi, Robespierre'in Fransız demokrasisi, Bismarck'ın Alman birliği, Garibaldi'nin İtalyan birliği, hep silahla kurulmadılar mı?” Burada yapılan oyunun niteliği çok açıktır. Aynı şekilde, silah ve savaş aracına başvurdukları için, sosyolojik olarak tamamen farklı karakterdeki, farklı sınıfların ve tarihsel dönemlerin ifadesi olan kişi ve hareketler, sadece silaha başvurmalarından hareketle aynı sepete atılmaktadır. Bay Perinçek, İslam peygamberinin büyüklüğünü onun başarısında, başarısını da silah kullanmasında bulmaktadır. Muhammed’in büyüklüğü Perinçek’in başarısını bağladığı silah kullanmasında değildir, aslında Muhammet başarılı da olamamıştır kurmak istediği düzen göz önüne getirilirse, daha ölümüyle birlikte, cesedi soğumadan, Mekke eşrafı su başlarını kesmiş ve adım adım birkaç on yıl içinde, İslam’ı tipik bir uygarlık ve devlet dini yapmıştır. Tümü silahlı ve eşit Müslümanların Camide toplanarak ortak kararlar aldıkları ilk günlerin yerini, Müslümanların silahsız olduğu, silahın sadece devlet ve onun asker ve zaptiyelerinde bulunduğu; Camilerin devletin başındakilerin kararlarının halka duyurulma ve bu karar ve uygulamaları meşrulaştırmanın aracı olduğu, namaz saflarında sembolize olan hukuksal eşitliğin yerine aşılmaz sınıf farklarının geçtiği İslam namlı bir gericilik, soygun ve zulüm düzeni almıştır. Muhammet’in büyüklüğü başarısında değil, tam da o başarısız kaldığı noktadadır. 68


Eğer Muhammet ile bu gün arasında bir paralellik kurmak gerekirse, bu günün Muhammet’i, tüm ulusal devletlere, özellikle bunlar içinde bir ulusu dil, din, etni, soy, tarih vs. ile tanımlayan devletlere karşı, “vatanım yeryüzü milletim İnsanlık” parolasıyla bu devletleri yıkmak için mücadele eden olabilir. O günün putları ve aşiretleri, ve soy kardeşliği ne ise ve nasıl Muhammet o soyları, aşiretleri ve onların putlarını parçaladı ise, bu günün Muhammet’i de bu günün dünyasının aşiretleri olun ulusları, bu günün dünyasının putları olan ulusal bayrakları; bu günün soydaşlığı olan ulusçuluğa ve ulus kardeşliğine kutsal cihat açan, bütün ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görendir. Eğer Muhammet’in silah kullanması ile günümüz arasında bir bağ kurmak gerekirse, bu gün bütün ulusal devletleri, dolayısıyla öncelikle de vatandaşı olduğu ulusal devleti yıkmak için silah kullanmak Muhammet’in yaptığına benzer. Muhammet silahı kendi içinden çıktığı kabileye (Kureyş’e) ve şehre (Mekke’ye) karşı kullanıyordu. Mekkeliliğin ve Kureyşliliğin yerine Müslümlüğü, yani insan kardeşliğini geçiriyordu. Allah, tüm insanlığın ifadesini bulduğu genel kavramdı. Ruhunu Allah’a teslim etmek, yani Müslüman olmak, tüm insan kardeşliğine inanca teslim olmak anlamına geliyordu. Muhammet’in Kabeye girip putları yakmasının bu günkü karşılığı, bir Türkiyeli veya Türk için, Ankara’yı ele geçirip, Türk bayrağını yıkmaktır. Ve oradan da bütün ulusal devletlere, tıpkı Muhammet gibi savaş açmak, bütün ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görmektir. Perinçek devrimci Muhammet’i, kendisi gibi basit bir gerici milliyetçi gibi görmektedir. Doğu Perinçek’in Muhammet dönemindeki karşılığı, hala o Kureyş ve aşiretler dönemini savunan Ebu Cehil’lerdir. Bay Perinçek’in devrimcilik olarak vaftiz ettiği şey sadece silah ve şiddettir. Devrimi şiddet olarak görmek, en karşı devrimci devrim kavrayışıdır. Perinçek’in tahrifatları tarihi alt üst edişleri, son “Talat Paşa Harekatı”da Talat Paşa denen darbeci Bonapartı, Jakoben olarak satmasında da görülür. Bunun için Jakobenlik kavramının içini boşaltır ve onu bir şiddet kullanımı, bir yukarıdancılıkla özdeşleştirir. Yani son yılların gerici atmosferinde devrimci ideallerinden vaz geçen aydınların Jakobenliğe yüklediği anlama aynen sahip çıkar. Ama önce şu Jakobenin ne olduğuna bir bakalım. Çünkü yeni kuşaklarca Jakoben’in gerçek ve otantik anlamı unutulmuş bulunuyor. Yeni kuşaklar Jakoben diye, üstten darbecilik yapanı anlamaktadır. Jakobene bu anlamını verenler, 12 Eylül darbesinden sonra gericilik ve yılgınlık ortamında demokrasiyi terk edip liberallere dönüşen aydınlar oldu. Ondan sonra bu yeni yanlış anlamıyla yayıldı ve öyle bilindi. Belli bir çağın ruhu ve sınıfsal çıkarlar sadece olayları tahrif etmez, kimilerini unutup kimilerini öne çıkarmaz, kavramların da anlamların da anlamlarını değiştirir. Ve bu anlam değişmeleri hiç de masum değildir, Jakoben kavramında olduğu gibi.

69


Örneğin bu gün bir hakaret sıfatı olan Herif, Hırfetten gelir ve bir zamanlar zanaat ehlini tanımlamakta kullanılırdı. Osmanlı Devletinin çürümesilyle birlikte emeğiyle yaşamanın, zanaatın toplumdaki değerinin azalmasına paralel olarak bu günkü olumsuz ve aşağılayıcı anlamını almıştır. Jakoben kavramı da böyle bir anlam değişmesine uğramıştır Türkiye’de, hatta dünyada. Devrici demokrasiyi, burjuva devrimleri ideallerinin ezilen ve yoksullar tarafından sonuna kadar savunulmasını ifade eden bir kavram olan Jakoben, 68 sonrasındaki gericiliğin yükseldiği atmosferde, Wajda’nın Dandon gibi filimleriyle birlikte, bu gerçek tarihsel anlamından boşaltılıp, sadece şiddetle özdeşleştirildi. Jakobenizm, Marks’ın deyimiyle Burjuva devriminin ideallerini Plepçe, avamca gerçekleştirmeye denir. Yani Jakobenizm, bırakın üstte olmak, darbecilik veya yukarıdan devrimciliği bir yana bunun tam zıddıdır. Paris’in donsuzları, yani baldırı çıplakları, yani yoksulları, Jakoben derneklerinde örgütlenmişlerdi. Burjuvazinin devrimi savunmakta kararsız olduğunu görüyorlardı. Devrim dört bir yandan kuşatılmıştı. O devrimi savunmak için devrimi yok etmeye kalkanların şiddetine karşı şiddet uygulamak zorunda kalmasıdır bu yoksulların Jakobenizm. Jakobenizmin şiddeti yüceltmek gibi bir yanı da yoktur. Robespiyer, idam cezasının kaldırılmasını ilk isteyendir. Jakobenizm, bu yoksulların iktidarıdır. Bunun unutulmuş bir adı da Birinci Paris Komünü’ür. İkinci Paris Komünü’nü yapanlar da, yine kuşatma şartları altında, Jakobenlerdir, yani Paris’in yoksullarıdır. Ama artık, birinci Paris Komünü’nün o yarı esnaf işçileri az çok modern proletarya oldukları için, ikincisinde, Jakobenizm fiilen bir İşçi İktidarı olur, Marks’ın “Güneşi fethe çıktılar” diye selamladığı. Jakobenizmin gerçek mirasçısı Rus devriminde Bolşeviklerdir. Bolşevikler de yukarıdan darbeci değildiler,dünya tarihinde eşi görülmemiş işçi ve köylülerin ayaklanmasının öne çıkardığı devrimcilerdi. Tıpkı Robespiyer gibi, karşı devrimin kuşatma ve saldırısına karşı Kızıl Orduyu kuran Troçki de İdam cezasının kaldırılmasını önerenlerdendi devrimin ilk günlerinde. Ne Robespiyer’de, ne Troçki’de şiddetin ve insan öldürülmesinin yüceltilmesinin zerresi yoktur. Bu Doğu Perincek gibi nasyonal sosyalistlerin bir özelliğidir. Onlar sadece devrimi savunmak için buna baş vurmuşlar ve onu hiçbir zaman yüceltmemişlerdir. Yani Jakobenizm, burujuva devriminin ve aydınlanmasının, tüm insanların eşitliği; fikir ve örgütlenme özgürlüğü gibi ideallerini savunan yoksulların hareketidir. Bu anlamda, örneğin, PKK bir Jakoben hareket karakteri taşır. 12 Eylül öncesinin devrimci radikal sol hareketleri Jakoben sayılabilirdi. Türkiye tarihine bakarsak, Jakoben kavramına darbeci yukardancı anlamını veren liberal aydınların iddialarının aksine, Atatürk bir Jakoben değil, bir Bonapart’tır. Eğer jakobene 70


benzeyen bir şeyler aranırsa, son duruşmada silahlı halk olana, Çerkes Ethem, Yeşil Ordu ve çetelerin güçlü ve egemen olduğu dönem, bir parça Fransa’nın Jakoben iktidarı dönemine benzer. Thermidor’un karşılığı, Çerkez Ethem’in tasfiyesi, Suphi’lerin öldürülmesi ve Ali Fuat Cebesoy’un batı Cephesi komutanlığından alınıp onan yerine İsmet İnönü’nün getirilmesidir. Bonapart’ın İmparator ilan edilmesinin karşılığı da Cumhuriyet’in ilanıdır. Jakobenizm, ezilenlerin toplumsal bileşiminin değişmesiyle birlikte, kendisi de evrim geçirmiş ve Rus devriminde Bolşevizme dönüşmüştür. Paris’in yarı esnaf “san kilot”ları Putilov fabrikalarının işçileri olunca, Jakobenizm de Bolşevizm olmuştur. Robespiyer ve Marat’nın, Rus devrimindeki karşılığı, Lenin ve Troçki’dir. O zamanlar hızlı geçinen Napolyon’un karşılığı da Stalin’dir. Ama yoksullar sadece işçilerden ibaret değildir, işsizler, küçük üreticiler de bunlara dahildirler. Hatta işçiler kendilerini iyi kötü sendikalarla koruyabildiklerinden bu tabaklar daha korumasız olduklarından, kriz dönemlerinde bunlar hızla radikalleşme eğilimi gösterirler. Eğer bu radikalleşme devrimci bir yükseliş döneminde, devrimci umutların yaşadığı bir çağda gerçekleşirse, bir işçi sınıfı devrimciliğiyle, yani kendi evrilmiş biçimiyle ittifaka girebilir. Sandinist, Küba, Çin, Vietnam devrimleri bu anlamda Jakoben devrimlerdir. Ama gericiliğin ve devrimci umutların yitirildiği bir dönemde, bu radikalleşme pek ala faşizmde olduğu gibi, işçi sınıfına karşı bir küçük burjuva haçlı seferine de dönüşebilir. Jakobenizm ile Faşizm’in bu bağlamda belli bir ilişkisi de vardır. Ama bu da yine, işçi sınıfının yeterince Jakoben olmamasının, yani devrimci olmamasının, oportunist günahlarının bir cezası olarak ortaya çıkar. * Bonapartizm Jakobenizmin zıddıdır. Tepeden darbe yapar o devrimin kazanımlarına oturur ve onları budar. O budadığı biçimiyle de genellikle başka ülkeleri istila eder. Bonapartizm’e adını veren Napolyon Bonapart böyledir. Örneğin İslamiyet’in Bonapart’ı Muvaiye’dir. İslamiyet’in Robespiyer’i Ali’dir. Ekim Devrimi’nin Robespiyer’i Lenin Troçki’dir, Bonapartı Stalin’dir. Ama devrim ile bu karşı devrimler arasında, Fransa’da Jirondenler; İslam’da Dört halife Devri, Rusya’da Zinovyev, Kamanav, Buharin’li dönem vardır. Napolyon, Muaviye ya da Stalin, ancak bunlardan sonra imparator olacak güce ulaşırlar. Bonapartların esas karakteri, onların Jakobenizmi, yani devrimin ideal ve amaçların terk etmesinde ve bu geleneği sürdürenleri tasfiyesinde toplanır. Bonapartizm bir karşı devrimdir. Bonapartizm, devrimi, bir egemen sınıfın ele geçirmesidir. Bu hiç şaşmazca aynı biçimde olur. Egemen sınıf bunu devrimin bayrağıyla yapar. Napolyon İmparator olduğunda, Fransız devriminin, Eşitlik, Özgürlük, Kardeşliği sembolize eden üç renkli bayrağını İmparatorluk Kuşağı olarak kuşanmıştı. Muaviye, Ali’ye karşı Sıffın savaşında, Askerlerinin mızraklarının ucuna Kuran yaprakları taktırarak yok olmaktan kurtulmuştu. Stalin, Lenin’i bir tanrı gibi dokunulmaz tabu yaparak karşı devrimini yapmıştı. 71


Bu tarihsel ortaklıklar ışığında baktığımızda Osmanlı tarihinde kimdir Jakoben? Osmanlı tarihinde Jakoben neredeyse yok denecek kadar azdır. Çünkü, Osmanlı’da burjuvazi çoktan devrimci barutunu yitirdiğinden, burjuva devrimlerinin tüm insanların eşitliği ideali terk edilmiş, ulus bir etni, dil veya din ile tanımlanmaya başlanmıştı. Diğer yandan., Rusya’nın aksine, bir modern ve büyük sanayi olmadığı için, bu gerici burjuvazi karşısında, bu Jakoben gelenekleri savunacak bir işçi sınıfı da yoktu. Dolayısıyla Jakobenizm çok sınırlı ve cılız bir eğilim olarak vardır Osmanlı’da. Jakobenizm’e en yakın eğilim, Ermeni ve Rumlar ve Balkan halkları arasındaki işçi ve sosyalist partiler olabilir. Osmanlı imparatorluğunda hem modern işçileri içerdikleri hem de ezildikleri için, Rum ve Ermeni ahali arasında bir Jakobenliğin izleri görülebilir. Ama bu bile sınırlıdır. Çünkü, sadece burjuvazi devrimciliğini yitirmemiş, işçi hareketi de bu gerici milliyetçilikten etkilenmiştir. Ulus artık, insan haklarıyla değil, Ermenilik, Türklük, Rumluk, Bulgarlık vs. ile tanımlanmaktadır. Fransız devrimi olduğunda Fransa’nın yüzde onu Fransızca konuşuyordu. Fransız olmanın devrimde bu günkü gibi bir etnik aidiyetle ilişkisi yoktu;. Fransız imparatorluğunun yayılmış oluğu topraklarda yaşayan yurttaşlar anlamına geliyordu. Osmanlı’da böyle bir hareket olmadı. Osmanlıcılık, egemen Müslüman devlet kastının kendini savunma ideolojisiydi, bu anlamda aydınlanmayla bir ilgisi yoktu. En Devrimci ve Sosyalist Hınçak partisi bile, hiçbir zaman, tüm Osmanlıda bir Fransız devrimi gibi devrim yaparak, Osmanlı topraklarında dilsiz, dinsiz., etnisiz, tarihsiz bir cumhuriyet kurmayı düşünmezdi, bir Ermeni partisi olmaktan öteye gidemedi. Bu anlamda, içinde Türk ve başka din ve milliyetlerden komutanlar yöneticiler bulunan ve etnik milliyetçiliğe daima mesafeli duran PKK, Türkiye’de Jakobenizm’e en yakın eğilimi temsil eder. Osmanlı’da en devrimci ve sosyalist örgütler bile buna uzaktı. Hıncak içinde, Kürtler, Türkler, Rumlar ve diğerleri yer almıyordu. Bu nedenle, Hınçak bile tam bir jakoben sayılmazdı. Osmanlı’da bilinen meşhur aydınlar arasında, Jakoben adını almaya layık olarak Tevfik Fikret’ten söz edilebilir. O “Vatanm yeryüzü milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir etni, dil, din, soy aidiyetini, ulusun buna göre tanımlanmasını reddetmiştir. Yani burjuva devrimi ideallerinin, aydınlanmanın tutarlı bir savunucusudur. Sadece bu idealleri sonuna kadar ve tutarlı savunmaz, bunlara ulaşmak ve bunları savunmak için, tıpkı jakobenler gibi her şeye de hazırdır. Örneğin bir “lahza i teahhur” şiirinde, Sultan İkinci Abdülhamit’e suikast yapan Ermeni devrimcinin bombasının biraz geç patalaması ve bu nedenle müstebit sultanın ölmemesi nedeniyle hüznünü anlatır. Fikret, eğer yaşasaydı, 1908 devrimini (Babıali Baskını denen) darbeyle gömen, Ermenileri katleden Talat Paşa’nın öldürülmesini, muhtemelen alkışlardı. Bu gün bile böyle devrimciler yokken. Türkiye’nin sosyalistlerini çoğu Genel Kurmayın peşine takılmışken, kendini Türklükle tanımlayan bir devletin yurttaşları olmak onları 72


rahatsız etmez ve sözde ABD’ye karşı olmak adına bu devleti savunmaya geçmiş bulunurlarken, Tevfik Fikret, cumhuriyet döneminin bir sürü komünistinden bile, Jakobenizme çok daha yakındır. Çünkü Cumhuriyet’in Komünistleri de Türk “Komünist”i olmuşlardır, Osmanlı’nın komünistlerinin Ermeni “Komünist”i olmaları gibi. 1908 kıytırık devriminin Bonapart darbesi, İttihat Terakki’nin babıali baskını, yani darbesidir. 1908 devriminde bir Jakoben iktidarı yoktur. İşte Talat Paşa, bu darbenin örgütleyicisi, devrimin kardeşlik ve özgürlük idealleri yerine devleti yaşatma ve korumayı geçiren adamdır. Zaten tam da bir Bonapart olduğu için, bir karşı devrimci olduğu için, o cılız devrimi yok ettiği için Hitler’e ilham veren Ermeni katliamının örgütleyicisi olmuştur. Biz sosyalistler ve devrimci demokrasi, Talat’ın değil, veya Ulusu din yani İslam ile tanımlayarak Osmanlıyı yaşatmaya çalışan Teşkilatı Mahsusacı Mehmet Akif’in değil; “Vatanım Yeryüzü Milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir din, etni, dil ya da toprak parçasıyla ulusu tanımlamayı reddeden, tarafını daima ezilenlerden, yoksulardan yana koyan, kadın haklarını savunan, çok yönlü aydın (Ressam, eğitimci, mimar vs.) burjuva devrimlerinin idealinin, aydınlanmanın o gerçekleşmemiş projesinin savunucusu belki de tek Jakoben, Tevfik Fikret’in mirasının savunucularıyız. * Bu vesileyle Tevfik Fikret’in Sultan’ı öldürmek isteyen Ermeni devrimcisinin başarısız kalan teşebbüsüne duyduğu üzüntüyü anlatan şiiriyle bu Jakobeni analım: Önce bu günkü Türkçe’yle sonra o zamanın diliyle:

bir anlık gecikme bir patlama...bir duman...ve bütün bir şenlik alayı, sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik, yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik... ey yüce patlama, ey öc alıcı duman, kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim? arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun, görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı. sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki her yerde hak ve kurtuluş duygusunu tetikler. vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın, en gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın. 73


silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin bir uykudan uyandırır milleti dehşetin. ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın! attın...ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın! dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman, ya da o durmasaydı o tâlihsiz* taç, kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş. ancak, rastlantı... âh o güçlülerin dostu, güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı, birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı, söndürdü bir nefeste bu parlak umudu; yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı, zulüm tarihine bir övünme önsözünü. kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü; ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi: bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak) bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini

Orijinal dilinde: bir lahza i teahhur

bir darbe... bir duman... ve bütün bir gürûh-ı sûr, bir ma'şer-i vaz'ı temâşâ, haşin, akuur tırnaklariyle bir yed-i kahrın, didik didik, yüseldi gavr-ı cevve bacak, kelle, kan, kemik... ey darbe-i mübeccele, ey dûd-i müntakim, kimsin? nesin? bu salvete sâik, sebeb ne? kim? arkanda bin nigâh-ı tecessüs, ve sen nihân, bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehâ-feşân. mâlik sensin o servet-i ra'dîn-i gayza ki her yerde hiss-i hakk u halâsın muharriki. sadmenle pâ-yı kaahiri titrer tegallübün, 74


en gırca tâc-ı haşmeti sarsar takarrübün. silkib ukuud-u rikba-i a'sârı, en çetin bir uykudan uyandırır akvâmı dehşetin. ey şânlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın! atdın... fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın! dursaydı bir dakîkacağız devr-i bî-sükûn, yâhud o durmasaydı, o iklîl-i ser-nigûn, kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş. lâkin tesâdüf...âh o kavîler münâdimi, âcizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi, birden yetişdi mahve bu tedbîr-i hârikı, söndürdü bir nefesde bu ümmîd-i bârikı; nakş etdi bir tehekküm içün baht-ı bî-şuûr târih-i zulme bir yeni dîbâce-i gurûr. kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi intikaam; lâkin unutmasın şunu tarih-i siflekâm: bir kavmi çiğnemekle bu gün eğlenen...(denî) bir lâhza-i teahhura medyun bu keyfini! -5 temmuz 1322-18 temmuz 1906tevfik fikret

Bu gün böyle şiir yazacak demokrat var mı bu Osmanlı artığı kayfi, ırkçı, inkarcı, baskıcı devlete karşı mücadele eden Kürt gerillalar için? Demokratı bırakalım sosyalist var mı? Yok. Nereden nereye gelindiği böyle daha iyi görülüyor. Osmanlı’nın Jakobeni, Tevfik Fikret’i bile yok bugün. Yirmi birinci yüzyılın devrimcisi ve Jakobeni bir yana.

16 Mart 2006 Perşembe 75


Demir Küçükaydın demiraltona@hotmail.com http://www.koxuz.org

76


Murat Belge, “Biz”, “Toplum”, Ulus ve Marksizm

Murat Belge iyi yetişmiş bir entelektüeldir. Eh insan Kemalizmi doktrinleştirme iddialı ve onu şu solun başına bela eden önemli kaynaklardan biri olan “Kadro”nun kadrosundan ve Menderes’in “Çeşnici Başı” yemek uzmanı Burhan Belge’nin oğlu; yine “Kadro’nun Kadrosu”ndan Yakup Kadri’nin yeğeni ise, yani Türkiye’nin Asyalı, köylü ve bürokrat ortamında az çok modern burjuva birikimi olan bir dünyada gözlerini dünyaya açmış ve büyümüşse; Avrupa’larda iyi bir eğitim görmüşse; ve de hele gençliğini 60’lı yıllarda, o yirminci yüzyılın son entelektüel ve teorik “kuğu çığılığı”nda geçirmişse, iyi yetişmiş bir entelektüel olmamak için büyük bir yetenek gerekir. Murat Belge, şehir orta sınıflarının eğilimlerini yansıtan bir aydındır. Hatta bundan öte, onların, sosyalizme sempati duyanlarının, sosyalizan eğilimlilerinin teorisyenidir. Türkiye’de bu sol eğilimin somut ifadesi, Dev-Yol, ÖDP çizgisidir. Murat Belge ve Birikim dergisi de bu eğilimin “gizli teorisyeni”dir. “Gizli Teorisyen” dememizin nedeni şu: Diğer sol örgüt veya hareketlerin teorisyenleri ile o hareket veya örgüt arasında organik ve çoğu kez örgütsel bir ilişki vardır. Teorisyen genellikle o örgütün veya hareketin lider kadrosunda yer alan bir isimdir veya doğrudan lideridir. Murat Belge ve Birikim ile (Ömer Laçiner de kısmen onun gibidir) Dev-Yol arasında böyle bir ilişki yoktur. Dev-Yol’un önder kadrosunun esas özelliği, tipik “aparatçiki”, yani tipik örgütsel aparat adamı, olmalarıdır. Zaten bu nedenledir ki, Türkiye’in en demokratik örgütü geçinen DevYol’on önder kadrosu, hiçbir zaman şu beğenmediği Stalinist örgütler kadar bile olsun, önderliğinin seçildiği veya hesap verdiği bir örgütsel yapı ve kongre bile yaşamamıştır. O Önder kadronun daha teoriye meraklıları aslında popularizasyoncudurlar. Biraz devekuşu gibi bir durum vardır. Ortada adı konmuş bir örgüt yoktur ama fiilen de bir örgüt vardır. Kongre yapmak, program ve ilkeler belirlemek, yöneticileri seçmek veya onların hesap vermesi gibi işler söz konusu olduğunda ortada örgüt yoktur. Ama henüz şekillenmemiş bir hareketin kendiliğindenliği ve kendiliğinden işleyen bir demokrasisi arandığında, ortada son derece güçlü, her şeyi belirleyen bir kadro-aparat vardır. Tabii bu durumun, Kuran’ı yorumlama hakkını ele geçirmiş İran’ın mollaları gibi, fiili olarak aparatın başındakilere, hiçbir örgütte bulunmayacak, muazzam bir güç bahşedeceği açıktır. Fiilen tüm kontrol ellerindedir ama aynı zamanda hiçbir sorumlulukları yoktur; hiçbir organ tarafından seçilmemişlerdir, onlara “Biat” edilmiştir; geri alınamazlar ve hesap vermezler. Biraz da bu nedenledir ki, bir zamanlar ÖDP ile ilgili yazdığımız bir yazıda, “Oğuzhan bu gün ne derse, yarın Dev-Yol, dolayısıyla da ÖDP onu der” diye yazmıştık. Elbette özellikle 70’lerdeki Dev-Yol bu modele daha yakındı. Sonra bölünmeler oldu vs.. Elbet Dev-Yol içinde bu duruma itiraz edenler de oldu. Dev Yol bir kitlesel hareket olduğu 77


için onda diğer sınıfların eğilimleri de bir şekilde ifadesini bulmuştu. Ama bu çizgi esas olarak bu gün ÖDP içinde de devam ediyor. Dev-Yol (ÖDP) ve Murat Belge (Birikim) ilişkisi de diyalektik olarak o fiili Dev-Yol örgüt ve liderlik işleyiş modeline tencere ve kapağı gibi uyar. Teorisyenin de “Hareket” ya da “örgütle” hiçbir organik ya da örgütsel bağı yoktur, dolayısıyla bir sorumluluğu. Belge’nin dedikleri, Belge’nin dedikleri olarak kalır; Birikim’deki görüşler Birikim’deki görüşler olarak kalır. Ama fiiliyatta onlar çok kısa bir süre sonra Dev-Yol veya ÖDP’lilerin görüşleri olurlar. Böylece tıpkı önder kadro gibi teorisyen de her türlü tartışma dışında kalır ve bir teorik tartışma ve gelişme olmaz. Dikkat edilirse Dev-Yol’un hiçbir zaman teorik bir yayın organı olmamıştır. En kıytırık sol örgüt bile, bir tane teorik, bir tane politik bir tane de (ekonomik) kitle yayın organı çıkarmaya çalışmıştır. Dev-Yol’da böyle bir teorik organ da olmamıştır. Bunun nedeni, Birikim’in aslında Dev-Yol’un teorik organı olmasıdır. Dev-Yol’un bütün kadrolarının ufkunu o belirler ve teorik gıdalarını ondan alırlar. Ya da tersi, Birikim ve Murat Belge, onlara ihtiyaçları olan yaklaşım, kavram veya formülasyonları sağlar. Burada bilinçli bir çabadan söz etmiyoruz. İşler kendiliğinden öyle yürür. Bu nedenle, istese de istemese de, Murat Belge (ve de Birikim) Dev-Yol’un (ÖDP’nin) teorisyenidir ve bir anlamda da şehir orta sınıflarının eğilimlerini dile getirir. Bu durumda; kötü kopyalarla, popülarizasyonlarla uğraşmaktansa, kaynağıyla ilgilenmek çok daha doğru olur. Belge’ye bu eleştiri aslında bir Dev-Yol (ÖDP) eleştirisi olarak da; Türkiye’deki Sol hareketi kakırdatan, Dev-Yol (ÖDP) ve Şehir Orta sınıflarına egemen, gerici Türk milliyetçiliğinin eleştirisi olarak da okunabilir * Bir süredir, Türkiye sosyalistlerinin iliklerine, kanlarına işlemiş gerici milliyetçiliklerini somut olarak göstermek babından özellikle “Biz” ve “Türk Toplumu” veya “Türkiye Toplumu” gibi kullanım ve kavramlara ilişkin bir yazı yazmayı düşünüyorduk. Ama olayların akışı içinde “aman şu konuyu da boş bırakmayalım” gibi kaygılarla, gelişmelerin peşinde koşmaktan, buna hiçbir zaman vakit bulamıyorduk. Derken, bugün, yine “aslolan hayattır” diye bir e-gruptan Murat Belge’nin bu günkü Radikal’de yayınlanan “Yaşamaya Doğru” yazısının tavsiyesi gelince, artık sırasıdır hiç olmazsa konuyu çıtlatalım diyerek işte bu satırları yazmaya başladık. * Murat Belge’nin yazısına geçmeden önce şu “Biz” ve “Türkiye Toplumu” kavramlarını ve kullanımlarını, bunların neyi nasıl gizlediği konusunu biraz açalım. Bir sosyalist’in “Biz”i, ezilenler, eğer bu sosyalist kendine Marksist falan da diyorsa, Dünya İşçi Sınıfı olur veya olmalıdır. Bir ulus, hatta bir ülkenin işçileri bile olamaz ve olmamalıdır. Yani o dünyaya dünya işçi sınıfının çıkarları açısından bakmalıdır; onun bir unsuru olarak düşünmeli ve davranmalıdır. Biz’in bunun dışındaki her kullanımı en gericisinden 78


milliyetçiliktir. Çünkü İşçi Sınıfından başka bir özne açısından düşünmek ve davranmak demektir bu. Bunun da Marksistlikle bir ilişkisi olmaz. Marks’ın da daha Komünist Manifesto’da çok açık olarak belirttiği gibi, Komünistler, İşçi sınıfı’nın tarihsel ve genel çıkarını savunurlar veya öyle olanlara Komünist denir. Bu nedenle, her hangi birisinin bir yazısı veya bir konuşmasını incelerken, gerçekte ne dediğini anlamak isterken, öncelikle onun, gizli öznesini; hangi özne açısından konuştuğunu ve muhataplarının kimler olduğunu analiz edip ortaya çıkarmak, sınıf mücadelesinin labirentlerinde kaybolup gitmek istemeyen için ilk yapılması gereken iştir. Başka bir özne açısından ve ezilenleri ve işçileri içsel olarak muhatap almayan en doğru gibi görünen sözler bile, yanlıştır. “Biz”in dünya işçi sınıfı dışında bir özne olması veya ezilenler ve işçiler dışında bir muhatap, fiiliyatta en gerici milliyetçilikle sonuçlanır dedik. Niçin? Çünkü, “Biz”i, her hangi bir ülkenin işçi sınıfı anlamında kullanmak; veya fiilen öyle bir özne açsından düşünüp davranmak, bu günkü dünya, kendini, dile, dine, kültüre, yere vs. göre tanımlamış ulusal devletlerden oluştuğundan, o devlet içindeki işçileri kastettiğinden, gerici bir ulusçuluğa göre tanımlanmış bir işçi bölüğü anlamında kullanılmış olacağından milliyetçidir. Ayrıca işçi sınıfı yerine (ki işçi sınıfı ancak dünya ölçüsünde, “Dünya tarihsel” bir sınıftır), onun bir zümresini kastettiğinden, yani zümre çıkarını sınıf çıkarının önüne aldığından, oportunisttir. Oportunizmin Marksist teorideki tanımı, “zümre çıkarını sınıf çıkarına üstün tutmak”tır. Bu sadece “Biz”i belli bir ulusun işçileri anlamında kullanmada bile böyledir. Ama şu ara Kürt sorunuyla yüzleşmekten kaçmak için çok hızlı “sınıfçı” kesilen Türk Solunun aslında sınıfla falan pek ilgisi olmadığından, onlar “Biz”i bu anlamda bile hiç kullanmazlar. “Biz” dediklerinde, kendi örgütlerini kastetmiyorlarsa, daima Türk ulusunu kastederler. Yani aslında bir Marksist, bir sosyalist olarak değil, bir Türk olarak, bir Türk’ün gözüyle dünyaya bakarlar. Onlar sözde en “Marksist”, en “demokrat” en “devrimci”sözleri bile ederken, bu “Biz” onların gerçek gözlerini, gerçek öznelerini, gerçek ideolojilerini ele verir. “Gözler yalan söylemez” diye bir söz vardır. “Biz”ler de yalan söylemez. * Örneğin, şu an elimin altında yok, ama örneğin Taner Akçam’ın Türk ulusçuluğu ya da Ermeni katliamı konusunda yazılarını okurken bu “Biz”in gerçek karşılığı çok açık görülür. O bütün sorunu bir Türk olarak tartışır. (Burada pedagojik olarak, Türk olmayan birinin, “biz”i Türklük, Türk vatandaşlığı, Türkiyelilik olmayan birinin, “Türk” gibi konuşması söz konusu değildir.

79


Örneğin, biz bir tarihte “Öcalan’ın Yaşamını Savunmak için Türk Girişimi” kurmuştuk. Burada özellikle Türk vurgusu yapmamızın nedeni, kendimizi Türk olarak görmememize rağmen; elimizde olmadan Türk olduğumuz, ezen ulustan olduğumuz için, bu durumu vurgulayan, buradan hareketle tavır koyan politik bir duruşu net olarak koyabilmekti amaç. Çünkü Türklerin hepsi onun kanını içmek istiyor veya daha demokrat ve solcuları “aman bu dertten de kurtulduk”, “istemem yan cebime koy” diyerekten için için seviniyorlardı. Buna karşı provakatif olarak Türk’lük yapmak başkadır. Bir Türk özne açısından dünyaya bakmak başkadır. Bu kısa parantezden sonra devam edelim.) Taner Akçam veya onlarca başka yazarınki böyle bir “Türk”lüğü ortadan kaldırmak için, onunla daha iyi mücadele edebilmek için “Türklük” yapmak değildir. Onlar kendiliğinden, kendilerini Türk olarak kabul ederek, Türklüğü nasıl daha iyi, daha demokratik yapacaklarını tartışırlar. Yani aralarından rastgele Taner Akçam’ı örnek olarak aldığımız onlarca, yüzlerce, sosyalist bilinen veya kendini öyle tanımlayan yazarın “Biz”i dünya işçi sınıfı değil, “Türklük”dür. İster Evrensel’i açın, ister en radikal yayınların makalelerini, inceleyin, onların gizli “biz”lerini, analiz edin, hepsinin altından aslında Türkiye, Türk ulusu çıkar. Sorunları o özne açısından tartıştıklarını ve muhataplarının o ulusun içindeki belli kesimler olduğunu görürsünüz. Çok nadirdir aksi durumlar. * Bu durum en açık biçimde, Ermeni katliamı ve Jenositi tartışmalarında görülür. Türkler sorunu, ister sağcı, ister solcu olsun, özür dileyip dilememe bağlamında tartışırlar. Özür dilemek gerekir diyenler de Türk olarak tartışmaktadırlar. Onların “biz”leri, Ermeni soykırımının en radikal mahkum edilişlerinde bile, hap Türklük olarak kalır. Çünkü “Özür” ancak Türklerin, kendini Türk olarak kabul edenlerin yapacağı bir eylem veya düşüncedir. Türklük ile sorunu Özür Dileme bağlamında tartışmak arasında kopmaz bir bağ vardır. Sosyalist, Marksist bir insan; sorunu Dünya İşçi Sınıfı’nın öznesi olarak tartışan bir insan ise, sorunu Özür dileyip dilememe değil, nedenlerini anlama ve mahkum edip etmeme bağlamında tartışır. Bir sosyalist, Evet, bir Ermeni Katliamı olmuştur, bir soykırım olmuştur, bunu Türk devleti yapmıştır (veya Türkler Kürtler veya Osmanlılar vs.) milliyetçilik ve milliyeti bir din, dil ile tanımlayan bir milliyetçilik bunun gerçek müsebbibidir, o halde ulusun dil, din, etni, (Türklük, Kürtlük, Ermenilik) ile tanımlanmasını ortadan kaldıralım; genel olarak ulusları yok edelim der. Türk olarak tartışan ise, kendine ne kadar “kızıl komünist” derse desin, “Özür dileyelim, Türklüğü bu suçlardan arındıralım, Türklüğü başka türlü tanımlayalım” der. Onun sorunu ulusla değil, hatta ulusun bir dil, din, etni, kültür, soy ile tanımlanmasıyla değil; bu ulusun (Türk ulusunun) ve Türklüğün nasıl tanımlanacağı noktasındadır.

80


Bu nedenle, Ermenilerden Türk olarak özür dilemek, aslında bütün demokratik görünümüne rağmen, devrimci demokratik bile değildir. Dil, Din, Etni, Tarih, Soy vs. ile tanımlanmış biçimler; örneğin, Türklük, Kürtlük, Ermenilik gibi biçimler dışında, başka bir ulus var oluşunu kabul etmediği; kendini bunlarla tanımlamayı reddeden bir ulusçuluğu bile savunmadığı, hatta onu reddettiği için, ancak Türklüğe dayanan bir ulusçuluğu savunanların yapabileceği bir iştir. Örneğin ulusun her hangi bir dil, din etni, tarih, soy ile tanımlanmasını reddeden bir demokratik ulusçu, (dikkat edin sosyalist bile değil, devrimci demokratik bir ulusçu), yani bir burjuva devrimcisi bile Ermeni katliamının suçlusunun ulusçuluk değil, demokratik ulusçuluk değil; ulusun bu gerici kriterlere göre tanımlanması olduğunu söyleyebilir. Diğer bir ifadeyle Türk olarak Özür dilemekten söz edenler, devrimci demokratik bir ulusçu bile değildirler, onlar ulusun Türklük, Kürtlük, Ermenilik ile tanımlanmasını sorun etmemektedir; Onların sorunu Türklüğün nasıl tanımlanacağıdır. Yani örneğin Türklüğü Orta Asya’dan gelmekle, kanla, ırkla da tanımlayabilirsiniz ya da Anadolu’daki bütün medeniyetlerin mirasçısı olmakla da. Böyle Anadolu’daki tarih ve kültürle tanımlanmış bir Türklük, Türk Ulusu, daha doğrusu Türk ulusçuluğu da mümkündür. Ermenilerden Türkler olarak Özür dilemeyi savunanlar, aslında ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı değildirler; Türklüğün neyle tanımlanacağını tartışmaktadırlar. Bu fark tıpkı klasik sömürgecilik ile modern yeni sömürgecilik arasındaki fark gibidir. Klasik sömürgecilik, biyolojik bir ırkçılığa dayanıyordu; yeni sömürgecilik ise kültürel bir ırkçılığa dayanır. Benzer şekilde, Klasik Türk Milliyetçiliği, kana, ırka, Orta Asya’ya dayanan bir milliyetçiliktir. Tıpkı klasik sömürgeciliğin ve ırkçılığın tıkanması gibi bu milliyetçilik sınırlarına ulaşmış bulunuyor. Bu durumda, tıpkı emperyalist ülkelerin, klasik sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe, dolayısıyla biyolojik ırkçılıktan kültürel ırkçılığa geçmeleri gibi, aslında Türk ulusçuluğu da, kana dayanan bir ulusçuluktan kültürel bir ulusçuluğa geçmeye çalışıyor. Ermeni soykırımı konusundaki tartışmalarda, özür dilemeyi veya bu soykırımın tanınmasını veya mahkum edilmesini isteyen Türkler, burada bu geçişi savunanlardır. Bu günkü politik konjonktürde, tıpkı biyolojik ırkçılık karşısında kültürel ırkçılığın; sömürgecilik karşısında yen sömürgeciliğin ilericilik olarak görülmesi gibi; kültürel milliyetçilik daha demokratik ve ilerici görünmektedir. Ancak, özünde, ulusun bir dil, din, etni, soy, tarih ile tanımlanmasını reddetmediği için, aynı ölçüde gerici bir ulusçuluktur. Bu günkü dünyada, territoryal bir ulusçuluk bile, dünyanın yoksullarını bin bantustana tıkmak, bir apartheit rejimini savunmak, yani ırkçılık sonucu verirken, kültürel bir ulusçuluk aslında çok daha büyük bir gericilik anlamına gelir. O zaman şu olgunun nedeni de daha açık olarak ortaya çıkar: Türkiye’deki demokratik hareketin zayıflığı. 81


Kendine demokratik diyenler veya bu gün öyle görünenler, savundukları ulusçuluk anlayışlarıyla aslında demokratik kategorisine bile girmezler. Bu günün Türkiye’sindeki tartışma, devrimci ve demokratik bir ulusçulukla gerici bir ulusçuluk arasında olmaktan ziyade; gerici ulusçuluğun hangi biçimlerinin çağa daha uygun olduğuna ilişkin bir tartışmadır. Ulusun Türklükle tanımlanmasına değil; Türklüğün neyle tanımlanacağına ilişkin bir tartışmadır. Ve zaten bu bağlamda ancak bir özür dileme ve dilememe tartışması yapılabilir. Özür dileyelim diyenler de dilemeyelim diyenler de aynı gerici ulusçuluk anlayışını paylaşmaktadırlar. Tam da aynı anlayışı paylaştıkları için, tartışma özür dileyip dilememe bağlamında yürümekte ve gerici ulusçuluğa karşı, yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı bir tartışmaya dönüşememektedir. Bu tartışma olmadığı, yani ulusun bir dil, etni, soy, tarih ile tartışmasını reddeden bir demokratik ulusçuluk bile bulunmadığı içindir ki de, “özür dileyelim” diyenler bunca zayıftır. Çünkü reformlar aslında devrimci mücadelenin yan ürünleri olur. Gerçek bir devrimci demokratik bir ulusçu hareket olsaydı; ulusun Türklükle, yani bir dil, din, etni, soy, tarih ile tanımlanmasına karşı bir güçlü hareket olsaydı, o zaman pabucu pahalı gören kana, ırka, Orta Asya’ya dayanan Türk milliyetçilerinin hepsi, Türklüğü kültürle tanımlama reformatörleri olurlardı. Aslında MHP’de son zamanlarda görülen bu yönde zayıf bir eğilimdir. Görüldüğü gibi, o basit gibi görünen, Türkçe’de çoğu kez, “biz” zamirini bile kullanmadan, cümlenin içeriğine yedirilmiş olarak kullanılan ve bu nedenle de tespiti bazan epey zor olan o “Biz”, nasıl bir milliyetçilik ve millet sorunuyla ve programla ilgilidir ve hiç de öyle masum değildir. * İşte, açın Türk solcularının veya sosyalistlerinin yazılarını, hepinin “Biz”i Türklük, “Türk devletinin yurttaşları”; “Türkiye’de yaşayan insanlar” veya “Türkiye’nin ezilenleri” gibi anlamlarda kullandığını görürsünüz. Bu, sosyalistlerin sosyalist olmadıklarının, basit milliyetçiler olduklarını, hatta Türklüğü devrimci halk gelenekleriyle tanımlamak isteyen gerici milliyetçiler olduklarını görürsünüz. Türklüğü devrimci halk gelenekleriyle tanımlamak gerici bir ulusçuluğu savunmak olmaktan çıkmaz. Yıllarca bütün dünya komünist partilerinin yaptığı tam da buydu. Ve tam bu nedenledir ki, hepsi sıfır numara gerici milliyetçiler biçiminde ortaya çıktılar. Peki, bu işin Murat belge ile ilişkisi ne? İşte Murat Belge’nin “Biz”i hep Türk halkı, Türkler, Türk devletinin yurttaşları, yani Türk ulusudur. Bütün ÖDP ve Dev-Yol geleneği de böyledir. Meraklısı ciddi bir tarama yaparak, bunu yüzlerce binlerce kere kanıtlayabilir. Zaten Belge’nin şehir orta sınıflarının eğilimlerini yansıtmasının nedeni budur. Onlar bu kullanımdan dolayı bilinçsizce bir yakınlık hissederler, tıpkı kendi duygu ve düşüncelerini yansıtan bir müziği dinleyen bir insanın duyduğu duygu ve düşünce yakınlığını duyarlar. * 82


Bu gerici milliyetçiliğin, özne olarak Dünya İşçi Sınıfının değil de, Bir ulusun, Türk ulusunun bakış açısında sorunları ele almanın ve sorunları o özne açısından tartışmanın, gizli “Biz”den daha rafine, özel bir biçimi daha vardır. Bunda “Biz” iyice gizlenmiş, nesnel, taraf ve olayların dışında bir bilim adamı kisvesine bürünmüştür. Keşfi çok daha zordur. Sanki milliyetle ve milliyetçilikle, Türklükle vs. hiç ilişkinizi yok gibi görünürsünüz, ama aslında bütünüyle Türk ulusunun sorunların tartışıyorsunuzdur. Bu da “Türk Toplumu” ya da “Türkiye Toplumu” kavramlarıyla sağlanır. Hatta bazen de sadece “Toplum” kavramı kullanılır. Ama bu kavramların gerçek içeriğini incelediğinizde karşınıza yine o Türk Ulusu çıkar. Dev-Yol’cu (ÖDP’li) söylemin veya terminolojinin ayrılmaz bir bileşenidir “Türkiye Toplumu” veya “Türk Toplumu” kavramları. * Aslında, metodolojik ve bilimsel olarak en küçük bir eleştiriye dayanamayan saçma bir kavram çiftidir. Bunu kısaca gösterelim. “Toplum” diye bir şey yoktur dünyada. Toplum sosyolojik bir kavram, sosyolojik bir soyutlamadır. “Türkiye Toplumu” olmaz. “Türkiye Halkı”, “Türk Ulusu”, “Türkiye Ulusu”, “Türk Devletinin Yurttaşları” vs. olabilir. Bütün bunlar hukuk, politik ve ideolojik kavramlardır. Toplum ise sosyolojik bir kavramdır. Bir imparatorluk, bir devlet, bir ülke, bir ulus veya ulusun bir bölümü ile özdeşleştirilemez veya o anlamlarda kullanılamaz. Bu yanlıştır. Toplum kavramının bunlarla çiftleştirilmesi otomatikman onu da bir ideolojik kavram haline getirir. Bu nedenle Yanlışlığı bilindiği takdirde, yanlışlığı biline biline, “galatı meşhur lügati sahihten yeğdir” babından kullanılabilir. Ama o zaman da mantık bu yanlışa göre kurulamaz. Örneğin “Osmanlı Toplumu” diye bir şey yoktur. Osmanlı Devleti veya İmparatorluğu, ülkesi vs. vardır. Ama “Osmanlı Toplumu” yoktur. Bu, politik bir kavram ile (Osmanlı) sosyolojik bir kavramı (Toplum) çiftleştirmektir. “Türk” ya da “Türkiye” toplumu da öyledir. Türk ya da Türkiye, politik ve ideolojik kavramlardır, sosyolojik kavramlar değildirler. Örneğin “Türkiye” dendiğinde eğer bir toprak parçası veya orada yaşayan insanlar kast ediliyorsa, bu toprak parçasının belirlenmesi bütünüyle politiktir. Dolayısıyla orada yaşayan insanların tanımlanışı da politiktir. Türk ile örneğin belli bir devletin yurttaşları kast ediliyorsa, bu bütünüyle politik bir kavramdır. Bu durumda yapılan iş, politik bir kavram ile, sosyolojik bir kavram ile çiftleştirilmektir. Bu ise en temel mantık hatasıdır. “İki kere iki mum eder” gibi bir hatadır. İki kere iki bir milyon eder derseniz mantıkta bir hata yoktur, hesap hatası vardır. Ama iki kere iki mum eder derseniz, mantık hatası yapmış olursunuz. Örneğin yeşil iyilik gibi saçma bir kavram çifti yaratmış olursunuz. Böyle bir çift pek ala edebi bir imgenin aracı olarak kullanılabilir. Ama biz imgeleri değil, bilimsel kavramları tartışıyoruz. 83


Bir zamanlar “Revizyonist Ülkeler” gibi bir kavram çifti vardı örneğin. Revizyonizm bir düşüncede bir doktrinde olabilir. Bir sosyo ekonomik formasyon, bir rejim, bir üretim biçimi değildir. Ama bu kullanımda tam da bu anlamlarda kullanılır. Ülke’nin revizyonisti olmaz, düşünce veya bir doktrinin revizyonisti olur. Mantıken bir yanlış vardır ortada. Örneğin bir “feodal toplum”dan, bir “kapitalist toplum”dan söz edilebilir ama “İngiliz Toplumu”ndan, “Fransız Toplumu”ndan söz edilemez. Feodal ya da kapitalist sosyolojik kavramlardır, ama İngiltere ya da Fransa politik ve ideolojik kavramlar. İşte, “Türkiye Toplumu”, “Türk Toplumu” ya da bunlar karşılığı kullanılan “Toplum” kavramları, her şeyden önce böyle bir mantık ve metodoloji hatasıyla maluldürler. * Solcular içlerine işlemiş olan milliyetçiliğin kavramlarını kullanmamak, gerçek milliyetçiliklerini gizlemek için, böyle saçma kavram çiftleri yaratırlar. “Türk ulusu” dese, “Türk devletinin yurttaşları” dese, o zaman Türk Ulusunun, Türk devletinin yurttaşlarının sorunlarını tartıştığı, onlara çözüm aradığı; dolayısıyla Türk Ulusu ve Devletini olumladıkları ve zımnen savundukları ortaya çıkacaktır. Bunu gizlemek için, “Türk toplumu” der, “Türkiye toplumu” derler. Sanki sosyolojik bir sorunu tartışıyormuş gibi bir izlenim yaratırlar. “Toplum” boru mu bu? Toplumcu lafı bile ondan geliyor. Böylece sosyalist ve de tarihsel maddeci, Marksist bir ton da verilmiş, bir ima da yapılmış olur. Bir taşta iki kuş. “Türkiye Toplumu”ndan söz eden metinleri alın, hepsinde aslında Türk ulusunun, hatta Türk devletinin sorunlarının tartışıldığını görürsünüz. Aslında o özne açısındandır bütün yaklaşım, ama “Toplum” lafının ardında nesnellik ve bilimsellik örtüsünün altına gizlenmiştir. * İşte burada artık esas konumuz olan, Murat Belge’ye gelelim. Biz yazıları hep bu arka plan ile okuduğumuzdan, Murat Belge’nin bu çok ilerici gibi görünen, bu yazının başında sözünü ettiğimiz yazısında, aslında, son derce gerici bir özne açısından sorunu tartıştığı hemen dikkatimizi çekti. Murat Belge, bu yazısında “Toplum” kavramını kullanıyor. Ama “toplum”u sadece bir bütün olarak ulus anlamında değil, o ulusa egemen veya onu yaratan, egemen bürokratik oligarşi anlamında kullanıyor ve aslında, tam da o öznenin bakış açısından bütün sorunu tartışıyor. O Özneye “böyle gitmez” diyor. Şimdi önce okuyucu Murat Belge’nin yazısı okusun. Aşağıya yazıyı olduğu gibi aktarıyoruz: “Yaşamaya doğru Murat Belge 02/05/2006

84


Türkiye'de modernizasyon hamlelerinde başı çeken kadrolar kadar, modernizasyonun içinde geliştiği genel koşulların da mahiyeti, doğal olarak, bu sürecin biçimlenmesini belirlemiştir. Modernizasyonun kendisi, aslında Tanzimat'la bile değil, II. Mahmud'la ve Vaka-i Hayriye ile başlamış olsa da, bu uzun sürecin 1876 sonrası, yani 93 Harbi'ni izleyen bölümünün özel bir önemi olduğunu düşünüyorum. Rus ordusunun Yeşilköy'e kadar yürümesi, mütareke koşulları, verilen kayıplar ('territorialism' zihniyetinden çıkamayan bu devlette her şeyden önemlisi buydu), daha sonra Berlin'de geri alınan birkaç şeyin karşılaşılan bütün sorunlara bir 'ölüm kalım kavgası' çerçevesinde bakmak, bir alışkanlık haline geldi. Ama 20'nci yüzyıla giriş biçimi, bu karamsarlığın üzerine yeni yeni bulutlar getirip yığdı. 1876'da I. Meşrutiyet'in ilanı ile 93 Harbi'nin başlaması üst üste gelmişti. 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanının sevinci ile Avusturya'nın Bosna-Hersek'i resmen ilhak etmesinin burukluğu da benzer bir biçimde çakıştı. Ama bunu 1911 Trablus, 1912 Balkan Harbi ve nihayet büyük Dünya Harbi izledi. Bunların hepsi yenilgi ve toprak kaybıyla sonuçlandı. 'Makûs talih' işte 93'ten başlayan bu diziydi. Savaş, iyiden iyiye bir kader haline gelmişti. Yok olmak kaderse bu savaşla gelecek, ama ufukta bir kurtuluş varsa bu da savaşla kazanılacaktı. Bu maddi koşullar, toplumun manevi dünyasını hemen ve doğrudan doğruya etkiledi. Örneğin Harp Mecmuası... Harbiye Nezareti'nin yayımladığı bu derginin ilk sayısı 1915'te çıkmış ve yayın 1918'e, savaşın sonuna kadar devam etmiştir. İyi kâğıda basılan, bol fotoğraflı dergi, doğal olarak, bir propaganda dergisiydi (yeni harflerle özet baskısı yakında yapıldı: Kaynak Yayınları, 2004). Dünya tarihinde, 'topyekûn harp' kavramının günün yeni gerçeği olarak yerini aldığı bir evrede, bütün bir toplumun savaşa hazırlanması amacıyla yayımlanıyordu. Her sayısında, 'Yaşayan Ölüler' ve 'Mübaret Şehitlerimiz' başlıklarıyla, savaşta can verenlerin fotoğrafları yayımlanır. Bu, ister istemez, toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını vermek gibi bir şeydir. Savaş sonuna doğru, Cenap Şahabettin'in Rıza Tevfik'e mektubundan öğrendiğimiz gibi, en tanınmış yazarlar, dolgun ücret karşılığında, 'milli, vatanî, hamasî' edebiyat yapmaya çağrılır. Ama bu edebiyat zaten yapılmaktadır. Mehmet Akif 'Çanakkale Şehitleri'ni yazarken 'dolgun ücret' düşünmemiştir. Çevre koşulları, eli kalem tutan insanlara zaten üzerinde yoğunlaşacak başka konu bırakmamaktadır. Bu olaylarda yadırganacak bir şey yok. Savaşlarda kaybettiği insanlara borcunu, onları en içten sevgi ve saygıyla anarak ödemekten kaçınacak bir toplum herhalde düşünülemez. Burası böyle olmakla birlikte, bu 'ölme ve öldürme' edebiyatını toplumun kültürünün ve değerlerinin temel direği haline getirmek, bir yandan bu şekilde derinleştirirken bir yandan da bunu hatırlatacak simgeleri her yana yerleştirerek yaygınlaştırmak, sağlıklı ve anlaşılır bir duyguyu bir patoloji haline getirmek demektir. Değindiğim zor koşullar, son analizde, somut bir konjonktürün getirdiği şeylerdi. O konjonkürü ebedileştirmek de sağlıklı bir şey değil. Toplumlar zor durumlarla karşılaştıkları zaman bununla başa çıkabilmek için gerekli direnci de harekete geçirebilirler. Bunun için, hayatlarının her anını 'vatan için ölme ve öldürme' 85


edebiyatıyla geçirmeye ihtiyaçları yoktur. Toplumların asıl ihtiyacı, ölümüm değil hayatın kutsanmasına ve yüceltilmesinedir.” * Murat belge’nin yazısında Toplum sözü geçen şu sözleri önce alt alta aktaralım: “Bu maddi koşullar, toplumun manevi dünyasını hemen ve doğrudan doğruya etkiledi.” “Bu, ister istemez, toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını vermek gibi bir şeydir.” “Burası böyle olmakla birlikte, bu 'ölme ve öldürme' edebiyatını toplumun kültürünün ve değerlerinin temel direği haline getirmek, bir yandan bu şekilde derinleştirirken bir yandan da bunu hatırlatacak simgeleri her yana yerleştirerek yaygınlaştırmak, sağlıklı ve anlaşılır bir duyguyu bir patoloji haline getirmek demektir” “Toplumlar zor durumlarla karşılaştıkları zaman bununla başa çıkabilmek için gerekli direnci de harekete geçirebilirler. Bunun için, hayatlarının her anını 'vatan için ölme ve öldürme' edebiyatıyla geçirmeye ihtiyaçları yoktur.” “Toplumların asıl ihtiyacı, ölümüm değil hayatın kutsanmasına ve yüceltilmesinedir.” * Biraz dikkatli bir analiz, Murat Belge’nin Toplum sözünü aslında “Uluslar” veya “Türk Ulusu” karşılığında kullandığını ortaya çıkarır. Ama sadece bu kadar değildir. Murat belge, “toplum”u aynı zamanda, Osmanlı’ya egemen olan ve Türk ulusunu yaratan Bürokratik kast karşılığı da kullanmaktadır. Örneğin, bir sürü yenilgiyi sıraladıktan sonra, “Bu maddi koşullar, toplumun manevi dünyasını hemen ve doğrudan doğruya etkiledi.” diyor. Söz konusu “Toplum” Osmanlı İmparatorluğu’dur. Peki “Toplum” denen Osmanlı İmparatorluğu içinde hiç de böyle olmayan “Toplum”lar yok muydu? Bir kere Balkan Ulusları, Rumlar, Ermeniler, hiç de o “Toplum” denen Osmanlı bürokrasisi gibi düşünmüyorlardı. Osmanlı Bürokrasisi için yenilgi ve kayıp olan onlar için kazançtı. Eğer Toplum gerçekten nötr bir kavram olarak, Osmanlı’da yaşayan bütün insanları kast ediyorsa, o zaman Belge’nin ifadesi doğru değildir ve gerçeği yansıtmamaktadır. O İnsanların bir bölümünün duygu ve düşüncelerini, olayları algılayışını, “toplumun” diyerek tüm imparatorluk ahalisinin algılayışı olarak tanımlamaktadır. Ayrıca bu algılayış, sadece Hıristiyan değil, Osmanlı’nın Müslüman ahalisinin de algılayışı değildi. Anadolu’daki köylünün böyle bir derdi olmadığını, zaten yeğeni Olduğu Yakup Kadri Yaban’da anlatmaz mı? O algılayış küçük bir bürokratik kastın algılayışıdır. Aslında Toplum derken, Murat Belge’nin ilk cümlede, kastettiği, Osmanlı Bürokratik oligarşisidir. Onların ruh haldir. Ama bunu toplumun ruh hali gibi koymaktadır. Çünkü kendi 86


ruh halidir aynı zamanda, o özne açsından düşünmekte ve hissetmektedir. Zaten kendisi de bir şekilde onlara dâhildir. Bu nedenle, bilinçsizce, tam da Freudyen biçimde, güdük fiiller veya dil sürçmelerinde olduğu gibi, onların kendi ruh hallerini tüm Müslüman ahalinin ruh hali yapma ve onlardan bir ulus yaratma çabalarını da hep toplumun yasaları gibi koymaktadır. * İkinci Cümlede, “Toplum” aslında, kendisinden ulus yaratılacak olan Müslüman ahali anlamında kullanılmaktadır. “Bu, ister istemez, toplumda herkese 'Sıra sana gelebilir' mesajını vermek gibi bir şeydir.” Osmanlı’nın en azından Trakya, Anadolu’daki Hıristiyan yurttaşları için “Sıra sana gelebilir” her halde anlamsızdı. Egemen bürokrasinin onlara böyle bir mesaj vermek gibi bir derdi de yoktu. Çünkü onlar aslında, Osmanlı egemenliğinden kurtuluş için sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar veya bunun için çalışıyorlardı. Belge, tam bir Türk milliyetçisi gibi düşünmekte ve algılamaktadır Osmanlı’yı, yani sadece Müslüman ahali olarak. Biz’ine dolayısıyla “Toplum”una dahil değildir Murat Belge’nin, Osmanlı’nın Hıristiyan ahalisi. Ancak böyle bir arka planla insan böyle bir cümle kurabilir. Burada, “Toplum”un aslında gerici ulusçuluk anlamında bir “Biz”in yerine kullanılması çok açık olarak görülmektedir. * Elbette bu makaleyi Murat Belge, öyle iş olsun diye yazmıyor. Tarih aslında bu günkü politik veya programatik duruşlara bir gerekçe sağlamaya yöneliktir. Tarihin tarihle ilgisinin olmadığı açıktır. Murat Belge’nin “toplum”u Müslüman ahali ve egemen Bürokratik kast anlamında kullandığı görüldü. Bu anlamlarla okuduğumuzda, dediği şudur Bürokratik kasta, veya kendisinden artık bugün Türk ulusu yaratılmış ahaliye, yani Türk ulusuna: “Ölümü kutsayan” bir Türk ulusçuluğu iyi değildir, “hayatı kutsayan” bir Türk ulusçuluğu daha iyidir. “Toplum”ların karşılığı olan gerçek anlamları koyduğumuzda, Murat Belge’nin yaptığının, aslında nasıl bir Türk milliyetçiliğine ihtiyaç bulunduğu; nasıl bir milliyetçiliğin veya Türk tanımının, “Türk” veya “Türkiye “Toplumu”nun çıkarlarına daha uygun olacağını tartıştığı görülür. Tıpkı klasik sömürgeciliğin ve ırkçılığın ölümü ve şiddeti kustaması, yeni sömürgeciliğin, kültürel ırkçılığın bunu reddetmesi gibi; Murat Belge de klasik Türk ulusçuluğunun, bürokrasinin Türklüğü, ırka, dile, soya dayanarak tanımlayan ulusçuluğunun ayrılmaz kardeşi olan “ölümü kutsayan” bir ulusçuluğun yerine; Türklüğü kültürel olarak tanımlayan bir ulusçuluk gibi, “Hayatı kutsayan” bir ulusçuluk öneriyor. * Bunu kime öneriyor? Bu kimin sorunu olabilir? 87


Türk ulusçulusun sorunudur. Ve Türk ulusçuluğunun yaratıcısı bürokratik kasta öneriyor. Hem de dışından bile değil içinden. İşte en entelektüel ve demokrat bilinen Murat Belge’nin o güzel sözlerinin ardındaki acı gerçek. Meyvenin etli kısımlarını soyduğumuzda elimizde kalan, sert ve zehirli çekirdek: Türklüğün nasıl tanımlanacağı tartışmasıdır. Önerilen: ölümü değil, yaşamı yücelten bir Türklük, dolayısıyla Türk ulusçuluğu. Muhatap da Özne de Osmanlı yadigârı egemen bürokratik Oligarşi. Kadro’nun yaptığı da, Bu Bürokratik Oligarşi’ye bir doktrin oluşturmak değil miydi? Anlaşılan herşey aslına dönüyor. Topraktan geldik gene toprak oluyoruz. 02 Mayıs 2006 Salı demiraltona@hotmail.com http://www.koxuz.biz

88


Türklerin Müslümanlaşması mı? Müslümanların Türkleşmesi mi?

Daha önce “Biz” i Türkler, Türklük, Türk Ulusu vs. olarak ele almanın sosyalizmle ve sosyalistlikle uzlaşmayacağını, bunun en gericisinden milliyetçilik olduğunu ele almıştık. (Bakınız: “Murat Belge, “Biz”, “Toplum”, Ulus ve Marksizm” http://www.koxuz.biz/index.php?option=com_content&task=view&id=717&Itemid=360 ) Şimdi bir başka somut örnekte, bunun masıl gerici, tarihi allak bullak eden bir tarih anlayışına yol açtığını veya onunla bir arada bulunabileceğini görelim. Aslında bu konuyu, daha önce, Tersinden Kemalizm adlı kitapta, Kıvılcımlı’yı eleştirdiğimiz bölümde, onun “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” başlıklı yazısını eleştirirken kısaca ve dolaylı biçimde ele almıştık. Burada bu eleştiriyi biraz daha detaylandıralım, ete kemiğe büründürelim. Örnek olarak ele alacağımız kitap, Erdoğan Aydın’ın “Türklerin Müslümanlaştırılmasının Resmi Olmayan Tarihi – Nasıl Müslüman Olduk?” (Başak Yayınları, 1994) Dikkat edelim. Erdoğan Aydın’ın kitabının adı, “Türkler Nasıl Müslüman Oldu?” gibi bir isim değil. “Nasıl Müslüman Olduk?”. Yani biz zamiriyle soruluyor soru. Soruyu soran özne, yani “biz”: Türkler’dir. Diğer bir ifadeyle, Erdoğan aydın bir Türk olarak konuyu tartışmaktadır. Halbuki daha önce görmüştük ki, bir sosyalistin, bir Marksist’in “Biz”i ancak ve ancak, dünya işçi sınıfı olabilir. O tüm olayları bu öznenin bakış açısından ele alır ve almalıdır. Hele hele bu “Biz”in, son derece gerici; kendini bir dil, tarih, soy ile tanımlamış bir ulus, yani Türklük olması, hiçbir şekilde kabul edilemez. Peki Erdoğan Aydın bir Marksist mi? Ya da öyle olduğunu mu iddia ediyor? Böyle bir iddiası yoksa, elbette sorun yoktur. Türkler Türklerin nasıl Müslüman olduğu üzerine yazabilirler. Çünkü daha sonra görüleceği gibi, Türklerin nasıl Müslüman olduğu, ancak Türklerin sorabileceği bir sorudur. Marksist açıdan böyle bir soru olanaksızdır veya saçmalıktır. Bir Marksist böyle bir soru soramaz çünkü bu sorunun kendisi ideolojik ve yanlış bir sorudur ve yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez. Ama bir Marksist’in, Marksist olduğu iddiasındaki birinin, biz zamiriyle, Türklüğü özne olarak kabul ederek böyle bir soru sorması katmerli bir yanlıştır. Bu nedenle önce bakalım Erdoğan Aydın Marksist mi? Ya da böyle bir iddiası var mı? Evet, Erdoğan aydın kendisinin Marksist olduğu iddiasındadır. Örneğin aynen şöyle yazıyor: “Tarihsel Materyalist bir dünya görüşünün savunucusu olarak...” (sayfa: 18)

89


Marksizm, Tarihsel Materyalizmin kısaltılmış bir ifadesinden başka bir şey olmadığına göre, Eroğan Aydın bir Marksist olduğu iddiasındadır. (Burada Tarihsel Materyalizmin bir “Dünya görüşü” değil, bir Bilim, bir yöntem olduğu konusunu ise, konuyu dağıtmamak için bir kenara bırakıyoruz.) O halde, bir yandan kendisinin Marksist olduğunu iddia eden, hatta kitabını Marksist açıdan yazdığı iddiasında olan ama diğer yandan, kendisini Türk olarak tanımlayan, olaylara Türkler açısından bakan; Türk ulusçusu olarak yazan bir yazar karşısındayız.Bu ikisinin bir arada bulunamayacağı, ortadakinin Marksizm postuna bürünmüş bir milliyetçilik, hem de ilkel ve gerici bir milliyetçilik olduğu açıktır. Ama haydi yine bir kredi daha açalım. Denebilir ki bu yargı çok acımasız. Onun biz olarak Türklüğü kastetmesi, Türk olarak yazması, Türk milliyetçisi olduğu anlamına gelmez. İnsan pek ala Türk olabilir de Türk milliyetçisi olmayabilir. Bu doğru değildir. Çünkü bu günkü Türk ulusunun, Orta Asya’dan gelmiş Türkler olduğunu soya, ırka, tarihe dayanan bir milliyetçiliğin taraftarları savunabilir. Erdoğan Aydın’ın kitabının adı ve içeriği, nasıl Müslüman olduk sorusuna, Orta Asya’da cevap arıyor. Burada var olan gizli varsayım, bu günkü Türk Ulusunun, Orta Asya’dan gelen Türklerin ahvadı olduğu varsayımıdır. Bütün Emin Oktay Tarih kitapları, bütün Türk Dil ve Tarih Kurumu, bütün üniversiteler, bu hikayeyi anlatır ve inşa ederler. Bu günkü Türklerin, Orta Asya’dan gelen Türklerin ahvadı olduğu iddiası, ırka, soya dayanan bir milliyetçiliğin iddiasıdır. Ve bizim “Tarihsel Maddeciliği dünya görüşü” olarak benimsemiş, Türk-Marksisti Erdoğan Aydın (Türk-Marksist, Kapitalist-Sosyalizm gibi bir saçmalıktır ve kendi içinde çelişir. İkisi bir arada olmaz.) ırkçı Türk ulusçuluğunun bu yalanını olduğu gibi kabul edip, fiilen bu yalanın yayılmasına hizmet ederek, onu yayarak ırkçı Türkçü ve Marksist nasıl olunabileceğinin bir örneğini bizlere sunuyor. Bunun nasıl bir Irkçı Türkçülük olduğunu gösterebilmek için, başka tür bir Türk ulusçuluğunun, örneğin “kültürel ve Anadolucu” bir Türk ulusçuluğun da bu soruyu sorabileceğini ve buna bambaşka bir cevap verebileceğini gösterelim. Pek ala şöyle bir Türk Ulusçuluğu da mümkündür. Ki böyle bir Türk ulusçuluğu Türk burjuvazisinin bu günkü ihtiyaçlarına ve tarihsel olaylara daha denk düşer. “Bizans topraklarını feth eden Oğuzlar geldiğinde, Anadolu’da şehirler ve köyler boş değildi. Orada binlerce yıldır yaşamış insanların torunları yaşıyordu. Keza bu fatihler de bu insanları katledip sürmediler. Onların üzerine egemen oldular. Ve bu egemen fatihler, fethettikleri yerlerin ahalisine göre çok küçük bir azınlıktılar. Bütün dünyada bu böyledir. Fatihler Feth ettikleri ülkelerin nüfusunun çok küçük bir yüzdesini oluştururlar. Ve kısa bir süre sonda, ya feth ettikleri ülkenin daha gelişmiş kültürü tarafından feth edilirler, yani onun dili ili dillenir ve diniyle dinlenirler veya o yerli ahaliden daha gelişmiş bir uygarlık ve kurumlar sistemine sahipseler, yerli ahali fatihlerin dili ve

90


dinini benimser. Bu da kısa zaman içinde, fatihlerin genetik olarak çoğunluktaki yerli ahaliyle karışmaları, bir süre sonra onların fiziksel özelliklerine de sahip olmaları sonucunu doğurur. Anadolu’da da tarih boyunca defalarca böyle olmuştur. Son arkeolojik kazıların ve antropolojik araştırmaların da kanıtladığı gibi, örneğin Hitit kalıntılarının bulunduğu yerde bu gün yaşayanlar Orta Asya’dan gelenler veya daha önceki tarihlere gelmiş akıncıların ve fatihlerin torunları değil, bizzat o Hititlilerin torunlarıdır. Bu bütün dünyada da böyledir. Bu şöyle bir benzetmeye daha iyi anlaşılabilir. Eskiden üzerine yazı yazılabilecek papirüs, kağıt, deri gibi malzemeler az bulunuyordu ve pahalıydı. Bu nedenle, aynı papirüs üzerindeki yazılar silinerek, veya zamanla silindiği için, defalarca farklı uygarlıkların farklı yazılarıyla bile kullanılabiliyordu. (Hiçbir silinme tam olmadığından, bu gün çok özel tekniklele, bir papirüsün üzerindeki farklı yazılar okunabilmektedir.) Böylece, bir papirüs hep aynı olmasına rağmen üzerindeki yazılar, dil vs. zamanla değişiyordu. İşte bu günkü Anadolu da böyledir. İnsanlar biyolojik olarak hep aynı insanlardır. Onların dilleri ve dinleri sürekli değişmiştir, tıpkı bir papirüsün üzerine başka yazılar yazılması gibi. Bu yaklaşımdan hareketle, bu günkü Türk ulusu da, böyle bu tarihin ürünüdür, bütün bu halkların ve uygarlıkların kültürünün mirasçısıyız bir Türkler. Bu Kültürün içinde Orta Asya’dan gelen Fatih Oğuz’ların oranı, onların küçük bir fatih azınlık olarak genetik oranından daha fazla değildir” Yani böyle bir Türk milliyetçiliği de mümkündür ve bu gün ilk örnekleri Halikarnas Balıkçısı’nda görülen böyle bir Türk milliyetçiliğini savunanlar da vardır. Böyle bir milliyetçilik de Türk milliyetçiliğidir, ama 1920-30’ların ideolojik atmosferine göre şekillenmiş kana, ırka dayanan bir Türklükle değil, daha günün ihtiyaçlarına uygun, globalleşmenin ve post modernitenin çokluğu ve çeşitliliği zenginlik gören yaklaşımlarına uygun daha “çağdaş”, daha kültüre göre tanımlanmış bir milliyetçilik olur. Ve böyle bir milliyetçilik, olgulara daha denk düşen bir milliyetçiliktir de. Şimdi böyle bir milliyetçilik açısından, “Nasıl Müslüman Olduk?” sorusu, bu günkü Türk ulusunu, Orta Asya’dan gelenlerin ahvadı olarak gören ırkçı ve kana dayanan Türk milliyetçiliğinden farklı bir anlama ve içeriğe sahip olurdu. O zaman bu soru, Anadolu’da binlerce yıldır yaşayanların, fatihler küçük bir egemen azınlık olmalarına rağmen nasıl Müslüman olduğunu; ya da Balkan, Kafkas göçleri ve katliamlarla Anadolu’nun nasıl Müslüman bir çoğunluğa ulaştığını araştırırdı. Yani kültüre dayanan bir Türk milliyetçisi için “nasıl Müslüman olduk?” sorusunun cevabı, Anadolu’nun, İslamiyet zırhıyla kuşanmış göçebe fatihlerce fethi ile daha sonraki dönemlerde ahalinin nasıl Müslüman olduğu (örneğin, Haraçtan kurtulmak için, daha az vergi vermek için) ve nihayet yerli Hıristiyanların katledip sürülmesi ve Balkan ve Kafkaslardan gelenler vs. gibi noktalarda yoğunlaşırdı. Yani Erdoğan Aydın’ınkinden çok farklı bir yer ve zamanda arardı böyle bir milliyetçilik “Nasıl Müslüman olduk?” sorusunun cevabını. Erdoğan Aydın’ın kitabı, yani ırka, soya 91


dayanan bir Türk milliyetçisinin cevabı, yer olarak Orta Asya ve zaman olarak 7-13. yüzyıllar arasında yoğunlaşırken, kültüre dayanan bir Türk milliyetçisinin cevabı, yer olarak Anadolu (Balkan ve Kafkaslar)ve zaman olarak da diğerinin bittiği yerde, 12-13 yüzyıllar sonrasında başlardı. Erdoğan Aydın bu sorunun cevabını Orta Asya’da ve 13 yüzyıl öncesinde aradığından, Irkçı, kana dayanan Türk milliyetçiliğinin bütün yalanlarına ve varsayımlarına dayanmakla, onları kabul etmekle kalmıyor, aynı zamanda onları yayıyor ve pekiştiriyor. Sanırız bu örnek, Türkiye’de ilerici, demokrat ve hatta “tarihsel maddeci dünya görüşünü benimsemiş” solcu, aydın ve de Komünistlerin nasıl saf kan gerici milliyetçiler olduklarını; onların ilerici ve demokratlığının ancak böyle gerici ve ırkçı bir milliyetçilik içinde “ilerici” ve “Demokrat”lık olduğunu yeterince açık olarak gösterir. * Ancak İster Kültür’e ve Anadolu’ya dayansın, ister, ırka, soya ve Orta Asya’ya dayansın her iki milliyetçilik de, ulusların tarihi olmadığı gerçeğini inkar ederler ve uluslara bir tarih yaratma çabasıdırlar. İkisi de gerici milliyetçiliklerdir bu nedenle. Şu çok basit gerçek bir türlü kavranılmaz, ulusların tarihi yoktur. Türk ulusu, Türk Ulusunun kuruluşuyla birlikte ortaya çıkmıştır. Ondan önce bir tarihi yoktur ve olamaz, ister Anadolu’ya ve kültüre, ister Orta Asya’ya ve Türklüğe dair bir tarih iddiası, bütünüyle ulusçuların bir inşasıdır. Bir an için Orta Asya’dan gelenlerin, Anadolu’nun yerli ahalisini yok edip onun yerini aldıklarını, bu günkü Türk ulusunu oluşturanların, onların genetik, kültürel devamcıları olduklarını var sayalım. Bir çok kez Tarihteki kavimler kendilerinin kendilerini tanımladıkları isimlerle değil ama genellikle uygarların onlara verdikleri isimlerle adlandırılırlar. Biz bunu bir yana da bırakalım ve Türklerin kendilerini Türk olarak tanımladıklarını var sayalım. Bu koşulda bile o gelenlerin Türklüğü ile, Türk ulusunun Türklüğü arasında hiçbir ilişki yoktur. Ulus olarak Türklük, tamamen politik bir kavramdır. Türklüğün, o ulus ırkçı bir Türk kavramına bile dayansa, genetik ve soya dayanan bir Türklükle ilişkisi yoktur. Bir zamanlar kendilerine Türk diyen insanlar için ise, Türklüğün politik hiçbir anlamı bulunmuyordu. Bu sadece uzaklardaki ortak bir kökene veya yine bu kökenle bağlantılı ortak bir dile tekabül ediyordu. O insanlar, şu veya bu toteme bağlıydılar. Onların tüm davranışlarını, toplumsal üstyapılarını bu belirliyordu. Yani Türkler Müslümanlaşmadı, şu veya bu totemden, şu veya bu boylar Müslüman oldular, şu veya bu boyun, soyun örgütlenme ve hukukunun yerini İslam hukuku ve örgütlenmesi aldı. Türklerin Müslümanlaştığı, Türk milliyetçiliğinin yarattığı bir kavramdır, Irka göre tanımlanmış bir Türk ulusuna Tarih yaratma çabasının sonucu ortaya çıkan bir uydurmadır. 92


Burada karışıklığı yaratan, bir zamanlar şu veya bu soydan veya boydan insanların, uzak bir ortaklığa bir gönderme ile, hiçbir dinsel veya politik anlamı olmadan Türk olarak kendilerini tanımlamaları ile, bu günün sadece politik olanın tanımlanmasının aracı Türk kavramının, aynı sözcükle karşılanmasıdır. Yani Tarih’teki Türkler Türk değildiler ve olamazlardı; onlar ancak Kınık boyundan, Kayı boyundan veya Müslüman, Hıristiyan olabilirlerdi. Boy ya da Din, bunlar tüm toplumsal yaşamı, ilişkileri ve örgütlenmeyi belirliyordu. Ama ulus olarak Türk ulusundan olanlar ise, şu veya bu boydan, şu veya bu dinden olamazlar. Politik anlamı olmadan, elbette şu veya bu boydan, şu veya bu dinden olduklarını söyleyebilirler ama bunun hiçbir politik anlamı yoktur ve olmamalıdır. Özel olarak, inanç olarak, kültürel olarak (ki hepsi aynı anlamdadır, yani politik olmayan anlamında) öyle olabilirler. Ama bir toteme ya da uygarlık dininin bir inanç olduğu da tam ulusçuluğun dayandığı bir kabuldür. Yani insanlar, Türk ise, Türk ulusundan ise, Müslüman, Hıristiyan ya da Kayı boyundan, atmaca soyundan olamaz. Müslüman, Hıristiyan, Atmaca soyundan, Kayı boyundan ise Türk olamaz, Türk ulusundan olamaz. Çünkü dinler aslında bir inanç değildir, tümüyle üstyapıyı örgütlerler. Nasıl Müslüman olmak için, putu parçalamak, yani kabilenin totemini parçalamak, kan kardeşliği yerine din kardeşliğini geçirmek gerekirse; Türk olmak için de Müslüman olmaktan çıkmak; Allah’ın kanunları yerine Türk ulusunun kanunlarını; Allah’ın sınırları yerine ulusun sınırlarını, Din kardeşliği yerine ulus kardeşliğini geçirmek gerekir. Aynı şekilde Komün’ün soyun, totemin, Şaman’ın kanunları ve aşiret kardeşliği yerine Türk ulusunun kanunları ve kardeşliği geçer. Tekrar edelim. O Orta Asya’dakiler için Türklük hiçbir şey ifade etmiyordu. Onlar önceleri şu veya bu boydan, soydandılar. Onlar şu veya totemin soyundan olarak vardılar. Daha sonra da Müslüman veya başka bir dindendiler. O zaman da onlar için Türklük hiçbir şey ifade etmiyordu. Nasıl Müslümanlık ile Onların boyları arasında bir ilişki yok idiyse, onların boyları ve sonraki dinleri ile Türklük arasında da bir ilişki yoktu. Uluslar, dolayısıyla da Türklük, ne tarih, ne de soy, kan, kültür vs. ile ilgili değildir. Bir ulus olmak için, bunların hiç biri gerekmez. Bu gerici ulusçuluğun bir uydurması, inşasıdır. Dünyanın ilk ulusu olan Amerikan ulusunun bir tarihi yoktu ve Amerikan ulusu için bir Tarih gerekmemişti. Aksine ulus tarihsiz olarak ortaya çıkmıştı. Dil ve soy ise hiç söz konusu bile değildir. Aynı dil ve soydan insanlara karşı bir savaş içinde bu ulus kurulmuştu. O halde, bir soy veya tarihin olduğu, ulusun onun sonucu ortaya çıktığı, bir ulusçu yalanıdır. Hem de gerici ulusçuluğun bir yalanıdır. Çünkü, tıpkı ABD’de olduğu gibi, ulusların tarihi olmadığı anlayışıyla da bir ulusçu olunabilir. İlk aydınlanmanın demokratik ulusçuluğu aşağı yukarı böyle bir şeydi. Ulusların bir tarihi olduğu, gerici ulusçuluğun bir kabulüdür. İster Kültüre ve Anadolu’ya dayansın, ister ırka, soya dayanıp köklerini Orta Asya’da arayan ulusçuluk olsun, ulusların bir tarihi olduğuna inanan ve bunu savunan ulusçuluklar gerici ulusçuluklardır. 93


Demokratik bir ulusçuluk, ulusların bir tarihi olduğu ilkesini reddeder ve tarihsiz, Tarihe karşı olarak ulusu kurmaya çalışır. Çünkü, demokratik bir ulusçuluk, insan haklarına dayanır, ve insanı bir soy, tarih, dil, bölge ile tanımlamayı reddeder. Demokratik ulusçuluk, “Vatanım Yeryüzü, Milletim İnsanlık” diyen ulusçuluktur. Çünkü, ulusçuluk özünde, politik diye ayrı bir alanın varlığının kabulü ve daha önceki çağlarda hukuki ve politik olanı belirleyenin, yani dinlerin özel’e atılmasıdır. Bütün insanlar dini, dili vs. eşittir önermesinin özü, ulusçuluk öncesi toplum yaşamını, hukukunu, devletin örgütlenmesini vs. belirleyen dinlerin buradan uzaklaştırılması, özele atılmasıdır. Bunun için de ulusçuluğun, yani demokratik bir ulusçuluğun tarihe ihtiyacı yoktur. Soınuç olarak, Erdoğan Aydın’ın “Nasıl Müslüman Olduk?” sorusu, ulusların tarihi olduğunu savunan gerici ulusçuluğun bir sorusudur. Ulusların tarihi olmadığından yola çıkan ise, bu tarihsiz şeyin, nasıl yaratıldığını anlatır? Devrimci ve demokratik ulusçuluğun sorusu ise şudur? “Anadolu’nun Müslüman ahalisinden nasıl Türk ulusu yaratıldı?” İşte o “nasıl Müslüman Olduk?” sorusu , Müslüman Anadolu ahalisinden, Orta Asya Türklüğüne, kana, ırka dayalı bir ulusu yaratanların bir sorusu olarak ortaya çıkar ve bu yaratılışın nasıl olduğunu gösterir bizlere. Yani, bizzat bu sorunun kendisiyle. Erdoğan aydın, kitabıyla, kana, soya, ırka dayanan bir ulusun inşasına hizmet etmektedir. * İşte, Aleviler içinde ilerici bilinen, demokrat bilinen ve hatta “Tarihsel maddeciliği bir dünya görüşü” olarak benimseyen Erdoğan Aydın’ın nasıl boğazına kadar bir gerici milliyetçilik içinde olduğu. Tabii burada Erdoğan Arkadaşımıza haksızlık etmiş olmamak için şunu belirtelim. Bu yaklaşım ve görüşler sadece Erdoğan’ın değil, Türk sosyalistlerinin ve hatta dünya sosyalistlerinin yüzde doksan dokuzunun görüşleridir. Biz sadece Erdoğan Aydın’ı bir örnek olarak seçtik. Onu seçmemizin nedeni ise meşrebimiz. Bizim meşrebimiz de, yakınlarımıza ve arkadaşlarımıza karşı gaddar, bize uzak olanlara ve düşmanlarımıza karşı anlayışlı ve toleranslı olmak olarak özetlenebilir. Demir Küçükaydın 25 Mayıs 2006 Perşembe

94


Türkler, Güvercinler ve İnsanlar

Hrant Dink’in “Ruh halimin Güvercin Tedirginliği” başlıklı yazısının son satırlarında umudunu ve güvenini şu sözlerle dile getiriyor: “Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.” Ama bu satırların, son yazının son satırları olması, aynı zamanda bu umudun ve güvenin hiçbir dayanağı olmadığını da kanıtlamış bulunuyor. Niçin böyle? Çünkü bu ülke Türkiye’dir ve Burada İnsanlar değil Türkler yaşıyor. Dink’in anlamadığı veya iyi niyetle görmek istemediği Türklerin İnsan olmadığıydı. Dink’in zikrettiği, bir zamanlar, aralarında güvercinlerin yaşamasına müsaade eden ve “bu ülkede” yaşayan insanları, Türk değil Müslüman’dılar. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarına değil, Allah’ın yasalarına göre düşünüp davranmaya çalışırlardı. En zararlı bilinen böceği bile, o da Allah yaratığıdır diye öldürmekten çekinirlerdi. Ama Türkler’de Allah korkusu yoktur, onlarda Türk Devleti korkusu vardır. Devlet güvercinlerin kafasını koparın dediğinden, güvercinlerin kafasını koparırlar. Devlet Türklük düşmanlarını yaşatmayacağız dediğinde, güvercinlerin kafasını koparın demektedir örneğin. Hatta şimdi Hrant Dink’in öldürülmesini bile Türklüğe veya Türk devletine sıkılmış bir kurşun olarak tanımladıklarında, diğer güvercinlerin kafasını da koparın demekte, Dink’in ölüsü üzerinden yeni cinayetlerin sinyalini vermektedirler. Dink’in anlamadığı, eskiden insanların Türk olmadığıydı. Onlar Allah’tan korkan Müslümanlardı. Türkiye Cumhuriyeti ve İttihat Terakki, bu insanları Türk haline dönüştürdü. Bu gün kendine Müslüman diyenleri Türklük öncesinin Müslümanlarıyla karıştırmamalı. Bu günün Müslümanları Müslüman değildirler: Allah için değil, Türklük için, devlet ve Türk milleti için yaşarlar. Allah’ın kanunlarına değil, Türk devletinin kanunlarına uyarlar. Onlar Türklerin ezilenlerini yanıltmak için kendilerine Müslüman diyen Türklerdir. Müslümanlar Allah için yaşarlar, Allah için ölürler, Allah’tan korkarlar, her işlerini Allah için yaparlardı. 95


Türkler Türk Devleti ve Türklük için yaşarlar, Türklük ve Türk devleti için ölürler, Sadece Türk devletinden korkarlar ve her işlerini Türklük için yaparlar. Elbette Türkler de, Türk olmadan önce bu topraklarda yaşayan Müslümanlar gibi biyolojik olarak insandırlar. Ama Hitler de biyolojik olarak insandır. En acımasız katiller de. Biyolojik olarak insan olmak başkadır, sosyal olarak insan olmak başkadır. Sosyal olarak İnsan olan Türk ya da Müslüman olamaz. Nasıl bir Türk Müslüman olamazsa ve bir Müslüman da Türk olamazsa öyle. Türk, Türk devletinin kanunlarına uyan ve onu kabul edendir. Müslüman Allah’ın kanunlarına uyan ve onu kabul edendir. Müslüman isen Türk, Türk isen Müslüman olamazsın. Ya Allahın ya da Türkiye Cumhuriyeti denen devletin kanunlarına uyacaksın. Benim dinim İslam; Milletim Türk diyenler, tam da Türklerin Ulus ve Din tanımlarına uygun davrandıklarından, kendilerine Müslüman diyen Türklerdir ama Müslüman değildirler. Bunlar İnsan’ların birer dinleri ve milletleri olduğunu söylerler. Bu en büyük yalandır. Bu en büyük yalandır. Çünkü millet de bir dindir: Ama din Milliyetçilerin ve Milletlerin din dediği yani sadece kişisel bir şey değildir. Din insanların tüm yaşamını örgütler. Millet denen din de, insanların tüm yaşamlarını örgütler. Bu nedenle din ve millet, farklı kategorilerden değil, aynı kategoriden oluşumlardır. Dolayısıyla bir insanın bir dini veya bir milleti olabileceği, din ve milletin farklı kategorilerden oluşumlar olduğu milletlerin ve milliyetçilerin bir yalanıdır. Nasıl bir İnsan hem putlara hem Allah’a tapamaz, toplumsal hayat hem bir puta hem Allah’a göre düzenlenemezse, insan hem Türk hem Müslüman olamaz. Aynı şekilde, İnsan (burada biyolojik bir varlık olarak insandan söz ediyoruz) hem İnsan (Sosyolojik olarak insan) ve hem de Türk, Müslüman veya Puta tapar olamaz. İnsan (Burada sosyolojik olarak) insanların (Burada biyolojik olarak) dili, dini, etnisi, soyu, sopu, ırkı, ne olursa olsun eşit olduğuna inanan ve bu inanca göre yaşamak için mücadele edendir. Yani, insanların eşit olduğunu kabul etmeyenler sosyolojik olarak insan değildirler ve olamazlar. Bu inanca göre yaşamak ise, bir ulustan olmakla, bir dinden olmakla bağdaşmaz. Bütün insanlar eşitse, niye birileri şu veya bu soy, tarih, dil vs. (yani örneğin Türk, Kürt, Ermeni Fransız) denerek bu eşitliğin dışında tutulmaktadır? Bu kendisiyle çelişir. İnsan olmak her şeydan önce, ulusal olanın, tıpkı din gibi, politik olmaktan çıkarılması kişisel bir sorun olarak ele alınması ile mümkün olabilir. İnsanlar devletin her hangi bir ulusla tanımlanmasını reddeden bir toplumda var olabilir ve bu günkü ulus devletler içinde bunun için mücadele edenlerdir. 96


Yani insan olmak için her şeyden önce, politik olanın ulusal olanla tanımlanmasına, uluslara karşı mücadele etmek gerekir. Uluslar, içinde mücadele edilen tarafsız ortamlar değil, kendilerine karşı mücadele edilmesi gereken her şeyden önce siyasi birimler ve üstyapılardır. İnsanlar, Türklüğün şimdi tıpkı dinin olması gerektiği gibi, tamamıyla kişisel bir sorun, özel bir sorun olması için mücadele edenlerdir. Diğer bir ifadeyle politik bir kimlik olarak Türklüğü reddeden ve Türk devletini yıkıp, ulusa göre değil, dili, dini, etnisi, soyu cinsi ne olursa olsun tüm insanların eşit olarak yaşayacağı bir toplum için mücadele edenler insanlardır. Bu gün sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın, sosyalistlere değil, İnsan’lara ihtiyacı var. Sosyalizm için değil, öncelikle insanlık için mücadele etmek, yani her biri uluslara göre tanımlanmış devletleri (ki bunların her biri de ulusları farklı ölçütlerle tanımlamaktadır) yıkma mücadelesine girmek gerekiyor. Sosyalist olabilmek için de her şeyden önce insan olmak; Türk, Kürt, Ermeni, Fransız, Amerikalı, Avrupalı olmaktan çıkmak ve bunlara karşı mücadele etmek gerekiyor. Sosyalistlerin hedefi, Ulusların kaderini tayin hakkı değildir. Sosyalistlerin hedefi, ulusal olanın da politik olmaktan çıkarılması ve özele ilişkin olması olabilir. Böylece asgari olarak biçimsel eşitlik sağlandıktan sonra sosyalistler gerçek bir eşitliği isteyebilirler. Sosyalistlerin Hedefi: ulusların kaderini tayin hakkı değil; isteyen üç kişinin bir araya gelip, istediği ulusu kurma, girme, çıkma ve ulussuz olma hakkı olmalıdır. Bu günün ulusal devletlerle kaplı dünyasında insanların ulussuz olma hakkı, dolayısıyla insan olma hakkı yoktur. Sosyalistler ise, her şeyden önce insan olma hakkı, yani ulussuz olma hakkı için mücadele etmelidirler. Ulussuz olma hakkının ilk koşulu da politik olanı ulusal olana göre tanımlayan ulusal devletlerin yıkılmasıdır. Hrant Dink aslında böyle net ifade edememiş olsa da böyle bir dünya için mücadele ediyordu. O her şeyden önce bir Humanist ve Demokrattı. İnsanlığını insanca bir düzende yaşayamayan bir insandı. Bunun için Türkler tarafından öldürüldü. Çünkü her ulus gibi Türklük de insanlığın düşmanıdır. İnsanın olduğu yerde Türk, Türk’ün olduğu yerde de insanlar var olamaz. 20 Ocak 2007 Cumartesi demiraltona@hotmail.com http://www.koxuz.biz 97


98


Hrant Dink ve Behiç Aşçı ve Kartopu Etkisi Hrant Dink’i öldüren, Genel Kurmayın emri ve komutası altıdaki “Ergenekon” veya “Özel Harp Dairesi” veya “Kontr Gerila” veya “Seferberlik Tetkik Kurulu” veya en bilinen adıyla “Derin Devlet” bu eylemi planlar ve yaparken belli ki bir Ermeni öldürüp on binlerce Ermeni yaratacağını; bir demokrat öldürüp on binlerce demokrat yaratacağını hiç hesaplamamıştı. Düşünüyordu ki on beş yıldır tüm toplumu teslim almıştır. Bir zamanların devletten gelen her şeye son derece sağlıklı bir kuşku ve düşmanlıkla yanaşan; millet, din neymiş önemli olan insanlıktır diyen insanları, Devletçi ve Türkçü birer canavara çevirmiştir. Örgüt üyelerini infaz eden polisleri alkışlayan, “Şehit Cenazeleri”ne katılan, Kürtlere karşı egemen ulustan olmanın keyfini çıkaran ve Kürtlerin çektikleri acılara kör ve sağır olan insanlar damgasını vurur cinayet sonrası ortama. Ve böylece bu cinayet ve Kürtleri sindirmek için bir etnik savaş ve katliam tehdidi olarak işlev görür, kirişleri gerer. Ne var ki evdeki hesap çarşıyı tutmadı. Gerici ve saldırgan milliyetçi değil, demokratik bir tepki damgasını vurdu politik ortama. Demokrasi güçleri önce 12 Eylül’ün darbesini yemişlerdi. Sonra Teacher Reagan döneminin, Turgut Özal’ın yeni Muhafazakarlığının darbesini yediler. Tam biraz toparlanır gibi olmuşlardı ki Duvar yıkıldı. Ve bu ideolojik iklimde özel savaş ekibi tüm ülkeyi teslim aldı. Tek direniş noktası Kürt Özgürlük Hareketiydi ve o de tecrit olmuştu. Genel kurmay ve Özel Harp Dairesi bir parti gibi neredeyse tüm toplumu örgütlemiş ve kontrol altına almış bulunuyordu. Ama hiçbir süreç ebediyen sürmez. Bir noktadan hiç ön görülmeyen eğilimleri yaratır ve besler. Daha önce bu değişimin ilk izleri kimi şehit ailelerinin başbakanı geri adım atmaya zorlayan “vatan sağ olsun demiyorum” tepkilerinde ortaya çıkmıştı. “Türkiye barışını Arıyor” konferansı, yine de hiç küçümsenmeyecek yankılar ve tartışmalara yol açmış en azından gazetelerde birkaç haber ve yoruma konu olabilmişti. Hrant Dink’in öldürülmesi ise, neredeyse unutulmuş ama derinden derine de belli bir birikim yapmış insani ve demokratik tepkilerin adeta patlarcasına ortaya çıkışına yol açtı. Bu hiç hesapta olmayan tepki, cinayeti işleyen gizli merkezler kadar Hükümet’i de şaşırttı. Hükümetin açıklamaları bizzat kendi destekçileri tarafından bile eleştirildi. Kimse Genelkurmayın adını ağzına almıyor ve bundan çekiniyor ama toplumun bilincinin derinliklerinde bu cinayetin Genelkurmayın emir ve komutası altındaki “Derin Devlet” tarafından işlendiğine dair en küçük bir kuşku bile bulunmuyor.

99


Türkler arasında Demokratik hareket o kadar zayıflamıştı ki demokratik refleksler sadece İnsan Hakları Derneği’nin cılız omuzlarına kalmıştı. O da PKK’nı yan kuruluşu olarak tanınıyor ve tam bir tecrit içinde bulunuyordu. Hrant Dink’in ölümüne tepkiler, bu boğucu ve zehirli atmosferi bir parça olsun dağıtır gibi oldu. Dengeler bir anda değişikliğe uğradı. Gericiliği besleyen kendini yaratan mekanizma şimdi demokrasi mücadelesinde kendini besleyen bir mekanizma ve kartopu etkisi yaratabilir. "Reformlar devrimci mücadelenin yan ürünüdür" diye bir söz vardır. Bunun somut bir örneğini F tipi cezaevleri ile ilgili düzenlemede şimdi görmüş bulunuyoruz. Eğer Hrant Dink’in öldürülmesine böyle güçlü bir demokratik tepki olmasa, hükümetin bu ölüm karşısındaki tavrına kendini destekleyen İslamcı aydın ve liberal çevrelerden bile böyle tepki gelmese, Hükümet F Tipi cezaevleri ile ilgili yeni düzenlemeyi yapmaz ve Behiç Aşçı’da bunun üzerine ölüm orucuna ara vermezdi. (Belki çok geç, belki de geri dönülebilecek noktayı çoktan aştılar.) Bir bakıma Hrant Dink’in ölümü ve buna gösterilen demokratik tepki bir yan ürün olarak Behiç Aşçı ve diğer ölüm orucundakilerin de hayatını kurtardı ve kanayan bir yara olan ölüm oruçlarındaki kanamaya son verdi. Elbette bunda, Behiç Aşçı’nın bir avukat ve özgür bir insan olarak ölüm orucuna başlaması, keskin bir dildense toparlayıcı, insanların ve toplumun vicdanlarına seslenen bir üslup tutturması; talepler çıtasını en asgari noktaya indirmesi, insani özellikleri ve içtenliği, tıpkı Hrant Dink’in özelikleri gibi, hiç küçümsenmeyecek bir etkiye sahip olmuştur. Bunlar Hrant Dink’in ölümüne tepkilerle birleşince ve hükümet liberal çevreler ve İslamcı aydınlarla ciddi bir kopukluk içine girince, durumunu tekrar güçlendirmek için, ölüm oruçlarının bitmesi için gerekli adımı atmak zorunda kalmıştır. Bu uzun, çok uzun yıllardır, demokratik hareketin ilk kazanımıdır. Ve muhakkak ki demokratik güçlerin toparlanma ve kendine güvenlerini besleyici bir etki yapacaktır. Bu demokratik tepki muhtemelen, devletin, iktidar partisinin ve CHP’nin içindeki farklı strateji savunanları da güçlendirecek ve bir karşı baskı unsuru oluşturacaktır. Bu demokratik tepkinin ilk yankıları yakında CHP içinde Baykal’ın çizgisine karşı daha sert ve güçlü eleştiriler çıkmasına yol açabilir. Aynı şekilde devletin içinde de, inkar ve imha politikalarıyla bu işlerin gitmeyeceği yoksa her şeyin yitirileceğini söyleyenlerin manevra alanları ve etkilerinde bir genişleme olacaktır. Bu da ırkçı, inkarcı ve saldırgan Türk milliyetçiliğinin ve bu zemin üzerinde istediği gibi at koşturan derin devletin hareket alanını daraltıcı etki yapacaktır. Bu da demokrasi güçlerinin alanını genişleterek, onlara moral vererek kendini besleyen bir sürece yol açabilir. Elbette bu gibi gidişler düz bir çizgi izlemezler. İnişler ve çıkışlarla giderler. Ama dibe vuruş noktasının aşıldığını gösteren belirtiler var. Ne var ki, fazla umutlu da olmamak gerekiyor. 100


Birincisi, demokratik güçler hala çok cılız ve zayıf ve ince bir katman oluşturmaktadır. Sadece Hrant Dink’in ölümüyle ilgili çeşitli haberlerin altındaki yorumları okumak bile yeter. Her zaman birkaç demokratik yorumun karşısında, onlarca ırkçı, saldırgan, faşist yorum bulunmaktadır. Bu güçlü demokratik tepki olayın İstanbul’da özellikle de sol ve liberal bir kitlenin bulunduğu bir bölgede gerçekleşmesi ve oradaki insanların Türkiye ortalamasına göre çok farklı ve istisnai olmalarıyla gerçekte toplum içinde olduğundan daha güçlü görünmektedir. Bu cinayet İstanbul’un başka bir semtinde veya başka bir şehirde olsaydı, bu kendiliğinden demokratik tepki damgasını vuramazdı ve gazetelerdeki ırkçı ve faşist yorumları yazanların esas ortamı belirlemeye devam ederlerdi. İkincisi. Bir demokratik tepkiden söz ediyoruz ama, Hrant Dink’in ölümüne tepki gösterenlerin üzülme ve tepki nedenlerine bakıldığında, bırakalım humanist ya da demokrat gerekçeleri bir yana, çoğu kez milliyetçi ve hatta ırkçı gerekçelerin tersine dönmüş bir biçimde dile getirildiği görülmektedir. Aslında siyasi ve ideolojik olarak hiç de demokratik ve hatta liberal bile olmayan geniş bir kitle bulunmaktadır Dink’in ölümüne tepki gösterenler içinde. Diğer yandan yine geniş bir kitle de demokratik değil, liberal bir özellik göstermektedir. Aslında gerçekten demokratik bir özellik gösterenler, tepki gösterenlerin çok küçük bir bölümüdür. Ama bunlar başta girişim yeteneği göstererek en azından “Hepimiz Ermeniyiz” gibi sloganların yerleşmesine ve demokratik özlemlerin gerçekte var olduklarından çok daha güçlü görünmesine yol açmışlardır. Ama örneğin Devleti ve Genelkurmayı suçlayan veya Özel Savaş Dairesinin kapatılmasını isteyen sloganlar demokrat olmayan bu geniş kitle tarafından benimsenmemekte onlar tarafından tepki gösterilmektedir. Gerçi bu da normaldir. Her devrimci ve demokratik kabarış böyle başlar. 1905 devrimi başladığında İşçiler Çar babalarına ikonlarla yalvarmaya gidiyorlardı. Ama bir gün içinde birçok şey değişivermişti. Gerçi burada henüz bir devrimci ve demokratik kabarıştan söz etmek için bir neden yok ama geniş insan kitleleri bizzat kendisi eylem içinde öğrenir ve değişir. Bu nedenle olabildiğince geniş bir katılımı korumak ve tecrit olmamak için azami esneklik göstermek demokratik güçlerin bu cılız başlangıcı koruması ve sürdürmesi için en önemli koşuldur. Bizzat Hrant Dink ve Behiç Aşçı gibi örnekler bunun nasıl bir şey olduğunun somut örneklerini, ortaya koydukları hayatlarının pratiğinde göstermiş bulunuyorlar. * “Derin Devlet”in hiç hesapta olmayan bu sonuçlara rağmen hedefinden var geçtiği sanılmamalıdır. Hrant Dink bir Ermeni idi ve özellikle bir Ermeni olduğu için öldürüldü ama esas hedef Kürtlerdi. Çünkü katliamlar sonucu Türkiye’de Ermeniler artık politik bir güç değildirler. Hrant Dink’in öldürülmesi aslında toplumu bir Türk Kürt savaşına çekme, germe,

101


aydınları sindirme, saldırgan bir Türk milliyetçiliğini geliştirme operasyonun bir parçası olarak görülmelidir. İktidarlarının Orta Doğu’daki dengelerin değişmesiyle böyle eskisi gibi yürümeyeceğini görenler, son bir çabayla her türlü çılgınlığı yapmaya hazırlanıyorlar. Tıpkı daha önce Kıbrıs’ta yaptıkları gibi, özel savaş dairesi aracılığıyla örgütlenip, ABD’nin zor durumda kalıp bir şey demeyeceğini umdukları bir momentte, ilk fırsatta Kerkük’ü de işgal etmeyi planlıyorlar. Bu işgale paralel olarak da cephe gerisini sağlama almak için, Türkiye’de Kürtleri sindirmek üzere bir Kürt katliamı düşündüklerine kesin gözle bakılabilir. Çünkü askerler planlarını her zaman cephe gerisini emniyete almak ve temizlemek üzerinden kurarlar. Nasıl ABD savaşı daha da yayarak içine düştüğü bataktan çıkmak istiyorsa, kediye göre budu Türk devletinin de fırsat bulduğunda aynı şeyi yapacağına hiç kuşku yoktur. ABD’nin işinin zorlaşması ve savaşı yayabilmek için İran’a karşı Türk ordusunun gücüyle destek karşılığında güney Kürtlerini ve Kerkük petrollerini Türk devletine peşkeş çekebileceğinin hesabını yapmaktadır Türk Genel Kurmayı. Güney Kürdistan’ı özel timlerle doldurmak ve Hrant Dink Cinayeti, ilan edilmiş ateşkesi zerrece dikkate almadan operasyonlara devam ve baharda PKK’nın ateşkese son vermesi için her türlü provakasyon, bütün bunlar bu konsept içinde değerlendirilmelidir. Bütün bunlar göz önüne alınınca, Hrant’ın öldürülmesine gösterilen demokratik tepkinin gelişiminin önündeki zorluklar daha iyi görülmektedir. 23 Ocak 2007 Salı Demir Küçükaydın demiraltona@hotmail.com http://www.koxuz.biz

102


Panel İlanı

Ermeni Soykırımı, Milliyetçilik, Nedenleri ve Günümüze Etkileri

Panel Abut Can

(Eğitmen, Siyasetçi - Hamburg)

Recep Maraşlı

(Yazar, Yayıncı - Berlin)

Feleknas Uca

(Avrupa Parlamenteri - Brüksel)

Dr. Rafi Kantian

(Yazar, yayıncı - Hannover)

Corry Guttstadt

(Araştırmacı Yazar - Hamburg)

Demir Küçükaydın

(Yazar - Hamburg)

Tarih: 21.04.2007, Cumartesi Saat: 14.00 – 19.00 arası Yer: Department für Wirtschaft und Politik (DWP) der Universität Hamburg, Von-Melle-Park 9, Hamburg Eine Veranstaltung der „Fachschaftsrat Department für Wirtschaft und Politik (DWP) der Universität Hamburg“ mit Unterstützung der Initiative “Hrant Dink Demokrasi Girişimi Hamburg” 103


Ermeni Soykırımı, Milliyetçilik, Nedenleri ve Günümüze Etkileri Paneli İçin Taslak Notlar

Hukuki ve Sosyolojik tartışma Üzerine

1) Bir yanılş anlamaya meydan vermemek için şunu belirteyim ki, uluslar arası organlarca yapılmış hukuki tanıma göre 1915’de olanlar bir soykırımdır. 2) Hukuki bakımdan tanım ve kanunların makabline şamil olmayacağı, soykırım kavramının İkinci Dünya Savaşından sonra ortaya çıkıp tanımlandığı bu nedenle soykırım denip denemeyeceği gibi tartışmalar hukukçuların işidir. 3) Bizi burada hukuki kavramlar ve tanımlar ilgilendirmiyor. Ve şunu biliyoruz ki, hukukçular var olan ilkeleri ve normları sorgulamazlar olguların tanımlara uygun olup olmadığına bakarlar. 4) Ama varsayalım ki, dünyanın bütün en ileri gelen hukukçuları bu olayın soykırım olmadığına karar verdi. Bu yaşananların daha az korkunç olduğu anlamına gelmez. Bu o sürgün, katliam ve toplu öldürmenin nedenlerini araştırmamak gerektiği anlamına gelmez. 5) Çünkü soykırım dense veya denmese bu olanın korkunçluğunu abartma veya küçültme gibi anlaşılıyor. Bu kavramın kullanılıp kullanılmamasının bu olgunun anlaşılmasıyla ilgisi yoktur. 6) Çünkü soykırım hukuki bir kavramdır: hukuki kavramlarla sosyolojik olgular anlaşılamazlar.

Metodolojik İlkeler 1) İnsan maddeyi araçlarla, olguları kavramlarla işler. Hiç kimse balık avlamaya yarayan olta ile kuş avlamaya ya da geyik avlamaya kalkmaz. Ya da tersine kuş avlamaya yarayan bir sapanla veya saçma atan av tüfeğiyle balık avlamaya kalkmaz. 2) Ama olgular söz konusu olduğunda, bunların özünü anlamak söz konusu olduğunda, işin kötüsü tam da böyle davranılmaktadır. Örneğin hukukun kavramları sosyolojinin kavramları yerine geçirilir veya olguların özünü açıklamaya değil gizlemeye yönelik kavramlar sanki bilimsel kavramlar gibi kullanılır. 3) Soykırım, hukuki bir kavramdır, sosyolojik bir kavram değildir. Dolayısıyla bu olguyu, yani Ermenilerin toplu halde göçürülmesi ve öldürülmesinin sosyolojik nedenlerini açıklamak için bu kavramı kullanmak, balık avlamaya yarayan oltayla kuş avlamaya benzer. 104


4) Adam öldürmek cinayettir dediğinizde, bu sosyolojik bir önerme olmaz. Bu hukuki bir önerme olur. 5) Sosyoloji hangi koşullarda niçin adam öldürmeye cinayet dendiğini ve niye insanların birbirini öldürdüğünü, bunu nedenlerini inceler. 6) Bir dinden, etniden, inançtan, cinsten, ulustan vs. insanların toplu halde öldürülmüsi, sürülmesi vs. soykırımdır dediğinizde, adam öldürmek cinayettir diyenden farklı bir şey söylemiş olmazsınız. Hukuki bir tanım yapmış olursunuz. 7) Sosyolojinin konusu ise, neyin hangi koşullarda soykırım olarak tanımlandığını, niye o soykırım olarak tanımlanan toplu öldürmelerin gerçekleştiğini araştırmaktır.

Konuya Yaklaşım 1) Bir insanı öldürmek her zaman cinayet olara tanımlanmıyor. Bir savaşta örneğin, insan öldürmek cinayet olarak değil, onur duyulacak bir şey olarak görülüyor, ne kadar çok insan öldürdü iseniz o kadar şerefli de olabilirsiniz. 2) Ama dikkat edin, burada can alıcı kavram insan kavramıdır. 3) Öldürenler için acaba öldürülenler insan mıydı? Biyolojik bir kavram olarak insan kavramı ile çeşitli toplumların insan kavramları özdeş değildir. 4) Örneağin ilk kabilelerde, insan kavramı o kabileden olanları kapsar. Onları biyolojik olarak başka insanları öldürdüklerinde ve hatta onları yediklerinde insanları yemezler. Başka canlıları öldürmüş ve yemiş olurlar. Ama onlar örneğin, bir ayı ya da kurdun soyundan geldiğin rüşünen bir kabile ise, siz bir ayı ya da geyik öldürdüğünüzde insan oldürmüş olursunuz. 5) Bu bakımdan, yamyamlık ya da kanibalizm kavramı, başka toplumları modern toplumun insan kavramıyla tanımlamaktır. Tarihte kanibalizm ya da yamyamlık yoktur. 6) Bir cinayetin nedenlerinden söz ettiğinizde onun ancak hukuki düzeydeki nedenleri söz konusu olur. 7) Sosyoloji bir öldürme olayının nedenlerini araştırmaya cinayet sözcüğü ile başlayamaz. 8) Sosyoloji, o öldürmeye niçin cinayet dendiği, nerede cinayet dendiği, o öldürme olayının ardındaki nedenler ile uğraşır. Çünkü biliyoruz ki, her öldürmeye cinayet denmemektedir toplumda. Bir taraf için cinayet olarak tanımlanan diğeri için ulaşılmaz bir kahramanlık olarak da görülür savaşlarda olduğu gibi. Sosyoloji niçin aynı olguya bir tarafın böyle, diğer tarafın öyle dediğini araştırır.

105


9) Soykırımın nedenlerinden söz ettiğinizde, bir cinayetin nedenlerinden söz etmiş olursunuz. Dolayısıyla daha baştan olguya belli değer yargılarıyla bakıyorsunuz demektir. 10) Sosyolojinin konusu, işte tam da bunu açıklamaktadır; yani niye böyle nedenler araştırılırken 11) Bunu araştırmaya başladığınızda, şunu görürsünüz: her hangi bir olguyu şöyle veya böyle tanımlamanın ardında farklı toplumsal grupların çıkarları yatmaktadır. Her toplumsal grubun ya da sınıfın ortak kabul edeceği, evrensel kavramlar yoktur.

***

Ermeni jenosit veya katliamı hakkında bunu bir istisna gibi görme eğilimi var. Ne yazık ki bir istisna değil ve bir çok kereler başka yerlerde de yaşanmıştır ve yaşanmaktadır ve de böyle giderse yaşanacaktır. Balkan savaşlarının sonundaki arındırmalar, 1925’teki mübadele, Yahudiler, Çingeneler, Ezidiler ve diğerlerine yapılanlar, Yugoslavya ve Afrika’da olanlar, yakında muhtemelen Orta doğu’da yaşancaklar.

Deniliyor ki, işte bu özür dilenirse bir daha olmaz. Ya da hafızadan silinmezse bir daha olmaz. Bunlar çocukça görüşlerdir ve sadece iki örnek bunların geçerli olamayacağını gösterir. o Yahudiler oluşturdu bir bakıma bu günkü İsrael devletini. Ama İsrael'i bir ırk ve kan temelinde tanımladıkları için, Araplara karşı soykırımı ve ayrımcılığı bizzat kendileri yapıyorlar. o Bir başka örnek. Modern holocoustu yapan Almanya’dır. Yurttaşlığı hala büyük ölçüde kana dayanmaktadır. Bunu da esnettiler ama ilkesel olarak reddetmediler. Sadece ikisadi ihtiyaçlar nedeniyle genişlettiler.

Demek ki, sorun bunu mahkum etmek değildir. Mahkum etmek veya özür dilemek üzerinden yapılan bir tartışma hiçbir şekilde yeni jenositlerin olmasını engeleyemez.

Sorun bunun nedenlerini ortaya çıkarmak ve o nedenleri yok etmektir. Nedenler derken tek bir olayın nedenleri değil. o Konuyu tek bir olay olarak ele aldığınız sürece, nedenler hakkında yanılınabilir. Örneğin İttihat ve Terakki veya belli bir yönetici kliğin, veya kimi koşulların olağanüstü bir çakışmasının özel bir soncu gibi görülebilir bir tür olaylar.

106


Halbuki bu tür olayların tamamına genel olarak baktığımızda böyle olmadığını görürüz. Onun nedenleri derindeki nedenleri ortaya çıkarılmalıdır. Bu daha başka bir toplumsal sistem demektir.

Dolayısıyla nedenler üzerine yapılan tartışma aslında bu güne ve geleceğe ilişkin bir tartışmadır. Eğer ufkunuz ulusçuluğun dışında bir var oluş kabul etmiyorsa, hatta bir dile, dine, etniye, soya dayanan bir ulus biçiminden başka bir var oluş düşünmüyor ve tasavvur etmiyorsanız, sizin jenositlerle nasıl mücadele edileceğine ilişkin anlayışınız bir özür dileme veya suçluyu cezalandırma gibi biçimlerde olacaktır.

Ama örneğin, nisbeten demokratik bir ulusçuluktan yana iseniz, yani ulusu, her hangi bir dil, din, etni ile tanımlamayı reddeden ve belli bir toprak parçasında yaşayan insanlar ile tanımlayan bir ulusçuluktan yana iseniz, nedenler hakkındaki görüşleriniz çok daha farklı, cinayetleri bu gerici ulusçuluğun sonucu olarak görme eğiliminde olacaksınız demektir.

Ama eğer sorunu sadece demokratik ulusçuluk değil, genel olarak ulusçuluk, ister demokratik, ister gerici ulusçuluk olsun, bunun kendisinde görüyorsanız, yani modern toplumun kendisinde ve her türlü en demokratik biçimiyle bile ulusçuluğun özel bir sorun olmasını savunuyorsanız, o zaman bunun temellerini, bizzat modern toplumun kendisinde bulursunuz. o Örneğin holocoustu böyle açıklayanlar var. Diyor ki, o insanlar işlerini yapıyorlardı.

Am bu nedir aslında? Bu ayrımın kökeninde ne vardır? Nasıl olmaktadır da sıradan insanlar hiçbir sorumluluk duymadan makinanın basit bir dişlisi olarak bu işleri yapmaktadırlar?

Bunun kökeninde hayatın farklı alanlarının birbirinden ayrıldığın görürsünüz. İş vardır, özel, vardır, politik vardır, dinsel vardır, seküler vardır. Burnların her birinin ayrı ayrı kuralları olduğu düşünülmeaktedir.

Moden toplumun özü tam da budur. Bu ayrımın kendisi bunu meşru kılmaktadır.

Eskiden insanların kendisine göre bütün davranışlarını tanımladıkları "nesnel akıl" da denebilecek tanrılar vardı. İnsanlar Allah için yaşıyorlar, onun için yemek yiyorlar, onun için ölüyorlardı. Aslında Allah bir toplum ve o toplumsal düzenin kendisiydi.

Şimdi sevişirken kendisi için, çalışırken ailesi için, ölürken ulusu için vs. yapıyorlar bu işleri.

Bu korkunç bir biçimde insanların davranışlarına yön verecek bir kerteriz noktasını yitirmesine yol açmaktadır. İnsanlar görevlerini yapmaktadırlar.

107


Özür Dilemenin Sorunları ve Her şeye Rağmen Niçin Kampanyaya Destek? "Özür Dileme" bir özne açısından bir hatayı kabullenme, bir otokritik yapmadır. Başka bir özne açısından başka bir özne için özür dilemek veya otokritik yapmak anlamsız olur. Papalığın veya Muaviye'nin cinayetleri yüzünden bir ateistin özür dilemesi saçma olur. Bu cinayetlerden dolayı bir özeleştiriyi bir Papa veya bir Halife veya herhangi bir Katolik veya Sünni Müslüman yaparsa anlamlı olabilir. Bu Özür Dileme kampanyası da, kendini Türklükle özdeşleştirmeyenleri, Papalığın veya Muaviye'nin cinayetleri yüzünden özür dileyen bir Ateist durumuna düşürmektedir. * Gerçek bir demokrat, bir ulusun bir dille, bir dinle, bir soyla, bir tarihle, vs. tanımlanmasını reddeden insandır. Yani hem ulusun Türklükle (veya her hangi bir dille, dinle, tarihle vs.) tanımlanmasını kabul edip hem de demokrat olunamaz. Bu ırkçı demokratlık veya kapitalist sosyalizm gibi bir saçmalıktır. İnsan hem bir Türk hem de Demokrat olamaz. Neden? Ulusçuluk, "politik olan ile ulusal olanın çakışmasını" kabul etmek ve savunmaktır. Ulusçuluğu belirleyen, ulusal olarak belirlenenin politik olanla çakışmasını savunmaktır. Ulusal olan pek ala, bir dil, din, tarih, kültür vs. ile tanımlamaya karşı da tanımlanabilir. Bu demokratik bir ulusçuluk olur. Böyle bir ulusçuluk savunulmadan demokrat olunamaz. Nasıl hem laikliği savunup hem de Diyaneti savunmak olamazsa, hem ulusun Türklükle tanımlanmasını kabullenmek hem de Demokratlık olamaz * Diyelim ki bir mucize gerçekleşti ve Türkiye'de bir demokratik devrim oldu. Anayasa'dan ulusun tanımına ilişkin bir dil, tarih, ırk vs. göndermesi yapan bütün kavramlar, tıpkı gerçek laik bir ülkedeki dinler gibi, çıkarıldı. Tamamen nötral, örneğin "Ön Asya Demokratik Cumhuriyeti" gibi bir isim alındı. Ulusu tanımlayan dil olmayacağından herkese ana dilinde eğitim, temel bir yurttaşlık hakkı olarak belirlendi. Tarih kitaplarından bir dile, dine, soya dayanan ulusçuluğun tarihleri de çıkarıldı. Genel bir insanlık tarihi ve uluslar tarihi okutulur oldu. Elbet bu ülkede kendini Türk, Kürt vs. olarak tanımlayanlar olur ama bunun gerçekten laik bir ülkede farklı dinlerden oluştan bir farkı bulunmaz. Yani bunların politik bir anlamı olmaz; bu o insanların özel sorunu olur. Kendini Türk olarak kabul edenler, elbette, Türklerin tarihine ilişkin dernekler kurabilirler yayınlar yapabilirler. Örneğin kimileri Türklerin insanlığı kurtarmak üzere Uzaydan geldiği, onların aslında hafızasını yitirmiş Ermeni ve Rumlar olduğu şeklindeki görüşlerini yaymak üzere kendi Türk Tarih ve Dil kurumlarını kurabilirler. Tabii bunları sadece Türkler değil, Kürtler vs. de yapabilir. Ve isteyen üç kişi bir araya gelip 108


yeni uluslar da kurabilirler. Tabii tıpkı ateistler gibi, kendini herhangi bir "ulus"tan görmeyen "ulussuzlar" da bütün bunların saçma olduğu üzerine, tıpkı gerçekten laik bir ülkedeki ateistler gibi kendi yayınlarını ve derneklerini kurabilirler. Devletin görevi bu inanç ve düşünce farklarını ifade özgürlüğünü garanti etmek olur. * Böyle bir demokratın, bu özür dileme metnine imza atması kendini inkar anlamına gelir. Çünkü demokrat olmanın koşulu katliamlara yol açan gerici ulusçuluğu ret ve ona karşı mücadeledir. Reddettiği ve kendisine karşı mücadele ettiği bir anlayış adına ya da o anlayışı savunuyormuş gibi özür dilemek, başka bir anlama gelmez. Bu metin demokratları çok kötü bir açmazla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu metni yazanlar demokratların da bu "Büyük Felaketi" mahkum etmek isteyebileceklerini hiç hesaplamamışlardır veya böyle bir ulusçuluk ve demokrasi anlayışı olabileceğinden bihaberdirler. İnsanları belli bir özneye hapseden "Özür Dileme" yerine herkesin kendi öznesini özgürce belirleyeceği "Mahkum Etme" gibi bir fiili koysaydılar Demokratları böyle bir açmaza düşmekten kurtarmış olurlardı. Bir Demokrat özür dilese, Papalığı mahkum eden ve ona karşı mücadele veren bir Protestanın Papalığın işlediği cinayetlerden dolayı özür dilemesi gibi bir pozisyona düşer. Özür dilemese, şu gericinin gericisi devlete karşı bir muhalefet hareketinin dışında kalmış olacaktır. Ne yapsın? * Peki neden bu metne imza atıyorum? Öncelikle kavramların gerçek anlamları ile onlara yüklenen farklı anlamlar arasındaki ayrım nedeniyle. Özür metnini imzalayan ve özür dileyen bir çok insan için, bu özür dileme, vicdanları sızlatan bir olayı mahkum etme, kurbanların acısını paylaşma, Türk Devletini bu olayı inkardan vaz geçmeye zorlamak için bir baskı uygulama, ırkçı ve kana dayanan Türk Milliyetçiliğine karşı duruşu ifade etme gibi anlamlara sahiptir. Bu anlamda "Özür dileme"ye pek takılmamak gerekir. Ezilenlerin mücadelelerinde bir çok kereler görüldüğü gibi, yanlış bir teorik içerik, tarihsel ve sosyal olarak doğru ve haklı bir duruşun aracı olabilir. Örneğin "Emekten yana" sloganı teorik olarak burjuvaziden yana anlamına gelir ve çok yanlıştır; ama insanlar bununla "İşçiden yana" demek isterler veya öyle söylediklerini sanırlar. Her şeyden önce bu nedenle imzalıyorum. * 109


Diğer gerekçem pedagojiktir. Toplumsal mücadelelerde insanlar ve farklı gruplar aynı hızla aynı tecrübeleri yaşamazlar. Arkadan gelenlerin ya da "okula" yeni başlayanların eğitimi gibi ciddi bir sorun vardır. Yukarıdan, "bu yanlıştır, doğrusu şudur" demek, çoğu kez tepki yaratır. Bunun yerine, bir çok durumda, o yanlışın yanlış olduğunu bile bile, bir yandan yanlış olduğunu söylerken diğer yandan o biçim olarak yanlış ama içerikte doğru ve haklı davranışı birlikte yapmak ve o insanların kendi deneyleriyle bu yanlışı görmelerinin daha hızlı ve daha az kayıpla gerçekleşmesine çalışmak çok daha verimli sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle, Irkçı ve gerici milliyetçi Türk Devletinin politikalarına karşı haklı olanın, ezilenlerin yanında olduğu için, ne kadar yanlış gerekçelendirilirse gerekçelendirsin, imzalıyorum. * Bir diğer neden, Türk veya bir ulustan olmamanın zorluğuyla ve istemeden paylaşılan imtiyazlarla ilgilidir. Fikirler ağızdan çıktığı andan itibaren farklı çıkarların ve toplumsal konumların savunmasının aracına dönüşürler ve içerikleri hiç akla gelmeyecek anlam kaymalarına uğrar. B. Anderson'un "Hayali Cemaatler" kavramı, en demokratik görevlerden bile kaçmanın, özellikle "Kürt sorunu"ndan kaçmanın bir aracı olmuştur. Buna göre "Uluslar hayali cemaatlerdir, ben Türk değilim kendimi öyle hissetmiyorum" dediğiniz andan itibaren, o "hayali" cemaatin dışına çıkıp, ulusçuluk dışı bir pozisyona geçebilir ve örneğin Kürtlerin mücadelelerini "Ulusçudur, ben ulusları reddediyorum ve her türlü ulusçuluğu mahkum ediyorum" diyerek tarafsız kalma hakkını elde edebilirsiniz. Ama "Hayali Cemaatler"in yazarının da dediği gibi bu ulus denen "hayali cemaatler" "Politik cemaatler"dir. Yani devlete ilişkin cemaatlerdir. Yani kanla, şiddetle, demirle, çelikle, tankla tüfekle, hapisle, karakolla var olan cemaatledir. Yani "ben Türk değilim" diyerek Türklükten kurtulmak öyle kolay değildir. Bu Türklüğün politik bir anlamı olmadı Demokratik Bir Cumhuriyette mümkün olur. Ulusu Türklükle tanımlamış bir ülkede Türklükten ayrılmak çok zordur. Türk olmamak için, bu devletin hüviyetini yırtıp atmanız; bu devlete vergi vermemeniz; onun okullarına gitmemeniz; pasaportunu, polisini, ordusunu, mahkemelerini, yasalarını tanımamanız vs. gerekir en azından. Bütün bunları yaptığınızda Türk olmadığınızı söyleyebilirsiniz. Ama bunları yaptığınızda, en iyi ihtimalle bir hapishane hücresinde, tımarhanede veya mezarda olursunuz. Bu "hayali cemaat" size şiddet araçlarıyla nasıl politik olduğunu gösterir. Yani Türk olmamak, hatta bugün dünyada her hangi bir ulustan olmamak olanaksız derecesinde zordur. 110


"Ben Türk değilim, her hangi bir ulustan değilim" diyenlerin yaptığı, kelimei şahadet getirip, namaz kılıp, oruç tutup, zekat verip hacca gidip ondan sonra da ben Müslüman değilim demeye benzer. Dolayısıyla ben elimde olmadan Türk'üm. Ve Türk olduğum için Türk olmanın imtiyazlarını yaşarım. Türklüğün sefasını sürüyorsam, cefasını da çekmem gerekir. Türklüğün imtiyazları olur mu? Evet. Diyelim ki ırk ayrımcılığının olduğu bir ülkede ırk kavramına ve ayrımcılığına karşı bir beyazsınız. Bu bir beyaz olarak beyazların yaşadığı imtiyazları yaşamanızı ortadan kaldırmaz. Yani yolda giderken bir siyahın duyduğu korkuyu ve güvensizliği dumazsınız vs.. Bir baskı uygulanırsa bu sizin derinizin renginden dolayı değil fikirlerinizden dolayı olacaktır. Özetle ırkçılığa karşı mücadele eden bir beyaz olmanız sizi beyazlığın imtiyazlarından azade kılmaz. Türk olmak da böyledir. Ne kadar ulussuz olursanız olun, kendini Türklükle tanımlamış bir devlette Türk olmanın imtiyazlarını yaşarsınız. Eğer bir parça demokratsanız, "bu imtiyazları yaşıyorsam bunun kefaretini de ödemem gerekir" demeniz ve en azından böyle bir bildiriye bir şekilde destek vermeniz gerekir. * Ve elbette, bütün yanlışına rağmen, bu "Büyük Felaket"i tekrar tartışma konusu yapabileceği, bunun en yanlış ve saçma biçimde tartışılmasının, gündem oluşturmasının bile Türk devleti için bir yenilgi anlamına geleceği için, unutmaya ve unutturmaya karşı bu nesnel işlevi nedeniyle, tamamen taktik gerekçelerle de imzalamayı destekliyorum. * demiraltona@gmail.com

111


Tarih ve Demokrasi

Tarih'in geçmişle değil bugünle ilgili olduğu; Tarih üzerine tartışmaların aslında geçmiş üzerine değil bu güne ve geleceğe ilişkin programlarla ve tasavvurlarla, dolayısıyla da bu program ve tasavvurları şekillendiren, onların ardındaki sınıfsal konum ve çıkarlarla iligili olduğu bir "Lapalis hakikati"dir. Ama sadece bu kadarı eksik bir doğrudur. Bunun daha da doğrusu, bugünün ve geleceğin aslında geçmişte şekillendirildiğidir. Geçmişi başka türlü ele alıp anlatmayan hiçbir hareket bugünün mücadelelerini ve geleceği başka türlü şekillendirememiştir ve şekillendiremez. Bu geçmişte böyleydi, bugün de böyledir ve gelecekte de böyle olacaktır. Her mitolojik hikaye bir tarihtir. Ve bugün bilinen bütün mitolojiler, aslında artık bilinmeyen veya unutulmuş tarihlerin yerine başka bir tarih yazımlarından başka bir şey değildir. Örneğin Kadınların ezilmesi için önce tarih yeniden yazılmıştır; ana tanrıçalar birer meduza yapılmıştır. Tanrıların kavgaları ve ilişkileri toplulukların ve toplumsal sınıfların kavgaları ve ilişkilerinden başka bir şey değildir. Akdeniz ve Ortadoğu havzasında, dünyanın en elverişli ulaşım koşulu olan denizin (Akdeniz) sağladığı müthiş ticaret olanağının mümkün ve gerekli kıldığı tek tanrılı dinlerin kitapları, aslında, aydınlanma tarihçiliğince mitoloji diye tanımlanacak, tarihlere karşı başka bir tarih yazımından, dolayısıyla başka toplumsal ilişkilerin örgütlenmesinden başka bir şey değildi. Klasik Akdeniz uygarlığının tek tanrılı dinleri, önceki tarihleri ("mitolojileri") yok edip, örneğin "klasik Greko Romen mitolojisinin", yani tarihinin yerine "Peygamberler Tarihi"ni; Kaos, Kozmos, Kronos vs. yerine Allah, Adem ve Havva'yı; Tanrılar yerine Peygamberleri anlatırken sadece başka bir tarih yazmıyor; bu tarih aracılığıyla başka bir topluluk tanımlıyor, başka bir toplumsal düzen kuruyor, yani geleceği geçmiş aracılığıyla şekillendiriyordu. Aydınlanma da, yani şu modern toplumun din olmadığını söyleyen dini de, kutsal kitapların tarihine karşı kendi tarihini yazdı. Bu tarihi yazarken kutsal kitapların anlattığı tarihi "İnanç" sorunu olarak akıl dışına sürdü ve karanlık bir ortaçağ kavramıyla bu tarihi cehenneme yolladı. Sosyalist hareket de bu yasanın dışında değildi, daha doğarken, aslında farklı bir tarih anlayışını taslaklaştırarak (Tarihsel maddecilik) geleceği şekillendirmeyi deniyordu. O gelceğe ilişkin bir program olarak aslında başka bir tarih anlatarak yola çıktı. Aydınlanma humanizmi karşısında ulus gericiliği de aynı şekilde tarihi birer uluslar tarihi olarak yazarak ulusları kurdu ve geleceği şekillendirebildi. Örneğin bir Türk tarihi yazılmadan bir Türk Devleti ve Türk Ulusu olamazdı. O halde, Türkiye'de demokratik hareket eğer gelişmek ve bir başarı kazanmak, bu günü ve geleceği şekillendirmek istiyorsa, önce demokratik bir tarih yazmak zorundadır. Tarih demokratik olmadan bugün ve gelecek demokratik olamaz. 112


Demokratik hareketin zayıflığı aynı zamanda demokratik bir tarih olmamasında yankısını bulmaktadır ya da tersinden demokratik bir tarihçiliğin yokluğu demokratik hareketin zayıflığının en önemli nedenlerinden biridir. * Demokratik bir tarihi yazabilmeye en yatkın güçlerin işçi hareketi ve sosyalist hareket olması gerekir. Ama bu hareketler Demokratik bir tarih yazmamışlar ve yazamamışlardır. Bırakalım demokratik tarihi kendi kendi sosyalist tarihlerini bile Türk ulusçuluğunun tarih kavramı içinde tanımlamışlar; Türk tarihi ile bir mücadeleye girmemişlerdir. Örneğin Türkiye sosyalist hareketi ve işçi hareketi hep Müslümanlarla ve Türklerle başlatılmıştır. İstisnasız Türkiye'deki bütün sosyalist akımlar, Türkiye'de sosyalist hareketi TKP ve onun Bakü kongresiyle başlatırlar. Osmanlıdaki sosyalist akımlar ve hareketler birer tarih öncesi olarak bile pek ele alınmaz. Bunlar birkaç akademisyenin ilgi alanı dışında yer bulamazlar. Türkçeyle ve Türklükle tanımlanmış bir ulusla kendini başlatan bir sosyalist hareket, en gerici ulusçuluğu yeniden üretmekten başka bir şey yapamazdı. Bırakalım sosyalisti bir yana, demokratik bir tarihçilik ise, bu tarihi ulusu Türklük, vs. ile tanımlayan tarihçiliklere karşı hareketlerle tanımlar ve başlatırdı. yani örneğin, Türkiye Komünist Partisi'nin Bakü kongresi değil, Komünist Manifesto'nun ilk Ermeniceye çevrilişi bu modern sosyalist hareketin başlangıç noktası olurdu. Böyle bir başlangıç noktasının kendisi bile var olan Türk devletine ve ulusçuluğuna karşı bir mücadele anlamı taşır; sosyalistler gerici ulusçuluğun yeniden üreticileri olmazlardı. En tutarlı demokrat olan ya da olması gereken sosyalist ve işçi hareketi, demokratik tarihi de örneğin Mithat Paşa veya İkinci Meşrutiyet ile değil; Selanikli işçilerle, Balkanlardaki devrimci demokrat ve sosyalist akımlarla ve köylü çetelerle, Ermeni sosyalist hareketiyle, Velestinli Rigasla, Tigran Zaven'le, Tevfik Fikret ile başlatırdı. Böyle bir tarihe dayanan bir sosyalist ve Demokratik hareket, mitinglerde, anma toplantılarında, bu cılız ama nitelik bakımdan son derece önemli demokratik öncülerin isimlerini ve resimlerini taşır, onların unutulmasına karşı anmalar yapardı. Bu takdirde anma toplantıları birer Pazar vaazı, birer ruhsuz seremoni olmaktan çıkar her biri demokrasi mücadelesinin bir savaşı olurdu. Böyle bir tarih, Balkan uluslarının kuruluşunu, Ermeni katliamlarını, Mübadeleleri, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu birer "ilerici" demokratik dönüşüm veya devrim değil, aydınlanmanın demokratik ideallerinin terki ve gerici ve karşı devrimci hareketler olarak anlatırdı. Böyle bir tarih içinde, Mustafa Suphi'lerin kurduğu Türkiye Komünist Partisi, Ulusu Türklükle tanımlayan bu gericiliğin ve karşı devrimciliğin sosyalist harekete sızması ve ele geçirmesi olarak görülürdü.

113


Böyle bir tarih, İkinci Meşrutiyet için yapılan askeri ayaklanmayı, Osmanlı devlet sınıflarının demokratik harekete karşı bir manevrası; bütün Balkanları sarmış devrimi bastırmak için onun başına geçme ve daha sonraki İttihat Terakki'nin darbesini bunun sonuca ulaşması ve karşı devrim olarak anlatırdı. Sosyalist ve Demokratik hareketin böyle bir geleneğe dayandığı yerde, Kürtler üzerindeki baskıya karşı demokratik ve devrimci direniş, devrimci ikonografisini, Ergenekon benzeri Kava efsaneleriyle değil, bu topraklardaki Demokratik mücadelenin ilk başlatıcılarıyla, yani Velensinli Rigaslarla, Tigran Zaven'lerle kurardı. (Kürt hareketinin zaten Kemal Pir'ler aracılığıyla bu eksikliği bir parça olsun gidermeye çalışmaktadır ve bu çabalar o demokratik karakterin bir yansımasıdır.) Bir insan hem Demokrat hem de Türk, Kürt vs. olamaz. Demokrat her şeyden önce, bir ulusun bir dille, bir tarihle, bir soyla, bir etniyle tanımlanmasını reddeden; bunların bütünüyle özele ilişkin olmasını savunan olabilir. Türkiye'nin demokratları, Türkiye'nin laikleri gibidirler. Laikler nasıl Diyanet işleri, İmam hatipler, din dersleri vs. gibi gerici ve anti laik bir kurumların varlığı ile laiklik arasında bir sorun görmeyen ve hatta bunu laiklik olarak tanımlayan anti laiklerse; Türkiye'nin demokratları da ulusun ve devletin, Türklük ile tanımlanmasında, resmi dilinin Türkçe olmasında, Türk tarihi okutulmasında sorun görmeyen kendini Demokarat sanan anti demokratik Türklerdir. Türklüğü (ya da Kürtlüğü veya başka bir soyu, tarihi, dili vs.) kişinin bütünüyle özel sorunu yapmayı hedeflemeyen, ulusu bir dil, bir tarih, bir din, bir etni vs. ile tanımlamayı reddetmeyen bir demokratik hareket olamaz. Demokratik bir devlet Türk Devletinin, Demokratik bir ulusçuluk gerici ulusçuluğun yerini; demokratik bir ulus Türk ve Kürt uluslarının yerini ancak, Tarihi Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin değil; Demokratlarla, Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin mücadelesinin tarihi olarak yazdığında, alabilir. Bunun haricindeki bütün değişimler, demokrasi değil, bu günkü gericiliğin kendini zamana uydurmasından ve ömrünü uzatmasından başka bir anlama gelmez. 17 Mart 2009 Salı Demir Küçükaydın demiraltona@gmail.com http://www.demirden-kapilar.org http://www.koxuz.org

114


Son Dönem İnternette Yazılanlar

Sarkis Hatspanian’ın “Hocalı Katliamı” ile İlgili Yazısı, Gazi Katliamı, Ergenekon, Gün Zileli ve Milliyetçilik Üzerine

23 Nisan çocuk bayramının, kendisinin unutturulması için koyulduğu ve çocukların masumiyetinin de kendisine kurban edildiği 24 Nisan Ermeni Katliamının yıl dönümü yine geliyor. Sol veya Sosyalist örgütler, artık kendilerinin bile “görücüye çıkmak” diye tanımladıkları, 1 Mayıs gösterileri için toplantılar, kimin nerede nasıl yürüyeceğine, nasıl güçlü ve etkili görüneceklerine ilişkin ince hesaplar ve pazarlıklar yaptıkları toplantıları sürdürüyorlar. Ama 24 Nisan bunların içinde hiçbir yer tutmuyor. Belki bir iki küçük sol örgütün ve birkaç bireyin bir uğraşı olarak kalıyor. Aslında Türkiyeli sosyalistlerin ve İşçilerin, 1 Mayıs’ın da tıpkı 23 Nisan gibi, 24 Nisan’ı unutturmanın, gizlemenin, gündemden düşürmenin ve bizzat 1 Mayıs’ın kendisini anlamsızlaştırmanın bir aracı haline dönüştüğünü görüp, 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmaları ve 1 Mayıs’ı gerçek 1 Mayıs’ın özünde bulunan mesaja tekrar kavuşturmaları beklenirdi. Ama onlar böyle “milliyetçi” dalaşmalarla uğraşmayacak kadar derin “Enternasyonalist”tirler. Marksizm’e göre gerçeklik somuttur. Bu her şeyin her an kendi zıddına döneceği, bugün doğru olanın bir anda en büyük yanlış olacağı veya olabileceği anlamına gelir. Artık 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak, kendi zıddına dönmüş, Türkiye’deki demokrasi, hak ve eşitlik mücadelesine hizmet etmekten çıkmış bulunuyor. 1 Mayıs artık açıkça 24 Nisan’ı örtmenin, gündemden düşürmenin, bilinçlerden uzak tutmanın bir aracına dönüşmüşken; 24 Nisan egemenler ve anti demokratik güçler için 1 Mayıs’tan bin kere daha patlayıcı bir özelliğe sahipken; 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamakta ısrar etmek, bu politikanın basit bir aracı olmaktan başka bir sonuç vermez. 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmalı. En azından demokratlar, sosyalistler, “24 Nisan Ermeni Katliamı en azından vicdanlarda mahkum edilmedikçe, bu topraklarda bir matem ve utanç günü olarak anılmadıkça, 1 mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak bizlere haram olsun” diyerek 1 Mayıs’a gerçek politik anlamını, işlevini; enternasyonalist, demokratik ve eşitlikçi anlamını tekrar kazandırabilirler. Bu vesileyle tüm Türkiye’nin sosyalistlerini bu konuyu tartışmaya, gündeme almaya ve böyle davranmaya davet ediyorum. Şu an belki çok geç. Ama hala yapılabilecek bir şeyler olabilir. 115


Örneğin bu 1 Mayıs’ta 1 Mayıs’ın bütün sloganları, 24 Nisan katliamı üzerine yapılabilir. Örneğin, “Bugün 1 Mayıs değil 24 Nisan!” diye bir slogan bu 1 Mayıs’a damgasını vurabilir. Ve gelecek yıllardan itibaren 1 Mayıs gösterileri 24 Nisan’larda yapılabilir. * Ermeni katliamı, kimin ne ölçüde demokrat olduğunu anlamak ve ölçmek için en sağlam ve şaşmaz mihenk taşıdır. Bu nedenle, Türkiye’deki demokrasi mücadelesi, ancak bu katliamın damarı üzerinden yürüyebilir. Tarih tarihle ilgili değildir. İnsanlar Tarih aracılığıyla bugünün mücadelelerini yürütürler ve geleceğin toplumunu kurarlar. Ermeni katliamını gündeme taşımadan, onun nedenlerini açıklamadan ve bunları mahkum etmeden, böyle bir tarih okullarda okunur bir tarih olmadan Türkiye’de demokrasiden söz etmek, bir kandırmacaya katılmaktan veya alet olmaktan başka bir anlama gelmez. O demokratik ülkede ve tarihte, örneğin Türkiye’de Sosyalist ve Komünist hareketin tarihi 1920’de TKP’nin Bakü Kongresi’nde başlamayacaktır, Taşnak, Hıncak, Selanik İşçiler Birliği vs. nin kuruluşu ile başlayacaktır. Mustafa Suphi’lerin yerini Balkanlı sosyalistler, Varteks Efendi’ler, Tigran Zevan’lar alacaktır. Modernleşme ile gelen Demokratikleşme mücadelesi Şinası, Namık Kemal, Ziya Paşa vs. ile değil; Velensinli Rigas ile başlayacaktır örneğin. İlk roman, ilk tiyatro, ilk sinema, Müslümanlık ve Türklük üzerinden değil; Osmanlı’da en azından Tanzimat’tan beri, tüm yurttaşlar kanun önünde eşit olduğuna göre, İlk Rum veya Ermeni veya Balkanlı yazarların eserleri ile başlayacaktır. Böyle bir Tarih olmadan, bir demokrasi hareketi ve demokratik bir ülke düşünülemez ve de Kürt ve Türklerin birbirini boğazlamasının önüne geçilemez. Türkler ancak birer Türk olmaktan çıkıp birer Demokrat haline dönüştüklerinde Türkiye denen yerlerde Demokrasi olabilir. Bunun ilk koşulu da, Türklerin kendi Türklüklerine karşı mücadelesidir. Hz. Muhammet’in dediği gibi, kendi nefsine karşı savaş, savaşların en kutsalıdır ve en zorudur. Türklerin kendi Türklüklerine karşı savaş ta böyle kutsal ve zor bir savaştır. Ve bu savaş, her şeydin önce Tarih ve Kavramlarda verilir. Türkler Türklüğe karşı bir savaş içinde demokrat olabilirler. Ve bu savaş sadece Tarih’te olmaz. Kavramlarda da yürütülmek zorundadır. Evet kavramlarda. O tarih ile birlikte dilin ve kavramların da değişmesi gerekir. Ermeni Katliamı, Ermeni Katliamı değil, İttihat Terakki’nin Babıali Darbesi ile (hatta Askeri Bürokratik oligarşinin 1908 ile) başlayan Demokrasinin yok edilmesi savaşının en zirve noktasıdır, demokrasinin son kalıntılarının ve toplumsal dayanağının katledilmesidir. Yani sadece bir katliam değil, bir karşı devrimin; halk hareket ve örgütlenmelerinin ezilişinin zirvesidir. O zaman Tarih: 1908, Babıali Darbesi, Ermeni Katliamı şeklindeki bir karşı devrimler zinciri olarak görülür. Buna bağlı olarak, bir karşı devrim olarak tanımlanmaya başlar örneğin. 116


“Ermeni Diyasporası” “Ermeni Diyasporası” değil; Anadolu’nun Diyasporası’dır, bizlerin, bugünkü Türkiye’nin diyasporasıdır örneğin. Her sözün, her kavramın yeniden tanımlanması gerekecektir. Sosyalistler tekrar eski itibarlarına ve toplumun gündemini belirleme güçlerine ancak böyle radikal bir demokrasinin teorik ve kavramsal öncüleri olarak; politik öncüleri olarak yeniden kavuşabilirler. Ama bütün bunları yapabilmeleri için de önce Türklüklerine karşı mücadeleye girip, demokrat olmaya başlamaları gerekiyor. Sanılanın aksine, Türkiye’nin anarsiştleri de, komünistleri de, kendi öznel yargıları ve özlemleri öyle olsa bile, nesnel olarak demokrat bile değillerdir. Hepsi Türk milliyetçisidir. Onlar öylesine gerici bir milliyetçilik anlayışına sahiplerdir ki, örneğin Ermeni katliamının tanınmasını veya Kürtlerin ayrı devlet kurmalarının veya bireysel haklarının tanınmasının veya bir Türk tarafından savunulmasının milliyetçilik olmadığını düşünürler. Onların anlamadıkları şu basit gerçektir, uzun vadeli Türk ulusunun genel çıkarlarını düşünen bir Türk milliyetçisi de pek ala Kürtlerin haklarını savunabilir ve bunun için mücadeleye girebilir. Bunun milliyetçilikle çelişen hiçbir yanı yoktur. Bir ulusun çoklarlarının daha akıllıca savunusundan başka bir şey değildir bu. Bu henüz demokrat olmak bile değildir. Demokrat olmak için önce ulusun veya ulusların bir dille, bir dinle, bir soyla tanımlanmasına karşı mücadele etmek gerekir. Yani Demokrat olmak için Kürtlerin haklarını veya Kürtlerin ayrı bir devlet kurmasını savunmak yetmez; Türklüğün politik bir anlamı olmaktan çıkmasını; yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı bir mücadele içinde olmak ve bunu reddetmek gerekir. Böylesi yok. Bu nedenle Türkiye’de demokrasi ve demokrat da yok. Bu nedenle sosyalistler de Anarşistler de aslında birer milliyetçidirler. Bunu somut bir örnekle görelim. Ama önce olgular ve belgeler. * Sarkis Hatspanian’ı Türkiye Sosyalistlerinden pek fazla tanıyan olduğunu sanmıyorum. Çünkü nerede söz ettiysem, hep hiç bilinmediğini gördüm. İşin doğrusu ben de tanımazdım. Kim olduğu hakkında Ragıp Zarakolu’nun “Uzak Yakın Ükeden Gelen Mektup” başlıklı yazısından bir fikir edinilebilir: “Bu coğrafya’da Ermeni olmanın yükü ağırdır. Ama hem Ermeni hem solcu iseniz bu yük daha da ağırlaşır. Ocak ayında Ermenistan’ın Vardaşen Mahpushanesi’nden “Acı Bir Kayıp” bir mektup ulaştı elime. Bir “Çınar”, bir “Eski Tüfek”, “Deli” namıyla maruf Kevork Yoldaş, sonsuzluğa doğru yelken açan bir tekneyle ayrılmıştı aramızdan. Hapisliğin en kötü anlarından biri, hep yeniden buluşmayı, kucaklaşmayı hayal ettiğiniz bir sevdiğinizi yitirdiğinizi öğrendiğiniz andır. Sanki ağır bir tokat yemiş gibi olursunuz, olduğunuz yerde sallanırken. Hayal ettiğiniz o kavuşma anının asla gerçekleşmeyeceği dank eder kafanıza. Bir yandan da bir suçluluk duygusu kaplar içini. Keşkeler kovalar birbirini. İşte o an gerçek mahpusluğun başladığı andır. 117


12 Eylül sonrasından ve onu izleyen Kürt savaşında az insan yaşamadı bu duyguyu zindanda… Oğul, yoldaşı saydığı babasının sonsuza intikal edişini şu satırlarla duyuruyordu bizlere: “Kevork Yoldaş, TKP tevkifatlarından nasibini almış bir hem Ermeni ve hem komünisttir. Hiç bir koşulda Ermeniliğini de ve komünistliğini de saklamamış, her iki kimliğiyle iftihar etmiş ve bu niteliklerinden ötürü “T.C” işkencehanelerinden ve cezaevlerinden geçmiş, 1974 “affı” ile “özgürlüğüne” kavuşmuş bir yoldaşımızdır. Anısı ışığımız olsun! Sireliner, 1915’te durdurulmak istenen saatimizi tik-tak...tik-tak yeniden çalıştırma görevini yerine getirmiş neslin temsilcisi, “T.C” mahpusanelerinde Ermeni kimliğini başı dimdik bir direniş örneğiyle omuzlamayı kader bilmiş, “Düşmana inat bir gün fazla yaşamak” amacıyla baskı, zulüm ve hakarete maruz kalmayı tek bir defa bile sineye çekmeden hep insanlık onuruna sadık kalma şerefine nail olarak yaşadığı 81 eziyet dolu senelerine, bir de “DerZor’a ertelenmiş sürgün” 3 göçü sığdırmak zorunda kalmış olan, Kilikya Ermenilerince “Deli Kevork”, diğer halktan olanlarca “Gavuroğlu” olarak tanımlanmış sevgili babam Kevork Dzeruni HATSPANİAN, 28 Ocak 2010 günü Köln’de vefat etmiştir. Doğup büyüdüğü anavatanından uzak ve bize yabancı yerlerde toprağa verilme acısıyla dünyevi yaşama veda eden babamın ruhu eminim şimdi Adıyaman’dan İskenderun’a uzanan sıradağlarda özgürce kanatlanıp uçmaktadır. Dürüst, namuslu, onur dolu, hep insanca yaşama arzu ve özlemiyle çarpmış koskoca bir yürek taşımış babamın anısını yaşatacak, gerçekleştiremediği tüm rüyalarının da “deli” mırasçısı olmaya çalışacağım ! Sarkis HATSPANIAN “Vardaşen” Mahpusanesi, Ermenistan – 29 Ocak 2010.”” Yani Sarkis Hatspanian, Komünist bir babanın oğluydu. Zarakolu, aynı yazıda Sarkis Hatspanian hakkında yazılan ve kendisinin imzaladığı bir mektubu da aktarıyordu orada da Sarkis Hatspanian hakkında şu bilgiler bulunuyordu: “(…) Sarkis Hatspanian Türkiye devrimci hareketi içinde yetişmiş, 1980 cuntasından sonra kovuşturmaya uğramış, tutuklanıp 12 Eylül tezgahında işkence görmüştür. Bunun ardından, kaçak yollardan ulaştığı ve mülteci olarak yaşadığı Fransa’da kendini geliştirmiş, sanat dünyasında isim yapmıştı. Ne ki, Ermeni halkının bu yiğit evladı, ülkesinin ve halkının çağrısıyla Fransa’daki koşullarına sırtını dönüp, Ermenistan’ın kuruluşuna katılmak üzere halkının yanına koşmuştur. Bu konuda hiçbir özveriden kaçınmadığı da malumunuzdur.” Bu kısa bilgi, bundan sonra anlatılacakların daha iyi kavranabilmesi bakımından gereklidir. 4 Ağustos 2010 tarihinde şöyle bir e-mail geldi: “Sayın Demir Küçükaydın, 2008'den beri Ermenistan'da politik tutuklu olarak bulunan, Garbis Altunoğlu ile aynı okulda okumuş, Kilikya doğumlu Sarkis Hatspanian "Ermeni-Türk ilişkileri ve İsmail Beşikçi" konulu bir yazı hazırlamaktayken, sayın Sait Çetinoğlu'ndan sizin "Tersinden Kemalizm" adli çalışmanız hakkında duymuş olduğundan, eğer mümkünse çalışmanızla tanışmak ister. E-mail adresiniz bize sayın Çetinoğlu tarafından ulaştırılmıştır.” 118


Bunun üzerine kendisine istediği yazıları ilettim. Bu vesileyle Sarkis Hatspanian’ın çalışmaları varsa okumak istediğimi bildirdim. Bunun üzerine bana bazı yazıları iletildi. Bu yazıları Köxüz sitesinde yayınlamak istediğimi ilettim. Bu iletime gelen cevap şöyleydi: “(…) Sarkis yazısının sitenizde yayınlanmasını ister mi, istemez mi onu ancak kendisinden öğrenip, cevabını size iletirim. Hiç tanımadığım sitenizle merak edip tanıştım, orada "Demokratik bir Türkiye için" yazıyordu. Sarkis'i oldukça yakinen tanıdığımdan söylüyorum, onun tırnak içerisine alınmadan Türkiye ifadesini kullanan kişilere karşı özel bir "sevgisi" olmadığını biliyorum, hatta Türk ve Kürt soluna mensup insanların da hep "sol gösterip sağ vuranlardan" olduğunu, bir yerine yüz defa şahsen ondan duymuş biriyim. Neyse, isteğinizi gerektiği gibi ona ileteceğime emin olabilirsiniz.” Ben de bu aracılık yapan kişiye şu açıklamayı yolladım: “Cevabınız için teşekkür ederim. Ama bir dikkatsizlik, önyargı veya yanlış anlama sonucu olduğunu düşündüğüm bir noktayı düzeltmek isterim. Diyorsunuz ki: "Hiç tanımadığım sitenizle merak edip tanıştım, orada "Demokratik bir Türkiye için" yazıyordu." Köxüz sitesinin logosunda "Türkiye" ifadesi bulunmamaktadır. Türkiye diye okuduğunuz yerde "Cumhuriyet" sözcüğü bulunmaktadır. Biz burada “Cumhuriyet” sözcüğünü bilinçli olarak kullandık ve “Türkiye” sözcüğünü de bilinçli olarak kullanmadık. Çünkü biz demokrasinin ancak ulusu hiçbir dile, dine, soya, tarihe, etniye, ırka hatta bölgeye göre tanımlamamış, aksine bunlarla tanımlamaya karşı tanımlamış, bunların hiçbir politik anlamının bulunmadığı bir cumhuriyette olacağına inanıyoruz ve bu nedenle her hangi birini eşitsiz kılacak veya öyle bir anlama gelecek bir ifadeyi oraya koymadık. Aslında bu proje yeni değildir ve Tigran Zevan veya Velensinli Rigas veya Tevfik Fikret gibi aydınlanmacı veya sosyalistlerin de idealiydi. Bir anlamda bu yenilmiş geleneği yeniden canlandırıp bu günün dünyasında yeniden savunmaya çalışıyoruz. Benim yazılarımı okursanız bu konunun çok açık olarak savunulduğunu görürsünüz. Elbette sitenin yazarlarının hepsinin açık olarak böyle bir duruşu yoktur. Ama böyle bir duruşa kapalı değillerdir. Ben özellikle uluslar ve ulusçuluk teorileriyle de çok ilgileniyorum ve yazıyorum. Yazılarımı okursanız bilinenlerden çok farklı bir duruşla karşılaşacağınızı düşünüyorum. Selam ve Saygılarımla” Bunun üzerine aracılık yapan bu kişiden şu maili aldım: “Sayın Demir Küçükaydın, Tekrar merhabalar, Koxuz web sitesi hakkındaki aydınlatıcı bilgilendirmeniz için çok teşekkürler. Ancak, soyu kırılmış, köksüzleştirilmiş bir ulusun evlatlarını, Türkiye ya da adı olmayan bir ütopik demokratik cumhuriyet farklılığına inandırmanız hiç de kolay değil. Yazılarınızın, Sarkis'e 119


ulaştırılmış olduğunu az önce onu ziyaretinden dönen eşinden öğrendim, size çok teşekkür edip, postayla size yazı yollayabileceği bir adresinizin ona bildirilmesini rica etmiş. Bu arada, ben de onun bulunduğu cezaevinin posta adresini öğrendim. (…)” Ezilen bir ulustan, ırktan, dinden, cinsten insanların bu kuşkuculuğu anladığım ve hatta belli bir dereceye kadar sağlıklı da bulduğumdan bu tartışmaya devam etmedim. Ancak “soyu kırılmış” “köksüzleşterilmiş” uluslardan söz etmesinin benim açıkladığım ulus teorisi açısından, ulusların soya, köke dayandığı bir ulus anlayışını yansıtıyordu ki, bu da en gerici ulusçuluk anlayışlarından biriydi. Bu vesileyle, şu farka dikkat çekmek isterim. Ulusçuluk konusunda pek ala demokratik özlem ve programınız olabilir ama aynı zamanda kavramlarınızla hiç de o demokratik ulusçuluğa uymayan gerici bir ulusçuluk anlayışına dayanabilirsiniz. Yani örneğin, Türkiye’de diyelim, ulusun her hangi bir dil, din, etni, soy vs. ile tanımlanmasına karşı olabilirsiniz. Ama bunu “Ulus devletin aşılması” veya sonu veya ulusçuluğun aşılması olarak tanımladığınız an, en gerici ulusçuluk anlayışını, ifade etmiş ve ona dayanmış olursunuz. Çünkü, ancak, ulusların dile, dine, tarihe vs. dayanan birimler olduğu anlayışına sahipseniz bunlara dayanmayan bir ulusçuluğun ulusçuluğun aşılması olduğunu söyleyebilirsiniz. Yani insan aynı zamanda programatik olarak demokratik bir ulusçuluğu savunurken veya bunun için mücadele ederken, aynı zamanda gerici bir ulusçuluğa dayanabilir, bunu savunabilir ve yeniden üretebilir. Aşağı yukarı bütün Türk solu, hatta dünya solu, hatta esas olarak Marksizm bu çelişkiyle maluldür. Bunun nedeni de ulusların ne olduğuna dair tutarlı ve Marksist bir teorinin olmamasıdır. Ulusçuluğun, ulusal olanla politik olanın çakışması anlamına geldiği türünden bir tanıma ulaştığınızda, yani ulusçuluğun ne olduğunu anladığınızda; yukarıdaki ulusçuluk anlayışının, ulusal olanın nasıl tanımlanacağı açısından bir fark olduğunu anladığınızda ancak ulusçu olmaktan çıkmaya başlarsınız. Bu nedenle, kişinin kendine sosyalist, enternasyonalist, Marksist ve de Leninist, (ve hatta) Maoist veya Anarşist veya Müslüman demesi hiçbir şekilde o kişiyi ulusçuluktan azade kılmaz. Bu kısa nottan sonra, benim niye aynı zamanda, Köxüz sitesinde aslında benim dayandığım ölçülere göre milliyetçi ve hatta gerici milliyetçi yazarlara yer verdiğim, hatta neredeyse bütün yazarların böyle olduğu daha iyi anlaşılabilir. Yazarların hepsi, bu satırlarının yazarının ulus ve ulusçuluk teorisini bilmediğinden, okumadığından veya kabul etmediğinden dolayı fiilen en gerici ulus ve ulusçuluk tanımlarına dayanırlar ve onu yeniden üretirler. Ama aynı zamanda bu yazarlar, kendilerinin ulusçu olmadığını; ulusçuluğa karşı olduklarını düşünürler ve önlerine demokratik bir ulusçuluğa dayanan bir somut program koyulsa bunu kabul edip savunmaya eğilimlidirler. Ama bu kabul

120


edip savunmaya eğilimli oldukları şeyin, artık ulusçuluk olmadığını düşündükleri için de aynı zamanda birer gerici ulusçudurlar. İşte bu anlayışla, bu demokratik bir özlem içindeki gerici ulusçuların mücadele içinde; birbirlerini dengeleyerek ve nötralize ederek, fiilen demokratik bir ulusçuluğun oluşumuna katkıda bulunmalarını; yani her biri gerici ulusçuluğa dayanan demokratik özlemlerin gerici ulusçuluklarının birbirini nötralize edip, demokratik özlemin ortada biricik artı olarak kalması için Köxüz sitesinde bütün bunlar yer alır. Bu bir anlamda, yokluk içinden bir demokratik ve politik bir hareket ve eğilim ortaya çıkarma çabasıdır. Elde var olanla bir şeyler yapmaya çalışmaktır. İşte bu çerçevede Sarkis Hatspanian’ın da yazılarını yayınlamak talebimizi iletmiştik. Bizim açımızdan, Köxüz’ün diğer yazarları gibi muhtemelen o da kendisinin milliyetçi olmadığını düşünen, ama bizce yine bütün diğer yazarlar gibi aslında gerici milliyetçiliğe dayanan biriydi. Ama hem Ermeni hem de Hapiste olması nedeniyle, egemen ulusun sosyalist ve milliyetçi olanlarına göre bin kat daha fazla destek gösterilmesi gerekiyordu. Bu nedenle kendisinin yazılarını Köxüz sitesinde yayınlamak için izin istiyorduk. Bu yazışmalardan sonra Köxüz sitesinde sayın Hatspanian’ın hem de çok önemli ve çok güzel yazılarını yayınladık. Bunlar içinde Doğan Akhanlı’ya bir moral hediyesi olarak yazılmış, bir Başiktaşlı olarak Beşiktaşlılara bir türlü yayınlatamadığım, nefis “Beşiktaşlı Mehdi’nin Öyküsü” (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/node/6862); Ermeni sosyalistleri veya solcuları arasındaki strateji tartışmalarını yansıtan “Hrant’ı Anmak” (http://www.akintiyakarsi.org/koxuz/node/7466); Türkiyeli sosyalistlerin, 12 Eyül’ün idam ettikleri arasında saymadığı, bunu eleştiren ve Levon Ekmekciyan’ı anlatan çok önemli “ “Unutulan” Adam” (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/node/7481) başlıklı yazı; Orhan Bakır’ı ve Türk sosyalist hareketi içindeki Ermeni devrimcilerin dünyasını anlattığı “Hayali Gönlümde Yadigar Kalan” (http://www.armenieninfo.net/sarkis-hatspanian/1231-sarkis-hatspanianarmenak-bakirciyan-ermeni-devrimci.html) başlıklı yazılara özellikle dikkati çekmek isterim. Bu kısa arka plandan sonra şimdi “Hocalı Katliamı” ve Gün Zileli’nin milliyetçiliği konusuna gelebiliriz. Ama önce “Hocalı Katliamı” * 27 Şubat 2012 tarihinde Sarkis Hatspanian, “yayınlanması” ricasıyla “26-27 Şubat 1992: Hocalı Katliamı” Yalanının Anatomisi” başlıklı yazıyı yolladı. Bu yazıyı, önüne küçük bir not koyarak aynen Köxüz sitesinde yayınladık (Yazı şu adreste: http://koxuz.net/anasayfa/2012/02/28/26-27-subat-1992-hocali-katliami-yalaninin-anatomisisarkis-hatspanian/). Notu ve yazıyı (Yazı çok uzun olduğundan bu yazının sonunda Ek 1 olarak bulunuyor) aynen aktarıyorum. Çünkü “Hocalı Katliamı” konusunun da Türkiye’deki kamuoyu tarafından bilinmesi çok önemli ve bu konuda Hatspaniyan bir çok ezber bozucu

121


bilgi vermektedir. Not ise, hem kısa hem de bundan sonraki bölümlerin konusu olduğu için burada. Yazının önüne koyduğumuz not şöyleydi: “Köxüz’ün notu: Sayın Sarkis Hatspanian’dan aşağıdaki yazıyı yayınlanması ricasıyla aldık. Yayınlıyoruz. Hatspanian bir Ermeni milliyetçisi olmasına rağmen halklara karşı düşmanlık yapmamaktadır. Türklerden veya başkalarından gelecek yazıları da, aynı şekilde haklara karşı bir düşmanlık yapmadığı; bir nefret söylemi geliştirmediği; bu yazıda olduğu gibi olgular ve çıkarsamalarla iknaya yönelik olduğu takdirde tartışmanın bir parçası olarak yayınlarız. Böylece umarız Hocalı’da ne olduğu konusu da en azından olgular düzeyinde tartışılır. Sayın Hatspanian’ın anlattıklarından çıkacak sonuç Hocalı’da aslında Türk faşistlerinin kaçmak isteyenleri katlettiği, Hocalı’nın kaybının da faşistlerin planını bozduğudur. Bu çok önemli bir bilgi ve sonuçtur. Ergenekon, Azerbaycan ve Kıbrıs’ta gerçekte neler olduğu anlaşılmadan anlaşılamaz. Biz her türlü görüşün açıkça ifade edilmesinden ve birbirlerini delillerle, mantıki çıkarsamalarla eleştirmesinden ve çürütmesinden yanayız. Köxüz sitesi” Böylece aynı zamanda Hükümet ve liberallerin sözümona Ergenekon derken sadece, sivil hükümete karşı darbe yapanları ve gerçek Ergenekon’a hiçbir şekilde dokunmadığını da teşhir etmiş de oluyorduk. Çünkü Ergenekon’un gerçek kökleri yerinde durmaktadır ve bunların üzerine gitmek ne kelime, Hükümet bizzat bu köklerin politikasını savunmaktadır. Bizzat “Hocalı” mitingi ve bizzat Hükümet’in en önemli bakanlarından biri olan İçişleri Bakanı’nın bu mitinge katılması, Hükümet ile Ergenekon arasındaki bu ittifakın ve iş birliğinin bir ifadesidir. (Sarkis Hatspanian’ın yazısını konuyu dağıtmaması için bu yazının arkasına ek belge olarak bulunuyor. Okuyucunun burada arkaya atlayıp bu yazıyı okumasını öneririz.) Hatspanian’ın yazısı ve Mitingten kısa bir süre sonra Sendika Org sitesinde Kemal Erdem imzalı ““Azerbaycan Darbesi” ve “Gazi Katliamı” arasındaki bağlantı üzerine (Bir “Devlet Sırrı”nın ya da “Devlet Terörü”nün anatomisi)” (http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=43587) yazı yayınlandı. Bu yazıya da dikkatimizi çeken, Sayın Hatspanian oldu. Bu yazılar Ergenekon’un Azerbeycan ve Türkiye’deki faaliyetlerini çok net bir biçimde açıklamaktadırlar. Aslında aynı zamanda bu günkü hükümetin, darbecilere karşı tutuklamalar yapar ve kendi iktidarını emniyete alırken, aynı zamanda en gerici faşist ve ırkçı milliyetçilerle, yani gerçek Ergenekon’la nasıl fiili bir ittifak içine girdiğini ve Hocalı 122


Mitingi’nin aslında tam da bir kırılma noktası ve bu ittifakı onaylayan ve mühürleyen bir miting olduğunun en açık belgelerini sunuyorlar 1. Yani Ergenekon’a karşı mücadele her şeyden önce Kıbrıs ve Azerbaycan ve de Kerkük ve Musul, ya da Kuzey Iraktaki yuvalar ve oradaki Türk devletinin varlığı ve politikaları üzerinden yapılabilir. Buralara dokunmak ise bu hükümetin yapabileceği veya yapmak istediği bir iş değildir. Sol ve demokrat kamuoyunun, esas eleştirisini buralara yöneltmesi gerekir. Sol ve demokrat muhalefet, kamuoyunun dikkatini buraya çekerek, buradan hem ulusalcıların tuzağına, hem de liberallerin ve hükümetin tuzağına düşmeyen gerçek demokratik bir muhalefet geliştirebilir. Bu nedenle bu yazının sonuna koyulan yazılar bir başlangıç olabilir. * Bu kısa nottan sonra şimdi yazının önüne koyulmuş bu kısa nota yönelik eleştirilere ve sosyalistlerin milliyetçiliği konusuna gelelim. Bu kısa nota ilk eleştiri bizzat Sarkis Hatspanian’ın kendisinden geldi. Yazıyı Facebook’ta da paylaşmıştık, orada kendisi şu eleştiriyi yaptı: “Sayın Demir Küçükaydın, yazımı Köxüz sitesinde yayınladığınız için size çok teşekkür ediyorum, bu davranışınız ile bana bir kez daha gerçek bir aydın ve demokrat olduğunuzu göstermiş oldunuz. Ancak, bana hayatımda (sadece iki hafta önce 50 yaşıma girdim) ilk defa birisi, yani siz (bir Ermeni milliyetçisi) demiş olduğuna da çok şaşırdığımı bilmenizi isterdim. Sizi sadece şahane analitik yazılarınızdan tanıyor ve beğeniyorum, beğenip-beğenmediğinizi bilmesem dahi... siz de beni yazılarımdan tanıyorsunuz diye biliyorum. Eğer benim sizin de yayınlayıp-yaygınlaştırdığınız yazılarımda milliyetçilik yaptığım yerleri gösterebilirseniz size müteşekkir olurum da, mahpusluğumda gösterdiğiniz ve bende hayranlık uyandıran insani davranışınıza duyduğum çok ama çok büyük bir saygıyla, YURTSEVER olmayı MİLLİYETÇİ olmaktan ayırt edebilsek daha iyi olur düşüncesinde olduğumu belirtiyor, duyarlı vicdanınıza, dürüst bilincinize güvendiğimi de peşinen ilan ediyorum. İyi olunuz !” Biz de sayın Hatspanian’ın itirazına karşı Milliyetçiliğin ne olduğuna ilişkin şu açıklamayı yaptık. “Sayın Hatspanian, Size ilk kez birinin “Ermeni Milliyetçisi” demesine şaşırdığınızı ve “Yurtsever olmayı Milliyetçi olmaktan” ayırmak gerekitğini yazıyorsunuz. Aslında böyle bir itirazı beklemiyor değildim. Çünkü son yıllarda bu konu (Milletler ve Milliyetçilik) üzerine neredeyse küçük bir kütüphane oluşturacak kadar yazmama rağmen, maalesef bu yazılarım okunmadığı ve kimi okuyanlarca da anlaşılmadığı için (çünkü milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamazlar) bu tür “milliyetçilik” eleştirilerim 1

20 Nisan 2012 tarihli Radikal’de Orhan Kemal Cengiz “Ergenekon İncirlik” baylıklı yazısında, son dört aydır Kiliselere ve Hıristiyanlara yapılan saldırıların arttığından söz ediyor. Bu hiç de bir rastlantı değildir. 123


çoğu kişi için şaşırtıcı oluyor. Ancak şunu bilmenizi isterim ki bu öyle geçer ayak söylenmiş bir eleştiri değildir. Milliyetçiler milliyetçiliği, aşağı yukarı, başka milletlerin varlığını ve haklarını inkar etmek, onları baskı altına almak şeklinde anlarlar. Böyle olmayanları da onlar genellikle “Yurtsever” hatta “Enternasyonalist” olarak tanımlarlar. Yani ben tam da sizin de katıldığınız milliyetçilik tanımının milliyetçilerin milliyetçilik tanımı olduğunu söylüyorum. Peki, benim milliyetçilik tanımım ne? Buna geçmeden önce bir iki küçük açıklama yapayım. Ben Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibi büyük enternasyonalistleri; hatta enternasyonalizmin kendisini bile milliyetçilik olarak görüyor ve tanımlıyorum. (Bu durumda size de Milliyetçi dememi her halde yadırgamamanız gerekir.) (Marks’ı milliyetçi olarak tanımladığım yazı: (http://www.akintiyakarsi.org/anasayfa/icerik/marks-nicin-ve-nasil-bir-milliyetciydi-milletler-ve-miliyetcilikuezerine-01 ) Engels’i Milliyetçi olarak tanımladığım yazı: (http://www.akintiyakarsi.org/anasayfa/icerik/engels-tarihsiz-halklar-inin-ve-elestirilerinin-elestirisi-milletler-vemiliyetcilik-uezerine) Lenin, Kıvılcımlı, Troçki’nin milliyetçiliği üzerine “Marksizmin Marksist Eleştirisi”nde geniş bölümler var. Gariptir ki, bu güne kadar ne bir “Marksist”, ne bir “Leninist”, ne bir “Troçkist”, ne bir “Doktorcu” çıkıp bu eleştirilerime cevap verebilmiş değildir. Tam bir suskunluk var.) Bunların milliyetçilik anlayışına göre, sınıfsal çıkarı değil; ulusun çıkarını öne alan milliyetçidir; sınıfsal çıkarı öne alan da sosyalist veya enternasyonalist. Ben ise sorunu tam da böyle koymanın milliyetçilik olduğunu söylüyorum. Neden ve nasıl? Somut örneklerle açıklamayı deneyeyim. Örneğin Marks, “başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” dediğinde, enternasyonalist bir tanım yapmıştır deniyor. Ben ise sapına kadar milliyetçi ve hem de gerici milliyetçi bir tanım yapmıştır diyorum. Neden ve nasıl? Örneğin şimdi bir Türk çıksa, “bizler 1915’te Ermenileri, Süryanileri kestik; Rumları kestik ve sürdük; Kürtlerin haklarını inkar ettik ve ezdik” dese ve örneğin, Ermeni, Saüryani ve Rumlardan özür dilemek; Kürtlerin haklarını vermek gerektiğini, hatta isterlerse ayrılabileceklerini söylese, Türk Milliyetçisi olmaktan çıkar mı? Hayır çıkmaz. Aksine Türk milletinin çıkarlarını daha akıllıca ve uzun vadeli olarak savunmuş olur. 124


Çünkü bu aslında Türk milletinin çıkarlarını daha uzun vadeli ve akıllıca savunmaktır. Öte yandan, bu diğer ulusların varlığını ve haklarını inkar etmediğinden, Marks’ın tanımına göre, sosyalistlik ve enternasyonalistliktir de. Yani bir ulusun çıkarlarını uzun vadeli ve akıllıca savunmak ile Enternasyonalizm arasında bir fark yoktur. Bunun milliyetçilik olmadığını söyleyenler sadece bunların kendileri değil, aynı zamanda Marksistler hatta bunu satılmışlık olarak, ihanet olarak gören Türk faşistleridir. Demek ki Faşistler, Marksistler ve Milliyetçiler aynı milliyetçilik tanımında anlaşmaktadırlar. Sadece buna yükledikleri değer farklıdır. Marksistler ve milliyetçiler, bir milletin çıkarlarını uzun vadeli olarak, daha akıllıca savunmanın milliyetçilik olmadığını söylerken (Milliyetçiler bunun yurtseverlik; Marksistler Enternasyonalizm olduğunu söylerler) ona olumlu bir değer yüklerler, faşistler olumsuz bir değer. Yüklenen değerler farklıdır, ama milliyetçiliğin ne olduğu konusunda anlayışlarda esas olarak fark yoktur. Yani aslında milliyetçiliğin ne olduğu konusunda, Faşistler, Milliyetçiler ve Marksistler arasında bir fark da yoktur. Yani aslında, başka ulusların varlığını kabul etmek; onları baskı altına almayı reddetmek; milliyetçilikle çelişmez, aksine tamı tamına milliyetçilik budur. “Başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” önermesi veya “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” tamı tamına bu ilkenin savunusu ve ifadesidir. Bana göre bu ilke ve ifade bütünüyle gerici milliyetçilikle bile tam bir uyum halindedir. (Tabii “gerici milliyetçilik” derken ne kastettiğim de ayrıca aşağıda var.) Şimdi gelelim benim milliyetçilik tanımıma. Ben milliyetçiliği, “Ulusal olanla politik olanın çakışması” yani “her milletin bir devleti olmalı” ilkesini savunmak olarak anlıyor ve tanımlıyorum. (Bu tanım da aslında benim değil. Bu tanımı yapan Ernst Gellner ve Benedict Anderson, E. Hobsbawm gibilerince de paylaşılıyor. Ben sadece bu önermeyi mantık sonuçlarına, programatik sonuçlara götürmüş ve daha sonra bu önermenin analiziyle de Marksist bir din ve üstyapılar teorisi şekillendirmiş bulunuyorum.) Tabii burada “ulusal olan ne?” sorusu gündeme geliyor. “Ulusal olan”ı gerici ulusçular farklı biçimlerde tanımlarlar. Örneğin kimi dine göre (Pakistan), kimi dile göre, kimi bunların bir kombinasyonuna göre (Örneğin Ermeni ve Türk Milliyetçilikleri büyük ölçüde böyle), kimi soya göre, kimi ırka göre, kimi kültüre göre tanımlarlar. Ama bütün bunların hepsinin ortak özelliği ulusların bir tarihi olduğunu söylemek ve bir tarihe göre tanımlamaktır. (Bana göre Ulusların tarihi yoktur. Dünyanın en eski ulusu Amerika’dır ve tarihsizdir.) İşte ulusal olanı, böyle bir din, bir dil, bir tarih, bir soy, bir ırk, bir kültür üzerinden tanımlamalara ben “gerici milliyetçilik” diyorum. Elbette bu gericilikler içinde de bir gericilik hiyerarşisi vardır. Bir ulusu bir ırka göre tanımlamak ile (Örneğin Türklerin Orta Asya’dan geldiği) bir kültür’e göre tanımlamak arasındaki fark. (Örneğin Türklerin esas olarak aslında önce Müslüman sonra oradan Türk olmuş, hafızasını kaybetmiş Rum ve Ermeniler olduğunu söyleyen ve Türk Tarihinin bir parçası olarak Bizans ve Ermeni 125


tarihlerini okutan bir Türk milliyetçiliği de mümkündür –ki böylesi olgulara da daha denk düştüğü için daha az şizofrenik olur - ve böyle bir kültürel olarak tanımlanmış bir Türk milliyetçiliği de gerici bir milliyetçiliktir, sadece bir ırka göre tanımlamaya nispetle daha esnek olduğu söylenebilir.) Peki “demokratik bir milliyetçilik” nedir? Demokratik bir milliyetçilik, ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddetmez, bu nedenle milliyetçidir, ama ulusal olanı demokratik olarak tanımlar. Yani gerici milliyetçilerin ulusal olanı tanımlarkenki kriterlerinin hepsini kişilerin özel sorunu olarak görür. Yani, Türk., Kürt, Müslüman, beyaz, siyah, şu veya bu kültürden olmak, kişilerin özel bir sonunu olur. Ulusu bunlarla tanımlamaya karşı tanımlar. Yani örneğin, bu ulus, hiç bir tarihsel, dinsel, kavimsel göndermede bulunmaz. Yani ulusun bir dili, dini, tarihi, kültürü olmaz. Pratik olarak örneklemek gerekirse, herkesin ana dilinde eğitim hakkı olur. Tarih derslerinde, Ermeni, Türk, Kürt tarihleri değil, ulusların tarihlerinin olmadığına dair bir tarih okutulur. Herkes kendi ana dilinde, aynı okulda ama bu ulusların tarihi olmadığına dair tarihi okur. Ama elbette okuldan çıkınca, nasıl gerçekten laik bir ülkede, okulda DNA’ları, Darvin yasalarını okuyan, isterse din dersine gidip, özel hayatında İnsanı Tanrı’nın yarattığını öğrenebilirse, elbette, örneğin Türkler Türklerin Orta Asyadan geldiğine veay insanlığı tohumlamak üzere başka dünyalardan gönderildiklerine veya Türklerin hafızasını yitirmiş Rum ve Ermeniler olduğuna dair tarihler okuyabilirler; bunları araştıracak birlikler kurabilirler, yayınlar yapabilirler, aralarında tartışabilirler. Bu bütün “uluslar” için de böyledir. Ama bunların hepsi kişilerin özel sorunu olur. Böyle bir düzeni savunmak da milliyetçiliktir, ama bu demokratik bir milliyetçiliktir. Ya da ben böyle tanımlıyorum. Gerici milliyetçilerin milliyetçilik tanımına göre ise, bu milliyetçiliğin ötesi gibi bir şeydir. Peki, milliyetçilik olmayan nedir? Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine karşı olmak milliyetçi olmamak demektir. Yani uluslara karşı (dikkat edin, ulusçulara demiyorum, uluslara diyorum), ulusal devlet ve sınırlara karşı savaşı en acil görev olarak önüne koyanlar ulusçu olmaktan çıkabilirler. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın özel, yani politik dışı olmasını savunmak, ulusçu olmamak, olabilir. Göreceğiniz gibi alışılmış paradigmalar ve tartışmaların hepsini boş düşüren, bambaşka bir bakış bu. Kavramak ise, aynı zamanda hem çok basit hem de çok zor. Bu konuda çok yazdım. Bu yazılarımın çoğu eski Köxüz sitesinde var (Kitaplarım ücretsiz indirilebilir: http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/). Özellikle Marksizmin Marksist Eleştirisi içindeki, Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı başlıklı yazımı öneririm dediklerimin daha iyi anlaşılması için. (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/icerik/marksizmin-marksist-elestirisigenisletilmis-ikinci-baski) Ayrıca Ermeni katliamı konusunda yazılarımın da bir derlemesi var: (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/icerik/ermeni-katliami-ve-sorunu-uezerine-yazilar) 126


Hasılı fazla dert etmeyin, fazla gönül koymayın, Marks’a bile milliyetçi diyen; Marks’ın sözünü, “ulusal olanı, bir din, bir dil, bir tarih vs. ile tanımlayan ulusları ezen bir ulus ancak özgür (demokratik)bir ulus olabilir” şeklinde formüle eden birisi size “ulusçu” dedi. Selam ve saygılarımla Demir Küçükaydın 29 Şubat 2012 Çarşamba” Sayın Hatspanian ile tartışmamız burada bitti. * Ama bu tartışmada sayın Hatspanian’a “Milliyetçi” derken, bu yazının başında da dediğim gibi, Köxüz’ün diğer yazarlarının milliyetçi olmadığını söylemiş olmuyordum. Aksine, tüm yazılarım hem mantık sonuçlarıyla bunu içerir (Marks’a bile “gerici milliyetçi” dediğim göz önüne getirilsin) hem de bunu zaman zaman yazılarımda açıkça yazmıştım. Ama ben milliyetçi derken başka şey anlıyordum, milliyetçiler milliyetçi derken başka şey anlıyorlardı. Şimdi, burada sadece Sarkis Hatspnian’ın milliyetçiliğinden söz etmemiz elbette adaletsiz bir davranış olur. Hatta diğer Gün Zileli gibi yazarların çoğu, Türk olduklarından (Onlar kendilerinin Türk olmadığını söyleyeceklerdir ama bunun mümkün olamayacağı da okumadıkları kitaplarımızda ve yazılarımızda uzun uzadıya açıklanmaktadır.) ve bizzat bu satırların yazarı da Türk olduğundan, yani egemen ulustan olduğundan, çite kavrulmuş gerici bir milliyetçilik olur. Onun için, Gün Zileli örneği ile, bu Türk milliyetçiliğinin nasıl bir Enternasyonalizm (Bu Anarşizm, Marksizm, Troçkizm, hatta İslam, Alevilik vs. de olabilir) biçiminde hem de bir egemen ulus milliyetçiliği biçiminde ortaya çıktığını görelim. * Yukarıda aktarılan Hatspanian’ın yazısının Köxüz imzasıyla yayınlanan sunuşuna bir eleştiri de Gün Zileli’den geldi. Gün Zileli, bir mail ile, şöyle bir eleştiri yapmıştı: “ya demir be, şu "ergenekon" söylemini bırakın artık. Ergenekon diye bir şeyin AKP ve liberaller tarafından uydurulduğu artık ayan beyan ortaya çıkmadı mı?” Ben kendisine kısaca şu cevabı verdim: “Gün, Kontrgerilla’nın adı, bunlar Ergenekon davası açmadan önce de Ergenekon’du. Onlar ordudaki cuntalara Ergenekon diyorlar diye Ergenekon yok olmadı. Özel Savaş Dairesi Ergenekon’dur. Sarkis’in yazısını da o sitede de yayınlamanı dilerim. Bu konuyu tartışmaya sokturmalı kanımca. 127


Selamlar Demir” Bu vesileyle “o site” ve öncesi hakkında kısa bir açıklama yapmak gerekiyor. Önce öncesi. Bu satırların yazarı neredeyse 2005 yılından beri kurulmuş Köxüz sitesini yönetir. Gün Zileli de, yine bu yazının başında açıklanan nedenlerle bu sitenin bir yazarıdır. Yıllardır yazdığı bütün yazılar Köxüz sitesinde yayınlanmıştır. Köxüz sitesi birisine yazarlık teklif ettiğinde, o kişi yazmayı kabul etmişse, o kişinin yazılarına karşı hiçbir denetim uygulamaz. Zaten normal olanı da budur. Birisine yazarlık teklif etmek onun görüşleri hakkında bir fikir edinildiği anlamına gelir, yani birisine yazarlık teklif edilmemekle bir denetim zaten uygulanmış olur. Bu sıradan, her olağan uygar ilişkide olması gereken bir davranıştır. Buna öyle devrimcilik, demokratlık, çoğulculuk gibi sıfatlar vermek bile anlamsızdır. Ama bu anlayış ve davranış, Türkiye’de hemen hemen hiç yoktur ve aksi davranışlar bile normal karşılanmaktadır. Bu hem genel kültüre, hem de solcuların, sosyalistlerin politik kültürüne de sinmiştir. İşin ilginci, bunları yapanlar da en çok özgürlükçülükten, demokratlıktan, çoğulculuktan vs. söz edenlerdir. Bunu tecrübelerle biliyorum. Birçok kez başıma gelmiştir. Benden yazı veya söyleşi istenmiştir. Yazdıklarım veya söyleşi, benden yazı isteyenlerin bir eleştirisi olduğu veya onların görüşleriyle uyuşmadığı için yayınlamamışlardır. Hâlbuki yapılması gereken, o yazıyı yayınlamak, ama bir yanlış yaptık, biz bu kişinin başka görüşler söyleyeceğini sanıyorduk diye bir açıklama veya o yazının eleştirisini de yayınlamak olabilir. Yani dergi sayfalarında yayınlanır ve fikir fikirle eleştirilir, idari bir kararla yayınlamayarak “eleştiril”mez. Bir daha da o kişiden yazı veya söyleşi istenmez. Ama istenmişse, oyunun ortasında kural değiştirilmez. Tekrar edeyim, bu gibi davranışların devrimcilik, çoğulculuk, demokratlık gibi böyle kutsal kavramlarla da tanımlanması gerekmez. Bu normal uygar bir insani ilişkidir. Örneğin, otomatik kapanan kapılar varsa, arkanızdakine çarpmaması için kapıyı açık tutmanız ve arkanızdakinin kapıyı tuttuktan veya geçtikten sonra kapıyı bırakmanız ve arkanızdakinin de size teşekkür etmesi gibi, günlük, sıradan, otomatikleşmiş bir davranış ve anlayıştır veya olağan uygar şehir hayatında böyle olması gerekir. Ama kimse kapıyı tutmadığı gibi kapıyı tutar gibi yapanlar da tam geçerken kapıyı salıp yüzünüze çarpmasına yol açıyorlar ve bunu normal bir davranış olarak karşılamanızı, “Burasının Türkiye” olduğunu söylüyorlar. Bu en son Dipnot dergisinde başıma gelmiş ve bu konuyu belgeleriyle ve uzun bir yazıyla paylaşmıştım. Ancak bu yazıya gelen kimi yankılar Dipnot’un yayın kurulunun (benim görüşlerimi bilmelerine ve ısrarla benden yazı istemelerine rağmen) yazıyı yayınlamamasını son derece normal karşılıyorlardı. Bunlardan biri bana “sen Avrupa’da mı yaşadın, onlar 128


böyle şeyler beklerler, burası Türkiye” diye bir eleştiri ile safiyane bir şekilde Dipnot yayın kurulunun davranışını onayladığını belirtince bunun bilincine varmıştım. (Bu aynen toplantılarda ve onların tartışma bölümlerinde de sık sık yaşadığım bir problem.) Bu kısa açıklamaları yapmamın nedeni anlayışımın veya olması gereken anlayışın ne olduğunun iyice kavranması, çünkü anlatacağım hikayenin bundan sonrasının anlaşılması için bu gerekli. İkinci nokta da şu, Gün Zileli bu arada kendi kişisel sitesinden ayrı Toplumsal Devrim diye bir site kurmuş (Adresi: http://www.toplumsaldevrim.com/). Benden bu sitede yazmamı istedi. Ben de özel olarak yazı yazamayacağımı, yazılarımı Köxüz’de ve kişisel sayfamda yayınladığımı, isterse oradan alıp yayınlayabileceğini söyledim. (Zaten, Köxüz sitesinde de sitedeki yazıların kaynak gösterilerek alınıp yayınlanabileceği yazar.) Bu vesileyle, Gün Zileli’nin politik tutumuna ilişkin görüşlerimi de belirteyim. Bunları özel olarak Günün görüşleri bağlamında sanırım hiç ifade etmedim, ama her zaman her yerde ifade ettiğim görüşlerdir ve onları mantık sonuçlarına veya Gün’ün görüş ve tavırlarına uygulayanlar otomatik olarak bu sonuçları zaten çıkarabilirler. (Son zamanlarda Özgür Üniversite’deki bir iki seminerde birkaç kez sözlü kendisine karşı da kısmen ifade ettim sanırım.) Gün bugün kendisini anarşist olarak tanımlamaktadır. (Ancak kişisel kanım Anarşist bir kabuk içinde hala “Beyaz Aydınlıkçı” olduğudur. Şaka yollu dediğim gibi: “bir kere Beyaz Aydınlıkçı her zaman Beyaz Aydınlıkçı”) Gün’ün görüşleri ve açıklamalarına dayanarak, son derece zengin ve çok farklılıklar içeren geniş anarşist görüşleri mahkum etmek gibi bir yola girmek istemem. Bir görüşü onun en kaliteli temsilcileri üzerinden eleştirmek ve eğer o yoksa bu işi de üstlenip eleştirmek gerekir kanımca. Gün’ün yazı ve konuşmalarına bakınca aslında son derece basit bir açıklama şemasına ve her derde deva ebegümecine sahip olduğu görülür. Eskiden sosyalistler, her sorunu, “temel neden ekonomiktir”, “temel neden sınıfsaldır” diyerek, her kapıyı açan bir maymuncuk veya her derde deva bir ebegümeci ile açıklarlardı. Gün’de de bu artık anarşizme uygun bir forma bürünmüş bulunuyor. Aynı temel metodolojik yanlış yerli yerinde duruyor, sadece o yanlıştaki “rakamlar” değişmiş bulunuyor. Ekonomi veya sınıfların yerini bu sefer otorite veya hiyerarşi ebegümeci/maymuncuğu almış bulunuyor. Ancak bu o kadar masum bir pozisyon değildir. Bu, Türkiye’deki somut toplumsal mücadeleler içinde, can alıcı sorunlardan uzak durma, dolayısıyla fiilen tarafsızlık veya uzaklıkla zımnen egemenlerin yanında yer alma; ama aynı zamanda, politik terminolojiyle Radikalliği de elden bırakmamanın bir yoludur. Son yıllarda, özellikle orta sınıf gençler arasında, TKP’den Anarşistlere kadar çok keskin ve de devrimci namlı akımların epey popüler olmasının ardında bu vardır. 129


Anarşizm (Aynı işlevi, Komünizm, Leninizm, Troçkizm de görüyor yerine göre), ona demokratik bir politikadan ve mücadeleden uzak durup fiilen o mücadele eden güçler karşısında tarafsızlığı ile egemen ve güçlü olanın politikasına fiili bir destek verme olanağı sunmaktadır. Gün’ün politik pozisyonu da aşağı yukarı böyledir. Örneğin Kürt sorunu mu? “Zaten PKK’da hiyerarşik ve anti demokratiktir”, “benim milliyetim yok, ben milletlere ve milliyetçiliğe karşıyım” diyerek; bu günlük politikanın “bataklıklarına” ve “pisliklerine” bulaşmayarak, İstanbul gibi “bin kocadan arta kalan”, politik bekaretini sürdürmektedir yıllardır. Benzer işlevi Marksistlerde “Sınıf” veya “anti emperyalizm” vs. görmektedir. Anarşistlerin değil ama Marksistlerin şahsında bu pozisyonun fiilen ulusalcılıkla sonuçlandığını defalarca yazıp eleştirmişimdir. Hatta Marksist ve sosyalistlere “Marksistliği., sosyalistliği bırakın, biraz demokrat olun o zaman daha iyi ve çok Marksist olursunuz” derim veya “Türkiye’de sosyalist çokluğu ile demokrat yokluğu arasında bir bağ olduğundan” söz ederim. Ancak son yıllarda, şöyle bir değişim oldu, AKP’nin iktidara gelmesi ve Kürt Özgürlük hareketinin bir güç olarak kurumlarıyla ortaya çıkmasıyla birlikte, eskiden Kürt özgürlük hareketine uzak duran şehir orta sınıfları ona yakınlaşma eğilimleri göstermeye başladı. Kürt özgürlük hareketi de yalıtılmışlığı içinde ittifaklara ihtiyaç duyduğundan ve şimdilerde çok kötü bir durumda bulunduğundan bu yakınlaşma çabalarına duyarsız kalmadı ve kalmıyor. Böylece belli bir değişim ortaya çıktı. Bu toplumsal değişim, yer ve yön değiştirme, bizzat Gün’ün yazılarında da yansımasını bulmaya başladı. Daha günlük politikaya yönelik yazılar yazmaya, bin kocadan arta kalan bekaretini yitirmeye başladı. Ancak günlük politika alanına girdikçe, onun ardındaki ulusalcı bir duruşla sonuçlanan öz daha açık ve seçik olarak da ortaya çıkıyordu. İşte şimdi daha iyi seziliyor ki, bu Toplumsal Devrim sitesi, bir bakıma bu eğilimin bir adım daha ileri gidişiymiş bir bakıma. Bunu sitenin havasına bakınca fark ettim.0 İşin doğrusu bazı okuyucular beni, bu ulusalcıların ve eski Aydınlıkçıların arasında ne arıyorsun diye eleştirdilerse de, benim yazılarımın içeriği o sitenin mesajıyla ve benim için en karşı saflara bile görüşlerimi iletmek ve oralardaki insanların kafasına bir iki soru takmak her zaman çok önemli olduğundan sorun etmedim. Oyunu kuralları içinde oynadıkları takdirde, onlar kendi ulusalcı mesajlarını yaymak için belki adımdan ve okuyucularımdan yararlanacaklar ama ben de aynı şekilde sitenin mesajına karşı mesajlarımı ve görüşlerimi daha geniş kesimlere iletme imkanı bulacaktım. Yani, benim için izolasyondan kurtulmak, yazılarımı olabildiğince geniş bir okuyucu kitlesine ulaştırmak temel sorunlardan biri olduğundan, sitede adımın anılması, bunun bir kefaretiydi.

130


Yazılarımın içeriklerinin sevabı ulusalcı bir tonu olan bir sitede de yayınlanmanın günahını fazlasıyla götürürdü2. Eh site bildirisinde “Özgürlük ve Devrim” için başlığı altında “Toplumsal devrimin iki önemli bileşeni, devrimde ve özgürlükte ısrar eden Anarşistler ve Marksistlerdir. Özgürlüksüz bir devrim, aynı zamanda devrimin ölümü demektir. Toplumsal devrimsiz bir özgürlük ise bir aldatmacadan öteye gidemez. Anarşistlerle Marksistlerin devrim ve özgürlük için bir araya gelerek toplumsal devrimci bir odak oluşturmaları zorunluluktur ve aynı zamanda bu ilginç bir deney olacaktır.” Türünden bol bol özgürlük sözleri edip vaatlerinde bulunduğuna göre, en azından yazılarımı sansür etmeyeceklerini umabilirdim. Gerçi bu yazının başında da belirttiğim gibi kim en çok özgürlük ve demokrasi sözü ediyorsa ondan daha çok kuşkulanmak gibi bir alışkanlığım vardır ama, burjuva hukukunda bile kesin delil ve tarafsız bir mahkemenin kararı olmadıkça herkes masum sayılacağından, kuşkuyu kafamın arkasında taşısam bile bu benim davranışlarımı etkilemezdi ve etkilememeliydi. Gerçi daha ilk adımda, bu yazıdan sonra birkaç yazı daha yazmama rağmen 3 bu yazılarım siteye alınmamıştı ama, olabilir gözden kaçmıştır, teknik bir aksaklık olmuştur gibilerden, fazla da sorun etmedim. İşte bu arka plana dayanarak, Gün’e “Sarkis’in yazısını o sitede” yayınlamasını öneriyordum. Yani Bir bakıma, Gün’e ve siteye gerçekten demokrat ve ulusalcı olmayan bir mesaj için bir imkan sunuyor bir fırsat vermek istiyordum. Gün Zileli’nin cevabı şu oldu: “Demir, yazıyı okudum. Senin de belirttiğin gibi milliyetçi bir perspektifle yazılmış. Hem de çok, fazlasıyla. Yani ermeniler tamamen masum, azeriler de faşist. Bu yazım tarzı bana, 1915 ermeni katliamını yapan türk tarafının savunmalarını hatırlattı. Bu tür milliyetçi boğzlaşmalarda taraf tutmayı doğru bulmuyorum. Milliyetçi olsa bile bana objektif olduğu konusunda biraz güven verseydi yine basılmasını savunurdum yazının ama bu haliyle olmaz. Basılmasını doğru bulmuyorum kısacası. sevgiler.” Doğrusu cevap beni şaşırtmadı. Ben de kendisine şu cevabı yazdım. “Selam Gün, Ben eskiden beri Ergenekon derim ve aslında bir çok kişi de yıllardır Ergenekon der. Bu öyle uydurma bir isim değil bildiğim kadarıyla. Ben bunu yetmişli yıllardan beri duyar ve 2

Bu sitede bir tek yazımı alıp yayınladılar. O da tam Anarşist ve Troçkist ittifakına uygun bir başlıkla: “Sosyalizmin Muaviye’si Stalin’dir”. Bu başlığı Müslümanların atması anlamlıydı onların paradigması içinde bir formülasyon olurdu. Ama Marksist ve Anarşistlerin sitesinin, en azından Muaviye İslam’ın Stalin’idir demesi çok daha doğru olurdu. Çünkü ben bir çok yazımda, Muaviye, Stalin, Bonapart’ın aynı tarihsel tipin farklı devrimlerdeki karşılıkları olduğu yönünde bir tahlil yaparım. 3

Yazılar şunlardı: “Theo Angelopoulos’un Ölümü ve “Dedemin İnsanları” Filmi Vesilesiyle Dedemin Anılarının ve Adının Peşindeki Arayışlar”; “Marksizm’in Krizinin Temeli: Yapı - Özne İlişkisi Sorunu ve Sorunun Çözümü” . Şu adreste görülebilir: http://demirden-kapilar.blogspot.com/ 131


bilirim ve zaman zaman da kullanırım. Onun şimdi içeriğinin boşalmış olması gerçeği değiştirmez. Her neyse, kelimelere fazla takmamalı. Devrimciler bundan AKP’nin içeri tıktıklarıya sınırlı bir kesimi anlamıyorlar. Ben de esas olarak onlara yönelik yazıyorum. Sarkis’in yazısına gelince. Sarkis’in yazısı bence Azerilere karşı nefret aşılayan bir yazı değil, Azeri ve Türk faşistlerini eleştiren bir yazı. Bunu yayınlamamanı garip bulduğumu belirtmeliyim. “Türk”ler olarak bize böyle bir yazıyı yayınlamak düşer kanımca. Aynen Garbis’in yazısı gibi. Ona da katılmıyorsun ama yayınlıyorsun mesela. Eleştirini de ayrıca koyarsın. Ya da yazının önüne koyabilirsin. İdari bir tedbirle yayınlamamak benim için pek anlaşılabilir değil. Hele ki, olaya bambaşka bir bakış açısı da getiren bir yazı olarak. Yazar benim için de milliyetçi ama Türk milliyetçilerinin bütün yazıları ortalığı doldurmuş ve onlar Ermenileri toptan suçlarken, bir Ermeni’nin Türk ve Azeri düşmanlığı yapmayan ve olayı başka türlü anlatan bir yazısı en azından bu eşitsizliği bir parça dengeleyebilmek için yayınlanmalı kanımca. Neyse önemli değil. Ama ben böyle Sosyalist gerekçelerle biz Türklerin (bana Türk olmadığını Milliyetinin olmadığını söyleme. Bu devletin vatandaşı isen, bu devlete vergi veriyorsan, kararlarını tanıyor ve uyguluyorsan, kanunlara uygun yaşıyorsan Türksündür. Daha ayrıntılısı Marksizmin Marksist Eleştirisi’nin Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı adlı bölümünde) böyle bir yazıyı yayınlamamasını şahsen daha tehlikeli bir milliyetçilik olarak gördüğümü söylemeliyim. Bu durumda başka bir yol önereyim yazının yayınlanması için. Sen benden yazı istemiş ve bir yazımı sanırım aktarmıştın. Bu yazıyı Köxüz’ün notuyla birlikte benim adıma yayınla istersen. Eğer yayınlamazsan ben de bunu benden gelen yazıları da elekten geçireceğin olarak algılayacağım. Kendine iyi bak Selamlar Demir” Gün’den Arkadaşlarına danışacağına dair bir cevap geldi önce: “Arkadaşlara danışıp sana yeniden döneceğim Demir. Garbis'in yazısına yaptığımız gibi biz de kendi özel notumuzu koyup yayımlayabilirim. Bu arada, ben türk vatandaşı değilim, vergi de vermiyorum:)” Daha sonra hemen ardından arkadaşlarıyla yazışmasını da aktardı:

132


“Arkadaşlar, demir aşağıdaki yazıyı yayımlamamızda ısrar ediyor. ben önce reddettim, yazarın ermeni milliyetçisi olduğu gerekçesiyle. siz ne dersiniz. yazışmayı dikkatle okuyun da.” Gelen cevaplar da şöyleydi: Birinci Cevap: “yayınlamayalım derim. bu yazı yayınlandığında, karşılığında bir türk ırkçısının da aynı milliyetçilikle yazılmış yazısını da yayınlamak zorunda kalırız. demir küçükaydın, bu yazıdan cevap hakkı doğacağını ya da türklerin milliyetçilik konusunda ne gibi argümanlarla cevap verebileceğini unutmuş sanırım. bunun sonucunda site, her türlü farklı milletin birbirine "ırkçı-faşist" dediği bir sürü yazıyla dolar. ve tabii bu yazılarda katliam savunuculuğu da yer alır. milliyetçilerin birbirine hakaret ettiği bir dizi yazı yayınlamak durumunda bırakılmak, yayınlamadığında da milliyetçilikle suçlanmak da işin diğer boyutu. ben kendimi türklük üzerinden tanımlamıyorum, kendini türk olarak tanımlayıp (sanki bunun seçme şansı varmış gibi) bir de bundan "utanç duymayı" ve bunu dayatmayı da anlamıyorum.” İkinci Cevap: “Bence Köxsüz'ün notu ve bizim de ekleyeceğimiz bir notla yayımlayalım.” Üçüncü cevap hakkında ise önce şu maildeki bilgiler vardı: “bu arkadaş yazıyı henüz okumamış ama yazdığını sana da yolluyorum. Sarkis Hatspanian'ın yazısını henüz okumadım, birazdan bakacağım. Ama senin ve Demir Küçükaydın'ın yazışmalarındaki tartışmaya dair benim tutumum şu: Türk milliyetçisi görüşlerin ortalığı kaplaması ve buna denge oluşturacak bir Ermeni milliyetçisi görüşün yer bulmasına aracı olmak gibi bir durumumuz olmamalı. Biz kavga eden milliyetçiliklerin tahterevallisi değiliz kanımca. Eğer Hatspanian'ın görüşleri ile Türk milliyetçilerininkiler arasında bir kıyas yapmak isteyen olursa, oturup bu milliyetçilikleri analiz eden bir yazı hazırlayabilir. Ama biz milliyetçiliklerin birbirine yanıt vermesine aracı olmayalım. Ayrıca da bunun sonu gelmez. Ergenekon tartışmasına gelince, NATO'nun Türkiye'deki kontrgerilla yapılanması için kullanılan isimlerden birinin de bu olduğu bilinen bir şey. Bugün yargılaması yapılan Ergenekon'un ne olduğunu, nasıl tarif edildiğini, özel yetkili savcılığın iddianamesinden anlamak lazım. Kontrgerilla, devletin kendisidir. Derin devlet falan diye ayrım yapmak da anlamsız. Hatta Ergenekon kapsamında yargılanan bir generalin (Orgeneral Kemal Yavuz) dün davada söylediği ve bugünkü gazetelerde yer alan sözleri de tam böyle. Aynı şeyi, Ayhan Çarkın da 133


söylemişti. Kendisiyle cezaevinde görüşen milletvekili (Hüseyin Aygün), "infazları yapan Susurluk mu, Ergenekon mu vs." gibi bir şey sormuştu Çarkın'a. Onun da yanıtı şuydu: "Hayır devlet. Milli Güvenlik Kurulu talimatıyla Emniyet Genel Müdürlüğü." Yani özel bir örgüt aramanın lüzumu yok. O özel örgüt, devlet. Bunu söylemek için bu katiller sürüsünden alıntı yapmaya elbette lüzum yok ama parçası oldukları yapıyı, gayet net tarif ediyorlar. Gelelim bugün yargılanan Ergenekon'un özel yetkili savcılık iddianamelerinde nasıl tarif edildiğine: "Devletin içine sızmış çeteler." Devlet iyi ve temiz ama işte o namussuz çeteler yok mu? İşte artık o çeteler de tasfiye edildi ve "Türkiye'nin bağırsakları temizlendi!" Tabii Hrant Dink'in katlinin yanıtına yetmiyor, bu özel yetkili kurgu. Ayrıca da Ergenekon diye içeride tutulan isimlerin epeyce bir kısmının da devlet ile bir suç ortaklığı olmadığı kanaatindeyim. Her şeyin birbirine karıştırılıp, suyun bulandırıldığı ve bugünün iktidarının ihtiyacına cevap verecek şekilde dizayn edildiği bu Ergenekon meselesinde aynı dili kullanmama taraftarıyım. Benim kanaatimce devlete bir kod isim vermeye lüzum yok. Tapu kadastro idaresi ile emniyet müdürlüğünü birbirinden ayırt edecek bir kavramsallaştırmaya ihtiyaç duyuyorsak, "kontrgerilla" neyimize yetmiyor. Ben bu kanıdayım. Sevgiler” Burada ifade edilen görüşlerden de anlaşılacağı gibi, bu kişinin de cevabı yayınlamama yönünde olmuş ki Gün’de son kararı bildiren mail geldi: “Demir, arkadaşların da fikrini sordum. Çoğunluk benim gibi düşünüyor, milliyetçi dalaşmalarda taraf olunamayacağı kanaatindeyiz. Garbis'in yazısını yayımlamakla bu aynı şey değil. Garbis senin yazına karşı bir yazı yazdı ve sonuç olarak bu fikri bir tartışmadır. Sarkis'in yazısı ise fikri bir tartışmanın ötesinde tamamen milliyetçi güdülerle yazılmış bir yazıdır. Bunu yayımlarsak buna cevaben gelen bir ermeni düşmanı faşistin yazısını da yayımlamak zorunda kalırız ki bunu hiç ama hiç istemeyiz. Ama sen aynı konuda bir yazı yazıp yollarsan seve seve basarız, diyelim ki katılmasak bile. (kaldı ki neden katılmayalım). Sevgiler. Gün” Ben de Gün’e şu cevabı verdim: “Selam Gün, Ben bunu benim yazım gibi yayınlamanı önermiştim. Yani benim yazımı sansür etmiş oldun. Bundan sonra o sitede yazmam söz konusu olamaz. Lütfen bundan sonra yazılarımı orada yayınlama. Sen yine köxüz'de yazmaya devam edebilirsin. Köxüz birisini yazar seçti mi, onun yazılarına karışmıyor. 134


Benim bakış açımdan sen ve o arkadaşlar da milliyetçi. Hem de gerici milliyetçi. Çünkü milliyetçilik tanımlarınız tam da gerici milliyetçilerin milliyetçilik tanımlarıyla aynı. Ne sen ne de danıştığın arkadaşlar yıllardır yazdıklarımı okumamışsınız belli ki. Aşağıda Sarkis için yazdıklarımın sizler için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Kendine iyi bak Demir” Burada Sarkis’in kendisine milliyetçi denmesine şaşırması vesilesiyle yazdığım ve yazının başında aktardığım yazıyı da ekledim. Gün bana bunun üzerine şu cevabı verdi: “Demir, Tutumunu doğru bilmiyorum. Sen bize yazıyı benim yazım diye yollamadın. Köxuz'ün notuyla birlikte Sarkis'in yazısı diye yolladın. Ulusal konuda milliyetçi bir savunu olmasının ötesinde bu yazı, Hocalı katliamında rol oynamış milislerde görevli alan birisinin yazısıdır ve bu bakımdan savunusunun hiçbir değeri ve ikna edici yanı yoktur. Kısacası, Sarkis'in yazısını basmakla, Topal Osman'ın yazısını basmak arasında özünde bir fark yoktur. Yazmama kararına saygı duyuyorum ama yanlış da buluyorum. Sütunlarımız sana her zaman açıktır. sevgilerimle. Gün” Ben buna önerimi tekrar alıntılayarak cevap verdim: “Gün, Aşağıda alıntı olarak önerim bulunuyor. Yani benim adıma, benim yazım olarak, ama bütünüyle alıntıdan ibaret bir yazı olarak yayınlanmasını öneriyordum. Sanırım bu kısmı da okumamışsın. Kendine iyi bak” Bunun üzerine Gün’den şu cevap geldi: “Demir, sadece şu koşulla yayımlayabiliriz. sen (koxuz'ün notunu falan bırak bir yana) bu konuda bir yazı yazarsın. Sarkis'ten de alıntılar yaparsın, o zaman olur. Katılmadığımız noktalar varsa belirterek yayımlarız. aynen Garbis'in yazısına yaptığımız gibi. madem o kadar gönüllüsün, üşenme de bir yazı yaz bu konuda. sevgiler. Gün” Ben de şu cevabı verdim: “Gün, Ben yayınlanmaması için yazmamıştım onu. Biliyorum artık yayınlamayacağınızı. Sadece hatırlatmak içindi. Ama şimdi yazdığın benim yazımın içeriğini belirleme gibi bir anlama geliyor ki, artık bu kadarına pes. 135


Demir” Buna Gün’ün cevabı şuydu: “yok canım, senin yazının içeriğini nasıl belirleyebilirim ki. sadece bu konuda bir yazı yazmanı önerdim. hiç olumlu bir sonuca varmak gibi bir niyetin yok, ben öyle anlıyorum. Politik manevra yapıyorsun gibime geliyor. yapma bunu, bırak bu eski alışkanlıkları. yazını bekliyoruz” Ben de Bunun üzerine şu cevabı verip aşağıdaki öneriyi yaptım: “Ben yazım olarak, köxüz'ün sunuşuyla birlikte Hatspanian'ın yazısını yolladım yani. Yani yazımın içeriğini böyle belirledim. Bu çok açık. Sen bana hayır öyle değil otur ayrı yaz dersen yazımın içeriğini belirlemiş olursun Gün. Bunu sen benden daha iyi bilirsin. İkincisi, politik manevra gibi bir sorunum yok. Aksine ben en azından başkalarından da köxüz'deki serbestliği beklemiştim: köxüz'de biri yazar olarak seçilince, onun ne yazacağına hiç bir şekilde karışılmazdı ve karışılmaz. Ben o siteyi de böyle sanmıştım. Yanılmışım. Neyse, bu ayrı ama bu vesileyle ben bunca malzeme birikmişken, bu olayda milliyetçilik ve yapılanın nasıl bir milliyetçilik olduğuna ilişkin bir yazı yazmak ve milliyetçilik üzerine bir tartışma başlatmayı düşünüyorum. Ama senin ve danıştığın arkadaşların cevapları özel bir yazışma olduğu için, ve onları da malzeme olarak kullanmak istediğim için, bunları yazımda kaynak olarak kullanma izni istiyorum. Yani benim isteklerim, sizin itirazlarınız vs. hepsini kamuoyu da bilecek tabii yazının akışı içinde. Hatta önce bütün bu yazışmaları belge olarak koyup sonra da bunların analizini yapmak istiyorum. Hasılı sizin itirazlarınız ve yazıya ilişkin yorumlarınız, benim yazdıklarım, Sarkis'in yazısı, Facebook'teki Haspatiyanla tartışmalar vs. hepsi üzerinden bir yazı yazmayı düşünüyorum. Bunu elbette fiktiv kişilerle de yapabilirim. bu kişi ve yazılanlar tamamen hayal mahsuludür diye de bir not da ekleyebilirim. Benim için kişilerin önemi yok, fikirler önemli. Ama sizlerin fikirlerinizin arkasında olduğunuzu düşünerek ve eğer gerçeğe uymayan bir şey varsa itiraz hakkınız da olması ve gereğinde daha rahat itiraz edebilmeniz için bu öneriyi yapıyorum. Yani eğer izin verirseniz, daha açık olur. Böylece sizlere olan eleştirilerimi kamuoyu ile paylaşmış olurum. Ve sizin görüşlerinizi temel alarak sosyalistlerdeki milliyetçiliği eleştiririm. Tabii sizler de isterseniz ayrı yazılar yazarsınız. Böylece verimli bir tartışma da başlatılabilir. Tabii sağlığım ve zamanım elverirse. Cevabını bekliyorum. Demir” Bunun üzerine Gün’den izin veren şu cevap geldi: “tabii ki seviniriz. istediğin gibi değerlendirebilirsin yazılanları da. yazını basarız. selamlar.” 136


* Okuyucuya bu yazışmaları aktardıktan sonra, bu yazışmalarda dile gelen görüşlerdeki milliyetçiliği, önermeleri tek tek analiz etmeyi düşünüyordum başlangıçta. Ama bu konuda o kadar çok yazdım ve öylesine geniş bir literatür vardır ki, içimden gelmiyordu. Kaldı ki milliyetçilere milliyetçiliğin ne olduğunu göstermenin ne kadar zor olduğunu iyi bilenlerdenim. Türklerin en ırkçı sözlere bile bizde ırkçılık yoktur diyerek başlamaları; ibzzat yukarıdaki örneklerde olduğu gibi, sosyalistlerin en milliyetçi tavırları milliyetçiliğe karşı sözler ve gerekçelerle yapmaları o kadar çok ki, insan çaresizlik içinde kalıyor. Bu nedenle, somut bir örnek üzerinden gideyim bu belki çok daha açıklayıcı olur. Benim Hamburg’ta Ermeni bir arkadaşım vardı. O da bana bir eleştiri yolladı. Ama bu sefer bir milliyetçi olmakla suçlanan bendim. Hem de Türk milliyetçilerinin hiç de sorun görmediği noktadan beni milliyetçi olmakla eleştiriyordu. Aşağıda onun bu eleştirisini ve benim ona cevabımı aktarıyorum. Bu örnek, kanımca bizlere işlemiş gerici milliyetçiliği kavramayı çok daha iyi sağlayabilir belki. Arkadaşımın bana eleştirisi şuydu: “Demir merhaba, (…) Sarkis’in yazısıyla ilgili notu okudum. Neden onun milliyetçi olduğunu ille oraya yazmaya bir ihtiyaç duyduğunu anlamadım. Köxüz'de yayımlanan diğer yazarlarla ilgili de mi milliyetçi mi değil mi diye araştırıyorsun? Veya Sarkis’in dışında hiç bir "milliyetçi" yazar bulunmuyor mu Köxüz sitesinde? Yani bir milliyetçi Ermeni’ye özel mir muamele mi var? Aslında bir not yazman iyi ve yazdıkların da çok doğru. Sadece o "milliyetçidir ama neyse iyi biri..." hiç yazmasaydın daha iyi olurdu. Tamam, Sarkis'de ulusal duygu var. Kabul edelim. Ama kimde yok ki? Sen de biraz Etyen gibi bir "milliyetçi" - "milliyetçi değil" ayrımı yapıyorsun. Hoşuna gitmez bu benzetme ama bana böyle geliyor. Etyen de beğenmediği herkesi "milliyetçi"likle suçluyor. Belki de korkuyor ki Türkler onu "milliyetçi" Ermeni olarak görürler. Hocalı üzerine de şunu görmek lazım: Türkiye'de herkes hemfikir. Agos'tan, Eyten'den, Liberallerden, Solcusu, Sağcısı herkes diyor ki Hocalı da Ermeniler Azerileri katletti! Hiç biri kalkıp da senin notunda yazdığın gibi cesaret edip de der mi "yahu hele bir araştıralım bakalim 20 yıl önce orada neler olmuş, ne gibi kanıt var vs.." Hiç biri bir şey bilmediği halde "Hocalı Katliamı" (diye) bağrıyor. Ermeni de, çünkü nasıl desin ki orada "katliam olmadı". Mümkün değil! Hrant'ın durumundan daha da kötüsüne düşer. Liberal-Solcu kesim de "Hocalı da Katliam olmadı" der mi? Veya bir sorgu işareti en azından koyar mı? Hayır! Nasıl da Ermeni soykırım dersiniz de Hocalı da katliam oldu mu olmadı mı sorarsınız! Yani durum Türkiye’de böyle.

137


Dışarda da aynı. Almanya'da hangi Türk (demokrat-solcu) 20 yıl önce neler olduğunu biliyor? Bilmeyenin de "Katliam oldu" demesi garip değil mi? Nasıl Ermeni soykırımı üzerine hiç bilgileri olmadığı halde "soykırım oldu" diyorlar ya Hocalı’da da aynısı. Nedeni de açık. Sen duydun veya okudum mu Revanduz (Kürdistan'da bir şehir) da 1916 de Ermeniler 5000 Kürt’ü katletmiş? O zaman şehri Rus birlikleri ele geçirmiş ve onunla birlikte Ermeniler de gelmiş ve 5000 Kürdü vahşice katletmiş! Bunu Naci Kutlay yazıyor. Sen inanıyor musun? Yani Halapçe boyutunda bir katliam işlemişler Ermeniler Revanduz’da. 500 değil 5000 kadın, çoluk çocuk Ermeniler vadiye atmış! İnanıyor musun?” Bu eleştiriye yazdığım cevap da şuydu. “Merhaba …, (…) Eleştirine gelince, soyut olarak haklısın derim. Ama somut olarak öyle değil. Köxüz'ün yazarlarının da milliyetçi olduğunu, Türklerin sosyalistlerinin de milliyetçi olduğunu, keza Marks’ların falan da milliyetçi olduğunu yazdığım için sık sık, eğer öyle bir not düşmeden yayınlarsam benim Sarkis'in yazısını sosyalist bir yazı olarak yayınladığımı düşüneceklerinden (çünkü bu eleştiriyle çok sık karşılaşıyorum) öyle bir not koydum. Köxüz’deki diğer yazıları da milliyetçi olmalarına rağmen yayınladığımı da belirttiğim için (bunu bir çok kereler yazdım) pek fazla düşünmeden koydum. Ayrıca Sarkis'in milliyetçiliği (Ki o buna yurtseverlik diyor ve ben bunları ayırmıyorum. Bunu da kitabımda yazmıştım) kötü görmediğini bildiğim için bir sorun görmedim. Ama yine de, Sarkis'in Ermeni olması dolayısıyla daha da hassas davranıp böyle bir not koymamam gerekirdi sanırım. Yani bir pozitif ayrımcılık yapmam gerekirdi. Bu anlamda, pozitif bir ayrımcılık yapmadığım ve bunun yanlış olduğu anlamında, eleştirini kabul ediyorum. Öte yandan ben milliyetçi derken, yazıyı okuduysan göreceğin gibi, çok farklı şey kastediyorum: Ulusal olanla politik olanın çakışmasını savunmaktır milliyetçilik benim dilimde. Bunu da bu anlamda son yıllarda kullanmaya alıştığımdan biraz da bunun verdiği rahatlıkla yazmış da olabilir ve böyle hassasiyet göstermemiş olabilirim. Aslında ben Hocalı hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Türklerin ne dediğini de bilmiyordum. Hatta son günlere kadar adını bile duymamıştım. İlk kez konuyu Sarkis'in yazısından öğrendim. Konu hakkında hiç bir şey bilmememe rağmen, kimsenin o yazıyı yayınlamayacağını tahmin ettiğimden, Sarkis'in anlattıklarını temel alarak bir tartışma başlatmayı denedim. Ben daha önce de eski Köxüz sitesinde, Sarkis'in hapisteyken yazdığı yazıları yayınladım. Daha sonra -elimde delil yok ama şahsi kanaatim budur - site sanırım, bu yazılar nedeniyle, özellikle de muhtemelen Ekmekciyanla ilgili yazı nedeniyle Türkiye'de yasaklandı ve girilemiyor. Bu nedenle de sitenin adresini org'tan net'e aktardık. Yine Sarkis'in yazısı nedeniyle bu sitenin de yine yasaklanacağını düşünüyorum. Bu ara sanırım saldırılar da oluyor. 138


Sarkis'in yazısının içeriği hakkında bir şey söyleyecek bir kesin bilgim de olmadığından (Şahsi kanaatim Sarkis'in anlattıklarının büyük ölçüde ve esas olarak doğru olduğudur, ama bu benim kanaatim, gerçekten konuyu bilmiyorum.) ama öte yandan bu yazının yayınlanması gerektiğini düşündüğümden o notu koydum. Yoksa ben de biliyorum kimsenin fikrinin değişmeyeceğini. Ve emin ol sağlık ve bürokrasi sorunlarından hala vakit bulup da konuyu inceleyebilmiş değilim. Öte yandan o notu koyarak, konuyu tartışmaya açmanın daha kolay olacağını da düşündüm. Yani birileri yalan yanlış cevap bile verseydi, konunun tartışılmasının kendisi başlı başına bir ilerleme olurdu. Yani bir bakıma ileri sıçrayabilmek için bir gerileme, hız alma, cepheyi genişletme taktiğinin bir parçası olarak da algılamanı ve bu kaygımın asıl belirleyici olduğunu, bu kaygımın bir bakıma pozitif ayrımcılık yapmamı gölgelediğini görmeni dilerim. Bu yönde girişimim de oldu. Ama başaramadım. Ama bu başarısızlığı konu ederek yine de konuyu tekrar gündeme alma çabasına devam etmeyi düşünüyorum zamanım ve imkanım olursa. Özetle şöyle. Gün Zileli, bir site açmıştı ve benden yazı istemişti. Ben de yazı yazamayacağımı ama yazılarımı alıp yayınlayabileceğimi söylemiştim. Bir yazımı da yayınlamıştı. Gün kendine anarşist diyen bir Türk milliyetçisi bence. Gün'e Sarkis'in yazısını yayınlamasını önerdim: Milliyetçi diye kabul etmedi. O Zaman benim yazım olarak yayınla dedim yine kabul etmedi ve ben de onlara artık sitelerinde yazmayacağımı söyledim. Ama bütün bunları, yani Sarkis'in eleştirisi ve cevabım ile Gün ile yazışmaları ele alan bir yazı yazıp Türkiye'nin sol ortamını bu tartışmanın içine çekmeyi ve bu vesileyle Sarkis'in yazısını da tekrar gündeme getirmeyi düşünüyorum. Hem de bu vesileyle Türk solcularının milliyetçiliğiyle mücadeleyi. (…) Sen de, benim egemen ve hastalıklı ulustan bir insan olarak, onun içinde insanları bir tartışmaya çekebilmek için yaptıklarımı naiflik olarak görme lütfen. Aksi takdirde herkes kendi içinde ve dünyasında kalır. Kendine iyi bak. (…) Selam ve sevgiler Demir” İşte aşağıdaki eklerde ve yukarıdaki satırlarda yapmaya çalıştığım budur. 21 Nisan 2012 Cumartesi Demir Küçükaydın http://demirden-kapilar.blogspot.com/ http://www.akintiya-karsi.org/koxuz http://koxuz.net/anasayfa/ 139


* Ek 1: 26-27 şubat 1992: «Hocalı Katliamı» Yalanının Anatomisi !

Sarkis Hatspanian ”Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi !” Can Yücel 1918’den beri Azerilerle Ermeniler arasında varolan anlaşmazlığı silahlı mukavemete vardıran ilk adım, 12 şubat.1988’de Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi Sovyet Parlamentosu’nun, Sovyet Sosyalist Ermenistan Cumhuriyeti Parlamentosu’na yaptığı «BİRLEŞME» isteğinin birkaç gün sonra dönemin politik merkezi Sovyet Prezidyumu’na Moskova’da yapılan resmi başvuruyla atıldı denilebilir. 1923’ten beri Sovyet Sosyalist Azerbaycan Cumhuriyeti’ne bağlı, fakat o yıllarda toplumunun % 95’i, 1989 nüfus sayımındaysa % 75’ine yakını etnik Ermeni olan Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi politik yönetimi, bu başvuruyla «ulusların kendi kaderini özgürce kendileri tayin etme hakkından» yararlanarak, artık Azerbaycan’a bağlı olarak yaşamak istemediğini resmen belirtmiş oluyordu. SSCB’nin çöküşünü hızlandıran en güçlü hak ve halk hareketinin yaratılmasıyla tarihe imzasını atan Karabağ Ermeniliği, bu sancılı ulusal soruna Sovyet anayasasına harfi harfine uyan hukuki-politik bir çözüm aramaktayken, 20.şubat.1988 günü başkent Stepanakert’te yapılan ve neredeyse halkının tüm katmanlarının görülmemiş katılımıyla gerçekleştirilen yığınsal mitinge cevap olarak Azerbaycan’ın ırkçı-faşistleri 27.şubat.1988 günü Hazar denizi kıyısındaki endüstriyel Sumgait şehrinde yaşayan Ermenileri hedef alan kanlı saldırılarda bulunarak, Sovyet yönetiminin suçlu sessizliğinden yararlanarak üç gün süren bir pogromla cevap vermeyi yeğlemişlerdi. Hak arama amaçlı pasiv bir mitingine cevaben vuku bulan Sumgait katliamında onlarca Ermeni insanı vahşice öldürüldü, 600’e yakın insan ağır yaralandı, yüzlerce kadın tecavüze uğradı. Sumgait katliamının akabinde, Sovyet Azerbaycanı’nın değişik şehirlerinde yaşayan Ermenilere karşı aynı türde kanlı saldırılarda bulunulması sonrası (bunlardan en önemlileri başkent Bakü ve ikinci büyük şehir Kirovabat’da yapılanlardır), 1989 ve 1990 yıllarında yaklaşık yarım milyon Ermeni, mal ve can güvenliği bulunmadığından Ermenistan’a göç etmek zorunda bırakılmıştı. Ancak Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’nde yaşayan Ermeniler binyıllardır üzerinde yaşadıkları atatopraklarından uzaklaşmayı kabul etmediklerinden, Bakü tarafından düzenlenen ve giderek daha da vahşi boyutlara vardırılan baltalı-bıçaklı barbarca saldırılarına karşı halkın mal ve can güvenliğini, yani insanca yaşam hakkını savunma amacıyla artık bir direniş hareketinin örgütlenmesi ihtiyacını karşılama çabasına girişmişti. 1990 ilkbaharında temelli olarak yerleştiğim Sovyet Ermenistanı’nda komşu Sovyet Azerbaycanı’nda yaşam güvenliği bulunmadığından zorla yerinden-yurdundan edilmiş yüzbinlerce Ermeni göçmenin acısıyla yüz yüze gelip, sülalemin Der-Zor artığı yaşlılarının 1915 ile ilgili anlattıklarını kendi gözlerimle görme bahtsızlığını da yaşamıştım. 1988 aralığında yaşanan deprem felaketinin ardından, şimdi de hemen hergün Dağlık Karabağ’ın şu 140


veya bu Ermeni köyünde, 24 saat sürekli baskı ve korku altında yaşamaktansa, insanca özgür bir yaşamı yeğlemek dışında başka da hiç bir suçu olmayan 150 binden fazla masum insana karşı yapılan taşlı, baltalı, kılıçlı saldırılarda kaydedilen kayıplara maruz kalmayı sineye çekerek, ortaçağ barbarlığını aratmayan facianın neredeyse günlük bir yaşam tarzına dönüşmesine DUR demek için hem Ermenistan, hem de Karabağ’daki Ermeniliğin «1915:Bir daha asla» ortak hafızasının yeniden canlanması ve ulusal bir uyanışın şafağını hatırlatan o günlerde, biri birinin ardından, kendiliğinden organize edilen, gönüllü paramiliter direniş grupları oluşmaya başlamıştı. Komutanlığını Radyo-Fizik dalında pek namlı bir bilim adamı olan ve dedeleri Kars göçmeni değerli insan Leonide Azgaldian’ın üstlendiği, «Kurtuluş Ordusu» adlı, yaklaşık yüz kişiden oluşan bir grubun gönüllü askerlerinden biri de ben oldum. 1988 kışından başlamak üzere, 1992 kışına kadar geçen tam dört yıllık dönemde neredeyse tek taraflı Azeri saldırılarına maruz kalan Karabağ Ermenileri, sivil toplumun yaşam hakkını savunma amacıyla kurulan bu gönüllü grupların varlığı ve desteğiyle yalnız olmadığını görüp, kardeşçe dayanışmadan moral destek ve güç alarak kendi savunmasını da örgütlemeye başlamıştı. Benim de içinde bulunduğum grup Karabağ’ın en kuzeyinde adını tarihte önemli bir figür olan ve «Kafkasların Lenin’i» olarak tanınan Stepan Şahumyan’dan alan (Dağlık Karabağ’ın başkenti 60 bin nüfuslu Stepanakert de bu yiğit komünistin adını taşımaktadır) ŞAHUMYAN bölgesinde bulunmaktaydı. Orada sadece altı ay gibi kısa bir zamanda Azat, Kamo, Getaşen, Mardunaşen adlı köy ve kentleri Ermeni köylerini kuşatma altına alıp, Ermeni olmak dışında başkaca bir suçu olmayan binlerce insanın silahlı saldırılara nasıl yiğitçe direnmekte olduğunu gördüğüm halde, bölgedeki Sovyet askeri birliklerinin yandaşlığından yararlanarak, tankı-topu olan karşı güçlere karşı ne kadar çaresiz ve umutsuz bir kavga verdiğinin de şahidi oldum. Adını verdiğim bu köyler gibi daha onlarca Ermeni köyü çok kısa bir zaman zarfında binyıllık sahiplerinden boşaltılarak, yaklaşık 40 bin insanın Şahumyan bölgesinden zoraki göçe maruz bırakılma, -kelimelerle anlatılması çok zor- acısını da onların çok uzaklardan gelen bir soydaşı, aslında kader ortağı olarak günbegün yaşadım. Dağlık Karabağ denilen bölgenin bir ada misali, dört tarafı dıştan zaten Azerilerle çevrili olması yetmiyormuş gibi, içerisi de başta başkenti Stepanakert olmak üzere tüm diğer şehirleri ve önemli kavşak durumunda, stratejik değerdeki hemen tüm yollar mutlaka Azeri nüfusa sahip yerleşim bölgelerinden oluşuyordu. Hocalı denilen yer de Karabağ’ın küçük ama tek havaalanına yapışık küçücük bir köyken 1988-1992 arasındaki kısacık bir zaman zarfında, (buna Azerilerle hiç bir ilgisi olmayan ve orta Asya cumhuriyetlerinden “cennetlik iyi yaşam şartları” sözleriyle kandırılarak temelli göç davetine tabi tutulup kandırılan Meskhetler de dahil olmak üzere) Kuzey Kıbrıs misali, dışarıdan binlerce insanın getirilip yerleştirildiği bir kasabaya dönüştürülen ve Bakü tarafından ileride Karabağ’ın yeni başkenti yapılması arzulanan yerdi. Hocalı, aynı zamanda sadece Ermenilerin yaşadığı başkent Stepanakert’i Şuşi ile beraber iki taraftan abluka altına alarak yerle bir etmeyi öngören haince bir planın aylardan beri gerçekleştirilmesinin merkezi iniydi de !… Ben 1991-1992 arası iki kez Hocalı’dan arabayla geçmiş biri olarak etraf-tarafta başka da hiçbir yerde görmemiş olduğum çaplarda gerçekleştirilen inanılmaz bir inşaat çalışmasının da 141


şahidi olmuştum, çevre köylerdeki Ermeniler “orada gece-gündüz hiç durmadan çalışıp yeni binalar yapıldığını” anlatırken kendileri için hazırlandığı besbelli bu mezar kazıcılarının giderek çoğalmasından haklı olarak dehşete kapılıyorlardı. Niyet, sözüm meclisten dışarı, «aptala bile malum olan» cinstendi, HOCALI çok yoğun bir Ermeni nüfusun yaşadığı Stepanakert’in celladı olmaya hazırlanıyordu ve bu durum zaten 1991 sonbaharından 1992 kışına dek başkent Stepanakert’in her gün Şuşi ve Hocalı’dan bombardıman altına alınarak tüm halkın korku içerisinde bodrum katlarına sığınarak yaşamaya zorlandığı yıllara mukabil ettiğinden reddedilmez bir gerçek olarak gün gibi ortada duruyordu. Karabağ Ermenilerinin başlattığı özgürlük hareketinin başarıya ulaşması için Hocalı ve Şuşi’de yığılan askeri cephane ve savaş gücü mutlaka bertaraf edilmeliydi ve ben bu amaca sadece üç aylık bir hazırlık sonrası dört ay gibi kısa bir zaman içerisinde ulaşılmasının iahitlerinden oldum. 1992 yılının, 26 şubatını 27’sine bağlayan gece Hocalı, 8 mayısı 9’una bağlayan sabahı da Şuşi, Ermeni gönüllü birliklerince kurtarıldı. Bu anlatımımı, o zaman zarfında Dağlık Karabağ Özerk Bölgesinde yaşanan durumun Polaroid bir fotoğrafı olarak resmetmenizi öneririm. Ancak, durumun çok daha iyi anlaşılması için o zaman Azerbaycan’da birkaç yıldan beri gövde gösterisinde bulunan, ırkçı-faşist Halk Cephesi örgütünün kafatasçı başı Ebülfez Aliev (Elçibey) adlı bir Adolf Hitler benzerinin “T.C.” destekli bir darbe girişiminin hazırlıklarını bitirmekte olduğunu da görmek zorundayız. 1988 kışından beri Azerbaycan’ın yığınsal Ermeni nüfusa sahip değişik şehir ve köylerinde her tür saldırı ve katliamı gerçekleştirerek, lafta bile olsa “70 yıl boyunca sosyalist geçinen” bir yönetim zamanında sadece “dostlar alışverişte görsün” diye büfe vitrininde bulundurulan kullanılmaz eşya misali varolan içeriği boşaltılmış «YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ» türü ajitasyon ve propagandasından bile payını alamamış, karanlık ortaçağ cahillerinin seviyesinde kalakalmış, ırkçı-faşist ideolojinin arkasına takılmaya hazır bir toplum içerisinde, “yağmur sonrası bitiveren mantar gibi” etraf-tarafta bitmeyi başaranların aslında kimler olduğunun iyice anlaşılması gerekiyor. Ankara tarafından beslenen bu insanlık düşmanı faşist ideoloji yandaşlarının, Bakü’deki komünist etiketli politik yönetimi devirmeleri için gerekli her türlü sinsi planın bir değil muhtemel birkaç varyasyonlarından biri çerçevesinde gerçekleştirilmesi amacıyla varedilmek istenen yalanların en kuyruklusu «Hocalı katliamı» denen olayda üstlendiği başrolün bilinipbellenmesi ve iyice anlaşılması çok ama çok önemlidir. Siyasal erki elde etmeye hazırlanan bu ırkçı-faşist örgütlenmenin toplum gözünde meşruluk ve güven kazanması için anlı-şanlı Goebels faşistinin «Yalan söyle, bir daha söyle, daha da inanılmazını söyle ve yay, yayabildiğin kadar yay, yalanının izi mutlaka kalır» diye bildiğimiz ve dünyayı ne tür bir felakete sürüklediği hepimizce malüm denenmiş bu yönteminin “OLMAZSA OLMAZI” olmaya aday bir vukuatın olması, gerçekleşmesi gerekiyordu. Bu olay için hemen her şartın oluşturulduğu en uygun yerin, yani çekilmesi gereken film için planlanan sahneler için en ideal mekanın Hocalı olması aslında hiç de tesadüfi falan değil, iyice düşünülerek seçilmişti. Hocalı’nın geçmişinde onyıllığına bile olsa üzerinde yaşayan yerli bir halkı olmadığı gibi, şimdiki “sakinlerinin” sadece son birbuçuk-iki sene zarfında Orta Asya cumhuriyetlerinden 142


getirilip oraya yerleştirilen Meskhet toplumundan oluşuyor olması, gerçekleştirilmesine hazırlanılan plan için aslında “bulunmaz Hint kumaşıydı” ! 1991 ağustos sonu, kaşarlı faşist Ebulfez ALİEV (Elçibey)’in doğum yeri olan Nakhiçevan’ın Ordubat kentinden getirilme, kendisine en sadık ALİEVLER aşiretinin, “T.C.” ordusu subaylarınca üç aylık özel komando eğitimlerinden geçirilerek “alıştırılma Bozkurtlarından” 500’ün üzerinde fanatik iki grubunun, Hocalı ve Şuşi’ye yerleştirilmesiyle başlatılan “İKTİDARA DOĞRU İLK ADIM” operasyonu, kasım ayından şubat sonuna kadar Karabağ’ın başkentini tam dört ay boyunca bombardıman ateşine tutmasıyla, yaklaşık 60 bin Ermeni insanını sürekli abluka altında yaşamaya mecbur etmişti. Başkent halkının herhangi bir yere kıpırdayabilme olanağı yoktu, elektrik, su, en temel gıda maddeleri, tuz, şeker ve en önemlisi ilaç sıkıntısının had safhaya ulaşmış olduğu halde, total abluka altında yaşam savaşı veren bu insanlara yavaş soykırım tatbik edilirken, «SU BAŞINI DEVLER TUTMUŞ» olduğundan, kuzey ve güneye giden tüm yollar Hocalı ve Şuşi’den geçmek anlamına geldiğinden kullanılamaz hale getirilmişti. Baharda yapılması planlanan büyük taarruz planlarını Ulusal Cephe’nin Bozkurtları adına bizzat yönetmek için Azerbaycan’ın üçüncü büyük şehri olan Karabağ’a yapışık Hocalı’dan sadece on kilometre uzaklıkta bulunan Ağdam şehrine üs kuran Ebulfez Aliev Elçibey, “T.C.”-nin hafif eliyle, oraya olağanüstü çaplarda askeri teçhizat ve cephane yığılmasını da örgütleyebilmişti. Eğer herşey planlandığı gibi gerçekleştirilecek olsa «bir taşla iki kuş vurulacak», Karabağ Ermenileri kan ve ateş içerisinde yok edilirken, Bakü’de iktidar «tereyağından kıl çekercesine» bir kolaylıkla, ırkçı-faşistlerin eline geçecekti. Elçibey, iktidara giden yolun Hocalı-Ağdam’dan geçtiğiyle ilgili rüyasını gerçekleştirmek için tüm hazırlıklarını tamamlamış olduğundan, 20 şubattan itibaren Stepanakert’e yapılan Alazan tipi uzun menzilli roket saldırıları, 24 saatlik yoğunlukla hiç durmaksızın sürdürülmekteydi. Eğer panturancı Elçibey’in kafatasçı planları, yani korkunç rüyası gerçekleşebilseydi, ardından her fırsatta bas-bas bağırılan «Bir millet, iki devlet» yerine “T.C.” ile tek vücut, yani «Bir millet, bir devlet» olduklarını beyan etmesi gelecekti ! Sovyetler Birliği’ne saldıran Alman faşistlerinin 1941 eylülünde başlatılarak 1944’ün ocak ayı sonuna kadar abluka altında tuttuğu Leningrad şehri halkının yiğit direnişini daha okul sıralarından bilen Stepanakert şehri ve civarındaki 20’den fazla köyde yaşayan Ermenilerin, 4 aydan fazla bir zaman akılalmaz zorluklara göğüs gererek dayanmaya çalıştıkları gayr-ı insani bu faşist karakterli ablukayı kırıp, planlanan vahşetten kurtulabilmeleri için yapılacak tek şey, maruz kaldıkları saldırı ateşlerinin ocaklarını söndürmek, her ne pahasına olursa olsun tehlikeyi bertaraf etmekti. Hocalı’da, çoğunluğu Orta Asya’dan getirilme Meskhet göçmenler olmak üzere yaklaşık olarak 2 bin civarında sivil insan ve 600’ün üstünde muhalif Ebulfez Elçibey’in emrindeki Azeri faşistleri bulunmaktaydı. Ermenilerin hazırlandığı kurtuluş operasyonuna katılacak tüm gönüllü birliklerindeki insan sayısı 500’ü bile bulmazken, ellerindeki otomatik tüfeklerle, gerekenin de çok altında kurşun ve cephane yetersizliği sıkıntısından duydukları başka da tasaları yoktu. 24 şubat gecesi bir kolu Stepanakert, diğer kolu Baluca yakınlarından Hocalı’ya giden iki yol üzerindeki kontrolü ellerine geçiren Ermeni gönüllü grupları, aynı 143


zamanda kuzeyden Askeran’dan Ağdam’a giden yolun Azeriler tarafından kullanılmasını da engellemeyi başarmışlardı. Ermenilerin bu kadar az insanla bir karşı atağa geçip, Hocalı’yı neredeyse ablukaya alan bir kuşatmayı becermelerinden paniğe kapılan halk, aylardan beri kendilerinin Stepanakert ve civarı Ermeniliğine uyguladığı kuşatmanın bir benzerine uğramaktan korktukları için köyden uzaklaşmak ve bir an evvel Ağdam’a ulaşmak için alelacele kamyon ve otobüslere doluşmaya başlamıştı bile !… Sivil halkın korkup paniğe kapılarak Hocalı’yı terketmek istemesinden rahatsız olan Elçibey’in Halk Cephesi’ne ait askeri mangaları, köyden dışarı çıkan dört yol ağzına barikatlarla kurmuş, Ermenilere karşı “kutsal cihada” katılmaktan korkanları alenen kendilerinin infaz edip öldürecekleri tehdidinde bulunup, korkutmaya çalışmışlardı. 25 şubat günü, Ermeni güçleri radyo telsizlerle sürekli olarak Hocalı’da kent sorumlusu yöneticiler ve silahlı grup şefleriyle görüşüyor ve “Sivil halkın sorunsuz olarak şehri terkederek Ağdam’a gitmeleri gerektiği ve bunun için insani bir koridorun açık olduğunu” bildirdikleri halde, karşılığında hakaret ve küfürler duyuyorlardı. Bir taraftan Ermeni güçlerinin ardı arkası kesilmeyen üstelemesiyle, tüm gün boyunca süren görüşmelerde masum insanların kirli savaş nedeniyle mağdur olmasını engelleme yönlü hümanist çabalardaki ısrarı, diğer taraftan aynı zamanda Azerbaycan Parlamentosunda milletvekili de olan Hocalı belediye başkanı Elman Mamedov’un sağduyulu davranma kararlılığı sayesinde, beklenen sonuca ulaşılmıştı. Himayesi altında bulunan sivil halkın can güvenliğiyle ilgili kaygıları sonucu, Bakü’deki merkezi yönetimle ilişkiye girmesinin akabinde, Stepanakert’in önerdiği insani koridordan yararlanılarak sivil halkın kenti terketmeye hazırlanmasında mutabık kalınmıştı. Bakü’deki yönetimin Ermenilerin insani teklifini büyük bir sağduyu ile olumlu ve hümanist bir adım olarak değerlendirerek, Hocalı sakinlerinin kenti terketmesine karar kılınmasına kudurduğu için, sinsi planlarının suya düştüğünü hisseden merkezi yönetim düşmanı muhalif Halk Cephesi’nin ırkçı-faşist militanlarınca silahlandırılan gözü dönmüş fanatikler, gruplar halinde Hocalı sakinlerini encide eden, kışkırtma ve provokasyonlara başvuruyorlardı. Bu esnada Ağdam’da bulunan askeri komutanlıkta görevli bazı üst subayların emirlerine de karşı gelip, itaatsizlik gösteren bu kesimle, halktan insanlar arasında ciddi sorunlar yaşanmış ve halka gözdağı verme kararlısı bu fanatikler zavallı köylülerden kendilerine karşı koymaya cesaret eden birkaç insanı, herkesin gözü önünde kurşunlayarak delik-deşik edip, güç gösterisinde bulunmuşlardı. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, 26 şubat günü onlarca kamyon, otobüs, minibüs ve otomobillerle çoğunluğu yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşan birkaç yüz insanın bulunduğu konvoy, Hocalı’dan kuzeyde Ermenilerin Askeran kentinden geçen otoyolunu rahatça kullanarak, yani Ermenilerce bırakılan insani koridordan yararlanarak, Azerilerin ikamet ettiği Ağdam’a ulaşmıştı. Bir gece öncesindeyse, ellerinde beyaz bayraklar taşıyan küçük gruplar halinde yaklaşık kırk kadar Meskhet ve Azeri, Baluca keni tarafındaki tepelerde siperlenmiş Ermeni savunma güçlerine gönüllü olarak teslim olmayı tercih etmiş, Şuşi veya Ağdam’a nakledilmek istediklerini bildirmişlerdi (Stepanakert’e ulaştığım 28.şubat.1992 günü, bu «gönüllü esirlerden» altısıyla şahsen tanışma ve görüşme imkanına sahip olmuş ve 3 mart 144


günü onların da içinde bulunduğu 34 kişilik bir grup insanın Ağdam’a yollanmasının şahidi de olmuştum). 26 şubat sabahı şafak vakti, Hocalı’daki fanatik silahlı grupların Ağdam’a doğru kuşatmayı yarma amacıyla beklenmedik bir saldırıya geçmesine karşılık veren Ermeni özsavunma güçleri ağır kayıplar verdikleri halde, yardıma gelen diğer gönüllü birimlerin de yardımıyla kentin kuzey mahallelerinden birini ele geçirebilmişlerdi. Beklenmedik bu haber her iki tarafı da şaşkınlık içerisinde bıraksa bile, Azerilerden sayıca çok az olan Ermeni gönüllüler için bu başarı büyük bir moral kaynağı olmuştu. Stepanakert’teki askeri özsavunma komitesi, Bakü ve Ağdam’daki devlet yöneticileriyle yeniden ilişkiye girerek, «sivil halkın insani koridordan yararlanarak kenti acilen terketmesi koşulunun hemen yerine getirilmemesi halinde, askeri operasyon gerçekleştirileceğini ve masum halktan olası can kaybı için Azerbaycan tarafının sorumlu olacağını» bildirmiş, hatta Hocalı’nın boşaltılması için «köye yapışık havaalanından yararlanılması, halkın helikopter ve uçaklarla taşınması» önerisinde bile bulunmuştu. Tam dört yıldan beri Azerbaycan ve Karabağ Ermenilerine karşı tek taraflı barbarca saldırılarda bulunmuş Azerbaycan iktidarına yapılan bu uyarıdan sadece dakikalar sonra, Stepanakert şehri güneyden Şuşi, kuzeyden Hocalı olmak üzere aralıksız dört saat süren uzun menzilli roketli saldırı ve top atışına tutulmuştu. Stepanakert’te askeri operasyonları koordine eden merkezi ÖZSAVUNMA KOMİTESİ, üç saat boyunca radyo yayını ve telsizlerle Hocalı’ya taarruzun başlayacağı haberinin olası tüm adreslere bildirilmesinin hemen ardından da saldırıya geçme emrini alan hal-i hazır bekleyen Ermeni gönüllü birlikleri Hocalı’nın kurtuluşu için üç yönden eyleme geçmişlerdi. Kentin en doğusundaki dördüncü yön istikametinde bekleyen birliklerin orada sadece sivil halk için bırakılan insani koridorun denetim altında tutulmasını sağlamak görevi olduğundan, bu operasyona katılması özel bir emirle engellenmişti. 26 şubat akşam saatlerine doğru, köyden çıkarak asfalt yol yerine, köyün hemen yanından geçen çayın öte yanındaki eski toprak yoldan Ağdam’a doğru yollanan binden fazla sivil insanın Hocalı’dan ayrılmakta olduğu haberinin alındığı andan başlamak üzere sadece 9 saat sonra, yani 27 şubat sabahının ilk saatlerinde, köyün en doğusundaki mahallesi dışında hemen tümü Ermeni güçlerinin eline geçmişti. Günün aydınlanmasıyla Azeri tarafının bire beş fazla kayıp verdiği ve insan kaybının 60 civarında olduğu ancak öğle saatlerinde öğrenilebilmişti. Ermeni tarafından değişik ağırlıkta elliye yakın yaralı varken, Azeri tarafındaki yaralı sayısının bilinmemesi, onların son barınağı olan Hocalı’nın doğu mahallesine sığınmış olmalarıyla açıklanabilirdi. Başarılı geçen askeri operasyonun ardından Stepanakert’ten edinilen yeni bir emirle Hocalı doğu mahallesinin sadece ses bombalarıyla taciz edilmesi sayesinde kalanları kaçmaya teşvik etmeye paralel olarak, köye getirilen bir kamyona yerleştirilen hoparlörle, evlerin bodrumlarına sığınmış, korku içerisinde ölümü beklemekte olan masum insanlara, Azerice ve Rusça «bir gün evvel köyü terkedenlerin güvenlik içerisinde Ağdam’a ulaştıkları» söyleniyor ve «bu bilgiyi doğrulamak için Ağdam’dakilerle telefon bağlantısı kurmaları ve gereksiz yere insan kaybına sebep olmamak için köyü acilen terketmeleri» telkin ediliyordu. Ne iyi ki bu propaganda arzulanan meyvesini vermiş ve artık Halk Cephesi’ne ait silahlı cengaverlerin tehditlerine kulak vermeyip, onlara isyan eden 145


köylüler, ellerine geçirdikleri telsizlerle doğrudan Ermenilerle bağlanıp, «önümüzdeki 12 saat için ateşkes yapılması halinde köyde kalanların toplu halde Ağdam’a gideceklerini» belirtilmişti. Bu görüşmelerden sadece bir saat kadar sonra da, Hocalı’nın doğu mahallesine sığınmış olan bu insanlar kendilerinden bir gün evvel, çayın öte tarafındaki eski toprak yolu tercih ederek Orta Asya’dan jkandırılarak getirildikleri bu uğursuz yeri, bir daha geri dönmemek üzere terketmişlerdi. Bu askeri operasyon sonrası HOCALI köyünden çıkan akılalmaz çaplardaki askeri techizat ve cephane sayesinde, Karabağ Direniş Birliklerinin kurulabilmiş olduğunu neredeyse bir itiraf olarak ifade ederken, Merkezi ÖZSAVUNMA KOMİTESİ’nin o günden sadece 2,5 ay sonra, ele geçirilmesi imkansız sayılan kale şehir Şuşi’yi, 8.mayıs.1992’de akılları durduran bir operasyonla kurtarmasını belirtmek de övgüye değer olmasının yanında çok yerindedir. Bu bağlamda, günümüze dek varolan Dağlık Karabağ Savunma Kuvvetlerinin «asıl kurucusu o dönemde Bakü’deki politik iktidara karşı muhalif olan Halk Cephesi adlı o ırkçı-faşist harekettir» demeye kalksak çok yanılmış olmayız sanıyorum… Hocalı askeri operasyonunun hikayesi işte bundan ibaret olup, Ermeniler açısından düzenli bir savunma ordusu kurulmasının da en önemli temelini teşkil etme özelliğine sahip olmasından dolayı bir o kadar da öğreticidir ! Burada, kısa bir parantez açarak 27 şubat sonrası, Hocalı dışında vuku bulan vahşetten de kısa olarak bahsetmek gerekir düşüncesindeyim, çünkü, 20 yıldan beri Azerbaycan tarafından tüm dünyaya söylenen modern tarihin herhalde en kuyruklu yalanlarından birinin uydurulmasına sebep teşkil eden bu sahtekarlığın temeli, işte o zaman ve Ağdam yakınlarında Azeri askeri güçlerinin kontrolü altında bulunan tepelere kazılı çukurlarda atılmış olduğunu, elini vicdanına koymayı becerebilen her insanın öğrenmesi ve bilmesi bir insanlık görevidir düşüncesinin de inatçı bir savunucusuyum. Bence, tırnak içerisine alarak bahsedilmesi gereken «Hocalı Katliamı» ile ilgili günümüze kadar tüm dünyaya sözümona reddedilmez ispat olarak gösterilen her çeşit fotoğraf ve video filmlerinde görülen en primitif türden bir zaman ve mekan uyuşmazlığı dışında, bahsedilen katliamın mağduru olarak gösterilen kurbanların bazen Hocalı’dan binlerce kilometre ötedeki Bosna, bazen biraz daha yakında bulunan Van, bazen Kosovo, bazen de dünyanın başka bir ülkesinde vuku bulan çatışmalar, doğal afet veya başka bir insani felaketten kopyalanan “Copy-Paste”, yani «KOPYALAYAPIŞTIR» metoduyla sunulmaya yeltenilen bir yutturmacadan başka birşey olmamasının traji-komikliği bile, o haltı yiyenler tarafından örnek alınan tek değerin, 1933-1945 faşist Almanya’sında Hitler’in yamağı, Halkın Eğitimi ve Propaganda’dan sorumlu Bakanı, totaliter rejimler arası kıyaslamada dahi, dünyanın gelmiş-geçmiş en büyük halk yığınlarının nasıl manipülasyona uğratılması konusunda BİR NUMARALI uzmanı, ne duyulmuş-ne de görülmüş olan her türden demagojilerin «eline su dökülmez» ustası olarak bilinen, Dr. Paul Joseph GOEBBELS olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Tarihin çöplüğünü intihar ederek çoktan boylamış olan insanlık düşmanı bu faşistin, «Yalan söyle, tekrarla ve yay… izi kalır mutlaka !» yöntemini örnek alarak, en iyi şekilde uygulayan ülke olmakta Azerbaycan’la kim yarışabilir bilebilmek oldukça zor olsa dahi, o devletle suç ortaklığında bulunmuş “T.C.”-nin «Hocalı katliamı» yalanının beslenip-büyütülmesindeki rolü, 1992 haziranında Bakü’de Halk 146


Cephesi tarafından yapılan darbe sonrası, iktidarı elde etmesi örneğinde olduğu gibi yadsınmaz bir gerçektir. Ve Dağlık Karabağ’ın Hocalı köyünde işlerine çok geldiği halde, Ermeniler tarafından yapılmasını planlayıp çok arzuladıkları pek kanlı bir katliamın gerçekleşmesini sağlayıp da beceremediklerini anladıktan sonra bile, insanlıkdışı sinsi amaçlarından vazgeçmeyen Halk Cephesi faşistlerinin sağ-salim Ağdam’a varan masum insanları, yedekte sakladıkları daha da iğrenç bir Plan B gereği, kirli oyunlarına alet ve kurban ederek, ellerini soydaş kanına bulamaktan bile çekinmedikleri de bir o kadar gerçektir. Yukarıda belirtilen iğrençliği açıklayanların Ermeni tarafını temsil edenler kişilerden değil de, o dönem Azerbaycan hükümetinin en sorumlu yerlerinde bulunan politik şahsiyetlerden oluşuyor olması da reddedilmez bir gerçektir. Bu konuda kuşkusu olan herkesin, benim de naçizane katkım olan sadece iki kaynakla tanışmasını / HOCALI: A show of unseen forgery and falsifications ) www.xocali.net ve HOCALI DOKÜMANTASYONU http://www.youtube.com/watch?v=7ef3f5Ngkck / ve asrın sahtekarlığının ne kadar ilkel bir düzmece olduğunu kendi gözleriyle görmelerini öneriyorum. Bu kaynaklarda, Azerbaycan’ın ilk Devlet Başkanı Ayaz Mutalibov, Parlamento Başkanı Yakup Mamedov, Hocalı Belediye Başkanı ve Milletvekili Elman Mamedov, Hocalı Olaylarını Araştırma Komisyonu Başkanı Ramiz Fataliyev, İnsan Hakları Savunucusu Arif Yunusov, “Memorial” adlı İnsan Hakları Merkezi Örgütü’nün 28.mart.1992 Bildirgesi, politik tutuklu ve muhalif gazeteci Eynullah Fatullayev, 26-27.şubat günleri sıradan bir sakini olarak Hocalı’da yaşayan Salman Abbasov ve daha onlarca kişinin şahitliklerini görüp, öğrendikten sonra şapkanızı önünüze koyup da, başkasının değil, kendi vicdanınızın sesini dinleyeceğinize inanıyorum. Yazıma, değerli şair Can Yücel’den bir sözle başlamıştım, onu yine o değerli insanın «ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin, bunu da öğren» sözüyle noktalamak isterim. “Her gece iki gündüz arasındadır” doğrusundan hareketle, bu dünyayı hep ve sadece HERŞEYİ ÖĞRENMEK İSTEYEN insanoğlu insanların elleri üzerinde tuttuğuna olan samimi inancımdan zerre kadar geri adım atmadan, hiç ödün vermeden, 21.inci yüzyıl Goebbels’leriyle aynı safta bulunmadığıma şükrettiğime de inanmanızı diliyorum. Saygılarımla, Sarkis HATSPANIAN (1991-1994) Karabağ Kurtuluş Mücadelesi Muharibi 26-27.şubat.2012 – DOĞU ERMENİSTAN P.S.: Yazım, mahpusane yıllarımda kaleme almaya başladığım hatıralarımın «Dağlık Karabağ Gerçeği» yazı serisinin üçüncüsüdür. Yazar: SarkisHatspanian Tarih: 28. Şubat 2012 *

147


Ek 2: “"Azerbaycan Darbesi" ve "Gazi Katliamı" (Gazi Katliamı'nın 17.yılı dolayısıyla) - Kemal Erdem 12 Mart 2012 Bu makale bundan iki yıl önce yine bu sitede daha uzun bir haliyle yayınlandı. Şimdiki hali daha kısa olup bazı yerlerini okunması kolay olsun diye dışarıda bıraktım. Amacım Gazi Katliamı'nın arka planına ışık tutmak ve bu devlet terörünün sorumlularını teşhir ederek, bu noktada toplumsal bilinçlenmeye bir nebze de olsun katkı yapmaktır. Bu makaleyi ikinci defa yayınlamak istememe neden olan bir olayı da burada okuyucu ile paylaşmak istiyorum. Geçenlerde CNN TURK'te Mehmet Ali Birand'ın hazırlamış olduğu ve 28 Şubat darbesini konu alan “Son Darbe” belgeselini izlerken, özellikle dikkatimi çeken durum, olayları 1993'ten 2003'e kadar olan zaman dilimi içerisinde ele alan belgeselin, Azerbaycan Darbesi'ni dışarıda bırakmış olmasıydı ve Gazi Katliamı'nı anlatan bölümde de olayın arka planına hiç değinmemesiydi. M.A.Birand gibi deneyimli bir gazetecinin bu durumu özellikle, bilerek es geçtiğini ve değinmediğini düşünüyorum. Ama onlardan önce devrimci ve demokratik kamuoyunun kendisi bu durumu es geçmektedir ve dolaylı olarak aslında bu devlet terörünün gizlenmesine sessizlikleri ile katkı sunmaktadırlar. Halbuki Türkiye devrimci ve demokratik kamuoyunun tarihinde Gazi Katliamı ve sonrasında ortaya konulan kitlesel direniş, 12 Eylül'den sonra, Kürdistan'ı saymazsak, faşizme karşı ortaya konulan en kitlesel ve radikal tepkiyi oluşturmaktaydı. I-Giriş 1995 yılının Mart ayında (tam olarak 12-15 Mart 1995) gerçekleşen Gazi katliamı, Türkiye’nin Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı tarafından, Azerbaycan’da işbirlikçiler aracılığı ile yürütülen ve gerçekleştirilmek istenen darbenin başarısızlığa uğramasının sonucunda devreye sokulan ve “TC devletinin itibarını kurtarma planı”nın önemli bir parçasını teşkil etmiştir. Gazi katliamı aracılığı ile devlet hem kendi kamuoyundan hem de dünya kamuoyundan kendi rolünü gizlemeyi başarmıştır ve bu haliyle yürütülen psikolojik hareket başarıyla sonuçlanmıştır. Gazi katliamı benim bildiğim kadarıyla bugüne kadar TC devletinin yapmış olduğu gelmiş geçmiş en büyük “Psikolojik Operasyon”dur. Çünkü bu operasyon, Türkiye ve dünyanın gündeminde Azerbaycan darbesini ve bu darbe içerisinde TC devletinin rolünü ustaca gizlemiş ve bütün dikkatlerin Gazi katliamına çevrilmesine neden olmuştur. Türkiye’nin Azerbaycan’da Haydar Aliyev yönetimine karşı gerçekleştirmiş olduğu darbe girişimi çok kanlı olmuştur. Dört yüzden fazla insan bu darbe girişimi sırasında ölmüştür. Geçerken belirtelim ki, bu darbe girişimini Rus istihbarat servisi KGB (şimdi FSB) ve CİA dikkatlice yakından izlemişler ve olayları dolaylı olarak etkilemeye çalışmışlardır.

148


SSCB'nin çöküşünden sonra Rusya, 1994 yılına gelene kadar Kafkaslar’da nüfuzunu Ermenistan’dan Gürcistan’a ve Azerbaycan’a kadar tekrar arttırmış ve bunu da Güney Kafkasya’daki ülkeleri birbirine karşı kullanarak yapmıştır. Türkiye 1992 yılında E.Elçibey'i deviren H. Aliyev darbesine 1994'te bir darbe ile karşılık vermek istedi. Ancak bunun olabilmesi için Türkiye’de Türk milliyetçiliğine politik olarak ihtiyaç vardı. Azerbaycan’da güçlü olan politik hareket MHP’ydi ve ancak o ve benzeri politik eğilimler ile Türkiye Azerbaycan’da politik olarak tekrar etkinleşebilirdi. II-DYP içerisinde MHP kadrolaşması 1991 seçimleriyle birlikte bir çok MHP kadrosunun DYP içerisine yoğun bir şekilde aktığı görüldü. Bunlardan en önemlilerinden birisi Mayıs 1990 tarihinde Alparslan Türkeş tarafından MHP ile ilişkisi kesilen Ayvaz Gökdemir’di. Muhtemelen A. Türkeş, A. Gökdemir’i, ordu ile olan “derin ve karanlık bağlantıları”ndan dolayı MHP’den uzaklaştırdı. 12 Eylül’den sonra MHP’nin eskisi gibi ordunun özel harp planları doğrultusunda kullanılmasını istemiyordu (bugün de Devlet Bahçeli buna dikkat ediyor) ve bu tür bağlantıları olanları MHP’den uzaklaştırıyordu. Ayvaz Gökdemir, Tansu Çiller döneminde ve Azerbaycan darbesi sırasında hükümette Türki Cumhuriyetleri’nden sorumlu devlet bakanı olarak görev yapıyordu ve Azerbaycan ve Özbekistan’daki darbe girişimlerinin organizasyonuna katılmıştı ve bu iki devlet tarafından resmi olarak istenmeyen adam olarak ilan edilmişti. Yine bu dönemde Meral Akşener, Mehmet Ağar, İbrahim Şahin, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Alaatin Çakıcı, Tevfik Ağansoy vs. gibi birçok milliyetçi ve eski ülkücü ya DYP içerisinde ya da bazı gizli işlerde yer almışlardır. Yine bu dönemde DYP içerisinde Korkut Eken gibi Özel Harp kadroları cirit atmıştır. Hiç kuşkusuz DYP’nin bu şekilde “sarılıp sarmalanması”nı isteyen Genelkurmay’dır. Bu dönemde Genelkurmay’ın başında Doğan Güreş vardır ve aslında üstü örtülü darbenin baş aktörü o ve etrafındaki dönemin kuvvet komutanlarıdır. Onun Genelkurmay Başkanlığı döneminde Özel Harp Dairesi (ÖHD) Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK)’na dönüştürülmüştür. 1992-1995 arası ÖHD (ÖKK)’nin pislikleri o kadar çoğaldı ki, Doğan Güreş emekli olduktan sonra DYP’den Kilis milletvekili seçilerek dokunulmazlık zırhına bürünmek zorunda kaldı. Çünkü T. Özal’ın, Eşref Bitlis’in, Uğur Mumcu’nun, 33 askerin katliamı, Sivas katliamı, bir çok Kürt iş adamının ölümü ve binlerce faili meçhul cinayet belirli bir doktrine göre oluyordu. Bu doktrin 1992 yılında kabul edilmiş ve devreye sokulmuştu. 1992 yılında Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) yenilenmiş ve bu yenilenme sırasında Kürt ulusuna karşı topyekün savaş kararı alınmıştır. Bunun ardından da operasyonlar, suikastlar, tasfiyeler dalgası yaşanmıştır. Bu doktrin devreye sokulduğunda SHP’nin başında Erdal İnönü vardı ve bu doktrinin kendi “mizacına uygun düşmediği” gerekçesiyle istifa etti ve bu planlar T. Çiller-Murat Karayalçın hükümeti tarafından gerçekleştirildi. 149


III- Türkiye’nin Azerbaycan darbe planı ve bunun politik ve örgütsel araçları Azerbaycan darbesini Çiller-Karayalçın hükümetinin eline tutuşturan Genelkurmay’dı. Bu dönemde bu tür politikaların planlandığı yer hükümet değil Genelkurmay’dı. Türkiye’nin Azerbaycan’da darbe girişimi, Rusya’nın Çeçenistan’da şiddetli bir savaş içerisinde bulunduğu bir döneme denk geliyordu. Bundan dolayı Türkiye Rusya’nın daha az bir refleks göstereceğini tahmin ediyordu. Bu darbeyi KGB (şimdi FSB) ve CİA yakından izliyordu ve Rusya-ABD-İngiltere bu darbenin başarısını istemiyordu ve Türkiye onlara rağmen orada bir darbe gerçekleştirmeye çalışıyordu. Devletin zirvesi darbeyi itinayla ama acemice hazırlamıştı. Bu darbede her kurumun bir rolü vardı. Hükümet kendisine bağlı kurumlar ile Azerbaycan’da yaygın ilişkilere sahipti ve bu yaygın ilişkiler sayesinde işbirlikçiler aracılığı ile politik güçlerin toparlanması işini yürütüyordu ve darbenin operasyonel yanını o yürütüyordu. Darbe planında Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay’a (aslında bu sonuncusu darbe planını yapmış ve hükümeti ve Cumhurbaşkanı’nı öne sürmüştür) da büyük işler düşüyordu. Darbe planı bütün olasılıkları öngörmüştü. Başarısızlık anında ne yapılması yani bir “B planı”nın ne olması gerektiği konusunda gerçekten profesyonelce ve iyi bir hesap-kitap işinin yürütüldüğü daha sonra yaşananlarla ortaya çıktı. Darbenin gerçekleştirilmesinde acemi oldukları ortaya çıktı ama “B Planı”nda oldukça usta oldukları görüldü. Darbenin yürütülmesinin operasyonelliğini hükümet yaparken, başarısızlığı anında Cumhurbaşkanı’na da bir rol biçilmişti. Buna göre darbenin başarısız olduğu politik kararı alındığı andan itibaren, Cumhurbaşkanı devreye girerek Haydar Aliyev’i uyaracak ve böylece devletin başı olarak “Türkiye’nin devlet olarak bu işin içinde olmadığı” belirtilerek, “ilişkilerin zarar görmemesi” sağlanacaktı. Peki Türkiye ve dünya kamuoyundan Türkiye’nin bu darbedeki rolü nasıl gizlenecekti? İşte bu andan itibaren de Genelkurmay ve ÖKK (eski adıyla ÖHD) devreye girecek (ki darbe sırasında arka planda bütün lojistik desteği onlar veriyordu) ve büyük bir psikolojik hareket ile ülke ve dünya kamuoyunun gözleri önünde bir “kaptı kaçtı” yapacaktı. Plan buydu. Peki nasıl işledi? Azerbaycan darbesi, Azerbaycan Halk Cephesi ve onun lideri Ebufelz Elçibey (darbe sırasında Nahçıvan’daydı) etrafında örüldü. Türkiye bu darbenin örgütlenmesinde kendi devlet kadroları aracılığı ile gizlice yer alıyordu ve darbeyi arka planda yönetiyordu. Azerbaycan’daki darbenin örgütlenmesini bizzat TC hükümetinin ve onun kadrolarının yaptığı Kutlu Savaş’ın “Susurluk Raporu”nda açıkça belirtilmiştir. Türkiye H. Aliyev’e karşı, E. Elçibey’in etrafında bütün Azeri muhalifleri birleştirmeye çalışmıştır. Eski Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov;Elçibey’in devrilmesinde H. Aliyev ile birlikte hareket eden ve sonra araları açılan Süret Hüseynov;İçişleri Bakan Yardımcısı ve

150


Omon birlikleri komutanı Ruşen Cevadov, Elçibey’in etrafında ve Aliyev’e karşı birleştirilmeye çalışılmıştır. Türkiye bir çok devlet kadrosu ve ajanıyla bu darbeye katılmış ve yönetmiştir: Azerbaycan Büyükelçisi Altan Karamanoğlu, MİT müsteşarı Ertuğrul Güven, Elçilik Din Müşaviri Abdülkadir Sezgin. Sonraları ÖKK komutanı olacak olan ve şimdi Balyoz Operasyonu ile gözaltına alınan ve tutuklanan ve darbe sırasında Askeri Ataşe olarak görev yapan Engin Alan. O zamanlar ÖKK'nin başında 2004 yılında emekli olan Fevzi Türkeri bulunuyordu.Azerbaycan Milli Meclis Danışmanı olan ve MİT ajanı olan Ferman Demirkol. MİT Dış istihbarat Daire Başkanı Yalçın Ertan. Başbakan Müsteşarı Ali Naci Tuncer (Bu ikili özel bir uçak ile gidip Ferman Demirkol’u getirdiler). Türki Cumhuriyetlerden Sorumlu Devlet Bakanı Ayvaz Gökdemir. Yine Acar Okan ve Kamil Yüceoral adlı kişiler. Mehmet Eymür’ün Atin. org sitesinde belirttiği üzere 12 Aralık 1994 tarihinde özel bir ekiple Korkut Eken bu ülkeye gitmiştir. Yine Abdullah Çatlı’nın da darbe sırasında orada olduğu daha sonra ortaya çıkan bilgiler arasındadır. Bunlar bugüne kadar bilinenler. Elbette bir de bilenmeyenler var. Türkiye Özel Hareket Polisi aracılığı ile Azerbaycan’daki özel polis kuvvetleri olan Omon birliklerini eğitiyordu ve bu birliklerin başında Ruşen Cevadov vardı. Darbe sırasında Omon birlikleri darbenin silahlı gücü olarak düşünülmüştü ve darbe sırasında Azerbaycan devlet güçleri ile çatışan bunlar oldu ve komutanı R. Cevadov öldürüldü. İşin ilginç tarafı Omon birliklerini eğiten Türk Öze Hareket Polisi’nin başında, ÖKK’nın polis içindeki uzantısı ve ÖKK’nın çok parlak bir elemanı olan ve Ergenekon soruşturmasında yakalanan İbrahim Şahin bulunuyordu. Yani o da bu darbede hiç kuşkusuz rol almıştı. Türkiye Azerbaycan’daki darbenin finansmanını ise kurduğu Azerbaycan Hizmet Vakfı aracılığı ile yürütüyordu. Yine burada finansman ile ilgili olarak bir başka noktaya dikkat çekmek gerekir. Daha sonraları yine “Derin Devlet” tarafından öldürülen Ömer Lütfü Topal ve onun gibi işadamlarının da bu darbelerin finansmanında rol aldığını belirtmek gerekir. Böylece Hükümet, MİT (başında Sönmez Köksal vardı) ile birlikte Emniyet ve Engin Alan aracılığı ile de Genelkurmay Azerbaycan darbesini üç-dört koldan yürütüyorlardı. Türkiye, Hükümet, Genelkurmay ve Cumhurbaşkanlığı tarafından yürüttüğü darbe girişiminin başarısızlığı karşısında, devleti aklamak için, “darbeyi bazı devlet kadrolarının devletten habersiz yaptığı” imajı vererek kurtulmaya çalıştı ve sürekli bu yönde propaganda yürüttü. Hala daha da bu propaganda yürürlüktedir ve olaylara katılanlar (örneğin Ferman Demirol gibi) papağan gibi şunu tekrarlarlar: “Hükümet ve Cumhurbaşkanı’nın haberleri sonradan oldu. Darbe olayı Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e 10 Mart 1995 tarihinde haber verildi ve o da Haydar Aliyev’e haber vererek, onu darbeden haberdar etti” Tamamen yalan. Ferman Demirkol, devletin darbeye katılan ajanlara yaklaşımını çok doğru olarak şöyle belirtmiştir: ”Eğer Aliyev’e karşı yapılan hareket başarılı olsaydı, bana sahip çıkılacaktı, 151


bizim gençlerdendi denilecekti. Hareket başarısız olursa, bana hiç sahip çıkılmayacak, beni hiç tanımayacaklar ve sonuçta darbeci deyip uzak duracaklardı. Nitekim sonuncusu oldu.” Ferman Demirkol’un burada belirttiği şey aslında MİT’in onlarla yaptığı bir anlaşmadır. Bu işe girişilen ajanlar ile MİT bu tür bir anlaşmalar yapmıştır ve bu şahıslar da kanımca bu durumu baştan kabul etmişlerdir. Aynı prensibi “Susurluk Kazası”ndan sonra bir özel televizyon kanalına bağlanan ve Abdullah Çatlı’nın yakın arkadaşı olan Haluk Kırcı, 19961997 yılında belirtmiştir ve bunu belirtirken de “Görevimiz Tehlike” adlı filmi örnek göstermiş ve durumlarının biraz buna benzediğini ima etmiştir.

Kutlu Savaş, “Susurluk Raporu”nda, devlet sırrı olduğu gerekçesiyle yayınlanmayan ama daha sonraları basına sızdırılan Azerbaycan darbesi ile ilgili olan bölümde bu darbede Türkiye’nin rolünü şöyle belirtmiştir: “Öte taraftan Azerbaycan’a uzanmak için de fırsat doğmuş, bu ülkedeki kargaşaya rağmen petrol kaynakları pek çok kişiyi, siyasiler başta olmak üzere tahrik etmiştir. MİT’in Azerbaycan’daki darbe girişimi başlıklı notu uzun olduğu için EK-8’de sunulmuştur. Bu notun tetkikinden görüleceği üzere ve özetle darbe Azerbaycan’ın karışıklığından kaynaklanmış, Ayvaz Gökdemir’in zımni desteği sağlanarak Acar Okan, Kamil Yüceoral’ın Türkiye’den katkısıyla Azerbaycan eski Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov, eski Başbakan Suret Huseyinov ve OMON birlikleri kumandanı Ruşen Cevadov ve Elçibey'in iştirakiyle yapılacak ihtilal, Azerbaycan'daki Türk görevlilerinden MİT Baku Temsilcisi Ertuğrul Güven'in TİKA görevlisi Ferman Demirkol'un ve Din Hizmetleri Muşaviri Abdulkadir Sezgin'in ihmali, kusuru veya tertibi ile oluşmuştur. MİT ise 10 Mart 1995'te gelişmeleri haber almış, Sayın Cumhurbaşkanı vasıtasıyla Haydar Aliyev'i ikaz etmiştir. Ferman Demirkol'un kime bağlı olduğu sualimize cevaben Sayın Müsteşar, adı geçenin MiT elemanı olduğunu teyit etmiştir. Sayın Başbakan'a tarafımızdan açıklama yapılmış ve kısaca; hazırlanan darbede Türk tarafının da yer aldığını, Cevadov ve taraftarlarının Türkiye'den destek gördüğünü, MiT'in yanı sıra Emniyet'in de devrede olduğunu, Özel Harekat mensuplarının Azerbaycan'ın muhtelif bölgelerinde gruplara eğitim verdiğini, patlayıcı ve silah taşıdıklarını, Ferman Demirkol'un muhtelif toplantılarda Rus Büyükelçisi ile tartıştığı, Bakü'den yola çıkıp Elçibey'le görüşmeye gittiğini, yoldaki güvenlik tedbirlerinin sıklığını rapor ettiğini, ancak kendisinin engellenmemesini dikkate alacak basireti gösteremediğini, Elçibey'le yeni yönetimde görev alacak kişileri tartışıp bir liste oluşturduğunu, kendisinin de Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacağını, kendilerine göre her şeyi belirlediklerini, fakat darbe tarihi yaklaştığında vaziyetin vahametini fark ettiklerini ve Cumhurbaşkanımızı devreye sokup, sözde Aliyev'i ikaz edip işin içinden sıyrılmaya çalıştıklarını, gerçekte ise Aliyev'in her şeyin farkında olduğunu, Cevadov'un çok yakınındakilerin KGB'nin eski mensupları ve Aliyev'in adamı olduğu, 152


olayların Aliyev'in izni ve bilgisi ile kendi lehine olacak şekilde yönlendirilmiş bulunduğunu, MiT ve Türkiye açısından acı bir komedi biçiminde cereyan ettiğini açıklamamız üzerine Sayın Sönmez Köksal, sadece komedi ifadesine itirazda bulunmuştu. Olaylar sonrasında Ferman Demirkol'un ortada kaldığını, Türk Büyükelçisi'nin `Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacaktı. Bu tip işlere girmesini kim söyledi? Ne hali varsa görsün' diyerek Büyükelçiliğe almadığını, Din Hizmetleri Muşaviri Abdulkadir Sezgin'in kendisini evinde sakladığını, Aliyev yönetiminin Demirkol'u sorgulayıp serbest bırakmak için ısrarla istediğini, ancak Ankara'dan gelen talimatla buna izin verilmediğini, sonunda Başbakanlık Müsteşari Ali Naci Tuncer'in MiT'ten bir daire başkanı ile ve özel bir uçakla Bakü'ye gönderildiğini, bu iki yetkilinin Aliyev'e altı saat adeta yalvararak kendisini ikna ettiklerini ve Ferman Demirkol'u Türkiye'ye getirdiklerini, sözde işadamı Kenan Gürel'in ise feda edilip mahkum olduğunu da Sayın Başbakan'a aynı toplantıda anlatmak fırsatı olmuştur. Açıkça ortaya çıkmıştır ki; Türkiye dost bir ülkede ihtilal yapmaya teşebbüs etmiştir. MiT, resmi temsilcisi Ertuğrul Güven'in büyükelçimizle birlikte Aliyev'e, Cevadov'a iltifat etmesi, kuşkularının giderilmesi gerektiği yönünde telkinde bulununca kendisine sert bir tepki göstermiştir. `Karargaha bilgi vermeden ve onayını almadan' cümlesi tepkinin gerekçesini açıklamaktadır. Oysa Bakü'deki politikayı Dişişleri ve Büyükelçi yürütmektedir. MiT'in bu doğrultunun dışına çıktığı bellidir. » (abç)(Kutlu Savaş, Susurluk Raporu) Kutlu Savaş’ın raporunda Cumhurbaşkanı’nın rolü ile ilgili olan bölüm oldukça ilginç ve muğlaktır: "Başbakanlık Müsteşarı'nın Bakü'ye yollanması, olayın siyasi iradenin desteğiyle ve gizlice yürütüldüğünü de göstermektedir. Konunun Cumhurbaşkanımıza aktarıldığı hususu tarafımızdan özellikle araştırılmamış ve sorulmamıştır. Ancak işin sonunda Cumhurbaşkanımızın devreye sokularak olayların kamufleedilmesi incelemeye değer görülmektedir. Konu tüm yönleriyle ve hatta kamuoyundan gizlenmeden soruşturmaya tabi tutulmalıdır. Azerbaycan konuyu zaten olanca açıklığı ile tartışmaktadır. " (Kutlu Savaş, age) (abç) Kutlu Savaş aslında olayların içerisinde Hükümet’in ve Cumhurbaşkanı’nın olduğunu bildiği halde onları aklayacak bir rapor hazırlamıştır. Çünkü olayın devlet sırrı olması ve kendisine bunun telkin edilmesi nedeniyle onları aklayıcı bir rapor hazırlamıştır. Ama raporun satırları arasında çok ince bir şekilde devletin « devlet olarak » bu işin içerisinde yer aldığı açıkça belirtilmektedir. Darbe sırasında Omon birlikleri komutanı Cevadov öldürülmüş ve bununla birlikte de 400’ün üzerinde insan ölmüştür. Darbenin başarısızlığa uğradığı 1995’in Mart ayının başlarında görülmüş ve 10 Mart 1995 tarihinde “B Planı”na geçilmiştir. O “B Planı” Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın bizzat devreye girerek H. Aliyev’i arayıp sözde “darbe ihbarı”nda bulunmaları ve TC’nin bu işin içinde olmadığını göstermeleriydi. 10 Mart 1995 tarihinde hem 153


Cumhurbaşkanı hem de Başbakan telefon ile arayarak Aliyev’e darbeyi sözde ihbar ettiler. Yukarıda Kutlu Savaş’ın raporunda da belirttiği gibi H. Aliyev’in herşeyden haberi vardı. Peki Genelkurmay (o zaman başında İsmail Hakkı Karadayı vardı) ne yapıyordu bu sırada? O da ÖKK aracılığı ile psikolojik harekat hazırlamakla meşguldü. Devletin “B Planı” devreye konulduktan iki gün sonra yani 12 Mart 1995 tarihinde, İstanbul Gazi Mahallesi’nde devrimci ve Aleviler’in yoğun olduğu yerlerde bulunan üç kahvehane tarandı ve halk tahrik edildi. IV- Gazi Katliamı ve Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın rolü Genelkurmay’ın gerek devlet içerisinde gerekse de toplum içerisinde gizli ve örümcek ağı şeklinde yayılması ÖKK aracılığı ile olmaktadır. ÖKK Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı döneminde tümenden kolorduya dönüştürüldü. Bu dönüşüm dahi onun son yıllarda faaliyetlerinin yoğunluğu hakkında fikir vermektedir. ÖKK aracılığı ile Genelkurmay, bürokrasi içerisine, polis teşkilatı içerisine, yargı içerisine, siyasi partiler içerisine, MİT içerisine, Sivil Toplum kuruluşları içerisine, Hükümet içerisine vs. yayılmakta ve böylece arka planda devleti ve toplumu yakından takip etmekte ve gerektiği zamanda da belirli eylemlerde bulunmaktadır. Ergenekon soruşturması sırasında, aslında Azerbaycan darbesi ile Gazi katliamı arasındaki bağlantıyı somut olarak sağlayacak bazı bilgiler ortaya çıkmıştır. Bunlardan en önemlisi, 22 kişi ile birlikte yakalanan ve sorgulanan ve halen cezaevinde bulunan Osman Gürbüz adlı kişidir. Sorgu sırasında bu şahısın Gazi olaylarını organize eden kilit kişi olduğu ortaya çıkmıştır. Soruşturma sırasında ortaya çıkan bilgilere göre Osman Gürbüz, sözde ordudan atılan Binbaşı Bülent Öztürk (bu kişi aslında ordudan atılmamıştır, “atılma” görünümü altında gizlice “yetaltına indirilmiş”tir) “seçilmiş” ve ne hikmetse ordudan atılmasına rağmen Osman Gürbüz’e “Özel Harp ve Psikolojik Savaş” eğitimi verdirmiş ve 12 Mart 1995 tarihinde de Gazi mahallesine katliam yapmak için gönderilmiştir. Bu noktada sorulması gereken şudur: Bu Osman Gürbüz ve adamları Gazi Mahallesi’nde hiç tanımadıkları adamlar ile alıp-veremediği neydi? Bu adamlar delimi dirler ki hiç tanımadıkları adamları rastgele öldürsünler? Onları oraya birileri gönderdi ama hangi politik amaç doğrultusunda bunu yaptılar? Kimsenin aklına bu soruyu sormak gelmemiştir. Onları Gazi Mahalesine katliam yapmaları için kim ve niçin gönderdi? Onları Gazi’ye ÖKK aracılığı ile devlet gönderdi. Devlet orada devrimci hareketin güçlü olduğunu çok iyi biliyordu ve ani refleks vereceğini de çok iyi biliyordu. Gazi’deki kahvehaneleri tarayan Osman Gürbüz ve adamları, oradaki halkı devrimci hareket aracılığı ile harekete geçirdi ve daha sonra polis ile karşı karşıya gelmesini sağladı. Polis içerisindeki “özel elemenlar” aracılığı ile kitleye ateş açılarak fazla ölü vermesi sağlandı. Ölüler arttıkça kitle daha tahrik oldu ve gösteriler başka yerlere sıçradı (örneğin Mustafa Kemal Mahallesine ve buradaki gösteriler sırasında da beş kişi öldürüldü) ve böylece bütün ülkenin ve dünyanın 154


gündemi bu olaylara çevrildi ve ülke ve dünya kamuoyu, TC devletinin Azerbaycan darbesindeki rolünü görmedi. Bu darbede Türkiye’nin rolü sadece istihbarat servislerinin raporlarında mevcut oldu. Ama bu psikolojik hareketin devlet ve özellikle Genelkurmay açısından başka “kazanımları” yine oldu: Devrimci hareketin gücünü ölçtü ve bir kitlesel tahrik anında ne yapacağını ve ne kadar kitleyi harekete geçireceğini gördü. Yine aynı şekilde devrimci hareketin gizli kadrolarının deşifre olmasını sağladı ve daha sonra gerek faili meçhul cinayetlerle (Örneğin Hasan Ocak) ya da operasyonlar ile tasfiye olması sağlandı. Gazi katliamı ve daha sonrasında yaşanan olaylar, 1997’de kabul edilen EMASYA (Emniyet Asayiş Yardımlaşma) Protokolünün hazırlanmasına pratik katkı sağladı. Bilindiği gibi Gazi’de polisin yetersiz kalması sonucu askeri birlikler devreye girdi ve kontrolü sağladı. Bu deneyim ışığında kanımca Emasya Protokolü hazırlanmıştır. V-Gazi Katliamı ve “Resmi Devlet Terörü” Gazi katliamı, Azerbaycan darbesinin planlanmasına sıkı sıkıya bağlı olduğu için ve bu darbenin planlanması aşamasında düşünüldüğü için ve bundan dolayı devletin zirvesinin resmi onayı ile gerçekleştirildiği için resmi bir devlet terörüdür. Devletin zirvesi, kendi halkının bir kısmını, sözde “devletin ve milletin yüksek çıkarları” doğrultusunda feda etmiş ya da bozuk para gibi harcamıştır. Onları bir vatandaştan ziyade, farklı amaçlar doğrultusunda kullanılacak bir malzeme gibi görmüştür. Gazi katliamı, TC devletinin Azerbaycan darbesindeki pisliklerini örten başarılı bir psikolojik operasyon olmuştur. Çünkü hala daha da kimse bu bağlantıyı kurmamaktadır ve bunları yapanlar bırakın yargılanmayı “saygın” kişiler olarak görülmektedir. Bu psikolojik operasyonun başarılı oluşu, onun itina ile hazırlanmış ve düşünülmüş olmasına bağlıdır. Şayet devlet Gazi’de başarılı bir istihbarat çalışması yapmamış olsaydı ve oradaki sosyal ve politik durumu iyi analiz etmemiş olsaydı böyle bir başarı elde edemezdi. Gazi’deki gibi resmi bir devlet terörü yani kendi halkına karşı organizeli bir terör eylemini gerçekleştirme anlayışı ancak faşist rejimlerde (Hitler, Mussolini, Franko, Salazar vs.) görülen bir anlayış ve pratiktir. Devlet kendi resmi hukukunu (bugün AKP hükümeti ile elden gitti yaygarası yapılan o hukuku) bizzat kendisi ayaklar altına almış ve paspas yapmıştır. Aslında Azerbaycan darbesi ile Gazi katliamı arasındaki bağlantıyı devlet içerisinde birçok kimse bilmektedir. Örneğin Kutlu Savaş ve bugün Ergenekon savcıları yine hükümet vs. bir çok kesim bunu bilmektedir ama bilerek susmaktadırlar. Devrimci ve demokrat kamuoyu, başta İsmail Hakkı Karadayı, Tansu Çiller ve Süleyman Demirel olmak üzere, bu katliama katılan devlet kadrolarının yargılanması ve mahkum olması için kamuoyu oluşturmalı ve bu temelde kitlesel eylemleri teşvik etmelidir. Özellikle Ergenekon davası ile bütün pisliklerin halkın gözü önüne döküldüğü bu dönemde bu fırsattan 155


yararlanmalı ve Gazi ve 1 Mayıs Mahallesi’nde katledilen 23 devrimci ve demokrata karşı bu sorumluluklarını yerine getirmelidirler.”

156


Sayın Hatspanian’a Milliyetçilik Üzerine Sarkis Hatspanian, geçenlerde Hocalı üzerine kendi şahitliğine dayanan çok ilginç ve önemli bir yazı yolladı. Bu yazıyı Köxüz sitesinde yayınladık. Facebook’ta da paylaştık. Hastpanian’ın yazısını yayınlarken şöyle bir not düşmüştük: „Sayın Sarkis Hatspanian’dan aşağıdaki yazıyı yayınlanması ricasıyla aldık. Yayınlıyoruz. Hatspanian bir Ermeni milliyetçisi olmasına rağmen halklara karşı düşmanlık yapmamaktadır. Türklerden, Azerilerden veya başkalarından gelecek yazıları da, aynı şekilde haklara karşı bir düşmanlık yapmadığı; bir nefret söylemi geliştirmediği; bu yazıda olduğu gibi olgular ve çıkarsamalarla iknaya yönelik olduğu takdirde tartışmanın bir parçası olarak yayınlarız. Böylece umarız Hocalı’da ne olduğu konusu da en azından olgular düzeyinde tartışılır. Sayın Hatspanian’ın anlattıklarından çıkacak sonuç Hocalı’da aslında Türk faşistlerinin kaçmak isteyenleri katlettiği, Hocalı’nın Kaybının da faşistlerin Azarbeycan’da darbe palını da bozduğudur. Bu çok önemli bir bilgi ve sonuçtur. Ergenekon, Azarbeycan ve Kıbrıs’ta da gerçekte neler olduğu anlaşılmadan, anlaşılamaz. Biz her türlü görüşün açıkça ifade edilmesinden ve birbirlerini delillerle, mantıki çıkarsamalarla eleştirmesinden ve çürütmesinden yanayız. Köxüz sitesi“ Daha sonra Sayın Hatspanian, Facebooktaki paylaşımın altına bir not düşerek bize bir eleştiride bulundu. Eleştirisinde şöyle diyordu: “Sayın Demir Küçükaydın, yazımı Köxüz sitesinde yayınladığınız için size çok teşekkür ediyorum, bu davranışınız ile bana bir kez daha gerçek bir aydın ve demokrat olduğunuzu göstermiş oldunuz. Ancak, bana hayatımda (sadece iki hafta önce 50 yaşıma girdim) ilk defa birisi, yani siz (bir Ermeni milliyetçisi) demiş olduğuna da çok şaşırdığımı bilmenizi isterdim. Sizi sadece şahane analitik yazılarınızdan tanıyor ve beğeniyorum, beğenip-beğenmediğinizi bilmesem dahi... siz de beni yazılarımdan tanıyorsunuz diye biliyorum. Eğer benim sizin de yayınlayıp-yaygınlaştırdığınız yazılarımda milliyetçilik yaptığım yerleri gösterebilirseniz size müteşekkir olurum da, mahpusluğumda gösterdiğiniz ve bende hayranlık uyandıran insani davranışınıza duyduğum çok ama çok büyük bir saygıyla, YURTSEVER olmayı MİLLİYETÇİ olmaktan ayırdedebilsek daha iyi olur düşüncesinde olduğumu belirtiyor, duyarlı vicdanınıza, dürüst bilincinize güvendiğimi de peşinen ilan ediyorum. İyi olunuz !” Aşağıda, sayın Hatspanian’a neden öyle dediğimi kısaca açıklıyorum. Milletlerin ve milliyetçiliğin ne olduğunun anlaşılmasına bir giriş olarak okunmasını öneririm. Sayın Hatspanian,

157


Size ilk kez birinin “Ermeni Milliyetçisi” demesine şaşırdığınızı ve “Yurtsever olmayı Milliyetçi olmaktan” ayırmak gerektiğini yazıyorsunuz. Aslında böyle bir itirazı beklemiyor değildim. Çünkü son yıllarda bu konu (Milletler ve Milliyetçilik) üzerine neredeyse küçük bir kütüphane oluşturacak kadar yazmama rağmen, maalesef bu yazılarım okunmadığı ve kimi okuyanlarca da anlaşılmadığı için (çünkü milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamazlar) bu tür “milliyetçilik” eleştirilerim çoğu kişi için şaşırtıcı oluyor. Ancak şunu bilmenizi isterim ki bu öyle geçer ayak söylenmiş bir eleştiri değildir. Milliyetçiler milliyetçiliği, aşağı yukarı, başka milletlerin varlığını ve haklarını inkar etmek, onları baskı altına almak şeklinde anlarlar. Böyle olmayanları da onlar genellikle “Yurtsever” hatta “Enternasyonalist” olarak tanımlarlar. Yani ben tam da sizin de katıldığınız milliyetçilik tanımının milliyetçilerin milliyetçilik tanımı olduğunu söylüyorum. Peki benim milliyetçilik tanımım ne? Buna geçmeden önce bir iki küçük açıklama yapayım. Ben Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibi büyük enternasyonalistleri; hatta enternasyonalizmin kendisini bile milliyetçilik olarak görüyor ve tanımlıyorum. (Bu durumda size de Milliyetçi dememi her halde yadırgamamanız gerekir.) (Marks’ı milliyetçi olarak tanımladığım yazı: http://www.akintiyakarsi.org/anasayfa/icerik/marks-nicin-ve-nasil-bir-milliyetciydi-milletler-ve-miliyetcilikuezerine-01 Engels’i Milliyetçi olarak tanımladığım yazı: http://www.akintiyakarsi.org/anasayfa/icerik/engels-tarihsiz-halklar-inin-ve-elestirilerinin-elestirisi-milletler-vemiliyetcilik-uezerine Lenin, Kıvılcımlı, Troçki’nin milliyetçiliği üzerine “Marksizmin Marksist Eleştirisi”nde geniş bölümler var. Gariptir ki, bu güne kadar ne bir “Marksist”, ne bir “Leninist”, ne bir “Troçkist”, ne bir “Doktorcu” çıkıp bu eleştirilerime cevap verebilmiş değildir. Tam bir suskunluk var.) Bunların milliyetçilik anlayışına göre, sınıfsal çıkarı değil; ulusun çıkarını öne alan milliyetçidir; sınıfsal çıkarı öne alan da sosyalist veya enternasyonalist. Ben ise sorunu tam da böyle koymanın milliyetçilik olduğunu söylüyorum. Neden ve nasıl? Somut örneklerle açıklamayı deneyeyim. Örneğin Marks, “başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” dediğinde, enternasyonalist bir tanım yapmıştır deniyor. Ben ise sapına kadar milliyetçi ve hem de gerici milliyetçi bir tanım yapmıştır diyorum. Neden ve nasıl? 158


Örneğin şimdi bir Türk çıksa, “bizler 1915’te Ermenileri, Süryanileri kestik; Rumları kestik ve sürdük; Kürtlerin haklarını inkar ettik ve ezdik dese ve örneğin, Ermeni, Saüryani ve Rumlardan özür dilemek; Kürtlerin haklarını vermek gerektiğini, hatta isterlerse ayrılabileceklerini söylese, Türk Milliyetçisi olmaktan çıkar mı? Hayır çıkmaz. Aksine Türk milletinin çıkarlarını daha akıllıca ve uzun vadeli olarak savunmuş olur. Çünkü bu aslında Türk milletinin çıkarlarını daha uzun vadeli ve akıllıca savunmaktır. Öte yandan, bu diğer ulusların varlığını ve haklarını inkar etmediğinden, Marks’ın tanımına göre, sosyalistlik ve enternasyonalistliktir de. Yani bur ulusun çıkarlarını uzun vadeli ve akıllıca savunmak ile Enternasyonalizm arasında bir fark yoktur. Bunun milliyetçilik olmadığını söyleyenler sadece bunların kendileri değil, aynı zamanda Marksistler hatta bunu satılmışlık olarak, ihanet olarak gören Türk faşistleridir. Demek ki Faşistler, Marksistler ve Milliyetçiler aynı milliyetçilik tanımında anlaşmaktadırlar. Sadece buna yükledikleri değer farklıdır. Marksistler ve milliyetçiler, bir milletin çıkarlarını uzun vadeli olarak, daha akıllıca savunmanın milliyetçilik olmadığını söylerken (Milliyetçiler bunun yurtseverlik; Marksistler Enternasyonalizm olduğunu söylerler) ona olumlu bir değer yüklerler, faşistler olumsuz bir değer. Yüklenen değerler farklıdır, ama milliyetçiliğin ne olduğu konusunda anlayışlarda esas olarak fark yoktur. Yani aslında milliyetçiliğin ne olduğu konusunda, Faşistler, Milliyetçiler ve Marksistler arasında bir fark da yoktur. Yani aslında, başka ulusların varlığını kabul etmek, onları baskı altına almayı reddetmek, milliyetçilikle çelişmez, aksine tamı tamına milliyetçilik budur. “Başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz” önermesi veya “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” tamı tamına bu ilkenin savunusu ve ifadesidir. Bana göre bu ilke ve ifade bütünüyle gerici milliyetçilikle bile tam bir uyum halindedir. (Tabii “gerici milliyetçilik” derken ne kastettiğim de ayrıca aşağıda var.) Şimdi gelelim benim milliyetçilik tanımıma. Ben milliyetçiliği, “Ulusal olanla politik olanın çakışması” yani “her milletin bir devleti olmalı” ilkesini savunmak olarak anlıyor ve tanımlıyorum. (Bu tanım da aslında benim değil. Bu tanımı yapan Ernst Gellner ve Benedict Anderson, E. Hobsbawm gibilerince de paylaşılıyor. Ben sadece bu önermeyi mantık sonuçlarına, programatik sonuçlara götürmüş ve daha sonra bu önermenin analiziyle de marksist bir din ve üstyapılar teorisi şekillendirmiş bulunuyorum.) Tabii burada “ulusal olan ne?” sorusu gündeme geliyor. “Ulusal olan”ı gerici ulusçular farklı biçimlerde tanımlarlar. Örneğin kimi dine göre (Pakistan), kimi dile göre, kimi bunların bir kombinasyonuna göre (Örneğin Ermeni ve Türk Milliyetçilikleri büyük ölçüde böyle), kimi soya göre, kimi ırka göre, kimi kültüre göre tanımlarlar. Ama bütün bunların hepsinin ortak özelliği ulusların bir tarihi olduğunu söylemek ve bir tarihe göre tanımlamaktır. (Bana göre Ulusların tarihi yoktur. Dünyanın en eski ulusu Amerika’dır ve tarihsizdir.)

159


İşte ulusal olanı, böyle bir din, bir dil, bir tarih, bir soy, bir ırk, bir kültür üzerinden tanımlamalara ben “gerici milliyetçilik” diyorum. Elbette bu gericilikler içinde de bir gericilik hiyerarşisi vardır. Bir ulusu bir ırka göre tanımlamak ile (Örneğin Türklerin Orta asya’dan geldiği) bir kültür’e göre tanımlamak arasındaki fark. (Örneğin Türklerin esas olarak aslında önce Müslüman sonra oradan Türk olmuş, hafızasını kaybetmiş Rum ve Ermeniler olduğunu söyleyen ve Türk Tarihinin bir parçası olarak Bizans ve Ermeni tarihlerini okutan bir Türk milliyetçiliği de mümkündür –ki böylesi olgulara da daha denk düştüğü için daha az şizofrenik olur - ve böyle bir kültürel olarak tanımlanmış bir Türk milliyetçiliği de gerici bir milliyetçiliktir, sadece bir ırka göre tanımlamaya nispetle daha esnek olduğu söylenebilir.) Peki demokratik bir milliyetçilik nedir? Demokratik bir milliyetçilik, ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddetmez, bu nedenle milliyetçidir, ama ulusal olanı demokratik olarak tanımlar. Yani gerici milliyetçilerin ulusal olanı tanımlarkenki kriterlerinin hepsini kişilerin özel sorunu olarak görür. Yani, Türk., Kürt, Müslüman, beyaz, siyah, şu veya bu kültürden olmak, kişilerin özel bir sonunu olur. Ulusu bunlarla tanımlamaya karşı tanımlar. Yani örneğin, bu ulus, hiç bir tarihsel, dinsel, kavimsel göndermede bulunmaz. Yani ulusun bir dili, dini, tarihi, kültürü olmaz. Pratik olarak örneklemek gerekirse, herkesin ana dilinde eğitim hakkı olur. Tarih derslerinde, Ermeni, Türk, Kürt tarihleri değil, ulusların tarihlerinin olmadığına dair bir tarih okutulur. Herkes kendi ana dilinde, aynı okulda ama bu ulusların tarihi olmadığına dair tarihi okur. Ama elbette okuldan çıkınca, nasıl gerçekten laik bir ülkede, okulda DNA’ları, Darvin yasalarını okuyan, isterse din dersine gidip, özel hayatında İnsanı Tanrı’nın yarattığını öğrenebilirse, elbette, örneğin Türkler Türklerin Orta Asyadan geldiğine veay insanlığı tohumlamak üzere başka dünyalardan görnderildiklerine veya Türklerin hafızasını yitirmiş Rum ve Ermeniler olduğuna dair tarihler okuyabilirler; bunları araştıracak birlikler kurabilirler, yayınlar yapabilirler, aralarında tartışabilirler. Bu bütün “uluslar” için de böyledir. Ama bunalrın hepsi kişilerin özel sorunu olur. Böyle bir düzeni savunmak da milliyetçiliktir, ama bu demokratik bir milliyetçiliktir. Ya da ben böyle tanımlıyorum. Gerici milliyetçilerin milliyetçilik tanımına göre ise, bu milliyetçiliğin ötesi gibi bir şeydir. Peki milliyetçilik olmayan nedir? Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine karşı olmak milliyetçi olmamak demektir. Yani uluslara karşı (dikkat edin, ulusçulara demiyorum, uluslara diyorum), ulusal devlet ve sınırlara karşı savaşı en acil görev olarak önüne koyanlar ulusçu olmaktan çıkabilirler. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olanın özel, yani politik dışı olmasını savunmak ulusçu olmamak olabilir. Göreceğiniz gibi alışılmış pardigmalar ve tartışmaların hepsini boş düşüren, bambaşka bir bakış bu. Kavramak ise, aynı zamanda hem çok basit hem de çok zor. Bu konuda çok yazdım. Bu yazılarımın çoğu eski Köxüz sitesinde var (Kitaplarım ücretsiz indirilebilir: http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/). Özellikle Marksizmin Marksist Eleştirisi içindeki, Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı başlıklı yazımı öneririm dediklerimin daha iyi 160


anlaşılması için. (http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/icerik/marksizmin-marksist-elestirisigenisletilmis-ikinci-baski ) Ayrıca Ermeni katliamı konusunda yazılarımın da bir derlemesi var: http://www.akintiya-karsi.org/koxuz/icerik/ermeni-katliami-ve-sorunu-uezerine-yazilar) Hasılı fazla dert etmeyin, fazlma gönül koymayın, Marks’a bile milliyetçi diyen; Marks’ın sözünü, “ulusal olanı, bir din, bir dil, bir tarih vs. ile tanımlayan ulusları ezen bir ulus ancak özgür (demokratik)bir ulus olabilir” şeklinde formüle eden birisi size ulusçu dedi. Selam ve saygılarımla - 29 Şubat 2012 Çarşamba

161


Politik Bir Profil İçin Öneri: “24 Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım” Değerli Arkadaşlar, Geçen Çarşamba (21.11.2012) Kadıköy’de yaptığımız toplantıda bazı arkadaşlar, bizlerin diğer sol örgüt ve akımlardan ayrılığımızı ve politik profilimizi gösterecek bir şeyler yapmamız gerektiğini; örneğin kampanyalar yapmamız gerektiğini belirttiler. Ancak konu üzerinde özel bir gündem olmadığından elbette görüşülmedi ve bu eksiklik ve istek belirtilmekle birlikte somut bir öneri de gelmedi. Bunun üzerine benim bu konuda bir önerim var, düşünelim ve tartışalım, Olgunlaştıralım dedim ve kısaca önerimi “24 Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım” parolasıyla ifade edip, bunun hem bu amaca hizmet edeceğini hem de Türkiye’deki demokrasi mücadelesine büyük katkısı olacağını ifade ettim. Bunun üzerine Erdal Kara arkadaş, bu konuyu daha ayrıntılı yazmamın iyi olacağını söyledi. Ben de şimdi aşağıda bu önerimi, şimdi kısaca özetleyip, tartışılmak ve olgunlaştırılmak üzere, bütün SYK kamuoyuna iletiyorum. Tartışılması dileğiyle. Gelen itirazlar ve tartışmalara göre görüşümü daha ayrıntılı açıklarım ve hep birlikte olgunlaştırabiliriz. Niçin “24 Nisan’ı 1 Mayıs Yapalım” ya da “1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapalım” kampanyası? Şu nedenle, bizler bu parolayı ortaya atıp solun ve Türkiye’nin gündemine soktuğumuz ve tartıştırabildiğimiz noktada herkes bize karış çıksa ve küfretse bile biz kazanmışız; gündemi biz belirlemişiz demektir. Ve bu gündem, Türkiye’deki mücadelenin boğayı boynuzlarından yakalaması; güçlerin en irisini düşmanın en can alıcı yerine yığması anlamına gelir ve stratejik olarak da çok doğru bir strateji anlamına gelir. Bugünkü gücümüzle, (sadece fiziki güçten, örgütsel güçten söz etmiyorum; enetelektüel ve teorik güçten de söz ediyorum) Türkiye’de büyük etki sağlama; solun gettosunun dışına çıkma şansımız yoktur. Hatta o gettoda bile ciddiye alınma şansımız azalmaktadır. Onların günlük gazeteleri var; bu yayınlar atılım üstüne atılım yapıyorlar (Birgün yeni atılımda; Sol günlük çıkmaya başladı; Evrensel ve Hayat TV bir şekilde oturmuş gidiyor). Ayrıca Şehir küçük burjuvazisi giderek Kürtlere yaklaşıyor ve muhalefetini sertleştiriyor. Zaten bu hareketlerin de Kürtlere yaklaşması ve atılımları bunun bir ifadesi olarak da okunabilir. Bütün bunlar da onlara yeni ve taze güçle getiriyor. Yani ne entelektüel ve teorik gücümüz var; ne politik, ne de örgütsel? Ertuğrul Kürkçü de olmasa aslında sıradan bir sol örgütüz arada bir yerlerde. Ama bugünkü gücümüzle, bu sorunu Türkiye’nin sosyalistlerinin ve sol kamuoyunun gündemine ve tartışmasına sokabiliriz. Onları bu öneri karşısında tavır almaya zorlayabiliriz. Bunu yaptığımız an zafer kazanmışız demektir. Zafer sizin önerinizin kabul edilmesi değildir; sizin önerinizin veya sizin tartışılmanızdır. Herkes size karşı çıksa hatta küfretse bile size 162


karşı çıkıyor ve küfrediyorsa ve siz esas olarak doğru bir pozisyondaysanız, siz kazandınız demektir. Gerisi zadece basit bir zaman sorunudur. Bu mümkündür. Bunu yaptığımız an. Hem sosyalistler olarak Türkiye’deki Demokrasi mücadelesinin önüne geçmiş; bu mücadeleyi liberallerin tekelinden kurtarmış oluruz; hem de ulusalcı sosyalistlerle ve sosyalizmle ciddi bir mücadeleye başlamış oluruz. Onları köşeye sıkıştırırız. Ulusalcı sosyalistler (EP’den TKP’ye, Halk Evleri’ne ve ÖDP’ye kadar) bu öneri karşısında sustukları veya karşı çıktıkları takdirde anti demokratik, ulusalcı nitelikleri; kendileri hakkındaki iddialarıyla gerçek tutumları arasındaki çelişki ortaya çıkar. Buda onların çoğunda patlamalara yol açar. Ama bu aynı zamanda, liberallerin elindeki silahı alır. Çünkü liberaller gerçekten demokratik özlemliler üzerindeki hegemonyalarını sosyalistlerin demokratik mücadeleye karşı ilgisizliklerinde hatta karşı duruşları sayesinde sürdürmektedirler. Bu ikisi arasında aslında zımni bir çıkar ve kader ortaklığı vardır. Bizlerin sosyalistler olarak demokratik bir mücadelenin önüne geçmemiz, liberallerin silahlarını elinden alır; onları açmazda bırakır. Liberaller ve Ulusalcılar, eğer pratik olarak önerimizi destekler ve yanımıza gelirlerse; yani 1 Mayıs’ta alanları dolduranlar 24 Nisan’da alanlara akarlarsa; Türkiye’de gerçekten zihinlerde devrim gibi bir şey olur. Demokratik mücadele müthiş bir yol kat etmiş olur. Ulusalcılar ve Liberaller aslında ellerinde olmadan demokratik mücadelenin aracı işlevi yüklenmiş olurlar nesnel olarak. Ama gelmezlerse ve karşı çıkarlarsa, bu sefer kendi gerici ve anti demokratik yüzleri ortaya çıkar ve şimdiye kadar sürdürdükleri oyunları bozulur. Böylece hem sosyalist hem de demokratik mücadelenin öncüsü bir profil elde dilmiş olur. Ancak bu aslında bir yan üründür. Esas olarak tahmin edilemeyecek kadar büyük başka kazanç ve ilerlemeler olur. Bir kere, böyle bir öneri, ister istemez Ermeni katliamını gündeme getirecektir. Bu konunun sadece gündeme gelmesi bile müthiş bir devrimci ve demokratik bir potansiyele sahiptir. Çünkü bu konu tüm kavramları ve tarihi yeni baştan tanımlamayı gerektirir. Bu ise entelektüel hayatın gündemini belirlemek demektir. Yani ideolojik egemenlik demektir. Herkes bize küfretse, önerimize karşı çıksa bile, bizim dediğimizi tartıştığı için, ideolojik egemenliğiniz altına girmiş olur. Böylece sol ve demokratik güçler tekrar etki entelektüel ve yaratıcı gücünü kazanmaya; entelektüel ve teorik hayat üzerindeki ölü toprağını atmaya başlar. Böyle bir kampanya, bir demokratik hareketin şekillenmesine ve radikal bir demokratik hareketin programının gerçekten ne olması gerektiği tartışmasına yol açar. Bu dinamizm bir süre sonra Kürt hareketi üzerinde etkisini gösterip, orada da Türkiye’de bir demokratik hareketin yokluğu nedeniyle tek ayakla yürümek zorunda kalmış; gerici milliyetçilerin elinde bir rehin durumunda bulunan demokratik kanadın tekrar güçlenmesine ve canlanmasına yol açar. Bu da karşı olarak buradaki demokratik harekete güç verir. 163


Ama asıl önemlisi, böyle bir öneri ve tartışma karşısında; CHP ve AKP; Burjuvazi ve Askeri Bürokratik Oligarşi; Ulusu İslam’la tanımlayan Gerici Milliyetçilik ile:; Ulusu Türklükle Tanımlayan gerici milliyetçilik tek bir cephe olacaklardır bu öneri karşısında; bütün gerici yüzleri ortaya çıkacaktır. Bu durumda biz biricik demokratik muhalefet odağı olarak kalırız. Yani bu öneri, sadece sosyalistlere karşı bizim profilimizi pekiştirmez; Bütün diğer büyük partiler karşısında da bir alternatif kutup olarak öne çıkmayı sağlar. Bu fiilen Türklerin Türklükle mücadeleye başlayıp birer demokrata dönüşmesi anlamına gelecektir. Türkler demokrat olmadan; yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı mücadeleye; kendi imtiyazlarına karşı mücadeleye girmeden; yani Türklüğün hiçbir politik anlamı olmayan özel bir sorun olmasını savunmadan birer demokrat olamazlar ve demokrata dönüşemezler. Böyle bir kampanya aynı zamanda bu dönüşümün; Türklerin kendi nefislerine karşı mücadelesini başlatıp Türklerin demokratlara dönüşmesinin yolunu açar. Türkler demokrat olmadan ise ne Türkiye demokrat olabilir ne de Kürtlerin demokrat olması için yol açılabilir. Türkler demokrata dönüşmeden ise bir Kürt Türk boğazlaşması kaçınılmaz olmaktadır giderek ya da bu boğazlaşmayı askeri bürokratik oligarşi kurtarıcı gibi gelerek engeller ve ömrünü bir elli yıl daha uzatır. Ama sadece bu kadar da değil. Böyle bir kampanya aynı zamanda bir strateji ve program tartışması; tarih tartışması başlatır. Türkiye’nin entelektüel hayatı tekrar canlanır. Ama esas önemlisi, bizleri eğitir; bizleri dönüştürür. Bizim bütün programatik, stratejik, örgütsel sorunlarımızı aşmamızın yolunu açar. * Bu vesileyle aşağıya aklıma gelen birkaç başka argümanı koyayım. Zamanım olmadığımdan şimdilik bir başlangıç olarak. Tartışma zemini olsun diye. 1 Mayıs’an anlamını yitirmesine karşı da bir argümandır. 1 Mayıs artık, gerçek politik anlamını yitiriş; solun “görücüye çıktığı” bir gün olmuş; bir karnaval veya festivale; Türkiye’deki sistemin anti demokratik özünü gizleyen; o sistemi korumanın ve sürdürmenin bir aracına dönüşmüş bunmaktadır. Nasıl İstiklal Caddesi bir vitrinse, orada her gün yürüyüş yapanlar bu vitrindeki “demokrasi mankenleri” olmaktan öteye gidemiyorlarsa öyle. 1 Mayıs, “İstiklal Caddesi Demokrasisi” oyununun tüm sosyalistlerin oyuncu olarak katıldığı bir tek günde yoğunlaşmış biçimidir. Bu oyuna katılmamak ve onu bozmak boynumuzun borcudur. Bu oyunu bozmanı, teşhir etmenin bir tek yolu var. Türk devletini ve Türklüğü var oluşundaki katliamla yüz yüze getirmek. Suskunluğu kırmak. Ermeniler ve Rumlar ve diğer Hıristiyan halklar katledildiği için Türkler ve Türklük var.

164


Öte yandan ulusun Türklükle tanımlanmış olmasına karşı savaşmadan bir demokratik hareket oluşamaz ve bir Kürt-Türk savaşı ve katliamlar engellenemez; hatta Orta Doğu’nun giderek tümüyle Lübnanlaşması engellenemez. * 1 Mayıs’a gerçek mücadeleci anlamını vermek; Demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin bir aracı yapmak. 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmaktan daha fazla, 1 Mayıs’ın ruhuna ve anlamına uygun ne olabilir? Enternasyonalist dayanışma ise eğer 1 Mayıs’ı anlamı, bundan daha enternasyonalist ne olabilir? * Bir tarih tartışması başlatmak ve demokratik bir tarih yazmak. Her hareket, her din, yani bir gelecek ya da toplum tasavvuru, her program önce bir geçmiş, yani Tarih kurar. Yani öncelikle yeni bir tarih yazar ve o tarih üzerinden bir program ve toplum tasavvuru ve gelecek kurar. Gelecek geçmişte kurulur. Geçmişi kurmadan geleceği kurmak mümkün değildir. Kaos, Kronos, Zeus üzerinden bir tarih ile diyelim ki Hıristiyanlık egemen olamazdı. Önce kendi tarihini yazmıştır: Adem, Havva, Habil, Kabil, Nuh, İbrahim, Musa, İsa diye. Bu tarihin zihinlerdeki adım adım egemenliği Hıristiyanlığın egemenliğini getirmiştir. Bütün din kitapları aslında bir tarih kitabıdır ve tam da bu nedenle yeni bir düzen ve gelecek kurabilmişlerdir. Kuran da öyledir. Aydınlanma egemen olabilmek için, Peygamberler ve Kutsal kitaplar tarihi yerine, Antik Roma ve Greklerin aydınlığı; Ortaçağın karanlığı türünden başka bir Tarih yazmış; bu tarihin zihinlerdeki egemenliği ile modern toplum düzenini ve egemenliğini oturtabilmiştir. Ulusçuluk egemen olmadan önce ulusların tarihini yazar; ulusları yaratır ve öyle egemen olur. Türklerden önce Türk Tarihi kurulmuş, bunun üzerinde Türk Ulusu ve Devleti oluşmuştur. Aynı şey şimdi Kürtlerde görülmektedir. Medlerden, Karduklardan, Selahhatin Eyyübilerden gelen bir Kürt tarihi yazılmakta ve Kürt devleti ve ulusu oluşturulmaktadır. Abdullah Öcalan’ın neredeyse yazdığı bütün kitaplarının Tarih kitabı olması bir rastlantı değildir. Abdullah Öcalan’ın yazdığı Kürt tarihinin diğer Kürt tarihlerinden veya Türk ulusunun tarihinden farkı; Kürt tarihinin içini demokratik unsurlarla doldurmasındadır. Savaşlarla, devletler kurmakla vs. övünen Türk ve diğer Kürt tarihçiliğinin aksine; Öcalan’ın tarihi Kadınların komündeki konumuna; neolitiğe; peygamberlerin eşitlikçi ve reform anlamına gelen düzenlerine, rönesansa, aydınlanmaya, sosyalizme sahip çıkarak bir tarih yazar ve demokratik özünü böyle ifade etmeye çalışır. Bütün sahiplenip öne çıkarmak istediği bu demokratik özüne rağmen; bir Kürt tarihi olarak kalır ve Kürt Hareketinin bütün çelişkisini dışa vurur bu tarihçilik. Demokratik bir özü gerici bir biçim altında verme çabası. 165


Ne var ki, Türkiye’deki demokratik ve Sosyalist hareketin de bir demokratik tarihi yoktur. Türkiye’deki demokratik muhalefetin de yaptığı özünde aynı türden bir tarihçilik olmaktan öteye gidememiştir. Türk tarihini, Baba İshak, İlyas, Bedredettin gibilerle halkçı ve eşitlikçi bir özle doldurma çabasıdır ama bu tarihçilik de bir Türk tarihçiliği olmaktan çıkmaz. Hatta bu tarihçilik çok cılız ve çapsız olduğu için bütün cılızlığını ve çapsızlığını Türkiye’deki Demokratik ve sosyalist harekete de vurur. Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi bile, bir tarih yazımının aracı olduğunda o metodolojik değerini yitirip, Türklüğe ilkel komünizm aşısı yapmaktan öteye gitmez. Hatta Öcalan’ın yazdığı tarihin esin kaynağı bile budur. Yani Türkiye’de demokratik bir Tarih yoktur, yazılmamıştır ve bu nedenle de demokratik bir hareket yoktur veya yok kertesindedir. Sosyalistlerin tarihçiliği ise; Türk tarihine eşitlikçi veya sosyalist bir renk vermekten ve Türk tarihçiliği olmaktan öteye gitmez. Sosyalist ve Marksist hareket de, bir program ve gelecek tasavvuru olarak çıkarken, önce bir tarih olarak ortaya çıkmıştır. Tarihsel Maddeciliğin; yani başka bir tarih anlatısının Marksizmin diğer adı olması bir rastlantı değildir. Marksizm de bir Tarih olarak doğmuştur. Alman İdeolojisi, bir tarih anlatımıdır. Daha doğrusu bunun yöntemidir. Komünist Manifesto, söze, “Şimdiye kadar bütün toplumların Tarihi” diye başlar, bir tarih anlatır. Ve bir tarih anlattığı için; bir tarih anlatabildiği ölçüde geleceği kurmaya başlar. Marksizmin itibarını ve entelektüel gücünü yitirişi bu tarihin artık yetersiz olmasıyla da ilgilidir. Sık sık, bir ütopyamızı olmadığından söz edilir oldu, programsızlığın ifadesi olarak; ama bu söz “Ütopya”nın tarihte yazıldığını bilemeyecek kadar tarih bilincinden yoksun olduğundan, aslında “Bir tarihimiz yok” demesi gerekirdi. Sosyalist hareket ancak, Marks ve Engels’lerin yazdığını da kapsayan ama onu aşan bir tarih yazmaya başladığında; yani başka bir tarih anlattığında ancak tekrar eski gücünü ve geleceği kurma kapasitesini kazanabilir. Marksizim geleceği kurma yeteneğini geçmişte yitirmiş; geçmişi kuramadığı için geleceği de kuramaz hale gelmiştir. Bu nedenle tarihe ve metodolojisine ilişkin sorunlar aslında geleceğin nasıl kurulacağına ilişkin sorunlardır. Türkiye’de Demokratik bir tarih yok; Dünyada sosyalist bir tarih yok. Bu nedenle Türkiye’de demokratik bir hareket bile yok; Dünyada sosyalist bir hareket yok. Ve tam da bu nedenle demokratik bir program ve sosyalist bir program ve hareket yok. * Marksizm Aydınlanma’nın tarihine karşı başka bir tarih yazmamıştır. Aydınlanma’nın anlattığı tarihi kabullenip onun içine sınıf mücadelesini katmakla yetinmiştir. Yani Öcalan’ın ya da Türk sosyalistlerinin Kürt ve Türk tarihi içinde yaptıklarını veya yapmaya çalıştıklarını; Aydınlanma’nın yazdığı tarih içinde yapmaya çalışmıştır. Aydınlanmanın yücelttiği Antik Yunan ve Roma’ya Kölecilik; karanlık Ortaçağa Feodalizm; Aydınlanma’ya da Kapitalizm demiş ve İşçi Sınıfın koymuştur ama bu tarih anlatısının kendisini sorgulamamıştır. Zeusun yerini Allah ve Ademin alması türünden; veya peygamberler tarihinin (Ahdi Atik veya Kuran) yerini Klasik uygarlıklar Ortaçağ karanlığı ve tekrar Aydınlanma tarihinin alması türünden bir 166


kökten değişiklik değildir bu. Anlatılan tarih ve paradigmaları sorgulanmaz; sadece içeriğe başka anlamlar yüklenir. Bunun yetersizliğini sezen Kıvılcımlı’nınki gibi çabalar da bu tarih anlatısını aşamadığı gibi; işin kötüsü; Türklüğü ve Türk tarihini sorgulamadığı; demokratik bir tarihçilik olmadığı için; Türk Tarihine eşitlikçi ve halkçı bir aşı vurmaya kalkmaktan ötesine gidememiştir. Ve bu nedenle bir rastlantı değildir, bu tür tarihlerden faşizme yakın kimi hareketlerin çıkması. Örneğin Türklerin Müslüman olmasından; Orta Asya’dan gelen Türk boylarının fetihlerinden söz ederek başlar Kıvılcımlı. Aslında anlattığı bir Emin Oktay tarihidir. Bütün sosyalistler de aynı tarih kavrayışındadır. Ama Türkler Müslüman olmamıştır; zaten olamaz da, böyle bir şey mümkün değildir, çünkü masa ahlak olamaz. Böylesine bir kategorik yanlıştır. İnsanlar bir dinden diğerine geçebilir ama bir dili konuşmayla veya belli bir yaşam tarzını sürdürmekle ilgili bir kategoriden başka bir kategoriye; dine geçemez. 1071’de Türkler Anadolu’yu feth etmemiştir, çünkü o zaman Türkler yoktur. Binlerce yıldır süregelen Akdeniz ve İran Uygarlık anlarındaki imparatorlukların gel gitleri vardır. Selçukluların barbar aşısıyla ve İslam’la gençleşmiş Pers uygarlığının tekrar Roma’yı Ege kıyılarına kadar geriletmesi vardır. Daha sonra aynı taze aşıyı alan Roma’nın; Pers uygarlığını Şimdiki İran Türkiye sınırına kadar sürmesi gerçekleşecektir. Osmanlı Bir Türk devleti değildir; Üçüncü Roma’dır; Meşrutiyet bir devrim değil bir karşı devrimin başlangıcıdır. Bütün bunlar uzatılabilir. Ama bizlerin tarih anlayışı, Türk ulusçularının yazdığı tarihin ötesine gitmemiştir. Neden böyledir, Marksizmin bir ulus teorisi olmadığından ulusal tarihleri aşamamış; bir de Din teorisi olmadığından; Aydınlanma’nın tarihçiliğini aşamamıştır. Yani bugün ne demokratik bir tarih vardır Türkiye çapında mücadeleyi ve programı yerleştirecek; ne de sosyalist bir tarih vardır dünyada sosyalizme yeniden güç verecek ve bir program oluşturmayı sağlayacak. İşte “24 Nisan’ı 1 Mayıs yapalım” kampanyası; bir demokratik tarih yazımının; bunu toplumun gündemine getirmenin; ve bunu yaparken bizlerin de bir demokratik tarihin ne olduğunu öğrenip onu yazmaya başlamamızın; yani Demokratik bir hareketi ve programı oluşturmaya başlamamızın arcı olabilir. Ulusçuluğun tarihini reddeden ve sorgulayan Demokratik bir tarihi yazmaya başladığımızda da ister istemez Aydınlanma’nın tarihini reddeden ve sorgulayan bir sosyalist tarih yazmaya başlamak zorunda olduğumuzu göreceğiz ve onu da yazmaya başlayacağız. Şimdi bütünüyle Politik profil oluşturma sorununa ilişkin bir öneriye böyle Tarih ve Zeuslarla başlamak garip gelebilir ama işte tam da anlaşılmayan ve teori ve politika ilişkisinin koptuğu yer burasıdır. Bugün Türkiye’deki bütün sosyalist hareketler demokratik bir karakterden yoksundur. Çünkü demokratik bir tarih kavrayışları yoktur. Bu nedenle demokratik değillerdir. Ulusu bir dil, din, etni, soy, sop ile tanımlamış bir demokrasi olamaz. Bir ulusu, bir dille, dinle, soyla, tarihle tanımadığınız andan itibaren; o topraklar içinde o tanıma uymayanları fiilen baskı altına almış olursunuz. 167


O halde demokratik bir program her şeyden önce; insanların dili, dini, etnisi, soyu, sopu, tarihi vs. ne olursa olsun en azından biçimsel olarak eşit olmasını savunmayı gerektirir. Türkiye ve Orta Doğu’da demokratik bir hareketin olmazsa olması budur. Demokratik bir hareket ve eşitlik olmadan da sosyalist bir hareketin olması; işçilerin birliğinin sağlanması olanaksızdır. Bir takım insanların dilinden, bir kısmının dininden; bir kısmının cinsinden vs. ezildiği bir ülkede işçiler birleşemez. Ama bunu savunabilmek için de önce demokratik bir tarih yazmak gerekir. Yani Türklerin tarihi olmadığına dair bir tarih gerekir. Türklerin tarihinin Türk devletinin Yirminci yüzyılın başında kurulmasıyla başladığına dair bir tarih gerektirir. İşte 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapalım, başka bir tarih yazımını başlatacaktır. Ulusçuluğun tarihine karşı demokratik bir tarih; Ermenierin; Kürtlerin; Türklerin tarihi olmayan; başka kategorilerle yazılan bir tarih. Ama bu “Başka kategoriler” aynı zamanda sosyolojik temel kategoriler olacaktır. Bu kategorilerin ne olduğu üzerin bir tartışma Marksizmin anlaşılmasını ve geliştirilmesini getirecektir. böylece teorik eğitimbakımından damüthiş önemi vardır. Keza sosyalist hareketin tarihi de Mustafa Suphilerla başlayan; Bakü Kongresi ile Başlayan bir tarih olmaktan çıkıp; yani TÜRK sosyalistlerinin tarihi olmaktan çıkıp; Demokratik bir tarih; Selanik İşçileri; Blagoev, Vareks Efendi, Tevfik Fikret vs. ile başlayan bir demokratların tarihi olmaya başlayacaktır. Sosyalistler Türk olmaktan çıkıp demokrat oldukça daha sosyalist olmaya başlayacaklardır. Bunlar bir tartışmaya başlangıç için yeter. Ayrıca bu konuda bir iki yıl önce bir yazı yazmıştım. Onu da aşağıya ekliyorum. 25 Kasım 2012 Pazar Demir Küçükaydın Aynı konuda geçen yıl yapılan öneri ve bu vesileyle yazılanlar: “23 Nisan çocuk bayramının, kendisinin unutturulması için koyulduğu ve çocukların masumiyetinin de kendisine kurban edildiği 24 Nisan Ermeni Katliamının yıl dönümü yine geliyor. Sol veya Sosyalist örgütler, artık kendilerinin bile “görücüye çıkmak” diye tanımladıkları, 1 Mayıs gösterileri için toplantılar, kimin nerede nasıl yürüyeceğine, nasıl güçlü ve etkili görüneceklerine ilişkin ince hesaplar ve pazarlıklar yaptıkları toplantıları sürdürüyorlar. Ama 24 Nisan bunların içinde hiçbir yer tutmuyor. Belki bir iki küçük sol örgütün ve birkaç bireyin bir uğraşı olarak kalıyor. Aslında Türkiyeli sosyalistlerin ve İşçilerin, 1 Mayıs’ın da tıpkı 23 Nisan gibi, 24 Nisan’ı unutturmanın, gizlemenin, gündemden düşürmenin ve bizzat 1 Mayıs’ın kendisini anlamsızlaştırmanın bir aracı haline dönüştüğünü görüp, 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmaları ve 168


1 Mayıs’ı gerçek 1 Mayıs’ın özünde bulunan mesaja tekrar kavuşturmaları beklenirdi. Ama onlar böyle “milliyetçi” dalaşmalarla uğraşmayacak kadar derin “Enternasyonalist”tirler. Marksizm’e göre gerçeklik somuttur. Bu her şeyin her an kendi zıddına döneceği, bugün doğru olanın bir anda en büyük yanlış olacağı veya olabileceği anlamına gelir. Artık 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak, kendi zıddına dönmüş, Türkiye’deki demokrasi, hak ve eşitlik mücadelesine hizmet etmekten çıkmış bulunuyor. 1 Mayıs artık açıkça 24 Nisan’ı örtmenin, gündemden düşürmenin, bilinçlerden uzak tutmanın bir aracına dönüşmüşken; 24 Nisan egemenler ve anti demokratik güçler için 1 Mayıs’tan bin kere daha patlayıcı bir özelliğe sahipken; 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamakta ısrar etmek, bu politikanın basit bir aracı olmaktan başka bir sonuç vermez. 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmalı. En azından demokratlar, sosyalistler, “24 Nisan Ermeni Katliamı en azından vicdanlarda mahkum edilmedikçe, bu topraklarda bir matem ve utanç günü olarak anılmadıkça, 1 mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak bizlere haram olsun” diyerek 1 Mayıs’a gerçek politik anlamını, işlevini; enternasyonalist, demokratik ve eşitlikçi anlamını tekrar kazandırabilirler. Bu vesileyle tüm Türkiye’nin sosyalistlerini bu konuyu tartışmaya, gündeme almaya ve böyle davranmaya davet ediyorum. Şu an belki çok geç. Ama hala yapılabilecek bir şeyler olabilir. Örneğin bu 1 Mayıs’ta 1 Mayıs’ın bütün sloganları, 24 Nisan katliamı üzerine yapılabilir. Örneğin, “Bugün 1 Mayıs değil 24 Nisan!” diye bir slogan bu 1 Mayıs’a damgasını vurabilir. Ve gelecek yıllardan itibaren 1 Mayıs gösterileri 24 Nisan’larda yapılabilir. * Ermeni katliamı, kimin ne ölçüde demokrat olduğunu anlamak ve ölçmek için en sağlam ve şaşmaz mihenk taşıdır. Bu nedenle, Türkiye’deki demokrasi mücadelesi, ancak bu katliamın damarı üzerinden yürüyebilir. Tarih tarihle ilgili değildir. İnsanlar Tarih aracılığıyla bugünün mücadelelerini yürütürler ve geleceğin toplumunu kurarlar. Ermeni katliamını gündeme taşımadan, onun nedenlerini açıklamadan ve bunları mahkum etmeden, böyle bir tarih okullarda okunur bir tarih olmadan Türkiye’de demokrasiden söz etmek, bir kandırmacaya katılmaktan veya alet olmaktan başka bir anlama gelmez. O demokratik ülkede ve tarihte, örneğin Türkiye’de Sosyalist ve Komünist hareketin tarihi 1920’de TKP’nin Bakü Kongresi’nde başlamayacaktır, Taşnak, Hıncak, Selanik İşçiler Birliği vs. nin kuruluşu ile başlayacaktır. Mustafa Suphi’lerin yerini Balkanlı sosyalistler, Varteks Efendi’ler, Tigran Zevan’lar alacaktır. Modernleşme ile gelen Demokratikleşme mücadelesi Şinası, Namık Kemal, Ziya Paşa vs. ile değil; Velensinli Rigas ile başlayacaktır örneğin. İlk roman, ilk tiyatro, ilk sinema, Müslümanlık ve Türklük üzerinden değil; Osmanlı’da en azından Tanzimat’tan beri, tüm yurttaşlar kanun önünde eşit olduğuna göre, İlk Rum veya Ermeni veya Balkanlı yazarların eserleri ile başlayacaktır. 169


Böyle bir Tarih olmadan, bir demokrasi hareketi ve demokratik bir ülke düşünülemez ve de Kürt ve Türklerin birbirini boğazlamasının önüne geçilemez. Türkler ancak birer Türk olmaktan çıkıp birer Demokrat haline dönüştüklerinde Türkiye denen yerlerde Demokrasi olabilir. Bunun ilk koşulu da, Türklerin kendi Türklüklerine karşı mücadelesidir. Hz. Muhammet’in dediği gibi, kendi nefsine karşı savaş, savaşların en kutsalıdır ve en zorudur. Türklerin kendi Türklüklerine karşı savaş ta böyle kutsal ve zor bir savaştır. Ve bu savaş, her şeydin önce Tarih ve Kavramlarda verilir. Türkler Türklüğe karşı bir savaş içinde demokrat olabilirler. Ve bu savaş sadece Tarih’te olmaz. Kavramlarda da yürütülmek zorundadır. Evet kavramlarda. O tarih ile birlikte dilin ve kavramların da değişmesi gerekir. Ermeni Katliamı, Ermeni Katliamı değil, İttihat Terakki’nin Babıali Darbesi ile (hatta Askeri Bürokratik oligarşinin 1908 ile) başlayan Demokrasinin yok edilmesi savaşının en zirve noktasıdır, demokrasinin son kalıntılarının ve toplumsal dayanağının katledilmesidir. Yani sadece bir katliam değil, bir karşı devrimin; halk hareket ve örgütlenmelerinin ezilişinin zirvesidir. O zaman Tarih: 1908, Babıali Darbesi, Ermeni Katliamı şeklindeki bir karşı devrimler zinciri olarak görülür. Buna bağlı olarak, bir karşı devrim olarak tanımlanmaya başlar örneğin. “Ermeni Diyasporası” “Ermeni Diyasporası” değil; Anadolu’nun Diyasporası’dır, bizlerin, bugünkü Türkiye’nin diyasporasıdır örneğin. Her sözün, her kavramın yeniden tanımlanması gerekecektir. Sosyalistler tekrar eski itibarlarına ve toplumun gündemini belirleme güçlerine ancak böyle radikal bir demokrasinin teorik ve kavramsal öncüleri olarak; politik öncüleri olarak yeniden kavuşabilirler. Ama bütün bunları yapabilmeleri için de önce Türklüklerine karşı mücadeleye girip, demokrat olmaya başlamaları gerekiyor. Sanılanın aksine, Türkiye’nin anarsiştleri de, komünistleri de, kendi öznel yargıları ve özlemleri öyle olsa bile, nesnel olarak demokrat bile değillerdir. Hepsi Türk milliyetçisidir. Onlar öylesine gerici bir milliyetçilik anlayışına sahiplerdir ki, örneğin Ermeni katliamının tanınmasını veya Kürtlerin ayrı devlet kurmalarının veya bireysel haklarının tanınmasının veya bir Türk tarafından savunulmasının milliyetçilik olmadığını düşünürler. Onların anlamadıkları şu basit gerçektir, uzun vadeli Türk ulusunun genel çıkarlarını düşünen bir Türk milliyetçisi de pek ala Kürtlerin haklarını savunabilir ve bunun için mücadeleye girebilir. Bunun milliyetçilikle çelişen hiçbir yanı yoktur. Bir ulusun çoklarlarının daha akıllıca savunusundan başka bir şey değildir bu. Bu henüz demokrat olmak bile değildir. Demokrat olmak için önce ulusun veya ulusların bir dille, bir dinle, bir soyla tanımlanmasına karşı mücadele etmek gerekir. Yani Demokrat olmak için Kürtlerin haklarını veya Kürtlerin ayrı bir devlet kurmasını savunmak yetmez; Türklüğün politik bir anlamı olmaktan çıkmasını;

170


yani ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı bir mücadele içinde olmak ve bunu reddetmek gerekir. Böylesi yok. Bu nedenle Türkiye’de demokrasi ve demokrat da yok. Bu nedenle sosyalistler de Anarşistler de aslında birer milliyetçidirler.”

171


SYK’nın Politik Profili İçin Bir Kampanya Önerisi Hakkında Eke Açıklamalar (1)

“24 Nisan’ı Bir Mayıs Yapalım” şeklinde bir kampanya ve tartışma başlatma önerisi yapmıştım. Buna şimdiye kadar hiç kimseden bir itiraz gelmediğine göre; sükut ikrardan gelir diyerek kabul görüyor diyelim. Ancak bu öneriye ilişkin bazı konuşmalardan önerimin yeterince anlaşılmadığını daha doğrusu benim iyice açıklayamadığımı fark ettim. Bunda yaygın ve üzereni düşülmemiş kabullerin de bir etkisi var tabii. Söylediklerim ve önerilerim var olan ve yaygın paradigmeler içinde değerlendirildiğinden anlaşılmayabiliyor. Bu nedenle bazı açıklamalar yapmam gerekiyor. Mesela bir toplantıda işçiler içinde çalışan bir arkadaş; biz orada soykırımdan falan söz edemeyiz demiş. Bu yaklaşımın doğruluğu yanlışlığı ayrı bir sorun olmakla birlikte, ben böyle bir öneride bulunmadım. Benim önerimi özü, sosyalistleri. Demokratları, entelektüelleri, 1 Mayıs’1 24 Nisan’da yapma üzerine bir tartışmaya çekmektir. Bunun yapılıp yapılmaması bile değildir. Hatta yeterince güç yoksa yapılmayabilir. Bu devletin bu konuda nasıl ezici bir tavır takındığı bilinmeyen bir şey değildir. Savaş elbette düşmanın istediği koşullarda değil; kendi istediğimiz koşullarda yapmalıyız. Benim önerimin özü, böyle bir tartışma aracılığıyla konuyu gündeme getirmektir. Tartışmaya sokmaktır. Bu hayati bir halkadır. Bir taşta birçok kuş vurmayı sağlar. Birincisi, daha önce belirtmediğim bir yan. Bütün sol ve aydınlar aynı konuyu tartışır olacaktır. Bu Türkiye’de 60’lardan beri olmayan bir durumdur. Son yıllarda, günlük aktüel politika konusunda ortak tartışmalar yapılıyor ama binler diyelim ki şimdi milletvekillerinin dokunulmazlığı; geçen haftalarda açlık grevleri vs. idi. Ama solun kendisi ortak bir strateji ve program tartışması yapmıyor. 1960’larda ise, sol hem ortak tartışma konularına sahipti hem bu ülke gündemini belirliyordu. Tam da bu nedenle siyasi ve teorik seviye hızla gelişim kaydediyor; herkes sosyalistlere saldırsa bile genel bir hegemonya oluşturuyordu sol. Şimdi ise bizlere saldırılmıyor bile. Bizler polisin saldırısıyla uğraşıyoruz. Esas aydınların, gazetelerin vs. saldırmasını sağlamak gerekiyor. 172


Böyle bir tartışma gündeme sokulabilirse, bu ortak tartışma örgütlere göre bölünme çizgilerini kesen başka bölünmelere yol açar. İşet o zaman tekrar sol farkına varmadan ortak sorunlar karşısında bölünerek; örgüt çizgilerine denk düşmeyen çizgilerle bölünerek birleşmiş olur. Bundan sonra fiili bir birleşmenin koşulları yaratılmış olur. Gerçek birleşme ve kaynaşmalar böyle olur, yoksa örgütlerin bir araya gelmeleriyle değil. Onlarla belki bir başlama vuruşu yapılabilir. İkincisi, Sosyalist hareketin tarihini ve bunun ulusçulukla ilişkisini sorgulama olanağı yaratır. Bu da sosyalistlerin teorik olarak gerçekten Türk milliyitçiliğinin izlerinden kurtulmasını sağlar. Şunu unutmayalım ki, 24 Nisan’da İstanbul’da alınan aydınların önemli bir bölümü sosyalist idi. Bunlar Ermeniler değil; sosyalistlerin kurbanları olarak da görülmelidir. Mustafa Suphilerin ölümü her yıl anılıyor. Onlar Türk’tü hatta bir kısmı Türk milliyetçisiydi. Komünist hareketin tarihini Suphilerle, Bakü ile başlatan sosyalist tarihçilik, Türklüğü ve Türk milliyetçiliğini yeniden üretir. Katledilen Ermenileri, sadece ermeni olarak değil aynı zamanda sosyalist olarak anmaya başladığımızda; tarihimizi oradan başlatmaya başladığımızda yavaş yavaş Türk olmaktan çıkıp birer demokrat olmaya başlayabiliriz. O zaman milletin ve milliyetçiliğin ne olduğunu anlamaya ve anlatmaya başlayabiliriz. Böylece 1 mayıs, bu topraklardaki gerçek anti ulusçu özelliğine kavuşmaya başlar. Üçüncüsü, Benim önerimde hedef, Ermeni soykırımının tanınması; Ermeni katliamına soykırım denmesi gibi liberallerin öne çıkardığı ve aslında aynı zamanda son derece gerici; liberallerin ve gerici milliyetçiliğin amacına hizmet eden tartışmalar değildir. Aksine önerimin bir hedefi tartışmaları bu çıkmazdan kurtarmak ve bu tartışmaların da gerici; düzeni yeniden oluşturucu özelliğini teşhir etmek ve bunun için fırsat yaratmaktır. Yani Türklerin özür dilemesi gerici bir taleptir, çünkü Türklüğü yeniden üretir. Ulusların dışında başka bir varoluş ve paradigma olabileceğini kabullenmez. Soykırım tanınsın veya densin gerici bir taleptir. Çünkü sosyolojik bir sorunu hukuki bir tanım çerçevesinde tartışmaya hapseder. Soykırım Hukuki bir kavramdır. Hukuki kavramlar ise var olan düzenin savunusunun ve yeniden üretilmesinin araçlarıdır. Bu gibi itirazlar uzatılabilir. Ama bizzat bu itirazlar, konuyu, var olan gerici ulusçuluğu sorgulamayan liberal ufku da sorgulayıp; bizzat ulusların ve gerici ulusçuluğun eleştirisini; onunla bir hesaplaşmayı ve onların oluşturduğu ideolojik hegemonyayı kırmayı amaçlar.

Şunu unutmayalım. Ermeni katliamı ile bu toplum hesaplaşmadan; bunu bir karşı devrim; bütün çıkmazı; geriliğin ve gericiliğin en temel nedeni olarak görmeden, demokrasi yolunda bir adım bile atılamaz; bırakalım sosyalizmi bir parçacık demokratik bile olunamaz. Bu da katliamların önüne geçilemez demektir. 173


İnsanların canını kurtarmak; katliamları engelleyebilmek için bile bu konuyu ne yapıp yapıp toplumun gündemine getirmeliyiz. Önerim bu yolda sadece küçük bir başlangıçtır. Bunun nasıl planlanacağı; nasıl adımlar atılabileceği; bunun her aşamasının özgül örgüt ve mücadele biçimleri vs. gibi konuları ilerde ele alırız ama önce bir ses verelim lütfen. Karşı ve başka öneriler var mı? Neler? Belki daha akıllıca öneriler vardır bu amaçlara hizmet eden? Demir Küçükaydın 30.11.2012

174


Sevag'ın Annesinin Mektubu ve Türklerin Kötülük Yapma Hakkına Karşı Mücadele Bu ülkede sadece Sevag cinayetini işleyen bir Türk değildir, bütün cinayetleri işleyenler; bütün hırsızlıkları yapanlar, bütün dolandırıcılar Türktür. Çünkü bu ülkede kötülük yapmak sadece Türklerin hakkıdır. Ezilen azınlıkların kötülük yapma hakları yoktur. Bir Türk bir cinayet işlerse, adının önüne Türk konmaz. Ama bir Ermeni, bir Rum özellikle bu ülkede dokunulmaz parya muamalesi gören Hırıstiyanlar veya o halklardan olan biri bir suç işlerse adının önüne Ermeni, Rum gibi tanımlar konmadan adı anılmaz. Adının önüne Türk sıfatı konulmadan cinayet işleme, hırsızlık yapma hakkı olanlar sadece Türk ve Müslüman olanlardır. Bu nedenle ezilen azınlıklardan olan insanlar hep iyi insanlardır. Çünkü onlar iyi olmak zorundadırlar. Çünkü onların kötülük yapma hakları yoktur. İyilik onların biricik silahıdır. Bu ülkede kötülük yapma hakkı sadece Türklerin ve Müslümanların hakkıdır. Türkler ve Müsümanlar bırakalım İnsan olmayı bir yana, bir parçacık demokrat olmak istiyorlarsa, kendilerinin bu imtiyazına karşı mücadeleye girmeli, Türk ve Müslüman olmayanların kötülük yapma hakkı için savaş vermelidirler. Bunun bir tek yolu var. Her hangi bir cinayet, hırsızlık, dolandırıcılık vs. ne olursa olsun, hangi motiflye işlenmiş olursa olsun, bir Türk ve Müslüman birisi tarafından işlendiğinde ve yapıldığında her zaman adının önüne Türk ve Müslüman sıfatı koyularak anılmalıdırlar. Bütün Türk basınını, Türk gazetecilerini böyle davranmaya davet ediyorum. Türkler kendi kendilerini köle eden imtiyazlarıyla ancak böyle mücadele edebilirler. Hazreti Muhammet savaşların en kutsalı kendi nefsine karşı savaş diyordu. Türkler kendi nefislerine karşı savaşa böyle başlayabilirler. Ölen Ermeni olduğu için öldürülmüş olmasa bile, ölen bir Ermeni olduğu sürece bütün katiller Türktür ve Türk olarak kalacaktır. Türklerin bu utançtan kurtulması için, Türk olarak Kötülük yapma imtiyazlarına karşı mücadeleye girmeleri gerekmektedir. Bir Türk olarak Türkleri kötülük yapma haklarına karşı, kendi imtiyazlarına karşı mücadeleye çağırıyorum. * Bugün buraya bir Türk tarafından öldürülen Sevag'ın anısına saygı olarak; unutmamak ve unutturmamamak için Sevag'ın Annesinin Mektubu'nu aktarmaktan başka yapabilecek birşey aklıma gelmiyor. "Sayın Hâkim ve Savcılar, İki yıldır, öldürülen oğlumun peşi sıra size güvenerek, gerçekleri göreceğiniz ümidiyle burada hazır bulunduk. Gidiş gelişlerimizde yolu ve coğrafyanın doğusunu sorun etmedik. Çünkü insan canının parçasının ölüm haberini aldığı ilk anda kilitleniyor. Bu 175


yollar her defasında altımızdan akıp gitti ama bizim için zaman, oğlumuzun ölüm haberini aldığımızda donmuştu zaten. Cinayetin kimin tarafından işlendiğini biliyor olmakla birlikte, “Neden?” sorusunun cevabını bulacağımızı umut ettik. Maalesef bizi tatmine edecek bir yanıt verilmedi. Şayet verilseydi, bu toplumda bir Ermeni olarak değil toplumun geniş kesimine ait bir birey olarak hissedecektik. Aslında bize deniyor ki; sizin oğlunuz 24 Nisan’da, hem Paskalya Bayramı olan hem de Soykırım anma gününde öldürüldü ama haşa, Ermeni olduğu için öldürülmedi. Keşke bu ülkede buna inanabileceğimiz bir zemin olsa. Keşke bu ülkede sırf Ermeni olduğu için birilerini öldürüp ‘kahraman’ olacağını zanneden zihniyet son bulsa. Bizim çocuklarımız da askere kimliğinden dolayı ezilme, aşağılanma, ötekileştirme, fişlenme tedirginliği olmadan gidebilse. Bu sürede canımın parçası oğlumun yaşam hakkını elinden alan şahısla aynı havayı soluduk. Kâh o tetiği çeken elleri gözümüze takıldı, kâh salon dışında gayet mutlu gülen yüzü bizi oldukça rahatsız etmesine rağmen soğuk kanlılığımızı elden bırakmamaya çalışarak duruşmaları takip ettik. Eğer baba, amca veya dayı iseniz biraz empati yapmanız, bizi anlamanıza yardımcı olacaktı sanırım. Bir insan suçsuzsa, kazara bir insanın canına kıydıysa neden şahitleri etki altına alır ki? Etki altında olmadan verilen ilk ifadeler neden göz ardı edilir? Bu cinayeti ‘kaza’ olarak nitelendirip, “görevimiz bitti” diyebilir misiniz? Bunları anlamakta zorlanıyoruz. Neticede anladığım asıl suçlu oğlum; o tüfeğin önünde neden durmuş ki? Durursan, o gün de tesadüf ise, bu cinayetin adına da ister ‘kaza’, ister ‘ecel’, ister ‘kader’ der geçeriz. Bizi, ‘vatanımızı’, uluslararası platformlarda zorda bırakacak kararlara imza atabilecek organizasyonlara başvurmak zorunda bırakanlar utansın diyerek soruyorum: Bu ülkede; emeğiyle, sanatıyla, sevgisiyle yaşayan, burada doğup büyüyen bizler mi daha çok vatanseveriz, yoksa bu ülkeyi başka ülkelere rezil eden mi? Kamuoyu bunu her 24 Nisan’da, bir buçuk milyon artı ikinci kişiyi Kıvanç Ağaoğlu’nun öldürdüğünü bizzat kendisine ve onun gibi düşünenlere hatırlatacaktır. Sayenizde Sevag birdi, bin oldu. Beş gün sonra doğum günü olan oğluma hediyesini götürürken, sizin ‘hediye’nizden de bahsetmekten çekinmeyeecğime emin olabilirsiniz. Bu karardan sonra sizlerle ilgili tek dileğim; çocuklarınıza sarılırken Sevag’ın, annenize sarılırken benim gözlerim aklınızdan çıkmasın. Sevag, tel örgülerden hâlâ şaşkın; “Abi neden?” diyerek bize bakmaya devam edecek." * 176


Demir Küçükaydın 28 Mart 2013 Perşembe

177


Gezi Parkı’na “Hrant Dink Parkı” Adını Verelim. Eskiden 1915’te Katledilen Ermenilerin Anısına Yapılmış Anıtı Yeniden Dikelim Gezi Parkı direnişine katılan arkadaşlara bir öneride bulunmak istiyorum. Üzerine düşünelim, tartışalım, bir fikir oluşturalım ve geniş bir destek bulursa uygulayalım diye. Türkiye’deki özgürlük mücadelesi ileri giderken aynı zamanda daha da gerilere gidip bugünkü keyfiliğin, anti-demokratikliğin köklerine de yönelmek zorundadır. Bu geriye bakışta herkes ve Gezi Parkı’nın özgürlükçü hareketi, ister istemez Ermeni Katliamı ve Anadolu’nun Hıristiyan haklarının yok edilmesi ve sürülmesi gerçeğiyle karşı karşıya gelecektir. Gezi Parkı direnişi hepimizi hızla eğitmektedir. Onlarca yılda kat edebileceğimiz yolları bir iki günde kat ediyoruz. Bunu göz önüne alarak, bir öneri yapmak istiyorum. Gezi Parkı’nda eskiden 1915’te katledilen Ermeniler için bir anıt vardı. Bu anıt yıllar önce kaşla göz arasında yok edildi. Keza bugünkü Gezi Parkı’nın olduğu yerlerde özellikle Harbiye yönünde bir Ermeni Mezarlığı vardı. (Mezarlığın ve anıtın kısa hikâyesi aşağıda ek olarak var.) Bunu göz önüne alarak, Gezi Parkı’nı Hrant Dink Parkı olarak adlandıralım ve oraya aynı anıtı yapamayacağımıza göre bütün sanatçı ve heykeltıraş arkadaşlarımızın yapacakları anıtları orada sergileyip, en çok beğenileni oraya koyarak, özgürlükçü mücadelemizin tarihsel köklerini de derine daldıralım diye düşünüyorum. Köklerimiz ne kadar derinlere giderse, dallarımız o kadar yükseklere çıkar; meyvelerimiz o kadar büyük ve lezzetli olur. Tartışılması dileğiyle. *** Ek: Gezi Parkı ve Anıtın Tarihçesi Hakkında Kısa Bilgi Taksim Meydanından Harbiye askeri müzesine kadar uzanan, İstanbul Radyosu Binası ve çevresini de içine alan arazi 1560-1865 yılları arası, mezarlık olarak mülkiyetini elinde bulunduran Ermeni Cemaati tarafından kullanılmış. 1865 yılında veba salgını nedeniyle mezarlık kapatılmış. Vanlı Margos Natanyan’ın 1929 yılında yazdığı mektuba göre mezarlığın Ermenilerin mülkiyetine geçme öyküsü şöyle: Almanlar Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ı zehirlemek için komplo kurarlar, Kanuni’nin baş aşçısı Manuk Karaseferyan’dır, Kanuni Sultan Süleyman, Manuk Karaseferyan’ın bilgisi dışında hiç birşey yememektedir. Almanlar Manuk Karaseferyan’dan komplo için yardım isterler. Manuk yardımı derhal reddeder ve komployu meydana çıkararak önler, Sultan Manuk Karaseferyan’ı ödüllendirmek ister ve Manuk Karaseferyan, ondan İstanbul Ermenileri için bir mezarlık ister, Sultan da İstanbul’un o zamanlar şehir dışı sayılan Elmadağ-Pangaltı semtindeki çok geniş araziyi Ermenilere verir. 178


1872 yılında mezarlık kışlaya verilmek üzere cemaatten alınmak istenir, ancak Sultan Abdülaziz fermanı ile buna mani olur, 1926 yılında Beyoğlu Belediyesi, Tapu Genel Müdürlüğüne başvurarak mezarlığın kendi adına kayd edilmesini talep eder. Ermeni kilisesi mezarlığın tapusunu ibraz ederek itiraz eder ve mezarlığın sahipsiz ve metruk olmadığını belgelemesine rağmen, Beyoğlu Belediyesi mezarlığa el koyar, itirazlar sonuç vermez, mahkeme mezarlığın sahipsiz ve metruk olduğuna ve 1931 yılında mezarlığın Beyoğlu Belediyesine geçmesine karar verir. Ermeni Patrikhanesi Yargıtay’a gider ve karşı dava açar, ancak 3 Aralık 1933 yılında Sultanahmet Adliyesi yanar ve mezarlığa ait belgeler kül olur. Kül olan belgelerin birer kopyası Tapu’da ve Belediye’de olmasına rağmen davaların gidişi değişmez. Mezarlığın girişindeki “Ermeni Mezarlığı” yazısı ve “Haç” kaldırılır. 1935 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü mülkiyetin kendisine ait olduğunu iddia eder ve araziye ortak çıkar. 1939 Mezarlık tümüyle istimlâk edilir arazi parsellenip satılır, mezarlığın taşları Gezi Parkının basamak inşaatında ve İstanbul-Eminönü meydanında kullanılır (Armaveni Miroğlu, “Ermeni Mezarlıkları”, Toplumsal Bilimler Habercisi, Ermenistan Bilimsel Ulusal Akademisi, 2008). Bugün bu mezarlığın yerinde, Koç Holding’in Divan Oteli bulunmaktadır: İddiaya göre, bu mezarlık alanı içinde, 1915’de İttihatçılar tarafından katledilen ve mezar yeri dahi bilinmeyen Ermeni aydınlarının ve şehitlerinin anısına toplu tevkifatın ve tehcirin (Ermeni Soykırımı’nın ‘Akunq’ web sayfası yöneticileri) dördüncü yılında 1919 tarihinde 11 Nisan Anıtı adlı bir anıt dikilmiş ve anıt 1922’ye kadar burada kalmış, sonra efsanevi bir şekilde yok olmuş, gizemli bir biçimde kaybolmuş.

179


Ermeni Malları, Gezi Aynasında Marksizm Sempozyumu ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi Teori ve Politika dergisinin tertiplediği, Gezi Aynasında Marksizm Sempozyumu’nun Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde yapılması planlanmıştı. Bu satırların yazarı Demir Küçükaydın da bu Sempozyumun bir konuşmacısıydı. (Ancak sağlık sorunları nedeniyle başka bir yerde tedavi olduğundan, internet aracılığıyla ses ve görüntü ile katılabilecekti.) Dün Sempozyum’u Tertipleyen arkadaşlardan bir elektronik posta (E-Mail) geldi. Bu mektupta aşağıdaki açıklama ve iki eki vardı. Eklerin biri yeni, yer ve katılımcı değişikliğini içeren Sempozyum afişi, diğeri Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin yer vermekten niye vaz geçtiklerini içeren mektubuydu. Önce e-maili aktaralım: “Merhaba, Öncelikle davetimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Sempozyum katılımcıları ve yeri konusunda ortaya çıkan değişiklikleri sizlerle paylaşmak istedik. 1) Metin Çulhaoğlu mail aracılığıyla, Sosyalistler Meclisi toplantısını gerekçe göstererek sempozyuma katılamayacağını, 2) Nazım Hikmet Kültür Merkezi ise ekte bulacağınız 25 Ekim 2013 tarihli kararlarıyla sempozyuma ev sahipliği yapamayacağını bildirdiler. Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nin kararında işaret edilen sempozyum katılımcısının Demir Küçükaydın olduğu yine kendileri tarafından ifade edildi. Sonuç olarak, ikinci oturumda konuşmak üzere Ertuğrul Kürkçü sempozyumda yer alacak ve sempozyum Sıraselviler Caddesi No: 5, Taksim adresindeki Taksim Hill otelde gerçekleştirilecektir. Afişin son hali ektedir. Saygılar, Teori ve Politika dergisi” Yeni afişi ayrıca ekte sunuyoruz. Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin ekteki mektubu ise şöyle: “Değerli Teori ve Politika Dergisi Yöneticileri, Derginiz tarafından Kültür Merkezi’mizin Ruhi Su Salonu’nda rüzenlenmek istenen ve daha önce kabul etmiş olduğumuz “Gezi Aynasında Marksizm” başlıklı sempozyum için yer veremeyeceğimizi bildirmek zorundayız. Nazım Hikmek Kültür Merkezi’nin kapatılması yönünde çağrıları bulunan bir ismin etkinlik konuşmacıları arasında yer alacağını öğrenmiş bulunmaktayız. Bu çağrılar orta yerde dururken, söz konusu kişiyi konuşmacı sıfatıyla ağırlamak, binlerce kişinin emeği , katkısı ve alınteriyle kurulmuş ve usta şair, komünist Nazım Hikmet’in adıyla yaşatmaya çalıştığımız 180


Kültür Merkezi’mizin emektarlarına ve dostlarına saygısızlık olacaktır. Bu nedenle sempozyuma etkinlik programımızda yer veremeyeceğimizi üzülerek bildiririz. Çalışmalarınızda kolaylıklar dileriz. Nazım Hikmet Kültür Merkezi Yönetim Kurulu Adına Selen Kartay (İmza)” Burada kastedilen kişinin Demur Küçükaydın olduğunu ayrıca sözlü olarak doğrulamış olmalılar ki, tertip kurulundan gelen mektupta bu ayrıca belirtiliyor. Bu durumda Sempozyum tertip ve katılımcılarına konuyu açıklığa kavuşturma borcum var. Hem bu borcu ödeyelim, hem de bir devrimci olarak yapılanı eleştirme ve anlamını açıklama görevimi de yapayım. Ama önce olgular ve belgeler. Evet, ben 2009 yılının 7 Eylülünde “6-7 Eylül Olayları Vesilesiyle TKP’ye Bir öneri” diye o zaman aktif olan Köxüz sitesinde yayınlanan bir yazı yazdım ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi ile ilgili bir öneride bulundum. Yazıyı olduğu gibi aşağı aktarıyorum: “6 – 7 Eylül Olayları Vesilesiyle TKP'ye Bir Öneri TKP'nin her türlü demokratikleşme çizgisine karşı, nesnel olarak Askeri Bürokratik Oligarşinin yanında yer alan çizgisi bu satırların yazarınca açıktır. Ancak kişileri ve örgütleri hala onların kendileri hakkındaki nitelemeleriyle ele alan ve aslında böyle bir çizgiyle fazla sorunu da olmayanların çoğu TKP'yi sosyalist ya da muhalif bir çerçevede değerlendirmeye devam ediyorlar. Bunun böyle olup olmadığını anlamak ve böyle düşünenlere gerçeği göstermek ve de TKP'ye ve benzerlerine böyle olmadıklarını kanıtlama ve bizim yanıldığımızı gösterme fırsatı vermek için aşağıdaki öneriyi yapıyoruz: İddiamız odur ki, Kadıköy'ün en güzel ve stratejik yerinde TKP'nin kullandığı Nazım Hikmet Kültür Merkezi, bir şekilde kitabına uydurularak, bu politik çizgiyi ödüllendirmek için bu devlet tarafından TKP'nin kullanımına verilmiştir. Eğer TKP böyle olmadığını kanıtlamak istiyorsa, Kadıköy'deki Nazım Hikmet Kültür Merkezini örneğin bir ""Hıristiyan Azınlıkların" Tasfiyesi Müzesi ve Kültür Merkezi" yapmak üzere sahiplerine vermelidir. Bunun yapılmasının hukuki biçimi önemli değildir. Böyle yapılabilmesi için icabında mülkiyet hakkı kendilerinde bile kalabilir ama örneğin bu mağdurların seçecekleri bir kurul kullanımını vs. düzenleyebilir vs.. Bu niyetin samimi olarak açıklanması ve 181


gereğinin yapılması önemlidir. Demokratik kamuoyu bunun en uygun biçiminin ne olacağına tartışarak karar verebilir. Hatta "Hristiyan Azınlaklar"dan gaspedilerek alınmış bir yere adı verilerek bu gaspa alet edilen ve edı lekelenen Nazım Hikmet adı da kaldırılmalıdır ve buraya örneğin, Osmanlılarda ulusu Türklükle veya başka bir soy, dil, din (Rumluk, Ermenilik, Müslümanlık, Türklük, Ortodoksluk vs.) tanımlamayı reddeden ilk demokratların adı verilmelidir. Örneğin Velensinli Rigas adı verilebilir. Rigas, bir Rum olmasına rağmen bir Rum milliyetçisi değildi, bir Rum ulusu kurmak gibi bir derdi yoktu. (Bugün her ne kadar bu Rum Ulusçuluğu tarafından içi boşaltılarak, Rum ulusçuluğunun kurucusuymuş gibi gösterilerek sahip çıkılıyorsa da o bu ulusçuların gaspından kurtarılmalı demokratların bayrağındaki yerini almalıdır.) Örneğin Tigran Zaven Kültür Merkezi ve Müzesi adı verilebilir. Zaven bir Ermeni Milliyetçisi değildi, Ermeni ulusu kurmak gibi bir derdi yoktu, bir sosyalist ve demokrattı. Hatta bir Tevfik Fikret adı verilebilir. Fikret bir Türk Milliyetçisi değildi. O "Vatanım Yeryüzü Milletim İnsanlık" diyen bir aydınlanmacıydı. Abdülhamit'e suikast düzenleyen Ermeni devrimcinin patlamayan bombasına üzülen şiirler yazan bir aydınlanmacıydı. Türk milliyetçileri onu da gasp etmiş bulunuyorlar. O da Rigas gibi gerici milliyetçilerin gaspından kurtarılıp demokrasi mücadelesinin bayrağındaki gerçek yerini almalıdır. Bunlar Osmanlı topraklarında bir Demokratik Cumhuriyet'i ve Fransız devrimi gibi bir devrimi savunuyorlardı. Bu nedenle, resmi ve sol Türk tarihlerde anlatılanların aksine 1908 bir burjuva devrimi değil, bu programa ve özlemlere karşı bir Thermidor'du, bir karşı devrimdi. Ama tıpkı Thermidor gibi, devrimin bayrağıyla yapılmış bir karşı devrimdi. Babı Ali Hükümet Darbesi ise, Napolyon'un İmparatorluğunu ilan ederek Devrimin tüm kalıntılarını tasfiyesinden başka bir anlama gelmiyordu. Bu gün Türkiye'nin önünde hala 1789 bulunmaktadır. Dolayısıyla bu demokratik gelenekleri yaşatmanın hayati önemi vardır. Daha sonra gelen sosyalistler, bu karşı devrimin tanımladığı ulusu, yani ulusun Türklükle tanımlanmış olmasını ve bu Türklükle tanımlanmış ulusu kendisine karşı mücadele edilecek bir şey değil, içinde mücadele edilecek tarafsız bir ortam gibi gördüklerinden, nesnel olarak bu aydınlanmacılardan daha geri ve gerici bir ulusçuluğu savunur durumdadırlar.

182


Bu bakımdan Mustafa Suphi ile Komünist hareketi başlatmak veya 1908'i ve Cumhuriyet'in ilanını bir burjuva devrimi gibi görmek; Bonapartist karşı devrimleri devrim diye yutturmaktır. Türk sosyalist hareketinin yaptığı da tamı tamına bu olmuştur. Bu nedenle, böyle bir isim değiştirmesi aynı zamanda, sosyalist hareketin bundan sonra, gerici ulusçulukla arasına bir mesafe koyması, bunu eleştirmesi demokratik gelenekleri de benimsemesi anlamına gelecektir. * Türkiye'de katledilmiş, sürülmüş, korkutularak kaçırılmış "Hıristiyan Azınlıklar"ın malları (Ki Türk Devletinin azınlık tanımının dinsel olması Türk devletinin laik olmadığının bir kanıtıdır. Türklük hiçbir şekilde, kimi Türklerin sıkışınca iddia edildiği gibi ırksal, kültürel, dinsel göndermesi olmayan bir kavram değildir.) devletin çizgisini destekleyenlere bir şekilde kitabına uydurularak peşkeş çekilmekte ve böylece onlar el altından desteklenmektedirler. Bizim iddiamız odur ki, eğer TKP askeri bürokratik oligarşinin konumu ve çıkarlarına zıt bir politika izliyor olsaydı, böyle bir yere sahip olamazdı. Kadıköy'ün en stratejik yerinde böylesine güzel bir yerin adı "komünist" olan bir örgütün kontrolüne verilmesine bu devletin sessiz kalması düşünülemez. Eğer bu komünist örgüt “ismiyle müsemma” olsaydı, yani aynı zamanda gerçekten demokrat olsaydı, böyle bir yeri hayalinde bile göremezdi. Öyle anlaşılıyor ki Türkiye'de sadece Müslüman burjuvazi ilk sermaye birikimini katledilen ve sürülen Müslüman olmayan (Ermeni, Rum, Karamanlı, Süryani, İbrani, Keldani, Nasturi, Ezidi vs.) ahalinin malları ve servetlerinin gasp edilmesiyle yapmamıştır; Sosyalistler de şimdilerde bu mallardan nemalanmaya başlamışlardır Devlet'le açıktan veya zımnen uzlaştıkları ölçüde. Bu ulusal (nasyonal) sosyalistler, sosyalistliğin alfabesinin ilk harflerini unutmuş bulunuyorlar. Sosyalistliğin alfabesinin ilk harfi, her şeyden önce sosyalistliğin devlet, millet ve sermaye düşmanlığı olmasıdır. Sosyalistliğin alfabesinin ikinci harfi, Sosyalistlerin önce "kendi" devletine, "kendi" sermayesine ve "kendi" milletine düşman olması gerektiğidir. Nasıl hazreti Muhammet savaşların en kutsalı ve zoru kendi nefsine karşı savaş dediyse, yani o zamanın problematiği içinde bu "kendi" ailesine, aşiretine, soyuna karşı bir savaş anlamına geliyorduysa; ancak böyle bir savaş içinde Müslim olunabiliyorduysa; bir sosyalist için de benzer şekilde savaşların en kutsalı, “nefsine”, yani "kendi" devletine, milletine ve sermayesine karşı savaştır. 183


Marks'lar Engels'ler, Lenin'ler sosyalizmi hep böyle anladılar, böyle tanımladılar ve böyle uyguladılar. Eğer TKP de sosyalizmi böyle anlıyor, tanımlıyor ve uyguluyorsa bu savaşa önce bu Kültür Merkezini, gerici Türk ulusçuluğunun bu ganimetini, demokratik gelenekleri yaşatmak için ve o gerici ulusçuluğun cinayetlerini ve gasplarını teşhir ve mahkum etmek için kullanır. Haydi TKP, kanıtla Demokrat olduğunu. Kızart yüzünü bu öneriyi yapanın. Demir Küçükaydın 07 Eylül 2009 Pazartesi http://www.koxuz.org” Yazı bu. Şimdi gelelim TKP’nin veya Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin yaptıklarına ve yapmadıklarına. Önce benim yazımdaki iddianın (yani kültürn merkezinin Ermeni ve Rumlardan gaspedilmiş mallardan olduğu ve bir şekilde devletin tolerans ve desteğiyle, kendine sosyalist ve hatta komünist diyen bir örgütün kullanıma sunulduğu) olgusal düzeyde yanlış olduğu varsayımından hareket edelim. Yani bu olanaklar TKP’ye kitabına uydurulup aktrılmamıştır, onlar hakikaten önceden kimin olduğunu bilmeden, birtakım güzel rastlantılarla bu güzel yeri kullanmaktadırlar. Bu durumda bir sosyalist, hele komünist (yani en hasından sosyalist) olduğu iddiasında olan nasıl davranır veya davranması gerekir? Ama bunları bir yana bırakalım, demokrat bir insan; hatta onu bir yana bırakalım, uygar bir insanın nasıl davranması gerekir? Önce, ne kadar haksız ve temelsiz olursa olsun, bu iddialarda bunanan kişinin görüşlerini idari tedbirlerle, örneğin içinde yer aldığı bir toplantıya yer vermeme kararı alarak, engellemeye kalkmaz. Aksine, o kişiye, “buyrun gelin, size bir gün ve yer verelim bu iddialarınızı açıklayın, biz de kendi görüşlerimizi anlatalım. İnsanlar her ikisini de dinlesinler kendileri karar versenler” der. Veya böyle bir şey yapma olanağı yoksa bile en azından benzerini yazılı olarak yapmaya çalışır. Çünkü bir sosyalistin görevi her şeyden önce en karşı bilinen cepheden bile insanları fikri mücadeleyle; argümanlarla kazanmak olmalıdır. Sosyalistler fikirlerin kanunlarla, idari kısıtlamalarla, fiziki şiddetle, maddi olanaklarla vs. fikir dışı her hangi bir şekilde ifadesini ve yayılmasını engellemeye karşı mücadele ederler ve etmelidirler. Fikre karşı fikirle mücadele ve bunun koşullarının sağlınması sosyalistliğin ilk şartıdır.

184


Sosyalistler, bunun en barışçıl, en sancısız çözümler için olmazsa olmaz koşul olduğunu savunurlar. Bu nedenle kendi içlerinde de, ilişkilerinde de bu ilkeyi gözetirler ve gözetmelidirler. Na yazık ki, bu devrimci gelenekler yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden sonra, neredeyse tümüyle unutulmuş bulunuyor. * İkincisi, bir sosyalist karşı görüşü eleştirirken halkımızın “söyleyen arif değilse dinleyen arif olsun” dediği gibi, onu olgusal veya çıkarsama yanlışlarından ve ifade bozukluklarından arındırarak özünü ele alarak eleştirmelidir. Sosyalistler, yanlış ifadelere, olgusal yanılgılara bir zayıflık olarak mal bulmuşçasına sarılmamalıdır. Fiziki savaşla fikir savaşının iki farklı yönüdür bu. Fiziki savaşta düşmanın en van alıcı en yaralanabilir yerine güçlerin en irisini yığmak gerekir; ama sosyalistler fikir savaşında, insanların geri yanlarına hetap etmekten kaçınmaları gerektiği için karşı tarafın en güçlü yanlarına, on fikrin en güçlü savunuculrına yönelirler veya yönelmeleri gerekir. Diyelim ki, benim önerimde bir sürü olgusal yanlışlar var. Ama önerimin özü nedir? Nazım Hikmet Kültün Merkezi’nin “Kapatılması” mıdır? Hayır. Demokratik bir program ve geleneğe bağlanılmasıdır. Bu katliamların unutulmasına karşı bir araç olmasıdır. Çünkü yazı 6-7 Eylül olayları vesilesiyle yazılmaktadır ve içeriğinde bu bağlantı çok açıktır. Önerim, “haydi onası sizde ve kültür merkezi olarak da kalsın, ama onun Ermenilerin gaspedilmiş bir malı olduğu; Ermenilerin yok edilmesi ve bunun karşı devrimci özüyle ilişkisini vurgulayan başka bir çözüm de olabilir” biçiminde de olabilirdi. Ve bu belki yazının ruhuna daha da uygun düşerdi. Yazıdaki öneri somut biçimiyle söylenmek ve yapılmak istenenin ruhunun vurgulanmasını engelliyor bile diyebiliriz. Şimdi bir Komünist bu çekirdeği çıkarıp, öyle değerlendirmelidir bu yazıyı. Yani şöyle diyebilir ve demelidir bir komünist veya devrimci veya demokrat: “Demir Küçükaydın, Nazım Hikmet Kültün Merkezi’nin bizim kullanımımıza kitabına uydurularak geçtiğini söylemektedir. Bizim olayımızda böyle bir durum olmamakla birlikte, bu küçük olgusal yanlışa takmıyoruz ve böyle bir yanılgıyı normal karşılıyoruz. Çünkü bu ülkede Rum ve Ermenilerin mallarının yağması bir gerçektir ve Türkiye’nin gerçekliği bu bilinip anlaşılmadan anlaşılamaz. Bizler bizim somutumuzda böyle olmamasının ardına sığınarak bu karşı devrimci ve gerici gerçekliği teşhir görev ve sorumluluğumuzdan kaçmıyoruz ve kaçmayız. Hatta bu arkadaşa bize bu görevimizi hatırlattığı için teşekkür ederiz. Evet, Nazım Hikmet Kültür Merkezi eskiden Ermenilere ait yerdi, Ermeniler katledilip malları vakıflarca ve diğer biçimlerde yağma edilmeseydi, müslüman ahaliye peşkeş çekilmeseydi, belki bugün burada ta Osmanlı’da ilk soslyalist hareketi başlatanlardan olan Ermeni veya kimbilir başka bir devrimcinin adı olabilirdi. Nazım Hikmet adı, bu yerin bu olası tarihine hiçbir gördermede bulunmamaktadır. Bu durumu değiştirmek için, burasını, bu katliam ve gaspların unutulmasına karşı durmak; vicdanlarda mahkum edilmesine katkıda bulunmak için, öneride bulunulan üç ismin 185


(Velensinli Rigas, Tigran Zaven, Tevfik Fikret) kültür merkezi (Veya başka somut bir biçim de olabilir, örneğin Anadolu’nun Katledilmiş ve Sürülmüş Hıristiyanları Kültür Merkezi gibi) yapıyoruz.” Ezilenlerin demokratik ve siyasi eğitimine değer veren bir hareket, bir teorisyen, bir komünist böyle davranır. Peki, Nazım Hikmet Kültür Merkezi veya TKP ne yapıyor? Kapatılmasını istemişim diyerek benim de içlerinde yer aldığım bir toplantıyı, sadece konuşmacılar arasında yer aldığm için orada yaptırmayacağını söylüyor. * Böyle, yukarıda önerildiği gibi davransa ne olur TKP veya Nazım Hikmet Kültür Merkezi? Orası hala ellerinde kalabilir miydi acaba? Bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz? Çünkü böyle davranmıyor. Oranın aslında Ermenilere ait bir yer olduğu gerçeğinin adını bile anmayarak, onun nasıl olup da şimdi Nazım Hikmet Kültür Merkezi olduğu gerçeği üzerine tam bir suskunluk oluşturarak, sorun sanki onunun kapanmasıymış da bu binlerce kişinin emeği ve katkısını hiçe saymakmış gibi konuyla ilgisiz şeyler söylüyor ve özünü tahrif ediyor. * Peki, olgusal düzeyde, bizim devletin bir şekilde böyle bir olanağa yol açtığı düşüncemiz yanlış mı? (Bu vesileyle internete girip bir araştırma yaptığımızda İşçi Partisi’nin merkezine ilişkin olarak böyle bir durum olduğunu da gördük.) Biz o yazıyı yazdığımızda genelden özele doğru bir çıkarsama yapmış ve özel olarak Nazım Hikmet Kültür Merkezi olarak kullanılan binanın durumunu incelememiştik. Şimdi bu açıklamayı yaparken konuyu biraz internetten inceledik. Şimdi, esas olarak hiç de yanlış bir yargıda bulunmadığımız kanısına ulaştık. Neden ve nasıl? Aşağıda alıntılarla bunu göstereceğiz. Ancak satırların arasını iyi okumak gerekiyor. Faşizmin sıradanlığı gibi. Olayın anlatılışının sıradanlığının ardında yatmaktadır bütün trajedi. İnternetten alıntılar yapalım. Binanın tarihi ile ilgili şunlar okunuyor: “Nazım Hikmet Kültür Merkezi, Kadıköy randevularının nişan yeri olan boa heykelinden Bahariye’ye doğru kıvrıldığınızda sol kolun üzerindeki ilk sokağın -Ali Süavi Sokağı’nınüzerinde. Yenilerde bu sokağa Sanatçılar Sokağı da deniyor. Sokağın başında yüksek duvarlı Surp Levon Ermeni Kilisesi var. Parmaksızoğlu isimli bir Ermeni’nin Bahariye Caddesinden Hasırcıbaşı Sokağına kadar uzanan büyük bir bağ olan bu arsa 1890 da ölümünden sonra varisleri tarafından parsellenmiş bir parçası da kilise yapımı için kurulan “Ermeni Katolik 186


Cemaati Vakfı”na verilmiş, cemaat 1911 de kiliseyi yaptırarak ibadete Surp Levon ismiyle açmış. Sokakta kültür merkezine doğru yürümeye devam ederken sağlı sollu cafeler, sanat atölyeleri, medikal malzeme satan dükkânlar ve bir de dişçi var. Her ne kadar yüksek duvarlarından dolayı Kültür Merkezinin içerisi başta fazla görülemese de kilisenin mimarisiyle paralel olduğunu seziyor insan. Üç katlı taş bina kilise gibi yüksek avlu duvarıyla çepe çevre sarılmış. Binanın yola bakan yüzünde kuru sarmaşık dallarının hala izi var, alınlıklı muntazam pencerelerin simetrik olarak her kata yayılmış olmasından mı bilinmez bir zamanlar okul olduğu hissini uyandırıyor. Sonrasında da eski bir yatılı Ermeni İlk mektebi olduğunu öğrenmek doğrusu şaşırtmıyor insanı.” (http://cekmece-fanzin.blogspot.de/2010/06/bir-nisan-aksamnn-ardndan.html) Burada “yüksek duvarlar” gibi masum görünen bir söze kısaca dikkati çekelim. Neredeyse bütün Hıristiyan kurumları ve kiliseleri vs. hep görünmeyecek, dikkati çekmeyecek, şu “kahir ekseriyeti” (kahredici) oluşturan Müslümanların aklına “deliye taşı andırmamak” babından arka cephelere, duvarların ardına, apartmanların arasına gizlenmişlerdir. Sürekli yaşanan terörün canlı şahididir bütün o duvarlar, o gözlerden kaçmalar, dikkati çekmemeler. “Sarmaşık dalları”nın izini gören gözler nedense duvarların izlerine karşı kördürler. Hikayenin devamı başka bir kaynakta şöyle: “1902 yılında, Kadıköy'de Surp Levon Ermeni Katolik Kilisesi'nin yakınında, Nihal Sokak'ta kurulan okulun tarihine dair bilgi sınırlıdır. 1961-64 yılları arasında 104 öğrencisi olduğu bilinen okul 1982'de kapatılmış, öğrencilerin bir kısmı Aramyan Uncuyan'a, bir kısmı ise diğer devlet okullarına geçmiştir. Halen vakfın tapulu mülkü olan okul binası, kültür merkezi olarak kullanılmak üzere kiraya verilmiştir. Binada halen Nazım Hikmet Kültür Merkezi faaliyet göstermektedir.” http://www.istanbulermenivakiflari.org/tr/istanbul-ermeni-vakiflari/vakif-listesi/beyogluanarad-higutyun-ermeni-katolik-rahibeler-manastir-ve-mektebi-vakfi/72 İşte bütün bu masum satırlarda gizlidir bütün hikaye. Koca okul niçin öğrencisiz kalıyor? Niçin kapatılıyor? Niçin 20 yıl boyunca bomboş kalıyor? Niçin Kültür Merkezi olmak üzere kiraya veriliyor? Adında “komünist” sıfatı olan bir partinin bütün bunların üzerine gitmesi gerekmez mi? Bunlar toplumun gündeminde değilse bile gündemine getirmek için uğraşması gerekmez mi? Bunların hiç biri yok. * İlk bakışta sanki herşey çok hakka hukuka uygun. Vakıf kendine ait boş duran bir okulu, Kültür Merkezi olarak kullanılmak üzere kiraya vermiş. Böylece gelir elde edip diğer mallarını ve faaliyetlerini finanse etmek istemiş olabilir.

187


Ama biliyoruz ki, bu vakıflar mallarını kiraya da veremiyorlardı. Avrupa İnsan Hakları mahkemesinin bazı kararları sonunda kiraya verilebilir oldular. Ama bu durumda bile İşçi Partisi’nin bunu tanımayıp resmen işgal ettiğine dair bilgiler İnternette yeterince var. Peki, TKP ne yapmış? Kiralamış!.. En azından İşçi Partisi gibi resmen işgal etmemiş. Aferin diyelim. Ne kadar ödüyor? Ne karşılığı acaba? Devrimci bir örgütün bütün gelir ve giderlerini herkesin bilgisine sunması gerekir aslında ama bu gelenekler çoktan unutuldu. Böyle bir kaynak yok. Fakat internette şöyle bir bilgiye ulaşıyoruz: Nasıl kiralanmış? “Ermeni okulu Nazım Hikmet Kültür Merkezi oldu Bahariye Caddesi girişindeki ‘Sanat Sokağı’ olarak tanınan Ali Suavi Sokak’ta bulunan 3 katlı eski Ermeni İlköğretim Okulu’nun restore edilmesiyle oluşturulan Nazım Hikmet Kültür Merkezi, törenle açıldı. Kadıköy 18 Ekim 2004 — Kültür Merkezi yöneticisi Ali Mert, 102 yıllık bina olan Ermeni İlköğretim Okulu’nun 20 yıldır kullanılmadığını belirterek, Ermeni Okulları Vakfı’ndan, binanın restorasyonu karşılığında, kullanım hakkının alındığını söyledi.” (http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/291840.asp) Yani bir “restorasyon” yapılmış ve muhtemelen ömrü billah kullanımı alınmış. Çünkü şu kadar yıllık bir kullanım diye bir sınırlama falan da yok. Olsaydı her halde belirtilirdi. Anlaşılan bu Katoluk Ermeniler’in hiç kafası çalışmıyor. Çok harka bir yerde çok güzel gelir getirecek bir binayı neredeyse karşılıksız TKP’ye vermişler. Sözümona mülkiyetleri kendilerinde ama fiilen kullanımı TKP’de. Peki, ben ne tahmin ediyordum yazımda: “İddiamız odur ki, Kadıköy'ün en güzel ve stratejik yerinde TKP'nin kullandığı Nazım Hikmet Kültür Merkezi bir şekilde kitabına uydurularak bu politik çizgiyi ödüllendirmek için bu devlet tarafından TKP'nin kullanımına verilmiştir.” Bu satırları yazarken genelden hareketle bir çıkarsama yapmıştım. Ama şimdi olayı inceleyince bu çıkarmanın da pek yanlış olmadığı görülüyor. Türkiye gibi bir devlette “iyi saatte olsunlar”ın bir şekilde onayı, desteği, yönlendirmesi olmadan, Ermeni Cemaati, Adı Komünist olan bir örgüte, neredeyse yok pahasına böyle bir binayı vermez, veremez. Verdiği takdirde Kızıl Komünistleri Ermeniler destekliyor gibi bir linç kampanyasına maruz kalmaktan korkar.

188


Tersinden de, gerçek bir komünist de, hem Ermenileri zor durumda bırakmamak, hem de bu gibi saldırıları başından kesmek için çok dikkatli davranır. Örneğin neredeyse böylesine bir yeri bedavaya kapatmaz. En azından normal ticari ilişki düzeyinde, hatta normal olarak Komünistlerin kiralık yer bulması zor olacağından, olağan fiyatinin üstünde para ödemesi gerekir ve böyle yapar. Devrimcilik hayatımda gerek Dev-Genç’te gerek daha sonra birçok kez, Ermeni ve Hırıstiyan yoldaşlarımızın, yetenek ve bilgileri bizlerden çok ilerde olmalarına rağmen, benim “Hıristiyan veya Ermeni olmamı anti komünist histeri için kullanabilirler” diyerek, önde görünmekten ve resmen öyle görevler almaktan feragatleri hiç olmayan şeyler değildi. Böyle bir ülkede, Ermeni Cemaati bir vakfını TKP gibi bir örgüte veya onun paralelindeki bir kuruma böylesine neredeyse bedavaya verecek. Benim bildiğim normal olarak, bunca tecrübe yaşamış, nice badirelerden geçmiş, zaten küçücük kalmış ermeni ceamaatleri böyle bir şey yapmaktan korkar. Yapmadan önce, birtakim ilişkileri kullanarak ulu devletimizin iyi saatte olsunlarına sorarlar. Oralardan bir sinyalalmadan böyle bir şey yapamazlar. Kaldı ki bunun tersi de doğrudur. Bu memlekette komünistlek yapmış biri, böyle bir imkanın Ermenilerden böylesine kolayca kendisine verilmesi karşyısında kendinden kuşku duyar veya duymalıdır. “Yahu biz nerede yanlış yaptık da böyle bir piyango çıktı” falan diye düşünmesi gerekir. Özetle şimdi bir şekilde kitabına uydurulup ulusalcı bir çizgide olduğu için TKP’nin emrine amade kılındığına daha bir ikna olduk. Peki o restorasyon nasıl bir işmiş? Ola ki çok masraflı ve uzun bir iştir. Onu da Ekşi Sözlük’ten okuyalım: “nazim kulturevi nin "nazim in estetik duzeyine yarasir" profesyonel etkinlikler yapmak uzere kendini yenilemesiyle olusan kurumun ismi. isil ozgenturk soyle yaziyor merkezin acilisi hakkinda: "okulu, ermeni ustalar 1902'de yapmışlar, en güzel karoları döşeyip en yüksek duvarları örmüşler. en aydınlık pencereleri açmışlar ve en üste de dünyanın en sıcak, en albenili, en baştan çıkarıcı tiyatro salonunu kondurmuşlar. bir güzel okul olmuş. yıllar yılı çocuk sesleriyle daha da şenlenmiş. en güzel tiyatrolar oynanmış, en acılı aşk sohbetleri yapılmış, diplomalar alınmış ve yaşam pek çok insan için burada başlamış. sonra yıl 1987'ye gelmiş, çocuk sayısı azaldığından okul kapanmış ve yıllarca öyle mahzun, öyle boynu bükük beklemiş. vakıf malı olduğu için kimseler içeri girip bu güzelim binayı yeniden yaşar kılamamış. yıl 2004'e gelmiş, türkiye cumhuriyeti, avrupa birliği'ne uyum yasaları çerçevesinde azınlık mallarıyla ilgili yasayı değiştirince, iyi bir şey olmuş ve bina, bir kültür merkezi yapma hayali kuranlar tarafından kiralanıp ali usta ve 189


ekibinin ellerine teslim edilmiş. onarılması ve kapısına nâzım hikmet kültür merkezi yazısı konması için. ben kadıköy altıyol'daki bu ermeni ilkokulunu onarım başladığında gidip görmüştüm ve iki ay sonra açılışa gittiğimde gözlerime inanamadım; ali usta ve ekibi, gece-gündüz çalışarak okulu yeniden onarmışlar. ve kapısına nâzım hikmet kültür merkezi levhasını asmışlar. belki ki, bu iki aydaki mucize, parayla pulla elde edilmemiş; bu mucize, nâzım' ın mısralarını ezbere bilen, onu komünist olduğu için bir kat daha fazla seven ali usta ve ekibinin inanılmaz özverisi sayesinde olmuş. türkü söyler gibi bir çırpıda, en içten emeklerini koyarak binayı bitirmişler. (…) (19 ekim 2004, cumhuriyet)” Yani topu topu iki aylık bir işmiş. Yazının tarihi 2004. Yani şimdi dokuz yıl olmuş. Özgentürk ne kadar da nesnel ve masum yazıyor. Ne kadar merhametli! “Çocuk sayısı azaldığından okul kapanmış” Bu tarafsız ve masum görünen satırlar ben olsaydım şöyle yazardım: “Ermeniler katledildiği, sürekli terör altında yaşadığı için çocuk kalmamıştı.” Özgentürk saf ve masum yazıyor: “Vakıf malı olduğu için kimseler içeri girip bu güzelim binayı yeniden yaşar kılmamış” Ben olsaydım şöyle yazardım örneğin: “Ermenilerin ve Hıristiyanların sistemli olarak imhasına ve yok edilmesine, mallarının yağmasına, bu sefer kanunlar ve mülkler üzerinden devam edildiği ve bu bağlamda vakıflar mallarını akar olarak da kullanamadığı için, bina boş kalmak zorundaydı.” Özgentürk söyle yazıyor: “bina, bir kültür merkezi yapma hayali kuranlar tarafından kiralanıp” Ben olsaydım şöyle yazardım: “Bina yok bahasına kapatılıp…” Evet bunlar yok. Nazım Hikmet var. Nazım Hikmet okuyucusu usta falan var. Ama bunlar yok. Onların emeği “içten”miş. Valla biz Marks’tan iş gücünün maddi veya manevi özelliklerinin, “içten” ya da dıştan olmasının onun ürettiği değer üzerinde hiçbir etkisi olmadığını öğrenmiştik. Yani topu topu “içten” veya “dıştan” iki aylık işgücü karşılığında Kadıköy’ün en güzel yerinde, harika bir bina. Orada Komünizm, Nazım, Nazımı ezbere bilen ustalar falan var da, yok edilenler yok. 29 Ekim 2013 Salı 190


Demir Küçükaydın

191


İstanbul Köpek Katliamı, Ermeni Katliamı ve Holacoust "Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, (onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar" (el-En'âm, 6/38) Yüzyılın başında, İstanbul’un Sokak köpeklerinin Hayırsız Ada’ya sürüldüklerini; orada açlık ve susuzluk içinde inleyerek; birbirlerini yiyerek öldüklerini, yanlış hatırlamıyorsam, ilk kez, çocukluğumda her hafta evimize giren Hayat mecmuasında okumuştum. Çırılçıplak bir kayadan ibaret hayırsız adadan, susuzluk ve açlık içinde, çaresizce İstanbul’un siületine bakan yüzlerce köpeğin imgesi 4, çocukluk yıllarımda kâbusum olmuş; aklıma geldikçe, kabuk bağlayamayan bir yara gibi, kanamıştı. Köpeklerin durumunu ve sonunu düşündükçe boğuluyor gibi olurdum. Köpeklerle ilgili hep acılı ve korkunç imgeler kalmış aklımda. En acılı ve gariplerinden biri de çocukluğumun geçtiği Ege kasabası Soma’nın köpekleri ve büyük köpek katliamıydı. Çocukluğumun ellili yıllarında, Bakırçayı vadisinde, dağlarında linyit çıkarılan, artık bir madenci kasabasına dönüşmüş Soma’ya, Fransızlar bir elektrik santrali yapmaya gelmişlerdi. Santralın inşaatında çalışan Fransız mühendis, teknisyen ve işçiler ve onların aileleri, ekonomik güçleri ve yarattıkları taleple, birden bire bu kasabanın hayatında alt üst edici değişikliklere yol açmışlardı. Fırınlarda Fransız usulü baston ekmekler yapılıyor; o zamanların meşhur İtalyan yıldızı Acı Pirinç’in Silvana Mangano’sunun adından ilhamla 4

"Yalçın kayanın üstünde köpekler karınca gibi kaynıyor. Bir kısmı kıyıya yayılmış, güneşin yakıcı sıcağından kurtulmak için ve biraz serinlemek için kendilerini suya atmışlar. diğer bir kısmı tepelere tırmanmış adeta tiyatrolardaki panıramaları andıran acıklı bir tablo vücuda getirmiş. yaklaştıkça durum ve görünüşler daha belirleniyor. dürbüne ihtiyaç duymaksızın gözlerimizle her şeyi, bu zavallı hayvanın çaresiz çırpınışlarını elemle görüyor ve izliyorduk. Köpeklerin en büyük kısmı sahili takip eden kayalık üzerinde toplanmıştı. pek çokları güneş hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyorlar, son takatlarına kadar suda kalmak istiyorlar. ötede beride görülen cesetlerin etrafında dolaşarak, çabalayarak bir parça et koparmaya çalışıyorlar... karadaki diğer kısmı ufak bir gölge bulabilmek için taş kovuklarına sığınmak üzere delik, deşik arıyorlar... diğer bir kısmı ise adeta delirmiş gibi oraya buraya koşuyorlar, sürekli kendi etraflarında dönüyorlar... seslerini şimdi tam olarak duyuyorduk. İşittiğimiz bu feryatlar köpek havlaması değil adeta insan feryadı idi Kaptan geminin düdüğünü çaldırdı. Zavallı hayvanlar bir yardım sesi duymuş gibi heyecanlandılar. Bu sese hayvanların nasıl yalvarırcasına cevap verdiklerini size anlatamam. Bilmem göz önüne getirebiliyor musunuz? feryat ve inilti saçan bir yalçın kaya. bir yanardağ ki ateş yerine feryat, duman yerine cesetler saçıyor. bu kızgın zemin üzerinde su, yiyecek için ağızları açık köpekler...etrafında martıların uçuştuğu cesetler kısım kısım denizde lekeler oluşturuyor. vapur hareket etti. zavallı köpekler yine bizleri son bir ümit ile takibe çalışarak çırpınıyorlar. hiçbirşeyden habersiz geminin dalgaları onları büsbütün batırıyor, boğuyor, öldürüyordu. ne karada ne denizde ölümden başka onlara el uzatan yoktu. uzaktan bir romorkör'ün adaya doğru geldiğini gördük. arkasında iki mavna köpek dolu kafeslerle aynı adaya gidiyor. hayırsız ada'nın aç sakinlerine istanbul'dan taze köpek getiriyorlardı. biz uzaklaştık. marmara'nın yüzü üzerinde siyah bir nokta halinde kalan bu müthiş manzaralı adadan bakışlarımızı ayıramıyorduk.” 192


Silvana adını taşıyan tuhafiyeciler açılıyor; oralarda en son moda eşarplar, parfümler satılıyordu. Artık biz çocukların kaplumbağa, saksağan falan besleyen Fransız arkadaşları vardı ve oynarken onlar Türkçe bizler Fransızca öğreniyorduk. Bütün bunlarla birlikte, Fransız aileler kasabanın sokak köpeklerinin içinden hoşlarına gidenleri alıp, boyunlarına pahalı ve güzel bir tasma geçirip kendi köpekleri yapmışlardı. Şık Fransız bayanlar, yine şık bir tasma takılmış Soma’nın sokak köpekleriyle dolaşırlardı. Şanslı köpeklerin bu “sınıf atlaması” Somalıların o tatlı Ege şivesiyle “uyuz köpeklerin” artık “gıymatlı” olduğu yollu espriler yapmalarına yol açardı. Bir Fransız aile tarafından sahiplenilme şansına sahip olan köpekler de böylece birkaç yıl boyunca bir tür cennet hayatı yaşadılar. Sonra elektrik santralının yapımı bitti ve Fransız işçi ve teknisyenler aileleriyle birlikte geldikleri gibi birdenbire gittiler. Ama o gurbetlik yıllarında kendilerine arkadaşlık etmiş köpekleri Soma’nın sokaklarında bıraktılar. Arada elbet kasabanın sokaklarındaki olağan köpek nüfusu da, bileşik kaplardaki su gibi, eksilenlerini tamamlayarak var olmaya devam etmişti. Ama şimdi birden bire, Fransızların baktıkları köpekler de sokağa düşünce, sınırlı yiyecek kaynakları köpekler arasında ciddi rekabete yol açmaya başlamıştı. Bu da çeteler olarak örgütlenmiş köpekler arasında sert kavgalara ve zaman zaman da insanlara saldırılarına yol açıyordu. Kasabanın köpekleri geleneksel olarak, şehrin kenarında Kırkağaç yolu üzerinde, garaj ve mezarlıklara yakın, salhaneden gelen işe yaramaz iç organların falan atıldığı bir çöplükte toplanırlardı ve sabırsızlıkla beklerlerdi salhanenin çöp arabasını. Belediye birgün bu köpeklerin hepsini zehirledi. Onlarca köpek ağzından köpükler saçarak inleyerek acılar içinde öldü. Halk sarımsaklı yoğurtla falan birkaç köpeği kurtardı. Sonra o kurtulanlardan birkaç yıl içinde yine kasabanın sokaklarını şenlendiren, çeteler halinde mahallelerde dolaşan yeni kuşak sokak köpekleri oluştu. Sokaklardaki köpeklere, büyüdüğüm kasabadan alışık olduğum için, belki bu nedenle hiç yadırgamamıştım İstanbul’da sokaklarda köpek olduğunu. Hatta dikkatimi bile çekmemiş; üzerine hiç düşünmemiştim. Nasıl evler, yollar, elektrik direkleri, kanalizasyon ızgaraları bir şehrin olağan bileşenleriyse ve onlar üzerine hiç kafa yormazsak; köpekler de öyleydi kafamda. Başka türlüsünü görmemiştim, tasavvur edemezdim. Belki de bu yüzden, sonraki uzun hapislik ve sürgün yıllarında İstanbul sokaklarında köpekler yaşadığını bile unuttum. * Avrupa’da sürgünlük yaşamımda ilk dikkatimi çeken, sokak köpeklerinin yokluğu ama sahipli köpeklerin çokluğu idi. Sahipsiz köpek yoktu. Bir de evde yaşıyorlardı sokakta değil.

193


Galiba ilk kez derine işlemiş ve yaygın ırkçılığın da farkına yine bir köpek aracılığıyla varmıştım. Almanya’ya yeni gelmiştim. Bir belediye otobüsüne köpeğiyle yaşlı bir adam biniyordu; ama köpek bir biniyor, bir iniyor, sonra tekrar biniyor ve oynuyordu. Sahibi onu tatlı dille içeri almaya çalışıyordu. Bu nedenle otobüs gecikiyordu. Almanya’da otobüsler, çoğu kez, yetişmek için koşan birini almak için bile bir saniye beklemezler. Otobüsteki neredeyse tamamı yaşlı olan Almanlar gülerek ve hiç bir sabırsızlık alameti göstermeden köpeğin oyunlarını izliyorlardı. Hatta köpek bahanesiyle birbirleriyle konuşmaya bile başlamışlardı. Köpek bir şekilde binip sahibiyle bir yere geçtikten sonra tam otobüs kalkacakken, biri kucağında, birini elinden tuttuğu iki küçük çocuğuyla genç bir Türkiyeli kadıncağız binmek istedi otobüse. Tabii çocuklarla binmek, eller doluyken parayı çıkarmak vs. biraz zaman alıyordu. Çocuğun biri de ağlamaya başlamıştı tam o sıra. Birden şoförden yolculara kadar herkes sabırsızlık ve şikâyet sesleri çıkarmaya başlamıştı. Az önce köpeğe gösterilen anlayış bu çocuklu yabancı kadından esirgenmiş ve onun yerini bir aşağılama almıştı. Köpeğe dostça ve anlayışla bakan gözlerin yerinde şimdi düşmanlık ve aşağılama vardı. İlk kez orada o ana kadar anlamadığım ve bir anlam veremediğim bir sürü davranışın bu yaygın ve derine işlemiş sıradan ırkçılık olduğunu fark etmiştim. Bereket otobüsteki bir Alman genç de bu duruma tepki göstermiş az önce köpeğe gösterdiğiniz anlayışı bu çocuklu karına göstermiyorsunuz diyerek, hepsinin ırkçı, faşist olduğunu ve ağzına geleni söyleyerek ineceği bir sonraki durağa kadar hepsini fırçalamış ve kimse de ağzını açıp bir tek kelime bile edememiş, sadece önlerine bakmışlardı. Bu olaydan sonra ırkçılık hassasiyetim gelişmeye başlamıştı. Almanya’da özellikle yaşlı ve yalnız insanların köpek düşkünlüğü dikkatimi çekmişti. Türkiye’den gelen diğer sürgünlerin aksine bunu bir “yozlaşma” olarak görmüyordum. Bunun yalnızlıkla ilgili olduğu, yalnızlığın ise özellikle ilişkilerinin metalaşması ve yabancılaşmayla ilgili olduğunu düşünüyordum. Ayrıca artık çalışma yaşını geçmiş, yani işgücü satın alınarak sömürülemez duruma gelmişlerin, kapitalizm için bir yük olmasıyla ve duvarları görülmez bir yaşlılar gettosuna kapatılmalarıyla da ilgiliydi. Bu gibi nedenlerle evde köpek beslemenin ve köpeklerle dostluğun bir “yozlaşma” değil, kapitalizme bireysel düzeyde bilinçsiz bir direniş ve isyan olduğu, daha çok kafa yorduğum konulardı bu yıllarda. Ernst Bloch’un “Umut İlkesi”nde gösterdiği gibi, en sıradan ve anlamsız görünen düşünce ve davranışların ardında, baskıya, eşitsizliklere, yabancılaşmaya karşı derin bir tepki ve direnç vardı. Bu anlamda hayatın her yerinden “sosyalizm fışkırıyor”du. Ama gören gözler için. * Köpeklerle biraz rastlantısal ve sanal bambaşka bir ilişkim de olmuştu sonraki yıllarda. İnternetin hükümet, üniversiteler vs. ile sınırlı olduğu; tarayıcılara temel oluşturacak teknik gelişmelerin henüz CERN’de keşfedilmediği zamanlarda, bilgisayar meraklılarının haberleşmede kullandığı ağlar, BBS’ler veya Mailbox’lar vardı. Bunlardan bağlandığım ikisinin de adı, birer köpek adıydı. 194


Almanya’daki solcuların ağının adı (Sol ve komünikasyon sözcüklerinden türetilmiş) Comlink’ti ama ilk kökenindeki programın adından dolayı Zerberus Net de denirdi. Zerberus eski Grek mitolojisinde yer altındaki ölüler ülkesinin kapısını bekleyen üç başlı köpeğin adıydı. Diğer ağın adı da FidoNet idi. Bu ağı ilk kuranlardan birinin köpeğinin adı imiş. Türkiye’deki kimi meraklılar da onunla uyumlu HitNet diye bir ağ kurmuşlardı. Oraya İnsan Hakları Derneği’nin bir bildirisini ve “Kürt Ulusal hareketi ve PKK” adlı yazımı yollayınca, Hürriyet gazetesi, “PKK internete de el attı” diye cadı avı başlatmış; yarattığı terörle henüz yeni şekillenen genç bilgisayar meraklılarını korkutup, özel savaş dairesinin zafer arabasına bağlamış ve muhalefetin biraz taze hava alabileceği, küçük bir bilgi akışı deliğini bile kapatmıştı. * Çeyrek yüzyıl sonra İstanbul’a gelince sokaklardaki köpekleri gördüm. Onları ve varlıklarını unuttuğum için utandım, bir suçluluk duygusu kapladı içini. Şair “bir kedim bile yok” demiş. Odysseus yıllar sonra döndüğünde onu tanıyacak, sevincinden işeyerek ölecek artık yaşlanmış sadık köpeği Argos vardı. Ama çeyrek yüzyıl sonra İstanbul’a döndüğümde, hatırlayacak “bir köpek bile yok”tu. Köpekler ortalama 15 yıl yaşarlar. En az iki köpek kuşağının ömrü kadar uzaklarda kalmıştık. Kıtmir adlı köpekleriyle yıllarca uyuyan Eshabı Kehf (“Mağara Yaranı”, “Yedi Uyurlar”) gibi bambaşka bir çağda uyanmıştık; girişinde Zerberus’un beklediği ölüler ülkesinden geri dönmüş gibiydik. Bilip kullandığımız değerler tedavülden kalkmıştı. Neyzen Tevfik’in adını sevgili köpeğine verdiği, onlarca yıl önce tedavülden kalkmış parayla birşeyler almaya giden Mernuş’tan farklı değildik. Artık pek az tanıdığımız kalmış, kalanların çoğuyla da politik ve teorik olarak çok ayrı dünyalarda olduğumuz bu şehirde köpekler, uzun yıllar varlığını unuttuğumuz, biricik eski tanıdıktılar. Düşünmek için yürürüm, yürürken düşünürüm. O nedenle pek etrafıma bakmam. Ama bir köpek görünce eski bir tanıdığa rastlamış gibi oluyordum. Onları inceliyordum. Normal olarak köpeklerin vücutları kalçalarına doğru incelir, omuz bölgesi geniştir. İstanbul’un köpeklerinin ise vücutları biraz silindir gibiydi. Acaba bu yüzlerce yıldır şehirde yaşama sonucu oluşmuş, doğal seleksiyonla ortaya çıkan genetik özellik miydi; yoksa kötü beslenme ve sınırlı hareket olanağının yarattığı bir deformasyon mu? Acaba binlerce yıldır şehirlerde insanlarla iç içe yaşayan köpeklerin genlerinde ve kültüründe ne gibi değişmeler olmuştu? Kim bilir belki bu köpekler çok geniş bir seçme olanağı nedeniyle hastalıklara karşı belki daha dayanıklıydılar5. Bunları incelemek gerekirdi. 5

Abdülhamit’in doktoru, Osmanlı’da Modern tıbbın kurucularından, İstanbul’un sokak köpekleri hakkında bir araştırma kitabı da yazan Spiridon Mavroyeni Paşa da zamanında benzer konulara kafa 195


Köpekler de sınıf sınıftı. Moda’daki köpeklerin çoğu cins köpeklerin izlerini taşıyorlardı genlerinde. Vücutları diğerlerininki kadar silindir değildi. Tabii biraz daha iyi de besleniyorlardı galiba. Ama en çok şaşırtan bu köpeklerin mahzun bakışlarıydı. Acaba ben mi bu mahzunluğu onlara yakıştırıyordum yoksa onlar mı mahzundu? Daha sonra Mark Twain’in de uzun yıllar önce İstanbul’u ziyaretinde, “Hayatımda hiç bu kadar mahzun bakışlı ve kalbi kırık sokak köpekleri görmedim.” diye yazdığını okuyacaktım. * Acaba bir film yapılamaz mıydı “Bir İstanbul Köpeği” diye? Örneğin bir İstanbul köpeğinin bir gününü; hatta bir köpeğin gözünden şehri ve insanları, Türkiye’nin toplumsal yapısını ve tarihini anlatan bir film yapılamaz mıydı? Bir köpeğin gözünden bir toplumu anlatan bir film yapılmış mıdır? Korkunç bir hızla ve gürültüyle geçen, yolları doldurmuş vasıtalar; hayvanlar bir yana, insanları bile vasıtalara kurban etmiş bir şehircilik ve yapılaşma; insanların karşıya geçmesini olanaksızlaştıran yollar; sulara sızacak delik bırakmamış betonlar; sıçramadan çıkılamayan kaldırımlar… Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bu keyfiliğin ve karın şekillendirdiği beton cangılında, bırakalım köpekleri, insanlara bile insanca davranmayı unutmuş; köylülüğün binlerce yılda biriktirdiği kültürü unutmuş ama şehir hayatının binlerce yılda geliştirdiği kültürü de alamamış, selam bile vermeyi bilmeyen, mutsuz ve asık suratlı insanlar. Ve nihayet diğer köpekler ve hayvanların rekabetine karşı insanlar, vasıtalar, apartmanlar ve betonlar cangılında var olabilmek, her gün, hiçbir canlı türünün karşılaşmadığı türden bir yaşam savaşını sürdürmek zorundaki bir İstanbul sokak köpeğinin bir günü. Bu köpeğin yaşam savaşından hareketle ve bu köpeğin gözünden, İstanbul’un ve insanların kaderi; aynı zamanda buna karşı bireysel ve zaman zaman umutsuz direnişi anlatılamaz mıydı? Paul Auster’in bir hikâyesinden alınan, New York’ta, Brooklyn’da geçen Smoke ve devamı olan Blue in the face, filmlerindeki gibi; dünya metropolünün göbeğinde, bir küçük dükkân ve çevresinde, hala bir parça insani ilişkiler sürdürmeye çalışanların metalaşmaya ve yabancılaşmaya kendiliğinden ve umutsuz direnişinin anlatılması gibi; hala bir kenara bir kabın içine su koyarak; bir köşede havanlara yemek artıkları veya yiyecek vererek; bu merkezi, baskıcı devletin keyfiliğini geçmişin bir kamburunu olarak sırtında taşıyan: aynı zamanda metalaşmış ve yabancılaşmış ilişkilerden oluşan bugünün ve geleceğin, kapitalist uygarlığın her şeyi metalaştırmasını da çift hörgüçlü bir deve gibi ikinci bir kambur olarak onun üzerinde taşıyan ve bunlara umutsuz ve soylu bir direniş sürdüren, “onların da canı var; onları da Allah yarattı” diyen sıradan İstanbullular; son Mohikanlar, bir köpeğin gözünden anlatılamaz mıydı? yormuş, İstanbul’da pek kuduz vakası görülmemesini, köpeklerin “serbest çiftleşme”sine bağlıyor. Bunun bir tür “doğal aşı” yerine geçtiğini söylüyor. 196


Ama bizler bütün zaman ve enerjimizi bu kahrolası politikaya vermeye yazgılıydık. Kültür ve sanata ayıracak zaman yoktu; elimizden de başkası gelmezdi zaten. * İstanbul Film Festivali’nde oynayan filmlerin listesini gözden geçirirken “İstanbul Sokak Köpekleri” adını görünce heyecanlandım. Aklın yolu bir değil miydi? Demek ki birileri bunu düşünmüş ve yapmıştı. Bu filmi muhakkak görmeliydi. Beyoğlu’nda bir sinemadaydı. Film İstanbul’da yaşayan bir Fransız’ın, Catherine Pinguet, yazdığı bir kitaba dayanıyordu. Yazar da gelmişti. Sinemadakilerin çoğu, son yıllarda feminist ve ekoloji hareketleriyle birlikte ortaya çıkmış, entelektüel ve modern hayvan ve köpek dostlarıydı. Eski dönemlerde, aydınlar pozitivist ve ilerlemeci olur sokaklardaki Köpekleri gericiliğin bir simgesi olarak görürken; sıradan, “gerici”, Müslüman halk köpekleri “onlar da Allah yaratığıdır” diye korur ve beslerken; şimdi roller tersine bir değişim geçiriyordu. Halkın köpeklere ilgisi azalırken; aydınlar “dünya yalnız bizim değil” diyerek onlar için mücadeleye başlıyorlardı. Müslüman Halk tabiri caizse “pozitivist”leşir, modernleşirken; mahalleli olmaktan çıkıp apartmanların somurtuk ve asansörde bile selam vermez modern insanlarına dönüşürken; aydınlar post modernleşiyorlardı. Post Modernleşen aydınlar da modernite öncesi halka özlemlerini dile getiriyorlardı. Film’de halktan pek kimse yoktu ama film artık giderek azalan o eski halka bir güzellemeydi aynı zamanda. Film “mevzulu” değil; “belgesel”di; bir köpeğin gözünden değil; bir İnsanın, hatta bir Fransız’ın gözündendi. Köpekler kadar ve köpeklerden ziyade İstanbul’daki insanların köpeklerle ilişkisini anlatıyordu. Tabii film içinde konunun tarihçesi ile ilgili kısımlarında, o İstanbul’un sokak köpeklerinin yüzyılın başında topluca Hayırsız Ada’ya sürülmeleri ve toplu katliamı da söz konusu ediliyordu. Bunun İttihat Terakki’nin iktidara gelişi ve modernleşmeci ve pozitivist ideoloji ile ilişkisine de konu ediliyor ve olay öyle açıklanıyordu. * Daha önce bunu hiç düşünmemiş, böyle bir bağlantı olabileceği hiç aklıma takılmamıştı. Hatta köpek katliamı ile İttihat Terakki ve politika arasında bir ilişki olacağını bile düşünmemiştim. Bunu, çocukluğumdan beri gördüğüm ve alıştığım, belediyelerin rutin köpek zehirleme işlerinden biri; ama daha büyük kapsamlısı olarak algılamıştım hep. Politika ile köpeklerin katli ve İttihat Terakki ilişkisini öğrenince birden aklıma Ermeni katliamı geldi. Acaba bu köpek katliamı ile Ermeni Katliamı arasında bir ilişki var mıydı? Köpeklerin “itlaf”ı ile Ermenilerin “tehcir”i arasındaki korkunç paralellikler görmezden gelinemeyecek kadar belirgindi. O, hem bir çiçeğe, hem de boyna takılan prangaya da “lale” adını verebilen binlerce yıllık Şark Nemrutluğu ve Firavunluğu; yüz binlerce Ermeni’nin fiili ölüm fermanına, İslamiyet’in 197


doğuşu sayılan Hicret kökünden bir kelimeyle “Tehcir” adını veren Talat; aynı sinizmle (kelbilik, köpeksilik), köpeklerin vahşice, açlık ve susuzluk içinde birbirilerini yiyerek öldürülmeleri karanını, “sokaklarda çok köpek var onları toplayıp bir adaya götüreceğiz ve orda kendi özgür cumhuriyetlerini kurmalarını sağlayacağız” diye tanımlar. Nasıl Ermenilerin tehcir ve katlinde, cezaevlerinden çıkarılan lümpenler kullanıldılarsa; aynı şekilde köpeklerin toplanıp adaya yollanmasında da İstanbul’un lümpenleri kullanılır 6. Her şey en küçük ayrıntısına kadar nasıl paralellikler gösteriyordu? Halkın davranışları bile. Ancak çok küçük bir azınlık gizlice bazı köpekleri korur ve gizlerken çoğunluk büyük bir kayıtsızlık içindeydiler. Ermeniler söz konusu olduğunda ise, kayıtsızlıktan öte sürülenlerin mallarına konma beklentisi, köpeklere gösterilen merhametten bile bile yoksun bırakıyordu Ermenileri. Şimdi nasıl İstanbul’un Sokak köpekleri son demlerini yaşıyorlarsa, İstanbul’daki Rumlar, Ermeniler ve Museviler de son demlerini yaşıyorlardı. Ve belki İstanbul’un Sokak köpekleri tükendiği gün, son Ermeni, son Rum ve son Musevi de gitmiş olacaktı. * Ancak sokak köpeklerinin kaderi ile Ermenilerin (veya “azınlıkların”) kaderi arasındaki paralellikler sadece dünde kalmış değildi. Biraz düşününce paralelliklerin bugün de sürdüğü görülüyordu. Ve tam da bu paralelliklerin sürmesi nedeniyle olumlu gibi görünen kimi gelişmelerden bile kuşkulanmak gerektiği ortaya çıkıyordu. Şimdi aydınlar nasıl Köpeklere, çevreye ilgi gösteriyorsa; “azınlıklara”, “çok kültürlülüğe” de aynı şekilde ilgiliydiler. Dün köpekleri ve Ermenileri süren modernist ve milliyetçi kapı kulları, şimdi köpek ve Ermeni dostu olarak post modernist ve “ulus devlete” ve “tekçiliğe” karşı olarak aynı konum ve çıkarlarını koruyor olamazlar mıydı? Aynı öz kendi zıttı biçiminde görünüyor olmasındı? Bir değişim var mıydı, yoksa değişen çağ ve koşullarda aynı öz değişik biçimlerde mi ortaya çıkıyordu? Artan sokak köpeği ve “azınlık” sevgisi, şu kapıkulu aydınların toplumsal konum ve çıkarlarında gerçekten bir tektonik yer değiştirmenin; bir değişmenin ve buna bağlı olarak programatik ve politik bir demokratikleşmenin mi; yoksa tıpkı Osmanlı’da modernleşmeci ve pozitivist olmak gibi, toplumsal konumunu korumak isteyen kapıkullarının yeni koşullara uygun yeni bir stratejisi mi?

6

Kürtlere karşı özel savaş döneminde yapılanlar da aynıdır. O “devletin sürekliliği”nin sürdüğünün en açık kanıtıdır. Mafia çetelerine yaptırılır bütün pis işler. 198


Dün Ermenileri ve Köpekleri katletmek bu konumu ve çıkarı korumanın bir aracıyken; bugün onlara sahip çıkmak aynı konum ve çıkarı korumanın bir aracı olamaz mıydı? Bundan kuşkulanmak için yeterince neden ve uzun bir tarih vardı. Garp (Batı) demek, nasıl aynı zamanda modern kapitalizm veya Sermaye demekse, Şark demek aynı zamanda Devlet demektir. Batı’da Kapital nasıl geliştikçe, soyutlaşmış bireysel kapitalistlerden bağımsızlaşmış, dolgun maaşlı “manager”lerin bir işi haline gelmişse; Devlet da Şark’ta devletleştikçe soyutlaşmış kişilerden azade bir varlığa dönüşmüştür. Klasik yaklaşımda ve mantıksal olarak, Devlet egemen sınıfın bir baskı aracı olduğuna göre devletin ortaya çıkması için önce sınıfların ortaya çıkması gerektiği düşünülür. Tıpkı, insanın yerleşik hayata geçebilmesi için, önce hayvan ve bitkileri ehlileştirmesi gerektiği düşünüldüğü gibi. Ya da tıpkı önce sanayi üretime oradan kapitalizme geçiş düşünüldüğü gibi. Ama bu sıçrayışlar tam da tersi mekanizmalarla gerçekleşir. Önce kapitalizme geçilir sonra sanayi devrimi olur. Önce yerleşilir sonra bitki ve hayvanlar ehlileştirilir. Önce devlet ortaya çıkar sonra sınıflar; hatta egemen sınıf soyutlaşmış devletin ta kendisidir. Göbeklitepe kazıları gösterdi ki insanlar, çok özel koşullarda önce yerleşikliğe geçtiler, onun temelinde neolitik devrimi yapabildiler. Benzer sonuca, yerleşikliğe geçebilmenin zorluklarını ele alan Jarred Diamond’da ulaşmıştı. Benzer şekilde, Kıvılcımlı da çok daha önce, sınıfların devleti değil, devletin sınıfları yarattığını; daha modern tekniğin kapitalizmi değil; kapitalizmin daha modern tekniği yarattığını göstermişti. Şark’ta ilk devletle egemen aynı zamanda tanrı olur. Henüz egemenlik son derece somut ve kişiseldir. Rahip ve Kral, Tanrı ve Kral henüz birbirinden ayrılmamıştır. Ama devlet devletleştikçe, toplumun üzerinde bir ur gibi büyüdükçe, topluluk adına üretimi düzenleme işlevi giderek, artı ürüne zorla el koymanın ve bunu meşrulaştırmanın bir aracına dönüştükçe, devletin kişilerden bağımsızlaşıp soyutlaşması başlar. Sanılanın aksine kölecilik diye bir üretim biçimi yoktur. Köleler var oldukları sınırlı yer ve zamanlarda, bir sınıf değil, bir üretim aracıdırlar. Ve köleler bir üretim aracı olarak kullanılmadıkları yerde, esas olarak bir egemen sınıftırlar. Soyut devlet, somutta başında bir sultanın bulunduğu, kölelerden (kapıkullarından) oluşan bir egemen sınıftır. Şark’ta köleler (kapıkulları) Osmanlı’nın Yeniçerilerinden veya Enderun’unda yetişenlerinden, Kölemenlere kadar egemen sınıfı oluştururlar. Devletin henüz yeterince devletleşemediği veya komünlerin akınları sonucu parçalanıp fetih edildiği zamanlarda kölelerin (kapı kullarının) etkisi ve gücü azalır veya kaybolur. Mutlak kral veya sultanın yerini eşitler arasında birinci beyler, gaziler, şövalyeler alır. Ama bunlar da medeniyet merkezlerini ele geçirip saraylara yerleştikten sonra, en kısa zamanda, kölelere (kapıkullarına) dayanarak; bir süre sonra bütün diğer eşitlerini temizleyerek; gerçek bir şark despotuna dönüşürler. Fetih edenler fetih edilmişlerdir.

199


Şark’ın devleti ve devletçiliği bunu sürekli yaratır ve gerçek “ölümden sonraki dirilişi” (Basübadelmevt, Reenkarnasyon) her zaman Şark devleti ve devletçiliği yaşar. Şark devleti ve devletçiliği sanıldığından çok daha esnektir ve zamana uyma yeteneği gösterir. Halkın elinden artı ürünü zorla almak ve egemenliği elinde tutmak için her türlü esnekliği gösterir. Sümer rahipleri, bin yıl sonra Mecusi rahipleri, birkaç bin yıl sonra da Ayetullahlar oligarşisi olarak en modern kapitalizm çağında bile egemenliklerini sürdürürler. Roma komününü gömen, antik Bonapartlar olan Sezar’lar, egemenliklerini korumak için, Hıristiyanları aslanlara attıkları gibi gereğinde Hıristiyan olmayı da bilirler. Yeter ki devlet yaşasın. Aynı Hıristiyan Romalılar (Bizans), İslam ve Oğuz aşılarıyla bir yeniden doğuş yaşayan Pers uygarlığı karşısında, Osmanlı ile Müslüman olur. Osmanlı Bizans’ı fetih ettiğinde aslında Osmanlı’yı feth eden Bizans’tır; Şark’ın devleti kendini yenilemiş ömrünü yine uzatmıştır. Aynı egemen “Sünuf-u Devlet” Tanzimat veya meşrutiyet ilan etmekte, en modern usullerle eğitim yapan okullar açmakta hiçbir tereddüt etmez. Padişahlıkla egemenliğini sürdüremeyeceğini görünce Cumhuriyet ilan eder. Dünya dengelerine bakar, Çok Partililiğe ve parlamentarizme geçer; Şimdi de Türklüğü terk edip, Türk-Kürtlüğe veya “Çok Kültürlülüğe” geçiş yaparak, hatta gereğinde Ermenilerden özür dileyerek, değişerek aynı kalmanın hazırlıklarını yapıyor. Yeter ki elinde ipler bulunsun, halk örgütsüz ve dağınık kalsın, o “sünufu devlet” “şeytan da olur Bolşevik de”, Birinci Büyük Millet Meclisinde veya “Üçüncü Meşrutiyet”te dedikleri gibi. “Aydınlanmacı Monark”lar aslında modernleşen şark Firavunları veya Nemrutlarından başka nedir ki? Onları yıkanlar da onların yapmak istediklerini daha radikal yöntemlerle yapmak; o devleti ve devletçiliği yaşatmak için yıkarlar. Batı’da şark monarklarını yıkışın bayrağı olan, hürriyet, adalet, müsavat Şark’ta devlet sınıflarının yükseltip devleti ve devletçiliği yenilemesinin bayrağı olur. Bugün, “çok kültürlülüğün” veya “ötekileştirmemenin” bin yıllık Şark devletçiliğinin günün koşullarına uygun yeni bayrağı olmadığını kim söyleyebilir? Bunun için, köpek katliamını sadece “tekçilik”, “modernizm” ve “pozitivizmle” açıklamalar post moderniteye uyarlanmış bir “aynı kalmak için değişmek”çabasından başka bir şey olmayabilir. Bu, kişilerin öznel niyetlerinin ötesinde öyledir. 1968’liler kapitalizmi yıkmak istiyorlardı ama onun kendini yenilemesinin araçlarıydılar. Marks’ın dediği gibi hiçbir dönem kendisi hakkındaki yargılarla yargılanamazdı. * “Çok kültürlülük”ten söz ediyorlar. Çok kültürlülükten söz etmenin aslında kültürü politika dışıyla tanımlayan bir kültünün egemenliği olduğu gerçeğini gizlemiş oluyorlar. “Benim kültürümde devlet yok, vergi yok, polis yok” dendiği an bunların kültür olmadığını, politikaya 200


dâhil olduğunu söyleyerek size kendi kültür kavramlarının diktatörlüğünü zorla dayatacaklardır. “Ötekileştirmemek”ten söz ediyorlar. Ötekileştirmemenin mümkün olmadığını; sorunun neyin ötekileştirildiğinde bulunduğunu gizliyorlar. Aslında ötekileştirmemenin mümkün olmadığını; ötekileştirmemekten söz ederken; ötekiyi bir dille, dinle, tarihle tanımlamanın ötekileştirilmesi gerektiğini; ötekileştirmeyi din, dil, tarih ile yapanları ötekileştirmek isteyen demokratları ötekileştirdiklerini gizliyorlar. Şimdiden paternalist bir gericiliğin tohumlarını atıyorlar. Parlak sözlerin cilası kazınınca bir şeylerin değişmediği görülüyor. Egemenlerin binlerce yıllık stratejisi değil midir ezilenlerin bayraklarını alıp içini boşaltarak kendi bayrakları yapmaları? Şimdi olan farklı mıdır? Binlerce yıllık tecrübeli Şark devleti ve devletçiliği, değişen dünya koşullarına uydurmuyor mu konumlanışını? Köpekler ve “azınlıklar”ın bu kader ortaklığının derin nedenleri bugünkü görünümleri vs. üzerine düşünmeye devam etmeliydi. Bir zamanların köpek katliamı, Ermeni katliamının provası değilse bile, her iki olayda da Şark devletinin ve devletçiliğinin tüm nitelikleri aynı biçimlerde ortaya çıkıyordu. Ermeni ve Rum katliamları ve sürgünleri anlaşılmadan Türkiye’nin toplumsal yapısı; sınıf ilişkileri, korkunç geriliği ve gericiliği; hâsılı hiçbir şeyi anlaşılamazdı. Görmezden gelinemeyecek paralellikler ve özdeşlikler ışığında şu da söylenemez miydi acaba: İstanbul köpeklerinin kaderi anlaşılmadan Türkiye’nin toplumsal yapısı anlaşılamaz!.. * Kurt’tan gelen Köpek, İnsan türünün ilk ehli hayvandır. Hatta köpeğin 10.000 yıl önce bitki ve hayvanların ehlileştirilmesine ve dolayısıyla yerleşik hayata geçişten muhtemelen 3000 veya 5000 yıl daha önce ehlileşmeye başladığını göz önüne alan bilim insanları 7, insanların henüz yerleşik bir yaşama geçmediği; avcılık ve toplayıcılıkla yaşadığı dönemlerde, köpeğin insanla simbiyoz (ortak) bir yaşama girerek kendisini ehlileştirdiğini söylemektedirler. İnsan (Homo) türü en az iki milyon yıldır; Homo Sapiens en azından 200.000 yıldır var. Köpeğin kendini ehlileştirmesi için, hayvansal gıda tüketiminde belli bir yükseliş; bunun için de avcılık tekniklerinde büyük bir sıçrama gerekirdi ki köpeklerin ilgi duyabileceği sürekli bir artık ortaya çıksın. Av aletlerindeki bu hızlı değişim 70.000 yıl önce başladığına göre yayılıp 7

Bazı araştırmalar göre Köpeğin ehlileşmesi 130 bin yıl önceye kadar gidiyor. Ancak, 50.000 yıl önce Avustralya’ya giden Homo Sapiens’ler yanlarında köpek götürmediklerine, (Keseli hayvanlar kıtası Avustralya’da beyaz adamın gelişinden önceki tek memeli Dingo’lar çok sonra, son birkaç bin yıl içinde güneydoğu Asya kökenlilerle Avustralya’ya geliyorlar) ama 10 veya 12 bin yıl önce Amerika’ya gidenler köpek götürdüklerine göre, köpeğin ehlileşmesinin veya insanla simbiyoz bir yaşama girmesinin, neolitik devrimden epey önce önce ama Avustarlaya gidişten (50.000 yıl) sonraki bir dönemde gerçekleşmiş olmasını doğrular görünmektedir. Son araştırmalara göre 15-30 bin yılları öncesinde olmalı. 201


derinleşmesi, köpeklerin simbiyoz yaşama girmelerine yol açacak kadar bir artığın az çok düzenli elde edilmesi, 20-30 bin yıl önce gerçekleşmiş olmalı. Yani Avustralya’ya gidişten (50.000) sonra, Amerika’ya gidişten önce (12.000) gerçekleşmiş olmalı. Bir bakıma, köpeğin, bazı hayvanların ehlileştirilebilirliğini insanlara öğrettiği; insanlık tarihindeki en büyük devrimin, Neolitik Devrimin yol açıcısı olduğu söylenebilir. İnsanlar henüz bitki ve hayvanları ehlileştiremediği, avcı, balıkçı ve toplayıcı olarak sürekli kıtlık içinde yaşadıkları dönemde kendilerini doğanın basit bir parçası olarak görüyorlardı. Doğa ve toplum henüz ayrılmamıştı. Dolayısıyla toplumun, yani parçanın bütüne tabi olmasının kazandırdığı gücün bilinçte bir yansıması olan ruh veya ruhların, tüm doğada da olduğunu düşünüyorlardı. Doğa ve toplum ayrılmadığından her şey kutsaldı, yani toplumsaldı. Hayvanlar da insanlardan ayrı değillerdi. Diğer kabilelerdeki insanlar da hayvanlardan farksızdılar. Dolayısıyla onlar başka kabileden bir insanı öldürdüklerinde veya yediklerinde insan yemiyorlar, başka canlıları yiyorlardı; ama birileri örneğin onların totemini yediğinde veya öldürdüğünde, insan yemiş, onların atasını veya kardeşini yemiş veya öldürmüş oluyordu. İnsan ve hayvanın, doğa ve toplumun bilinçlerde ayrılmaya başlaması muhtemelen Neolitik Devrim’den sonra, insanların hayvanları ehlileştirmesiyle birlikte başlamış olmalıdır. Ama insanlar hayvanları ve bitkileri ehlileştirip sürekli kıtlıktan kurtuldukları ölçüde, kendilerini kıtlıktan kurtaran bu canlıları birer tanrı yapmaya başlamışlardır. Bir bakıma Hayvanlar ehlileşip insanın egemenliği altına girdikçe, insanlar tanrılaştırdıkları o hayvanların egemenliği altına girmeye başlamışlardır denebilir. Bereketin ve zenginliğin kaynağı olan bu canlılar kutsandı ve hatta tanrılaştırıldı. Hayvanlar tanrılar olup insanları bile yönetmeye başladılar tıpkı Güneş, Ay ve Yıldızlar gibi. Daha sonra bu kutsallık ve tabular tek tanrılı dinlerin içinde bile varlığını sürdürmeye devam etti. Örneğin İslam, hayvanların da ümmetleri olduğunu söyleyerek, bir bakıma onları insanlarla eşitledi ve haklarını da tanıdı. Modern kapitalizm doğuncaya kadar binlerce yıl boyunca, insanlığın büyük bölümü kapalı köy ekonomilerinde, neolitik köy komünlerinde yaşamaya devam etti. Derine işlemeyen ticaret merkezleri, artı ürünün gönüllü veya zorla toplandığı yerler, bu neolitik köy komünleri denizinde küçük okyanus adaları gibi kaldı binlerce yıl boyunca. İnsanların ezici çoğunluğu için gerçek evrim, artık okul kitaplarına geçmiş, ilke-köleci-feodal-kapitalist gibi bir sıralamayı değil, aynı neolitik köy komününün farklı üretici güçler seviyesine ve ona uygun yeni ilişkilere geçişi anlamını taşıyordu. Yani obsidyen taşından başlayarak, bakıra, tunca, demire dayanan araçlarla yapılan üretime dayalı neolitik köy komünlerinin yeni biçimlerine geçiş anlamına geliyordu. Amerikan yerlileri Beyaz adamdan atları ve tüfekleri ele geçirip kullanmaya başladıklarında nasıl Kapitalizme geçmiyorlar; tüfek ve at kullanan, ama bunlarla Bizon avlayan, göçebe ve/veya köy komünleri olarak kalmaya devam ediyorlardıysa öyleydi gerçek tarih ve evrim insanlığın ezici çoğunluğu için. 202


Bunlara başka yerlerde ehlileştirilmiş hayvanların ve bitkilerin, geliştirilmiş tekniklerin yayılışı ve bu şekildeki üretici güçlerin gelişmesi de ekleniyordu. Örneğin Amerika’da ehlileştirilmiş Patates ve Mısır gibi, Asya’da ehlileştirilmiş Manda veya çöl ve bozkırlarda ehlileştirilmiş Deve pek ala Anadolu’nun köylerinde de bir üretim aracı olabiliyordu. Elbet uygarlığın veya başka yerlerdeki neolitik devrimlerin manevi araçları da maddi araçları gibi alınıyordu, ama bütün bu değişmeler, bir üretim biçiminden diğer üretim biçimine, yani köleciliğe veya medeniyete geçiş anlamına gelmiyor; bizzat köy komününün çerçevesinde; onun giderek daha karmaşık bir organizmaya dönüşmesi ama yine de köy komünü olarak kalması biçiminde gerçekleşiyordu. Gerçek evrim çizgisi, bugün insanlığın büyük ve ezici çoğunluğu için, Komün’den ve Kapitalizm’e geçişten ibarettir. Bu nedenle neolitik köy komünü, binlerce yıl ötesinde kalmış bir düzen değil, tüm antik tarih boyunca bile egemen olmuş ve şu son yüzyılda Kapitalizmin dünyayı ele geçirişine kadar yaşamış en egemen üretim biçimiydi. Hatta bu neolitik köy komünü şehirlerin ve kasabaların dünyasına bile damgasını vururdu. Daha yarım yüzyıl öncesine kadar kasaba ve şehirlerde bile, “mahalle” denen, bir veya birkaç sokağın sakinlerinden oluşan bir toplumsal birim vardı. Bu “mahalle”, şehir hayatına adapte olmuş, belli bir mekânla sınırlı bir neolitik köy komününden başka bir şey değildi. Mahalleler, genellikle yetişkin erkeklerin dışarıda tutulduğu, birbirleriyle dayanışan, birçok şeyi ortaklaşa yapan kadınların ve ergenliğe ermemiş çocukların adeta bir komün hayatı yaşadığı bu birkaç yakın sokağı kaplayan bu topluluklardı. Benim bile çocukluğum böyle bir mahallede geçmişti. 1950’lerin Türkiyesi’nde bile çok yaygındı bu yaşam. Bu topluluk aynı zamanda kedileri ve köpekleri diğer bazı evcil hayvanları da kapsardı. O hayvanların bu komün yaşamı, bu mahalle hayatı içinde bir işlevleri ve yeri vardı. Köpekler bir bakıma o mahallenin insanlarıyla birlikte yaşayan, yemek artıklarını temizleyen, bekçilik eden, mahalleye bir yabancı geldiğinde havlayarak haber veren, hatta çocuklara göz kulak olan onlarla oynayan mahalle halkına dâhil canlılardı. Bunun son kalıntılarını bugün bile kimi taşra kasabalarında veya İstanbul’un biraz kenarda kalmış noktalarında görmek mümkündür. * Önce filme ilham veren, Catherine Pinguet’in “İstanbul'un Köpekleri”8 kitabını aldım. Konu daha ayrıntılı ele alınıyordu. Filme ilhamı bu kitap vermişti.9 8

Catherine Pinguet, “İstanbul’un Köpekleri”, Çeviren: Saadet Özen, YKY

9

Ümit Sinan Topçuoğlu da Catherine Pinguet’ten önce “İstanbul ve Sokak Köpekleri” isimli bir kitap yazıyor, ancak kitap basımda sırasını beklerken, yazar hastanede kaptığı iltihap nedeniyle vefat ediyor. Bu nedenle kitabı Pinguet’in kitabından bir sene sonra çıkabilmiş. Ümit Sinan’ın da Modernleşme ve köpek katliamları arasındaki ilgiye dikkati çektiği görülüyor. Ümit Sinan gerçekten çok 203


Sonra, filmin rejisörü, Serge Avedikian’ın adı da dikkatimi çekti. Adı rastlantısal olarak mı bir Ermeni adıydı acaba? Acaba Ermeni katliamı ile Köpek katliamı ilişkisi olabileceğini düşünmüş müydü, bunun farkında mıydı? İnternette biraz arama yapınca ortada bir rastlantı olmadığı ortaya çıkıyordu. Serge Avadikian daha önce köpeklerin bu sürülüşünü ele alan bir animasyon filmi yapmıştı 10. Onun Ermeni kökleriyle, Köpeklerin bu katline duyduğu ilgi arasında hiç de rastlantısal olmayan bir bağ olmalıydı. Filmi böyle bir niyetle yapmamış olsa da iki katliam arasındaki paralellik çok açıktı ve seyredende hemen bağlantıyı kurduruyordu 11. Elbette insanın katliama uğrayanların çocukları ve torunlarından olmayınca, bu paralellikleri görecek duyarlıkları geliştirmesi olanaksız değilse bile çok zordur. * Ama her yerde yine o kolaycı açıklamalar karşımıza çıkıyordu: Pozitivizm ve modernleşmecilik. Örneğin şöyle diyor bir söyleşide Avadikian:

ilginç ve önemli bir insan. Bir tür adsız kahraman. “Davası olan” bir insan. Küçük de olsa direniş ocakları ve ateşleri yakmaya çalıştığı görülüyor. Yaptıkları ve yaşamıyla insana verilen değer ile hayvana verilen değer arasındaki ilişkiyi somut olarak kanıtlıyor. Köpekleri korumaya çalıştığı gibi, fast food’a da; vasıtalara göre yapılanmış yollara ve şehre de karşı girişimler örgütlenme ocakları ve bir bilinç oluşturmaya çalışıyor. Ancak Ü. S. Topçuoğlu da Türk milliyetçiliğin bakış açısı da derinden hissetdiliyor. Köpeklerin Fatih’in ordularıyla İstanbul’a gelmesi; İstanbul’un işgal yıllarında İngiliz askerlerine direnmesi gibi, Türk tarihi yazma ve yaratma girişimleri vardır. Türk tarihi ile köpekleri ilişkilendirerek Türklerde köpeklere bir sempati uyandırmaya çalışıyor gibi. 10

Serge Avedikian’ın ödül alan bu animasyon filmi şu adreslerde izlenebilir: http://shortsbay.com/film/chienne-dhistoire veya http://www.dailymotion.com/video/xh9w5m_cdh_shortfilms?start=833#from=embed 11

Serge Avedikian’ın kendisi de bu ilişkiyi açıklıyor. Örneğin bir söyleşisinde: “Cannes’da ödül kazanan “Chienne d’Histoire” filmi için İstanbul’a geldiğimde gazetelere, televizyonlara röportaj vermiştim. Bu filmim bir Türk televizyon kanalında da yayınlandı. Açıkçası bu beni çok şaşırtmıştı, çünkü köpeklerin adaya sürülmesiyle 1915 olayları arasındaki benzerliği görmemeye imkân yok. O zamanlar, Jön Türkler’in fikriydi köpekleri adaya sürerek İstanbul’un sokaklarını Avrupa sokakları gibi köpeksiz hale getirmek. Böylece daha temiz, daha bakımlı, daha “batılı” olunacaktı. Ama köpekler sürülünce ölümleri de kaçınılmazdı elbette...” diyor. (http://seblakutsal.com/Home/GeneralArchive/6 ) Yine aynı toplantıdaki şu konuşma: “Dinleyici: Adım Sarkis. Ben insanlık tarihiyle ilgili bir bağlantıya gitmek istiyorum. Mesela 1915 ya da Nazilerin zamanındaki olayları birbirleriyle bağlantılı olarak görüyorum. İnsanlar devamlı birbirlerini öldürmek istiyorlar, ben böyle algılıyorum, bilmiyorum belki de yanlış algılıyorum. Bu filmi izlerken direk aklıma 1915 geldi… Serge Avedikian: Böyle düşündüyseniz bilmiyorum ama ben özellikle bunu vurgulamak için yapmadım. Çünkü tarih ordaydı, yaşanmış bir olaydı. Bunu kafamdan icat etmedim ama film ve animasyon sanat size bunu düşündürüyorsa buna muktedir olduğu içindir, güçlü olduğu içindir.” 204


“Benim için filmdeki en önemli şey Jön Türk yönetiminin pozitivist bir zihniyetle kitlesel bir imhayı nasıl gerçekleştirebileceği hakkında Avrupa’ya bir çağrıda bulunmak.” Benzeri sözler Pinguet’te de okunuyor, örneğin: “Bununla birlikte Jön Türklerin başlattığı pozitivist politikanın izinden giden Kemalist devrim”(s.104) Gerçek toplumsal ilişkilerin ve güçlerin yerini, fikirler, anlayışlar alıyor ve onlarla açıklanıyor toplumsal olaylar. Burada çok temel bir yanlış var. Varlığı belirleyen düşünce gibi ele alınıyor. Hâlbuki düşünceyi belirleyen varlıktır. Modern ilişkiler ortaya çıkıp yayıldığı için, modernleşmeci ve pozitivist fikirler bunların aracı olmuşlardır. Denklem kurulmuş durumda: Pozitivizm=Modernleşme=İttihat Terakki=Kemalizm. Burada bütün olumsuzluklarla Pozitivizm arasında bir eşitlik de kolayca kurularak örneğin, tekçi düşünce, ötekileştirmek de pozitivizmin bir özelliği olarak tanımlanarak günlük politik mücadelenin sürdürülmesinin her kapıyı açan, her derde deva ebegümeci gibi bir ideolojik maymuncuk oluşturuluyor. Aslında tam da bu açıklamaların kendileri de pozitivist. Pozitivizme has yüzeysellik, mekaniklik bu pozitivizm açıklamalarının da ortak karakteri. Ve bizzat bu açıklamaların kendisi de yepyeni post modern diyebileceğimiz ilişkilerin dünyasının ihtiyaçlarına uygun yeni bir düzenlemenin araçları. Bu açıklamanın ne kadar sorunlu olduğunu ve nasıl çelişkileri içinde barındırdığını iki zıt örnekle görülebilir. Örneğin AKP iktidarı sigarayı kapalı yerlerde yasakladı, aslında köpeklerin katli doğrudan modernizmin veya pozitivizmin bir tezahürüyse, Sigaranın yasaklanması ve sigara içmeye karşı önlemleri de öyle değerlendirmek gerekir. İkisi de aynı nedenle ortaya çıktığına göre birini destekleyip diğerine karşı çıkmak bir tutarsızlık olmaz mı? Modern demek Kapitalizm demektir. Kapitalizmde artı değerin kaynağı iş gücüdür, İş gücünün yeniden üretiminde sosyal masrafların azalması aynı zamanda artı değer oranının yükselmesini sağlar. Yani insanların sigara içerek daha erken ve sık artı değer üretiminin (“çalışma hayatı”) dışına düşmelerini engellemek için sigara içmeyi yasaklamak ile veya kitle sporlarını teşvik etmek ile İttihatçıların sağlıklı ve temiz şehir sokakları için köpekleri itlaf etmesi veya Abdülhamit’in Pasteur Enstitüsü açması arasında hiçbir fark yoktur ve hepsi son duruşmada kapitalist ilişkilerin yerleşmesi için farklı koşul ve zamanlardaki ama aynı özdeki tedbirler olarak görülebilirler. Hepsi hastalıkları azaltarak işgücünün yeniden üretiminin sosyal masraflarını kısmanın araçlarıdırlar. Burada İttihatçıların köpek itlafını modernizm veya pozitivizm diye mahkûm etmek öte yandan AKP’nin sigara yasağını veya Abdülhamit’in Pasteur Enstitüsü kurmasını övmek, sorunun özündeki özdeşliği gizler. Ve bütün bu değişimler, mutlak devletin egemen olduğu bir ülkede yapıldıklarında, devletçiliğin değişerek aynı kalmasının; egemenliğini sürdürmesinin birer aracı olurlar. Elbette kapitalizmin ve modern şehir yaşamının ortaya çıkmasıyla birlikte, her şey gibi mahalleler ve o mahallelerin organik bir bileşeni olan köpekler de bir “fazlalık”, bir “engel”, 205


bir “yük” haline gelirler; sorun burada bu “engel”in, bu “yük”ün, bu “fazlalığın” nasıl bertaraf edildiğindedir. Mutlak Şark devletçiliğinde başkadır; az çok halkın örgütlü olduğu bir toplumda başka olur. Saf ve gelişmiş modern kapitalizmde başka. Şark devletinin az çok peygamberlerce sınırlanmış, Allah’ın (halk muhalefetinin) sınırlamalarına uğramış mutlakıyetinde başkadır; İttihat terakki’de olduğu gibi, tüm bu sınırlamalardan da kurtulmuş, (“Allah öldü”) biçiminde başkadır. Bu “Pozitivizm” veya “ilerlemecilik” ile sınıfları, dolayısıyla esas egemen sınıf olan Devlet’ti, Şarkın “feodal bey”ini es geçen bir açıklama, ilk elde çelişkilere düşer. Eğer köpek katliamı ve Ermeni katliamı pozitivizm veya ilerlemeciliğin sonucu ise şu çelişki nasıl izah edilecektir: örneğin Ermenilerin katli antik devletin modern ilişkileri ve sınıfları yok edişidir. Öte yandan, katledilenler de katledenlerden daha az “pozitivist” veya modernleşmeci değillerdi. Pozitivizm sadece basit bir araçtı o devletçilik için. Tüm araçlar ve silahlar gibi, kimin tarafından ve ne için kullanıldığına bağlıydı onun işlevi ve anlamı. Ama soruna ilişkilerin modernleşmesi ve buna bağlı olarak devletin kendini modern zamanlara (ve şimdi post modern zamanlara) uyarlaması olarak bakılınca her şey kolayca açıklanabilir olur. Modern ilişkilerin şehre, İstanbul’a girişiyle birlikte mahalleler gibi Köpekler de işlevsizleşmiş, bir fazlalık olmaya başlamıştır. Öte yandan, artık Devlet’i yönetenler de Kuran’ın veya Tarikat ve cemaatlerin sınırlamaları altındaki Padişahlar değil, binlerce yıl öncesinin, peygamberler öncesinin Nemrut ve Firavunları gibi, her türlü sınırlamadan boşanmış bir devlet gücünün sahipleridirler. Dolayısıyla böylesine kanlı bir eylemleri rahatlıkla gerçekleştirebilmektedirler. Aynı rahatlıkla Köpekler ve Ermeniler katledilebilmektedir. Paralellikleri yaratan budur. Ama eğer köpek itlafını açıklamakta kullanılan, modernizm veya pozitivizm geçerli ise, fikirler davranışları belirliyorduysa, en modern ilişkileri yaşayan ve yaşatan Ermenilerin, değil yok edilmesi yaşatılmaları ve teşvik edilmeleri gerekirdi. Devlet’in Şark’ta esas egemen sınıf olduğunu görmeyen ve bu sınıfın kendi varlığını korumak için modernleşebileceği hatta post modernleşebileceği gerçeğini görmeyen her çaba, aslında bu sınıfın egemenliğini sürdürmesinin bir aracı olmakla sonuçlanır. * Bu arada Toplumsal Tarih Mecmuası’nda İrvin Cemil Schick’in “Büyük Köpek İtlafı” üzerine bir yazısı olduğunu görmüştüm. Ancak dergi’yi bulamamıştım. Sonra bulup da okuyunca İrvin Cemil Schick’in de Pozitivizm veya Çağdaşlaşma ile açıklamaların yüzeyselliğinden söz ettiğini gördüm. Benzer bir yaklaşım gördüğüm için sevindim. Örneğin şöyle diyordu: 206


“Son birkaç yıl içinde Türkiye’de bu konu üzerine birkaç kitap ve makale yayınlandı. İstanbul’un sokak köpeklerinin günümüzde bu kadar ilgi çekmesi acaba nedendir? Sanırım bunun en azından bir sebebi, son yirmi otuz yıl içinde (yani portmodernizm akımı serpileli beri) günlük yaşamımızı artan bir şekilde etkisi altına alan çağdaşlaşmacılık karşıtlığıdır. İstanbul’un Sokak köpekleri bir çeşit nostaljiye ve romantizme ilham kaynağı olmaktadır. (…) “İstanbul köpeklerine bugünlerde yaygın olan bu romantik yaklaşımın bir sonucu, köpeklerin yok oluşunun genellikle çağdaşlaşmacılıkla ilişkilendirilmesidir. İstanbul’un Sokak köpeklerinin helak edilmesinin suçunu doğrudan geç Osmanlı Batıcılığı ile çağdaşlaşmacılığına atmak artık neredeyse gelenek haline gelmiştir. İlk bakışta veriler bu görüşü destekler niteliktedir gerçi, ancak bu da hakikatten ziyade hayal ürünüdür. Burada izah etmeye çalışacağım gibi, gerek 1910’da vuku bulan büyük köpek itlafının, gerekse ondan önce gerçekleşmiş olan (ve günümüzde araştırmacıların her nedense önemsemediği) benzer kıyımların ardında çağdaşlaşmacılık değil, bizatihi çağdaşlık yatmaktadır.”(s.23) Kanımızca bu satırlar sorunu nihayet ayakları üzerine koymaktadır. Fikirler değil, gerçek ilişkilerde aranmalıdır açıklama. Yazar, modern toplumsal ilişkilerin yayılmasına bağlı olarak köpeklerin bir tür “kir” haline gelmeleri ile açıklıyordu köpek katliamını. Yazar yine bizim peygamberlerin ve Allah’ın sınırlamalarından kurtulmuşluk olarak tanımladığımız durumu şöyle açıklıyordu: “1910’u daha önceki girişimlerden farklı kılan, o anda iktidarda olan hükümetin niteliğiydi. . Genelde padişahların, her istekleri kanun olan mutlak despotlar oldukları düşünülür, ama aslında hareketleri büyük ölçüde siyasal gereklilikler, dini denetim ve de kamuoyu tarafından sınırlandırılmıştı. 1826 yılında yeniçeri ocaklarını topa tutan, hayatta kalanları da ağaçlarda sallandıran Sultan II. Mahmut bile köpeklerin sürgün edilmesine dair buyruğunu halkın muhalefeti karşısında feshetmeye zorlanmıştı. İttihat ve terakki hükümetine gelince, durum çok farklıydı. (…) Ama meşruiyetlerinin kaynağı ilahi değil, dünyevi idi. Padişahlar gibi bir ahlaki sözleşmeye tabi değillerdi. Askeri güç ile iktidara geldiklerinden, kendilerinden başka kimseye hesap vermeleri gerekmiyordu. (…) Ve ne vatandaşlarının duygularını dikkate aldıklarından, ne de merhamete kapıldıklarından, dehşet verici bir şekilde başarıya ulaştılar.” (s.31) Ancak bu açıklamalar bütün olumluluğuna rağmen asıl açıklanması gerekeni açıklanmış veya açıklama olarak kabul etmesi tam da bizim sorunumuzu oluşturuyordu. Niçin ve nasıl modern toplumda bu sınırlama ortadan kalkmaktadır? Niçin ve nasıl, Osmanlı’da vatandaşlar eğilimlerini yansıtamamaktadır? Niçin ve nasıl örneğin bir batı ülkelerinde olduğu ölçüde olsun, halkın örgütü yoktu. Niçin ve nasıl askeri güç ile iktidara gelebiliyorlardı?

207


Neolitik köy komününün veya Şark devletinin, antik uygarlığın devletinin kendi içindeki evrimi gibi bir metodolojik yaklaşım olmadan, yapılacak bütün açıklamalar, açıklanması gereken şeyin kendisini açıklama gibi koyarlar. Şark devletinin geçmişte kalmış modern devletle yer değiştirmiş bir şey olarak değil de modern araçlarla donanmış antik bir devlet olduğu; şark toplumunun geçmişin kamburuna bir de modern toplumun kamburunu yüklediği yaklaşımı olmadan; bunun batıdaki devletten farkı görülmeden, tüm açıklamalar yarım ve çelişkili olur. Köpek katliamını Şark devletinin modern araçlarla donanması modern topluma ayak uydurması olmadan modernleşmecilik olarak açıklamak Ermeni katliamını açıklayacak kavram bulamaz. Ermeniler de köpekler gibi modernleşme için katledildi sonucuna ulaşır. Ama Ermenilerin sürgün ve katli tam tersine modern olan her şeyin kazınmasıydı toplumdan. * “Bir insanı öldürmek ahlaki bir sorundur, ama milyonlarca insanı gaz odalarında öldürmek iş ahlakıyla ilgili bir sorundur” İttihat ve Terakki, yani tüm sınırlamalarından kurtulmuş Şark devleti ve devletçiliği, köpekleri ve Ermenileri tam şark usulü, tüm zincirlerinden boşanmış bir vahşilikle katletti. Ama ne kadar vahşi olursa olsun bu tipik şark vahşiliği idi. Ahlaki zincirleri yoktu ama “iş ahlakı” da yoktu. Modern ve sanayileşmiş, Nazilerin Yahudileri katlinde zirvesine varan vahşetin zıddıydı. Şark devletini görmemek, geçmişi idealizasyonla ve genellikle gerici bir ulusçulukla ve ulus tarihi yaratma çabasıyla sonuçlanır. Modernleşmeyi bir ilerleme olarak görmek, insanı modern biçimlerde yapılmış katliamları onaylama sonucuna bile götürebilir. Hem Şark devletini ve devletçiliğini görmemek; hem de modernleşmeyi bir ilerleme olarak görmek ise en gerici ve kanlı sonuçlara yol hazırlığı olur. Şark despotluğunun şiddetiyle silahlanmış bir modern hesaplılık veya modern örgütlenmeyle birleşmiş bir şark mutlaklığı. Köpek ve Ermeni katliamları henüz şark devletinin keyfiliği ve zincirinden boşanmışlığıdır ama modern kapitalizmin örgütlenme becerisi yoktur onda. Ona henüz bağışıklıklıdır. Ama Kemalizm’in de Politik İslam’ın da ortak noktası budur. İkisi de Şark devletini de Kapitalizmi (modernliği) de olumlar ve sahiplenir. Gelecekte uğrayacağımız katliamlar sadece şark devletinin sinsi ve kaba şiddetini değil; modern kapitalizmin planlı ve örgütlülüğünü de kapsayacak çok daha kıyıcı ve delici olacaklardır. Köpek katliamı sadece Ermeni Katliamı’nın, şark despotluğunun vahşetinin, modern ilişkileri yok edişinin habercisi değildir; aynı zamanda Yahudilerin gaz odalarında yok edilmesinin, modern kapitalizmin vahşetinin de tohum halinde bir habercisidir. Bu yan tam da ortadaki bir Şark devleti olduğu için gelişemeden, bir tohum olarak kalmıştır. Köpekler için bir Alman bilim adamının hazırladığı proje, aslında Yahudilerin modern sanayiin örgütlenmesinin yöntemleriyle yok edilmesinin bir taslağı gibidir. 208


Katliamdan önce, bir “Aydınlanmacı Monark” olan Abdülhamit’in kurduğu Pasteur Enstitüsü’nün başındaki Alman Doktor Remlinger, köpeklerin nasıl itlaf edileceğine dair bir proje sunar Osmanlı Devleti’ne. Bu proje tıpkı tıpkısına Yahudilerin modern endüstriyel yöntemlerle mekanik, “verimli” ve “rasyonel” imhasının bir taslağı gibidir ve her şey parayla ölçülmektedir: “Derisi, kılları, kemikleri, yağı, kasları, genel olarak albüminli maddeleri hatta bağırsaklarıyla bir sokak köpeğinin maddi değeri 3 ila 4 franktır. Şehirde 60.000 ila 80.000 köpek bulunmaktadır; bu da 200-300.000 franklık bir değere tekabül eder. Köpekleri itlaf işinin bir ihaleyle bir vekile havale edilmesi, onun da şehrin dışındaki çeşitli noktalara deri, et ve yağın ekonomik olarak işleneceği yerler kurması kabil değil midir? Bu yerlerde hava geçirmez bir oda olur, oda bir gaz borusuna ve hayvanın kullanılabilir ürünlerini işlemek için donatılmış bir parçalama atölyesine bağlanır. Hayvanlar geceleri gizlice yakalanıp Avrupa’dakilere benzeyen kafesli arabalarla hemen nakledilebilir. On merkez kurulsa, her biri günde yüz köpeği işleyebilir. İki ay içinde itlaf biter, bu operasyon şehre de hayır işlerinde kullanılacak bir kar bırakır.” (s.15) Filmin rejisörü olan Avadikian Remningen’in yöntemi için şunları söylüyor: “1900’den beri İstanbul’a yerleşmiş olan Remningen adında Alman bilim adamı, (…) köpekleri de çok seviyordu. Bu konu hakkında fikir geliştirip İttihatçılara sunmuştu. Remningen’in çalışmaları köpekleri yeni metotlarla, mesela gazla hayvanların canını çok acıtmadan yok etmenin, onların derisinden yününden faydalanmanın, hatta para kazanmanın usullerini arıyordu. Ancak İttihatçılar bu usulleri kabul etmiyordu çünkü bu mekanizmaları kurmak için çok zaman ve para harcamak gerekiyordu. Bu yüzden Remningen’i reddetmiş oldular. Önerilen yöntemleri bir kenara bırakıp kendi bildikleri gibi halletmeye karar verdiler ve filmde gördüğünüz yöntemi kullandılar ki bu yöntem daha önce II. Mahmut tarafından da denenmişti.” Nazilerin Yahudilerin katlinin ilhamını Ermenilerin katlinden aldığı söylenir. Bunun nasıl yapılacağının projesi ise aslında Köpeklerin katli için bir Alman Doktor tarafından hayret verici bir benzerlik içinde taslaklaştırılıyordu. Köpek katli sadece gerçekleşmiş biçimiyle Ermeni Katliamının bir provası değil; gerçekleşmemiş bir proje olarak aynı zamanda Holacoust’un Şark devletinin ilgisini çekecek düzeye gelmemiş bir provası olarak görülebilir. * Tekrar önceki soruyu soralım. Dün devleti yaşatmak için köpekleri ve Ermenileri katledenler aynı devleti yaşatmak ve zamana uydurmak için köpekleri ve “çok renkliliği” savunuyor olmasınlar?

209


Dünün modernleşmeciliği gibi bugünün post modernleşmeciliği aynı gücün varlığını ve egemenliğini sürdürmesinin aracı olmasın? Her parlayan şey altın değildir ve de öz ve görünüm aynı olsaydı bütün bilim gereksiz bir şey olurdu. Açın bakın bugünkü Türkiye’de muhaliflerin programlarına, HDP’den en keskin sol görünen gruplara kadar, hiçbiri en baş ve acil görev olarak ulusu bir tarihe, dile, dine etniye göre tanımlamaya karşı tanımlamayı; bu devlet mekanizmasını baştan aşağı yıkıp merkezi olmayan bir devlet kurmayı koymuyorlar. Ama hepsi çok kültürlülükten, çevrecilikten vs. yana. Bu, istenen ve uğruna mücadele edilen değişmelerin bu devleti ve devletçiliği yaşatmak için olduğu anlamına gelir. Devleti yaşatmak isteyenler onun özür dilemesini, diğer kültürleri tanımasını vs. isterler. Onu yıkmak diye bir derdi olanların ise yıkmak istedikleri devlet için ve onun adına özür dilemek diye bir sorunları olmaz. Dikkat edin hepsi de örneğin Ermenilerden devletin özür dilemesini hayal ediyorlar. Ama bunun ardında gizli bir varsayım vardır. Özrü suçu işleyen diler. Birinin bir suçu için başkasının özür dilemesi veya ceza çekmesi anlamsızdır. Gizli bir varsayım olarak bu devletin varlığını ve bekasını bunun için özür dilemesini savunmuş olmuyorlar mı? Bir devrimci demokrat ise, katliamı ve onu yaratan nedenleri mahkûm eder. Katliamın nedeni şark devletçiliği ve ulusun bir dille, dinle tanımlanmasına dayanan gerici milliyetçiliktir. Nedeni yok etmeden suç (katliamlar) ortadan kaldırılamaz. 17 Ocak 2014 Cuma Demir Küçükaydın

210


Ermeni Katliamı’nın 99. Yıldönümü Vesilesiyle “Soykırım” ve “Özür Dileme” Kavramlarının Sorunları Üzerine Ermeni Katliamı üzerine sanırım Türkiye’deki sol içinde ilk yazanlardan ve en radikal tavır koyanlardan biriyimdir. Ermeni Katliamı üzerine ilk yazıyı, 1980’lerin başında ASALA’nın Türk Diplomatlarını vurmaya başlaması; böylece konunun gündeme gelmesi ve unutulmaktan çıkması vesilesiyle hapiste yazmış, bunu gizlice dışarıya çıkarmıştım. Almanya’da çıkan Yol (Der Weg) dergisinde yayınlanmıştıi. Daha sonra bugünkü internet tarayıcılarının temelini oluşturan tekniğin Tim Berners-Lee tarafından henüz CERN’de geliştirildiği dönemlerde; internetin çok dar bir çevre dışında bilinmediği ve kullanılamadığı dönemlerde, usenet tartışma gruplarında gündemleştirmeye çalıştım. Eğer bir yerlerde arşivleri varsa oralarda bulunabilirler. Sonra internet yaygınlaştı “forum”lar tartışmaların yapıldığı yerler oldu. Oralarda da gündemleştiren ve tartışanlardan biriydim. Daha sonra yıllarca konu üzerine yazdım ve konunun gündeme gelmesine çalıştım. Şimdilerde artık epey yol kat edilmiş görünüyor. Ama biz görünüşle değil, özle ilgiliyizdir. Öz ve görünüş çoğu kez birbirine zıttır. Biraz derinden bakınca, giderek konunun sosyolojik kavramlarla tartışılmaktan çıkıp hukuki kavramlarla tartışılmaya hapsedildiği; böylece var olan güçlerin (Özellikle Türk ve Ermeni Devletleri, Milletleri ve Milliyetçilerinin) kendilerini reforme ederek sürdürmelerinin araçlarına dönüştüğü görülüyor. Ermeni katliamının hukuki kavramlarla tartışmaya hapsedilmesi ve bunun yaygınlaşması; onun nedenleri üzerine sosyolojik kavramlarla tartışmanın gündemden düşürülmesinin bir aracına dolayısıyla gerici bir programın savunulmasına ve tartışmasız egemenliğini kurmasına dönüşmüş bulunuyor. Bu nedenle, herkesin sustuğu; konuyu gündeme getirmenin en “demokrat” ve “sosyalist”lerce bile “şimdi bu konuyu gündeme getirmenin sırası mı” diye eleştirilip susulduğu ve görmezden gelindiği zamanlarda, yıllarca nasıl “akıntıya karşı” durup konuyu gündemleştirmeye çalıştıysak ve bu nedenle her zaman tecrit olup, görmezden gelindiysek; şimdi de aynı şekilde konunun hukuki kavramlarla tartışılmasının biricik norm olduğu bu dönemde; bunun yanlışlığını ve gerici karakterini tartışmaya açıp yine “akıntıya karşı” duralım, yine tecrit olalım ve görmezden gelinelim. Yalnız bu arada şu küçük gözlemi de belirtmeden geçmeyelim. Dün Ermeni Katliamı’nı gündeme getirme çabalarına karşı, “şimdi sırası mı” deyip susanlar; bugün bu katliamın tartışılmasını hukuki kavramlara hapsedenlerle aynıdır ve aynı metodolojik ve programatik yanlışları sürdürürler. 211


Bu da özünde, aynı sınıfsal çıkarın değişen koşullarda başka biçimlerde savunulmasından başka bir şey olmamasının bir görünümüdür. Bu kerameti kendinden menkul baylar ve bayanlar her zaman haklıdırlar. Onlar bir konuyu gündemlerine aldıklarında artık gündeme alınması doğrudur. Tarihi kendileriyle başlatırlar ve öyle yazarlar. Zor zamanlarda ne Ermenilerin ne de Kürtlerin adını ananlar, şimdilerde “soykırım”ı veya “özür dileme”yi dillerinden düşürmüyorlar ve Kürt hareketinin çevresinden ayrılmıyorlar. “Reformlar devrimci mücadelenin yan ürünleridirler” diye bir söz vardır. Reformlar işte böyle devrimci mücadelenin yan ürünü olurlar. Her devrin adamları devrimcilerin mücadelelerin rantını yerken, devrimciler yeni mücadelelerin yoluna çoktan girmiş olurlar. * Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için şunu belirtelim ki, uluslar arası organlarca yapılmış hukuki tanıma göre 1915’de olanlar bir soykırımdır. Ancak soykırım hukuki bir kavramdır: hukuki kavramlarla sosyolojik olgular anlaşılamazlar. Varsayalım ki, dünyanın bütün en ileri gelen hukukçuları bu olayın soykırım olmadığına karar verdi. Bu yaşananların daha az korkunç olduğu anlamına gelmez. Bu o sürgün, katliam ve toplu öldürmenin nedenlerini araştırmamak gerektiği anlamına gelmez. Bunu belirtmek gerekiyor çünkü son zamanlarda soykırım denmesi veya denmemesi bu olanın korkunçluğunu abartma veya küçültme olurmuş gibi anlaşılıyor. Bu kavramın kullanılıp kullanılmamasının bu olgunun anlaşılmasıyla veya korkunçluğuyla ilgisi yoktur. Ama sadece bu kadar da değil, esas önemli olan şudur: Bir sorunu hukuki kavramlarla tartışmanın programatik sonuçları farklıdır; sosyolojik kavramlarla tartışmanın programatik sonuçları farklıdır. Ama bunun sonuçları burada da kalmaz. Bir sorunu hukuki kavramlarla tartışmanın kendisi aynı zamanda sosyolojik kavramlarla tartışmaya karşı bir ideolojik mücadeledir. Yani konunun hangi kavramlarla ele alınacağının kendisi bir sınıf mücadelesi konusudur. Farklı sınıfların çıkarları ve konumları, dolayısıyla programları arasındaki mücadele; aynı zamanda sorunların hangi kavramlarla tartışılacağına ilişkin bir mücadele olarak sürer. Ermeni Katliamı konusunun tartışılması da böyledir. Biz de bu mücadeleyi sürdürelim. * Ama önce sosyolojik kavramlar ve hukuki kavramlar konusunda kısa bir açıklama. “İnsan öldürmek cinayettir” önermesi, sosyolojik bir önerme değildir; hukuki bir önermedir. Olayın nedenlerini açıklamaz, norm koyar; cinayet analitik bir kavram değil; normatif bir kavramdır; hukuki veya ahlaki, değer yüklü bir kavramdır. 212


Toplumsal gerçeğin özüne ise ancak analitik kavramlarla inilebilir ve olguların nedenleri açıklanabilir. Marksizm ise nedenlerin ne olduğunu anlamak ve açıklamakla uğraşır. Yani hukuki değil, sosyolojik kavramlarla çalışır. Nedenler ortadan kaldırılmadan sonuçlar ortadan kalkmaz. Özür dilemenin veya soykırım demenin soykırımları ortadan kaldıracağı çocuksu bile sayılamayacak bir bilinçli çarpıtmadır. Sosyoloji insanların niye birbirini öldürdüğü ile veya belli bir öldürme olayının ardındaki toplumsal nedenlerle; insanların aynı insan öldürme olgusunu hangi koşullarda ve neden cinayet; hangi koşullarda ve neden kahramanlık olarak tanımladığı ile ilgilenir. İnsan maddeyi aletlerle, olguları kavramlarla işler. Hiç kimse balık avlamaya yarayan olta ile kuş ya da geyik avlamaya kalkmaz. Ya da tersine kuş avlamaya yarayan bir sapanla balık avlamaya kalkmaz. Ama olgular söz konusu olduğunda, bunların özünü anlamak söz konusu olduğunda, işin kötüsü tam da böyle davranılmaktadır. Örneğin hukukun kavramları sosyolojinin kavramları yerine geçirilir; sanki bilimsel kavramlarmış gibi kullanılır. * Ermeni katliamı üzerine konuşmalar artık şu noktaya gelmiş bulunuyor: herkes pür dikkat kesilmiş bekliyor. ”soykırım” diyecek mi, demeyecek mi? Ben bu kavramı kullanmamaya özel dikkat ediyorum artık. Çünkü konunun bu kavramı kullanmaya, soykırım olarak tanımlamaya hapsedilmesi aslında gerici bir programı dayatan ideolojik olarak son derece gerici bir saldırıdan başka bir şey değildir. Bu kavramı kullanmak bu ideolojik saldırının bir aracı olmaktan başka bir sonuç vermemektedir. Neden ve niçin? Çünkü bir sorunu hukuki bir tartışmaya indirgediğinizde var olan sistemi olumlamış ve yeniden üretimine hizmet etmiş olursunuz. Zaten tartışmanın buraya sıkıştırılması tam da bu amaca hizmet etmektedir. Bu amaç, dille, dinle, tarihle tanımlanmış ulusal devletleri ve ulusları biricik toplumsal varoluş biçimi olarak dayatmadır. Akıllı ve uzun vadeli düşünen; Türk milletinin ve devletinin uzun vadeli çıkarlarını savunan; onun daha çağdaş; daha esnek olmasını isteyenler bu devletin bu soykırımı tanımasını; Türklerle Ermenilerin böylece barışmasını; Türk devletinin bir başbakanının örneğin Erivan’a gidip Willy Brantd gibi 1915’in kurbanları önünde diz kıvırmasını hayal ederler. Bu aslında padişah olsa soğanın cücüğünü yiyecek çobanınki gibi, başka bir varoluşu hayal bile edemememin veya başka hayaller için mücadeleye girmekten kaçmanın veya başka hayaller için mücadeleye girenlere karşı mücadelenin ifadesidir.

213


Ama sadece Türk devletinin uzun vadeli çıkarlarını savunanlar ve uzun vadeli düşünen akıllı Türk milliyetçileri bu hayali görmezler; Ermeni milliyetçileri de tamı tamına aynı hayali görürler. Onlar aynı hayalin peşindeki düşman kardeşler gibidirler. Aslında her ikisi de, bu tavırlarıyla, demokratik bir ulusçuluk karşısında gerici bir milliyetçiliği savunurlar ve ona karşı mücadelede bir ideolojik egemenlik kurmak için ittifak ederler. “Soykırım” ve “özür” kavramları Türk ve Ermeni Milletlerinin ve Devletlerinin demokrasiye ve demokratlara karşı ideolojik mücadelesinin en kritik kavramlarıdır. Çünkü var olanı korumanın, onun meşruiyetini yeniden üretmenin ve varlığını tartışma dışına düşürmenin araçlarıdırlar. Çünkü Türklük ve Ermenilikle tanımlanmış devletleri ve milletleri varsayarlar ve yeniden üretirler. Bunu anlamak için, başka bir durumu hayal edelim. Diyelim ki Türkiye’de radikal bir demokratik devrim oldu. Bu devrim sonucu ulusun Türklük, Kürtlük, Ermenilik, İslam vs. ile tanımlanmasına son verildi. Devlet ulusu böyle, bir dille, dinle, soyla, tarihle tanımlamaya karşı tanımlıyor. Yani somut olarak, örneğin ülkedeki hiçbir dili avantajlı duruma getirmemek için ortak konuşma ve haberleşme dili İngilizce seçilmiş. Ama herkesin aynı zamanda ana dilinde eğitim ve her türlü devlet işini ana dilinde görme hakkı ve devletin herkese ana dilinde hizmet verme görevi var. Okullarda ulusların tarihi olmadığı ama kendisi zaten bir karşı devrim anlamına gelen ulusçuluğun, çite kavrulmuş karşı devrimci ve gerici biçimlerinde, ulusları bir tarih aracılığıyla yarattığı, bunun için saçma şeyler bile uydurulduğu okutuluyor. Bu bağlamda örnek olarak bir zamanlar tarih kitaplarında, Türk ulusunun aslında genetik ve kültürel olarak yüzde doksan beşiyle, zaman içinde Müslümanlaşmış Ermeni, Rum ve Anadolu’nun diğer eski halklarından (Likyalılar, Manavlar vs.) oluşturulduğu; fatihlerin yüzde beşi bile bulmadığı; ama bir zamanlar okutulan tarihin olgularla bile en küçük düzeyde bir ilişki içinde bulunmayan Orta Asya’dan gelen Türklere dayanan bir tarih okutulduğu anlatılıyor Bu dile dine etniye göre tanımlanmış ulusların ve ulusçuluğun insanlara nasıl korkunç felaketler yaşattığı ve gerici niteliğini göstermek için Ermeni Katliamı gibi olaylar inceleniyor. Bu Demokratik Cumhuriyet’te Türk, Ermeni, Rum, Kürt veya “ulussuz” vs. olmak; tıpkı gerçekten laik bir ülkedeki herhangi bir dinden veya dinsiz olmak gibi özel bir sorun olur. Devlet, Din, dil, soy, “kültür” körüdür. Tıpkı spor kulüpleri karşısında kör olması ve tarafsızlığı ve yurttaşların haklarını savunmakla görevli olması gibi. Bu Demokratik Cumhuriyet, tarihsel bir haksızlığın sonuçlarını biraz olarak olsun giderebilmek için, diyelim ki, birkaç nesil önce Anadolu’da yaşamış insanların hepsine buraya gelip yerleşme, hayat kurma, eğer imkân varsa ve başkalarını mağdur etmeyecekse atalarının mallarını kullanma hakkı ve yeniden bir hayat kurmak için destekler veriyor vs..

214


Emin olun böyle bir devlete karşı mücadelede; ulusu ve devleti Türklükle tanımlayan Türk milliyetçileri ile ulusu ve devleti Ermenilikle tanımlayan Ermeni milliyetçileri (ve Kürtlükle tanımlayan Kürt milliyetçileri) ittifaka girerler. Zaten şu anda tam da böyle bir ittifak içindedirler. Bunu da tamı tamına konuyu soykırım ve özür düzeyinde tartışmaya tıkarak yapmaktadırlar. Böyle bir durumda, buna karşılık Ermeni (veya Kürt) demokratları da böyle bir demokratik cumhuriyetle ittifak halinde olurlardı. Ve böyle bir demokratik cumhuriyet, kendini Türklük veya herhangi bir şeyle tanımlamadığı, bunların politik olarak, yeşil gözlü olmak veya 42 numara ayakkabı giymekten farkı olmadığı için, demokrat Ermeniler Ermenistan’da devrim yaptıklarında Demokratik Ermenistan Cumhuriyeti ve bu Cumhuriyetin birleşmemeleri için hiçbir neden kalmazdı. Aynı şey Kürtler, Araplar, Farslar, Gürcüler, Yunanlılar vs. için de geçerlidir. (Bu hikâye tersinden de anlatılabilir. Ermenistan’da bir demokratik Cumhuriyet kurulduğu varsayımından hareketle. Ancak Ermenistan çok küçük ve fakir bir durumda bulunduğundan, muhtemelen Türk devletinin yardım ettiği Ermeni milliyetçilerince ezilirdi.) Böyle bir hayali ve amacı; yani böyle bir programı olma ile 1915 katliamının nasıl tartışılacağı arasında özsel bir ilişki vardır. Amacınız Türklükle, Kürtlükle veya Ermenilikle tanımlanmamış; böyle tanımlamaya karşı tanımlanmış bir demokratik cumhuriyet ise; katliamın nedenleri olarak bizzat ulusların böyle tanımlanmasını katliamların baş nedenlerden biri olarak görürsünüz. Bu tür tanımlamalar olduğu sürece yeni katliamlar kaçınılmazdır, bütün tarih de bunu gösterir dersiniz. Ama amacınız, Türklükle tanımlanmış bu devleti yaşatmak, bunun için de modernize etmek; esnetmek; böylece Türklükle tanımlanmış bir devletin daha uzun yaşamasını sağlamak ise; Türklerin ruhsal olarak daha sağlıklı insanlar olmasını sağlamak ise, konuyu bunu Osmanlı yaptı veya İttihat Terakki yaptı veya biz yaptık işte özür diliyoruz gibi bir çerçevede tutmak sizin yapacağınız biricik şeydir. Burada bütün her şey o biz kavramında gizlidir. Siz de kendinizi o biz’den addedip o biz’i değiştirmeye çalışıyorsunuz demektir. Kendinizi başka türlü değerlendirdiğinizi düşünseniz bile. Ama bir demokratın görevi ne Türk devletini yaşatmak ne de Türklerin ruh sağlığıdır. Demokrat Türkleri Türklüğe karşı mücadeleye; Türk olmaktan çıkıp bir demokrat olmaya çağırır. Çünkü bir Türk demokrat olamaz. Bir Türk ancak devletin ya da ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı çıkıp onunla mücadele ettiğinde demokrat olabilir. Bir Demokrat, Türk devletinin soykırımı tanıması gibi bir amaca sahip olamaz. O zaten devletin Türklükle veya benzeri bir şeyle tanımlanmasını bütün bu acıların temelindeki neden olarak görür. Dolayısıyla kendisini yok etmeyi amaçladığı şeyin düzelmesi için mücadele etmesi saçmadır. Özür konusu da böyledir.

215


Türkler devletlerinin özür dilemesini isterler veya kendileri Ermenilerden Türk olarak özür dilerler ve dileyebilirler. Bir demokrat ve devrimci ise, bir sosyalist ise, eğer özür dilemesi gerekiyorsa, şöyle bir özür diler. Daha doğrusu otokritik yapar. Ulusçuluğun ama özellikle bir dil, din, vs. ile tanımlanmış ulusçuluğun böylesine egemen olmasının ve gerek dün gerekse bugün insanların büyük acılar çekmesinin en büyük suçlusu biz sosyalistleriz. Gerçek birer radikal demokrat da olması gereken biz sosyalistler, kendimiz ulusçuluğun ve Ulusçuluğun en gerici biçiminin en büyük yayıcıları olduk. Çünkü ulusun ne olduğunu anlayamadık; çünkü Aydınlanma’nın çocuğu olduğumuzdan onun din kavramının dışına çıkamadık. Dinin ne olduğunu anlayamadığımız için ulusun ne olduğunu anlayamadık; onun modern toplumun dininin karşı devrime uğramış bir biçimi olduğunu anlayamadık. Eski dünya karşısında bu modern dünyanın savunucuları ve yayıcıları olarak aslında onun karşı devrime uğramış gerici biçiminin yayıcıları oldu. Uluslar ve ulusçuluk, özellikle de onun en çok acılara yol açmış en gerici biçimi, izlerin omuzlarında zafer yürüyüşünü gerçekleştirdi. Uluslara ve ulusçuluğa karşı savaş açacak yerde ekonomik eşitliği öne çıkararak fiilen bu eşitsizliğin savunucularına ve yeniden üreticilerine dönüştük. Evet, biz Marksistler tüm insanlıktan ve Ermenilerden de, bizim yüzümüzden çektikleri nedeniyle özür diliyoruz. Bu katliamların suçlusu, ulusçulukla ama onun da özel biçimi olan dile, dine göre tanımlanmış gerici ulusçulukla mücadele edememiş olan biz Marksistler ve sosyalistleriz. İşte bir demokratın özrü budur ve böyle olmalıdır. (Biz yıllardır yazılarımız ve kitaplarımızla bu “özrü” diliyoruz bir bakıma. Örneğin “Marksizm’in Marksist Eleştirisi” kitabımız bu özrün kendisidir. Ama Türk Devletinin özür dilemesini isteyen sözde sosyalistler, bu özür karşısında, onu yok saymakta birbirleriyle yarışıyorlar ve aslında yokmuş gibi davranıp susmaları ile kendi milliyetçiliklerini ele veriyorlar.) Emin olun bu özür sadece Türk devletini değil; Ermeni Devletini de hiç memnun etmeyecektir. Onlar bu özürde kendi varoluşlarına karşı en büyük tehdidi görürler. Ama sadece onlar değil; bugün ortalığı kaplamış her şeyi “soykırım diyor musun demiyor musun”; “Türk devleti özür dilesin diyor musun demiyor musun”a hapseden ve çoğu kendini sosyalist ve demokrat sanan liberaller de. Yukarıdaki gibi düşünen bir Marksist eleştiri oklarını kendine yöneltir. Ve işte kendine yönelttiği bu eleştiri oklarıyla Ermeni Katliamı karşısında gerçek bir “yüzleşme”; yani İslam’ın deyimiyle “nefsine karşı mücadele”, yani savaşların en kutsalını başlatmış olur. Sosyalistlik her şeyden önce devlet ve millet ve sermaye düşmanlığıdır. 216


Ama önce de “kendi” devletine, “kendi” milletine ve “kendi” sermayesine (burjuvazisine) düşmanlıktır. Ama oradaki “kendi” kendinizin olmayan; kendisine karşı savaş için özellikle size düşen anlamındadır. Bu nedenle “kendi” devletinizin ve milletinizin özür dilemesi için mücadele etmeniz, sizin o devleti ve milleti gerçekten kendi devletiniz ve milletiniz olarak içselleştirdiğiniz anlamına gelir. Bu, bir ateistin papanın işlediği cinayetler nedeniyle özür dilemesi veya papayı özür dilemeye davet etmesi gibidir. O ateist kendine ne derse desin artık nesnel olarak bir Hıristiyan’dır. 24 Nisan 2014 Perşembe Demir Küçükaydın demiraltona@gmail.com

217


Soykırım Kavramının ve Özür Dilemenin Sorunları Soykırım hukuki bir kavramdır. 1915’deki Ermeni Katliamı, hukuki olarak elbet bir soykırımdır. Hukuki kavram ve uygulamaların “makabline şamil” olup olmayacağı (yani geriye dönük işleyip işlemeyeceği de) hukuki bir tartışmadır. Ama çok temel bir toplumsal sorunu, bir hukuki tartışmanın kavram sistemi içinde tartışmak ve oraya hapsetmek; aynı zamanda son derece gerici, karşı devrimci bir ideolojinin, bir gündemin, bir problem koyuşunun egemenliğini sürdürmesine hizmet etmek anlamına da gelir. Sorun buradadır Hukuki tartışmalar nedenler üzerine tartışmalar değildir ve nedenler üzerine tartışmaları gündemden düşürürler. Tam da bu özellikleri nedeniyle var olan sistemin; dolayısıyla sorunun kendisinin bir parçasıdırlar. Bir sorunu hukuksal kavramlara hapsetmek, var olan sistemi tartışma gündeminden düşürmek; o sistemi savunmak ve sürdürmeye hizmet etmek demektir. Aynı şekilde, Ermeni Katliamının bir soykırım olup olmadığını tartışmak; sorunu bir hukuki sorun olarak tartışmak; bu olayın nedenleri üzerine bir araştırma ve tartışmayı gündemden dışlamak; dolayısıyla var olan karşı devrimci sistemin sürdürülmesine hizmet etmek demektir. Bir Marksist, bir Devrimci, sadece sorunları hukuki kavramlarla tartışmayı reddetmez; aynı zamanda böyle tartışmaların kendisine karşı da mücadele eder ve etmelidir. Ermeni katliamının ve diğer katliamların genel nedeni uluslar ve ulusçuluktur; ama daha da önemli özel nedeni; ulusların ve ulusçuluğun; ulusları bir dile, dine, tarihe, soya göre tanımlayan biçimidir. Bir Marksist'in en acil görevi ise, hem genel olarak uluslara ve ulusçuluğa karşı, yani ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine karşı, savaşmaktır; hem de özel olarak ulusal olanı bir dille, dinle, soyla, tarihle, ırkla, kültürle tanımlayan çifte kavrulmuş karşı devrimci uluslar ve ulusçuluklarla savaşmaktır. Uluslara karşı savaşmak ise ancak ulusçulara karşı savaşmakla mümkün olur. Çünkü uluslar olduğu için ulusçular değil; ulusçular olduğu için uluslar vardır Ulusçular, ulusçuluğa karşı olduklarını söylerler ve kendilerini ulusçu olarak tanımlamamak için de ulusçuluğu başka ulusların varlığını tanımamak, onları boyunduruk altına almak veya bir ulusun çıkarını öne almak olarak tanımlarlar. Bütün bunlar ulusçuların ulus ve ulusçuluk tanımlarıdır.

218


Nasıl Allah’a inananların Allah’ı tanımlarından hareketle Allah’ın ne olduğu anlaşılamazsa; ulusçuların ulus ve ulusçuluk tanımlarından hareketle de ulusların ve ulusçuluğun ne oluğu anlaşılamaz. Ulusçuluk, tıpkı Hıristiyanlık içinde, Hıristiyanlığın Roma’nın resmi devlet dini olması; İznik konsülünün bütün ezilenlerin İncillerini yakması ve onları sapkın ilan etmesi; İslam içinde Muaviye’nin egemenliği ele geçirip bir karşı devrim yapması gibi; Aydınlanma’nın hümanist ve devrimci eşitlikçiliği karşısında bir karşı devrimdir. Ulusçuluk, insanların dili, dini, soyu, sopu, kültürü, ırkı, siyasi görüşü, zevkleri ne olursa olsun eşittir; diğer bir ifadeyle “vatanım yeryüzü milletim insanlıktır” diyen aydınlanmanın kozmopolitizmi ve hümanizmini; bunun siyasi ifadesi olan bir dünya cumhuriyeti idealini ve programını yok eden; politik olanı önce var olan politik birimlerin sınırlarına göre (territoryal); sonra da o ulusları bir dille, dinle, soyla, ırkla, kültürle tanımlayan iki karşı devrimin genel adıdır. Katliamları yaratan bu karşı devrimlerdir, yani ulusçuların ve ulusların kendisidir. Ulusların ve ulusçuların bugünkü özür dileme veya dilememe; soykırımı tanıma veya tanımama çatışmaları karşı devrimciler arasındaki bir mücadeledir; son duruşmada o karşı devrimi yaşatma ve bugünkü dünyanın koşullarına uydurma mücadeleleridir. Bu karşı devrimin kurduğu uluslar sistemini yıkmak, tekrar aydınlanma ideallerine dönmek ve onları ulusların ve ulusçuluğun egemen olduğu bugünün dünyasında uluslara ve ulusçulara karşı yeniden yükseltmek ve tanımlamak ancak yeni soykırımların ve katliamların önüne geçebilir. Bugün egemen olan, soykırımı tanıma, lanetlemelerin; bunlarla yüzleşmelerin bu tür katliamları önleyeceği iddiaları ve yargıları koskoca bir yalandır ve yeni katliamların bir hazırlığı olmaktan başka bir anlama gelmemektedir. İşte Avrupa devletleri gözümüzün önünde. Hepsi birbiri ardınca bir zamanlar yaptıkları soykırımları tanıyarak, özürler dileyerek, tazminatlar ödeyerek; var olan ulusal devletler sisteminin yaşamasını sağlamakla kalmıyorlar ama aynı zamanda bu eylemler ulusal devletleri ve ulusal sistemin varlığını sürdürerek, dünyanın siyahlarını, yeryüzü ölçüsünde bir apartheit sistemi içinde bir rezervuara hapsediyorlar. Bu hapishane veya “Bantustan”dan kaçmak isteyenlerin yüzlercesi her gün Akdeniz’in sularına gömülüyor örneğin. Katliamları tanıma ve özür dilemelerin bunların tekrarını önleyeceği iddiaları, sadece egemen olan karşı devrimci ulusların ve ulusçuluğun, kendini bu günün dünyasının koşullarına uyarlama çabasından başka bir şey değildir. Bugünün dünyasında, en demokratik biçimiyle bile ulusları ve ulusçuluğu savunmak, somut olarak ırkçılıktan başka bir sonuç veremez. Bu günün dünyasında savunulacak bir tek acil hedef vardır: ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesini reddetmek; yani ulusları ve ulusal devletleri; yani ulusçuluğu reddetmek 219


Ermeni katliamının tanınması ve buna soykırım denmesi; bunun için özür dilenmesi ve diğer hukuki sonuçların kabul edilmesi, Türk ulusçuluğu ile çelişmez; aksine akıllı bir Türk milliyetçisi pek ala bunu savunabilir ve zaten bunu savunanlar akıllı ve uzun vadeli düşünen Türk milliyetçileridir. Türk devletinin ve ulusunun bekasını amaçlamakta; bunun için de onu çağın gereklerine uygun bir hale getirmeye çalışmaktadırlar. Bütün bu tartışmaların anlamı budur. Türk milliyetçileri arasında bir strateji tartışmasından başka bir şey değildir bugün ortalığa egemen olan “katliam oldu mu olmadı mı”; “soykırım demeli mi dememeli mi” gibi tartışmalar. Bütün bu tavrılar, ulusları dillere, dinlere, kültürlere ve tarihlere göre belirleyen çifte kavrulmuş bir karşı devrimcilikle malul milliyetçiliğin, kendini yenileme çabalarından başak bir şey değildir. Bu tartışmada, ulusların dille, dinle, tarihle, kültürle, tanımlanmasının reddi ve bunun aslında bir demokratik ulusçuluktan başka bir şey olmayacağı bile tartışılmaz kalır. * Özür dileme konusu da aynı karşı devrimci özle maluldür. Özür dileme, Türk ulusunun ve Türk devletinin varlığını veri kabul eder; başka bir varoluş biçimi olamayacağını ve olmaması gerektiğini gizli bir varsayım olarak kabul eder. Hatta Türk devletinin ve varlığının sürmesini ister. Çünkü ancak kendi varlık nedenini burada bulabilir. Hâlbuki bırakalım genel olarak ulusçuluğu bir yana; ulusu bir dille dinle, tarihle, soyla, kültürle tanımlamayı reddeden; böyle tanımlamalara karşı tanımlayan bir demokratik ulusçuluk ve ulus, kendisi bizzat Türk ulusçuluğuyla savaş içinde var olabileceğinden ve Türk ulusu olmayacağından, Ermeni katliamı konusunda özür dileme gibi bir sorunu olmaz. Özür dilemeye kalkması bir ateistin papalığın cinayetleri için özür dilemesinden farklı olmaz. Onun sorunu bu katliamların insanlığın vicdanında mahkûm edilmesi; nedenlerinin ortaya çıkarılması olur. Bu demokratik ulus kendini Türklük veya Ermenilikle veya Rumlukla veya Kürtlükle tanımlamayacağı; Türklük, Ermenilik, Kürtlük, Rumluk vs. kişisel bir inanç sorunu olacağı; hiçbir dil imtiyazlı olmayacağı; herkesin ana dilinde eğitim hakkı olacağı ve herkesin ana dilinde tüm dillerden, kültürlerden, dinlerden derlenmiş bir kurulca yazılmış aynı tarih kitaplarını okuyacağı için, onun varlığı bile bugünkü Ermeni Ulusu, Türk Ulusu, Kürt Ulusu gibi kategorilerin reddi olur. Onun yapabileceği tek şey, bunun nedenleri olan gerici ulusçulukları mahkûm etmek olabilir. Böyle bir ulus olanağını ve gerçek bir çözümü; nedenlerin ortadan kaldırılmasını gündem dışına attığı için, Türk ulusunun varlığını öngördüğü için, özür dileme talebi karşı devrimci ulusçuluğun bir egemenlik aracıdır. * 220


O halde, bir Marksist, ancak taktik olarak, bugün var olan devlet zayıflattığı için; unutulmuş demokratik geleneklerin hatırlatılmasına hizmet ettiği için; bu günkü Türklük üzerine oluşmuş bu devletin temellerini aşındırdığı için bu tartışmada; Ermeni katliamının hukuki tanımlar çerçevesinde tartışılmasının gerici ve karşı devrimci niteliğine dikkati çekerek, onun insanlığın vicdanında mahkûm edilmesinin ve gerçek nedenlerine karşı savaşın yani ulusların ve ulusçuluğun; politik birimlerin ulusal birimlere dayanması ilkesine karşı savaşın önemine ve gerekliliğine vurguyu yapıp; gündemi bir hukuki tartışmanın karşı devrimci sınırlarının dışına çekmeye çalışır. Bizzat bu yazıda yapıldığı gibi. * Eğer özür dilemek ille de gerekiyorsa, biz Marksistlerin, en tutarlı demokrasi savunucusu olması gereken sosyalistlerin özür dilemesi gerekiyor. Evet, biz Marksistler ve Sosyalistler tüm insanlıktan tarih önünde özür diliyoruz. Bütün bu katliamların sorumlusu biziz. Biz Marksistler ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamadık. Onun Aydınlanmaya karşı, bir karşı devrim olduğun göremedik. Onun mirasçısı olduğumuz aydınlanmanın inkârı olduğunu ve bizi bu mirastan bile mahrum ettiğin göremedik. Bu nedenle savaşımızda ne ulusun ve ulusçuluğun doğru bir tanımlamasını yapabildik; ne de onu insanlığın önünde mücadele edilmesi gereken en baş düşman olarak tanımlayabildik. İşin kötüsü sonunda bizzat bizler ulusçulara dönüştük. Yeryüzündeki, hem de en gerici tarihe, dile, kültüre dayanan ulusların kurucuları ve bu ulusçulukların taşıyıcıları olduk. Eğer biz Marksistler, sosyalistler bu doğuştan günahla malul olmasaydık tarihin gidişi bambaşka bir yol izleyebilir; insanlık bu acıları çekmeyebilirdi. O zaman sosyalistler ve komünistler; ulusları ve ulusçuluğu yeniden üreten ulusal Partilerde (yani modern tarikatlarda) örgütlenmezler, uluslar ve ulusçuluk karşı devrimine karşı savaşan Aydınlanma’nın bir Rönesanssını; öze dönüşünü ifade eden bir Din kurarlardı Partiler (Tarikatlar) var olan dini sorgulamazlar. Klasik sosyalist partilerin hiç birisi uluslara karşı savaş açmadı ve onları içinde hareket ettikleri tarafsız ortamlar gibi gördüler. Bunu yapamadığımız için insanlıktan özür dileriz. Elbet bu Özür’ün sadece simgesel ve retorik bir anlamı vardır. Bizlerin bu eksiği görmeyişimizin tarihsel ve toplumsal nedenleri vardır. Esas olan teorik ve programatik olarak değişikliğin yapılıp yapılmadığıdır; bu suçtan kurtulunup kurtulunmadığıdır. Bugün rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Ulusları ve ulusçuluğu açıkladığımız gibi; neden açıklayamadığımızı da hem sosyal nedenleriyle; hem de metodolojik nedenleriyle açıkladık. 221


Bu açıklamanın sonuçlarını somut bir programa kavuşturduk. Yani Marksizm’in Marksist bir eleştirisini yaptık. Bizzat bu yazı bunun bir kanıtı değil mi? Bu teorik açıklamayı ve programı yok sayan, susuşa boğun, gündemden düşüren her girişim gelecekteki katliamların hazırlığından başka bir şey değildir. Çünkü onlar ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun Marksist tanımlanması gündemden düşürmektedirler. Tartışmayı ulusçuların ulus ve ulusçuluk tanımlarına hapsetmektedirler. Demir Küçükaydın 21 Nisan 2015 Salı

i

Yazılarım “Ermeni Katliamı ve “Sorunu” Üzerine Yazılar” başlığıyla yaptığım, konu üzerine yazılarımdan oluşan derlemede bulunmaktadır. Derleme şuradan indirilebilir: https://drive.google.com/folderview?id=0BxCB_Gtx8VYASUJNekpocWZuRW8&usp=sharing

222


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.