I
münün 100. Yılında man Hamdi Bey'in Romanı »,
I ж m İ s 1ill Ш уШШ
' А
■ M
■
11*1 i l i l 1у";.
v.-yY "Ш у'.Ш вН * , İ à-
Ä
| j
\ *■ Л Н ?
#! Ш Ш ,
ж 4Ж
Ш [f l •] lXi]:
Tablo bittiğinde Osman Hamdi başyapıtına balaı ;m hemen anladı. Sonuçtan hayli
,\m.ı
resmi görenler tabloda ne anlatıldığını
t,
zorlanmışlardı. Birbirlerine kaplumbağa terbiu . ıı diye eski bir mesleğin olup olmadığını En okumuş yazmışlar bile böyle bir meslekten mi
edildiğini hiç duymamışlardı. Nerede calisiıhnd bu adamlar? Sirklerde mi? Yoksa saray balucstıuh nıi? Kimse bilmiyordu. Osman Hamdi havalı boyunca kimsenin bilmediği meslekler yapını n Ressam olmuştu en başta. Sonra müze ı Ih arkeolog. Ardından da güzel sanatlar akademis müdürü. Onun kaplumbağa terbiyecisinden
bir farkı yoktu aslında! Kaplumbağa Terbiyecisi, -Osman Hamdi Bey in Romanı- çok çalışmış ve bu topraklara aydınlanın » düşüncesinin tohum larını serpmiş bir adamın hayatını son derece açık ve akıcı bir dille anlam oı , H.
* ' -эй *.
НЭПОМ
I SBN:
Ч70-ЬП5-Ч1
9 786054 322039
EMRECANER
1976 yılında İstanbul’da doğdu. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Eğitim Bilimleri öğrenimi gördü. Kutsal Fahişeden Bakire Meryem’e İsimli ilk kita bında toprak ve kadının doğurganlığı üzerinden kurgulanmış tarihsel analojiyi anlattı. Kim Oldu ğumu Artık Biliyorum adını taşıyan romanı ise 2007 yılında yayınlandı.(www.emrecaner.net)
Kapı Yayınlan 195 Edebiyat 29 KAPLUMBAĞA TERBİYEÜSL OSMAN HAMDI BETtN ROMANI Emre Can er
1. Basım: Aralık 2008 2. Basım: Nisan 2009 Cep Boyu 1. Basım: Aralık 2009 ISBN: 978-605-4322-03-9 Sertifika No: 10905 Kapak Tasanmı: Utku Lomlu Mizanpaj: Bahar Kuru © 2008. Emre Caner © 2008; bu kitabın yayın haklan Kapı Yayınlan'na aittir. Kapı Yayınlan
Ticarethane Sokak No: 53 Cağaloğlu / İstanbul Tel: (212) 513 3420-21 Faks: (212) 512 3376 e-posta: bllgi0kapiyaylnlar1.com www.kapiyayinlari .com Baskı o t Cilt M elisa Matbaacılık
Çiftehavu 2İar Yolu Acar Sanayi Sitesi No: 8 Bayrampaşa / İstanbul Tel: (212) 674 9723 Fax: (212) 674 9729 Genel Dağılım Alfa Basım Yayım Dağıtım Ltd. ŞtL
Ticarethane Sokak No: 53 Cağaloğlu / İstanbul Tel: (212) 511 5303 Faks (212) 519 3300 Kapı Yayınlan. Alla Yayın Grubu’nun tescilli markasıdır.
Kaplumbaga Terbiyecisi -Osman Hamdi Bey’in Romani-
Emre Caner
ROMAN
Bu topraklarda aydınlanma düşüncesinin filizlenmesi için em ek sarf eden tüm kaplumbağa terbiyecilerine...
Öğrencilik yılları, Paris 1860'lar.
Elinde tahta bir bavul tutan on sekiz yaşında ki genç adam garın önünde durup, uzun uzun et rafına bakındı. 1860 Nisanı’ydı. Paris’te olduğuna hâlâ inanamıyordu. Pera’da gördüğü yüksek be tonarme binalardan amma da çok vardı burada. Kubbelere, renkli vitraylara, en çok da insanın içinde orada yaşamak isteği uyandıran sevimli çatı katlarına takıldı gözleri. Ya heykellere ne de meliydi? Sokağın ortasına konulmuş kocaman bir heykelle ömründe ilk defa karşılaşıyordu. Kendi ülkesinde yasaktı insan suretini taşlara oymak. Büyük günahtı. Heykellerden birinin karşısına ge çip canlı bir varlıkmış gibi ona baktı uzun uzun. Taştan memeleri görünce hafifçe gülümsedi. So kaklar kalabalıktı. Her köşeden bir at arabası çıkı yordu. Dört atın çektiği uzun yük arabaları ve çift at koşulmuş özel yolcu arabaları vızır vızır geçi yordu yanından. Birörnek siyah pardösü giymiş 3
arabacıların kırbaçları havada uçuşuyordu. Daha önce görmediği yoğunlukta bir trafik akıyordu Pa ris sokaklarında. Osman Hamdi koca bir imparatorluğun bütün renklerini barındıran kozmopolit bir şehirde do ğup büyümüştü. İlkokula Beşiktaş’ta gitmiş, ardın dan OsmanlI devlet yönetiminde söz sahibi olan birçok kişinin devam ettiği Mektebi Maarifi Adliye’ye kaydolmuştu. Babası İbrahim Edhem Paşa onun için sonrasını da düşünmüştü. Oğlu hukuk okumalıydı. Hem de Paris’te. Osman Hamdi baba sına karşı her zaman büyük bir saygı beslemişti. Ne de olsa paşa, Hariciye Nazırlığı’na kadar yük selmiş önemli bir devlet adamıydı. Üstelik dedi ğim dedik bir karaktere sahipti. Paşanın sözünden dışarı çıkmak her babayiğidin harcı değildi. Osman Hamdi de dinledi babasını. Kendisi için belirlenmiş geleceğe doğru hazırladı bavul larını. Aslında Paris’e gitmeyi o da canı gönülden istiyordu. Nasıl istemesin ki? Kim bilir orada ne ler neler bekliyordu onu. İstanbul'daki son gece sinde babasının karşısına oturup uzun uzun nasi hat dinledi. Paşa oğlunun Paris’te nelerle karşıla şacağını çok iyi biliyordu. Çünkü İbrahim Ed hem, imparatorluğun yurtdışına eğitim için gön derdiği ilk dört öğrenciden biriydi. On yaşında gittiği Paris’te uzun yıllar kalmıştı. İlk önce hazır lık okullarını başarıyla tamamlamış, sonra da üniversiteye devam etmişti. Diğer üç arkadaşı askeri okullara yollanmışken, İbrahim Edhem 4
madenler üzerine eğitim alan ilk mühendis ola rak ülkesine dönmüştü. İçkiden ve kadınlardan uzak durmalısın!" Genç adam babasına, “Merak etmeyin efendim," dedikten sonra ka fasını salladı mahcup bir gülümsemeyle. Heye canlıydı. Bir yandan da tüm ailesini doğup büyü düğü şehirde bırakacağından dolayı üzgündü. An nesi Fatma Hanım’ı, kardeşleri Mustafa, Galip ve henüz iki yaşında olan küçük Abdullah’ı çok özle yeceğini biliyordu. Kim bilir kaç yıl sonra dönebi lecekti evine. Babası gibi o da ilk önce hazırlık sı nıfına kayıt yaptıracaktı. Olgunluk sınavı ve son rasında da kabul edilirse hukuk fakültesi onu bek liyordu. En azından altı yıl süreceğini tahmin edi yordu Paris macerasının. Belki de on yıl. Ama ka rarlıydı. Kaç yıl sürerse sürsün ailesinin yüzünü kara çıkarmayacaktı oralarda. Vedalaşma anı gelip çattığında gözyaşlarına güçlükle hâkim olmuştu. Tüm ailesi onu yolcu et mek için Galata Rıhtımı’na kadar gelmişti. İlk ön ce kardeşleri Mustafa ve Galib’i kucakladı. Ardın dan uzun uzun Fatma Hamm’a sarıldı. “Gider gitmez bana mektup yazmayı unutma Hamdi,” dedi ağlamamak için kendisini zor tutan annesi. Olur gibisinden kafasını salladı. Annesi nin kucağında ne olup bittiğini anlamadan etrafı na bakan Abdullah’ı sevip kokladı biraz. Sonra da paşanın elini öptü bir asker ciddiyetiyle. 5
“Bizim yolculuğumuz tam kırk gün sürmüştü," dedi Edhem Paşa. “Küçük bir yelkenli gemiyle git miştik. Kaç kere dalgaların arasında kaybolduk. Sen şanslısın. Bu buharlı gemi seni bir haftada ulaştırır Fransa’ya." Marsilya gemisi hareket ettiğinde yakınlarına mendil sallayarak veda eden güvertedeki kalaba lığın arasına karışmıştı Osman Hamdi. Ama Ed hem Paşa her zamanki gibi aceleci davranmış, ai lesiyle beraber çoktan ayrılmıştı limandan. Akde niz kıştan bahara dönen mevsimle uyum içindey di. Yolculuk oldukça sakin geçti. Sadece Adriya tik açıklarında kuvvetlenen ters akıntı gemiyi bi raz sallamıştı. Gemideki birçok yolcu gibi Osman Hamdi de Toulon’da vakit kaybetmeden kendisi ni Paris'e ulaştıracak trene bindi. İstanbul’dan ayrıldıktan tam dokuz gün sonra Fransa’nın başkentine ulaşmıştı. “Sefahate değil tahsile gidiyorsun, bunu sakın akimdan çıkarma. Bir an önce eğitimini tamamla yıp ülkene dönmeli, Devleti Aliye Osmaniye için yararlı hizmetlerde bulunmaya bakmalısın!” diye kulaklarında çınlayan babasının sesini duymaz olmuştu artık. Bir süredir karşısında dikildiği heykelden gö zünü güçlükle ayırıp yürümeye başladı. İnsanla rın kafasındaki fese hafif bir gülümsemeyle baktı ğından habersizdi. Birden kadınlara takıldı gözü. Her yerdeydiler! Ne yağmur yağıyordu ne de kız gın bir güneş vardı tepede. Ama kadınlar bir fırıl 6
dak gibi çevirdikleri şemsiyelerinin altında tek başlarına yürüyorlardı. Bazılarıysa hiç çekinme den bir erkeğin koluna girmişti. Erkekler, kabarık etekleriyle Paris sokaklarının tozunu alan güzel bir kadının yanından geçerken silindir şeklindeki komik şapkalarını çıkarıp selam veriyorlardı. Ka dınlarsa kaçamak bir gülümsemenin eşliğinde başlarını hafifçe öne doğru eğip, erkeklerin jesti ni kabul ettiklerini belirtiyorlardı. Osman Hamdi’nin alışık olmadığı bir seyir keyfiydi bu. On se kiz yaşındaydı ama bir toplumun yarısının kadın lardan oluştuğu gerçeğini daha yeni fark etmişti. Kağıthane ve Göksu Çayırı’nda gezintiye çıktığı günlerde arabalarının camından kafalarını uzatıp ürkekçe etrafa bakan Osmanlı kadınları geldi aklı na. Ne kadar da farklıydı bu iki ülke. Derin bir nefes aldı. Az ilerde bir tören kıtasına denk geldi. Fransız İmparatorluğumun mavi üniformalı askerleri ge niş bir meydanda toplanmış hazır olda bekliyor lardı. Neler olup bittiğini anlamadan, askerleri seyreden insanların arasına karıştı. Birden öte ta raftan alkışlar yükseldi. Atlılar geliyordu. Bando nun çaldığı marşlar bile duyulmaz olmuştu. Göz alıcı kırmızı pantolonlar giymiş süvariler onarlı sıralar halinde geçiş yaptılar. Bir bayram mıydı kutlanan, yoksa askeri bir zaferin yıldönümü mü, bilemedi. Böylesine bir cümbüş ancak cuma se lamlığında yaşanırdı. Padişah cumaları saat öğle ne vurmadan saraydan çıkar, saltanat arabasına 7
bir güzel kurulur ve korumaları eşliğinde namaz kılacağı camiye giderdi. Güzergâh üzerinde top lanan halksa, "Padişahım çok yaşa! Padişahım çok yaşa!” diye bağırırdı. Osman Hamdi de okul arkadaşlarıyla beraber kim bilir kaç kez selamlamıştı yeni yapılan Dolmabahçe Camisi’ne giden sultanı.' Abdülmecid'in kafasından hiç eksik et mediği, kocaman bir elmas ve beyaz tüy ile süs lenmiş komik fesini çok iyi anımsıyordu. İstan bul’da bulunan yabancılar da, ülkelerine döndük lerinde “Osmanlı sultanını gözlerimle gördüm", diyebilmek için kalabalığın arasındaki yerlerini alırlardı. Paris’teki geçit törenini seyrederken, cuma se lamlığını izleyen o yabancılar geldi aklına. Şimdi kendisi de başka bir ülkedeydi ve meraklı gözler le etrafına bakınıyordu. Saatler süren geçit töre nine öyle bir dalmıştı ki, havanın kararmaya baş ladığını güçlükle fark etti. Kalacağı pansiyonu bir an önce bulması gerekiyordu. Aldığı özel dersler ve babasıyla yaptığı pratik sayesinde Fransızcası iyi sayılırdı. Fesini eline alıp yaşlı bir Fransız’ı durdurdu. Ardından cebindeki kâğıdı çıkartıp ka lacağı pansiyonun adresini sordu. Adam yolu ta rif etmeden önce Osman Hamdi’yi tepeden tırna ğa süzdü. Büyük bir bulvarı geçti ilk önce. Sonra da geniş bahçeli büyük bir konağı. Kaybolduğu endişesine kapılıp başka birine daha sordu gide ceği yeri. Doğru yol üzerindeydi. Yürümeye de vam etti. Az sonra karşısına çıktı aradığı sokak. 8
Bir zamanlar babasının da kaldığı pansiyonun ka pısını sabırsızca çaldı. Çok geçmeden yaşlı bir ka dıncağız araladı koca ahşap kapıyı. Osman Hamdi’yi karşısında görünce kadının ilk sorusu, “Türk müsün?” demek oldu. “Evet, Madam. Boş odanız varsa burada kal mak istiyorum.” Kadın kapıyı ardına kadar açıp yeni müşterisi ni içeri davet etti. Osman Hamdi babasının tavsiyesine uyarak kendisini tanıttı. Yaşlı kadın İbrahim Edhem’i he men hatırlamıştı. “En az yirmi beş sene önceydi,” dedi. Ardından Osman Hamdi’ye babasını anlatmaya başladı: “Çok efendi bir çocuktu. Sessiz, sakin. Çok da tertipliydi. Doğruyu söylemek gerekirse benim başıma hiç iş açmamıştı. Şimdi nasıl? Neler yapı yor?" Osman Hamdi babasının devlet yönetiminde olduğunu, bir dönem nazırlık yaptığını övünerek anlattı. Kadın duyduklarına inanamamıştı. Ama yüzündeki ifadeden Edhem için sevindiği belli oluyordu. Sohbet bittiğinde genç Türk’e kalacağı yeri gösterdi. Sade, küçük bir odaydı burası. Kar yola, ahşap bir komodin, birkaç parça eşyanın konulabildiği dar bir dolap, bir de çalışma masa sı. Hepsi o kadar. Pansiyoncu kadın elinde tuttu ğu şamdanı masanın üzerine koyarken, “Bu gecelik böyle olsun," dedi. “Bütün mumla rı yaktım. Haberin olsun, sonraki geceler mumla 9
rı idareli kullanman gerekecek. Eğer kitap oku mak istersen şamdanın tam karşısına bir ayna yerleştirirsin. Böylece içerisi daha aydınlık olur.” Osman Hamdi odada yalnız kalınca perdeyi aralayıp dışarı baktı. Öyle ahım şahım bir manza ra yoktu. Pansiyon dar bir sokağa bakıyordu. Bir den dışarıda bir tuhaflık sezdi. Gün ışığı Paris’i çoktan terk etmişti ama ortalık hâlâ gündüz gibi ışıl ışıldı. Gece ne renk bu şehirde diye düşündü. Her köşe başına konulmuş olan havagazı lambala rına hayran hayran baktı. Bu aydınlık şehre kanı ısınmıştı. Yol yorgunuydu. Günlerdir kamara ve kom partımanda yatmak zorunda kalmıştı. Bavullarını bile açacak gücü yoktu. Sadece ailecek çektirdik leri fotoğrafı çıkardı bavulundan. Başucunda du ran komodinin üzerine özenle yerleştirdi çerçe veyi. Ardından kendini yatağa attı. Ama saatlerce uyuyamadı. Bundan böyle yeni bir ülkede yaşaya caktı. Sokaklarında farklı bir dilin konuşulduğu ve kadınların özgürce giyindiği bambaşka bir mede niyete dahil olmuştu artık. İçi kıpır kıpırdı... Fransa XIX. yüzyılın ikinci yarısına 111. Napolyon’un mutlak iktidarında girmişti. Ülkede son yüz yıl içerisinde eşi benzeri olmayan çalkantılı lar yaşanmıştı. 1789 Devrimi’nin ardından ilan edilen cumhuriyet fazla uzun ömürlü olmamış, halk yönetimi Napolyon Bonapart’ın imparator 10
luğunu ilan etmesiyle son bulmuştu. St. Helena Adası’nda noktalanan meşhur hikâyeden sonra krallık dönemi kurumlarının tekrar canlandığı bir restorasyon yaşanmıştı. Bu dönemde monarşi yeniden güçlenmiş, soylular mutlu günlerine geri dönmüş ve din adamları eski saygınlıklarına ka vuşmuşlardı. 1848 Devrimi Cumhuriyetçiler için yeni umutlar doğurmuşsa da, zaman halk iktida rını savunanların heveslerini kursaklarında bı rakmıştı. Daha önce darbe girişimlerinde bulun duğu için zindanlara kapatılan, ardından oradan bir duvar işçisi kılığında kaçan III. Napolyon, ya pılan seçimlerde milyonlarca Fransız’ın oyunu alarak cumhuriyetin reisi olmayı başarmıştı. Ana yasaya bağlılık andı içtiği halde yemininden cay mış ve bir oldubittiden yararlanıp imparatorlu ğunu ilan etmişti. 1860 yılı Fransa için nispi bir sakinlik içinde geçiyordu. Yıllardır devam eden isyanlar artık durulmuş gibiydi. Cumhuriyetçilerin sesi soluğu çıkmıyordu. “Küçük Napolyon” isimli siyasal bir taşlama yazarak imparatoru yerlere çalan Viktor Hugo sürgündeydi. Siyasi atmosferin sütliman ol ması Paris Vali Yardımcısı Haussmann’a yaramış tı. Paris tepeden tırnağa yeniden yapılanıyordu. Şehirde başlatılan imar planı kapsamında geniş bulvarlar oluşturulmuş, kaldırımlar döşenmiş ve her yer ışıklandırılmıştı. Köprüler, süs havuzları ve parklar yapılıyor, devasa oteller, opera ve ti yatro salonları bir bir hizmete giriyordu. Ayrıca 11
Paris’in her köşesi tramvay hatlarıyla birbirine bağlanıyordu. Bu başarılı imar hareketinin perde arkasındaysa bir sürü karanlık nokta vardı. Her şeyden önce yüzlerce tarihi yapı yerle bir edil mişti. Şehrin merkezinde kiralar üçe katlanmış, oralar bir seçkinler cennetine dönüşmüştü. İşçi lerse banliyö denilen dış mahallere yerleştirilmiş ti. Vali Yardımcısı Haussmann’ın bulvarları geniş tutmasının nedeninin, ayaklanmaya alışkın olan Parislilerin barikatlar kurmalarını önlemek oldu ğu da konuşuluyordu. Osman Hamdi’nin ayak bastığı kentte dünya ca ünlü ressamlar, heykeltıraşlar, yazarlar, şair ler ve filozoflar yaşıyordu. Tanzimat’tan beri Os manlI elitinin Fransız kültürüne hayran olduğu nu bilmeyen yoktu. Aslında Osmanlılar daha bir kaç yüzyıl öncesine kadar arzın merkezinin Topkapı Sarayı olduğunu düşünüyorlardı. Avru pa’da neler olup bittiğiyle hiç mi hiç ilgilenme mişlerdi. Ama şimdi zaman geçmiş, devran de ğişmişti. Osmanlı; elçileriyle, gezginleriyle, aske ri uzmanları ve öğrencileriyle Batı’yı öğrenme derdine düşmüştü. Artık Avrupa’da bulunan tüm OsmanlIların birincil görevi gördüklerini, duyduklarını ülkelerine taşımaktı. Eşzamanlı olarak Batı’da da egzotik motiflerle süslenmiş bir Doğu merakı uyanmıştı. Doğu, kendisine me deni diyenler için eskinin tinsel masalını temsil ediyordu. Sömürgecilik yarışının iyiden iyiye hızlandığı o günlerde kibirli Batı, Doğu’yu öteki12
leştirip kurduğu hâkimiyeti meşru göstermek ar zusundaydı. Osman Hamdi iki farklı uygarlık arasında kar şılıklı köprülerin kurulduğu böylesine bir dönem de Paris’te yaşamaya başlamıştı. Vakit kaybetme den Jean-François Barbet isimli bir Fransız’ın sa hibi olduğu ünlü hazırlık okuluna kayıt yaptırdı. Barbet, yetiştirdiği Osmanlı öğrencilerinden do layı bizzat padişah tarafından iftihar nişanıyla ödüllendirilmiş meşhur bir eğitimciydi. İbrahim Edhem Paşa da Institution Barbet’te öğrenim gör müştü. Bu nedenle Müdür Barbet, yeni Türk öğ rencisiyle yakından ilgilendi. “Siz de babanız gibi çalışkan bir gence benzi yorsunuz. Burayı bitirdikten sonra hangi üniver siteye gideceksiniz?" Osman Hamdi hiç duraksamadan, “Hukuk okumak istiyorum,” diye cevap verdi. Barbet bu kesin cevaptan memnun olmuş gö züküyordu. “O zaman çok çalışmalısınız.” dedi. “Birçok ze ki Fransız genci bile hukuk fakültesini bitirmeyi başaramıyor.” Osman Hamdi hocasının uyarısını dikkate ala cağını belli etmek için ağır ağır kafasını salladı. Ardından Müdür Barbet otoriter bir sesle tekrar konuşmaya başladı: “Babanız Edhem Paşa burada öğrenciyken şimdinin meşhur bilim adamı Pasteur ile aynı sı nıftaydı. Edhem ile Pasteur arasında sınıf birinci13
ligi için kıyasıya bir yarış yaşandığını daha dün gi bi hatırlıyorum. Edhem o kadar zekiydi ki, kıl pa yı da olsa Pasteur’ü geçmeyi başarmıştı. Ödülünü de İmparator III. Napolyon’un elinden alma onu runu yaşamıştı. Eminim babanız o günleri size uzun uzun anlatmıştır. Umarım siz de benzer ba şarılar gösterirsiniz. Bu benim için de çok önem li. Unutmayın, ben hem babanıza, hem de Sultan Abdülmecid'e karşı sorumluyum." Osman Hamdi on sekiz yaşındaki bütün gençler gibi kimseyle kıyaslanmak istemiyordu. Ama baba sının parlak geçmişi onu sürekli olarak takip edi yordu. Paşanın gölgesinde kalmamak için var gü cüyle çalışmalıydı. Paris’te hukuk eğitimi almış bi ri olarak İstanbul’a döneceği günü hayal etti. Kim bilir İbrahim Edhem Paşa nasıl da gurur duyacaktı kendisiyle. Ya annesi Fatma Hanım... Az dua etme mişti oğlu için. Kimseyi utandırmak istemiyordu. İnstitution Barbet’ta ağırlıklı olarak Fransızca gramer görüyor, ayrıca geometri, tarih ve sosyal bilimler dersleri alıyordu. Kendini birdenbire yo ğun bir çalışma temposunun ortasında bulmuştu. Olgunluk sınavını başarıyla verebilmek için daha çok kafa patlatması gerekecekti. Ama yılgınlığa kapılmadı. Okuldan sonra doğruca pansiyona ge liyor, o gün derste gördüğü konuları tekrar edi yordu. Henüz Paris’i bile doğru düzgün dolaşamamıştı. Osman Hamdi’nin Fransızcası kısa sürede ku sursuz denebilecek düzeye ulaştı. Aksam tam bir 14
Parisliye benzemişti. Dil bilgisindeki gelişimini babasına kanıtlamak için İstanbul’a neredeyse günaşırı mektup yazıyordu. Cümlelerinde yeni öğrendiği Fransızca deyimleri kullanıyor, kulağa hoş gelen mecazlar yapmaya çalışıyordu. Bu ara da İbrahim Edhem Paşa oğlundan gizli olarak okul müdürü Barbet’le de sık sık mektuplaşıyor du. Mösyö Barbet, Osman Hamdi’den memnun olmasına memnundu ama baba ile oğlu arasında bir kıyaslama yaptığında genç kuşağı daha gay retsiz bulduğunu gizlemiyordu. Son mektubunda paşaya, “Sizin kadar olmasa da Hamdi de çalışkan bir öğrenci,” diye yazmıştı. Osman Hamdi bu mektuptan iki hafta sonra her zamanki gibi sabah erkenden okuluna gitti. Ama dersten önce Müdür Barbet’in kendisini odasında beklediğini öğrendi. Meraklanmıştı. Acaba İstanbul’dan gelen kötü bir haber mi var dı? Hemen müdürün odasına koştu, içeride Fran sız edebiyatı öğretmeni Mösyö Dupre’yi de gö rünce şaşırdı. Müdür Barbet, genç öğrencisine karşısındaki iskemleyi işaret edip oturmasını söy ledi. Sonra da, “Babanla beraber bir karar aldık Hamdi,” dedi. Osman Hamdi oturduğu iskemlede kıpırdan maya başladı. Demek ki babasıyla Müdür Barbet haberleşiyordu. Kim bilir ne çıkacak bu işin altın dan diye düşünürken, “Senin pansiyonda kalmanı istemiyoruz," diye devam etti Müdür Barbet. “Edhem Paşa’nın da 15
uygun gördüğü üzere edebiyat öğretmenin Mös yö Dupre’nin evine taşınacaksın.” Osman Hamdi bu habere hiç sevinmemişti. Za ten bütün gün disipliniyle meşhur bir okula gidi yordu. Akşamlan da hocasının evinde tıkılıp kal ma düşüncesi tüylerini diken diken etmişti. Pan siyonda özgürdü. Hiç olmazsa istediği saatte dı şarı çıkıp, istediği saatte geri dönebiliyordu. Ama peki efendim, demekten başka bir çaresi olmadı ğını da iyi biliyordu. “Paşa babam da öyle uygun görmüşlerse...” diye mırıldandı. Tam o sırada Mösyö Dupre lafa karışıp, “O zaman bu akşam seni bekliyorum Hamdi,” dedi. Ardından da genç adamın eline evinin adre sinin yazılı olduğu bir kâğıt tutuşturdu. Osman Hamdi her iki öğretmenine de teşekkür ettikten sonra odadan çıktı. Yumruklarını sımsıkı sıkmıştı. Sınıfına gidip sırasına oturdu. Sinirinden ne yaptı ğını bilemez haldeydi. Dakikalar sonra avucunu açmayı akıl edebildi. Buruşmuş kâğıdı sıranın üzerine koyup eliyle düzeltmeye çalıştı. Akşamüzeri pansiyondaki hesabını kapattı. Yaşlı kadına sarılarak veda ettikten sonra Mösyö Dupre’nin evine doğru yola koyuldu. Dupre Pa ris’in merkezine yakın bir bölgede gösterişli sayı labilecek bir evde yaşıyordu. Osman Hamdi elin de tahta bavulu kerhen dayandı edebiyat öğret meninin kapısına. Mösyö Dupre’nin kendisi için 16
hazırlattığı oda pansiyondakinden çok daha bü yüktü. Yine de memnun olmadı. Çalışma masası nın altına gömülmüş deri kaplı ahşap iskemle bi le rahat görünmedi gözüne. Odayı gösteren hiz metçi kadın, sabah kahvaltılarının yedi buçukta, akşam yemeklerininse altından sonra yendiğini söyleyip dışarı çıktı. Osman Hamdi’nin Mösyö Dupre’nin evindeki düzene alışması kolay olmadı. Okuldan yorgun argın eve dönüyor ve yemeğini yedikten sonra tek isteği odasına çekilmek oluyordu. Ama ev sa hibi buna izin vermiyordu. Geceleri evde kalan diğer öğrencilerle beraber bazen piyona çalışılı yor, bazen de resim yapılıyordu. Osman Hamdi kendini bildi bileli defterlerine bir şeyler karalanmaktan geri durmamıştı. Üstelik çizimleri hayli başarılıydı. Mösyö Dupre öğrencisindeki bu yete neği keşfetmekte gecikmedi. Bu yüzden de resim derslerini uzattıkça uzatıyordu. Osman Hamdi ise hocasının elinden kurtulmak için bahaneler bul maya çalışıyordu. Evet, resim yapmak onun için büyük bir zevkti. Ama başka birinin dayatmaları altında çalıştığında tüm hevesini kaybediyordu. Osman Hamdi Fransız akranlarıyla arkadaşlık kurmakta zorlanmamıştı. Gerçi Institution Barbet’taki öğrenciler sınıflarındaki Osmanlı gencine karşı ilk başlarda mesafeli durmuşlardı. Ardından ufak tefek takılmalar gelmiş, sonra sohbet başla mış, zaman geçtikçe de kültürel farklar gençlik çağının deli dolu temposu arasında kaybolup git 17
mişti. Fransız ordusundan bir subayın oğlu olan Dikran isimli bir gençle gerçekten iyi anlaşıyor lardı. Yeni arkadaşıyla birlikte Paris gecelerinin tadını çıkarmaya da başlamıştı. Gurbetteki ilk yılını tamamladığında keyfi yerindeydi. Paris’e çoktan alışmıştı. Hatta kendisini doğduğundan beri bu şehirde yaşıyormuş gibi hissediyordu. Medeniyet denilen şeyin ne oldu ğunu artık iyice kavramıştı. Fransa’yla kendi ülke si arasında gözle görülür bir fark vardı. Bu farkın nedenleri üzerinde düşünmemek elde değildi. Os manlI neden böylesine geri kalmıştı? Hata nere deydi? imparatorluğun Avrupa seviyesine ulaş ması için neler yapılması gerekiyordu? Yoksa çok mu geç kalınmıştı? Kafasındaki sorulara cevaplar bulabilmek için Fransa tarihiyle ilgili kitaplar oku maya başladı. Bu kitaplarda Osmanlı’nm geçmi şinde kendine hiç yer bulamamış aydınlanma, sa nayi, devrim gibi yeni kavramlarla karşılaşıyordu. Kafası iyice allak bullak olmuştu. Ama yine de okumayı sürdürdü. Kitaplara o kadar gömülmüştü ki, Kurban Bayramı’nın yaklaşmakta olduğunu son anda hatırla dı. İstanbul’a göndereceği kutlama kartını en az bir hafta öncesinden postalaması gerekiyordu. Annesi Fatma Hanım hamileydi. Doğum çok yak laşmış olmalıydı. Hatta Edhem Paşa ailesi çifte bayram bile yaşayabilirdi. Bir kardeşi daha olaca ğı için seviniyordu sevinmesine ama, onu ne za man görebileceğini hiç bilemiyordu. 18
Bayramın ikinci günü bir erkek kardeşi daha oldu. Bebeğe Halil ismi konmuştu. Edhem Paşa konsolosluk vasıtasıyla haberi tez elden Paris’te ki büyük oğluna ulaştırdı. Osman Hamdi o günler de ailesinin yanında olmayı çok istedi. Geceler boyunca İstanbul’daki evde yaşanan telaşı kafa sında canlandırmaya çalıştı. Ebe kadının minik bebeği getirip babasının kucağına verdiği o anı görür gibi oldu. Annesi loğusa yatağında yatıyor olmalıydı. Konaktaki hizmetçiler oradan oraya koşturuyorlardı muhakkak. Gelen giden hiç eksik olmazdı böyle günlerde. Misafirlere loğusa şerbe ti ikram edilirdi. Kardeşleri Mustafa ve Galip gizli gizli bebeğin yanına sokulup onunla oynuyorlardı kuşkusuz. Beşinci çocuğu da erkek olan Edhem Paşa’nınsa şimdi ne kadar gururlu olduğunu tah min etmek zor değildi. Ama bu mutluluk kısa sürecekti. Birkaç gün sonra Osmanlı sultanının öldüğü haberi Paris’te yankılandı, imparatorluğu yirmi yılı aşkın bir sü redir Abdülmecid yönetiyordu. Osmanlıyı Batı’ya yaklaştıran Tanzimat ve Islahat fermanları hep onun iktidarında ilan edilmişti. İngiliz ve Fransız ların OsmanlI’nın yanında savaştıkları Kırım Sa vaşı da onun döneminde olmuştu. Osman Hamdi, padişahın uzun zamadır sağlık sorunlarından mustarip olduğunu biliyordu. Ama yine de bu ha beri hiç beklemiyordu. Çünkü padişah daha kırkı na bile basmamıştı. Doğup büyüdüğü evde sultan için, velinimetimiz efendimiz, denirdi. Ne de olsa 19
babası Abdülmecid’in zamanında paşa olmuş, ar dından da nazırlığa kadar yükselmişti. Ama paşa hepsinden çok sultanın Fransızca hocası olduğu için gururlanırdı. Padişahın genç bir şehzadeyken başladığı Fransızca eğitimi Edhem Paşa’nın refa katinde yıllar yılı sürmüştü. Osman Hamdi hemen babasına bir mektup yazıp taziyelerini iletti. Pa şanın ne kadar üzgün olduğunu tahmin edebili yordu. Birkaç gün sonra annesinin gönderdiği mektuptan, babasının sultanın öldüğü gece saba ha kadar ağladığını öğrendi. Paşayı ayakta tutan sa minik Halil’in gülümsemesi olmuştu. Osman Hamdi, Abdülmecid’den başka bir hü kümdarın yönetiminde yaşamamıştı hiç. Şimdi Osmanlı tahtına Abdülaziz geçmişti. Yeni padişah hakkında detaylı bir bilgiye sahip değildi. Abdülaziz’in güreş tutmaya meraklı, heybetli bir şehza de olduğunu duymuştu sadece. Aslında babası için değişen fazla bir şey olmayacağını biliyordu. Paşa bundan böyle tüm sadakatiyle yeni padişa ha hizmet edecekti... Zaman akıp gittikçe Osman Hamdi gerçek bir Fransız centilmeni olup çıkmıştı. Konstantinopolis’e gelen yabancı sanatçılar nasıl sakal uzatıp yerel giysilere bürünüyorlarsa, Osman Hamdi’nin dış görünüşü de kısa sürede yaşadığı şehre adap te oldu. İlk önce fesini çıkartıp bir şapka aldı. Mo daya uygun bir takım elbise de diktirmişti. Aile yadigârı köstekli saatini her zaman cebinde taşı 20
yordu. Gece dışarı çıktığındaysa bastonunu ya nından ayırmıyordu. Yeni görünümünden kendisi çok memnundu ama Mösyö Dupre öğrencisindeki değişimi İbra him Edhem Paşa’ya iletmekte gecikmedi: Oğlunuz nazik ve cana yakın bir genç. Yaz mevsimi çok sıcak geçti burada. Hamdi bunaltı cı havayı bahane edip m illi şapkasını çıkardı kafasından. Onu bu konuda uyardım. Ama ba na sizin kızmayacağınızı söyledi. Fesini sadece Türk konsolosluğuna giderken başına takıyor. Okula ise Fransızlar gibi şapkayla geliyor. İmtihanlarından aldığı notlar fena sayılmaz. Yakında hazırlık okulunu tamamlayacak. Bu arada yaptığı çizimleri çok beğeniyorum. Este tik hissi gelişmiş biri olduğuna hiç şüphem yok. Ama Hamdi benimle resim çalışmak istemiyor. ‘'Öğreneceğimi öğrendim, " deyip ayak diretiyor. Oysa ben onun çok çalışırsa başarılı bir ressam olacağına inanıyorum...
Ama Osman Hamdi’nin aklı bir karış havaday dı. Nasıl olmasın ki! Daha yirmisine bile basma mıştı. Cumartesileri tam gece yarısı sokağın köşe sinde buluşmak için arkadaşı Dikran’la sözleşi yordu. Evde herkes uyuduktan sonra en şık takım elbisesini giyiyor, bastonunu ve ayakkabısını eli ne alıyor, ardından da parmak uçlarında yürüye rek yavaşça kapıdan dışarı süzülüyordu. Sokağın 21
köşesine vardığında arkadaşı elleri pantolonunun cebinde onu bekliyor oluyordu. Yine böyle bir ak şam Dikran, “Her zamanki gibi geç kaldın Hamdi," dedi. “Mösyö Dupre yatmak bilmedi. Salonda otu rup saatlerce roman okudu. Az kalsın çıkamıyordum." İki arkadaş kol kola girip ıssız sokaklarda yü rümeye başladılar. Ama Paris gece hayatının hız la aktığı Seine Nehri kıyısına doğru değil, daha çok işçilerin ikamet ettiği kenar mahallere doğru ilerliyorlardı. Osman Hamdi. “Nereye gidiyoruz böyle," diye sordu arkada şına. Dikran hınzırca gülümsedi. “Yeni bir yer keşfettim, seni oraya götürece ğim bu akşam.” Gittikleri meyhane Osman Hamdi’nin alışık ol duğu bol ışıklı lüks salonlara hiç benzemiyordu. Dansçı kızların eteklerini cömertçe havalandır dıkları, dolan kültablalarının talaş serpilmiş zemi ne boca edildiği, nakarat kısımlarının kafiyeli kü fürlerle değiştirildiği şarkıların hep bir ağızdan söylendiği, bahşiş verdikten sonra garson kadın ların popolarına şaplak atmanın serbest olduğu ve sık sık kavgaların çıktığı bir yerdi burası. İki ar kadaş, birkaç bira yuvarladıktan sonra meyhane nin kurallarına uyum sağlamakta hiç zorlanmadı. Osman Hamdi hayatında daha önce duymadığı küfürlerin bağıra çağıra söylendiği şarkılara gü 22
lümseyerek eşlik etmeye başlamıştı. Salondaki genç kızlarla flört etmekte de Dikran’dan aşağı kalmıyordu. “İyi ki gelmişiz buraya!” dedi. “Beğeneceğini biliyordum Hamdi. Biraz eğlen mek bizim de hakkımız, öyle değil mi?” Osman Hamdi o gece sabaha karşı çakırkeyif bir halde, yine sessizce döndü odasına. Ama cu martesileri yaptığı firarların tadına doyamadan, bir gece dönüş saatinde onu Mösyö Dupre karşı ladı kapıda. Edebiyat öğretmeni tek bir söz söyle medi öğrencisine. Sadece kafasını iki yana salla makla yetindi. Bir haftaya kalmadan da İbrahim Edhem Paşa haberdar oldu durumdan. Neyse ki İnstitution Barbet'taki eğitimini ta mamlamıştı. Olgunluk sınavını da başarıyla verdi. Paşa bu yüzden oğlunun kaçamaklarını görmez den gelmişti. Paris’te genç olmanın ne anlama geldiğini kendisi de iyi biliyordu. Hem artık oğlu hukuk fakültesine kayıt yaptırmıştı. Osman Hamdi bir üniversite öğrencisi olmuş tu sonunda. Paris sokaklarında elinde kalın hu kuk kitaplarıyla dolaşıyordu artık. Yıllardır gö zünde büyüttüğü olgunluk sınavını zorlanmadan geçmiş, fakültedeki mülakatta Fransızcasının ku sursuz olduğunu tüm hocalarına kanıtlamıştı. Ön ceden kaldığı pansiyona da geri dönmüştü. Bun dan sonrası daha kolay olacak, diye geçirdi aklın dan. Ne de olsa işin en zor kısmını atlatmıştı. 23
Ama umduğunun tersiyle karşılaştı. Hukuk fa kültesinde gördüğü dersler hiç ilgisini çekmemiş ti. Ezberlemek zorunda kaldığı hukuk deyimlerin den nefret ediyordu. Okula gitmektense bütün gün pansiyondaki odasına kapanıp defterine ka rakalem resimler çizmeyi tercih ediyordu. Hukuk öğrencileri için zorunlu olmayan arkeoloji dersle rine girmekten zevk alıyordu sadece. O ders de haftada sadece bir saatti. Aylar geçtikçe memnu niyetsizliği dayanılmaz bir hal almaya başladı. Sı navları kötü geçiyordu hep. Bu yılı tekrar etmesi gerekecekti. Babasına yazdığı mektuplarda duru mu örtbas etmeyi becerse de, paşaya gerçekleri bildiren bir hocasının olup olmadığından emin değildi. Babası not çizelgesini görürse kim bilir neler yapardı ona. Korkuyordu. Kaderini zamana bırakmanın ezikliği günlerini boğmaya başlamıştı! Artık on sekiz yaşındaki o toy delikanlı değildi. Paris’e ayak basmasının üzerinden tam dört yıl geçmişti. Dış görünüşü olgunlaştıkça varoluşuyla ilgili tasavvuru da netleşiyordu. Bir gün yaşlı bir Fransız profesörün saatler süren Roma hukuku dersinden çıktıktan sonra öğrencilerin sıklıkla gittiği bir kafeye oturdu. Kendisine içecek bir şey ler söyleyip düşünmeye başladı. Gerçekten hu kuk okumak istiyor muydu? Daha önce kimse sor mamıştı ona bu soruyu. Şimdi kendi kendine dil lendiriyordu işte. Hukuk okuması babasının kara rıydı. Daha küçük bir çocukken Mektebi Maarifi Adliye’ye yollandığı gün verilmiş bir karardı. 24
Ben ne istiyorum, diye sordu. Resim yapmak istiyordu. Sadece resim yapmak! Cevap bu kadar basitti işte. Konyak katılmış kahvesini yudumlar ken çocukluğuna dalıp gitti. On bir yaşındaki hali canlandı gözünün önünde. Bir gün babası eve Fransız bir ressamla beraber gelmiş ve Osman Hamdi’ye derhal hazırlanmasını söylemişti. Fatma Hanım oğlunu özenle giydirmişti. Altın rengi işle meleri olan lacivert ceketi ve ufacık kırmızı fesiy le süslenmiş küçük model, nefesini tutup saatler ce Fransız ressama poz vermişti. O gün her fırça darbesinden sonra yerinden kalkıp tuvale bakmak istediğini daha dün gibi hatırlıyordu. Ama uzun süre beklemesi gerekmişti. Üstelik ressam işini bi tirdikten sonra tabloyu ilk olarak Edhem Paşaya göstermişti. Osman Hamdi babasının elindeki res mi ilk kez gördüğü anı ömrü boyunca unutamamıştı. Karşısında kendini bulmuş, büyülenmişti. Hukuk okulunu bırakma fikri onu dehşete dü şürüyordu. Ama istediği tam olarak buydu. Bir devlet bursuna sahip olmadığı için öğrenim mas raflarının tamamını İbrahim Edhem Paşa karşılı yordu. Eve bir mektup yazıp babasının ağzını ara maya karar verdi. Gerçi bunun nafile bir çaba ola cağını biliyordu. Paşa birkaç ay önce Maarif Nazı rı olmuştu. Koca bir imparatorluğun eğitim işleri ni o düzenliyordu. Kendi oğluna mı söz geçiremeyecekti? Osman Hamdi mektubunda hukuk okulunun iyi gittiğini ama bu aralar resme merak sardığını 25
uygun bir dille belirtti. Paşaya, “Resim yapıyo rum diye bana sakın kızmayın babacığım, bundan asla vazgeçmem,” diyebilecek kadar kararlıydı. Zarfı postaya verince kendini oldukça rahatlamış hissetti. Artık dilediği gibi resim yapabileceğini düşünüyordu. Ama çok geçmeden babasının ya nıtını aldı. Edhem Paşa oğlunun resme duyduğu ilgi üzerine pek bir şey yazmamıştı. “Resim önem li bir sanattır,” filan diyordu sadece. Osman Hamdi mektubu heyecanla okurken babasının kendisi ni desteklediğini düşündü ilk satırlarda. Ama “Bir hukukçu olarak ilerde pek boş vaktin olmaya cak...” diyordu mektubun sonu. Osman Hamdi hayal kırıklığına uğramıştı. Paşa ayrıca jeoloji üzerine yazdığı ve M ecm ua-i F ünün 'da yayınlanan makalelerini yollamıştı oğluna. Madenler ve gaz lar hakkmdaki bu ilmi yazılar Osman Hamdi’nin ilgisini hiç çekmiyordu. Ama paşa gazete yaprak larını göndermeye ısrarla devam ediyordu. Osman Hamdi kendisini tam olarak anlatamadı ğını hissetti babasına. Ama ziyanı yoktu. Bundan böyle hukuk eğitimiyle resim çalışmalarını birlikte yürütmeye karar verdi. Hukuk derslerinin sınavla rına giriyor ama bütün boş vakitlerini Paris’teki re sim atölyelerini dolaşarak geçiriyordu. Bir yıl önce Ecole des Beaux Arts’ta köklü bir eğitim reformu yapılmıştı. Okulun özerkliği sağlanmış, resim, hey kel, mimarlık ve gravür olarak çatallanan müfredat bütüncül bir güzel sanatlar eğitimi haline getiril mişti. Üstelik bu reformla beraber akademi kapıla26
rmı yabancı öğrencilere de açmıştı. Osman Hamdi doğruca Paris’in merkezindeki 6. Bölge’de bulu nan Beaux Arts’m yolunu tuttu. İki yüz on altı yıllık tarihi akademinin yeni bi nasının önüne geldiğinde durup derin bir nefes aldı. Ünlü Fransız sanatçılar Nicolas Poussin ve Pierre Puget’un büstleriyle süslenmiş anıtsal giriş kapısından girerken kalbi küt küt atıyordu. Oku lun iç avlusunda kaidelerin üzerine yerleştirilmiş onlarca heykel vardı. Meraklı gözlerle onları ince ledi. Mavi önlükler giymiş resim ve heykel öğren cileri neşe içinde avluda dolaşıyorlardı. Ne kadar da güzeldi burası. Hukuk fakültesine hiç benzemi yordu! Vakit geçirmeden kayıt bölümüne gidip başvuru için nelerin gerektiğini öğrendi. Dünya nın en saygın eğitim kumrularından biri olan bu okula kabul edilmeyi her şeyden çok istiyordu. Ama yabancı öğrenciler için kayıt olmak hiç de kolay değildi. Fransızca bilgisinden ve resim yete neğinden emindi gerçi ama bürokrasi çok daha fazlasını istiyordu. Giriş sınavında Fransız tarihi ve kültürüyle ilgili sorulan sorular özbeöz Fran sızların bile cevaplayamayacağı cinstendi. Okul sanki yabancılara tanınan hakkı uygulamaya ge çirmek istemiyor gibiydi. Osman Hamdi günlerce uğraştı ama okula asli öğrenci olarak kayıt yaptır mayı başaramadı. Hevesi kursağında kalmıştı. Uy kuları kaçtı. Tam da o günlerde İstanbul’dan gelen kötü bir haberle derinden sarsıldı. Altı yaşına birkaç ay 27
önce basan kardeşi Abdullah hayatını kaybetmiş ti. Tam dört yıldır onu görmemişti. Yine de çok üzüldü kardeşi için. Paşa, bir çocuk hastalığı aldı onu bizden, diye yazmıştı mektubunda. Çaresiz di. Bir ara ailesinin yanma dönmeyi düşündü. Ama elden ne gelirdi ki ölüm karşısında. Hayat devam ediyordu. Hem İstanbul’da resim eğitimi alabileceği bir akademinin olmadığını çok iyi bili yordu. Bu yüzden Paris’te kalıp Beaux Arts’m ka pılarını zorlamaya devam etmeliydi. Bir süre son ra konuk öğrenci olarak dersleri takip etme izni almayı başardı. Bir diploma şansı hiçbir zaman olmayacaktı ama bu gelişme hiç yoktan iyiydi. 0 yıllarda Beaux Arts’ta klasik sanat eğitimi veriliyordu. Akademi kendi ekolünü tüm dünyaya benimsetmeyi başarmıştı. Resim bölümündeyse Isidore Pils, Gustave Boulanger ve Jean Leon Gerome gibi çok önemli üstatlar, kendi atölyelerine kabul ettikleri öğrencileriyle çalışmalarını sürdü rüyorlardı. Akademideki eğitimin temeli usta çı rak ilişkisine dayanıyordu. Öğrenciler ilk olarak ustalarının gözetiminde karakalem çizimler yapı yorlardı. Klasikleri taklit etmek çok yaygın bir yöntemdi. Sonra canlı modellere bakarak çalışılı yordu. Akademin en çok üzerinde durduğu konu lar tarihsel figürler, pagan mitolojisine ait hikâye ler ve Hıristiyanlık temalı resimlerdi. Osman Hamdi kendini birden sanat eğitiminin merkezinde bulmuştu. Bir şövale satın alıp atöl yelerdeki kalabalığın arasına karıştı. Dünyanın 28
dört bir köşesinden gelen gençlerle aynı sınıfı paylaştığı akademide dersler oldukça renkli geçi yordu. Antik heykellerin kopyaları, taştan yapıl mış el, ayak figürleri ve canlı modellerin arasında kaybolmuştu sanki. Piyasaya yeni çıkmış tüp için deki yağlıboyalarla çalışmak herkes gibi onun da hoşuna gitmişti. Paris'e adımını attığı günden be ri bu kadar mutlu olduğunu hatırlamıyordu. O günlerde sık sık atölye değiştiriyor, kendine en uygun hocayı bulmak için gözlem yapıyordu. Şimdilik favori ustası Gustave Boulanger idi. Bo ulanger Türk öğrencisiyle yakından ilgileniyordu. Osman Hamdi esmer teni sayesinde tam da aka demi hocalarının aradığı bir Doğulu modeldi. Bir seferinde sarık giyip hocasına poz verdi. Boulanger’in “Hamdi Bey’in Portresi” isimli tablosu kısa bir süre sonra Paris sergi salonlarında teşhire çıktı. Osman Hamdi sergide kendi yüzü yerine im zasını görmeyi tercih ederdi. Ama yine de hukuk fakültesinden sergi salonlarına doğru hızlı bir ge çiş yaptığı için memnun olmuştu. Akademideki Fransız öğrenciler ise tam bir âlemdi. Osman Hamdi’ye sokulup, “Nerelisiniz Mösyö” diye lafa başlıyorlardı. Daha sonra da, “Siz burada yenisiniz, bize bira ıs marlamaksınız,” deyip genç Türk’ü doğruca mey haneye çekiştiriyorlardı. Osman Hamdi de çare sizce bu Beaux Arts geleneğine boyun eğiyordu. Resim öğrencileri, Osman Hamdi’nin hukuk fakül tesindeki arkadaşlarına hiç benzemiyorlardı. Hu29
kuktakiler siyasetle yakından ilgiliydi. Hemen he men hepsi İmparator III. Napolyon’dan nefret eden ve yeniden bir cumhuriyet kurmak gerekti ğinden bahseden gençlerdi. Birçoğunun cebinde Robespierre, Marat, Danton ve Babeuf gibi dev rimcilerin resimleri bulunurdu. Sakıncalı kabul edilen Voltaire ve Rousseau’nun kitaplarını el al tından birbirlerine verirlerdi. Ayrıca hepsinin en sevdiği roman birkaç yıl önce basılan S efiller idi. Hukuk öğrencilerinin görüşlerini dinledikçe Os man Hamdi de onlara hak verirdi. Ama bir yan dan da böyle düşündüğü için sultanına karşı suç işlediği hissine kapılır, pişman olurdu. Güzel Sanatlar Okuiu’na giden gençlerinse akılları bir karış havadaydı. Genç sanatçılar bira larını içerken durmadan Osman Hamdi’yi sıkıştı rıyorlardı. Merak ettikleri hep belden aşağı konu lardı: “Sizin orada kadınların yüzü gerçekten gözük müyor mu? İnsanlar nasıl evleniyor o zaman? Pe ki ya yatakta..." Osman Hamdi kendisini özgür hissediyordu. Hayatında ilk defa içinden geldiği gibi davranmış, geleceğini şekillendiren bir konuda kendi seçimi ni yapmıştı. Hukuk fakültesinin yolunu çoktan unutmuştu! Bütün gününü akademinin koridorla rında bir atölyeden diğerine koşturarak geçiri yordu. Elbette ki İbrahim Edhem Paşa durumun bu denli vahim olduğundan haberdar değildi. Os man Hamdi sadece elbiselerini yıkamaktan usan 30
mış olan yaşlı pansiyoncunun yakınmalarını din lemek zorunda kalıyordu: “Baban hiç böyle pasaklı değildi! Şu gömlekle rinin haline bak. Boya kazanma mı düştün sen?” Ama hiçbir şey Osman Hamdi’nin keyfini kaçıramazdı. Metrelerce yüksekliğindeki yeşil fon perdesi, modellerin yerleştiği döner masa ve ko caman bir sobadan oluşan atölyeye girip fırçasını eline aldığında zaman duruyordu onun için. Bir sabah arkadaşları sırıtarak girdiler sınıfa. Arala rından biri, “Bugün yaşadık Türk," diye seslendi. Osman Hamdi neler olduğunu anlamamıştı. “Niye ki?" diye sordu. “Biraz sabredersen görürsün." Az sonra Magripli olduğu belli esmer bir kız girdi atölyeye. Sanki odasında bir başınaymış gi bi elbiselerini çıkarmaya başladı hemen. Ardın dan anadan doğma model masasına yerleşti. Vü cudunun üzerinde gezinen onlarca erkek gözüne aldırmadan sakince duruyordu kızcağız. Osman Hamdi’nin kalbiyse küt küt atmaya başlamıştı. İlk defa çıplak modelle çalışan birinin karşısındaki insanı seyredalmaması mümkün değildi. Daha sonra, üzerinde kıyafetleri olmayan bir bedene dönüşürdü model. Ona da alıştıktan sonra res sam karşısında kemikler, kaslar ve damarlar gö rürdü sadece. Osman Hamdi için de öyle oldu. Çıplaklık doğallaştı. Sanat, onu muhafazakâr kök lerinden koparıp özgür bir evrene taşımıştı. 31
Resim eğitimine başladı başlayalı sık sık Louvre Müzesi’ne gidiyordu. Müze binasından içeri adımını atar atmaz sanki başka bir dünyaya geçiş yapmış gibi ayakları yerden kesiliyordu. Neredey di, hangi zamanda yaşıyordu hepten unutuyordu, insanın tarihi ve sanatı ancak böylesi müzelerin içinde görüp koklayabileceğini fark etmişti. Louvre onun için ikinci bir okul olmuştu adeta. Aslında Louvre Müzesi Fransız Devrimi’nin bir simgesiydi. Devrimciler alaşağı ettikleri krallığın tüm zengin liklerini eski bir saray olan Louvre’da halka teşhir ederek devrimin haklılığını kanıtlamak istemişler di. Osman Hamdi dünyanın bu en eski devlet mü zesini ilk kez ziyaret ettiğinde, Topkapı Sarayı’nm da halka açık bir müze olduğu belirsiz bir gelece ği hayal etmişti. Sarayın kapısında birkaç kuruş ödeyen herkesin saltanatın değerli eşyalarına ve kutsal emanetlere bakması, dahası hareme girip çıkması akıl alır şey değildi doğrusu. Osman Hamdi Louvre’a her gittiğinde içeride saatlerce kalıyordu. Özellikle Rönesans sanatının başyapıtlarını uzun uzun inceliyordu. Usta fırça ların sırlarını keşfetmek arzusundaydı. Tablolar da betimlenen insan anatomisinin ayrıntılarına dikkat kesildikçe ışığın renklerle oynadığı büyülü oyuna dalıp gitmekten kendini alamıyordu. Ünlü “Milo Venüsü”nün karşısında durduğu bir günse derin derin iç geçirdi. “Milo Venüsü" kırk küsur sene evvel Ege’deki Milos Adası’nda bulunmuştu. Ada bir Osmanlı toprağıydı. Ama ne yazık ki hey 32
keli bulanlar onu Fransa’ya göndermişlerdi. Antik Yunan medeniyetinin aşk ve güzellik tanrıçaların dan kim bilir kaç tane daha vardı Osmanlı toprak larının altında. Bir an önce onların çıkarılması ge rektiğini düşündü. Ama bu işi kim yapacaktı? Anadolu’ya gelen tüm arkeologlar AvrupalIydı. Onlar da bulduklarını vakit kaybetmeden kendi ülkelerine kaçırıyorlardı. Gerçi eserler İstanbul’a gelse ne olacaktı ki sanki! Buluntuların sergilene ceği bir müze binası bile yoktu. Hem şu karşısın da durduğu çıplak venüsün İstanbul’da teşhir edilmesi pek mümkün görünmüyordu. Din adam ları, ahlaksızlık aldı başını gitti diye ayağa kalkar lardı. Oldu ki sergilendi; kim gelip bakardı bu taş tan kadına. Aşılamaz bir sıkıntı hissetti içinde. Kendi ülkesindeki yoksunlukla bir kez daha yüzleşmişti. Oysa Fransa’da her köşe başına heykeller yer leştirilmişti. Dahası düzenlenen sergileri binlerce kişi geziyordu. Eğer hafta sonu bir resim sergisi nin açılışı varsa kapılarda kuyruklar oluşurdu. Gerçi o kalabalığın asıl sebebi halkın sanat sevgi sinden çok Fransız sosyetesinin gösteriş merakıy dı. Ama OsmanlI’da o güne kadar tek bir tane bi le resim sergisinin düzenlenmediği düşünülürse Paris’teki burjuvaların arsız sanat merakı bile tak dire değerdi. Osman Hamdi çağdaş Fransız ressamlarını da yakından takip ediyordu. “Halka Yol Gösteren Özgürlük” isimli tablosunda, göğüsleri açılmış ol 33
duğu halde savaş meydanında Fransız bayrağı ta şımaktan geri durmayan bir kadını betimleyen Delacroix yeni ölmüştü. Osmanlı kadınlarına me raklı Ingres ise oldukça yaşlanmıştı. Ama Manet, Renoir, Degas ve Cezanne gibi genç ressamlar Fransız resmine yeni bir soluk getirmeye başla mışlardı. Kendilerini izlenimci olarak tanımlayan genç sanatçılar, akademinin savunduğu kalıpları yıkmak niyetindeydiler. Bu yüzden onların eser leri akademi hocalarından geçer not alamıyor ve dolayısıyla sergi salonlarına kabul edilmiyordu. Onlar da inadım inat deyip kendi salonlarını aç maya başlamışlardı. Her sergilerinde büyük tar tışmalar çıkıyordu. Manet’nin 1863 yılında sergi lenen “Kırda Kahvaltı” isimli eseri de büyük tep ki çekmişti. Resmin ön planında, ağaçların dibin de oturan iki giyinik adam ve bir çıplak kadın betimlenmişti. Çıplağın sıradan bir kadın olması ve açık havada erkeklerin karşısında rahatça otur ması insanları şaşkınlığa uğratmıştı. Yaygın ka bule göre çıplaklık, bedenin kusursuz güzelliğini simgelemeli, daha da önemlisi baştan ayağa tan rısal olmalıydı. Tepkilere rağmen bazı aydınlar akademiye karşı gelen bu genç ressamlara des tek veriyordu. En başta da Cezanne’ın çocukluk arkadaşı olan genç sanat eleştirmeni Emile Zola resim sanatına getirilen bu yeni açılıma alkış tu tuyordu. Osman Hamdi ise aradığı ilham perisini akade minin sınırları içinde bulmuştu. Jean Leon Gero34
me’e karşı uzaktan uzağa duyduğu saygı artık açık bir hayranlığa dönüşmüştü. Gerome sabırlıy dı. Öğrencileriyle tek tek ilgileniyor, onlarla dost oluyordu. Zaman zaman yüz kişiye yaklaşan bir kalabalık birikiyordu sınıfında. Okul yönetimi Ge rome ve öğrencilerine sık sık uyarı cezası vermek zorunda kalsa da. o atölyede şakalaşmaların, gü lüşmelerin ve daha birçok haylazlığın olmasını kimse engelleyemiyordu. Osman Hamdi de Gerome’ün sınıfında yaşanan curcunanın çekimine ka pılmıştı. Antik mitolojiye, erotizme ve Doğu figür lerine meraklı olan ünlü ressamın yönettiği atöl yenin müdavimlerinden biri olup çıktı. Fransız aristokrasisi Gerome’ün eserlerine yoğun ilgi gösteriyordu. Son yıllarda iyice palaz lanan burjuvalar da soyluların izinden gidip evle rine Gerome asmak için sırada bekliyorlardı. Res samın daha son fırça darbesini vurmadan tablola rını sattığı söyleniyordu. Bir kopya baskı tüccarı olan kayınpederinin sayesinde Gerome’ün ünü Amerika’dan Avustralya’ya kadar uzanmıştı. Tab loların bu şekilde pazarlanması sanat çevrelerin den kimilerini rahatsız etse de, Gerome ve ailesi bu işten memnun görünüyordu. Ama çok geçme den Emile Zola yayınladığı bir makalede Gerome'ü yerden yere vurdu. Gerome makalede her çeşit zevke hitap eden bir imalatçı olmakla suçla nıyordu. Zola’ya göre ressamın asıl amacı sanatla uğraşmak değildi; reprodüksiyonlarının çok satmasıydı. Zola’nın sert eleştirileri akademide bom 35
ba etkisi yarattı. Ertesi gün Gerome’ü destekle yen öğrenciler hocalarının atölyesini her zaman ki gibi hınca hınç doldurdu. Zola’yı haklı bulan gençlerse ünlü yazarın yazılarının yayınlandığı Le Figaro gazetesini okul koridorlarında göstere gös tere okumaya başlamışlardı. Osman Hamdi bu kamplaşmada tarafsız kalmayı seçti. Her zamanki gibi derslerine devam edecekti. Hocasından öğre neceği kim bilir daha neler vardı. Onu asıl düşündüren, artık hukuk fakültesine uğramadığı gerçeğini babasına nasıl anlatacağıy dı. Paşa oğluna yazdığı her mektupta derslerinin ne durumda olduğunu soruyordu. Osman Hamdi akademiden çıktığı bir gün doğruca fotoğraf çek tirmeye gitti. Hazırlıklıydı. Yanında fesini ve hu kuk kitaplarını da getirmişti. Fotoğrafçıya ayakta poz vermek istediğini söyledi. Başına fesini taka rak uzamış saçlarını kamufle etmeyi başardı. Ar dından kalın hukuk kitaplarını yanındaki masanın üzerine koydu. Sol elini kitapların üzerine özenle yerleştirdikten sonra hazırım, diye seslendi. Bu arada fotoğrafçı anı yakalayan kutusunu üç ayak lı tahta bir kaidenin üzerine sabitlemişti. Sonra da kafasını siyah örtünün altına soktu... Osman Hamdi ertesi hafta fotoğrafı almaya git ti. Sonuç tam da beklediği gibiydi, ideal bir öğren ci gibi görünüyordu. Gerçi koyu renk ceketinin sağ göğsündeki boya lekeleri açıkça belli oluyor du ama çok da önemli değildi bu ayrıntı. Kimse bir şey anlayamazdı. Fotoğrafı hiç vakit kaybet 36
meden annesi Fatma Hanım’a yolladı. Resme ba basının da bir göz atacağına emindi. Osman Hamdi hocası Jean Leon Gerome’e kendisini sevdirmeyi başarmıştı. Tam bir oryan talist olan Gerome öğrencisinin İstanbullu oldu ğunu öğrendikten sonra ona daha bir yakınlık göstermişti. 1850’li yıllarda yaptığı Doğu gezisini uzun uzun anlattı Osman Hamdi'ye. Ardından da meraklı sorular sordu sultan ve Konstantinopolis hakkında. O günlerde Ahmed Ali isimli bir genç de Beaux Arts’taki resim derslerine katılmaya başlamıştı. Osman Hamdi, Ahmed Ali ile hemen arkadaş ol du. Uzun zamandır ilk defa bir arkadaşıyla kendi dilinde konuştuğu için mutluydu. Ahmed Ali bir devlet bursuna sahipti. Resim tahsil etmesi için saray tarafından Paris’e gönderilmişti. Osman Hamdi ona kendi hikâyesini anlattı. Arkadaşını can kulağıyla dinleyen Ahmed Ali, “Aslında ikimiz de aynı durumdayız," dedi. “Beni ilk önce tıbbiyeye yollamışlardı. Ama kısa sürede doktor olmak istemediğimi fark ettim. Sonra harbiyeye başladım. Askeri okulda da mut lu olamadım. Sadece resim derslerini seviyor dum. Hocalarım resimlerimi Sultan Aziz’e göster miş. Biliyorsun efendimiz sanata karşı meraklıdır. Kendimi birden burada buldum.” Osman Hamdi arkadaşına gıpta etmişti. Onun yerinde olmayı çok isterdi. Kendisini tüm benli37
ğiyie tuvallere, fırçalara ve renklere adamıştı. Ar tık bu durumdan İbrahim Edhem Paşa da haber dar olmalıydı. Bu gizi daha fazla içinde taşıyama yacaktı. Babasıyla her şeyi açık açık konuşmaya karar verdi. Ertesi gün İstanbul’a gönderdiği mek tupta hukuk fakültesi ile ilişkisini kestiğini anla tan satırlar vardı. Osman Hamdi’nin tek korkusu paşanın onu derhal İstanbul’a çağırmasıydı. Babasının cevabını beklerken Ahmed Ali ile beraber Mektebi Osmaniye’de vakit geçirmeye başladı. Osmanlı Devleti tarafından Paris’te açı lan bu okul, gurbetteki öğrencilerin zapturapt al tına alınmasını amaçlıyordu. Paris’teki öğrencile rin disiplini elden bıraktıklarına dair alınan du yumlar nedeniyle böyle bir yola gidilmişti. Mekte bi Osmaniye çatısı altında bir araya toplanan öğ renciler aralarında Fransızca konuşuyorlardı ve tarih, geometri, aritmetik, fizik, jimnastik gibi dersler görüyorlardı. Buradan mezun olanlardan bazısı askeri bir okula gidiyor, kimi de mühendis oluyordu. Gençler yakalarında ay yıldız olan üni formalar giymek zorundaydı. Feslerini çıkarmalarınaysa asla izin verilmiyordu. Osman Hamdi ora daki yaşantıyı görünce babasına şükretti. Devlet bursuyla okusaydı o da şimdi Mektebi Osmaniye bünyesinde olmak zorunda kalacaktı. Kışla disip lini ona göre değildi. Pansiyon yaşantısı doğasına çok daha uygundu. Akdeniz üzerinde hızla yol alan buharlı posta gemileri sayesinde Edhem Paşa’nın cevabı iki haf 38
taya kalmadan geldi. Paşa hayal kırıklığına uğra mıştı. Üzüntüsü büyüktü. Ama öfkesi tepesindeyken bir karar almayacak kadar tecrübeli bir in sandı. Aslında paşanın istediği oğlunun medeni âlemin içinde yetişmesiydi. Osman Hamdi’nin Av rupa’da kalması ve Batfnın geleneklerini özümse mesi paşanın nezdinde hukuk okumasından bile daha önemliydi. Bu yüzden İbrahim Edhem Paşa oğlunun Paris’te yaşamaya devam etmesine izin verdi. Osman Hamdi yıllardır omuzlarında taşıdığı yükten kurtulmuş gibiydi. Artık gizli kapaklı işler yapmasına gerek kalmamıştı. Mutluluktan havala ra uçtuğu o günlerde neşesine neşe katan bir olay daha yaşandı. Maria isimli bir kızla tanışmıştı. Os man Hamdi tam bir Fransız centilmeni gibi dav randığından, Maria karşısındaki adamın farklı bir kültürden geldiğini anlamamıştı. Hatta Osman Hamdi Maria’ya Türk olduğunu ilk söylediği za man genç kız buna inanmamış, şaka yapıldığını zannetmişti. Ama kısa sürede bu durumun da bir önemi kalmadı. Çünkü genç çift çok iyi anlaşıyor du. Aslında Osman Hamdi, bir Fransız kızına tu tulmayı hiç düşünmemiş değildi. Paris’e ayak bastığı andan beri kafasının bir köşesinde birik tirmişti bu fikri. Neden olmasındı ki? Karşı cinsi bu şehirde keşfetmemiş miydi? Hem Batılı bir ka dınla daha iyi anlaşacağını düşünmüştü hep. Maria birkaç ay sonra erkek arkadaşını ailesiy le tanıştırdı. Yaşlı çift kızlarının bir Türk’le flört 39
etmesine karşı değildi. Osman Hamdi’nin babası nın sultanın şehrinde nazır olmasını da memnuni yetle karşılamışlardı. Genç Türk’ü sık sık yemeye davet ediyor ve ona durmadan sorular yönelti yorlardı. Maria kaş göz ederek ailesini engelleme ye çalışsa da uğraşı boşunaydı. Neyse ki erkek ar kadaşı halinden şikâyetçi görünmüyordu. Osman Hamdi ülkesindeki evliliklerin hemen hemen hep sinin görücü usulüne göre yapıldığını çok iyi bili yordu. Evlenmeden önce çiftlerin birbirlerini ta nımalarına izin veren Avrupa’daki kurallar mantı ğına daha uygundu. Bu nedenle Maria’nın ailesi nin tüm sorularına içtenlikle cevap veriyordu. “Daha ne kadar Paris’te yaşamayı düşünüyor sunuz?” Aslında bu sorunun cevabını kendisi de bilmi yordu. Ama Maria’nın babasının neden endişe et tiğini anlamıştı. Hangi baba yabancı birinin gel mesini ve kızını alıp uzak diyarlara götürmesini isterdi ki. Osman Hamdi kendinden emin bir vazi yette, “Ömrümün sonuna kadar burada yaşamayı is tiyorum efendim,” dedi. “İstanbul’a sadece arada sırada, ailemi ziyaret etmek için gideceğim." Bu cevap üzerine yaşlı karıkoca rahatlamış gö züküyordu. Ama kısa süre sonra Osman Hamdi’yi köşeye sıkıştıran ikinci bir soru geldi: “Resim yaparak geçinebiliyor musunuz?” Osman Hamdi’nin başı öne eğilmişti. Utana rak, 40
“Paşa babam da yardımcı oluyor şimdilik," di yebildi. Maria erkek arkadaşının daha fazla zor durum da kalmasını önlemek için konuyu değiştirdi. Onun ne kadar yetenekli bir ressam olduğundan bahsedip durdu. Genç çift bütün boş vakitlerini birlikte geçir meye başlamıştı. Paris sokaklarında büyüyen bu aşk kısa zamanda iyice alevlenmiş, evlilik planla rı yapılır olmuştu. Osman Hamdi babasına bir mektup daha yazacak, sevdiği bir Fransız kız ol duğunu, izni olursa onunla evlenmek istediğini söyleyecekti. Ama lafa nereden başlayacağını bi lemedi. Son günlerde babasından çok şey istedi ğinin farkındaydı. Bir an durakladı. Sonra tüy ka lemini mürekkep şişesine batırıp içini cesaretle satırlara döktü. Çok Kıymetli Pederim, Soğukkanlılıkla kendi âdetlerimize göre ev lilik yapmaktan âciz olduğumu ilan ederim. Ya ni bir aile büyüğümüzün genç bir kızın burnu veya gözleri hakkında yapacağı tavsiyeye göre. Demek istiyorum k i evlilikte güzel çizilmiş bir burundan, kalp şeklindeki bir ağızdan veya bir fincan kahve getirilmesinden bambaşka şeyler ararım. Sevgili ailem ve başka birkaç aile dışında çevrenize bir bakın. Ailelerde ne görüyorsunuz? Kokuşmuşluk, ahlak bozukluğu, kavga ve bo
41
şanma. Koca kendi âlemindeyken karısı kendi yolunda. Hiçbir zaman el ele vermiyorlar. Hiç bir zaman gerçek bir aile olamıyorlar. Ve bütün bunların sebebi yozlaşmış âdetlerimizdir; erke ğin kadın alırken gözlerini kapatmasını isteyen gülünç bir anlaşmadır. Buna göre evlilik kadı nın ve erkeğin hür rızasından değil, aile büyük lerinin istemesinden kaynaklanmaktadır. Bu şartlarda fikirlerinizi paylaşan, hisleri sizinkilerle uyumlu bir kadın bulmak rastlantıya kal mıştır. Tanrı ’ya şükürler olsun ki, istisnai kusursuz luktaki bir evliliğin ve hiçbir zaman kokuşmuş luğun girmemiş olduğu bir evin ürünüyüm. Be nim evliliğim de böyle olmalı.
Birkaç hafta sonra Maria ile her zaman buluş tukları kafede otururken cebinden bir mektup çı kardı Osman Hamdi. Ardından genç kıza büyük bir gururla uzattı ağzı açılmış zarfı. Maria Fransız ca yazılmış mektubu yüksek sesle okumaya baş ladı. İbrahim Edhem Paşa izdivaç kararından do layı oğlunu tebrik ediyor ve hemen bir ev tutma sını tavsiye ediyordu. Pansiyon köşelerinde evli bir çift rahat edemezdi. Merak etmesindi. Paşa maddi desteğini de artıracaktı. Maria sevincinden havalara uçtu. Haberi he men kendi ailesine ulaştırdı. Onların da onayını aldıktan sonra genç çift vakit kaybetmeden Pa 42
ris’in merkezine yakın küçük bir daire aramaya koyuldu. Çok geçmeden keselerine uygun bir ev buldular. Birkaç parça gösterişsiz mobilya satın aldıktan sonra da evlendiler. Nikah günü Osman Hamdi’nin yanında ailesinden kimse yoktu. Ama uzakta olsalar da onların desteğini hep arkasında hissediyordu. Annesinin ona dualar okuduğunu, kardeşlerinin sık sık beraber çektirdikleri fotoğ raflara baktıklarını görür gibi oluyordu. Babası ise zaten hep onun yanındaydı... Zaman kimseye belli etmeden hızla akıp git meyi sürdürüyordu. Osman Hamdi akademideki derslerine devam ediyor, karısıyla Paris’in tadını çıkartıyor, boş vakitlerindeyse bol bol resim ya pıyordu. 1867 Mayısı’nın son günlerinde Fransız gazeteleri İmparator III. Napolyon’un Türk sulta nını Milletlerarası Paris Sergisi’ne davet ettiğini ve Abdülaziz’in bu davete olumlu cevap verdiğini yazdı. Osman Hamdi okuduklarına bir türlü ina namamıştı. Yüzlerce yıldır hiçbir Osmanlı sultanı savaş nedeni dışında imparatorluk topraklarının ötesine adımını atmamıştı. Şimdi nasıl olacaktı da padişah Dolmabahçe Sarayı’ndan kalkıp buralara kadar gelecekti. Osman Hamdi hemen babasına bir mektup yazıp işin aslını sordu. Ya bir yanlış anlama vardı ya da Fransız gazeteleri bu haberi sansasyon yaratmak için uydurmuş olmalıydı. Ama Edhem Paşa da söylentileri doğruladı. Abdülaziz gerçekten Paris’e geliyordu! 43
Osman Hamdi babasının mektubundan Batılı laşmayı savunan saray çevrelerinin bu geziyi des teklediklerini öğrendi. Ali ve Fuad paşalara göre bir padişahın kendi gözleriyle Avrupa medeniye tini görmesi, Devleti Aliye’nin geleceği için çok önemliydi. Düşününce Osman Hamdi de paşalara hak verdi. Babasının da bu fikirde olduğuna emindi. Aslında Dolmabahçe’deki hazırlıklar biraz sancılı geçmişti. Padişah ilk önce bu ziyaretin kaç gün süreceğini sormuş, bir ayı bulacağı cevabını aldıktan sonra epey tereddüt etmişti. Gezinin sa dece Fransa ile sınırlı kalmaması için çalışmalar yapılıyordu. Oradan Londra’ya geçilip, Kraliçe Viktorya ile de görüşmeler yapılması planlanıyor du. Abdülaziz’se tahtını günlerce sahipsiz bırak mak istemiyordu. Her padişah gibi o da muhalif lerinin şehzadelerden birini tahta oturmak için fırsat kolladığını düşünüyordu. Ama paşalar bu soruna da bir çözüm bulmuşlardı. Şehzade Murad ve Abdülhamid efendiler de geziye katılacak lardı. Bin bir ikna çabasından sonra nihayet sul tan, Frengistan’a ayak basmayı kabul etmişti! Padişahı Fransa’ya götürecek Sultaniye yatı hemen Haliç Tersanesi’ne çekilmiş, gerekli tadi latlara başlanmıştı. Sultaniye’nin içi en kaliteli Hereke halılarıyla kaplandı ve Abdülaziz’in kala cağı kamaraya saraydan getirtilen yatak takımları konuldu. Gemideki tüm mutfak araç gereçleri de yenilenmişti. 44
Sultanın ziyaret edeceği Milletlerarası Paris Sergisi o güne kadar düzenlenmiş en büyük ticari fuar olacaktı. Sergide bir Osmanlı pavyonu da yer alacaktı. Paris’te bulunan Türk öğrenciler, sergi çalışmalarına ellerinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Osman Hamdi de sık sık sergi alanına gidip çalışmalara katılıyordu. 21 Haziran’da Sultaniye yatı yola koyuldu. Ya ta, kafileye seyahat süresince gerekli olan eşyala rı ve hizmetçileri taşıyan Pertevniyale gemisi eş lik edecekti. Ayrıca güvenliği sağlamakla yüküm lü iki firkateyn de konvoya katılmıştı. İrili ufaklı yüzlerce gemi Çekmece açıklarına kadar padişahı yalnız bırakmamıştı. İstanbul halkı da Abdülaziz’i uğurlamak için kıyılara akın etmişti. Kafile. Ça nakkale’den geçerken Boğaz’m iki yakasına kurul muş tabyaların top ateşiyle selamlandı. Boğaz’m çıkışındaysa Fransız donanması Türk sultanına eşlik etmek için bekliyordu. Sultanın vapuru Fransa’ya doğru yol alırken Paris’teki Türklerden bazıları da Londra’ya gidi yordu. Başta Namık Kemal olmak üzere mutlak monarşi sistemine karşı çıkan Jön Türkler, Paris elçisinin girişimleriyle zorunlu bir yolculuğa çıka rılmışlardı. Osman Hamdi bu haberi duyduğunda tedbirin gereksiz olduğunu düşündü. Paris’te sür günde bulunan üç beş aydın padişaha ne zarar verebilirdi ki? Ziyaret yaklaştıkça siyasi söylentiler de artı yordu. Adeta her kafadan bir ses çıkıyordu. Fran 45
sa imparatorunun bu fırsattan istifade edip sul tandan yapım halinde olan Süveyş Kanalı'yla ilgi li bazı isteklerde bulunacağı söyleniyordu. 111. Napolyon’un Rus çarı ile sultanı sarayında buluştu racağını iddia edenler bile vardı. Dedikoduların ne kadarının gerçek olduğunu kimse bilmese de, Paris nefesini tutmuş Abdülaziz’i bekliyordu. Sonunda beklenen gün geldi. Sultanı Toulon Limanfnda büyük bir kalabalık karşıladı. Abdülaziz Fransa topraklarına ayak bastığında herkesin gözü Osmanlı sultanın üzerindeydi. Kafile karşıla ma merasiminin ve öğlen yemeğinin ardından kendilerini Paris’e götürecek trene bindi. Tem muzun ilk günü öğleden sonra saat dört buçukta saltanat treni Paris’e vardı. Gar, kırmızı kumaş üzerine beyaz renkte dikilmiş ay yıldızlı bayrak larla donatılmıştı. Bando marşlar çalıyor, kalaba lık, “Çok yaşa imparator, çok yaşa sultan!" diye bağırıyordu. 0 gün Paris’te yaşayan ne kadar Türk varsa hepsi oradaydı. Mektebi Osmaniye öğrencileri ellerinde bayraklar kalabalığın en önünde duruyorlardı. Osman Hamdi de Maria ile beraber insanların arasına karışmış Abdülaziz’i görmeyi bekliyordu. Dev yapılı Osmanlı padişahını İmparator 111. Napolyon bizzat karşıladı. Osman Hamdi resimle rini birçok kez gördüğü sultanı kalabalığın arasın dan güçlükle seçebildi. Abdülaziz gerçekten de Paris’teydi ve tam karşısında duruyordu. Kırk yıl düşünse hayal bile edemeyeceği bir olaydı bu. 46
Sultan ve imparator kendileri için hazırlanmış saltanat arabasına yerleştiler. Arkalarındaki ara bada şehzadeler Murad ve Abdülhamid efendiler vardı. Sonra paşalar ve elçiler bindi arabalarına. Fransız refakatçilerle birlikte otuz araçlık bir kon voy oluşmuştu. Paris'in her kaldırımı insanlarca işgal edilmiş ti sanki. Geçiş güzergâhına bakan evlerin pence releri, balkonları ve terasları hınca hınç doluydu. Çatılarda bile insanlar vardı. Paris Paris olalı böylesine meraklı bir kalabalık görülmemişti. İmpara torluk muhafız alayı ve süvariler konvoyun gü venliğini sağlamak için her köşebaşını tutmuşlar dı. At arabaları Louvre’un önünden geçerek Sencerman Meydanfna ulaştı. Zafer takları iki ülke nin bayraklarıyla donatılmıştı. Kalabalık sözleş mişçesine, “Çok yaşa imparator, çok yaşa sultan!” diye bağırmayı sürdürüyordu. İmparatorun ya nında oturan Abdülaziz ise eliyle sokaktaki insan ları selamlıyordu. Tuileries Sarayı önünde de mahşeri bir kalabalık vardı. Çok geçmeden kon voy hızla sarayın büyük kapısından içeri girdi. 0 anda askeri bando Osmanlı Marşı’nı çalmaya baş ladı. Protokolün ardından sultan konaklaması için kendisine tahsis edilmiş Elysees Sarayı’nda istirahate çekildi. Ertesi gün Abdülaziz şeref konuğu olduğu Mil letlerarası Paris Sergisi’ne maiyetiyle beraber gel diğinde tüm gözler yine onun üzerindeydi. Os manlI padişahına jest olsun diye serginin ana gi 47
riş kapısı, Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusuna açı lan Babüsselam’a benzetilmişti. Sergi alanının tam ortasında, at nalı şeklindeki devasa merasim solunuysa tıklım tıklım doluydu. İçerde yirmi bin kişinin olduğu tahmin ediliyordu. Abdülaziz’in teşrifiyle resmi törenler başladı. Padişah salonun tam ortasında altın yaldızlı kır mızı bir perdeyle çevrelenmiş bölmeye çıkıp taht benzeri koltuğuna oturdu. Hemen yanında İmpa rator 111. Napolyon yerini almıştı. Bin iki yüz kişi lik bando yine marşlar çaldı. Ardından komiteler birbirlerine pek değerli hediyeler sundular. Son rasında, tüm Müslüman âleminin halifesi Osman lI Sultan’ı Abdülaziz olarak takdim edilen padişah kulakları sağır eden alkışlar eşliğinde katılımcıla ra mükafatlar dağıttı. Bu arada Osman Hamdi sahneye birkaç metre uzaklıkta yerini almış, tüm olup biteni gözünü kırpmadan seyrediyordu. Törenler sona erince Osmanlı heyeti sergiyi gezmeye başladı. Özellikle sanayi üretiminde kul lanılan dev makineler İstanbul’dan gelen konuk ları hayrete düşürmüştü. Kafiledeki mühendisler aralarında fısıldanıp makinelerin ne işe yaradıkla rını birbirlerine soruyorlardı. Askeri araç gereç lerin sergilendiği salonlar da aynı şekilde Osman lIları hem şaşırtmış, hem de korkutmuştu. Birçok askeri uzman böylesine büyük topları hayatında ilk kez Paris Sergisi’nde görüyordu. Sanat eserle rinin sergilendiği salonlardaysa bütün Türklerin adımları hızlandı. Çünkü kadın ve erkek heykelle 48
rinin birçoğu anadan üryan karşılarında dikili yordu. Sergideki Osmanlı pavyonu imparatorluğun kültürünü tanıtan ürünlerle doluydu. Pavyonda; çinilerle süslü vazolar, el işi dokumalar, etnik kı yafetler, eski dönemlerde kullanılmış Türk kılıçla rı, kahve, çay ve nargile takımları sergileniyordu. Ayrıca imparatorluk topraklarında yetişen birbi rinden lezzetli meyve ve sebzeler ziyaretçilere ik ram ediliyordu. Osmanlı pavyonu sanayi ürünleri bakımından Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında oldukça geri kalmış durumdaydı. Bire bir ölçüler de inşa edilen Türk konağı ve Türk kahvehanesi ise pavyonun en çok ilgi çeken bölümleriydi. Pa risli kadınlar konağın içine girip minderlerin üze rinde oturmaya, sonra da yan tarafa geçip Türk kahvesi içmeye bayılmışlardı. Osman Hamdi, Abdülaziz’in büyük boy portre sini sergide teşhir eden arkadaşı Ahmed Ali ile birlikte resim pavyonunda görevliydi. Kendisi de zeybekleri konu alan iki tablo ile sergiye katılmış tı. Sultanın fotoğraflarını çekerek üne kavuşan Abdullah Biraderlerin fotoğraf pavyonu da he men yanlarındaydı. Pera’nın bu meşhur kardeşle ri dört yıldır sultanın resmi fotoğrafçısı görevini yürütmekteydiler. Sergi boyunca sattıkları Konstantinopolis panoramalarıyla ünlerine ün katmış lardı. Sultan birkaç gün sonra sergiye ikinci bir ziya ret daha yaptı. Bu sefer resmi törenler olmadığı 49
için Osmanlı pavyonuna epey bir zaman ayırdı. Sergide görevli Türklere çeşitli nişanlar verdi. Os man Hamdi de tablolarından dolayı nişana layık görünenler arasındaydı. Genç ressam, aldığı bu ilk ödülü gururla göğsüne iğneledi. Abdülaziz ertesi gün Kraliçe Viktorya ile bu luşmak için Londra’ya hareket etti. Ama Paris kafelerinde günlerce Türk sultanından başka bir ko nu konuşulmadı. Fransız gazeteleri gravürlerinde Abdülaziz ile Napolyon’u bir boyda resmetse de, padişahın iriliği çoktan kadınların dedikodularına malzeme olmuştu. Elysees Sarayı’nda kendisi için tahsis edilmiş koltuğa bir türlü sığamadığı kulak tan kulağa yayılıyordu. Ama insanları en çok eğ lendiren, sultanın gâvur bir memlekete ayak bas mış olmamak için ayakkabılarının içine kendi ül kesinin toprağıyla dolu özel bir tabanlık yaptırdı ğı söylentisiydi... Abdülaziz’in Paris’ten ayrılmasından birkaç ay sonra Maria doğum yaptı. Osman Hamdi minik kıza annesinin ismini verdi. Fatma bebeğin doğu mu Osman Hamdi’yi sevindirmesine sevindirmiş ti ama bir yandan da gelecekle ilgili kaygılanması na neden olmuştu. Bir an önce yepyeni bir baş langıç yapmalı ve bundan böyle kendi ayakları üzerinde durmalıydı. Artık yetişkin bir adamdı, baba olmuştu. Hayatını Paris’te idame ettirmenin bir yolunu bulmalıydı. Bir süredir Osmanlı sefare tinde çalışıyordu. Hiçbir resmi görevi olmaması 50
na rağmen büyükelçi Osman Hamdi’yi sevmiş, ona güvenmişti. Gizlilik gerektiren özel mektupla rını bile Osman Hamdi’ye yazdırıyordu. Elçilikte maaşlı bir göreve atansa hiç fena olmazdı doğru su. Bir ara babasından bu işi ayarlamasını rica et meyi düşündü. Ama İbrahim Edhem Paşa’nm, ha yır diyeceğine emindi. Çünkü paşa bir süredir, “İstanbul’a dönmenin zamanı geldi Hamdi” diye yazıyordu mektuplarında. Osman Hamdi hayatını fırçasıyla kazanmayı her şeyden çok isterdi. Böylece hayalindeki işi yapmış olacak, âşık olduğu kadınla beraber hay ranı olduğu şehirde yaşamayı sürdürebilecekti. Ressamlar Derneği için ünlü tabloların reprodük siyonlarını yaparak biraz para kazanabiliyordu. Ama o parayla bir ailenin Paris’te hayatta kalma sı mümkün değildi. O günlerde açılan önemli bir resim sergisine “Türk Kadını" ismini taşıyan tablosunu gönder mişti. Çok fazla bir beklentisi yoktu aslında. Eğer tablosu birkaç yüz franga satılırsa o ayki kirayı ödeyebileceğini hayal ediyordu. Bir sabah kah valtı masasında gazete okurken sayfaların birin de kendi tablosunu gördü ve iskemleden düşe cek gibi oldu! Gözlerine inanamıyordu. Gazete, haberinde Türk ressamdan övgüyle bahsetmişti. Hemen Maria’nm yanına koşup o sayfayı göster di. Maria yüksek sesle resmin altındaki yazıyı okudu: 51
Sekiz yıl önce Paris'e gelmiş olan Osman Hamdı, resim alanında yüksek bir yeteneğe sa hip olduğunu kanıtlamıştır. Hocalarımızın de netiminde sanatını oldukça geliştirmiş olduğu nu hepimize gösterdi.
Karıkoca mutluluktan havalara uçmuştu. Belki de bu haber bütün bir geleceği değiştirebilirdi. Ne den olmasındı ki? Resim meraklılarının desteğini arkasına aldı mıydı, insanın bir daha kolay kolay sırtı yere gelmezdi bu şehirde. O gün kendisinden bahseden gazeteden birkaç tane daha sattın aldı. Haberin yayınlandığı sayfayı kesip babasına yolla mak için sabırsızlanıyordu. Hem bu sayede bir res sam olarak Paris’te tanınmaya başlandığını paşaya kanıtlayabilirdi. Coşku içinde, “Fırçamla hayatımı kazanacağım gün nihayet geldi babacığım. Bugünü selamlıyorum," diye yazdı mektubunda. Ama İbrahim Edhem Paşa dediğim dedik biriy di. Gazetede çıkan haberden etkilenmişe benze miyordu. Oğluna hemen İstanbul’a dönmesini bil dirmişti. Hemen kelimesinin altına da kalın bir çizgi çekmişti. Osman Hamdi mektubu okuyunca kendini çaresiz hissetti. Köşeye sıkışmıştı. Baba sına kafa tutacak durumda değildi. Bir akşam Maria’yı karşısına alıp İstanbul’a gitme fikrinden bahsetti. Genç kadın fazla düşünmedi ve kocası na, “neden olmasın ki”, dedi. Yolculuk hazırlıkları kısa sürede tamamlandı. Paris’ten ayrılmak Osman Hamdi’ye de en az Ma52
ria kadar zor geliyordu. Ne de olsa yıllardır bu şe hirde yaşıyordu. Gencecik bir delikanlı olarak gel diği Paris’ten yirmi yedi yaşında usta bir ressam ve şefkatli bir baba olarak ayrılıyordu. Edhem Paşa’ya son bir mektup daha yazmak istedi. Mektu bun kendisinden birkaç gün önce İstanbul’a ula şacağını biliyordu. Babasının karşısına geçip dü şüncelerini söylemektense onları yazarak anlat mak daha kolay olabilirdi. Hem bu sayede paşa oğlunun gelecek planlarından haberdar olurdu. İstanbul’a varınca onaylayacağınızdan emin olduğum tüm tasarılarımı size sunacağım. Her ne şekilde olursa olsun Paris’e geri döneceğimi biliyorum. Beni buraya bağlayan birçok şey var. Buradaki hayatı oraya tercih ettiğimden değil. Ne pahasına olursa olsun resim yapmaktan as la vazgeçmeyeceğim. Resim kitaplardan öğre nilmez. Eski ve yeni üstatları izlemem gerek. Onları İstanbul’da bulamayacağımı biliyorum. Onun için burada kalmalıyım. Hem burada ta nınmaya başlandım. Size son sözüm şu: Geri dönmek üzere geli yorum. Oğlunuz O. Hamdy
Osman Hamdi gemi yolculuğu boyunca Maria’ya ülkesinden ve geleneklerinden söz edip durdu. Maria bambaşka bir dünyaya ayak basaca 53
ğı için çok heyecanlıydı. Osman Hamdi için de du rum pek parlak gözükmüyordu. Yıllar sonra baba evine geri dönüyordu. Kardeşi Halil’in doğumunu görememişti. Küçük Abdullah'ın ölümünde de orada değildi. Diğer kardeşi Galib’in çocuğu ol muştu kısa bir süre önce. Yine orada değildi. Ara dan geçen yıllarla beraber çok sevdiği ailesinden uzaklaşmış hissediyordu kendini. Üstelik bavu lunda ne hukuk diploması vardı, ne de resim tah sil ettiğine dair bir belge. Maria’ya söyleyememiş ti ama babasının tekrar Paris’e dönmesine izin vermeyeceğinden de endişe duyuyordu. Gemi Sarayburnu önlerine geldiğinde Maria gördüğü manzara karşında büyülendi. Birbirleri nin arkasına gizlenmek ister gibi gözüken on adet minareyi saymaya çalışıyordu genç kadın. Osman Hamdi kendisine ait bir şeyden söz etmenin guru ruyla, “İşte İstanbul,” dedi. “İşte Ayasofya. Sultanahmed.” Gemi Galata Limam’na yanaşır yanaşmaz genç çift tayfaların bağrışları, mal yükleyen tüccarların pazarlıkları, hamalların, arabacıların ve satıcıla rın çığırtkanlıkları arasında kaldı. Maria rıhtımda ki kalabalığın lisanını anlamaya çalışıyordu. Kula ğına sık sık tanıdık kelimeler çarpıyordu. Anlaya madığı diller de konuşuluyordu çevresinde. Her milletten insan vardı sanki bu limanda. Çiftin yardımına gelen hamallar bavulları he men bir at arasına yerleştirdi. Osman Hamdi va 54
kit kaybetmeden arabacıya yolu tarif etti. Atlar Galata ile Yeni Cami arasına kurulmuş tahta köp rüyü titreterek hızla yola koyuldu. Maria, kuca ğında Fatma bebeği tutmuş şaşkınlık içinde çev resine bakınıyordu. O anda minarelerinden ezan sesi yükseldi. Maria hayatında ilk defa duyuyor du Müslümanları camiye çağıran sesi. İlgiyle din ledi müezzini. Ne düşüneceğini bilemiyordu. Her şey farklıydı bu şehirde. Atlar Mahmutpaşa Yokuşu’nu zorlanmadan çıktı. Edhem Paşa’nın konağında at arabasının se sini duyan herkes bahçeye akın etmişti. Osman Hamdi doğruca babasının yanma gidip elini öptü. Hemen ardından annesine uzun uzun sarıldı. Sıra kardeşlerine gelmişti. Artık birer yetişkin olan Mustafa ve Galib ile hasret giderdi. Hiç görmedi ği en küçük kardeşi Halil ise yedi yaşına gelmişti. Onu bir süre kucağına aldı. Ve nihayet Maria’yı ev halkıyla tanıştırdı. Ardından Fatma bebek öpü cüklere boğularak elden ele geçti. Hizmetliler küçük beyin dönüşü şerefine Os manlI mutfağının en lezzetli yemeklerinden olu şan bir ziyafet sofrası hazırlamışlardı. Tüm aile neşe içinde sofraya kuruldu. Osman Hamdi yıllar dır özlemini çektiği yemeklere kavuştuğu için ma sadaki en iştahlı kişiydi. Bu arada Edhem Paşa ku sursuz Fransızcasıyla gelinine sorular soruyordu. “Evimizi beğendiniz mi Madam?” “Biraz şaşırdığımı itiraf etmeliyim, efendim. Aslında ben daha faklı bir ev bekliyordum.” 55
“Nasıl bir ev?” Maria utanarak, “Bana Türklerin iskemleyi bilmediği söylen mişti," dedi. “Yere oturup yemek yiyeceğimizi zannetmiştim.” Paşa bir kahkaha patlattı. Ardından da, “Bizim ailemiz medeniyetin ne olduğunu bilir kızım," dedi. Yemekten sonra Osman Hamdi Paris’ten getir diği hediyeleri dağıttı. Babasına ve kardeşi Mus tafa’ya son çıkan kitaplardan, annesine ise Paris li kadınların gözdesi renkli şallardan getirmişti. En küçük kardeşi Halil hediyesi tahta atı görünce sevinçten havalara uçtu. Eski sikkelere meraklı olan Galib de bir torba dolusu Fransız parası kar şısında küçük Halil kadar sevinmişti. Akşamüzeri genç çift erkenden izin isteyip odalarına çekildi. Osman Hamdi ne hissettiğini tam olarak bilmiyor du. Maria içinse beklediğinden kolay olmuştu bir Osmanlı paşasının konağına damdan düşer gibi girmek. İbrahim Edhem Paşa’nın büyük oğlunun Pa ris’ten döndüğü haberi etrafta çabucak yayıldı. Ertesi gün konak eş dost tarafından işgal edildi. Osman Hamdi misafirlerin karşısına çıkıp aile dostlarıyla hasret gideriyordu. Herkes Paris’te uzun yıllar geçiren bu yakışıklı gencin parlak bir geleceği olacağı konusunda hemfikirdi. Nicedir ona uygun Müslüman kızlar beğenen uzak akra 56
balarsa, Maria’nın varlığını öğrenince sükûtu ha yale uğramışlardı. Edhem Paşa genç çifti birkaç hafta rahat bı raktı. Osman Hamdi fırsattan istifade Maria’ya doğup büyüdüğü şehri gezdiriyordu. İlk günün sonunda Maria, “Hayatım boyunca hiç bu kadar çok başıboş köpeği bir arada görmemiştim,” dedi. Genç kadın Boğaz’da kayıkla dolaşmaya bayıl mıştı. Osman Hamdi Tophane İskelesi’nden sık sık sandal kiralıyor, kürekçilere cömert bahşişler verdiği için de gezinti Boğazkesen Kalesi’ne ka dar uzanıyordu. Genç çift saatler boyunca kayı ğın zeminine yerleştirilmiş minderlerde el ele diz dize oturup manzaranın keyfini çıkartıyordu. Ma ria çok meraklıydı. Gördükleriyle ilgili durmadan sorular soruyordu. En çok da Galata Kulesi’ni me rak etmişti. Osman Hamdi kulenin Bizans'tan ka lan bir Ceneviz yapısı olduğunu söyleyince Maria, “Çıkmamıza izin verirler mi?” diye sordu he men. Ertesi sabah yetmiş metrelik kulenin içindeki spiral merdivenleri nefes nefese tırmandılar. En üst katta bir kahvehane vardı. İçeride bir sürü er kek oturmuş nargilelerini tüttürüyorlardı. Avru palI olduğu belli olan bir gezginse teleskopa ben zeyen dürbününü parmaklıklardan dışarı doğru uzatmış şehre bakıyordu. Onun haricinde herkes işini gücünü bırakıp gözlerini genç çifte dikti. Os man Hamdi, Maria’nm elinden tuttuğu gibi koni 57
şeklindeki çatıyla kulenin bağlantısını sağlayan ahşap merdiveni çıkmaya başladı. Terasa ulaştık larında yedi tepeli Konstantinopolis bütün ihtişa mıyla onları selamladı. Maria, Kapalıçarşfya gidip saatlerce dolaş maktan da bıkmıyordu. İpek kumaşları, altın takı ları, porselenleri ve gümüşlerle süslü pabuçları saatlerce inceliyordu. Osman Hamdi karısını mut lu etmek için ona bol bol hediye aldı. Genç çiftin neşesi yerindeydi. Gecikmiş bir balayı yaşıyorlar dı sanki. İlk başlarda hemcinslerinin giydiği kıyafetleri yadırgamıştı Maria. Osmanlı kadınları sokağa çık tıkları zaman ferace denilen elbisenin içine sakla nıyorlardı. Ayak bileklerine kadar uzanan ferace ler o kadar boldu ki kadınların vücut hatları tüm bakışlardan sakınmış durumdaydı. Ama elbiseler rengârenk boncuklarla ve göz alıcı işlemelerle süslenmişti. İstisnasız tüm kadınlar başlarına da örtü takıyorlardı. Yüzlerse yaşmak denilen ince bir tülün ardında silikleşiyordu. Ama ağız ve bu run hâlâ buradayım demeyi sürdürüyordu. Osman Hamdi, Paris’te kaldığı yıllar boyunca kafasının içi gibi elbiselerini de Batıklaştırmıştı. Sürekli olarak redingot giyiyordu. Boğazına kadar düğmeleri olan bu ceket, Tanzimat’tan sonra İs tanbul’da moda olmuştu. Halk redingotu Frenk el bisesi olarak görse de üst düzey devlet memurla rı, aydınlar hep onu giyiyorlardı. Maria ise Os manlI kadınları gibi sıkı sıkıya olmasa da sokağa 58
çıktığı zaman başını bir tülbentle örtmeye başla mıştı. Beşiktaş’a doğru yürüyüş yaptıkları bir gün kocasına, “Günlerdir Konstantinopolis’te geziyoruz, ama sokakta tek başına yürüyen bir tane bile ka dın görmedim,” dedi. Osman Hamdı, maalesef der gibi kafasını sal ladı. “Burada kadınlar grup halinde dolaşır. Eğer kadın önemli birinin eşiyse ve dışarı çıkmak iste mişse haremağası ona eşlik eder.” Maria Paris’teki kadınların ne kadar şanslı ol duklarını yeni fark etmişti. Türk kadınları içinse üzülmüştü. Ama kocasına bir şey söylemedi. O akşam yemekten sonra İbrahim Edhem Paşa oğluna kendisiyle konuşmak istediğini bildirdi. Osman Hamdi oturma odasına giderken babası nın hangi konuyu açacağını tahmin edebiliyordu. Paşa oğluna karşına oturmasını işaret etti. Kahve sinden bir yudum aldıktan sonra da, “Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun bakalım?" diye sordu. Osman Hamdi kendinden emindi. Bacak bacak üstüne attı ve, “Resme karşı olan ilgimi biliyorsunuz," dedi. ‘Bu konuda Batı’nın çok gerisindeyiz. Arayı ka patmamız lazım. Bu nedenle...” Paşa oğlunun sözünü kesip, “Resim tahsili için Paris’e öğrenciler yolladı sultanımız,” dedi. “Oradayken birçoğunu tanımış59
sındır. Onlar yaparlar bahsettiğin işleri. Ahmed Ali için çok usta bir ressam olacak diyorlar." Osman Hamdı dudaklarını ısırmıştı. Ama hep si bu kadar değildi. Paşa koltuğunun arkasına yaslanıp ağzındaki baklayı çıkardı: “Midhat Paşa Bağdat’a vali oluyor. Yanında götürmek için de okumuş yazmış adamlar arıyor. Geçen gün Şurayı Devlet toplantısında paşa ile konuştuk. Senin hakkında malumat istedi ben den. Anlattıklarımdan çok etkilendi. Kısa bir süre sonra Bağdat Vilayeti Yabancı İşler Müdürlüğü’nü teklif edecek sana. Bence pek uygundur.” İşte bu kısa konuşmanın ardından Osman Hamdi kendisini yeni bir yolculuğun beklediğini anlamış oldu. Çaresizce odasına çıkıp daha yeni boşalttığı bavullarına baktı. Paris hâlâ akimdaydı. Oraya bir an önce dönmek için can atıyordu. Ama hayallerini ertelemeliydi. Geleceği yine babası ta rafından planlanmıştı. Bağdat’a gidiyordu!
60
Bağdat'ta Midhat Paşa ve Ahmet Mithat ile. Osman Hamdi sol başta.
Midhat Paşa 1869 yılında bile OsmanlI’nın en göze batan devlet adamlarından biriydi. Batı tara fından hasta adam olarak adlandırılmaya başla nan bir imparatorluğun en reformist yöneticisi ol duğu biliniyordu. Paşanın aklında neler neler yoktu ki! İlk adım olarak padişahın bile uymakla mükellef olacağı bir anayasa hazırlanmalıydı Böylece keyfi uygulamalar son bulacaktı. Paşaya göre mutlak monarşinin devri çoktan kapanmıştı. İmparatorluğun tekrardan saygın bir güç olabil mesi için acilen bir meclis açılmalıydı. Birçok Av rupa devleti, monarşi ile parlamentoyu bir arada işletmeyi başarmıştı. Osmanlı da pekâlâ böyle bir sistemle yönetilebilirdi. Midhat Paşa on yaşında Kuran’ı hıfz etmiş ve gençliği boyunca Fatih Camisi’nde verilen dersle re katılmıştı. Daha sonra Avrupa’yı gezmiş, Batı’nın ulaştığı uygarlık seviyesini kendi gözleriyle 63
görmüştü. O andan itibaren de Avrupa’da edindi ği modern hayat tecrübeleri kişiliğinde baskın ha le gelmişti. Paşa daha sonra çok çalışmış, devlet kademesinin basamaklarını bir bir tırmanmıştı. Tuna valisiyken Silistre, Vidin ve Niş gibi bölgele rin en uzak köşelerine kadar ulaştırdığı bayındır lık ve eğitim hizmetleriyle kendinden söz ettir mişti. Hatta Sultan Abdülaziz Avrupa seyahatin den dönerken Tuna vilayetine uğramış ve Midhat Paşa’ya, “Buraların gezdiğim Avrupa şehirlerinden hiç farkı kalmamış; sizi canı gönülden tebrik ederim,” demişti. Midhat Paşa İstanbul’a döndükten sonra Dev let Şurası adında bir kurul oluşturdu. Bundan böyle devlet yönetiminde şuranın da söz hakkı olacaktı. Bu arada muhalifleri, paşanın asıl hede finin Meclisi Mebusan’a zemin hazırlamak oldu ğunu çoktan padişahın kulağına fısıldamışlardı. Aslında çok da haksız sayılmazlardı. Ama paşa ne yaptı ne etti Devlet Şurası’nın açılması için Abdülaziz’i ikna etti. Kendisi de şuranın başkanı ol muştu. Fakat bu yeni görevinde bir yılı dolduramadan statükonun devamından yana olan sadra zamla ters düştü. Hayallerini gerçekleştirmek için İstanbul’da gerekli ortamın henüz oluşmadığını anlamıştı; uzak bir yere tayinini istedi. O sırada boş olan Bağdat Valiliği tam da ona göreydi. Bu isteği saray tarafından uygun bulundu. Paşa artık gönüllü sürgün sayılırdı. 64
Osman Hamdi’yi yeni göreviyle ilgili sevindi ren tek şey Midhat Paşa’yla beraber çalışacak ol masıydı. Onu daha yakından tanımaya can atıyor du. İmparatorluğun geleceği için paşanın düşün celerinin bir an önce hayata geçmesi gerektiğini Osman Hamdi de kabul ediyordu. Öte yandan, devlet memurluğuna başlayacağından dolayı ol dukça kaygılıydı. O güne kadar hiç yöneticilik yapmamış, dahası tam zamanlı herhangi bir işte çalışmamıştı. Kendini sadece resim konusunda yetkin görüyordu. İstanbul’daki son gecesini bunları düşünerek geçirdi. Huzursuzdu. Yatağında bir oraya bir bu raya dönüp duruyordu. Maria kocasının sıkıntısı nı fark etmekte gecikmedi. Ona cesaret vermek için, “Fransızcan çok iyi Hamdi” dedi. “Hatta ben den bile iyi. Yabancı yetkililerle nasıl konuşulaca ğını, onların nelerden hoşlanacağını senden iyi kimse bilemez. Paris Sergisi'ni hatırlasana! Orada her milletten insanla tanışmıştın ve hepsiyle iyi ilişkiler kurmuştun. Bağdat’ta, yabancı işler mü dürü olarak çok başarılı olacağına inanıyorum.” Osman Hamdi karısından duyduğu sözler sa yesinde biraz rahatlamıştı. Ona sarılarak uykuya daldı. Vedalaşma sabah erken saatte gerçekleşti. Osman Hamdi karısını ve kızını İstanbul’da bırakı yordu. Ama gözü arkada kalmayacaktı. Anne ba basının Maria ile Fatma’ya en iyi şekilde bakaca ğından emindi. Eğer Bağdat’taki görevi uzarsa 65
Maria bu süreyi Paris’te de geçirebilirdi. Bu konu da karısını özgür bırakmıştı. Bundan böyle Bağdat vilayetini yönetecek olan kafile, sakin bir gemi yolculuğunun ardından Antakya’ya ulaştı. Sonra Halep üzerinden Bağ dat’a doğru zahmetli bir tren yolculuğu başladı. Diğer görevlilerin çoğu Midhat Paşa’yı eskiden beri tanıyorlardı. Tuna valiliği yıllarında paşa ile beraber omuz omuz çalışmışlardı. Ekip kısa süre de, Paris’ten yeni dönmüş olan genci de aralarına kabul etti. Aslında herkes Osman Hamdi'ye gıp tayla bakıyordu. Onun dokuz yıla yakın Paris’te kalmış olması başlı başına bir saygınlık nedeniy di. Yurtdışındayken biraz hukuk, biraz da sanat tahsil etmiş olmasıysa saygınlığı hayranlığa dö nüştürüyordu. Kafile, 1869 Temmuzu’nun son günlerinde Bağdat’a ulaştı. Onları kırk sekiz derecelik bir sı cak karşılamıştı. Osman Hamdi hayatında ilk defa böylesine sıcak bir güneşle yüzleşmek zorunda kalıyordu. Nefes almak bile zordu. Yöre halkı yaz aylarında öğlenden sonra uykuya dalıp, ikindi ezanına kadar kestirmeyi âdet edinmişti. Ama İs tanbul’dan gelen yeni yöneticilerin işe dört elle sarılmaları gerekiyordu. İlk önce şehrin merke zindeki hükümet konağının yakınlarında personel için evler kiralandı. Taşınma telaşı bittikten son ra Osman Hamdi etrafta bir tur attı. Bağdat’a alış ması hiç de kolay olmayacaktı doğrusu. Daha bir kaç ay öncesine kadar Paris’te yaşıyordu. Her kö66
şeye yayılmış kalelerden, onların içini dolduran birbirinden şık hanımlardan, heykellerle süslen miş yemyeşil parklardan, tiyatrolardan ve müze lerden uzakta şimdi nasıl yaşayacaktı? Bir emri vaki sonucunda kendini Bağdat’ta bulmuştu. Ba basına karşı büyük bir kızgınlık belirdi içinde. Dünyaca meşhur bir ressam olmayı düşlediği günler çok gerilerde kalmıştı artık. Paris’ten ayrıl dığına bin pişmandı şimdi. Tüm gençlik hayalleri ni orada bıraktığını daha yeni yeni fark ediyordu. Neyse ki Bağdat’ta arkadaşlarıyla beraber kal dığı ev kısa sürede politika ve edebiyat tartışma larının yapıldığı, Fransızca şarkıların söylendiği, piyano konçertolarının dinlendiği ve bol bol şa rap içildiği bir mekâna dönüştü. Özellikle akşam yemeklerinde Midhat Paşa ile sohbet etmek her kes için eşsiz bir deneyim oluyordu. Paşa o sıra da kırk yedi yaşındaydı ve çok şey görüp geçir mişti. Bir gece sofradayken Osman Hamdi’ye doğru dönüp, “Siz de liberal misiniz?” diye sordu. Osman Hamdi ne diyeceğini bilemedi. O gün lerde liberal demek, padişahın yetkilerini sorgu layan demekti. Sessizlik uzayınca paşa sorduğu soruya yine kendisi cevap verdi: “Paris’te kalan herkes biraz öyledir zaten. Ben 1858 senesinde dört ay kaldım Paris’te. Siz daha çocuktunuz o zamanlar. İyi bilirim oranın siyasi atmosferini. Sokaklarında birkaç adım atmak ve67
ya kalelerinde birkaç saat oturmak yeterlidir. İn san özgürlüğün tadını alır." Midhat Paşa, Osman Hamdi’den sadece iki yıl önce gitmişti Paris’e ve sadece birkaç ay kalmış tı. Ama Osman Hamdi bozuntuya vermedi. Paşayı dikkatle dinlemeyi sürdürdü. “Her medeni millettin bir anayasası, bir de meclisi olmalıdır. Beni tanıyan herkes bu fikirde olduğumu bilir. Şurayı Devlet önemli bir adımdı ama tahammül edemediler. Bir türlü rahat bırak mıyorlar devlete hizmet etme niyetindeki adam ları. Şimdi de ne konuşuluyor biliyor musunuz? Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Mısır’da yaptığını ben de Bağdat’ta yapacakmışım. Nereye gitsem hep bu söylenti geliyor peşimden. Sözde özerk bir yönetim planlıyormuşum burada. Elbet padi şahımız da duyuyordur bu söylenenleri.” Midhat Paşa’nın sözleri masada buz gibi bir hava estirmişti. Bazıları, “Hiç öyle şey olur mu Paşa Hazretleri," diye mırıldandı. Ama herkes OsmanlInın çalkantılı bir döneme doğru ilerlediğinin farkındaydı. Geleceğin ne gös tereceği bilinmezdi ama Midhat Paşa ya kazana caktı ya da kaybedecekti. İstediklerini almadan uz laşmaya varacak biri olmadığı apaçık ortadaydı. Paşa, önünde duran şarap kadehinden bir yu dum aldıktan sonra, “Aman canım ne derlerse desinler,” dedi. “Biz burada işimize bakalım. Vilayetin hali içler acısı." 68
Osman Hamdi kısa sürede kararını verdi. Bu aydın OsmanlI paşası gerçekten de imparatorlu ğun kaderini değiştirebilecek bir güce sahipti... Kafileyle beraber Bağdat’a gelenler arasında Tuna’da paşa ile beraber çalışmış bir kalem erba bı olan Ahmed isimli bir genç de vardı. Midhat Paşa onu sever, yanından hiç ayırmazdı. Genç ya zar da her gittiği yerde bir gazete çıkartır, refor mist düşünceleri savunurdu. Osman Hamdi kısa sürede Ahmed’le de dostluk kurdu. Akşam ye meklerinden sonra iddialı satranç partileri dü zenliyorlardı. Sonra sohbet gece yarılarına kadar uzuyor, memleket meseleleri konuşuluyordu. Böyle sohbetlerde Osman Hamdi genç gazeteci nin tam olarak ne düşündüğünü bir türlü anlaya mazdı. Bazen onun Batılılaşma yanlısı bir aydın olduğu kanısına kapılır, sonra fikrini değiştirip Ahmed’in ateşli bir muhafazakâr olduğuna kana at getirirdi. Ahmed, Osman Hamdi’den sadece iki yaş kü çüktü. Ama iri yapısı, fazla kiloları ve uzamış sa kallarıyla olduğundan daha yaşlı görünüyordu. Vilayet konağında onu Midhat Paşa ile karıştıran lar bile oluyordu. Ahmed’in çocukluğu oldukça zor geçmişti. Babasını küçük yaşta kaybettiği için birçok işte çalışmak zorunda kalmıştı. “Mısır Çarşısı’nda aktar çıraklığı bile yaptım," dedi. 69
Osman Hamdi paşa babasının sayesinde bu yaşa kadar çalışmak zorunda kalmadığını arkada şından gizlemeyi tercih etti. Ardından da, “Annem çok meraklıdır otlara," diye cevap verdi. “Tüm hastalıklar için özel formülleri var dır. Çocukken ne zaman öksürsem hemen birkaç parça ot karıştırır, tuhaf renkleri olan çaylar dem lerdi.” Bunun üzerine Ahmed yerinden kalktı ve arka daşı için özel bir çay hazırladı. Fincanı uzatırken, “Bu cehennem sıcağında insanın hararetini alır," dedi. Osman Hamdi Ahmed’in karışımını beğendi. Daha ilk yudumunda keskin nane tadını duyumsamıştı. Daha başka otlar da olduğu kesindi. Çayı nı yudumlamayı sürdürürken yeni arkadaşına, “Midhat Paşa ile nasıl tanıştınız,” diye sordu. “Ağabeyim Tuna vilayetinde paşanın himaye sinde çalışıyordu. Bense İstanbul’da ne yapacağı mı bilemez haldeydim. Cebimde beş kuruşum yoktu. Kalkıp ağabeyimin yanma gittim ve vila yette bazı yazı işlerine yardımcı olmaya başla dım. Bir gün tesadüf eseri kalemim Midhat Paşa’nın dikkatini çekmiş. Beni hemen işe aldı. Da ha doğrusu bana bir meslek kazandırdı. 0 gün bu gündür nereye gitse beni de göreve çağırır.” Osman Hamdi çayını yudumlamayı sürdürür ken eski zamanlardan söz açtı. İki arkadaşın bir çok benzer çocukluk anısı vardı. Hemen hemen aynı yıllarda ve aynı semtlerde büyümüşlerdi. İki70
si de Dolmabahçe Sarayı’nın yapım halinde oldu ğu günleri çok iyi hatırlıyordu. “Kırım Savaşı sırasında Beşiktaş’taki okulum dan çıktığım bir gün Fransız askerlerinin arasına karışıp Tophane’ye kadar yürümüştüm,” dedi Os man Hamdi. “Hatta biri, daha önce hiç tatmadı ğım kadar nefis bir çikolata vermişti bana.” “A, evet ben de hatırlıyorum o günleri,” diye karşılık verdi Ahmed. “Boğaz’daki Fransız ve İngi liz gemilerini seyrederdik bütün gün. Selimiye Kışlası’nın yanındaki İngiliz ordugâhına bakardım karşı kıyıdan. Tepeler İngiliz askerlerinin beyaz çadırlarıyla kaplanmıştı. Cepheye gidecek asker ler son hazırlıklarını yaparlardı orada.” Osman Hamdi de tekrardan görür gibi olmuş tu on iki yaşındayken bakakaldığı manzarayı. As kerlerin sabah saatlerinde yaptığı atış talimini ta karşı kıyıdaki okulundan duyardı. Bütün sınıf ar kadaşları gibi o da korkardı patlayan silahlardan. Ama babasının, “Onlar dost askerler” dediğini ha tırlar, korkusunu çabucak yenerdi. O gece Bağdat’ta olduğunu unutup, kendisini çocukluğuna götüren rüyalar eşliğinde uyudu. Kadere inanıp inanmadığını bilmiyordu. Ama ge lecek üzerine planlar yapmaktan çoktan vazgeç mişti! Günler hızla geçiyor ama Osman Hamdi Bağ dat’ta kendisini hâlâ yabancı biri gibi hissediyor du. Paris’i ilk gördüğünde orada yaşayan insanla71
ra çok imrenmişti. XIX. yüzyılda Avrupa’ya ayak basan tüm Osmanlı aydınları gibi onun da aklın dan, bir gün benim ülkemdeki şehirler de böyle olmalı, düşüncesi geçmişti. Ama hiç şüphe yoktu ki Bağdat, Osmanlı modernleşmesini şiar edinmiş insanlar için umut öldürücü bir kara parçasıydı. Osmanlı sadece İstanbul’dan ibaret değildi. Midhat Paşa’nın dediği gibi, yapacak daha çok iş var dı. Paşa asla pes etmiyordu. Her gittiği yere çabu cak uyum sağlıyor, yapılan eleştirilere kulaklarını tıkadıktan sonra da işine gücüne koyulurdu. Os man Hamdi ise kendisini ıssız bir çölün ortasında kaybolmuş gibi hissediyordu. İçindeki buhranla nasıl başa çıkabileceğini bilemiyordu artık. Pa ris’teyken herkes onu Doğulu biri olarak görmüş tü. Ama o gerçek Doğu’yu ömründe ilk defa Bağ dat’ta tanıyordu. Buranın ne iklimine ne de insan larına alışabilmişti. Karısının ikinci çocuğuna ha mile olduğunu öğrendiğinde kaçıp kurtulmak is tedi bu Tanrı’nın bile unuttuğu topraklardan. Hat ta bir gece bavulunu bile topladı. Ama yapamadı. Cebinde taşıdığı istifa mektubunu yırtıp attı. Ruhunda günbegün derinleşen tezat bedenine de yansımış, yaz sıcağında ateşlenip yataklara düşmüştü. Herkes geceleri yarı çıplak uyurken o üstüne kat kat yorganlar örtüyordu. Doğal olarak birkaç saat sonra ateşi yükseliyor, kan ter içinde gözlerini açıyordu. Ardından yatağından fırladığı gibi evin verandasındaki sallanan iskemleye koşu yordu. Yaşamdan zevk aldığı tek andı bu. Bağdat 72
semalarını aydınlatan binlerce yıldıza bakmak ne kadar da rahatlatıcıydı. Her sokağı aydınlatılmış Paris’te bu kadar yıldızı hiç bir arada görmemişti. Ama biraz sonra güneş doğacak ve yeni bir gün başlayacaktı. Oysa ne çok isterdi zamanın durma sını, sonsuza dek o iskelemde oturmayı. Bir şiir dolanmıştı diline. Şafağı bekleyen umutsuz dudak larından hep o şiirin mısraları dökülüyordu: Efsanenin dediği gibi eğer Bu dünyada her insana B ir yıldız hükmediyorsa Parlak olmayan benimki Muhakkak ki kayan bir yıldızdır. Pek yaşlı değilim ben Ama çok seyahat ettim Ve devam ederim, ümit ederim Tıpkı gezgin Yahudi gibi Dolaşmaya dünyada Ve yürürken yaşlanmaya. Yolumda ölüme rastlarsam eğer Ona sadece şunu derim, merhaba güzelim Pişmanlık ve korku olmadan, elimi uzatarak ona Karanlık mezara gömülürüm Ama şimdilik haydi kaçan yıldızım Uçan kuşun gölgesi gibi geliyorum sana.
73
Sabahın ilk ışıklarıyla esmeye başlayan ılık çöl rüzgârına çıplak göğsünü emanet ederek tekrar uykuya dalıyordu Osman Hamdi. Diline dolanan şiiri hangi mısrasında terk ettiğini hatırlayamı yordu uyanınca. Yine böyle bir sabah kalemini eline aldı. Sıkıntısından ancak babasıyla derleşerek kurtulabileceğini biliyordu. Ama nedense bir türlü içindeki fırtınayı sözcüklere dökmedi. Paşa’ya Bağdat’taki siyasi gelişmeleri özetlettiği bir mektup yazmakla yetindi: Saygıdeğer Pederim, Arap halkını anlamaya ve onları medeniyet leriyle beraber kabul etmeye çalışıyorum. Tabii bir medeniyetleri varsa! Bağdat’ta oldukça pri m itif bir yaşam var. İnsan bu ilkelliği her yerde görebiliyor. Burada şehirler çölün ortasındaki te pelere kurulmuş. Kendi kendime bu saklı şehir lerde gerçekten de XIX. yüzyıl insanları mı yaşı yor diyorum. Devlet için çalışanlar arasında na muslu bir adama rastlamak pek mümkün değil. Tüccarlara gelince en saygın sayılanı Fransa'da olsa kürek cezasına çarptırılırdı. Her gün rüşvet yemiş memurları kapı dışarı ediyoruz. Burada çok adama ihtiyacımız var. Gelmeyi isteyecek tanıdıklarınız varsa çok memnun oluruz. Açıkça ifade etmem gerekirse Bağdat 'taki yö neticiler yıllardır baskıcı bir politika izlemişler. Kutsal emanetleri korumaktan başka hiçbir re fah etkinliği geliştirmemişler.
74
Büyük Britanya nın bölgeyle ilgili planlar yap tığı herkesçe biliniyor. Hindistan 'da elde ettikleri egemenlik Bağdat'a doğru uzanıyor. İngilizlerin bölgedeki gücü arttıkça halk nezrinde de yüceliyorlar. Onlara iki adım mesafede olan bizler ise küçük düşmüş oluyoruz. Söz konusu gelişmeler Osmanlı İmparatorluğu nun bölgedeki gücü üze rinde etkili olabilir mi? Ayrıca İngilizlerin bazı bölgelerde yöre halkıyla savaşmadan sadece ti caret silahını kullanarak egemenlik sağladığını da unutmayalım. Her ne kadar İngilizcenin dün yanın birçok yöresinde artık daha çok konuşul duğunu kendi kendimize söylemeye tenezzül et mesek de, günün birinde İngiliz bayrağının kör fez semalarında veya Bağdat kapılarında dalga landığını görmemiz bizim için sürpriz olmaz. Acaba bölgenin bütün Müslüman halkını tek bir şemsiye altında toplayabilir miyiz? Bu konular da sizinle istişare etmeyi ve engin bilgilerinizden yararlanmayı sabırsızlıkla bekliyorum. Saygıdeğer Pederim, size en içten selamları mı yolluyor ve saygılarımı sunuyorum. Oğlunuz Osman Hamdy
Midhat Paşa Tuna’da edindiği tecrübeyi vakit kaybetmeden Bağdat’a taşımayı başarmıştı. Paşa bölge limanlarını canlandırıyor, hastaneler, köp rüler yaptırıyor ve köylülere çok uygun faizli kre diler veriyordu. Yıllar önce kapanmış limanlar 75
tekrardan faaliyete geçmişti. Paşa, emrindeki as kerleri yerel isyancıların üzerine sürmekte de ge cikmemişti. Yıllardır Bağdat’taki hiçbir otoritenin baş edemediği kanunsuzluklar yavaş yavaş orta dan kalkıyordu. Osman Hamdi şehrin merkezinde dolaştığı bir gün darağacında sallanan üç ceset gördü. Hemen civardaki bir kahvehaneye girip olayı soruşturdu ve cesetlerin isyan eden aşiret reislerine ait olduğunu öğrendi. Başka bir gün ise Pers ülkesinden Bağdat’ı ziyarete gelen bir yetki linin Şii mezhebine bağlı halk tarafından nasıl coşkuyla karşılandığına tanık oldu. Karşılama kı sa sürede büyük bir şenliğe dönüşmüştü. Onlarca kurban kesildi. Atılan zılgıtlar kulakları tırmalar ken kalabalık hepten kendinden geçmiş gibi yöre sel bir dansın ritmine kapılmıştı. Kadınlar da baş larındaki örtüleri havaya atıp raks etmeye başla mışlardı. Erkeklerse revolverlerini çıkartıp hiç durmadan havaya ateş ediyorlardı. Osman Ham di çevresinde olan biteni seyrederken mezhep bağının bölgedeki insanlar için en kuvvetli birleş tirici olduğunu fark etmişti. Körfezin geleceğinde OsmanlI’nın tayin edici bir etkisi olabilecek miy di? O günlerde en çok bu soru takılmıştı kafasın da. Yaşayıp göreceğiz, demişti bir seferinde Midhat Paşa. Doğrusu da buydu galiba. Osman Hamdi yaşadığı coğrafyaya uygun kıya fetler giyme âdetini burada da sürdürüyordu. Özellikle yaz aylarında Araplar gibi giyinmekten çekinmiyordu. Vilayette işinin olmadığı günlerde 76
üzerine beyaz bir entari alıyor, kafasını yine aynı renk bir örtüyle sarıyor, ayaklarına da rahat bir sandalet geçiriyordu. Yeri geldiğindeyse Bağ dat’taki en modern giyinen beyefendi olmayı ba şarıyordu. Osmanlı yöneticileri arasında pötikareli takım elbise giyen tek centilmen oydu. Vilaye tin yabancı elçilere verdiği davetlerde herkes onu bir Avrupalı zannediyordu. Osman Hamdi resmi işlerden vakit buldukça resim yapmayı da ihmal etmiyordu. Bölgenin et nik yapısı oldukça ilgisini çekmişti. Kalın dudaklı zencilerden yerel kıyafetler giyinmiş bedevilere, ürkek bakışlı genç kızlardan cephanelik gibi ye lekleri olan çöl savaşçılarına kadar değişik deği şik insanlarla çalışma fırsatı bulmuştu. Bazen çiz diği resimleri kendisine poz verenlere armağan ediyordu. Ayrıca yeni bir ilgi alanı edinmişti. Ge çeleri odasına kapanıp bölgenin tarihiyle ilgili ki taplar okuyordu. Mezopotamya’da kökleri binler ce yıl gerilere giden bir medeniyetin varlığı bilim çevrelerince bir süredir tartışılıyordu. Hatta böl gede kurulmuş olan uygarlığın Mısırlılardan bile eski olduğu söyleniyordu. En iyisi kendi gözleriy le görmekti. Bağdat’ın kuzeyinde bulunan çeşitli kalıntılara katır sırtında ziyaretler yapmaya baş ladı. Bölge halkı on yıllardır oralara gelen yaban cı arkeologlara alışkındı. Ama karşılarında ilk de fa harabelere meraklı bir Türk görüyorlardı. Tam da o günlerde vilayet konağının kapısına bir köylü dadandı. Adam her gün geliyor ve Mid77
hat Paşa’yı görmek istediğini söylüyordu. Ama her defasında görevliler adamı zor kullanarak uzaklaştırıyorlardı. Midhat Paşa günler sonra bu sahneye tanık oldu ve hemen adamın içeri alınma sını emretti. Nihayet kendini paşanın karşısında bulan köylü cebinden tahtaya benzeyen garip bir nesne çıkardı ve “Efendim,” diyerek söze başladı: “Bunu bizim tarlada buldum. Ne yapacağımı bilemedim. Atsam atılmaz, satsam satılmaz. En iyisini siz bilirsiniz." Köylü elindekini Midhat Paşa’nın masasına ko yup odadan çıktı. Paşa kilden yapılmış garip nes neyi eline aldı ve uzun uzun inceledi. Çok geçme den bunun eski medeniyetlere ait bir tablet oldu ğunu anladı. Akşam Osman Hamdi’nin de hazır bulunduğu yemek masasında tablet gecenin konusu oldu. Osman Hamdi okuduğu arkeoloji kitaplarında çiviyazısı tabletlerinin fotoğraflarını görmüştü. Ama ilk defa orijinal bir tableti eline alıyordu. Kil parçasının üzerinde birbiriyle kesişen yüzlerce küçük çizik vardı. Tableti ters çevirdi, yan tuttu ama hiçbir türlü çizgileri bir şeye benzetemedi. Ama elinde tuttuğu kil parçası onu büyülemişti. Binlerce yıl öncesinden gelen o çamur rengindeki nesne, Osman Hamdi’yi bambaşka bir boyuta ta şımıştı sanki. Parmaklarının ucundan başlayan bir titreme kısa sürede bütün vücudunu sardı. Bu duyguyu daha önce sadece Louvre Müzesi’ni ge zerken tatmıştı. 78
Paşaya doğru dönüp, “Tableti ne yapmayı düşünüyorsunuz, Efen dim” diye sordu. Midhat Paşa Osman Hamdi’nin görüşlerine her zaman değer verirdi. Hele konu kültür tarihi ve sanat olunca bu gencin ne diyeceğini merak ederdi. Osman Hamdi’ye, “Sizce değerli mi bu?” diye sordu. “Bence kıymeti büyüktür Paşam. Çiviyazılarını okumayı başaran uzmanların olduğunu duymuş tum. Onlardan biriyle temasa geçene kadar table ti muhafaza etmeliyiz.” “O zaman en iyisi İstanbul’a göndermek. Zan nedersem Aya İrini’de bu tarz antikalar biriktirili yor.” Masadaki herkes gibi Ahmed de Osman Ham di’nin kültür birikimine hayrandı. İçinden, şu işe bak. koskoca Midhat Paşa bile ona danışıyor, di ye geçirdi. Yemekten sonra bir fırsatını bulup Os man Hamdi’den kendisi için kitaplar tavsiye et mesini istedi. Öğrenmeye açtı Ahmed. Bilmek is tiyordu her şeyi. Birkaç gün sonra bir listeyle çı kageldi Osman Hamdi. Ahmed kendisi için hazır lanmış okuma listesine uzun uzun baktı. Fransız edebiyatının en seçkin örnekleri, aydınlanma filo zoflarının kitapları ve dünya tarihi üzerine yapıl mış çalışmalar vardı listede. “Sakın parana acıma,” dedi Osman Hamdi. “Hepsini sipariş et Fransa’dan. Meselelerin iç yü züne vâkıf ol, ondan sonra tartış.” 79
Ahmed arkadaşının öğüdünü dinlemekte ka rarlıydı. Neredeyse bütün maaşını kitaplara yatır dı. Tam iki ay sonra kitaplar Bağdat’a ulaştı. Artık geceleri kimse Ahmed’i görmez olmuştu. Odasın daki mumlar sabaha kadar yanıyordu. Ama bir kaç hafta sonra okumaya ara vermesi gerekti. Çünkü Ahmed’in ağabeyi aniden ölüvermişti. Os man Hamdi arkadaşını bu zor günlerinde yalnız bırakmadı. Midhat Paşa da Ahmed’e destek olu yordu. Hatta bir gün Paşa, Ahmed’e yeni bir ağa bey olabilmek için kendi adını vermeyi önerdi. Ahmed de bu öneriyi sevinçle kabul etti. Genç ga zeteci, bundan böyle Ahmed Midhat olarak anıla caktı. Bu arada Osman Hamdi, İstanbul’dan gelen haberle bir kızı daha olduğunu öğrendi. Maria mektubunda hem kendisinin, hem de bebeğin sağlığının iyi olduğunu müjdeliyordu. Küçük kıza daha önce kararlaştırıldığı gibi Hayriye ismi ve rildi. Osman Hamdi de babasından Hayriye’nin bir fotoğrafını çektirip bir an önce Bağdat’a yol lamasını rica etti. İçindeki özlemi bir nebze de ol sa dindirebilmek adına bulduğu en iyi çözüm buydu... Bağdat vilayetindeki çalışmaları Midhat Paşa’nın ününe ün katmıştı. Osman Hamdi de özve risiyle herkesin takdirini toplamayı başarmıştı. Genç diplomat, İngiliz ve Fransız konsoloslukları nın düzenlendiği resepsiyonlarda yabancı yetkili80
lerle pazarlıklar yapmaya bile başlamıştı. Bağ dat’ta elde edilecek ticari imtiyazlar meselesi, Os manlI İmparatorluğu ile Avrupa devletleri arasın da hassas dengelerin gelişmesine neden olmuştu. Kerbela ve Hicaz’dan geçen hac yollunu takip eden ticaret kervanları, aynı güzergâhı yılda dört defa kat ediyorlardı. Bölge halkı yürürlükteki ya saları hiçe sayıp işlerine geldiği gibi davranırken, yabancı temsilciler de kendi ülkelerinin ticaret ten daha fazla pay elde etmesi için her türlü yola başvuruyorlardı. Osman Hamdi politikayla tica ret arasındaki çetrefilli ilişkiye ilk defa bu kadar yakından tanık olmuştu. Başı sıkıştığında ya ba basına mektup yazıyor ya da Midhat Paşa’ya da nışıyordu. Osman Hamdi ile imparatorluğun en meşhur paşası arasındaki dostluk gün geçtikçe güçlenmekteydi. Osman Hamdi babasından gelen mek tupları okuduktan sonra hemen paşaya götürü yordu. Midhat Paşa bir zamanlar Şurayı Devlet’te beraber mesai yaptıkları İbrahim Edhem Paşa’nm verdiği havadisleri ilgiyle takip ediyordu. İstan bul’dan gelecek mektup biraz geç kalsa ilk önce Midhat Paşa huysuzlanıyor, Osman Hamdi’ye, “Babandan yeni mektup yok mu?" diye sormaya başlıyordu. Edhem Paşa ise oğluna yazdığı mek tupların Midhat Paşa tarafından da okunduğunu bildiği için uzun uzun siyasi gelişmelerden bah setmeyi alışkanlık haline getirmişti. Bir keresinde Midhat Paşa sofradayken, 81
“İşte, bir baba böyle olmalı,” demişti. “Edhem Paşa oğluna en iyi dostuna yazar gibi yazıyor. Oğ lum kendine iyi bak, iyi uyu, yemeklerini düzenli ye, seni çok özlediğim vesaire vesaire demeyip daha ciddi konulardan bahsediyor. İstanbul’dan, Fransa’dan, hatta tüm dünyadan her türlü haberi naklediyor. Biz de bu sayede neler olup bittiğini öğrenebiliyoruz.” Paşa tam sözünü bitirmişti ki kapıdan içeri bir asker girdi ve selamını verdikten sonra elindeki kâğıdı uzattı. Herkes içeri pat diyen dalan askerin önemli bir haber getirdiğini anlamıştı. Midhat Pa şa notu okuduktan sonra düşünceli düşünceli, “Büyük bir isyan çıkmış," dedi. “Yarından tezi yok silahlara sarılmalıyız.” O gece sofra erkenden dağıldı. Midhat Paşa’nm kökten ıslahat olarak tanımla dığı çalışmalar bölgede yaşayanların bir kısmı ta rafından hoş karşılanmıyordu. Hırsızlık, rüşvet ve haraç üçgeninde işleyen sistem, paşanın darbesiy le paramparça olmuştu. Bölgeye egemen olan güç ler eski düzenin geri gelmesini istiyorlardı. Aşiret bağlarını da kullanarak bir hamlede binlerce insa nı sokaklara dökmüşlerdi. Civar kasabalarda baş layan karışıklık kısa sürede Bağdat’ın merkezine kadar yayıldı. Ama Midhat Paşa da güçlüydü. Bağ dat’a sadece vali olarak değil, bölgede konuşlan mış 6. ordunun komutanı olarak da gelmişti. Ertesi sabah Osman Hamdi, paşanın yolunu çevirip, 82
“Ben de sizinle gelmek istiyorum. Efendim” dedi. Midhat Paşa bu öneri karşısında önce mırın kı rın etti. “Sana bir şey olursa Edhem Paşa’ya ben ne de rim? Katiyen olmaz Hamdi. Burada işinin başında kalmalısın. Savaşın sana göre bir iş olmadığını iki miz de biliyoruz.” Ama Osman Hamdi kararlıydı. Atını hazırlat mış, çölde geçireceği gecelerde kendisine lazım olacak eşyalarını çoktan toplamıştı. Midhat Paşa genç adamın ısrarları karşısında, “Peki, gel o zaman,” demekten başka bir çare bulamadı. Düzenli ordu isyancıların izini bulmakta zor lanmadı. Çatışmalar beklendiği gibi çok şiddetli oluyordu. Hemen hemen her gün sıcak temas sağ lanıyor, çölün ortasında cesetler birikiyordu. Midhat Paşa isyancıların gözünün yaşma bakma makta kararlıydı. Durup dinlenmek nedir bilme den gece gündüz ilerliyordu. Osman Hamdi ise paşanın yanı başından ayrılmıyordu. Zaman za man silahını ateşlemesi gerekse de, Midhat Paşa onu ciddi bir tehlikeye atmayacak kadar çok sevi yordu. Geceleriyse belki de hepsinden zordu. Öğlen saatlerinde herkesi kan ter içinde bırakan güneş birden kayboluyor, sonrasında hava insanın içi ni titretmeye başlıyordu. Osman Hamdi karanlık basınca ilk önce askerler için çıkan tatsız tuzsuz 83
karavanadan yiyordu. Ardından toz ve çamur deryasının içinde kurulan eğreti çadırlardan biri ne çekilmek zorunda kalıyordu. Gece yarısına doğru başlayan kum fırtınasından korunmanın hiçbir yolu yoktu. Çöl sarısı minik kum tanecikle ri, çadırları istila etmek için aradıkları gedikleri muhakkak buluyordu. Osman Hamdi çadırından dışarı kafasını bile çıkartamadığı uzun geceler boyunca sadece düşünüyordu. OsmanlI’nın bir parçası olan bu topraklarda yaşayanlar kimlerdi gerçekte? İmparatorluğu coğrafi sınırlardan baş ka birleştiren bir güç var mıydı? Osmanlı olmak neydi aslında? Peki ya Türklük? Yoksa ortak pay da Müslümanlık mıydı bu topraklarda? Mum ışı ğının loşluğu hayallerine de yansıyor, ülkesinin geleceği konusundaki karamsarlığı artıyordu. Pa ris’teyken hiç düşünmediği konulardı bunlar. Bir sanatçı olarak politikayla hiç ilgilenmemişti ora da. Ama Bağdat’ta bambaşka biri olmuştu sanki. Kendini insanlarına karşı sorumlu hissediyordu artık. Uykuya dalmadan önce eline kâğıdını ve kale mini aldı. Her zamanki gibi İbrahim Edhem Paşa’ya mektup yazarak avunmaya çalıştı. Kıymetli Pederim, Size bu satırları çadırımda, yere oturmuş olarak yazıyorum. Yaklaşık ik i haftadır isyancı Araplara karşı savaşıyoruz. Şimdiden birçok muharebede hazır bulundum. Her defasında ga-
84
lip geldik. Şu işe bakın, demek başıma bunlar da gelecekti. Artık asker oldum! Bağdat'a döndüğümde size meseleyi uzun uzun yazarım. Şimdi daha fazlasını söylemem mümkün değil. Sadece size hayatta olduğumu bildirmek istedim. Benim için endişelenmeyin. Birkaç güne kalmaz size telgraf çekerim. Bütün olup bitenlerden beni haberdar etme y i sürdürmenizi rica ediyorum. Dünyanın geri kalanından nadiren haber alabiliyoruz. Burada o kadar yalnızım ki, kendimi bir balonda tek başıma uçuyormuş gibi hissediyorum. Ruhumun bütün kuvvetiyle sizi kucaklarım. Evladınız O. Hamdy
Osman Hamdi bu mektubu yazdıktan bir hafta sonra Midhat Paşa ile beraber sağ salim Bağdat’a döndü. Çöllerde eşkıya kovalamak onun için bambaşka bir deneyim olmuştu. Yaşamını birikti riyordu adeta! Her gittiği ülke, tanıştığı her insan ve tanık olduğu her olay ona farklı bir deneyim kazandırıyordu. Üstelik daha otuzuna bile basma mıştı. Bağdat’taki yatağını bu kadar özleyeceğini tahmin bile edemezdi. Paşadan birkaç gün için izin istedi. İstirahate ihtiyacı vardı. Günlerdir doğru düzgün gazete okuyamamıştı. Vilayette bi rikmiş gazeteleri ödünç alıp evinin yolunu tuttu. 85
Uzun süre yatağından çıkmayı düşünmüyordu. Birkaç dakika geçmemişti ki, gazetedeki bir habe re ilişti gözü. Bombay’daki Osmanlı elçisi istifa et mişti. Acilen Hindistan’a bir konsolos atanması gerekiyordu. Yattığı yerden cephedeki bir asker hızında kalktı. Elinde bir ay öncenin gazetesi, odanın için de dolanmaya başladı. Haberi bir kez daha oku du. Sonra da, “Bombay,” diye mırıldandı. Üzerine takım elbisesini giyer giymez kendini sokağa attı. Doğruca vilayet konağına gitti. Birkaç dakika öncesine kadar yatağında pijamalarıyla yatan Osman Hamdi şimdi en şık elbisesinin için de, Midhat Paşa’nın makam odasının önünde di kiliyordu. Kapıdaki görevliye paşanın müsait olup olmadığını sordu. Yaverden, “Paşa rahatsız edilmek istemediğini söylemiş ti; ama siz girebilirsiniz Hamdi Bey," karşılığını aldı. Midhat Paşa masasında yığılmış evrakları in celemekle meşguldü. Kendisinden daha bu sabah izin isteyen Osman Hamdi’yi karşısında görünce şaşırdı. Elinde tutuğu kalemi kâğıtların üzerine bı raktıktan sonra, “Hayrola Hamdi,” dedi. “Ne işin var burada?” “Eğer vaktiniz varsa sizinle bir şey konuşacak tım Paşam.” “Geç otur bakalım karşıma." 86
Osman Hamdi koltuğa oturur oturmaz kendin den emin bir vaziyette konuşmaya başladı: “Paşam, biliyorum hep benim iyiliğimi istersi niz. Çok mutlu olacağıma inandığım bir göreve ta libim.” “Neymiş bakalım istediğin görev." “Bombay elçiliği. Tabii izniniz olursa.” Midhat Paşa duyduklarına inanamamıştı. Sa dece, “Haydaa,” diyebildi. Şaşkınlığı geçtikten son ra da, “Bu da nereden çıktı şimdi Hamdi?” diye sordu. “Paşam, hep Hindistan’ı görmek istemişimdir. Hem orada yapılacak çok iş var. Bölge tamamıyla İngilizlerin egemenliğine girmek üzere. Umman Denizi savaş gemileriyle dolu. Ama Bahreyn Os manlI hâkimiyetini kabul etmeye hazır. Hürmüz Boğazı çevresinde Sünni Müslümanların yaşadığı bölgeler var. Hatta Hindistan’da bile büyük bir Müslüman nüfus var. Bu yüzden Bombay’a kabili yetli bir temsilci atanmalı. Tabii bir de ticari me seleler var ki, sizin de takdir edeceğiniz gibi onlar da oldukça karışık işlerdir. Demin de söylediğim gibi ben bu göreve talibim.” Midhat Paşa, Osman Hamdi’nin Asya’daki ge lişmeleri bu kadar yakından takip ettiğini bilmi yordu. Genç adamdan duyduklarına şaşırmıştı. Dahası çok etkilenmişti. Biraz düşününce Osman Hamdi'nin bu iş için biçilmiş kaftan olduğuna ka naat getirdi. Ama bir sorun daha vardı. 87
“Peki babanız İbrahim Edhem Paşa ne diyor Bombay’a gitme isteğinize?” diye sordu. 0 anda Osman Hamdi’nin kafası öne düştü. “Henüz haberi yok Efendim," dedi kısılmış bir sesle, “ilk önce size söylemek istedim. Eğer siz uy gun görürseniz ona da açacağım düşüncelerimi.” Midhat Paşa iki elini de masaya koyup hızlıca ayağa kalktı. “Benim için uygundur Hamdi. Lâkin son sözü paşa pederiniz söyleyecektir. Eğer o da kabul ederse ben Hariciye Nezareti’ne bir mektup yazıp Bombay’a atanmanızı sağlayabilirim.” İki adam neşe içinde el sıkıştı. Osman Hamdi paşanın makamından oldukça mutlu ayrılmıştı. Şimdi tek yapması gereken babasının da onayını almaktı. Hemen bir mektup daha kaleme aldı. “O kadar istekleyim ki, eminim oraya gitme iznini benden esirgemezsiniz," diye bitiyordu satırları. Midhat Paşa’nın bu işe olur verdiğini yazmayı da ihmal etmemişti. Osman Hamdi babasının cevabını beklerken Hindistan’da geçireceği günlerin hayalini kurma ya başladı. Yüksek bir maaş, hareketli bir kent, tüm Batı dünyasının gözlerini diktiği bir kıta... Çok heyecan vericiydi. Bu Bağdat denen yerden de sonunda kurtulmuş olacaktı. Hem artık Bom bay o kadar da uzak sayılmazdı. Milletlerarası Pa ris Sergisi'nde devasa bir maketini gördüğü Sü veyş Kanalı birkaç ay önce açılmış, Hint Okyanu su ile Akdeniz artık birleşmişti. Canım sıkıldıkça 88
bir vapura atlar İstanbul’a gelirim diye düşünü yordu. “Sadece bir ay sürer yolculuk." Ama Osman Hamdi’nin hayalleri yine kursa ğında kaldı. Bombay’a başka bir elçi atanmıştı bi le. Zaten İbrahim Edhem Paşa bu işe hiç de he vesli olmadığını mektubunda belli etmişti. Bom bay’a gitme fikri Osman Hamdi’nin kafasına girdi ği hızla geri çıktı. Bağdat onu alıkoymuştu sanki! Bu duruma en çok Ahmed Midhat sevindi. Os man Hamdi ile yaptığı sohbetler genç yazar için oldukça önemliydi çünkü. O da olmasa yazdığı yeni hikâyelerden kime söz edecekti ki bu çölün ortasında? “Bu sefer anneleri tarafından iyi bir eğitim ve rilen iki genç kızın öyküsünü anlatıyorum. Özgür lüklerine o kadar düşkünler ki evlenmeyi bile iste miyorlar." Osman Hamdi duyduklarına şaşırmıştı. Evlen mek istemeyen iki kızın hikâyesi, daha bir tane bi le basılı eser vermemiş olan Osmanlı romancılığı için oldukça devrimci bir konuydu. “Hikâye nasıl gelişiyor?" diye merakla sordu arkadaşına. “Kardeşinin uyarılarını dinlemeyen Zekiye ev leniyor ve bu onun felaketi oluyor. Kocasının eve getirdiği cariyeyle birlikte yaşamak zorunda ka lan genç kız ince hastalığa yakalanıyor. Acıklı bir son düşünüyorum." 89
“Adı ne olacak hikâyenin?” uFelsefe-i Zenan.” İsim Osman Hamdi’nin hoşuna gitmişti. “Bakarsın basılan ilk romanı da sen yazarsın Ahmed,” dedi. “Avrupa’da yüzyıllardır roman okunuyor. Bizde neden biri çıkıp da bir roman yazmıyor diye hep düşünmüşümdür.” Ahmed Midhat arkadaşının sözlerini gülümse yerek karşılamıştı. Aslında kendisi de çok isterdi Osmanlı’nm ilk romancısı olmayı. “Kısmet,” dedi. “Hele bir İstanbul’a dönelim de.” Birkaç ay sonra Babıâli ile yaşadığı siyasi an laşmazlıklar nedeniyle Midhat Paşa’nın bazı yet kileri elinden alındı. Artık bölgedeki silahlı kuv vetlerin komutanı değildi. Paşa belli etmemeye çalışsa da bu işe çok bozulmuştu. İstifa edeceği söyleniyordu. Osman Hamdi İstanbul’a dönüş vaktinin yakın olduğunu hissetti. İçini bir huzur suzluk kaplamıştı. Bağdat’taki ekip önemli işlerin altına imza atmış olsa da, tam anlamıyla bir başa rıdan söz edilemezdi. Bunca emek boşuna mı git mişti? Payitahttaki siyasi gelişmeler de geleceğe dair umutları karartıyordu. Osman Hamdi ucun dan köşesinden bulaştığı politikadan nefret etme ye başlamıştı. Hiç bitmeyen çıkar çatışmalarının ülkeye gerçekten hizmet etmek isteyen bir avuç aydına köstek olduğunu düşünüyordu. Bağ90
dat’tan ayrılmadan önce babasına yazdığı son mektubuna karamsarlık hâkimdi: E lveda y e n ilik ç i hareketler. H ayallerim iz su y a düştü. Biz, b iz i ço k iyi durum lara getirecek y ö n etim lerin ko lu n u bacağını k e siy o ru z v e a d a le tsizlik le r y a p a ra k onların başlarını eziyo ru z. Burası tekra r k e n d i d ip siz ku yusunun içine dü şecek. İta a tkâ r kafalardan y e n i bir karar ç ık a r m ı h iç ? Bu o laylar b a zı entrikacıların m arifeti dir. B ana hiç sö y le m e d in iz a m a va ta n se v e r his lerle dolu h a ssas k a lb in izin y a şa n a n la r y ü z ü n d en ço k üzüldüğünü hissediyorum . B öylece B ağdat'a e lv e d a diyorum . Bu şehri, d a h a önce b e n i perişa n ed en bir tren yolculuğu y a p a ra k terk e tm e m g erekecek. M idhat Paşa 'n ın bu ilk e l topraklara bir gün geri dön ü p d ö n m e y e c e ğ in i m e ra k ediyorum . A caba benim y o lu m p a şa ile bir d a h a k e sişe c e k m i? Hiç b ile m iyorum . S izin le en y a k ın sürede g ö rü şm ek um uduyla. E vla d ın ız O sm an H am dy
Osman Hamdi iki yıl aradan sonra tekrar İs tanbul’daydı. Günler geceler boyunca karısı ve çocuklarıyla hasret giderdi. Küçük kızı Hayri ye’yi ilk defa kucağına alıyordu. Beş yaşma gir miş olan Fatma ise babasının dizinin dibinden hiç ayrılmıyordu. Bağdat güneşi Osman Hamdi’yi 91
daha esmer biri haline getirmişti. Ama ondaki tek değişiklik bu değildi. Paris’te medeniyeti, Bağdat’ta kendini tammış, olgunlaşmıştı. Bu ara da idarecilik dersini en doğru kişiden, Midhat Paşa’dan almıştı. Şimdi neler bekliyordu acaba onu? 1869 yılında Paris’ten birkaç hafta sonra tekrar oraya dönmek üzere ayrılmıştı. Ama ken dini Bağdat’ta bulmuştu. Sonra Bombay sevdası na kapılmış, neyse ki Hindistan’ı çabuk unutmuş tu. Paris’e dönmeyi düşünmüyordu artık. En iyi si doğup büyüdüğü şehirde kalmaktı. Daha ide alistti. İmparatorluğun başkentindeki ilk görevi için hazır sayılırdı. Edhem Paşa tam da o sıralar Bayındırlık ve Ticaret nazırı olarak göreve başla dı. Onun da onayıyla Osman Hamdi, yabancı ya yınlar müdür muavini olarak devlet hizmetine girdi. Bütün gün ülkede yayınlanan yabancı dillerde ki gazeteleri ve dış basını takip edecek, sonrasın da da ilgili birimler için raporlar hazırlayacaktı. Bağdat’ta beraber çalıştığı Ahmed Midhat saye sinde zaten mürekkep kokusuyla epeyce haşır ne şir olmuştu. Bu yüzden yeni işine alışmakta zor lanmadı. Osman Hamdi o günlerde yazma eylemi ne daha farklı bakmaya başlamıştı. Yazmak da tıpkı resim yapmak gibiydi, ikisinde de bomboş bir kâğıdı sadece kendi kafasından geçenlerle dolduruyordu insan. Akşamları Fransız tiyatro geleneğine uygun piyesler kaleme almaya başla dı. Durum komedisi olarak yazdığı diyaloglar en 92
başta kendisini eğlendiriyordu. Bir gün oyunları nın sahnelenip sahnelenmeyeceğinden emin ol masa da yazmak onu rahatlatıyordu. Osman Hamdi’nin Bağdat’tan İstanbul’a dön düğü yıl Paris’te kazanlar kaynamaya başlamıştı. Fransızlarla Prusya arasında süregelen savaşta mavi üniformalıların işi zor görünüyordu. Bismark’m güçlü ordusu Paris’e doğru hızla ilerler ken şehirdeki Osmanlı öğrencileri birer ikişer yurtlarına dönmekteydi. Ahmed Ali de savaş teh didi nedeniyle eğitimini bırakıp İstanbul'a gelen ler arasındaydı. Kısa bir süre sonra Alman ordu ları Paris kapılarına kadar dayandı. Şehirde yaşa yanların can güvenliği kalmamıştı. Ertesi gün tüm Avrupa gazeteleri III. Napolyon’un seksen bin ki şilik ordusuyla beraber teslim olduğunu yazdılar. Yayınlanan illüstrasyonlarda III. Napolyon Al manların önünde eğilmiş, İmparatorluk kılıcını Prusya kralına teslim ederken görülüyordu. Os man Hamdi’nin Paris sokaklarında Abdülaziz’le beraber gördüğü haşmetli imparator artık sıra dan bir tutsak durumuna düşmüştü. Geceleri ba basıyla kafa kafaya verip Fransa’yı bekleyen gele cek üzerine tartışmalar yapıyorlardı. “Koca imparatorluğun doğru düzgün bir aske ri gücü kalmadı," dedi paşa. “Fransızlar kesin bir yenilgi aldı. Daha bu yüzyılın başında İspanya’dan Moskova’ya kadar her yerde zaferler kaza nan o büyük Fransız ordusu nereye gitti bir türlü anlayamıyorum.” 93
Osman Hamdi de, “Sapasağlam ayakta olan Prusya ordusu Pa ris’e bir top atışı mesafede,” deyip hak verdi ba basına. “Fransa’nın yüklü bir savaş tazminatıyla bile bu işten yakasını sıyırması mümkün görünmü yor.” “Neler olacak acaba?” “Paris düşecektir. Ama sonrasını bilemem.” Birkaç haftaya kalmadan Paris’te kimsenin tahmin edemeyeceği gelişmeler yaşanmaya baş landı. Halk genci yaşlısı, kadını erkeğiyle silaha sarıldı. Tüm dünyanın gözü Fransa’nın üzerindey di. Meydanları dolduran kalabalık imparatorun teslim olmasını fırsat bilip üçüncü defa cumhuri yeti ilan etti. Üstelik sokaktaki insanlar vali yar dımcısı Haussmann’ın genişlettiği bulvarlara ba rikatlar kurup şehirlerini savunmaya başlamışlar dı. Kurulan her komün kendi bölgesinde kahra manca direniyordu. Bu arada Osman Hamdı çalış tığı dairede Fransa’dan gelen gazeteleri uzun uzun inceliyordu. Bir hafta önce yayınlanmış ga zetede, sürgünden yeni dönmüş olan Viktor Hugo’nun halka yaptığı çağrıyı okudu: "Ayağa k a lk ın ız. H er e v bir a s k e r versin. Her k e n t bir ordu olsun. Gece g ü n d ü z d e m e d e n sa vaşalım . Şehirlerde, dağlarda v e ovalarda sa v a şalım . A te ş k e s y o k , d in le n m e yok, u yku y o k ! D üşm an; durm a, dinlenm e, u yum a fırsatı bula-
94
m a sın ka rşım ızd a . D espotluk özgürlüğe saldırı yor. H aşin olun e y yurtseverler! B ir kö ylü ku lü b esinin ö n ü n d en g eçerken içeride uyuyan bir ya vru yu a lnında n ö p m e k için, sa d e c e o anda durun. ”
Fotoğraf ve illüstrasyonlarda yıkık binalar, parçalanmış heykeller, sokak ortasına dizilmiş toplar, ölmüş atlar ve yerlerde yatan cesetler gö rünüyordu. Osman Hamdi, Louvre Müzesi’ndeki bazı galerilerin silah imal edilen atölyelere dö nüştürüldüğünü gösteren bir illüstrasyona bakın ca gözlerine inanamadı. Daha iki yıl öncesine ka dar yaşadığı şehir gerçekten burası mıydı? Batı medeniyetini tanıdığı, âşık olduğu, çocuğunun doğduğu, ömrünün sonuna kadar orada yaşamak istediği şehir! Nasıl olup da bu hale gelmişti? Şim di Paris’in her yeri barut kokuyor, Seine’e kan akı yordu. 0 güzelim binalar moloz yığınına dönmüş tü. Kol kola girip gece kaçamakları yaptığı arka daşı Dikran şimdi nasıldı acaba? Hukuk okulun dan, resim atölyelerinden tanıdıkları neler yapı yorlardı? Hocası Gerome için de endişeleniyordu. Ya pansiyonunda kaldığı yaşlı kadın, hayatta mıy dı? Bilemiyordu. At eti yiyen Parislilerin kendile rini şanslı hissettikleri söyleniyordu. Çünkü o günlerde halkın mönüsünde genellikle kedi ve kö pekler vardı. Hatta hayvanat bahçelerindeki filler bile aç Parislilerin hedefi olmuştu. Osman Hamdi Paris kafelerinde yediği o güzelim yemekleri ha95
tırladı. Açlık ve Paris’i bir arada hayal edemiyor du. Ama savaş her zaman olduğu gibi sefaleti de beraberinde getirmişti. Yabancı yayınlar müdür muavini, Paris Komünü’ndeki gelişmeleri hem işi gereği, hem de kişi sel nedenlerden dolayı oldukça yakından takip et ti. Parisliler artık Alman ordularıyla değil, halk ik tidarından ölesiye korkan Fransız Sarayı’na bağlı birliklerle savaşıyordu. Üstelik daha birkaç ay ön cesine kadar birbirlerini boğazlayan Prusya ordu suyla Versailles askerleri, şimdi Paris Komünü’ne karşı işbirliği yapmaktaydı. Komün yönetimi bu kargaşanın içinde bir sürü yasa çıkartmayı da ih mal etmemişti. Paris’te yerel meclisler kurulmuş ve yönetim halka devredilmişti. Ardından kilisele rin mallarına el konuldu. Devletin din işlerine büt çe ayırması yasaklandı. Okullardaki din dersleri kaldırıldı. Giyotinler meydanlara çıkartılıp yakıl dı. Bazı fabrikalar işçilerin eline geçti ve üç renk li Fransız bayrağı yerine desensiz kırmızı bayrak komünün simgesi oldu. Savaş içinde devrim yapılıyordu! Ama düzenli ordu karşında halkın direnişi faz la uzun sürmedi. 1871 Haziram’nın ilk haftasında İstanbul’a ulaşan gazeteler komünün yenildiğini yazmaya başladı. Direnişçiler son kurşunlarına kadar savaşmışlardı. Yenildiklerini anlayınca da imparatorluğun simgesi olarak gördükleri Tuileri es Sarayı’nı yakıp yıkmışlardı. Versailles ordusu nun Paris’i ele geçirmesiyle yetmiş iki gün süren 96
komün yönetimi sona ermiş oluyordu. Tarafsız gazeteler sorgusuz sualsiz öldürülen komüncüle rin sayısının yirmi bini bulduğunu yazdılar. Pa ris’teki duvarlar komüncülerin kurşuna dizildiği nişangâhlar olarak hizmet vermişti. Binlerce dire nişçi de tutuklandı. Hapishaneler, kışlalar, kaleler ve hatta ahırlar tutsaklarla dolmuştu. Osman Hamdi son birkaç ayda olup bitenler karşısında ne diyeceğini, ne düşüneceğini bilemi yordu. Medeniyetin beşiği olarak kabul edilen Pa ris’te kan gövdeyi götürmüştü. Ortalık biraz yatı şınca Paris’te bulunan dostlarına mektuplar yol lamaya başladı. Kiminden cevap aldı, kimindense alamadı... Ertesi yıl İbrahim Edhem Paşa üstün hizmet lerinden dolayı Osmani Nişanı ile onurlandırıldı. Paşa belli etmese de bu işe çok memnun olmuş tu. Üniformasını giydiği özel günlerde sol göğsü ne iğnelediği madalya ve nişanlarını saymak hiç de kolay olmuyordu doğrusu. Bu arada Osman Hamdi Bağdat’tan döndükten sonra kaleme aldı ğı piyeslerin meyvelerini toplamaya başlamıştı. İki K a rp u z B ir K oltuğa S ığ m a z isimli piyesinin Osmanlı tiyatrosunda oynandığı gece ailesiyle birlikte salona gidip temsili izledi, iki evli Erme ni kadının aynı delikanlıya âşık olması anlatılı yordu piyeste. İşin içine kocaların da katılmasıy la ortalık karışıyor, oyun bir komediye dönüşü yordu. 97
1
Edhem Paşa oyunu eğlenceli bulmuştu. İzler ken kendini tutamayıp güldüğü bile olmuştu! Pa şa oğlunu tebrik etti. Ama ne düşündüğünü tam olarak kimse anlamadı. Aynı yıl Osman Hamdi’nin Fransızca olarak yazdığı Uçurtma isimli komedisi de Beyoğlu’ndaki Fransız Tiyatrosu’nda oynandı. Oyunda tren yolculuğu sırasında karşısındaki ka dına aşkını ilan eden bir adam anlatılıyordu. Ama işin ironikyanı kadının zaten adamın kendi karısı olmasıydı. Osman Hamdi temsilden önceki hazır lıklarla bizzat ilgilenmişti. Hatta oyuncuları bile kendi seçmişti. Eserlerinde kadın erkek arasındaki ilişkinin gi zemli yollarında dolaşmayı tercih etmişti hep. Gelebilecek muhtemel tepkileri önlemek için her iki piyeste de hikâyeyi gayrimüslim azınlığın ara sında kurgulamıştı. O günlerde Osman Hamdi’nin kafasında sürekli olarak yazmak düşüncesi olsa da, resim yapmayı bir kenara itmesi söz konusu değildi. Ne de olsa renklerin büyülü dünyası onun ilk göz ağrısıydı. Ama devlet hizmeti hepsinden önce gelirdi. Kısa bir süre sonra yeni görevi kendisine teb liğ edildi. 1873 yılında Viyana'da milletlerarası büyük bir fuar düzenlenecekti. XIX. yüzyılın ikinci yarı sından itibaren düzenlenmeye başlayan bu gibi sergiler, Avrupa devletlerinin gövde gösterisine dönüşmüştü. Her ülke ulaştığı askeri ve teknik düzeyi diğerinin gözüne sokarcastna sergilemek 98
için fırsat kolluyordu. Ayrıca milletlerarası sergi lerde önemli ticaret bağlantıları da kuruluyordu. Bu nedenle fuarlar düzenlendikleri günlerde Av rupa’nın en önemli gündem maddesi oluyor, ba sın aylar boyunca sergi haberleri geçiyor ve bin lerce insan salonlara akın ediyordu. Osmanlı Devleti de Viyana Sergisi’ne çıkartma yapma niyetindeydi. Babıâli bir yandan ülkenin modernleşme çabalarını dosta düşmana göster mek istiyor, diğer yandan da Türk kültürünü or yantalizm meraklılarına tanıtmayı planlıyordu. Osman Hamdi 1867 Milletlerarası Paris Sergisi’ni bizzat yaşamış, Bağdat’ta ve İstanbul’da başarılı hizmetlerde bulunmuş biri olarak sergiye katıla cak Osmanlı heyetinin baş sorumlusu seçilmişti. Gerçekten de bu iş kıvıracak ondan daha iyi bir aday düşünülemezdi. Protokol bilgisi, Avrupa kültürüne yatkınlığı ve yabancı dili kusursuzdu. Üstelik sergiyle yakından ilgilenen Ticaret Nazırı nın oğluydu. Osman Hamdi tekrar Avrupa’ya gideceği için sevinç içerisindeydi. Yeni görevine canla başla sarıldı. İlk önce İstanbul’da yapılması gereken iş lerle ilgilendi. Sergiye götürülecek eşyaları hazır lıyor, pavyonları tasarlayan marangozlara fikir veriyor, nakliyenin sorunsuz tamamlanması için düzenlemeler yapıyordu. İbrahim Edhem Paşa ise sergide teşhir edilmesi için Osmanlı kostümle ri topluyordu. Bu nedenle konağa imparatorlu ğun dört bir yanından çeşit çeşit elbiseler yağı99
yordu. Osman Hamdi ve Maria bu yöresel kıyafet leri giyip evin içinde küçük defileler düzenlemeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Osman Hamdi üze rindeki kostümlere uygun şivelerde konuşarak bütün ailesini kahkahalara boğuyordu. O günler de konaktaki herkesin keyfi yerindeydi doğrusu. Osman Hamdi Viyana’ya hareket etmeden ön ce İstanbul’daki nakış işleri sergilerini gezip be ğendiği eserleri Viyana’ya götürmek üzere satın aldı. Bu arada Paris’teki öğrencilik yıllarından ar kadaşı Ahmed Ali de İstanbul’da bir sergi düzen lemek için yaklaşık bir yıldır çalışmalar yapıyor du. Mizacından dolayı Şeker Ahmed olarak anıl maya başlayan usta ressam, Osmanlı tarihinin ilk resim sergisini organize etmeye çalışıyordu. Da ha önceleri çeşitli el sanatlarının ve birkaç tane de tablonun teşhir edildiği sergiler düzenlenmiş ti. Bazı askeri okullarda da resme meraklı öğren cilerin eserleri görücüye çıkmıştı. Ama Şeker Ahmed'in şimdiki hayali tıpkı Paris’tekiler gibi sade ce ressamlarla sanatseverlerin buluşacağı gerçek bir resim sergisi düzenlemekti. Gerekli olan finansal desteği bulduktan sonra, 27 Nisan 1873’te bu hayalini gerçekleştirdi. Sergi üst düzey devlet gö revlilerinin de katılımıyla açıldı. İstanbul’da yaşayan yerli ve yabancı birçok ressam sergiye en iddialı eserlerini yollamıştı. Özellikle Mösyö Guillement’in tabloları herkes ta rafından beğenilmişti. Şeker Ahmed ise sergiye tam on beş eseriyle katılıyordu. Bu ilk resim ser100
gisi basının da güzel sanatlar konusuna eğilmesi ne vesile olmuştu. O günlerin İstanbul gazetele rinde sanat ve uygarlık ilişkisi üzerine yazılar çı kıyordu: "M edeniyet â le m i içinde b izi b e d e v i aşiretle ri h a lin d e g ö sterecek şeylerd en biri d e m e m le k e tim iz d e g ü z e l sanatların, y a n i m im ari, h e y kel, resim v e m ü z ik sanatçılarının kıtlığıdır. Zi ra adı geçen sa n a tla r g ü ze llik v e n efa se t m e y d a n a g etirm e esa sın a dayandığı için g ü z e l sa n atlar d iye isim lendirilm iştir. S anattan m a h ru m m ille t m e d e n i sa yılm a z. M edeniyette geri k a lanlar, m e d e n i m illetlere karşı y e n ile re k o n la rın esiri h a lin e düşerler. Yaratm a gücünün Doğu sanatçılarının n o k sa n y a n ı olduğunu sa n m ıyo ru z. A rtık Türkler çe kin g en tarzda a ya k koyd u ğ u bu y o la kararlı bir şe k ild e girm elidir. H er y ıl g ü z e l sa n a tla r sergile ri açılm alı, eserleri sergilenm iş sanatçılardan la yık olanlara m ü k â fa tla r verilm eli, sergilenen s a n a t eserleri d evletçe satın a lın m a lı v e sonra bir h a lk m ü z e sin e konm alıdır. B öylece eserler için h a rca n m ış e m e k le r ka rşılık bulacaktır. ”
Osman Hamdi Viyana'ya gidip oradaki hazır lıklarla uğraştığından dolayı Şeker Ahmed’in ser gisini gezememişti. Ama arkadaşının gösterdiği çabayı takdirle karşılıyordu. Paris’te hemen he men her pazar yeni bir resim sergisi açıldığını ve 101
halkın salonların önünde nasıl kuyruklar oluştur duğunu hatırlamadan edemedi. Yüzlerce yıllık bir gecikmenin ardından nihayet kendi şehrinde de bir resim sergisi açılmıştı işte. Bu arada İstanbul’da kalan Edhem Paşa Viyana’daki oğluna yardım etmek için elinden geleni yapmayı sürdürüyordu. Paşa sergi için Osman lI’da H alk G iysileri 1873 isimli kapsamlı bir kitap hazırlattı. İmparatorluk sınırları içinde yaşayan tüm etnik ve dini gruplara yer vermiş olan dev boyutlu kitaptaki portreler, bir Levanten olan ün lü fotoğrafçı Pascal Sebah tarafından çekilmişti. Fotoğraflardaki kompozisyonlar oldukça bilgilen diriciydi. Aynı karede farklı farklı kültürleri temsil eden insanlar bir arada fotoğraflanmıştı. Böylece bölgenin etnik ve dini yapısının kıyafetlere nasıl yansıdığı bir bakışta görülebiliyordu. Yazar Ahmed Midhat Efendi de bir Lübnanlı gibi giyinip Pascal Sebah’a poz verenler arasındaydı. Kitapta ki Fransızca metinlerin önemli bir bölümü ise Os man Hamdi tarafından yazılmıştı. Sergi sorumlusunu Viyana’da en çok düşündü ren konu fuarda teşhir edilecek imparatorluk hâ zinelerinin güvenliğini sağlamaktı. Eğer paha bi çilmez eserlerden birine bile bir şey olursa kendi sini asla affetmezdi. Osman Hamdi yardımcılarıy la beraber saatler öncesinden limana gidip hâzi neleri taşıyan gemiyi beklemeye başlamıştı. Gön derine Osmanlı bayrağı çekilmiş gemi, Tuna’nın mavi sularında belirdiğinde tüm heyetin heyeca102
nı bir kat daha arttı. Viyana polisi rıhtım bölgesin de geniş güvenlik önlemleri almıştı. Birbirinden kıymetli eşyalar İstanbul’dan beri hâzineye eşlik eden görevlilerin gözetiminde, limanda hazırlan mış arabalara yüklendi. Osman Hamdi nakliye işi nin asıl sorumlusu olarak en küçük detayla bile yakından ilgileniyordu. Her arabaya bir de polisin binmesini istedi. Az sonra konvoy hâzinenin ser gi açılışına kadar muhafaza edileceği kraliyet sa rayına doğru son sürat ilerlemeye başladı. Viyana halkı bu gösterişli konvoyun ne taşıdığını çok me rak etmişti. Sokaktaki herkes işini gücünü bırak mış, hızla ilerleyen at arabalarına bakıyordu. O anda Osman Hamdi’nin gözünün önüne Abdülaziz’le 111. Napolyon’un Paris sokaklarından geçişi geldi. Yüzünde hafif bir gülümseme belirmişti. Yolculuk boyunca hiçbir aksilikle karşılaşıl madı. Hazine birkaç hafta sonra saraydan alınıp Osmanlı pavyonunun en güvenli bölmelerine yer leştirildi. Fuarın resmi açılışıyla beraber insanlar devasa büyüklükteki sergi alanına adeta akın et mişlerdi. Viyana’ya sırf bu sergi için farklı farklı ülkelerden binlerce ziyaretçi gelmişti. Salonlarda ağırlıklı olarak Almanca konuşulsa da, hemen he men her lisanı işitmek mümkündü. Osman Ham di’nin yönetimindeki Türk pavyonu kısa sürede serginin en çok ziyaretçi çeken köşelerinden biri oldu. Pavyonda göbektaşı ve kurnası olan bir Türk hamamı, göz alıcı iç dekorasyonuyla bir Türk konağı ve ziyaretçilere nargile, kahve ve çay 103
ikram edilen geleneksel bir Türk kıraathanesi var dı. Her üç yapı da bire bir ölçülerde inşa edilmiş ti. Duvarlarsa Türk halı ve çinilerinin en nadide örnekleriyle kaplanmıştı. Bir de berber dükkânı kurulmuştu pavyona. İstanbul’dan getirtilen bir usta deri kayışına sürterek bileylediği usturasıyla dileyenlerin sakalını kesiyordu. Tüm bu hazırlık lar sayesinde sergiyi gezenler adeta küçük bir İs tanbul turu atmış gibi oluyordu. Osman Hamdi'nin beklediği gibi kostümler de büyük ilgi görmüştü. Ziyaretçiler özellikle Aydın zeybeklerinin giydiği kıyafetlere hayran kalmıştı. Osman Hamdi zaman zaman kostümlerden birini üzerine geçirip fotoğraf makineleri için pozlar ve riyordu. OsmanlI pavyonunda en çok halı satışı yapılmıştı. Avrupa’dan, Latin Amerika’dan, hatta Japonya’dan gelen ziyaretçiler hiç de ucuz olma yan elişi Türk halılarından satın alıyorlardı. Fuar da ürünlerini tanıtan ünlü Hacı Bekir şekerleme leri ise organizatörler tarafından gümüş madalya ya layık görüldü. AvrupalIlar Türk lokumuna ba yılmışlardı. Osman Hamdi sergiye gelen ünlü şe kerci Hacı Bekir’in torunlarını bizzat tebrik etti ve fırsattan istifade edip enfes lokumlardan tattı... Yıllar sonra tekrar Avrupa’da olmanın mutlu luğunu yaşıyordu. Fransa’da kaldığı yıllarda ken disini hep öğrenci gibi hissetmişti. Babasının yol ladığı harçlıklarla yaşadığını bir an bile unutma mıştı çünkü. Şimdiyse kendi parasını kazanan ye104
tişkin biri olarak Viyana’nın tadını çıkartıyordu. Davetlere katılıyor, tiyatrolara gidiyor ve müzele ri ziyaret ediyordu. Medeniyeti özlemişti. Yaşadı ğı çağda çoğu insanın doğduğu mahallede yaşlan dığının farkındaydı. Ama o herkesten farklıydı. Böylesi bir hayata sahip olduğu için şükretti. Ba samakları koşar adım çıkıyordu. Ama nereye doğ ru gittiğini kendisi bile bilemiyordu. Altı yıl önce ki Paris Sergisi’nin basit bir katılımcısı değil miy di? Osmanlı pavyonundaki ufak tefek işlere yar dımcı olmuştu sadece. Şimdiyse dünya sergisine katılan Türkler arasındaki en üst düzey görevliy di. Bir insan daha ne isteyebilirdi ki? Viyana’da kaldığı süre boyunca babasının es ki dostu olan Fransız bir diplomatın evine gidi yordu sık sık. Ailenin Osman Hamdi’den birkaç yaş küçük bir oğlu ve iki kızı vardı. Türk misafir; birbirinden ilginç bibloları, porselen çanak çöm lekleri, gümüş kaşık bıçak takımları, her zaman yanan bir şöminesi ve tüm odalara yayılmış gü müş kaplama şamdanları olan bu evde kendisini çok rahat hissediyordu ailenin tüm üyeleri de onu sevmişti. Varlıklı evlerde eğer genç bir kız yaşıyorsa, piyano olmazsa olmaz bir aksesuardı. Eve gelen konuklar zorla salondaki koltuklara oturtulur ve onlara kız çocuklarının nasıl piyano çaldığı gösterilirdi. Osman Hamdi de akşam ye meklerinden sonra bu âdetten payına düşeni alı yordu. Sık sık hatalarla dolu resitaller dinlemek zorunda kalıyordu. Bazen de sergiden getirdiği 105
kuklalarla gösteriler düzenleyip ev sahiplerini güldüren o oluyordu. Evde büyük bir davetin verildiği kalabalık bir gecede Osman Hamdi elinde şarap kadehi duvara yaslanmış, kendilerini Viyana valslerine kaptıran gençleri izlemeye dalmıştı. Kısa süre sonra gözle rinin hep aynı genç kızın üzerinde gezindiğini fark etti. Kız bembeyaz muslin bir elbise giymişti. Ka barık eteklerini savura savura dans ederken dal galı saçları her adım atışında havalanıyor, ortaya çıkan zarif boynu meraklı gözleri memnun ediyor du. Salondaki erkeklerse bir dakika bile dinlen mesine fırsat vermeden genç kızı dansa kaldırı yorlardı. Osman Hamdi büyülenmiş halde karşı sındaki zarafeti izlemeyi sürdürdü. Bir süre sonra dans etmekten artık iyice yorgun düşen genç kız, solonun uzak bir köşesine doğru çekildi ve kele bek desenleriyle süslü yelpazesini hızlı hızlı kaba rıp inen göğüslerine doğru sallamaya başladı. Os man Hamdi elindeki kadehi boş bir sehpanın üze rine bıraktığı gibi hemen kızın yanına yaklaştı ve kendisini, “Viyana Sergisi Osmanlı pavyonu sorumlusu," olarak takdim etti. Genç kız şaşırmış gözüküyordu. Birkaç saniye boyunca sustu. Osman Hamdi kızın Fransızca bil mediğini düşünmeye başlamıştı ki, kusursuz bir aksan işitti: “Mösyö, siz gerçekten de Türk müsünüz?” “Evet, Matmazel. Adım da Osman Hamdi." 106
“Ne olur şaşkınlığımı maruz görün. Hayatımda ilk defa bir Türk’le tanışıyorum da.” Osman Hamdi gülerek, “Umarım sizi hayal kırıklığına uğratmamışımdır,” dedi. “Ben Türkleri hep daha farklı hayal etmiştim. Hiç de düşündüğüm gibi değilmişsiniz.” Osman Hamdi gülmeyi sürdürüyordu. “Hayalinizdeki Türk’ü merak ettim doğrusu,” dedi. Kız da gülmeye başlamıştı. “Bir kere kafanızda kırmızı bir fes olmalıydı. Sonra belinizde bir kuşak. Bir de ismini bilmiyo rum ama o bol pantolondan giymeniz gerekiyor du.” “Tanzimat’tan beri ülkemde çok şey değişti,” diyerek cevap verdi Osman Hamdi. Sesi ciddileş mişti. “Medeniyete uyum sağlamak için çabalıyo ruz. Tabii kıyafetlerimiz de değişiyor. Bu arada daha bana adınızı bile söylemediniz Matmazel." Kız utanarak, “Adım Maria," dedi. “Aslen Fransız'ım.” Osman Hamdi duyduklarına inanamamıştı. Te sadüfün bu kadarı da olmazdı. Tıpkı karısı gibi bu kızın da adı Maria idi. Üstelik o da Fransız’dı. Ya şadığı küçük şoktan çıkar çıkmaz hemen Paris üzerine sohbete başladı. “Paris’te dokuz yıl kaldım. Ecole des Beaux Arts’ta resim eğitimi gördüm. Gustave Boulanger ve Jean Leon Gerome’ün öğrencisi oldum. 1869 107
yılında ayrıldım Fransa’dan. Sonra Konstantinopolis’e dönüp sarayın hizmetine girdim. Babam İbrahim Edhem Paşa, imparatorluğun Bayındırlık ve Ticaret nazırıdır." Maria’nın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Karşı sında Türk sultanını yakından tanıyan bir ailenin üyesi duruyordu. Üstelik bu genç adam Paris’te eğitim görmüş bir ressamdı. Ne diyeceğini bile medi. Tam o anda Osman Hamdi, “Kaç yaşındasınız Matmazel?” diye sordu. Maria gözleri önde, “On yedi,” dedi. Hemen ikinci soru geldi. “Viyana’da ne yapıyorsunuz?" “Öğrenciyim. Paris’te savaş başlayınca ailem okumam için beni buraya yolladı. Bu yıl okulumu bitirip ülkeme geri döneceğim." “Sergideki Osmanlı pavyonunu muhakkak gör melisiniz. Eğer teşrif ederseniz sizi bizzat gezdiri rim. Sıkılmayacağınızı şimdiden garanti ediyo rum.” Maria bu teklifi gülümseyerek karşılamıştı. Çe kine çekine, “Neden olmasın,” dedi. Genç kız yeni tanıştığı Türk'ün kendisiyle ilgi lendiğini fark etmişti. Osman Hamdi ise, yıldırım aşkı dedikleri bu olsa gerek diye düşünüyordu. Gece biterken Maria hafta sonu Osmanlı pavyo nunu ziyarete geleceğine söz verdi. 108
Osman Hamdi o gece heyecanından uyuyamadı. Bir an önce pazar gününün gelmesini istiyor du. Ama sanki zaman donmuştu. Geçmek bilme yen o birkaç gün boyunca hep Maria’yı düşündü. Ve pazar günü geldiğinde özel konuğuna Türk mi safirperverliğinin tüm sıcaklığını gösterdi. Maria’ya kahveler, lokumlar ve tatlılar ikram etti. Es ki sultanların kullandığı kaftanları, altın yaldızlı porselen çay takımlarını, pırlanta kaplamalı han çerleri ve birbirinden kıymetli mücevherleri ince lediler birlikte. Maria gördükleri karşında çok et kilenmişti. Türklere karşı hissettiği korkuyla karı şık küçümseme duygusunun ne kadar yersiz ol duğunu fark etmişti. Osman Hamdi genç kızın kalabalıktan bunaldı ğını hissedince dışarı çıkmayı önerdi. İlk önce yu varlak bir kubbesi olan devasa büyüklükteki giriş salonuna vardılar. Sonra üstünde sergiye katılan tüm ülkelerin bayraklarının dalgalandığı ana kapı ya ulaştılar. Fuar alanının hemen dışında fıskiye lerinin metrelerce yukarıya su fışkırttığı büyük bir havuz vardı. Havuzun etrafında ağır adımlarla bir iki tur attılar. Ardından boş bir bank bulup oturdular. Maria üç sene önceki Prusya Savaşı sı rasında yaşadığı zor günleri anlatmaya başladı. Osman Hamdi de Bağdat’ta Midhat Paşa ile geçen günlerinden bahsetti. Sonra Konstantinopolis hakkında konuştular uzun uzun. Maria bütün Av rupalIlar gibi sultanla, haremle, haremağlarıyla il gili sorular soruyordu. Konstantinopolis’i gör109
mek istediğini de açık açık dile getiriyordu. Os man Hamdi’ye göre İstanbul dünyanın en güzel şehriydi. Boğaz'ı, sarayları, camileri anlattı genç kıza. Maria Türk arkadaşının yüzüne bir peri ma salı dinlermiş gibi bakıyordu. O gün ikisi de çok eğlenmişti. Sonraki günler deyse Maria yeni arkadaşına Viyana’yı gezdirme ye başladı. Genç kız uzun süredir bu şehirde ol duğu için her yeri avucunun içi gibi biliyordu. Os man Hamdi kendini tamamıyla Maria’nm rehber liğine bırakmıştı. Birlikte müzeleri, sarayları ve parkları gezdiler. Bir zamanlar Napolyon’un işgal ettiği Schönbrunn Sarayfnın devasa bahçesinde saatlerce yürüdüler. Gotik mimarinin en göz alıcı örnekleri olan katedrallere ve kiliselere gittiler. Maria'nın mum dikip sessizce dua ettiği dakika larda bile Osman Hamdi çevresini incelemeyi unutuyordu. Hayranlık bürümüş bakışları, gizli gizli de olsa hep genç kızın üzerindeydi. Maria Türk arkadaşını Viyana’daki ünlü halk pazarı Naschmarkt’a bile götürdü. Osman Hamdi kala balığın arasına karışıp birbirinden lezzetli meyve lerin tadına bakmaktan çok keyif aldı. Viyana’ya özgü tatlıları da beğenmişti. Kayısı marmelatlı ve sıcak çikolata kaplı meşhur Sacher pastasından kaç dilim yediğini kimse sayamadı. Maria yorulduğunu hissettiğinde erkek arkada şının koluna girip bir kaleye oturmayı teklif edi yordu. Osman Hamdi kaledeki garsona içecek bir şeyler söyledikten sonra hemen cebinden defteri110
ni ve kurşun kalemini çıkartıyor, Maria’nın gülüm semesini sayfalara aksettiriyordu. Genç kız, res sam arkadaşının defterden kopardığı kâğıdı alıp özenle çantasına koyuyordu her defasında. Kendi sine verilen bu güzel hediyenin altında kalmak is temediğinden hesabı ödemeye kalksa da, Osman Hamdi her zaman ondan çabuk davranıyordu. Bu arada günler hızla geçiyor, Viyana Sergisi’nin kapanışı yaklaşıyordu. Osman Hamdi sergi de geçirdiği zamanlarda bile sürekli Maria’yı dü şünmeye başlamıştı. Bu işin nereye varacağını bir türlü kestiremiyordu. Başını derde soktuğunun farkındaydı. İstanbul’a dönünce aklının Viyana’da, daha doğrusu Maria’da kalacağını çok iyi biliyordu. Artık onsuz yaşayamazdı. Düşündü ta şındı, Maria ile açık açık konuşmaya karar verdi. Hemen genç kızın kaldığı eve bir not gönderip er tesi gün için buluşma talep etti. Ne olacaksa olsundu! Ertesi gün her zaman buluştukları kafeye ilk gelen Osman Hamdi oldu. Heyecanı yüzüne yan sımıştı. Avuç içleri buz kesmiş, şakaklarında ter damlacıkları belirmişti. Kendine bir kadeh likör söyleyip Maria’yı beklemeye başladı. Çok geçme den genç kız kapıda göründü. Büyüleyiciydi. Tüm salonun bakışları birden onun üzerinde çevrildi. Ama Maria hiçbirini görmeden Türk arkadaşının yanına geldi. Osman Hamdi, bonjour dedikten sonra genç kızın eline küçük bir öpücük kondur du. Ardından bütün cesaretini toplayıp konuya 111
girdi. Maria Osman Hamdi’nin evli olduğunu, da hası iki de kızı olduğunu öğrenince şok geçirdi. Tüm bunların üstüne Osman Hamdi Maria’ya olan aşkını da itiraf etmişti. Genç kız şaşkındı, ne diyeceğini bilemedi. “Benimle Konstantinopolis’e gelir misin?” sorusunuysa hiç beklemiyordu. Ama duydukları doğruydu. Bir an için karşısındaki adamın peşine takılıp Konstantinopolis’e gittiğini hayal etti. Bu sefer de, orada beni bir harem dairesi mi bekliyor diye düşünüp paniğe kapıldı. Kendini toparladık tan sonra, “Dediklerinden hiçbir şey anlamadım Hamdi," dedi. “Bana ikinci karılık mı öneriyorsun yoksa?" Osman Hamdi bu yanlış anlamayı hemen dü zeltti: “Benimle beraber İstanbul’a gelmeye razı olur san karımdan hemen boşanacağım.” Aslında Osmanlı hukukuna göre boşanmadan ikinci bir evlilik yapmasında hiçbir sakınca yoktu. Ama Osman Hamdi bu seçeneği aklına bile getir medi. Böyle bir şeyi sevdiği insanlara yapamazdı. Bu sırada Maria, “Nasıl olur, aileme ne derim, okulum ne ola cak?” diye sayıklıyordu. Kafası karmakarışık ol muştu kızcağızın. Karşısında oturduğu adam kim di gerçekte? Avrupa’ya alışmış genç bir kız ne ya pardı sultanın şehrinde? Sokağa çıkması gerekti ğinde çarşaf mı giyecekti? Ya din meselesi ne ola caktı? Müslüman mı olması gerekecekti? 112
Osman Hamdi. Maria’nın kafasında onlarca so ru işaretinin dolaştığını hissetmişti. Ama onu İs tanbul’a götürmekte kararlıydı. Saatler süren ik na çabalarından sonra emeline ulaştı ve Maria ta mam dedi. Hemen o masada mektuplar yazıldı. Maria Paris’teki ailesine durumu bildirdi. Osman Hamdi ise hem babasına hem de karısı Maria’ya ayrı ayrı mektup yazdı. İbrahim Edhem Paşa’dan evdeki durumu idare etmesini rica ediyordu. İs tanbul’daki Maria’nm kalbi kırılacaktı, ama yapa cak bir şey yoktu. Âşık olmuştu! Tek endişesi ço cuklarıydı. Maria onları Paris’e götürmek isteye bilirdi. Bu da onun en doğal hakkıydı... Birkaç hafta sonra genç çift İstanbul’a doğru yola koyuldu. Osman Hamdi seneler önce Fran sa’dan dönerken de benzer sahneleri yaşamıştı. O zaman da yanında İstanbul’u daha önce hiç görmemiş Maria isimli genç bir kız vardı. Ama bu sefer durum daha gerilimliydi. Geminin güvertesindeyken Maria, “Neyin var Hamdi?" diye sordu. “Yoksa piş man mısın?” Osman Hamdi hemen Maria'nın koluna girdi ve, “Hayır hayır,” dedi. Sıkıntısının nedeni olarak aklına gelen ilk bahaneyi söyledi: “Hani şu bizim pavyonda sergilenen Osmanlı kostümleri vardı ya, onları eşe dosta hediye et mek zorunda kaldım. İnsanlar çok beğenmişlerdi 113
elbiseleri. Hayır diyemedim. Halbuki babama hepsini geri getireceğimi söylemiştim. Ona biraz canım sıkkın." Maria beklenildiği gibi İstanbul’da biraz soğuk karşılandı. Fatma Hanım yeni gelinine mesafe koy muştu. Paşa ise ne yapacağını şaşırmıştı. İki Fran sız kadının karşılaşmaması için elinden geleni ya pıyordu. Maria için misafir odası hazırlandı. Ama konağın kaç odası olursa olsun, böylesi bir durum da aynı çatı altında yaşamak hiç de kolay değildi. Osman Hamdi ürkek bakışlarla karısı Maria’yı arı yordu evin içinde. Birkaç saat sonra yatak odasına çıkıp onunla yüzleşti. Osman Hamdi ne diyeceğini, lafa nasıl başlayacağını bilemiyordu. “Maria inan bana..." “Açıklama yapmana gerek yok Hamdi," deyip sözünü kesti karısı. “İlk vapurla Paris’e dönüyo rum. Çocuklar da benimle geliyor. Daha fazla ko nuşmayalım.” Osman Hamdi odadan çıkar çıkmaz kendini di vanın üzerine attı. Bacakları bir betonun içine gö mülmüştü sanki. Yürüyemiyordu. Tüm vücudu nun titrediğini hissetti. Karısına, lütfen çocukları burada bırak demeyi istiyordu. Ama bir anneye nasıl söylenebilirdi ki böyle bir şey? Hayriye yata ğın yanına yerleştirilmiş beşikte mışıl mışıl uyu yordu. Ama ablası Fatma olanları sezmiş gibiydi. Her zamanki gibi babasının dizinin dibinden ayrıl mıyordu. Osman Hamdi Fatma’nın saçlarını okşa dı. Sonra ona sıkıca sarıldı. 114
Maria iki gün sonra evdekilerle vedalaşıp Fran sa’ya geri döndü. Bir kadının yaşayabileceği bu en zor anları olabildiğince metanetle karşılamıştı. Hayriye çok küçük olduğundan annesi onu yanın da götürüyordu. Ama babasını çok seven Fat ma’yı İstanbul’da bırakmak zorunda kalmıştı. Çünkü küçük kız evden ayrılmamak için saatlerce gözyaşı dökmüştü. Osman Hamdi, Fatma’nın İs tanbul’da kalmasına çok sevindi. Hak etmediği bir ödüldü bu. İçinden gelen sesse Hayriye’yi sonsu za kadar kaybettiğini söylüyordu. Ayrılık günü Galata Rıhtımfnda küçük kızını son bir kez daha öptü. Ama Maria bu anının uzun sürmesine izin vermedi. Hayriye’yi kucağına alır almaz, kocasıyla vedalaşmadan gemiye çıkan merdivenleri tırmanmaya başladı. Osman Hamdi büyük kızı Fatma ile beraber dakikalarca geminin hareket etmesini bekledi. Ama güvertede kendisi ne el sallayan birini göremedi. Diğer Maria ilk başlarda Edhem Paşa ailesi nin yakın çevresine Viyana’dan gelen bir dost olarak tanıtıldı. Gerçi birkaç gün içinde herkes işin rengini anlamıştı. Ama âşıkların gözü kimse yi görmüyordu. İnsanların dediklerine kulakları nı tıkamışlar, evlenmek için Maria’nın ailesinin Fransa’dan gelmesini beklemeye başlamışlardı. Osman Hamdi bu zamanı değerlendirip ikinci defa sevdiği bir kadına doğup büyüdüğü şehri gezdirdi. 115
Nikâh günü geldiğindeyse karısını karşısına al dı ve, “Sana bundan böyle Naile demek istiyorum," dedi. Genç kız şaşırmıştı. Naile ismini yüksek sesle üç kez tekrarladı. Kulağa hoş geliyordu. Sonra he men, “Anlamı ne?” diye sordu. Maria, Naile'nin erişmek, kavuşmak anlamına gelen nail kelimesinin dişil hali olduğunu öğrendi ve o andan sonra Naile oldu.
116
/ % CÜ// CÜ Çj8 ö //ü/ / / /
93 Harbi sırasında asker üniformasıyla.
Osman Hamdi gibi biri için devlet işi tüken mezdi. Naile Hanım ile evliliğinin tadını çıkarma sına fırsat bulamadan Hariciye Nazırlığı protokol müdür muavini olarak atandığını öğrendi. Bun dan böyle diplomatik görüşmelerin tertibinden ve yabancı devlet adamlarının ağırlanmasından sorumlu olacaktı. Konuklara ne hediye verileceği, davetlerde neler yeneceği gibi ayrıntılarla bile il gilenmesi gerekecekti. Avrupalı elçilerin Osmanlı padişahının karşısında el pençe divan durduğu dönemler çoktan geride kalmıştı. Artık bu tarz gö rüşmeler modern diplomasinin kuralları çerçeve sinde yapılıyordu. Osman Hamdi şimdi de. Harici ye Nezareti’nin yabancı yetkililerle kurduğu ilişki lere Avrupa’da edindiği görgüyü katmakla yüfûmlüydü. Görev başı yaptığı gün Bağdat’ta gide ceğini öğrendiği andaki gibi bir kaygıya kapılma dı. Artık kendine güveniyordu tutuğunu koparan 119
biri olduğunu herkese kanıtlamıştı. Yeni eşi ve yeni işiyle birlikte kendi şehrinde, yepyeni bir ha yata başlamıştı. Bu arada İbrahim Edhem Paşa uzun zamandır hayalini kurduğu Boğaz kenarı bir yalıya sahip ol ma arzusunu sonunda gerçekleştirmişti. Kuru çeşme sahilinde dört yüz metrekare büyüklüğün deki yalı, iki geniş salon, on iki oda ve dört tuva letten oluşuyordu. Bahçesi fıskiyeli bir havuz ve antika bir selsebil ile süslenmişti. Ama yine de Edhem Paşa ailesinin üyeleri Mahmutpaşa Hamamfnın karşında bulunan eski konaklarından taşı nırken hüzünlenmişlerdi. Hatta Fatma Hanım, ko naktaki eşyaların hamallar tarafından sırtlanıp kapının önünde bekleyen at arabalarına yüklendi ğini görünce gözyaşlarına hâkim olamamıştı. Ço cukları Hamdi, Mustafa, Galib ve Halil’in konağın bahçesinde koşturarak oyun oynadıkları günlerin üzerinden onca yılın geçtiğine bir türlü inanamıyordu. Ama kısa sürede herkes Kuruçeşme’deki yalı ya alıştı. Akşam yemeği için deniz kenarına indiri len masa gece yarısına kadar orada kalıyor, neşe li sohbetlere tanıklık ediyordu. Uzun yaz geceleri boyunca kimsenin aklına Boğaz esintileriyle se rinleyen bahçeyi bırakıp eve girmek gelmiyordu. Naile Hanım da yeni düzenine alışmakta zorluk çekmemişti. Boğaz’dan geçen yunus sürüleriyle komşu olmaktan dolayı çok mutluydu. Üstelik ga rip bulduğu hiçbir âdetle karşılaşmamıştı kocası120
nın evinde. Kendisini İstanbul’da yaşayan bir Fransız aileye gelin gitmiş gibi hissediyordu. Birkaç hafta sonra Osman Hamdi hocası Jean Leon Gerome’den bir mektup aldı. Gerome mek tubunda Konstantinopolis’e geleceğini müjdeli yordu. Ressamın doğuya yaptığı seyahatler, en az tabloları kadar ünlenmişti. Oryantalistlerin üsta dı her seferinde ne yapar eder sultanın şehrine de uğrardı. Gerome söylediği gibi kısa bir süre sonra İstanbul’a geldi. Osman Hamdi hocasını kendi şehrinde görmekten dolayı büyük mutluluk duymuştu. Beaux Arts yılları üzerinden çok za man geçmiş, iki adamın arasındaki hoca öğrenci ilişkisi artık tamamen ortadan kalkmıştı. Gerome, Beyoğlu’ndaki bir kafede buluştukları Osman Hamdi’yi Doğululara özgü bir şekilde kucaklaya rak karşılamış ve aynı şekilde karşılık bulmuştu. Ünlü ressam heyecanla, “Paris’teki atölyemi şimdi görmeni isterdim Hamdi," diye söze başladı. “Her yanı Doğu tarzın da döşedim. Yüzlerce orijinal aksesuarım var. Nargileler, fesler, kaftanlar, ayakkabılar, ferace ler, kilimler. Daha neler neler. Sama atölyemin bir fotoğrafını getirdim. Ceketimin cebinde olacaktı." Osman Hamdi Paris’i özlemişti. Hocasının adı na imzaladığı fotoğrafa biraz da hüzünle bakarken, “Keşke işlerden fırsat bulup gelebilsem yanını za,” dedi. “Ama bu aralar o kadar yoğunum ki.” Gerome içtiği Türk kahvesinden koca bir yu dum aldıktan sonra, 121
“Duyduğuma göre Paris’ten sonra Bağdat’a git mişsin,” dedi. “Birkaç aydır da Viyana’daymışsın. Oysa ben seni hep başka türlü hayal etmiştim Hamdi. Sanata karşı öyle bir tutkun vardı ki, başka işlerle uğraşacağın hiç aklıma gelmezdi doğrusu." Osman Hamdi hocasına hak verir gibi başını salladı. “Devletimizin eli kalem tutan herkese ihtiyacı var. Fransa’daki gibi sadece sanatla uğraşacak bir sınıfın oluşması şu an için bizde imkânsız görünü yor. OsmanlI’da devlete hizmet hep öncelikli ol muştur. Ben de bu kurala uydum gidiyorum işte.” “Sen mutluysan sorun yok. Ama resim ihmal etmeye gelmez. Bunu sakın unutma!" “Her fırsatta elime fırçamı alıyorum, merak et meyin. Son yaptığım tabloları size göstermeyi çok isterim. Kaç gün kalacaksınız Konstantinopolis’te?” Gerome’ün gözleri ışıl ışıl parlamıştı. “İnan bilmiyorum Hamdi,” dedi. “Doğu ışığı al tında yaşamaktan asla sıkılmıyorum. Kalabildi ğim kadar buralardayım. Ama daha güneye de in meyi düşünüyorum. Mısır, Tunus ve Cezayir üze rinden döneceğim Fransa’ya. Oldukça uzun bir yolculuk bekliyor beni. Bu arada senden bir ri cam olacak.” “Size bir yardımım dokunursa ne mutlu bana.” “Eleştirilerden bıktım usandım artık. Beni hep hayal dünyaları çizmekle itham ediyorlar. Bura dan birçok fotoğraf satın almak istiyorum. Paris’e 122
döndüğümde Konstantinopolis’in insanları, so kakları, camileri, hamamları, çarşıları da benimle beraber gelsin diye. Her ayrıntıyı gerçeğe uygun olarak çizebileceğim böylece. Gerçi fotoğraflar si yah beyaz olduğundan renkleri hafızamda tut mam gerekecek ama olsun. Hiç yoktan iyidir.” Osman Hamdi’nin aklına iyi bir fikir gelmişti. “Sizi saray fotoğrafçıları Abdullah Biraderlerle tanıştırmalıyım. Onların gündelik hayat üzerine çektikleri fotoğraflar harikadır. Şehir panorama larını da görmelisiniz.” Gerome dostunun bu önerisine çok sevinmiş ti. Çünkü o da Abdullah Biraderlerin ününü duy muştu. Onların Fransız Fotoğraf Topluluğu'na ka bul edildiklerini biliyordu. Ama bir konu daha vardı meşhur ressamın kafasını kurcalayan. “Peki ya eski sarayın harem dairesi,” dedi. “Orayla ilgili fotoğraflar, gravürler bulabilir mi yiz? Duyduğuma göre padişah Dolmabahçe’ye ta şındıktan sonra Topkapı Sarayı’na girip çıkmak daha kolay oluyormuş.” Osman Hamdi, Gerome’ün son dönemlerde hareme karşı özel bir ilgi duyduğunu biliyordu. Fransız ressam, egzotizm ile erotizmin kaynaşma sının AvrupalIlar için had safhada kışkırtıcı oldu ğunu keşfettiğinden beri, hadım edilmiş siyahi harem-ağalarınm ve Batılı erkeğin göz zevkine gö re betimlenmiş çıplak cariyelerin arzı endam etti ği tablolara ağırlık vermişti. Osman Hamdi ustası için neler bulabileceğini düşündü. Ardından otur123
dukları kafeden kalkıp Abdullah Biraderlerin fo toğraf atölyesine doğru yürümeye başladılar. Cadde-i Kebir her zamanki gibi kalabalıktı. Cadde boyunca işleyen atlı tramvaylar vızır vızır yanla rından geçiyor, yola inmeyi tehlikeli hale getiren faytonlarsa bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı. Yayalar, sokak satıcıları ve dilenciler tarafından istila edilmiş dar kaldırımda güçlükle ilerlerken Gerome ilgiyle etrafına bakındı ve, “Yirmi yıl öncesine göre epey değişmiş burala rı," dedi. “Paris sokaklarından bir farkı kalmamış." Osman Hamdi başıyla onayladı hocasını. Son ra da, “Beyoğlu özel bir yerdir,” dedi. “Ta Bizans’tan beri Konstantinopolis’in Batılı yüzünü simgeler." “Ama ben sur içini tercih ederim. Eyüp’ü, Süleymaniye’yi, Edirnekapı’yı. Oradaki camiler, me zarlıklar ve kıraathaneler gerçekten de Doğu’da olduğumu hissettirir bana." Gerome konuşmasına devam ederken Osman Hamdi vitrininde birbirinden hoş portre fotoğraf larının sergilendiği bir dükkânın önünde durdu ve hocasını eliyle içeri davet etti. Gerome atölye de gördüklerine inanamamıştı. Saray fotoğrafçıla rı Abdullah Biraderlerle tanıştığı için kendisini çok şanslı hissediyordu. Yüzlerce fotoğraf incele di ve birçoğunu satın aldı. Osman Hamdi, hocasını en iyi şekilde ağırla dıktan sonra tekrar işlerinin başına döndü. Sara yın hizmetinde bulunmaktan memnun olmasına 124
memnundu ama içinde tarif edemediği bir huzur suzluk vardı. Bu yaşa gelmesine rağmen kaderini hâlâ tam olarak eline alamadığını hissediyordu. Mesala on sene sonra ne işle uğraşacağını bilemi yordu. Hariciye Nezareti’nde protokolden sorum lu olmak uzun zamandır hayalini kuruduğu bir iş değildi doğrusu. Ona kalsa bütün işini gücünü bı rakıp sadece resim yaparak yaşardı. Ama tablola rı hâlâ para etmiyordu. Dahası yaşadığı ülkede evlerinin duvarlarını resimlerle süslemek isteyen ve bunun için de cömertçe para harcayan insan lar hâlâ mevcut değildi. Bu yüzden çalışması ge rekiyordu. Öğrencilik yıllarında olduğu gibi Edhem Paşa’nm himayesi altına giremezdi. Hem Na ile Hanım hamileydi. Bakmakla yükümlü olduğu bir üye daha geliyordu aileye. Çok geçmeden üçüncü defa baba oldu. Minik kızına Melek ismini koydu. Melek’in doğumu Paris'te annesiyle bera ber yaşayan Hayriye’ye karşı duyduğu özlemi bir nebze de olsa dindirmişti. Ama yine de kendisin den uzakta büyüyen kızını bir türlü aklından çı kartamıyor d u... İlerleyen günlerde İbrahim Edhem Paşa Ber lin’e elçi olarak atandı. Baba ile oğlun ilk ayrılığı olmayacaktı bu. Ama şimdi Osman Hamdi İstan bul’da kalıyor, babası uzaklara gidiyordu. Paşa nın görevinin ne kadar süreceğini kimse bilemez di. Belki birkaç hafta sonra İstanbul’a geri çağrı lır, belki yıllar boyunca Berlin’den ayrılamazdı. 125
Paşa tüm bilinmezlere rağmen tek kelime etme den üç gün içinde hazırlıklarını tamamlayıp Ber lin’e hareket etti. Oğulları Mustafa ve Halil’i de götürmüştü Prusya’ya. Ağabeyleri gibi onların da bir süre medeniyetin içinde yaşayıp Batı kültürü nü tanımalarını istiyordu. O sırada kendi işleriyle meşgul olan Galib İstanbul’da kalsa da, Osman Hamdi’nin, evin en büyük erkek evladı olarak tüm ailenin sorumluluğunu üzerine alması gerekecek ti. Babasını ve kardeşlerini Berlin’e uğurladıktan sonra yalıdaki yemek masasının başköşesine ken disi yerleşti. Edhem Paşa ailesi, Berlin’deki üyelerinin ora da neler yaptıklarını gazetelerden de takip edebi liyordu. Prens Bicmark’ın paşa için sarf ettiği gü zel sözler İstanbul basınında büyük yankı uyan dırmıştı: A v ru p a eğitim s iste m in i y a k ın d a n bilen Ed h e m Paşa 'nın ö v ü lm e y e değ er a h la k ı için ü lk e sin d e o n u rla n d ırılm a sın ı dilerim . B ü y ü kelçilik g ö re v in i u zu n z a m a n d ır y ü r ü tm e m e sin e rağ m e n se v g i v e h a y ra n lığ ım ıza n a il olm uştur. Ed h e m P aşa ö n c e k i b ü yü kelçi gibi d e b d e b e li ve boş işleri s e v m e d iğ in d e n fırsat bu ld u kça oğulla rını da y a n ın a a la ra k sa n a y i v e eğitim kurum lan n a ziy a re tle r y a p m a k ta d ır. A y n ı z a m a n d a p a şa n ın k e n d is i de b ir bilim adam ıdır. Berlin ’de bulunduğu süre içerisinde d a vranışlarıyla h e p i m iz in ta kd irin i ka za n m ıştır.
126
Fatma Hanım Prusya prensinin kocası için söylediği sözleri dinlerken gözyaşlarına hâkim olamamıştı. Osman Hamdi annesinin ıslanan ya naklarını her zaman ceketinin cebinde taşıdığı beyaz mendiliyle sildi. 1876 baharında yalıdaki herkesin neşesi yerindeydi. Ama Edhem Paşa, Berlin’deki görevinde daha ikinci ayını doldurmamıştı ki, imparatorluğun başkentinde sular ısındı. Osman Hamdi’nin Bağ dat’ta emrinde çalıştığı Midhat Paşa sürekli ola rak Abdülaziz’i eleştiriyor, devletin vatandaşları nı özgür kılması gerektiğini savunuyordu. Ona gö re ülkenin köklü reformlara ihtiyacı vardı. Paşa yıllardır tekrarladığı görüşlerini artık daha bir yüksek sesle dillendiriyordu. Sultan Abdülaziz ise Midhat Paşa’nın hazırladığı raporlardan bıkmıştı. Ama Paşa inadından vazgeçmiyordu. Yapılan giz li toplantılarda, “Bu padişahla meşrutiyet yöneti mi hayal,” sesleri yükseliyordu. Midhat Paşa’nm görüşlerini savunan Darülfü nun öğrencileri de sokaklardaydı. Birkaç hafta önce o güne kadar İstanbul’da görülen en kalabak öğrenci yürüyüşlerinden biri yapılmıştı. Muha..f paşalar, Abdülaziz’e karşı harekete geçmenin tam sırası olduğunu düşünüyorlardı. Amaçları padişahı devirip, yerine meşrutiyeti ilan edecek oir şehzadeyi oturtmaktı. 30 Mayıs sabahı donan ma Dolmabahçe’nin önüne gelip toplarını saraya doğru çevirdi. Yürüyüşe geçen askeri birliklerse 127
kısa sürede Abdülaziz’i teslim aldılar. Her şey bir anda olmuştu. Dev cüsseli sultan Eski Saray’a gö türülür götürülmez top atışları İstanbul’u inlet meye başladı. Bir taht değişikliği olduğu aşikârdı. İlk başlarda ahali padişahın doğal sebeplerden öl düğünü düşündü. Sokakta konuşulanlar hep bu yöndeydi. Ama Osman Hamdi buna pek inanma dı. Daha birkaç gün önce bir davette gördüğü Abdülaziz turp gibi sağlamdı. Bu kadar kısa sürede hastalanıp ölmüş olması mümkün değildi. Hemen çalıştığı devlet dairesine koşup neler ol duğunu öğrendi. Tahmin ettiği gibi Abdülaziz tah tan indirilmişti. Yeni padişah ise Şehzade Murad olmuştu. Osman Hamdi bu olayın perde arkasında çok sevdiği Midhat Paşa’nın da olduğundan emin di. Tüm kalbiyle işlerin bir an önce yoluna girme sini diledi. Ama Osmanlı da işler bir kere çığırın dan çıktı mı kolay kolay yatışmazdı. Birkaç gün sonra Feriye Sarayı’na yollanan devrik padişahın öldüğü haberi duyuldu. Abdülaziz her iki bileğini de keserek intihar etmişti! Onlarca doktor inceledi cesedi. Şüpheli bir durum bulunamadı ve raporla ra intihar olduğu yazıldı. Halk buna hiç inanmadı gerçi. Suikast dedikoduları başını alıp gitti. Gerçe ği tam olarak kimse bilmiyordu ama insanlar dev rik padişahları için gözyaşı döküyorlardı. Osman Hamdi Abdülaziz’in devrildiğine üzülmemişti. Ama sabık padişahın ölüm haberi onu allak bullak etti. Paris sokaklarında gördüğü hey betli mi heybetli o adamın artık bu dünyada ol128
madiği gerçeği kolay kolay alışılabileceği bir fikir değildi. Acaba Berlin’de bulunan Edhem Paşa na sıldı? Yıllardır hizmet ettiği sultanının bu şekilde ölmesi onu perişan etmiş olmalıydı. Osman Hamdi, Abdülmecid öldüğünde Paris’te olduğundan babasının neler yaşadığını görememişti. Şimdi yi ne bir padişah ölmüştü ve baba ile oğul yine fark lı ülkelerdeydi. Abdülaziz'in hayatını kaybettiği o gece Osman Hamdi Kuruçeşme’deki yalının bahçesinde sa bahladı. Babasının şu günlerde İstanbul’da olma sını her şeyden çok isterdi. Paşa ile dertleşmeye ihtiyacı vardı. Abdülaziz’in Paris Gan’nda III. Napolyon ile el sıkıştığı o tarihi anın görüntüleri bir türlü gözünün önünden gitmiyordu. Kafasını ne reye çevirirse çevirsin sultanın Paris caddelerin den geçişi canlanıyordu zihninde. Gecenin ilerle yen bir saatinde Fatma Hanım geldi oğlunun yanı na. Onun da uykusu kaçmıştı. “İyi misin Hamdi?" diye sordu. Osman Hamdi annesini daha fazla endişelen dirmemek için sessizce başını salladı. Fatma Ha nım oğlunun yanına oturur oturmaz, “Sultan Aziz Mısır seyahatinden döndükten hemen sonra evimizi şereflendirmişti," diye söze başladı. Osman Hamdi bu hikâyeyi hiç duymamıştı. O sırada Paris’teydi. Hukuk fakültesine girmek için deli gibi çalıştığı günlerdi. Kulak kesilip annesini dinlemeye başladı. 129
“Padişah İstanbul’a ayak basar basmaz üç gün üç gece sürecek şenliklerle karşılandı. Kapalıçarşı bu süre zarfında hep açık kaldı. Sultan ertesi gün Beyazıt’tan dönerken çarşının içinden geçip Mahmutpaşa tarafındaki kapıdan çıktı. Baban Sul tan Aziz’i bizim konağın önünde karşıladı ve içeri davet etti. Gözlerime inanamıyordum ama sultan gerçekten de evimizdeydi işte. Benimle ve kar deşlerinle ayrı ayrı ilgilenmişti. Ama en çok da Paris’te olduğun için senin hakkında sorular sor muştu. O gün seninle öyle çok gururlanmıştık ki..." Osman Hamdi’nin gözleri dolmuştu. Fatma Ha nım, “Niye anlattım ki şimdi sana bunu,” diyerek kızdı kendine. Ardından oğlunu öptü ve odasına çekildi. Osman Hamdi de yerinden kalkmış, cam dan dışarı bakmaya başlamıştı. Karşı kıyıdaki ya lılarda da ışıklar yanıyordu. Anlaşılan o uğursuz haziran akşamında kimse uyumuyordu. Şu anda bütün evlerde Abdülaziz’in gerçekten intihar mı ettiği yoksa bir cinayete mi kurban gittiği konuşu luyor olmalıydı. “Midhat Paşa, padişahı öldüren bir ekibin üye si olmaz,” diye mırıldandı. “Hem neden Abdülaziz’i öldürmek istesinler ki. Dört gün önce zaten onu devirmişlerdi." Dile kolay tam on beş yıl geçirmişti onun sal tanatında. Abdülaziz’den bahsederken geçmiş za man ifadesi kullanmak Osman Hamdi’ye garip ge130
liyordu şimdi. Ama OsmanlI’da yeni bir devir baş lamıştı. Baki olan kişiler değil devletti. Padişah V. Murad sadece üç ay tahtta kalabil di. Dengesiz davranışlar sergilemeye başlamıştı. Kimilerine göre akli kabiliyetlerini tümüyle kay betmişti. Kimileriyse padişahın alkole düşkün ol duğu dedikodusunu dillerine dolamıştı. Doktor larsa melankolik mizacının onu derin bir buhrana sürüklediğini söylüyordu. Oysa anayasa savunu cularının en güvendiği şehzadeydi Murad Efendi. Abdülaziz ile beraber Avrupa seyahatine çıktığın dan beri Batı medeniyeti üzerine kafa yoran, Na mık Kemal ve Midhat Paşa gibi isimlerle gizli top lantılar yapan biriydi. Anayasaya kadın erkek eşit liği hakkında bir madde konulması gerektiğini bi le söylemişti bir seferinde. Ama Osmanlı tahtında en kısa süre oturan padişah oldu ne yazık ki. Ken disini tahta oturtanlar tarafından alaşağı edildi. Yeni padişah Meşrutiyet’i ilan edeceğine dair Midhat Paşa’ya söz veren II. Abdülhamid oldu. Pa şa birkaç gün önce Şehzade Abdülhamid’i Maslak Köşkü’nde ziyaret etmiş ve onu masasında anaya sa üzerine çalışırken bulmuştu. Bu mizansen kar şısında etkilenen Midhat Paşa, şehzadeye müjdeli haberi orada vermekten çekinmemişti. Abdülha mid ise ani bir hareketle altın kol düğmelerini çı kartıp o anın hatırası olarak paşaya sunmuştu. 1876 Eylülü’nün ilk günü değişiklik yine aynı yöntemle halka duyuruldu. Osman Hamdi Abdül131
hamid’i ilk defa Paris’teyken görmüştü. III. Napolyon ile Sultan Abdülaziz'i taşıyan saltanat araba sının hemen arkasındaki faytona kurulmuş o genç şehzade OsmanlI’nın yeni padişahı olmuştu artık. Midhat Paşa ise tekrardan Şurayı Devlet başkan lığına getirilmişti. Osman Hamdi de herkes gibi saraydaki geliş meleri takip etmekten yorgun düşmüştü. Ne de çok şey olmuştu şu kısacık süre içinde. Tam da o günlerde babasından bir mektup aldı. Paşa, “Zatı Şahaneleri beni İstanbul’a çağırıyor. Birkaç hafta ya kalamaz oradayım” diye yazmıştı. İbrahim Edhem Paşa dediği gibi kısa süre son ra Kuruçeşme’deki yalısındaydı. Osman Hamdi yemek masasının başköşesini tekrar babasına bı raktı. Mustafa babasıyla beraber yurda dönmüş, henüz on beş yaşında olan Halil ise Berlin’de kal mıştı. Paşanın isteği üzerine liseyi orada bitire cekti. Hatta başarılı olursa üniversiteyi de Avru pa’da okuyacaktı. Edhem Paşa kimya veya biyolo ji gibi bir pozitif ilim tahsil etmesini istemişti en küçük oğlundan. Fatma Hanım, Halil’in nerede kaldığını, moralinin nasıl olduğunu filan sordu ko casına. Paşaya belli etmese de küçük oğlundan yı llarca ayrı kalacağı için çok üzgündü. Ana yüreği nasıl dayansmdı böylesi uzun bir ayrılığa? Büyük oğlu dokuz yıla yakın bir süre kalmamış mıydı Parislerde. Kim bilir Halil kaç yıl sonra dönecekti dizlerinin dibine. Hakkında hayırlısı neyse o ol sun, dedi iç çeke çeke. 132
Paşanın Berlin’de kaldığı birkaç ay içerisinde OsmanlI’da iki kez taht değişikliği olmuştu. Ama Edhem Paşa masada daha çok Berlin’de oğulla rıyla beraber geçirdiği günlerden bahsetti. Ardın dan da coşkuyla orada gördüklerini anlatmaya başladı: “Adamlar sanayide fersah fersah önümüzdeler. Her yere bacalarından gri dumanlar çıkan de vasa fabrikalar açmışlar. İşçiler arı gibi çalışıyor. Takdire şayan bir disiplin içindeler. Mühendis mekteplerine de gittik. Orada fennin en ileri düze yi öğretiliyor gençlere. Bu yüzden Halil çok şans lı. Ama Almancasını ilerletmeli bir an önce. Yoksa asla anlayamaz o karışık dersleri.” Yemekten sonra kadınlar mutfağa, çocuklar da odalarına çekildi. Osman Hamdi babasıyla si yaset konuşmak için sabırsızlanıyordu. Salonun Boğaz manzarasına hâkim koltuklarına geçip oturdular. Az sonra Türk kahvesi pişirmeyi yeni yeni öğrenen Naile Hanım kocası ve kayınpederi için yaptığı kahveleri getirdi. Osman Hamdi karı sına teşekkür ettikten sonra paşaya doğru döndü ve endişeli bir sesle, “Bundan sonra neler olacak efendim,” diye sordu. “Her şey yoluna girdi. İnşallah daha da iyi ola cak." “Sizi niye geri çağırdılar Berlin’den?” “Zatı Şahaneleri şu sıralar güvendiği hizmet kârlarını yanında istiyor. Ayrıca İstanbul’da Avrıı133
pa devletlerinin katılacağı bir konferans düzenle necek. Orada görev alacağım.” Osman Hamdi babasının Abdülhamid’i bu ka dar çabuk benimsemiş olmasını yadırgamıştı. “Padişah Meşrutiyet için ne diyor. Bir tarih belli mi?” diye sordu. “Zatı Şahaneleriyle hiç konuşmadım bu konu yu. Ama Midhat Paşa daha fazla beklemez. Eli ku lağındadır yani.” Bir süre sonra Midhat Paşa’nın sadrazam ol duğu duyuruldu. Talihin garip bir cilvesi olarak. Midhat Paşa’dan boşalan Şurayı Devlet başkanlığınaysa İbrahim Edhem Paşa tayin edilmişti. Os man Hamdi bu gelişmeleri sevinçle karşıladı. Ha yatında en çok saygı duyduğu iki insan, devlet yö netiminde en üst basamaklara tırmanmıştı. Baba sının dediği gibi gerçekten de işler yoluna giriyor du. Midhat Paşa’nın başkanlığındaki kurul anaya sa metni üzerindeki çalışmalarını tamamlamıştı. Artık sıra Meşrutiyetin ilan edilmesine gelmişti. 23 Aralık’ta Haliç Tersanesi’nin yanında bulu nan Bahriye Nezareti’nde İbrahim Edhem Paşa’nın da Osmanlı temsilcisi olarak görev yaptığı milletlerarası konferans başladı. Prusya, İngilte re. Rusya ve Fransa’dan gelen delegeler Osmanlı yetkilileriyle binanın giriş katındaki kabul salo nunda oturmuş. Balkanlarin statüsünü ve azınlık larla ilgili konuları münazara ediyorlardı. Bu kış gününde avizeye onlarca mum yerleştirilmesine 134
rağmen oda tam olarak aydınlatılmamıştı. Gün ışığı içeri dolsun diye perdeler iyice açıldı. Yuvar lak masa etrafında yapılan konuşmalar oldukça diplomatik başladı. Delegeler nezaketi elden bı rakmadan kendi taleplerinin haklılığını kanıtlama ya çalışıyordu. Yabancı katılımcılarının birçoğu, Edherıı Paşa’nın Berlin elçiliği görevini yürütür ken yakından tanıma fırsatı bulduğu isimlerdi. Pa şa onlarla Almanca konuşuyor, yeri gelince de ku sursuz Fransızcasına başvuruyordu. Müzakere ilerledikçe oda ısındı, ithamlar sertleşti. Konuş manın bir yerinde Fransız temsilcisi Balkan olay ları için, “Zülüm yapmak Türk milletine mahsus tur," deyince ortalık iyice karıştı. Edhem Paşa kendini kaybetmiş gibiydi. 0 anda diplomatlığı da, ülkeler arasındaki hassas dengeleri de unutup Fransız delegesine doğru döndü ve, “Yanılıyorsunuz Mösyö,” diye hiddetle bağır dı. “Eğer biz zülüm yaptıysak bile böyle hadiseler yalnız bize özgü değildir. Fransa’daki Saint Bart hélémy Katliamı’nı ne çabuk unuttunuz? Bir gece de altmış bin Protestan’ı kılıçtan geçirmiştiniz. Paris’in göbeği kan gölüne dönmüştü." Fransız delegesiyle İbrahim Edhem Paşa ara sında yaşanan ağız dalışını diğer katılımcılar zor bela yatıştırabildi. Taraflar sakinleştikten sonra müzakereler tekrar başladı. Ama kısa süre sonra patlayan bir top masadaki herkesi yerinden sıç rattı. Yabancı delegeler neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Osmanlı temsilcileri ise bıyık altm135
dan gülümsüyorlardı. Çok geçmeden Meşruti yetin ilan edildiği açıklandı. Artık OsmanlI’nın bir anayasası, bir de meclisi olacaktı. Konferans ne deniyle hazır tüm Avrupa’nın gözü buradayken Meşrutiyeti ilan edelim, diye düşünülmüştü. Hat ta Osmanlı tarafına göre düzenlenen konferansın bile artık bir anlamı kalmamıştı. Çünkü impara torluğa demokrasi gelmişti! Ama AvrupalIlar bu emrivaki karşısında pek tatmin olmuşa benzemi yordu. Hatta kulis arkasında Rusların savaştan bahsettiği konuşuluyordu. Meşrutiyet kutlamaları çok görkemli oldu. Başta İstanbul ve Selanik olmak üzere imparator luğun dört bir köşesinde bayram havası esiyor du. Midhat Paşa özgürlüğün simgesi haline geldi. Batı basını paşayı bu yüzyılın en önemli insanla rından biri ilan etti. Avrupa parlamentoları da Os manlI sadrazamını yere göğe sığdıramıyordu. Ne de olsa paşa, sadrazam olduktan sadece dört gün sonra OsmanlI’nın meşrutiyeti ilan etmesini sağ lamıştı. Herkes yeni bir döneme girildiğinin farkınday dı. OsmanlI’nın yüzyıllardır süregelen yönetim anlayışında önemli bir değişiklik olacaktı. Monar şinin tartışmasız egemenliği sona ermişti artık. Padişahın bile bağlı kalacağı bir anayasaya yürür lüğe girmişti. Abdülhamid hâlâ dokunulmazdı ve kimseye karşı sorumlu değildi ama kişisel özgür lükler anayasayla güvence altına alınmıştı. Bun dan böyle herkes din ve mezhep farkı olmaksızın 136
Osmanlı vatandaşı olarak tanımlanacaktı. Ve tüm OsmanlIlar yasalar önünde eşit olacaktı. Kimse yasadışı yollardan vergi toplayamayacak, hiçbir memur geçerli bir neden olmadan görevinden alı namayacaktı. İşkence kesinlikle yasaklanmıştı. Mahkemelerdeki yargılamalar da halka açılmıştı. Osman Hamdi anayasa metnini okuyunca he yecanını gizleyemedi. AvrupalIların özgürlük de dikleri buydu işte. Midhat Paşa ile Bağdat’ta yedi ği akşam yemeklerini hatırlamıştı. Paşanın o yıl lardaki sofra sohbetlerinde dile getirdiği gelecek, artık hayal olmaktan çıkmıştı. İlk fırsatta Midhat Paşa’nın huzuruna çıkıp onu bizzat tebrik etme liydi. Bu arada Edhem Paşa oğlu kadar heyecanlı gö zükmüyordu. Osman Hamdi babasının durgunlu ğu karşısında hayal kırıklığına uğramış olsa da, ona bu konuyla ilgili hiçbir şey sormadı. Sarayda neler konuşuluyordu kim bilir? Edhem Paşa ne düşünüyordu? Aslında son günlerde yaşanan de ğişimden memnun olmayanların sayısı hiç de az değildi. İmparatorluğun yönetiminde eskiden be ri söz sahibi olan muhafazakâr kanat, yüzyıllardır süregelen yapının değişmesine pek de taraftar değildi. Tüm bu olup biten karşısında padişahın ne hissettiğiniyse tam olarak kimse bilmiyordu. Aradan sadece kırk dört gün geçti. Osman Hamdi 5 Şubat 1877 pazartesi sabahı her zamanki gibi erkenden yalıdan çıkıp Tarabya ile Galata arasında sefer yapan Şirketi Hayriye va137
puruna bindi. İngiliz yapımı yandan çarklı vapur lar, her iki yakadaki iskelelere yanaşmak için Bo ğaz üzerinde zikzaklar çizerek ilerlediğinden yol bir saatten fazla sürüyordu. O gün hava oldukça soğuktu. Gri bulutlar Boğaz’m maviliğini örtmüş, onu da kendilerine benzetmişlerdi. Osman Hamdi içeri geçip, sürekli olarak çantasında taşıdığı ki taplardan birini okumaya başladı. Vapur Dolmabahçe’nin önünden süzülürken tüm yolcular gibi o da istemsizce saraya baktı. Bahçede kimse yok tu. Ama gaz lambalarıyla aydınlatılan ana salon lar ışıl ışıldı. Saray bu saatlerde daha karanlık olurdu genelde. “Hayırdır inşallah,” diye söylendi. Bir şeyler dönüyorsa yakında kokusu çıkardı. Galata Rıhtımı’nda tüm yolcular vapurdan in di. Osman Hamdi iskelenin hemen arkasındaki bir kahvehanenin önünde toplanmış kalabalığı gö rünce iyice meraklandı. Tam o sırada, “Ağalar son havadisi duydunuz mu?” diyen bi rine kulak kabarttı. Adamın o mahallede meydana gelen bir hırsız lık olayından veya karısı kayıplara karışan birin den bahsedeceğini düşünmüştü. Ama yine de adımları gayri ihtiyari o tarafa doğru yöneldi. “Padişah Efendimiz Midhat Paşa’yı sürgüne yollamış. Az önce kalkan bir gemi paşayı alıp gö türmüş. Nereye gittiğini de kimse bilmiyormuş." Osman Hamdi duyduklarına inanamamıştı. Kalabalıktan birbirine karışan sesler yükseldi: 138
“İyi olmuş... Midhat gâvur dostuydu zaten... Umarım dönüşü olmaz...” Osman Hamdi haberi verirken kulakları ağzına varan adamın üstüne yürüyüp, “Sen neden bahsediyorsun!" diye çıkışmadan edemedi. Adam sinmişti. “Valla öyle söyleniyor Beyim,” dedi. “Köprün üstünde herkes bundan bahsediyor. Bana inan mıyorsanız gidin kendi gözlerinizle görün.” Osman Hamdi koşar adım Galata Köprü’süne doğru ilerledi. Gerçekten de ortalık kaynıyordu. Haberin doğruluğundan şüphesi kalmamıştı ar tık. Birden adımları ağırlaştı. Başının döndüğünü hissetti. Etrafında yükselen uğultuyu bile duymu yordu. Tam o sırada köprü girişinde yayalardan beş para toplayan görevli koluna yapışıp geçiş ücretini istedi. Osman Hamdi eline cebine attı ve tüm bozuk paralarını adamın boynunda asılı du ran bakır çanağın içine fırlattı. Ardından görevli nin şaşkın bakışları altında yürümeye devam etti, îlk önce yaşlı bir adama çarptı. Sonra bir hamala. “Tövbe estağfurullah, önüne baksana be adam," sesleri yükseliyordu arkasından. Olanlara bir türlü inanamıyordu. Midhat Paşa sürgüne yollanmıştı! Paşa, daha birkaç hafta ön cesine kadar tüm dünyanın kahraman olarak gördüğü biri değil miydi? Abdülhamid, Avrupa devletlerinden gelecek tepkileri nasıl göze alabil mişti? 139
“Akıl alacak iş değil,” diye söylendi. “Daha pa şayı tebrik bile edememiştim!" Çalıştığı dairede de herkes Midhat Paşa’nm sürgününden bahsediyordu. Biraz serinkanlı dü şününce aslında yaşananların hiç de sürpriz ol madığını fark etmeye başladı. Bir süredir padişah ile sadrazamı arasındaki gerilimin şiddetlendiği konuşuluyordu. Midhat Paşa için, “Meşrutiyet ha yaline kavuştu. Şimdi de cumhuriyet ister,” den miyor muydu? Dahası padişah ona nasıl güvene bilirdi ki? Paşa önceki iki sultanı tahtından eden ekibin bir üyesi değil miydi? Abdülhamid’in on dan bir an önce kurtulmak istemesi gayet doğaldı. Osman Hamdi o gün işten erken çıktı. Şehir ol dukça sakin görünüyordu. Haberin duyulmasıyla protestocu öğrenciler sokağa dökülmüş, BabI âli’ye doğru yürüyüşe geçmişlerdi. Ama askerler kalabalığı dipçik darbeleriyle dağıtınca bir daha kimse gösteri yapmaya cesaret edememişti. Os man Hamdi doğruca yalıya gidip babasıyla konuş mak istiyordu. Edhem Paşa’nın sürgünle ilgili bir çok detay bildiğine emindi. Eve vardığında baba sının henüz dönmediğini öğrendi. Oturup paşayı beklemekten başka çare yoktu. Ama saatler geçi yor, Edhem Paşa ortalıkta gözükmüyordu. Kuru çeşme Iskelesi’ne uğrayan son vapurdan da inme di. Osman Hamdi babasını merak etmeye başla mıştı. Paşa son zamanlarda hiç bu kadar geç kal mamıştı çünkü. Fatma Hanım da telaşlandı. Neler oluyordu acaba? Tüm aile iştahsızca yemeğe 140
oturdu. Naile Hanım kâselere çorba doldururken kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Yemekten sonra da gelen giden olmadı. Ama gece yarısına doğru yalının arka tarafında nal ses leri işitildi. Paşa bir saray arabasıyla gelmişti. Üs telik resmi üniformasını giymiş, o güne kadar al dığı tüm nişanları da göğsüne iğnelemişti. Paşa yalının giriş kapısında bulunan on iki basamaklı simetrik merdiveni koşar adım çıktı. Osman Hamdi babasını, “Sizi çok merak ettik, efendim," diyerek karşı ladı. Paşa oldukça sakindi. “İşler uzadı,” dedi. “Olanları biliyorsundur." Osman Hamdi babasının ayakkabılarını bile çı karmasına fırsat vermeden peşi sıra sorular sor maya başladı: “Midhat Paşa nereye götürüldü? Sağlığı nasıl? Akıbeti ne olacak?" Paşa oğluna sakin olmasını söyledi. Beraberce salona geçtiler. Ardından, “Oğlum, Midhat Paşa için endişelenmene ge rek yok," dedi. “Paşa tutuklu değil. Avrupa’da is tediği yere gidebilecek." “Sizin bundan haberiniz var mıydı?” Paşa kafasını iki yana sallarken, “Hayır,” dedi. “Ben de bu sabah öğrendim." “Midhat Paşa’ya ihtiyacı vardı bu devletin. Ya pılacak iş mi bu?" diye söylenip duruyordu Osman Hamdi. “Kim bilir paşaya nasıl davranmışlardır.” 141
“Bir tatsızlık yaşanmamış. Sabahın ilk ışıkla rıyla saray görevlileri paşanın konağına gitmiş ve ona padişah efendimizin kendisiyle çok acil gö rüşmek istediğini söylemişler. Midhat derhal üs tünü giyinmiş ve saraya doğru yola koyulmuş. Orada kendisine sadrazamlıktan azledildiği tebliğ edilmiş. Midhat da ne yapsın, hemen sadaret mührünü teslim etmiş. Aslında o ana kadar hiç şaşırmamış. Ama sonra saltanata karşı gizli plan lar yapmakla suçlandığını öğrenmiş. Ardından da sürgün edileceğini. İşte o anda yüzü allak bullak olmuş. Sadece, ‘Allah milletimizi korusun. Yazık oluyor vatana da meşrutiyete de’ diyebilmiş.” Osman Hamdi sanki tüm bunlardan babası so rumluymuş gibi, “Saçmalık!" diye bağırdı. “Hangi gizli plan? Midhat Paşa istediklerini elde etmişti zaten. Ken disi sadrazamdı. Yakında meclis de açılacak. Da ha ne isteyebilirdi ki? Hem padişah neye dayana rak bu sürgünü emretti. Yürürlükte olan bir ana yasası var artık bu ülkenin.” “Padişahımız kanunlara aykırı bir şey yapma dı," diye çıkıştı Edhem Paşa. Oldukça sinirlenmiş ti. Osman Hamdi’yse babasının Midhat Paşa’yı değil de Abdülhamid’i müdafaa etmesine inanamıyordu. Öfkeyle babasına baktı. “Anayasanın 113. maddesi padişaha tehlikeli gördüğü kişileri yurtdışına gönderme izni veri yor,” dedi Edhem Paşa. “Hukuk fakültesini bitirseydin sen de bilirdin böyle şeyleri!” 142
Osman Hamdi ağzına geleni söylememek için kendisini zor tuttu. O anda Fatma Hanım girdi araya. Oğlunu alıp salonun uzak bir köşesine gö türdü. Yıllardır baba ile oğul arasında böylesine şiddetli bir kavga yaşandığına kimse tanık olma mıştı. Naile Hanım da kocasını sakinleştirmeye çalışıyordu. Az sonra İbrahim Edhem Paşa evde ki herkesin derhal salona gelmesini istedi. Paşa siyasi konuları sadece büyük oğluyla tartıştığın dan bu çağrı karşısında herkes meraklanmıştı. Kı sa süre sonra salon kalabalıklaştı. Paşa ellerini arkasında birleştirdikten sonra, “Zatı Şahanelerinin sadaret mührünü kime verdiğini bilen var mı?” diye sordu. Fatma Hanım, “Hayır,” diye cevap verdi kocasına. Osman Hamdi de bilmiyordu yeni sadrazamın kim oldu ğunu. Aslında Midhat Paşa’nın sürgüne gönderil mesinden sonra onun için çok da önemli değildi bu haber. Ama babasının, “Sadrazam ben oldum,” demesi karşısında do nakaldı. Fatma Hanım kocasının boynuna sarılıp paşa yı ilk tebrik eden oldu. Mustafa ve Galib de baba larının elini öptükten sonra ona sarıldılar. Naile Hanım bile neler olduğunu anlamıştı. Yarı Türk çe yarı Fransızca paşaya tebriklerini sundu. Os man Hamdi ise hâlâ bir tepki vermemişti. Son yirmi dört saatte yaşananları birkaç dakika bo yunca kafasında tarttıktan sonra paşayı kutlama143
yı akıl edebildi. Baba ile oğul arasındaki buzlar erimişti. Sadrazamlık bir devlet görevlisinin ulaşabile ceği en yüksek makamdı. Osmanlı soyundan ol mayan, yani padişahlık hayalleri kurmayan biri için daha yukarısı yoktu. Osman Hamdi babasının kim bilir kaç yıldır sadrazam olmayı düşlediğini biliyordu. Paşa sonunda bu emeline ulaşmıştı iş te. Yine de dolu dolu sevinemedi babası için. Keş ke Midhat Paşa’nın sürgün edilmesi sayesinde ol masaydı diye düşünmeden edemiyordu. O gece aklından geçirdiği her cümleye keşke diyerek başladı... İbrahim Edhem Paşa’nm sadrazamlığı sırasın da OsmanlI’nın ilk meclisi açıldı. Paşa, Dolmabahçe Sarayı’nın merasim salonunda düzenlenen açı lış törenine sadrazam olarak katılmanın gururunu yaşıyordu. Üst düzey memurlar, mebuslar, ulema sınıfı, gayrimüslimlerin dini temsilcileri ve yaban cı elçiler tam kadro oradaydı. Herkes ayakta dikil miş padişahın salona gelmesini bekliyordu. Az sonra Abdülhamid ana kapının önünde belirdi. Sade, siyah bir elbise giymişti. Ama gösterişli kılı cı ve beyaz eldivenleriyle dikkat çekiciydi. Salon, padişahım çok yaşa, padişahım çok yaşa nidala rıyla çınlarken, sultan ağır adımlarla ilerleyip tah tına oturdu. Suratı asıktı. Merasime zoraki katıldı ğını fark etmemek mümkün değildi. Sadrazam İb rahim Edhem Paşa, Abdülhamid’in oturduğu tah144
tın hemen arkasında duruyordu. Okunan nutuk lar şiddetli alkışlarla karşılık buldu. Kısa süre sonra da padişah tek cümle etmeden salondan ayrıldı. Osman Hamdi bu tarihi günün ayrıntılarını ak şam yemeğinde babasından öğrendi. Artık anaya sası ve meclisi olan bir ülkede yaşayacağı için memnundu. Midhat Paşa için üzülmesine üzülü yordu ama, tek tesellisi paşanın hayalini kurduğu düzenin sonunda OsmanlI’da işlemeye başlamasıydı. İlk meclis Ayasofya’nm karşısındaki Darülfü nun binasında toplandı. Yüz otuz milletvekili var dı salonda. Tam da Midhat Paşa’nın istediği gibi imparatorluğun her etnik grubundan ve her di ninden temsilciler seçilmişti. Bu arada paşanın Avrupa’da el üstünde tutulduğuna dair haberler geliyordu. Paşa, İtalya’da şaşalı törenlerle karşı lanmıştı. Sonraki günlerde kralın düğününe katıl mış, Verdi’nin bestelediği A id a operasını izlemiş, İtalya Meclisi'nde konuşmuş ve Napoli yakınların daki Pompeii harabelerini gezmişti. Osman Ham di gazetelerdeki haberleri gülümseyerek okudu. Paşanın hayatıyla ilgili kaygı duymaktan kurtul muştu sonunda. Ülkede parlam enter sistemin emeklemeye başladığı o günlerde Osman Hamdi de yeni göre vi için kollarını sıvamıştı. Artık 6. Bölge belediye müdürü olarak anılıyordu. Bundan yirmi küsur sene önce İstanbul on dört yönetim bölgesine ay145
rılmış, 6. Bölge’nin sınırları Galata, Pera ve Beyoğlu’nu kapsayacak şekilde çizilmişti. İmpara torluğun en Batılılaşmış semtini bundan böyle Avrupa kültürünü içselleştirmiş bir belediye reisi yönetecekti. Bölgedeki yönetim anlayışı Paris Be lediyesinden esinlenmişti. İsmi de zaten oradan geliyordu. Paris’te de 6. Bölge şehrin merkezinde ki en seçkin muhitti. Osman Hamdi bölgeyi çok iyi tanıyordu. Ya bancı ülkelerin elçilik binaları hep Pera’daydı. Bölgede ikamet edenlerse genelde hali vakti ye rinde olan gayrimüslimlerdi. Başkente batıdan gelen ticari mallar deniz yoluyla taşındığı için Ga lata ve Tophane limanları her daim kalabalık olurdu. Tanzimat’tan sonra modern belediyecilik hiz metlerinin ilk olarak uygulamaya sokulduğu yerdi Pera ile Beyoğlu arası. İlk olarak Cadde-i Kebir gaz lambalarıyla aydınlatılmış, her sokağa bir isim ve rilmişti. Bölgedeki altyapı, diğer semtlerle kıyas landığında hiç de fena sayılmazdı. Ama yedi yıl önce meydana gelen yangın Beyoğlu’nda büyük hasara neden olmuştu. Tarihe karışan binalar ara sında Beyoğlu’nun simgelerinden olan tiyatrolar, oteller, elçilikler ve kiliseler vardı. Bölge hâlâ o büyük afetin yaralarını sarmak için uğraş veriyor du. Arsa fiyatlarının katlanmasına rağmen her yer şantiye halindeydi. 6. Bölge’de dış cepheleri oy malarla ve heykellerle süslenmiş birbirinden şık betonarme binalar yükselmeye başlamıştı. 146
Osman Hamdi birdenbire kendini yol genişlet me çalışmalarının, kanalizasyon ıslahlarının ve imar hamlelerinin arasında buldu. Paris ve Viya na sokaklarını adım adım dolaşmış biri olarak Beyoğlu’nu daha da modern bir yer haline getirmek için uğraş veriyordu. Bölge aynı zamanda kültü rel etkinliklerin de merkeziydi. Belediye başkanı, yıllar önce Abdülaziz’in portresini yapmak için İs tanbul’a çağrılmış bir Fransız ressam olan Mösyö Guillemet’nin atölyesini sık sık ziyaret ediyordu. Dolmabahçe Sarayı’nın tavan fresklerini de yap mış olan Guillemet, birçok çağdaşı gibi İstanbul’a âşık olmuş ve bu şehre yerleşmişti. Şimdiyse Beyoğlu’ndaki atölyesinde kendisi gibi ressam olan karısıyla birlikte dersler vermeye başlamıştı. Guillemet’lerin derslerine ilgi gösterenler genelde gayrimüslimlerdi. Ama atölyenin Müslüman öğ rencilerinin de olduğu sır değildi. Hatta bunların içinde kadınların da olduğu konuşuluyordu. 1870’li yıllarda İstanbul’da yaşayıp da resim eğitimi almak isteyen bir gencin başvuracağı tek adres bu atölyeydi. Osman Hamdi atölyeyi gez dikten sonra, “Sizi tebrik ederim Mösyö, yaptığınız gerçek ten de önemli bir iş,” dedi. “Ama maalesef burada fazla bir olanağımız yok,” diye cevap verdi Guillemet. “Aslında maarif nezaretiyle görüşüyorum. Bir akademi kurmak is tiyorlar. Resim, heykel ve mimarlık eğitimi vere cek gerçek bir akademi. Müdür olarak da beni uy147
gun görmüşler. Ama bir türlü gerçekleşmiyor bu hayal. Malum şu aralar devletin bütçe sıkıntısı var. Oysa acele etmemiz gerek." “Haklısınız Mösyö. OsmanlI’da sanat eğitimi o kadar geri kaldı ki, kaybedecek tek bir günümüz bile yok. Ama burada işler biraz yavaş ilerler Umarım hayaliniz yakında gerçekleşir. Ben bele diye reisliği yaptığım sürece sizin arkanızdayım Ayrıca Sadrazam Edhem Paşa babam olur. En kı sa zamanda onunla da bu konuyu görüşeceğim." Guiliemet’nin yüzünde bir gülümseme belir mişti. “Teşekkürler Hamdi Bey," dedi. “Keşke herkes sizin kadar anlayışlı olsa." Ama 24 Nisan 1877 sabahı öyle bir olay mey dana geldi ki, Osmanlı topraklarında yaşayan tüm insanların hayatı birdenbire değişti. Son dönem de yaşanan siyasi çalkantılar bile anlamını yitir mişti. O sabah İbrahim Edhem Paşa sadaretteki makamında çalışırken önemli olduğu söylenen bir zarf aldı. Nota, Rusya maslahatgüzarı tarafın dan gönderilmişti. Çar İstanbul’daki elçiyi ülkesi ne çağırdığından Edhem Paşa bu duruma pek şa şırmadı. Ama yine de, hayırdır inşallah deyip zar fı açtı. Ama haberler hiç de hayırlı değildi. Büyü kelçi yerine görev yapan maslahatgüzar Rus ya’nın Osmanlı’ya savaş ilan ettiğini bildiriyordu İbrahim Edhem Paşa iki satırlık metni bir kere da ha okudu. Sonra da, 148
“Aman Allahım, aman Allahım,” diye sayıkladı. İmparatorluk toprakları içinde OsmanlI'nın bir savaşla yüz yüze bulunduğunu bilen tek kişi olarak eli ayağına dolanmıştı. Durumu hemen saraya ilet mesi gerekiyordu. Sadaret makamından çıkıp Yıldız’a gitmesi ve sonra padişahın huzuruna kabul edilmesi en az yarım saat sürerdi. Bu yüzden telg raf odasına koşup haberi anında saraya ulaştırdı. Ardından kendi de oraya doğru yola koyuldu. Edhem Paşa’nın ilettiği haber Yıldız Sarayı’na bomba gibi düşmüştü. Nazırlar ve üst düzey as kerler birer ikişer saraya geliyorlardı. Olan biten den haberdar edilen meclis de acil toplantı kara rı almıştı. Otuz beş yaşındaki padişah ne mebus larına ne de askeri durum hakkında oldukça iyim ser konuşan paşalarına güveniyordu. Hepsinden çok güngörmüş sadrazamına bel bağlamıştı. Ama savaşın ne getireceğini kimse kestiremezdi. OsmanlI’nın mali ve askeri durumunu yakın dan bilen herkes endişeliydi. Yirmi yıl önceki Kı rım Savaşı’nda Rus orduları, Ingiliz ve Fransızla rın desteği sayesinde mağlup edilmişti. Çarın sı cak denizlere inme hayallerini şimdi kim engelle yecekti? Osmanlı seferberlik ilan etse bile çoktan hazır hale gelmiş beş yüz bin Rus askerini nasıl durduracaktı? Yoksa Konstantinopolis tekrardan Ortodoks mu olacaktı? Rus ordusu beklenildiği gibi birkaç hafta için de Balkanlar’da önemli mesafe kat etti. Cepheden gelen haberler üzerine İstanbul’da ciddi bir panik 149
havası esmeye başlamıştı. Fısıltı gazetesi başken tin Bursa’ya taşınacağını yayıyordu. İbrahim Edhem Paşa ise hayatının en sıkıntılı günlerini yaşa maktaydı. Daha önce hiçbir Osmanlı sadrazamı nın karşılaşmadığı bir durumla yüz yüzeydi. Orta da kötü giden bir savaş vardı. Tahtta tecrübesiz bir padişah oturuyordu. Meclis ise her işe burnu nu sokuyordu. Paşa, sadrazam olarak güç denge lerinin ortasında sıkışıp kalmıştı. Neyse ki sonunda cepheden iyi bir haber gel di. Rus ilerleyişi Plevne’de Osman Paşa tarafın dan durdurulmuştu, insanlar günler sonra derin bir nefes aldı. Ama endişe devam ediyordu. Her kes gözünü kulağını daha önce adı sanı duyulma mış o küçük kasabadan gelecek haberlere çevir mişti. Savaşın Plevne'de hapsedildiği o günlerde Sadrazam Edhem Paşa yalıya çok geç geliyor ve önüne çıkan herkese bağırıyordu. Daha önce kim se onu bu halde görmemişti. Paşa geceleri sade ce birkaç saat uyuyordu. Herkes yattıktan sonra salona inip ne yapacağını bilmez halde sabaha kadar volta atıyordu. Osman Hamdi babasının bütün gece evin içinde dolaştığını gıcırdayan ze minden anlıyordu. Su içmek bahanesiyle o da aşağı iniyor, ama babasını yatağına yatırmaya bir türlü muvaffak olamıyordu. Paşa çoğu kez sabaha karşı salondaki divanın üzerinde uykuya dalıyor du. Osman Hamdi erkenden kalktığı bir sabah ba basının uykusunda, 150
“Dayan Osman Paşa, dayan,” diye konuştuğu nu duydu. Edhem Paşa, Plevne'de Rusları durdurmuş olan Osman Paşa’yı çok iyi tanımazdı. Harbiye mezunu Osman Paşa bütün ömrünü İstanbul’dan uzakta savaş meydanlarında ve isyancıların pe şinde geçirmişti. Ama bu iki adamın kaderi sava şın o en kritik günlerinde birbirleriyle kesişmişti işte. Biri sadrazam olarak savaşı yöneten komis yonun başkanı, diğeri ise imparatorluğun gelece ğini belirleyen Plevne direnişinin komutanıydı. Osman Hamdi babası için endişeleniyordu. Paşanın yanına gidip onu hafifçe sarstı. “Uyanın babacığım, uyanın,” dedi. “Sabah ol du.” Savaş şiddetlendikçe meclisteki tartışmalar da alevleniyordu. Padişaha dil uzatmaya cesaret edemeyenler her zamanki gibi sadrazamı hedef tahtasına oturtmuşlardı. Edhem Paşa birdenbire mebusların en çok saldırdığı kişi haline geldi. Sadrazam için Deli Corci deniyordu artık. Bir giz li celsede Aydın mebusu, “Makamınıza dört elle sarılmışsınız. Sadece vatanın felaketini seyrediyorsunuz. Bu ne ihtiras tır. Huzuru ilahiye nasıl çıkacaksınız?” deyince olanlar oldu. Eleştiriye tahammülü olmayan Ed hem Paşa meclistekilere olur olmaz laflar edip sa lonu terk etti. Hırsından mı, üzüntüsünden mi bi lenmez, gözlerinden yaşlar boşanmıştı. 151
Kuruçeşme’deki yalıda sadrazam ile Beyoğlu belediye reisini buluşturan akşam yemekleri de oldukça sıkıntılı geçiyordu artık. Osman Hamdi bu zor günlerinde babasına destek olmak istiyor du. Ama ne yapabilirdi ki? Paşa sürekli olarak kendisini eleştiren mebuslara öfke kusuyordu. Yemek masasındayken bile onu sakinleştirmek mümkün olmuyordu. Ağzından çıkan her cümle den sonra bir yumruk savuruyordu masaya. Ta bak çanak havaya sıçrıyordu her seferinde: “Ben sadece madenlerden anlarmışım. Benim neyimeymiş savaşı idare etmek. Öyle diyor me bus beyler. Ben onların yaşı kadar devlet hizme tinde bulundum. Ne yapacağımı onlara mı sora cağım? Padişah Efendimiz bana güveniyor. Me busların hepsine göstereceğim devleti yönet mek nasıl olurmuş. Ha bir de lakap takmışlar ba na. Deli Corci diyorlar arkamdan. Duymam zan nediyorlar ama ben her şeyin farkındayım. Za manı gelince hepsiyle hesaplaşacağım, hepsiy le..." Birkaç gün sonra akıllara bile getirilmek isten meyen felaket gerçeğe dönüştü. Plevne beş aylık destansı bir direnişin ardından düşmüş, adına türküler yakılan Gazi Osman Paşa esir edilmişti. Haberin duyulması özellikle Edirne ve İstanbul’da yaşayan insanları paniğe sürükledi. Rus ordularını durdurabilecek hiçbir güç yok tu artık. 152
1878 yılma girildiği gün Osman Hamdi de yalı daki diğer herkes gibi düşünceliydi. Oysa önceki yıl ne kadar da mutlu başlamıştı. Meşrutiyet ilan edilmiş, Midhat Paşa sadrazam olmuştu. Herkes gelecek için umutluydu. Ama bir yılda köprünün altından çok sular akmıştı. 11 Ocak akşamı İbrahim Edhem Paşa yalıya ol dukça üzgün geldi. Paşanın omuzları düşmüştü, ayaklarını sürüye sürüye yürüyordu. Naile Hanım hemen kayınpederinin elinden çantasını ve palto sunu aldı. Paşa koltuğa kendini bırakır bırakmaz cebinden çıkardığı mektubu Osman Hamdi’ye doğru uzattı. Zarfın üzerinde Padişah II. Abdülhamid’in mührü vardı. Osman Hamdi o anda neler olduğunu anladı. İşlerin bu noktaya geleceğini tahmin etmişti aslında. Kâğıdı eline alıp sıkıntılı bir sesle okumaya başladı: S a d ık V ezirim E d h e m Paşa, S iz in k u v v e tli g a yretin iz, d e v le tim iz e v e ö z e llik le b a n a o la n s a d a k a tin iz m a lu m u m u zdur. Ö n c e k i m e m u r iy e tle rin iz d e g ö sterd iğ in iz başarılı g a y re tle rin iz v e h e r ayrıntıyı d ü şü n m e n iz d e n d o la yı ç o k m e m n u n u m . A ta la rım d a n ba n a m ira s o ld u ğ u n u zd a n v e onlara o lan h iz m e t le rin izin d e re c e sin i ta k d ir ettiğ im d en d o la yı h e r z a m a n ö z e l h im a y e m d e s in iz. D eğişen du ru m u n u z u n b a şk a bir s e b e b i olm ayıp, s a d ra z a m lık tan a z le d ilm e n iz sa d e c e bir sü red en beri s iz i ço k yorgun g ö rd ü ğ ü m d en v e z a m a n ım ız ın ma-
153
lum ağırlığından ileri gelm iştir. Y ine bir m e m u riyetle g ö r e v le n d irilm e n iz ka ra rla ştırılm ış o lu p istira h a tin iz sü resin ce h e r iste d iğ in iz z a m a n h u z u ru m a ç ık m a y a iz n in iz vardır.
Padişah meclisin sesini kesmek için ilk önce sadrazamını feda etmişti. İbrahim Edhem Paşa övgü dolu sözler eşliğinde istirahat etmesi için evine gönderilmişti. Kimse ne diyeceğini bileme di. Böyle bir durumda ne söylenebilirdi ki zaten. Kısa bir sessizliğin ardın paşa herkesin yerine yi ne kendi konuştu: “Zatı Şahaneleri nabza göre şerbet vermeyi makamının temel unsuru sayan birini getirirsin şimdi bu hayati göreve." Osmanlı tarihinde görevden alınan sadrazam ların sonu hiç iyi olmazdı. İdam edilenlerin, Midhat Paşa gibi sürgüne yollananların sayısı az de ğildi. Osman Hamdi babasının sadrazamlıktan az ledilmesine üzülmüştü üzülmesine ama, bir yan dan da her işte bir hayır vardır demekten kendini alamıyordu. Savaş zamanı sadrazamlık yapmak paşayı iyiden iyiye yıpratmıştı. Dinlenmesi ger çekten de onun için iyi olabilirdi. Ama işler Osman Hamdi’nin beklediği gibi git medi. İbrahim Edhem Paşa azledilme meselesini bir türlü içine sindiremiyordu. Daha küçük bir ço cukken Paris’e gönderildiğinden beri neredeyse elli yıldır ülkesi için çalışan kendisi değil miydi? Şimdi nasıl oluyordu da bir paçavra gibi köşeye 154
fırlatılıyordu. Kendisine reva görülen son böyle mi olacaktı? Paşa küsmüştü. Kimseyle konuşmak istemiyordu. Oğlu akşamları cepheden gelen son havadisleri anlatırken bile kayıtsız gözüküyordu. Ama Osman Hamdi babasının kendisini can kula ğıyla dinlediğine emindi. Bu yüzden şehirde ko nuşulanları evdekilere aktarmayı sürdürüyordu. Edhem Paşa’nın sadrazamlıktan azledilmesi nin üzerinden sadece dokuz gün geçmişti ki, Rus ların Edirne’ye girdiği haberi geldi. Padişah çar dan ateşkes talep etmek zorunda kalmıştı. Ama Rusların ne yapacağını kimse kestiremiyordu. Ar tık ne Abdülaziz’in ölümü, ne meşrutiyet ne de Midhat Paşa’nın sürgünü vardı gündemde. Savaş önemsiz kılmıştı diğer tüm meseleleri. Fırınların önündeki kuyruklar uzamaya başlamış, kadınlar un, pirinç ve yağ bulmak için pazarlara akın et mişlerdi. Erkeklerse bir bir silah altına alınıyor du. Osman Hamdi de eğer gerekirse gönüllü ola rak askere yazılmaya karar verdi. O günlerde bir çok gencin yaptığı gibi eline tüfeğini aldı ve aske ri üniforma giyip fotoğraflar çektirdi. Ocak ayının son gününde ateşkes antlaşması Edirne’de imzalandı. Ama Rusların Konstantinopolis’e bu kadar yaklaşmışken durmaya niyeti yoktu. Birkaç gün içerisinde Çatalca önlerine ka dar ilerlediler. Gece sessizliğinde patlayan topla rın gümbürtüsü İstanbulluları yataklarından sıç ratıyordu. insanlar gök gürültüsüdür umuduyla hemen sokağa dökülüyorlar, ama bulutsuz gece155
de fener gibi parlayan yıldızları görünce korku içinde evlerine dönüyorlardı. Şehir cephe olmak üzeriydi. Bu karanlık günlerde Osman Hamdi de babasıyla kafa kafaya verip ne yapılabileceğini tartışıyordu. Savaşın kaybedildiği belli olmuştu. Ailenin İstanbul dışına taşınması gündeme geldi. Bu arada Naile Hanım ikinci çocuğuna hamileydi. Osman Hamdi babasına Eskihisar’a yerleşmeyi önerdi. Gerekirse oradan da Bursa’ya geçilebilir di. Ama paşa biraz daha beklemeye karar verdi. Avrupa devletlerinin bu işe artık bir dur diyeceği ni düşünüyordu çünkü. O sırada Paris’te ikamet eden Midhat Paşa da aynı amaç için çalışıyordu. T im es gazetesine gön derdiği bir yazıda Rusların saldırganlığı karşısın da Avrupa’nın seyirci kalmamasını istemişti. Paşa hiçbir resmi görevi olmamasına rağmen bir büyü kelçi gibi tüm Avrupalı yöneticilerle temasa geçi yordu. Savaşın başından beri tarafsızlık politikası izleyen İngilizler, İstanbul’un çarın eline düşmek te olduğunu anlayınca nihayet harekete geçme kararı aldılar. Yeni bir ateşkes için Rusların üze rindeki baskı artıyordu. Düşman ordularının İstanbul’a bir günlük yü rüyüş mesafesinde olduğu sırada meclisteki tar tışmalar iyiden iyiye sertleşmişti. Artık padişah da mebusların hedefindeydi. Herkes meclisin ne karar alacağını merak ediyordu. Ama hiç beklen medik bir anda parlamentonun lağvedildiği açık landı. Abdülhamid içinde bulunulan olağanüstü 156
dönem sona erince meclisin tekrar açılacağını bil dirilmişti. Böylece Meşrutiyet yönetimi tarihe ka rışmış oluyordu. Ama kimse bunu dert edecek durumda değildi. Çünkü millet can derdine düş müştü. Rus subaylarının karargâhlarını Yeşil köy’e taşıdığı söyleniyordu. Kimse Rus öncü bir liklerinin İstanbul’a bir top atışı mesafede oldu ğuna inanmak istemese de söylentiler doğruydu. Şehir Bizans’tan alındığından beri ilk defa kay bedilme tehlikesiyle burun burunaydı. Edhem Paşa ailesi Kuruçeşme’deki yalıya ka panmış, olacakları çaresizce beklemeye başla mıştı. Sadece Osman Hamdi 6. Daire’deki görevi için sık sık şehre iniyordu. Devletin tüm kaynak ları savaş için seferber olduğundan belediyecilik hizmetleri neredeyse tamamen durma noktasına gelmişti. Zaten yapılması gereken çok daha önemli işler vardı. Savaştan kaçan on binlerce in san İstanbul’a akın etmişti. Belediyeler de ellerin deki kısıtlı imkânlarla göçmenlere yardım etmeye çalışıyordu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de ti fo salgını baş göstermişti İstanbul’da. Felaketler üst üste geliyordu. Fatma Hanım hastalık yalıya sıçramasın diye içme sularını ocak ateşinin üze rinde dakikalarca kaynatmaya başladı. Hizmetçi ler de tembihlenmişti. Sebze ve meyveler temiz suyla iyice yıkanacak ve yalının gideri sürekli ola rak dezenfekte tutulacaktı. Osman Hamdi bir sabah kahvaltı masasına oturduğunda sofrada sadece birkaç parça peynir. 157
biraz domates, bir avuç da zeytin olduğunu gör dü. Evin taştan yapılmış giriş bölümünde bulunan kilerde stok edilmiş erzakın gitgide azaldığını bili yordu ama durumun bu kadar kötü olduğunu hiç düşünmemişti. Evde eski bir sadrazam ve bir be lediye reisi yaşasa da savaş herkes için yokluk demekti. Edhem Paşa ağzındaki zeytin çekirdeğini taba ğına tükürdükten sonra küfreder gibi konuşmaya başladı: “Türkler Konstantinopolis’e girince BizanslI lar korku içinde Ayasofya’ya sığınmışlardı. Her kes gökten bir meleğin gelmesini ve onları kurtar masını bekliyordu. Ama tabi ki; kimse gelmedi. Bakalım şimdi bizi kim kurtaracak." Osman Hamdi babasına moral vermek için, “Merak etmeyin efendim, Ruslar Yeşilköy’de antlaşma imzalayacaklar," dedi. “Tüm Avrupa on lardan bunu bekliyor. İngilizlerle savaşmayı kati yen göze alamazlar.” Paşa, “İnşallah, inşallah,” diyerek kafasını sal ladı. Ardından da, “Şehirde kimse ile öpüşme Hamdi,” dedi. “Hiç bir şey yeme. Umumi tuvaletlere de sakın ha gir me." Karnı burnunda olan Naile Hanım kocasının İs tanbul’a inmesini hiç istemiyordu. Hem savaş, hem de tifo kuşatmıştı şehri. Ama Osman Hamdi görevinin başında olmalıydı. Karısına endişelen memesi gerektiğini söyledi ve yalıdan çıktığı gibi 158
iskeleye yürüdü. Acele ettiyse de vapura yetişe medi. Ortaköy’e kadar yürümeye karar verdi. Ak si gibi hava çok soğuktu. 1878 Şubatı’nda kar hiç eksik olmamıştı. Paltosunun yakalarını kaldırıp adımlarını hızlandırdı. Kısa süre sonra atlı tram vayların kalktığı durağa ulaştı. Dört atın çektiği ve tek vagondan oluşan tramvaylar pek rahat değil di. Ama vapuru kaçıranlar için şehrin merkezine ulaşmanın en hızlı yoluydu. Tramvay Tophane durağını yeni geçmişti ki yolcular arasından bir uğultu yükseldi. Osman Hamdi hemen ayağa kal kıp pencereden dışarı baktı. Prens Adaları’nın açıklarında savaş gemileri vardı. Ama gönderleri ne çektikleri bayraklar tam olarak seçilmiyordu, insanlar gördükleri gemilerin Rus donanması ol duğundan endişe etmeye başlamışlardı. Yoksa şehir işgal mi edilmişti? Az sonra yolculardan biri, “İngilizler!” diye bağırdı. “Bunlar Ingiliz gemisi.” Osman Hamdi de gemilerdeki Büyük Britanya İmparatorluğu bayrağını görmüştü. Anlaşılan Ingilizler Yeşilköy’deki Ruslara gözdağı vermek için İstanbul’a kadar gelmişlerdi. Osman Hamdi tram vaydaki herkes gibi sevinç çığlıkları attı. Sonra hemen yerine oturdu. İçini bir burukluk kaplamış, farkına vardığı gerçek onu büsbütün sarsmıştı. Demek ki Avrupa devletlerinin yardımı olmaksı zın Osmanlı payitahtını bile koruyamıyordu artık! Balkan göçmenleriyle dolup taşan Galata Rıh tımı mahşer yeri gibiydi. At arabaları ve kağnılar 159
İstanbul’a binlerce insan taşımıştı. Sirkeci’ye ya naşan trenler de salkım saçaktı. Ayasofya, Süleymaniye, Yeni Cami, Sultanahmet ve Nuruosmaniye gibi büyük camilerinin hepsi ardına kadar pe rişan haldeki insanlarla dolup taşıyordu. Hanlar, medreseler ve mektep binaları da aynı durum daydı. Şehirde tahtadan yapılmış derme çatma göçmen mahalleleri oluşmuştu. Ama bu mahalle lerdeki insanları dinmek bilmeyen kar fırtınaların dan korumak mümkün olmuyordu. Kimse şikâyet etmese de, inleme sesleri duyulmasa da yaşanan ıstırabın ağırlığı havaya sinmiş ti. Yedi yaşındaki çocuklardan yetmiş yaşındaki dedelere kadar herkesin suratında aynı anlamsız ifade vardı. Doğup büyüdüğü topraklan terk et menin hüznü canını kurtarmanın sevinciyle karış mış, geleceğe dair belirsizlikse yüzlerdeki donuk luğu keskinleştirmişti. En çok da annelerinin ku cağında bir bohça gibi taşman minik bebekler için üzüldü Osman Hamdi. Eskiden beri savaş koşullarında yaşayan insan ların hayata tutunacak gücü nereden bulduklarına akıl sır erdiremezdi. Savaşın hedefindeki bir kent te yaşamanın ne demek olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. Herkes kanıksıyordu işte. Çaresizce uyum sağlıyordu. Dört bir yandan gelebilecek ölü me, birden gelen ölüme, yaşananlar yetmezmiş gi bi ortaya çıkan salgın hastalıklara, yüzlerce kilo metrelik yolu yayan kat eden insanlara acımadan yağan kara ve dahasma... Herkes alışıyordu. 160
“Demek böyle oluyormuş,” diye mırıldar.c “Demek böyle oluyormuş...” Ardından da köprünün ortasında durup etra:na bakındı. Göçmen kalabalığını İstanbul'da tut mak mümkün olmayınca Anadolu’ya nakiller baş lamıştı. Deniz üzerinde gidebilen tüm araçlar Karaköy’den Üsküdar’a göçmenleri taşıyordu. Boğaz’m rengi sandallar nedeniyle görünemez ol muştu adeta. Göçmen kafileleri Üsküdar’a ayak basar basmaz İzmit, Bursa ve Ankara’ya doğru yönlendiriliyorlardı. Binlerce insan soğuktan ve açlıktan kırılmıştı. Tifodan ölenlerin sayısını ise tam olarak kimse bilmiyordu. Göçmenlere yar dım etmek için uğraş veren Fransız ressam Guillemet de tifoya kurban gitmişti. OsmanlI’nın yaşadığı tam bir bozgundu. Ama İngilizleri karşılarına almak istemeyen Ruslar kısa bir süre sonra nihai ateşkes antlaşmasını Yeşil köy’de imzalamak zorunda kaldılar. Rusların geri çekildiği haberi büyük bir zafer havasında kutlan dı. İstanbul ölümden dönmüştü. Bazılarına görey se ömrünü sadece birkaç yıl uzatmıştı. Ama buna da şükürdü! Her şey o kadar çabuk normale döndü ki! San ki göklerinde top seslerinin yankılandığı, sokakla rında on binlerce göçmenin eriyip gittiği şehir bu değildi. Aylardır bir kuru ekmeğe talim eden, en yakınlarını savaşta yitiren insanlar sanki bunlar değildi. Herkes son aylarda yaşadıklarını bir an 161
önce unutmak istiyor gibiydi. 93 Harbi acılarıyla birlikte hatıralara gömüldü. Savaş yıllarının ardından İbrahim Edhem Paşa’nın yalısına da tekrardan sükûnet hâkim ol muştu. Paşanın zorunlu istirahatı devam ediyor du. Osman Hamdi ise Beyoğlu Belediyesi’ndeki görevinden ayrılmıştı. Babası gibi onun da uzun yıllardır ilk defa bu kadar çok boş vakti oluyordu. Son dönemde hocası Jean Leon Gerome’ün tavsi yesine uyamamış, resmi çok ihmal etmişti. Arayı kapatmak için kendini tablolarına verdi. Yalının üst katında en iyi ışık alan odaya kurduğu atölye sinde saatlerce çalışıyordu. Bu arada dördüncü kızı Leyla da doğmuştu. Osman Hamdi çocuklarıyla vakit geçirmekten çok memnundu. Hayatının en dingin günlerini ya şıyordu. Evinden uzakta değildi. Ülkeyi kasıp ka vuran bir savaş yoktu. Ne tehlikeli bir gönül ma cerasının içindeydi ne de ailevi bir sorunun orta sında. Yaşam birdenbire hızını kesmişti sanki. Bağdat’ta beraber görev yaptığı arkadaşı Ahmed Midhat Efendi’nin yazdığı romanları okuyordu sa atlerce. Ahmed Midhat OsmanlI’nın ilk romancısı olmamıştı ama en fazla eser veren yazarı olmayı başarmıştı. Aslında roman, OsmanlI aydınlarının yabancısı olduğu bir yazın türüydü. Birçok kimse Ahmed Midhat’ın kitaplarını tuhaf buluyordu. Ama Osman Hamdi Paris’te kaldığı yıllar boyunca Fransız romanlarını okumuş, Balzac, Stendhal, Hugo ve Zola’yı çok beğenmişti. Bu nedenle Ah162
med Midhat’ın kurgu dünyasını yadırgamadı. Bağdat’tayken yazar arkadaşına tavsiye ettiği ki taplar işe yaramış gibiydi. Ahmed Midhat gerçek ten de usta bir romancı olmuştu. Çok geçmeden İbrahim Edhem Paşa’nın Viyana’ya elçi olarak atandığı haberi geldi. Paşaya gönderilen tayin kararı, “Mazereti vücudiyeniz ortadan kalktığı için...” sözleriyle başlıyordu. Pa şa mektubu okur okumaz, “Mazereti vücudiye imiş," diye söylenmeye başladı. “Sağlığımda ne sorun vardı ki beni sadra zamlıktan aldınız? Şimdi de iyileşmişim. Hepsi zır va bunların." Edhem Paşa sadrazamlıktan sonra tekrar elçi olarak görev yapmayı gururuna yediremiyordu. Ama bir yandan da padişahın kendisini hatırladı ğına içten içe sevinmişti. Bir haftaya kalmadan bavullarını hazırlayıp yola çıktı. Kuruçeşme’deki yalıda Edhem Paşa ailesinin alışık olduğu veda laşma sahnelerinden biri daha gerçekleşti. Fatma Hanım’ın tek tesellisi paşanın o sırada Viyana’da üniversite okuyan en küçük oğlu Halil’in yanma gidiyor olmasıydı. Yalıda ailesiyle kalan Osman Hamdi düzenle nen resim sergilerine tablolarını göndermeye baş ladı. Şeker Ahmed’in tertiplediği serginin üzerin den yıllar geçmiş, İstanbullu sanatseverler artık bu tarz etkinliklere alışmışlardı. Osman Hamdi kı sa sürede sergi salonlarının aranan ressamların dan biri oldu. Paris’te kalıp ünlü bir ressam olma 163
hayalini gerçekleştirememişti. Şimdi kendi şehrin de tanınmaya başlamasıyla avunuyordu. Tablola rına ödenen paralar fena sayılmazdı. Ama yine de koca bir ailenin geçimini sağlayabilecek kadar çok değildi. Aslında tablolarının bir gün servet edip etmeyeceğiyle hiçbir zaman ilgilenmemişti. Böyle bir şeyin yakın gelecekte imkânsız olduğunu za ten biliyordu. Avrupa devletleri, ressamların eser lerini satın alıp müzelerine koyardı. Orada kent soylu sınıf da sanata meraklıydı. Ama Osmanlı’da ticaret yaparak veya fabrikalar işleterek zengin olan geniş bir kesim yoktu. Çoğunluğu gayrimüs lim olan bir avuç tüccar, resim sanatına yeni yeni ilgi duymaya başlamıştı. Kimi sanatsever paşalar da ressamlara destek veriyordu. İbrahim Edhem Paşa yalısının duvarlarına Şeker Ahıned’in yaptığı tablolardan asmıştı mesela. Ama tüm bunlar ye terli değildi. Avrupa’da kilise bile yüz yıllardır res samlara iş veriyordu. Oysa OsmanlI’da asırlar ön ce suret çizmeyi yasaklamıştı şeyhülislam. Osman Hamdi tüm bu gerçekleri bilmesine rağmen büyük bir sabırla çalışmayı sürdürüyor du. Bitirdiği her resim fırçasını daha da ustalaştırıyordu. Ama karşısına geçince, işte benim başya pıtım diyeceği tabloları henüz tamamlamadığının farkındaydı. 1880 senesinde Elifba Kulübü yeni bir sergi düzenledi. Osman Hamdi her zamanki gibi sergi ye katılan ressamlardan biriydi. Salonları dolaşır ken büyük bir şevkle projelerini tanıtan Alexand164
ra Vallaury isimli genç bir mimarla tanıştı. Vallaury'nin çizimlerine hayran kalmıştı. Mimarın ya nma gidip onu tebrik etti. Osman Hamdi Fransız ca konuşmuştu. Ama Vallaury’nin cevabı kusur suz bir Türkçeyleydi. “Demek Levantensiniz Mösyö?” “Evet Hamdi Bey, İstanbul doğumluyum.” “Şu meşhur pastacı Vallaury ile bir yakınlığı nız var mı?” “Evet, babam olur kendileri." Sohbet ilerleyip genç mimarın eğitimini Beaux Arts’ta aldığını öğrenince çok şaşırdı Osman Hamdi. Hemen, “Hangi yıllar arasında oradaydınız?” diye sordu. “1869 yılında başladım Beaux Arts’a." “Ben de o yıl Paris’teki resim eğitimimi ta mamlayıp buraya döndüm.” “Çok yazık olmuş, demek orada da karşılaşabi lirdik.” İki adam ayaküzeri sohbet etmeyi sürdürdüler. Osman Hamdi otuz yaşındaki mimarın gelecekte çok başarılı olacağına canı gönülden inanmıştı. Ama ne yazık ki Vallaury’ye görkemli çizimlerini hayata geçirmesi için fırsat verecek bir mevkie sa hip değildi. Oysa ne kadar da güzel olurdu mima rın çizim kâğıtlarında gördüğü muhteşem binala rın vücuda gelip İstanbul’u süslemesi. O gün Val laury’ye iyi şanslar dileyip sergiden ayrıldı. ♦** 165
Osman Hamdi yaz aylarında daha rahat çalışa bilmek için babasının Gebze yakınlarındaki evine gidiyordu. Eskihisar yöresinde kendisi de bir ar sa satın almıştı. Dönemin bütün ileri gelenleri yazlık konutları için Boğaz kıyılarını tercih eder ken Osman Hamdi’ye taşra yaşamı daha çekici geliyordu. Birkaç yıl içinde arsasına yazlık bir ev yaptırmayı kafasına koymuştu. Bölgenin temiz havası, sessizliği ve Bursa dağlarına kadar uza nan göz alıcı manzarası onu rahatlatıyordu. Yaş lılık yıllarını huzur içinde geçirmek için buradan daha uygun bir yer düşünülemezdi. O günlerdeki tek resmi görevi Müze-i Hüma yun komisyon üyeliğiydi. Müze Müdürü Dr. Dethier’in ricasını kırmamış ve bir süre önce komisyo na katılmayı kabul etmişti. Bu tam zamanlı bir iş değildi. Çünkü ortada doğru düzgün bir müze fi lan yoktu. Ayda bir iki kere diğer komisyon üyele rinin de katıldığı toplantılar düzenleniyor ve ger çek anlamda bir müze kurulması için neler yapıl ması gerektiği tartışılıyordu. Yıllar içinde çeşitli vesilelerle yolu İstanbul’a düşmüş birkaç parça antik heykel Aya İrini’nin bahçesine yerleştirilmişti. Bu eski Bizans kilisesi nin içindeyse Ayasofya’nın çanı ve Haliç’in ağzına gerilmiş meşhur zincirin parçaları gibi İstan bul’un fethi sırasında ele geçirilen çeşitli nesne ler saklanıyordu. Depo olarak kullanılan kilisede aslında tam olarak nelerin bulunduğunu kimse bilmiyordu. Tarihi eserlerin tasnifi bile yapılma166
mıştı; ne oldukları, nerede bulunduklarıyla ilgili hiçbir kayıt tutulmamıştı. Üstelik Aya İrini’nin ka ranlık dehlizlerinde kaderlerine terk edilmiş eser ler uzun zamandır rutubete maruz kalmışlardı. Komisyon birkaç yıl önce ilgili makamlardan yeni bir müze binası talebinde bulunmuştu. Çok geçmeden Çinili Köşk yeni müze binası olarak tahsis edildi. Fetihten hemen sonra yapılan köşk, İstanbul’da inşa edilmiş ilk Osmanlı yapılarından biriydi. Altıgen şeklindeki küçük bir iç avlu ve o avludan daha da küçük beş odacıktan oluşuyor du. Aya İrini’deki tarihi eserler büyük bir dikkatle Çinili Köşk’e taşındı. Osman Hamdi Avrupa’da gezdiği muhteşem müzeleri gözünün önüne getir dikçe, Çinili Köşk’ün bu iş için gerekli standartla ra sahip olmadığını düşünmeden edemiyordu. Ama yine de Çinili Köşk imparatorluk müzesi ola rak hizmete açıldı. Ziyaretçileri genelde İstan bul’a gelen yabancılardı. Yerli halkın müze bina sından haberi bile yoktu. Osman Hamdi müze komisyonu üyesi oldu ğundan beri ülkesinin arkeolojik geçmişine karşı daha fazla ilgi duyuyordu. Önceki yıllarda yapılan hataları hatırladıkça üzülmemek elde değildi. Bir de halihazırda Osmanlı topraklarında kazı yapan Batıklar vardı sıkıntısına tuz biber eken. Kazılar son dönemde bilimsel araştırma olmaktan tama men çıkmış, tek kelimeyle birer yağmaya dönüş müştü. Üstelik Batıklar kendilerini başkasına ait olan malı çalan bir hırsız olarak görmüyorlardı. 167
Onlara göre söz konusu olan eserler nerede bulu nursa bulunsun Batı’nın olmalıydı. Osmanlı makamları birkaç sene öncesine ka dar arkeolojik kalıntılarla hiç mi hiç ilgilenmemiş ti. Toprağın altındaki tarihi eserler değersiz taşlar olarak kabul edilmişti. Bu boş vermiştik nelere mal olmamıştı ki? 1870’li yılların başında Bergama çevresinde yol çalışmaları yapmakla görevlendi rilmiş Humann adındaki bir Alman mühendis, kısa zamanda bölgedeki tarihi zenginliği fark etmiş ve hemen Pergamon antik kentini kazmaya başlamış tı. Humann çok geçmeden Zeus Sunağı olarak bili nen muhteşem yapıyı bulmayı başardı. Tapmağın sütunları ve frizleri bir bir gün ışığına çıkmıştı. Humann buluntuları ülkesine götürebilmek için hemen harekete geçti. Alman makamları da vakit kaybetmeden devreye girmişlerdi. Prus ya’nın İstanbul büyükelçisi Bergama’da bulunan mermerlerin Berlin’e götürülmesi için dönemin sadrazamını devamlı sıkıştırıyordu. Sonuçtan emin olan Humann ise sunağı çoktan parçalara ayırmış, taşları Ege denizine kadar taşıyacak yük arabalarını bile hazırlatmıştı. Çok geçmeden Zeus Sunağı limanda bekleyen Alman gemilerine kona rak Bergama’yı terk etti. Birkaç gün sonra parça lar Berlin Müzesi’nde tekrar birleştirildi. Böylece Osmanlı toprakları bekli de en görkemli hâzinesi ni yitirmiş oldu. Bir başka Alman olan Schlieman’ın hikâyesi ise Humann’ınkinden bile ilginçti. Schlieman genç 168
yaşında zengin olmuş bir maceraperestti. Doğru zamanda doğru yerde olma konusunda üstüne yoktu. Altına hücum günlerinde Kaliforniya’da al tın tozu ticareti yapan bir şirketi vardı. Yüksek fa iz karşılığı tüm altın avcılarına para akıtıyordu. Kırım Savaşı sırasında Rusya’daydı. Savaş nede niyle pahalılaşan malları satan kurnaz bir tüccar olarak çalışmıştı. Amerikan İç Savaşı sırasındaysa beyaz altın haline gelen pamuğun ticaretini yap mıştı. Kısa zamanda edindiği servetinin boyutla rını tam olarak kimse bilmiyordu. Schlieman, Os man Hamdi’nin de Paris’te olduğu yıllarda bu şehre yerleşmiş, tarihe duyduğu ilgi nedeniyle Sorbonne Üniversitesi’ne kayıt yaptırmıştı. Dün yanın en zengin üniversite öğrencilerinden biri olarak, Doğu dilleri ve eski medeniyetlerle ilgili derslere giriyordu. Ama çocukluğundan beri esas tutkusu Homeros’un Jlyada destanında anlattığı Troya şehrini bulmaktı. Efsanevi antik şehrin Ça nakkale Boğazı’nın güney kesimlerinde olduğu tahmin ediliyordu. En fazla üstünde durulan böl ge de Hisarlık Tepesi’ydi. Schlieman, Osmanlı ma kamlarından kazı izni alır almaz çalışmalarına başladı. Türk yetkililere, “Eğer kıymetli bazı eserler bulmak gibi bir şan sım olursa bunları paylaşmaktan sevinç duya rım,” demişti. “Yarısının müzeye, yarısının da ba na verilmesi uygun olur.” Schlieman kısa sürede Hisarlık tepesinin altını üstüne getirdi. Kazılarında tarla çapası bile kulla169
nıyordu. İlya d a 'da anlatılan Troya kentinin kralı Priamos’un hâzinesini bulmayı kafasına o kadar koymuştu ki, kazı sırasında karşısına çıkan tüm duvarları yıktırıyordu. İşçiler ellerindeki kazma larla binlerce yıllık yapılan yok ederken Schlieman sadece daha derine inmeyi düşünüyordu. 1873 yazında hayalleri gerçeğe dönüştü. Yüz elli parça altın ve mücevherden oluşan muhteşem bir hazine bulmuştu. O da tıpkı Humann gibi al tınları hiç vakit kaybetmeden yurtdışına yolladı. Schlieman İly a d a 'yi hatmetmiş, dahası orada ya zılanların kelimesi kelimesine gerçek olduğuna inanmıştı. Kısa süre sonra tüm dünyaya Kral Pri amos’un hâzinesini bulduğunu açıkladı. Bilim çevreleriyse bu iddiayı kuşkuyla karşıladı. Ama gerçek olan tek şey, Schlieman’ın toprağın altın dan çıkardığı hâzineyi Avrupa’ya kaçırmasıydı. Osmanlı Devleti vakit kaybetmeden Schlieman’a karşı hukuki bir süreç başlattı. Ama Schli eman birkaç bin altın frang karşılığında yetkililer le uzlaşma sağlamayı başardı. Yaptığıyla gurur duyuyordu. Sağda solda OsmanlIların Troya ve Homer ile ilgili en küçük bir bilgiye sahip olma dıklarından dem vuruyordu. Hatta hâzineyi bilim adına kurtarmak için sakladığını söylüyordu. İs tanbul’daki müze içinse, “Müdür bile bekçinin izni olmadan içeri gire miyor,” diyordu. “Oraya yollanan eski eserlerin bilim için ebedi birer kayıp olduğunu herkes bi lir." 170
Osman Hamdi son on senede yaşanan bu iki olayı unutamamıştı. Humann ile Schlieman’a mı kızsın, yoksa Osmanlı yetkililerinin vurdumduy mazlığına mı yansın bilemiyordu. Zeus Sunağf mn Berlin Pergamon Müzesi’nde çekilmiş fotoğrafla rını Alman gazetelerinde görmüştü. Schlieman ise bulduğu hâzineyle karısı Sophia’yı bir güzel süs lemiş, sonra da çektiği fotoğrafları tüm dünyaya yaymıştı. Sophia’nın saçlarında ve boynunda ki lolarca altınla verdiği pozu da hatırlıyordu Os man Hamdi. Osmanlı hükümeti bu gelişmeler karşısında antik eserlerin korunması için bir nizamname ha zırladı. Bundan böyle bulunan eserlerin kazı ya pan, arazi sahibi ve devlet arasında bölüştürül mesi gerekiyordu. Osman Hamdi, nizamnamenin uygulanamaz olduğunu hemen anlamıştı. Üçe bölme fikri düpedüz saçmalıktı! Yasaların bir an önce değişmesi gerektiğini düşünüyordu. Ama sahip olduğu yetki bunu gerçekleştirebilmesi için yeterli değildi. İbrahim Edhem Paşa Viyana’da olduğundan Osman Hamdi babasının kütüphanesinde daha rahat çalışıyordu. Eski eserlerin korunması üzeri ne kafa patlattığı bir gün, paşanın özenle biriktir diği gazete kupürlerine bakmaya başladı. Yıllar önce bir İzmir gazetesinde çıkmış haberi arıyor du. Çok geçmeden 24 Nisan 1872 tarihli gazete sayfasını buldu. Makalede Efes’te kazı yapan ya bancı heyeti denetleyen bir komiserin olmadığm171
dan ve bulunan parçaların on beş gün içinde British Museum’a ulaştığından yakınılıyordu. Yazı nın sonunda ise bu işe ancak arkeolojiye meraklı olan İbrahim Edhem Paşa’nın bir dur diyebilece ği belirtiliyordu. Osman Hamdi gazetenin tek ça re olarak babasını görmesinden dolayı gurur duy muştu. Paşa sadrazamken bir seferinde yürürlük teki yasaya uymamış ve kendi yetkilerini kullana rak Irak’ta kazı yapan İngiliz ekibinin bulduğu ta rihi eserlerin British Museum’a gönderilmesine izin vermemişti. Avrupalı uzmanlar bu durumu büyük bir skandal olarak değerlendirseler de, so nuçta Osmanlı sadrazamının dediği olmuştu. Osman Hamdi kırk yaşına basmak üzereydi. O güne kadar birçok iş başarmıştı. Üstlendiği bütün görevleri layıkıyla yerine getirdiğini düşünüyor du. Kendisiyle hesaplaşmaya girdiğinde bu sor gulamadan yüzünün akıyla çıkacağına emindi. Ama hep bir şeylerin eksik olduğunu hissediyor du. Günlerini, hayatını değiştirecek mevkie ulaş masına çok az bir zaman kaldığından habersiz, sadece resim yaparak geçiriyordu.
172
Lagina Kazısı,
Fransız arkeologlarla birlikte.
Osman Hamdi için 1881 baharı oldukça sakin başlamıştı. Son iki yıldır yaptığı gibi sabah erken den kalkıyor, birkaç lokma bir şeyler atıştırdıktan sonra atölyesine kapanıp çalışmaya başlıyordu. Yeni tablosunda duvardaki bir rafın üzerine kon muş vazoları düzelten genç bir kızı betimlemişti. Modeline birkaç adım arkadan bakan ressam, on dan masum olduğu kadar kışkırtıcı da görünen bir profil almayı başarmıştı. Resimdeki kız dizini sedire dayamış, kollarını da yukarıya doğru zarif çe uzatmış vaziyetteydi. Üzerindeki sarı elbise tüm vücut hatlarını ortaya çıkarmıştı ve çıplak ayakları oldukça dikkat çekiciydi. Aslında o güne kadar Türk resminde büyük boy insan figürüne rastlamak pek mümkün değildi. Ama Osman Hamdi bu tabuyu çoktan yıkmıştı. Onun tablola rında ana tema insan olmuştu. Kadın figürüneyse ayrı bir önem veriyordu. Batı resmindeki gibi be175
denin gizemlerini tüm çıplaklığıyla tablolarına yansıtamasa da, dikkatli gözler için küçük erotik göndermeler yapmaktan çekinmiyordu. Bu arada yıllardır Avrupa’da sürgünde bulu nan Midhat Paşa’dan iyi haberler gelmişti. Paşa İzmir valiliği görevine atanmıştı ve her dinden, her milletten insan limana koşup yeni valilerini bir kahraman gibi karşılamıştı. Osman Hamdi, Midhat Paşa gibi birinin devlet hizmetinden asla ayrı tutulmaması gerektiğini düşünüyordu. Bun ca yıl boşa geçmişti. Paşanın yeni görev yeri hiç de fena sayılmazdı. Osmanlı bürokratları Anado lu’nun Batı'ya açılan bu en önemli liman kentin de görev alabilmek için çoğu zaman torpile baş vururdu. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama anlaşı lan Abdülhamid ile Midhat Paşa’nın arası düzel mişti. Fakat bu sakin günler fazla sürmedi. İstanbul basını birdenbire Midhat Paşa hakkında çok çir kin suçlamalarda bulunmaya başladı. Yazılanlara göre Sultan Abdülaziz intihar etmemiş, Midhat Paşa’nın organize ettiği bir cinayete kurban gitmişti. Olayın üzerinden beş sene geçtikten sonra bu id dialar da nereden çıkmıştı? Osman Hamdi oku duklarına inanamıyordu. Basının hemen hemen tamamı Midhat Paşa’ya karşı bir linç kampanyası başlatmıştı. Gazetelerin iyiden iyiye saray yanlısı olup çıktıklarını biliyordu ama bu kadarını bekle miyordu. Artık ülkede özgür bir basının varlığın dan söz etmek mümkün değildi. Paşayı cinayetle 176
suçlayanlar arasında Ahmed Midhat Efendi de vardı. Ünlü yazar soyadının nereden geldiğini çok tan unutmuş gibiydi. Şimdilerde memleketin baş ka meselesi yokmuş gibi davranıyor, paşayı yer den yere vuran makaleler yazıyordu. İzmir’de bulunan Midhat Paşa ise, kendisine karşı düzenlenen bu komplo hareketinin başına ne gibi çoraplar öreceğini tahmin etmişti. Ama ne yapacağını bilmiyordu, ilk önce Avrupa’ya kaç mayı düşündü. Bunun için geç kalmıştı. İzmir po lisi her yerde kendisini arıyordu. Paşa tüm çıkış noktalarının tutulmuş olduğunu anlayınca Fran sız konsolosluğuna sığınmaktan başka çare bula madı. Bu olay üzerine Ahmed Midhat Efendi’nin kalemi iyice sertleşti ve paşa için, “Hainlikte daha da ileri giderek ecnebi bayrağı altına sığınması re zaletlerini artırmıştır,” diye yazdı. Fransızlar politik nedenlerle Midhat Paşa’yı vakit geçirmeden Osmanlı güçlerine teslim etti ler. Paşa mayıs ayında sabık padişahı öldürmekle suçlanan biri olarak yıllardır uzak tutulduğu İs tanbul’a getirildi. Birçok kişi gibi Osman Hamdi de bu oldubitti karşısında şaşkınlığını gizleyemiyordu. Paşanın aleyhinde estirilen rüzgârın kısa cık bir sürede fırtınaya dönmesi hayra alamet de ğildi. Galiba Sultan Abdülhamid bu sefer paşadan tamamen kurtulmaya karar vermişti. O sırada Edhem Paşa hâlâ Viyana elçisi olarak görev yapıyor du. Osman Hamdi babasına uzunca bir mektup yazarak olanları anlattı. Edhem Paşa’nm cevabı 177
oldukça kısaydı. Üstelik Padişah Hazretlerine hiç toz kondurmuyordu. Onun adaletine güvendiğini yazıyordu. Ama İstanbul’da gelişen olaylar bunun tam ter sini gösterdi. Yıldız Saray’ında kurulan mahkeme hiç vakit kaybetmeden Midhat Paşa ve arkadaşla rını yargılamaya başladı. Paşa avukat önerilerini kabul etmemiş ve kendi savunmasını kendisi yap mak istemişti. Beklendiği gibi tüm suçlamaları reddetti. Ama mahkeme cinayeti Boğaz’ın karşı kı yısından gördüğünü söyleyen tanıkları bile dikka te aldı. İstanbul’un her konağında, her kahvehane sinde ve her okulunda bu konu konuşuluyordu. İnsanlar Boğaz kıyılarına gidip karşı taraftaki yalı ların içinde bir cinayet işlense, bulundukları yer den bunu görüp göremeyeceklerini tartışıyorlar dı. Osman Hamdi’nin de adalete hiç güveni kalma mıştı. Mahkemeyi gazetelerden takip etmekten başka elinden hiçbir şey gelmiyordu. Paşa çökmüştü. Yüzünde derin çizgiler olmuş, sakalları iyice beyazlamış ve kamburu daha belir gin bir hal almıştı. Osman Hamdi, paşanın kısa bir zamanda nasıl bu kadar yaşlandığına akıl sır erdiremiyordu. On bir yıl önce, 1870 Ekimi'nde Bağ dat’ta çekilmiş bir fotoğrafı bulup çıkardı albü münden. Vilayetteki tüm yöneticiler beraberce poz vermişlerdi. Osman Hamdi arka tarafta ayak ta duruyordu. Önde sandalyesinde oturan Mid hat Paşa ise oldukça sağlıklı görünüyordu. He men yanında Ahmed Midhat vardı. Ama o mutlu 178
günlerin üzerinden çok zaman geçmişti. Artık herkes paşanın sonunun geldiği konusunda hem fikirdi. Ve birkaç hafta sonra beklenen oldu. Midhat Paşa, mahkeme tarafından suçlu bulundu. Bir pa dişahı öldürmek Osmanlı topraklarında işlenebi lecek en ağır suçtu. Beklenildiği gibi paşa ölüme mahkûm edildi. Ama cezası, bağışlayıcılığını hal kına göstermek isteyen padişah tarafından ömür boyu hapse çevrildi. Midhat Paşa kalan günlerini Hicaz eyaletindeki Taif Kalesi’nin zindanlarında geçirecekti. Yaz mevsimin en sıcak günlerinde olan biten bu mahkeme Osman Hamdi’nin sinirlerini olduk ça yıpratmıştı. Politikadan iyice nefret ediyordu artık. O günlerdeki tek düşüncesi köşesine çekilip ömrünün sonuna kadar resimle uğraşmaktı. Gele ceğe dair başka bir tasavvur yoktu kafasında. O, dünyevi meselelerden elini eteğini çekmeye karar verdiyse de, devletin işleri gelip onu bul makta gecikmedi. On senedir Müze-i Hümayun müdürlüğü yapan Dr. Dethier birkaç ay önce öl müştü. Müdürün uzun süredir ciddi bir rahatsızlı ğı bulunduğu biliniyordu. Ama yetkililerin Dethier’den sonrası için herhangi bir planlama yapma dığı çabucak anlaşıldı. 1869 yılında göreve başla yan Galatasaray Lisesi öğretmenlerinden Mr. Goold’tan beri müze müdürlerinin yabancı olması bir gelenek haline dönüşmüştü. Aya İrini’de depo 179
lanmış tarihi eserleri Çinili Köşk’e taşıtan Dethier'in hayatını kaybetmesinin hemen ertesinde müze için yeni bir müdür bulma çalışmaları başla tıldı. Almanya bu gibi işlerde oldukça ilerlemişti. Hemen Berlin elçiliğine haber yollanıp yardım is tendi. Elçilik görevlileri yaptıkları araştırma sonu cunda eski eserler uzmanı payesine sahip Dr. Millhofer ile anlaştılar. Tam sözleşme imzalanacaktı ki Osmanlı yetkilileri bu işten vazgeçti. Çünkü pa dişahın kulağına müze müdürlüğü görevini layıkıyla yerine getirecek bir Türk’ün olduğu fısıldanmıştı. Söz konusu edilen genç adam, Paris’te re sim eğitimi görmüş, ardından devlet hizmetinde çalışmış ve son birkaç yıldır da müze komisyo nunda görev almıştı. Üstelik İbrahim Edhem Paşa’nm da oğluydu. Bu telkinlerden etkilenen Abdülhamid öneriyi kabul etti. Atamayla ilgili fer manda, Beyoğlu Eski Belediye Reisi Hamdi Beyefendi’nin bundan böyle müze müdürü olduğu be lirtiliyordu. 11 Eylül 1881 günü kendisine maaş olarak beş bin kuruş verildiği açıklandı. Osman Hamdi bu duruma hem şaşırmış hem de çok sevinmişti. Kendisini padişaha öneren ki şilere minnettardı. Edhem Paşa o sırada Viyana’da bulunsa da bu işte onun da parmağının ol duğuna emindi. Yeni görevi şerefine Kuruçeş me’deki yalıda küçük bir kutlama yapıldı. Naile Hanım kocasının en sevdiği yemekleri hazırlar ken; Fatma, Melek ve Leyla da babalarım öpüp ona başarılar diledi. 180
Osman Hamdi ömrünü resim yaparak tamam lama düşüncesinden bir anda sıyrılmıştı. Kendini on sekiz yaşındayken Paris’e ilk defa adım attığı günkü kadar heyecanlı hissediyordu. Sanki haya ta yeniden başlıyor gibiydi. Aslında önceki yıllar da kendisine müze müdürlüğünden daha fazla prestij sağlayan unvanlara sahip olmuştu. Çevre sindeki insanlar, onun önemli bir vilayete vali ola rak atanmasını veya bir Avrupa başkentine elçi olarak gönderilmesini bekliyorlardı. Ama Osman Hamdi bu duruma hiç gocunmadı. Yapmak iste diklerini hayata geçirmek için müze müdürlüğün den daha uygun bir mevki düşünemiyordu çün kü. İlk iş sabahı erkenden kalktı. Çocuklar uyu yordu. Odalarına girip sırayla hepsini öptü. Naile Hanım o sabah kocasından önce kalkmış, kahval tı masasını hazırlamıştı. Karıkoca neşe içinde çaylarını içtiler. Evden çıkmadan önce uzun uzun aynaya bak tı. İyi görünüyordu. Boynuna bir fular bağlamıştı. Ceketinin göğüs cebine her zamanki gibi beyaz bir mendil yerleştirmişti. Gözüne de kulak arkası na uzanan sapları olmayan ve burnun üstüne bir kelebek gibi konan gözlüklerden takmıştı. Öğren cilik yıllarında sakallarını usturayla keserdi. O dö nem Paris gençleri arasında sakal pek rağbet gör müyordu. Ülkesine dönüp devlet hizmetine gir dikten sonra o da herkes gibi sakal bırakmıştı. Çok uzamasına izin vermese de sakalsız halini kimse hatırlamıyordu. 181
Aynaya bakmaya devam ederken kendi kendi ne fısıldadı: “Directeur du Musee Imperial de Constanti nople, Osman Hamdi Bey." Bu bey lafı bir soyadı gibi takılmıştı Osman Hamdi’nin peşine. Aslında efendi, daha çok kulla nılırdı seçkin kişiler için. Şehzadelere, yüksek rüt beli saray çalışanlarına ve ulemalara efendi şek linde hitap edilirdi. Osman Hamdi gibi Avrupa kültürü almış bir avuç münevvere ise bey denme si âdet olmuştu bir süredir. Osman Hamdi de be nimsemişti bunu. Bir şikâyeti yoktu. Müze müdüründen beklenen Çinili Köşk’teki birkaç parça tarihi eseri uygun biçimde sergile mesi ve bazı envanter çalışmaları yapmasıydı. Ama onun aklında çok daha fazlası vardı. Her şey den önce güzel bir müze binasının hayalini kuru yordu. Hiç şüphesiz bu binanın içinde birbirin den değerli eserler olmalıydı. İnsanlar müzeye girdiklerinde gördüklerinden etkilenmeliydiler. Paris’te öğrenciyken Louvre Müzesi’nde geçirdiği saatleri unutamıyordu. Müzenin sadece eski eser leri ziyaretçilere teşhir eden bir bina anlamına gelmediğini öğrenmişti orada. Hayalindeki müze yi gezenlerin kendi kökleriyle önyargısız ilişkiler kurmasını ve medeniyetin geçirdiği aşamaları gözlemleyip içinde bulundukları zamanı daha iyi kavramalarını istiyordu. 182
Avrupa müzeleri bunu gayet iyi başarmışlardı. Salonlarında Antik Yunan ve Roma eserlerine ge niş yer ayırıyorlardı. Dahası bu büyük uygarlık mirasını sahiplenip, kendi kökleri olarak lanse ediyorlardı. Görkemli antik dünyayı övdükten sonra Rönesans sanatçılarının ölümsüz eserleriy le ziyaretçilerini büyülüyorlardı. Sonra sıra çağ daş sanatçıların yapıtlarına geliyordu. Böylece Avrupa müzelerini gezenler Batı medeniyetinin benimsediği uygarlık çizgisini açık seçik görebili yorlardı. Osman Hamdi de müzesinde OsmanlI’ya özgü bu tarz bir sentezi gerçekleştirmenin hayali ni kuruyordu. AvrupalIlar için arkeoloji hiçbir zaman sadece bir bilim dalı olarak algılanmamıştı. Kazılar ilk başlardan beri tüccarların da ilgisini çekmişti. Avrupa burjuvazisi yağmadan kendisine de pay düşebilir umuduyla kazıları finanse etmek için birbiriyle yarışıyordu. Sonra kazılar daha da önemsenmiş devlet adamları ve diplomatlar işin içine girmişti. En nihayetinde bu konuda bir dev let politikası gelişmişti. Artık Avrupa devletleri arkeolojik çalışmalara önemli bütçeler ayırıyor, arkeologlarının rahat çalışabilmesi içinse ellerin den geleni yapıyorlardı. XIX. yüzyıl sömürgecilik tarihinin altın döne miydi. Sömürgeci ahlak anlayışı için Avrupa coğ rafyasına ait olmasa bile toprağın altından çıkan her şey Batfnın olmalıydı. Çünkü AvrupalIlar ken dilerini tarihsel mirasın değerini bilen tek uygar183
lık olarak görüyorlardı. Bu yüzden, hasta adam olarak adlandırdıkları Osmanlı İmparatorlu ğunun tüm yeraltı zenginliğine ganimet gözüyle bakıyorlardı. OsmanlI’da ise koruma kültürü anla yışı ne yazık ki gelişmemişti. Uzun süredir bir toplama geleneği vardı ama bu durum tarihi eser lere önem verildiği anlamına gelmiyordu. Özellik le imparatorluğun askeri gücünü gösteren nesne ler biriktiriliyordu. Mekke ve Medine gibi şehirle rin imparatorluk topraklarına katılmasının ardın dan İstanbul’a getirilen kutsal emanetler de uzun süredir hanedanlığın hilafet simgeleri olarak özenle korunuyordu. Yunan ve Roma eserleriyse İslam kültürüne ait olmadıkları için hiç önemsen memişlerdi. Ancak AvrupalIlar pagan eserleri ele geçirmek için imparatorluk topraklarına akın edince, bu taşlarda var bir hikmet denilmiş, göz ler açılmıştı. Osman Hamdi nasıl bir işe giriştiğinin farkın daydı. Ama bir an için bile akimdan pes etmek geçmedi. Savaşmalıydı. Avrupa’ya artık işlerin es kisi gibi yürümeyeceğini göstermek istiyordu. Müze binası olarak kullanılan Çinili Köşk’e da ha önce defalarca gitmişti. Oranın nasıl bir yer ol duğunu iyi biliyordu. Ama yine de ilk defa müdür olarak köşkün bahçesine adım attığı an büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Dört yüz on yaşındaki köşkün dış cephesi ne kadar da yıpranmıştı! Bina daki eksikler şimdi daha bir gözüne batıyordu. Odalarda sergilenen birkaç parça heykel ve vazo 184
ise köşkün içini doldurmuştu. Osman Hamdi yıl lar önce Kıbrıs’tan getirilen Baküs heykeline dü şünceli düşünceli bakarken görevlilerden biri ya nma sokulup, “Çatıda sorunlar var efendim," dedi. “Her yağ mur yağdığında içeriye su doluyor. Zemin bu yüz den kabarıyor. Heykellerin üzerini örtüyoruz ama yüzeylerinde tahribat oluşmasını engelleyemiyoruz.” En kısa zamanda köşkün elden geçirilmesi ge rekiyordu. Ama bunun için müzeye yüklü bir öde nek ayrılmalıydı. Maddi kaynağı nereden bulaca ğını düşünürken Osman Hamdi’nin gözü binanın duvarlarına takıldı. “Bu köşke adını veren çinilere ne oldu?" diye sordu sertçe. Kimse bilmiyordu. Ya da söylemeye cesaret edemiyordu. Kısa bir sessizlik olduktan sonra gö revlilerden bıçkın bir delikanlı öne doğru çıkıp, “Önceki müdür zamanında çinilerin onarımı için çok para harcanmıştı," dedi. “Geçenlerde Ba bIâli’den görevliler geldi. Binada inceleme yaptık tan sonra tüm çinileri sıvayla kapatmamızı emret tiler. Böylece masraf yapmaktan kurtulmuş ol duk!” Osman Hamdi tam da bize göre bir çözüm yo lu bulmuşlar diye geçirdi içinden. “Anlaşıldı, sıfırdan başlamalıyız.” Tadilat masrafları için uzun yazışmalar yap ması gerekti. Ama inatçılığı sonuç verdi. Gerekli 185
olan parayı sağlar sağlamaz onarım çalışmalarını başlattı. İlk önce çinileri örten sıvalar silindi. Ar dından çatı ve zeminle ilgili gerekli tadilatlar ya pıldı. Ama ne yapılırsa yapılsın bina Avrupa mü zeleriyle kıyaslanamayacak kadar küçüktü. Ama şimdilik eldekiler arasında en iyisiydi. Müdür be yin adım adım ilerlemesi gerekecekti. Osman Hamdi müzeyi canlandırma faaliyetle riyle uğraşırken, Maarif Nezareti’nde ise güzel sa natlar üzerine eğitim veren bir yüksekokulun açıl ması fikri görüşülüyordu. Güzel sanatların her da lı OsmanlI’da çok ihmal edilmişti. Halk dini önyar gılar nedeniyle yüzyıllardır temel sanatlarla uğra şılmasına çekince koymuştu. Heykeltıraşlığın esa misi bile okunmuyordu. Resim eğitimiyse sadece harbiye ve mühendislik okullarında veriliyordu. Bunun da amacı öğrencilerin teknik çizimler yapabilmesiydi. Resmi estetik yanı yüksek bir sanat olarak ele alan bir eğitim daha önce hiçbir okulda verilmemişti. Mösyö Guillement’in 93 Harbi sıra sında tifodan ölmesi de, ilk özel resim atölyesinin sonu olmuştu. Aslında Maarif Nezareti’nin gündeminde, gü zel sanatlar eğitimi verecek bir yüksekokul kurma fikri yıllardır vardı. Ama savaştı, bütçeydi, kadro sıkıntısıydı derken bu fikir hep ertelenmişti. Os man Hamdi müze müdürü olduğundan beri bu konuyla da yakından ilgileniyordu. Nazırlıktaki toplantılara katılıyor, fikirlerini açık açık söylü 186
yordu. Osman Hamdi’nin varlığı böyle bir okul açma düşüncesinin yeniden gündeme gelmesine vesile olmuştu. Paris’te sanat tahsil etmiş biri bu işe hevesli olduğuna göre akademinin açılması için daha fazla beklemeye gerek yoktu. Osmanh’nın ilk akademisinin adı Sanayi-i Nefi se oldu. 1882 yılının ilk gününde okulun yönetici si olarak, Müze Müdürü Osman Haindi Bey'in gö revlendirildiği açıklandı. Osman Hamdi birkaç ay arayla çok önemli iki kurumun yöneticisi olmuştu. Zor günler yaşayan bir imparatorluğun kültür ve sanat vizyonu artık tamamen ona teslim edilmişti. Hemen akademi nin kuruluş gerekçesiyle ilgili yayınlayacağı yazı üzerinde çalışmaya başladı. Ama işin içinden bir türlü çıkamıyordu. Ne yazması gerektiğini biliyor du. Fakat yazmak zorunda oldukları biraz daha farklıydı. Devletin resmi eğitim anlayışıyla kendi düşünceleri arasında bir denge yakalaması gere kiyordu. Çalışma odasına kapanıp şevkle yazma ya başlıyor, ama birkaç dakika geçmeden masa sındaki kâğıdı buruşturup çöpe atıyordu. Ardın dan kalemini mürekkebe batırıp tekrar işe koyu luyordu. Birçok denemenin ardından en sonunda yazıyı tamamlayabildi. O sm anlı m illetleri, ö z e llik le d e Türkler, h e r n e k a d a r ya ra tılışta n bir s a n a t h issin e sa h ip se ler de, bu his resim v e h e y k e l ş e k lin d e y a p ılm ış eserlerd e değil, b ü yü k binalarda v e k u lla n ım d a
ki
k i b in lerce eşy a d a görülür. B unları m e y d a n a g e tiren üstatların s a n a t görüşleri v e k a b iliy e tle ri m e v c u t eserlerd en b elli o lm aktadır. G ü z e l s a n a tla ra m a h s u s k u r u m la r m e y d a n a g e tirilm e s i k ıs a z a m a n iç in d e bu işte k a d e m e k a d e m e ile r le m e m iz i sa ğ la ya ca ktır. B u k u ru m la r y a b a n c ı m e m le k e tle r e ö ğ ren ci g ö n d e re re k değil, k e n d i m e m le k e tim iz in ö z e llik le r in e u y g u n h ü n e r s a h ib i a d a m la r y e tiştire re k , g e rç e k bir Türk sa n a tı vü c u d a g etirecektir. S ö z ü n k ı s a sı m e ş h u r s a n a tk â rla rın h iç b irin in tu tu m u n u ta k lit e tm e y e r e k , y a ln ız ta b ia tın ru h u n a uygun şe y le ri v e m e m le k e tim iz in ta rih i ile ilgili v a k a ları ta s v ir e tm e y o lu n d a g a y re t s a r f e tm e k g e rekir. Ş im d i bu p la n ı g e rç e k le ştirm e k için h e r şe y d e n ö n c e g ü z e l sa n a tla ra m a h su s okullar, m ü z e le r ve h a tta serg iler a çm a lıyız. Bu işten a n la y a n h e rk e s fik ir birliği içerisindedir. P adişahın h ü k m ü v e bütün te b a a n ın sa a d e te u la şm a sın ı isteye n h ü k ü m e tin s a y e sin d e a ç ıla c a k okul, gü z e lc e y ö n e tilirse e lb e tte m ü k e m m e l bir so n u ç m e y d a n a g etirec ek ve ku ru cu su n u n şa n ve şe re fin i e b e d iy e n ya şatacaktır.
Osman Hamdi politik davranmış, kaleme aldı ğı yazıyı padişahın muhafazakâr dünya görüşüne uygun hale getirmişti. Aslında aklındaki, Sanayi-i Nefise’de birebir olarak Ecole des Beaux Arts’m eğitim anlayışını hayata geçirmekti. 188
Okulun temel felsefesi gibi kendi de kâğıt üze rinde kurulmuştu. Çünkü ne eğitimin yapılacağı bir bina vardı ortalıkta, ne hocalar, ne de öğren ciler. Osman Hamdi yine zor bir işin altına girdi ğinin farkındaydı. İlk olarak bir okul binası gereki yordu. Aynı zamanda müze müdürlüğü de yapa cağı için bu iki bina birbirine yakın olmalıydı, ilgi li nazırlara çıkıp düşüncesini onaylattı. Güzel Sa natlar Akademisi binası Çinili Köşk’ün hemen ya nındaki boş arsada yapılacaktı. Akademinin nerede kurulacağı meselesini hal lettikten sonra sıra binanın inşaatına gelmişti. Os man Hamdi’nin aklına ilk olarak birkaç yıl önce bir sergide tanıştığı mimar Alexander Vallaury geldi. Onun çok yetenekli bir sanatçı olduğuna emindi. Vakit kaybetmeden genç mimarın Tepebaşı’ndaki apartman dairesine gitti. Vallaury, Os man Hamdi’yi karşısında görünce şaşırmıştı. “Habersiz geldiğim için özür dilerim.” “Ona nasıl söz Hamdi Bey. Lütfen içeri buynın.” Salona geçer geçmez genç mimar, “Yeni görevler üstlendiğinizi gazetelerden öğ rendim, Hamdi Bey," dedi. “Eminim çok önemli iş lerin altına imzanızı atacaksınız." “Teşekkür ederim. Aslında ben de bu konuda sizden bir ricada bulunmaya geldim." Vallaury meraklanmıştı. “Size yardım etmek için elimden geleni yapa cağıma emin olabilirsiniz.” 189
Osman Hamdi teşekkür eder gibi kafasını sal ladı. Koltuğunun arkasına yaslanırken, “Akademi için bir binaya ihtiyacım var,” dedi. “Çinili Köşk’ün hemen yanına yapılacak. Kısıtlı bir bütçemiz var ama başlangıç için yeterli oldu ğunu sanıyorum. Eğer ilgilenirseniz projeyi size vermek isterim.” Genç mimarın yüzü bir anda aydınlanmıştı. “Ama nasıl olur Hamdi Bey," dedi. “Bu kadar ün lü ve tecrübeli mimar varken, beni mi buldunuz?” “Size güveniyorum ve en kısa zamanda çizimlerinizi görmek istiyorum.” Vallaury meslek hayatında ilk defa önemli bir iş aldığı için sevinç içersindeydi. Sonunda yete neklerini herkese gösterebilecekti. Doğup büyü düğü bu şehirde gösterişli binalar inşa etmenin hayalini kuruyordu yıllardır. Canla başla işe ko yuldu. Kendisine güvenen Osman Hamdi Bey’i mahcup etmek istemiyordu. Eğer bu işten yüzü nün akıyla çıkarsa önünde yeni kapıların açılaca ğını da biliyordu. Birkaç hafta sonra soluğu Çinili Köşk’te aldı. Kolunun altında bitirdiği projesi vardı. Osman Hamdi çizimleri hemen masasına yaydı. Büyük bir dikkatle kâğıtları incelerken, yanında duran Vallaury’nin heyecanını fark etmedi bile. Müdür bey mimar arkadaşının tasarladığı binayı çok be ğenmişti. İkinci kattaki atölyeler istediği büyük lükteydi. Pencereler geniş tutularak ışık sorunu da halledilmişti. 190
“İnşaatı hemen bu hafta başlatacağım." Vallaury kulaklarına inanamamıştı. Sonunda Konstantinopolis’te planlarını kendisinin çizdiği bir bina yükselecekti. “Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum Hamdi Bey,” dedi. “Asıl ben size teşekkür ederim. Ama sizinle işi miz bitmedi.” Vallaury dikkat kesilmiş, müdür beyden gele cek yeni teklifi bekliyordu. Osman Hamdi karşı sındaki adama güvenle baktıktan sonra asıl niye tini açıkladı. “Mimarlık bölümünün başına geçer misin?” Vallaury çok şaşırmıştı. “Hocalığı hiç düşünmedim” dedi. “Bilmem ki nasıl olur?” Osman Hamdi mimarın tereddüdünü fark et mişti. “Hiç itiraz istemiyorum,” dedi. “Sizden iyi kimi bulacağız. Beaux Arts’ın sistemini beraberce Sanayi-i Nefise’de uygulayabiliriz. Gençlerin böyle bir eğitime ne kadar ihtiyaçları var, bir bilseniz." Vallaury gülümsedi. “Sizi asla kıramam Hamdi Bey," dedi. Binanın inşaatı yedi ay gibi kısa bir sürede ta mamlandı. Osman Hamdi bu arada yağlıboya, ka rakalem, anatomi, sanat tarihi, perspektif, ge ometri, heykel ve mimari hocalarını belirliyor, okul için zengin bir kütüphane oluşturmaya çalı 191
şıyor, atölye malzemelerinin temininden hademe nin görevlendirilmesine kadar her işe koşturu yordu. Okuldaki yöneticilerin görev dağılımlarını, öğrenci kabulünü, imtihanları ve verilecek ödül leri düzenleyen yönetmelik de hazırlanmıştı. Okul açıldığında resim bölümüyle müdür bey yakından ilgilenecekti. Mimarlık bölümü ise Vallaury’ye emanet edilmişti. Heykel öğrencileri de şanslıydı çünkü Roma Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi’nde birbirinden ünlü heykeltıraşların öğrencisi olan Osgan Efendi okulun kadrosuna katılmıştı. Yurtdışında heykeltıraşlık eğitimi gör müş ilk Osmanlı vatandaşı olan Osgan Efendi ay rıca müdür muavinliği ve müze restoratörlüğü görevlerini de yürütecekti. Artık her şey hazır sayılırdı. Açılış için binanın son rötuşlarının yapılması bekleniyordu. Osman Hamdi akademinin eğitime başlayacağı ilk günü sabırsızca beklerken bir kez daha baba olmanın sevincini yaşadı. Naile Hanım bu sefer bir erkek bebek dünyaya getirmişti. Osman Hamdi ilk kızı na nasıl annesinin adını verdiyse, ilk oğluna da babasının ismini koydu. Küçük Edhem ailenin ye ni ilgi odağı olmuştu... Sanayi-i Nefise, 3 Mart 1883 günü törenlerle açıldı. Artık güzel sanatlar alanında eğitim almak isteyen gençlerin Avrupa’ya gitmesi şart değildi. İstanbul bu işi Batı standardında yapacak bir okula kavuşmuştu sonunda. Osman Hamdi’nin 192
Güzel Sanatlar Akademisi’nden beklentileri bü yüktü. Okulun emekleme aşamasında olan Türk sanatının temel yönlendiricisi olmasını istiyordu. Her şeyden önce kendi ekolünü yaratabilen bir eğitim kurumu olmalıydı. Akademinin ilk senesin de yeteneğini kanıtlamış yirmi öğrenci eğitim gö recekti. Osman Hamdi okula kabul edilmeyen ama dersleri dışardan dinlemek isteyen gençlerin de hevesini kırmamıştı. Sanayi-i Nefise’nin kapısı tüm sanat meraklılarına açık olacaktı. Paris’te kendisinin de dersleri bu şekilde takip ettiğini na sıl unutabilirdi ki? Açılış günü törenden sonra öğrenci ve öğret menler fotoğraf çektirmek için bahçede toplandı lar. Melon şapka takmış mimarlık bölümü hocası Vallaury haricinde herkesin kafasında fes vardı. Yaşları on beş ile yirmi beş arasında değişen gençler ve akademi hocaları tarihe geçtiklerini bi lerek objektiflere gülümsediler. Fotoğraf çektirme işi okulun salonlarında da sürdü. Müdür bey de, Osgan Efendi ve diğer ho calarla beraber fotoğrafçılara pozlar verdi. Grup her seferinde Osman Hamdi’yi ortalarına almak istese de, o mütevazı bir şekilde köşede durmayı, hatta zaman zaman yere oturmayı tercih ediyor du. Çalışanlarına üstünlük taslamamayı Midhat Paşa’dan öğrenmişti. Sanayi-i Nefise'nin açıldığı gün Taif zindanlarında sıradan bir mahkûm ola rak yaşayan paşa da, Bağdat’ta çektirdiği toplu fotoğraflarda sanki vilayetin valisi kendisi değil 193
miş gibi hep köşede bir yerlerde durmayı tercih ederdi. Paşa için üzülmek Osman Hamdi’nin uza yıp giden kaderi olmuştu sanki. Ama bu boğucu düşüncelerinden çabucak sıyrılması gerekiyordu. Çünkü okulun tanıtıma ihtiyacı vardı. Basın, aka deminin açılışına ilgisiz kalmıştı. Sadece yabancı dilde yayınlanan gazetelerde, o da tek tük olmak koşuluyla haberler çıkıyordu: Y eni ku ru lm u ş olan G ü zel S a n a tla r O kulu ’n u h a ra retle se la m lıy o ru z. B iz i e n ço k sevin d iren , öğrencilerin şu k ısa z a m a n d a n e k a d a r ilerledi ğ in i g ö r m e m iz oldu. Elbette, liy a k a tin b ü yü k bir k ısm ı öğretim k a d ro su n a düşüyor. İstanbul gençliği! G ü zel S a n a tla r O ku lu 'nda bir y e r tu tm a ya koşu n . N e o lm a k iste rse n iz iste yin. M im a r ve y a ressam , h a tip v e y a diplom at. O rada değerli bilgiler e d in e c e k sin iz. O rada s iz i to p lu m u n güçlü d a y a n a k la rın d a n biri y a p a c a k sağlam p re n sip le ri ö ğ ren eceksin iz.
Osman Hamdi akademi ile ilgili haberlerin ga zetelerde yer almasına büyük önem veriyordu. Ül kenin dört bir köşesinde yaşayan yetenekli genç ler önlerine konulan fırsattan haberdar olmalıydı lar. Bu nedenle müdür bey Sanayi-i Nefise’yi gör meye gelen gazetecilerle bizzat ilgileniyordu. İlk önce onlara binayı gezdiriyor, sonra uzun uzun akademinin hedeflerini anlatıyordu. Bu arada İb 194
rahim Edhem Paşa Viyana’daki görevini tamamla yıp İstanbul’a dönmüştü. Paşa, Güzel Sanatlar Okulu’nun açılışını da kaçırmamıştı. Aslında na zırlık yaptığı yıllarda bu işe o da niyetlenmiş ama bir türlü düşüncesini gerçeğe dönüştürememişti. Neyse ki akademiyi hayata geçirmek oğluna nasip olmuştu. O günlerde paşa için de işler iyi gidiyor du. Padişahla arasında sadrazamlıktan uzaklaştı rılmasıyla başlayan kırgınlık artık tamamen orta dan kalmıştı. Paşa, akademinin açılışından birkaç hafta önce Dahiliye Nazırlığı’na getirilmişti. Edhem Paşa’nın Viyana’dan dönmesiyle yalı daki akşam yemekleri tekrardan renklendi. Ye mek sonrası imparatorluğun içişlerinden sorum lu bakanıyla müze ve akademi müdürünün fikir alışverişi saatlerce sürüyordu. Edhem Paşa pek belli etmese de, oğluyla ilk defa bu kadar çok gu rur duyuyordu. Osman Hamdi ise hayatı boyunca ilk kez kendisini babasının karşısında önemsiz bi ri gibi hissetmiyordu. Kahvelerini yudumlarken, “Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun Hamdi?” di ye sordu paşa. Osman Hamdi elindeki fincanı yavaşça sehpa nın üzerine koydu. Mendiliyle dudaklarını sildik ten sonra, “Akademi eğitime başladı,” dedi. “Hocalara güveniyorum. Hepsi işinin ehli. Benim artık mü zeyle ilgilenmem gerekiyor. Bu konuda sizden de bir ricam olacak." 195
“Nedir, söyle bakalım.” “Tüm vilayetlere resmi bir yazı göndermenizi isteyecektim. Buldukları tarihi eserleri İstanbul’a, müzeye yollamaları için.” Paşa ellerini iki yana açarak, “Kolay,” dedi. “Yarın her yere telgraf çektiri rim.” “Müzedeki koleksiyonu zenginleştirmek istiyo rum. Gönderilecek eserler yeterli olmayabilir. Ye ni kazılar yapmaktan başka çaremiz yok. İlk ola rak Nemrut Dağı’na çıkacağım.” Paşa duyduklarına şaşırmış görünüyordu. “Nemrut Dağı mı?” diye sordu. “Evet. Orada devasa heykeller olduğu söyleni yor. Gidip kendi gözlerimle görmek istiyorum. Eğer heykelleri dağdan indirmenin bir yolunu bu lursam, onları müzeye getirip sergileyeceğim. Gerçi Çinili Köşk’te bir vazo bile koyacak yerimiz kalmadı. Ama her şeyin bir çaresi vardır.” Edhem Paşa keyiflenmişti. “Yanılmıyorsam daha önce hiç milli bir kazı yapılmamıştı.” Osman Hamdi kafasıyla babasını onayladıktan sonra, “Evet, ilk olacak," dedi. “Uzun zamandır kazı larla ilgili kitaplar okuyorum. Paris’te arkeoloji dersleri de almıştım. Artık hazırım. Hem ekibe ya bancı uzmanları da davet edeceğim.” Paşanın aklı yatmıştı. Ama zamanlama konu sunda tereddütleri vardı. 196
“Okul daha yeni açıldı Hamdi. Bu iş için bütçe gerekli. Biraz daha beklemen daha iyi olmaz mı?” “Bekleyecek zaman yok babacığım. Berlin Mü zesi de Nemrut’la ilgileniyor. Onlardan önce ora ya gitmemiz lazım." Paşa oğlunun kararlı olduğunu anlamıştı. Her zamanki gibi arkasında olduğunu belli ederek, “O zaman kolay gelsin," dedi. Yolculuk hazırlıkları hemen başladı. Daha ön ce arkeolojik bir kazı yapılmadığından bu işin kaç gün süreceğini ve ne kadara mal olacağını bilen kimse yoktu. Osman Hamdi çalışma masasına oturdu ve bir plan yaptı. Ama bütçe konusu canı nı sıkıyordu. Müzenin kazıyı karşılayacak bir maddi kaynağı olmadığı için kara kara düşünme ye başladı. Neyse ki İbrahim Edhem Paşa devreye girdi ve kazı için bir kampanya başlatıldı. Osman lI Bankası ve demiryolu işletmeleri önemli miktar da bağışlarda bulundu. Paşanın nazır arkadaşları da kampanyaya katı sağladı. Kısa sürede gerekli olan para toplandı. Böylece OsmanlI’nın ilk arke olojik kazı macerası başlamış oldu. Osman Hamdi müze ve okuldaki işlerini yar dımcılarına devretti. Ama müdür muavini Osgan Efendi’den kendisine eşlik etmesini istemişti. Ekipte usta bir heykeltıraşın olması kazı sorumlu suna güven verecekti. Osman Hamdi yola çıkma dan önce öğrencilerini toplayıp onlara dersleri ihmal etmemeleri konusunda nasihatte bulundu. Okul ilk yılına mart ayında başlayabilmişti. Bu 197
yüzden müdür beyin kafasında yaz tatilini iptal etme düşüncesi vardı. Osman Hamdi öğrencileri ne tatili unutmaları gerektiğini söyleyince sınıf tan bir uğultu yükseldi. Gençler isyan etmişti ade ta. Aralarında tartışmaya başladılar. Sonra içle rinden biri, “Efendim, bu yıl ramazan ayı yaza denk geli yor. Bari bir ay tatil yapalım," deyince Osman Hamdi yaz sıcağında oruç tutarak derslere de vam etmenin çok zor olacağını düşündü. Gençle re hak vermişti. Sanayi-i Nefise ilk yazında bir ay tatil edilecekti. Kazı ekibi Karaköy’den kalkan bir vapurla ön ce İzmir’e gitti. Osman Hamdi burada birkaç haf ta kalıp Aydın civarındaki kazı alanlarında incele melerde bulundu. Sonra yine vapurla İskende run’a gidildi. Oradan da karayoluyla Antep üze rinden Adıyaman’a. Yolculuk oldukça zahmetli geçmişti. Nemrut Dağı'na çıkışsa kafile için en zo ru oldu. Patikanın dik yerlerinde yola yayan de vam edildi. Bazen de taşıdıkları ağır yüklerden dolayı titrek titrek adımlar atan katırlara binildi. Yukarda ekibi inanılmaz bir manzara karşılamıştı. Herkes yorgunluğunu bir anda unuttu. Osman Hamdi, uçsuz bucaksız tabiatın karşısında büyü lenmiş gibi duran Osgan Efendi’nin yanma gidip, “Muhteşem,” diye mırıldandı. Göz alabildiğince uzanan dağlar yükselip alça lan yüzeyleriyle, yana yana dizilmiş devasa kap 198
lumbağalara benziyorlardı. Osman Hamdi ilgiyle çevresine bakındı. Dağın zirvesinde yüz elli met re çapındaki bölge Kommagene Krallığı’nın kutsal mezar alanı olarak kullanıldığı için tümi'ılüsler ve devasa heykellerle doluydu. Kâinatın hâkimi gibi kasıla kasıla duran tanrıları, kartal ve aslan şek lindeki heykeller koruyordu. Ekiptekiler hemen bölgeye dağılıp iki bin yaşındaki tanrıların arasın da merakla dolaşmaya başladılar. Bazı heykeller dağın tepesindeki şiddetli rüzgârın etkisiyle veya yıllar içinde meydana gelmiş depremler nedeniy le sağa sola devrilmişti. Osman Hamdi uyuyor gi bi yere uzanmış bir heykelin karşısına geçip daki kalarca ona baktı. Burası gerçekten de inanılmaz bir yerdi. Vakit kaybedilmeden çalışmalara başlandı. Çevre köylerden otuzdan fazla işçi tutuldu. Mev sim bahar olmasına rağmen doruklar oldukça se rindi. Özellikle güneşin parlamadığı zamanlar sı caklık iyice düşüyordu. Yukarıda uzun süre ka lanlar, rüzgâra kapılıp yamaçlara doğru sürükle neceklerinden korkuyorlardı. Devrilen heykeller sağlam halatların ve onlarca işçinin kas gücü sa yesinde ayağa kaldırıldı. Tekrar devrilmemeleri içinse altlarına taş destekler konuldu. Osgan Efendi de zarar görmüş heykellerin onarımı için elinden geleni yapıyordu. Ekibin yerleştiği köyden kazı sahasına günde bir iki sefer gidip gelmek her babayiğidin harcı de ğildi. Kazı alanına çıkan dik yokuşun son beş yüz 199
metresi insanı oldukça zorluyordu. Osman Hamdi Nemrut Dağı’na tırmanmaya başladığı ilk andan itibaren buluntuların müzeye taşınmasının imkân sız olduğunu anlamıştı. Bu nedenle hayal kırıklığı yaşasa da kazıyı hâlâ hevesle yönetmeyi sürdürü yordu. Ekibe dahil ettiği iki yabancı arkeologu gözlemleyerek de işin inceliklerini öğreniyordu. Haziran ayı geldiğinde İstanbul gazeteleri Müze-i Hümayun Müdürü Osman Hamdi Bey’in Nem rut Dağı tepesinde değeri çok yüksek tarihi eser ler bulduğunu, ama ne yazık ki eserlerin müzeye nakledilmesinin imkânsız olduğunu yazdı. Osman Hamdi İstanbul’a dönmeden önce hiç olmazsa heykellerin kalıplarını almak istiyordu. Fransa’da öğrendiği alçı kopyalama yöntemini Osgan Efendi ile birlikte Nemrut’un zirvesindeki heykellere uyguladı. Elinde fırçası bütün gün hey kellerin önünde diz çökmüş çalışıyordu. Yazla be raber öğlen sıcaklıkları artmış, koşullar iyice zor laşmıştı. Bir mola sırasında heykellerinin önüne oturup hatıra fotoğrafı çektirdi. Üzerinde toz top rak içindeki kazı elbiseleri, başında da fesi vardı. Daha sonra kazı alanın ortasına doğru ilerledi ve bir elini tarihi taşların üzerine koyarak poz verdi. Fotoğrafçı tam deklanşöre basıyordu ki onu dur durdu. Çekimi izleyen işçilere doğru dönüp, “Hadi siz de buraya gelin,” diye bağırdı. Köylülerin birçoğu hayatlarında ilk defa fotoğ raf makinesi görüyordu. Ne yapacaklarını tam olarak anlayamadılar. Osman Hamdi onları bir 200
kez daha yanına çağırdı. İşçiler birer ikişer kadraja girdi ve istisnasız hepsi yere çömelip bekleme ye başladılar. Böylece OsmanlI'nın ilk kazı ekibi nin fotoğrafı çekilmiş oldu. Birkaç gün sonra Nemrut’un tepesindeki tanrı larla vedalaşıldı. Osman Hamdi neredeyse eli boş dönmüştü İstanbul’a. Ama bu seferi zafer havası na bürüyecek bir fikri vardı. Osgan Efendi ile be raber işe koyulup kazı sonuçlarını özetlediği N em rut Dağı T üm ülüsleri isimli kitabı hazırladı. Fran sızca yazdığı kitabın kopyalarını, Avrupa’nın bü tün müzelerine ve arkeoloji enstitülerine yolladı. Kitap bilim dünyasında heyecanla karşılandı. Ama daha da önemlisi Osman Hamdi’nin herkese, artık bu işte ben de varım, demesine vesile oldu. Kita bın yayınlanmasıyla beraber Avrupalı arkeologlar Osmanlı topraklarında bundan böyle istedikleri gibi at oynatamayacaklarını fark etmişlerdi. Osman Hamdi ressam olduğu için güzel sanat lar akademisine müdür olmuştu. Müze müdürü olduğu içinse arkeolog olmak zorunda kaldı. Bu sayede Osmanlı İmparatorluğu tarihinde daha önce hiç yapılmamış yeni bir fetih hareketi baş lattı. Coğrafi olarak kuzeye, güneye, doğuya veya batıya doğru değil, tarihsel olarak toprağın derin liklerine uzanan bir fetih olgusuydu bu... Başlattığı işin daha verimli hale gelmesi için, ta rihi eserlerle ilgili yürürlükteki tüzüğün acilen de ğişmesi gerektiğini düşünüyordu. 1874’te çıkan ni 201
zamnamenin üzerinden tam on yıl geçmişti. Ama bir türlü tarihi eserlerin yurtdışma kaçırılmasının önüne geçilememişti. Zaten yürürlükteki kanun bu duruma engel olmak şöyle dursun, hırsızlığa açık açık onay veriyordu. Kazılarda bulunan eserlerin artık tamamının Osmanlı Devleti’ne ait olmasının zamanı gelmişti. Arazi sahibi ve kazıyı yapanlara bundan böyle sadece teşekkür edilmeliydi. Osman Hamdi aylardır yeni bir tüzük üzerine kafa patlatı yordu. Nelerin tarihi eser kapsamına gireceğini, kazı izinlerinin nasıl alınacağını ve çalışmalar sıra sında güvenliğin nasıl sağlanacağını madde madde yazmıştı. Yeni nizamnamede kötü niyetli insanlara kapı aralayacak yasal bir boşluk kalsın istemiyor du. Paris’te hukuk derslerine girmesi hayatında ilk kez işine yaramaya başlamıştı. Bin dört yüz yıl önce Ayasofya’yı yoktan var eden mimarlar, inşaatta kullanmak için Ege bölge sindeki antik şehirlerden en kaliteli mermerleri ge tirtmişlerdi Konstantinopolis’e. Aynı şekilde Mi mar Sinan’ın da eserlerinde antik taş ve mermerle ri kullandığı biliniyordu. Ama bu, onların eski eser lere saygısızlık ettikleri anlamına gelmiyordu. Çün kü o dönemlerde hiçbir toplum, antik şehirleri ko ruma bilincini geliştirememişti. Fransa’da bile bu konudaki ilk kanunu daha birkaç sene önce “Hatı ratlar İçin Yasa” ismiyle, o sırada parlamentoda bulunan Victor Hugo kendi eliyle yazmıştı. Osman Hamdi çeşitli nazırlarla görüştü ve or tak bir çalışma başlatıldı. Hem Osman Hamdi hem 202
de Şurayı Devlet tarafından yeni tüzükler hazırlan dı. Müze müdürünün uygulamaya dönük olarak düşündüğü birçok ayrıntının resmi tüzüğe girme si uygun bulundu. Kuruldan geçen yeni tüzük va kit kaybedilmeden padişahın onayına sunuldu. Abdülhamid tasarıyı 21 Şubat 1884’te kabul etti ve böylece yeni “Âsâr-ı Atika Nizamnamesi" yürürlü ğe girmiş oldu. Bundan böyle Osmanlı topraklarının üstünde ve altında bulunan bütün tarihi eserler kayıtsız şartsız devlete ait olacaktı. Tarihi değeri olan tek bir madeni para bile çıkarılamayacaktı yurtdışına. Yabancı kazı ekiplerinde müzeden bir görevli yer alacak ve buluntular kazı defterine günbegün kaydedilecekti. Artık kazıyı yapanlar buldukları eserlerin sadece alçı kopyasını ve fotoğraflarını alma iznine sahipti. Eserlerin izinsiz olarak taşın ması ve tahrip edilmesi tamamen yasaklanmıştı. Kazı ruhsatı alabilmek için tüm bu şartları kabul etmek gerekiyordu. Osman Hamdi, Osmanlı toprakları üzerinde yaşamış olan tüm halkların mirasını aralarında hiçbir ayrım yapmaksızın sahiplenmişti. İster pa gan olsun ister Hıristiyan veya Müslüman, tarih sel olarak hepsi önemliydi. Artık Anadolu ve Me zopotamya coğrafyası geçmişiyle beraber bir bü tün olarak ele alınacaktı. OsmanlI’nın arkeolojik eserler üzerindeki mül kiyet hakkı sonunda yasalaşmıştı işte. Paris, Ber lin ve Londra’daki müzelerin açgözlülüğüne bir 203
dur denilmişti. Yeni tüzük Avrupa’da anında yan kı buldu. Fransız yetkililer, “Yasa Türk hükümeti nin bilimsel konularda çocukça fikirlere kapıldığı nın çok üzücü bir kanıtıdır. Bu günün arkeoloji ta rihine hastalıklı bir leke olarak geçeceğine hiç şüphemiz yok." diyerek tüzüğe karşı tutumlarını açıkça dile getirdiler. AvrupalIlar, İmparatorluk Müzesi’ni hayali bir mirasa sahip olma arzuyla suçluyorlardı. Onlara göre Konstantinopolis’teki müze Antik Yunan’a ve Ortadoğu’ya ait tarihi eserlerinden elini çekmeliydi. Küçük Asya ile ye tinmeliydi. Yabancı basın da çıkarılan yasayı yer den yere vurmaya başlamıştı. Artık hiçbir Avru palI arkeologun Osmanlı topraklarında kazı yap mak istemeyeceği söyleniyordu. Bütün bu işlerin Müze Müdürü Osman Hamdi Bey’in başının altın dan çıktığı da yazılıp çiziliyordu. Eleştirilerde sık sık Drakon Kanunları’na gönderme vardı. Hamdi Bey, Drakon’a özenmiş diye bitiyordu demeçler. Osman Hamdi yeni tüzüğe tepkiler geleceğini biliyordu. Ne de olsa AvrupalIların damarına bas mıştı. Ama bu kadarını o bile beklemiyordu. Ken disini eleştirenler arasında uzun yıllardır görüş tüğü dostları bile vardı. Kimseye kırılmadı. Söyle nenlere kulaklarını tıkayıp işinin başına döndü. O günlerde sık sık aynı soruyla karşılaşıyordu. “Müdür Bey, Drakon da kim ola ki?” Osman Hamdi bu soruya gülerek, “Kadim Yunan’ın ilk kanun koyucularından bi ri,” diye cevap veriyordu. 204
Sonra hemen ikinci soru geliyordu: “Peki, sizi niye ona benzetiyorlar?" “Doğrusu bunu ben de bilmiyorum. Onun ka nunlarında adalet yoktu. Meyve çalmanın cezası ölümdü!" Osman Hamdi yeni nizamnamenin ilk getirile rini kendi eliyle toplamak istedi. Bergama’ya gi dip, orada hâlâ kazı çalışmaları yapan Humann’ın bulduğu eserleri teslim aldı. Zeus Sunağfnın yeri ni tutmasalar da gazeteler buluntuların bir mil yon frank değerinde olduğunu yazdılar. Müze ve Akademi Müdürü Osman Hamdi Bey emin adımlarla ilerliyordu. Ama daha yapacak çok işi olduğunun da farkındaydı. Kendini bütün benliğiyle sadece kültürel uğraşlara adamak iste se de, tarihin akışı üzerine üzerine gelip onu ger çeklerle yüzleştirmekten vazgeçmiyordu. 1884 yı lının 9 Mayıs sabahı Midhat Paşa’nın üç yıldır ha pis yattığı Taif zindanlarında öldüğü haberi İstan bul’a ulaştı. Olay bir gece önce olmuştu. Paşanın sağlığının gün geçtikçe bozulduğuyla ilgili söylen tiler bir süredir kulaktan kulağa yayılıyordu. Ne de olsa paşa yıllardır iki metrekare taş zemini olan, farelerin cirit attığı, ışık görmez rutubetli bir hücrede yaşamak zorunda bırakılmıştı. Os man Hamdi, Midhat Paşa için çok üzüldü. Bağ dat’ta paşa ile aynı amaç için ter akıttığı o iki yı lın üzerinden neredeyse on beş sene geçmişti ama içinde yaşadığı yüzyılın bu en önemli devlet 205
adamına karşı duyduğu saygı hiç azalmamıştı. Pa şayı sürgünlerle ve hapishanelerle dolu bir sonun beklediğini hayal bile edemezdi. Ama ne yazık ki öyle olmuştu. Birkaç gün sonra herkes Midhat Paşa’nın Sul tan Abdülhamid’in emriyle boğdurulduğunu ko nuşmaya başladı. Osman Hamdi bunun hayli yük sek bir ihtimal olduğunu düşünüyordu. Hatta bir akşam Midhat Paşa’nın ölümü için babasına, dü pedüz cinayet bu deyince İbrahim Edhem Paşa’yla ciddi bir tartışmaya girişti. Edhem Paşa na zırlığını yaptığı padişaha laf söyletmek istemiyor du. Paşanın yetiştiriliş tarzı ve yıllarca süren dev let hizmeti geleneği ne olursa olsun padişaha kar şı koşulsuz sadakati gerektiriyordu. Paşa için tahtta kimin oturduğu önemli değildi. Yıllarca Abdülmecid’e hizmet etmiş, sonra Abdülaziz’e, şim diyse Abdülhamid’e bağlanmıştı. Ama Osman Hamdi babası gibi değildi. Olaylara daha objektif bakıyordu. “Abdülhamid’in her geçen gün ipleri eline da ha sıkı aldığının farkında değil misiniz efendim,” diye çıkıştı babasına. “Diktatörlüğe doğru gidiyo ruz. Basında eleştiri babında tek bir satır yayınla namıyor. Midhat Paşa’yı bile öldürttü. Verdiği sözleri de çoktan unuttu. Artık kimse meşrutiyet kelimesini ağzına bile alamıyor. Anayasa kim bilir ne zaman tekrardan yürürlüğe girecek. Hem siz değil misiniz..." İbrahim Edhem Paşa ayağa kalkıp, 206
“Yeter!" diye bağırdı. “Hepiniz anayasa ve meclis diye tutturmuşsunuz. Savaş zamanında gördük meclisin ne menem bir şey olduğunu. Hep köstek oldular bize. Bu devletin kendi gelenekleri var. Ona güvenmek lazımdır. Midhat çok inatçıy dı. Kendi başını kendi yedi.” Taif’ten gelen acı haberin ardından yaptıkları münakaşa baba ile oğlu arasında kolay kolay din meyecek soğuk rüzgârların esmesine neden ol muştu. Osman Hamdi o yaz padişahın verdiği if tar yemeğine babasının da davet edildiğini gaze telerden öğrendi. Paşa bu davetle ilgili oğluna tek bir söz bile etmemişti. Bunun üzerine Osman Hamdi İstanbul’dan ayrılıp Eskihisar’a gitti. Oru cunu hiç aksatmayan Edhem Paşa, ramazan ayın da oğlunun evi terk etmesine elbet bozulacaktı. Ama Osman Hamdi biraz başını dinlemek istiyor du. Zaten oruç tutma alışkanlığı da yoktu. Gençli ğinden beri iftar sofralarına babasını kırmamak için otururdu. Eskihisar’da yıllar önce aldığı arsasına sonun da bir ev inşa ettirmeyi başarmıştı. Yeni yazlığını çok seviyordu. Çalışma odasındaki pencereden elini uzatsa denize değecekti neredeyse. İki katlı evin planlarını da kendisi çizmişti. Bahçesine hem kayıkhane yaptırmış, hem de resim atölyesi olarak kullanacağı geniş bir kulübe kondurmuştu. İstanbul’daki koşuşturmadan kurtulmanın en ko lay yolu bir vapura atlayıp buraya gelmekti artık. Osman Hamdi Ayasofya’nın hemen yanındaki bir 207
mahallede dünyaya gelmişti. Ama o evi hiç hatır lamıyordu. ıMahmutpaşa Yokuşu’ndaki konakta büyümüştü. Çocukluğunun geçtiği o eviyse hiç unutmamıştı. Kuruçeşme’deki yalıda da güzel günler geçirmişti. Çocukları orada doğmuştu. Ama bundan böyle yazlarını Eskihisar köyünde geçirecekti. Hatta bir gün emekli olabilirse sürek li olarak burada yaşamayı düşlüyordu... Ertesi yıl eylül ayında İbrahim Edhem Paşa’nın Dahiliye Nazırlığı yaptığı kabine düştü. Ama yeni kurulacak kabinede de kendisine bir nazırlık veri leceğinden emin olan paşa keyfini hiç bozmadı. Birkaç gün sonra tüm nazırlar belli oldu. Edhem Paşa’nın ismi hiçbir yerde geçmiyordu. Paşa küp lere bindi. Padişahın güvenini çoktan kazandığına inanıyordu. Zehirleneceği paranoyası yüzünden özel mutfağı haricinde hiçbir yerden yemek ye meyen Abdülhamid daha geçen gün Edhem Paşa’nın bahçesinden getirdiği meyveleri hiç çekin meden gövdeye indirmemiş miydi? Paşa şimdi iş lerin hiç de onun zannettiği gibi olmadığını anla mıştı. Demek ki politik hesaplar söz konusu oldu ğunda güven yeterli değildi. Birkaç hafta sonra yalıya Edhem Paşa’nm ya rın sabah Hariciye Nezareti’nde beklendiğini söy leyen bir görevli geldi. Paşa günler sonra ilk defa o akşam keyiflenmişti. Padişahın Hariciye Nazırı olarak kendisini atayacağına emindi. Sabah er kenden nezaretinin yolunu tuttu. 208
Osman Hamdı o günü merak içinde geçirdi. Babasından bir haber almak için bütün gün sağa sola koşturdu. Ama neler olup bittiğini bir türlü öğrenemedi. BabIâli’deki tanıdıkları Edhem Paşa ile ilgili gelişmelerden bihaberdi. Müdür beyin müzedeki küçük odasında tek yapabildiği akşa mın olmasını beklemekti. Yalıya vardığındaysa babasının somurttuğunu gördü. Bu kötüye işaret ti elbet. Sofraya oturmadan karısını bir köşeye çe kip neler olduğunu sordu. “Paşayı Paris büyükelçisi olarak görevlendir mişler,” diye fısıldadı Naile Hanım. Osman Hamdi sevinç içinde, “Ama bu iyi bir haber,” dedi. Naile Hanım hayretle baktı kocasının yüzüne. “Paşa bu işe hiç sevinmemiş," dedi. “Nazırlık beklediğini biliyorsun. Hem bu yaştan sonra Pa ris'te diplomatlık yapmak onun için çok zor ola cak." Osman Hamdi biraz düşününce karısının haklı olduğunu anladı. O akşam yalıdaki yemeğe yine sessizlik hâkimdi. Aslında babasına moral ver mek istiyordu ama lafa nereden başlayacağını bi lemedi. Hizmetçi kız tatlı servisi yaparken, “Eminim Paris size iyi gelecek babacığım,” de di. “Hem özlemişsinizdir orayı. Öğrencilik yılları nızın üzerinden çok zaman geçti. Bambaşka bir şehir bulacaksınız karşınızda. İşlerden başımı kal dırabilirsem ben de ziyaretinize gelirim.” 209
Paşanın ağzını bıçak açmıyordu. Yüzü hâlâ asıktı. Fatma Hanım yemekten sonra kocasının bavullarını hazırlamaya koyuldu. Naile Hanım da ona yardım ediyordu. İki kadın önümüz kış deyip paşa için yün içlikler, çoraplar hazırlamışlardı. Fatma Hanım tüm ceketlerin ceplerini ve düğme lerini kontrol etti. Sökükleri hemencecik dikti. Sonra kadınlar da salona geçip kahvelerini içen erkeklere katıldılar. Osman Hamdi salondaki herkesin merakla beklediği soruyu sordu: “Hareket ne zaman efendim?” Paşa oldukça kararlı bir sesle, “Hiçbir zaman,” dedi. Herkes donakalmıştı. Kimse paşaya başka bir soru sorma cesaretini gösteremedi. Kısa bir süre sonra Edhem Paşa kendi kendine konuşur gibi, “Görevi kabul etmedim," dedi. “Paris’e gitme yeceğim." Paşanın verilen görevi kabul etmemesi görül müş, duyulmuş şey değildi. Bu yaşa kadar asla devletine karşı gelmemişti. Nereye atanırsa atan sın hiçbir mazeret öne sürmeden derhal işe ko yulmuştu. Ama bu sefer hayır demişti işte. Kimse onu aldığı karardan döndüremezdi artık. Edhem Paşa günlerini okuyarak geçirmeye başlamıştı. Kendi branşı üzerine yeni yayınlanmış ne kadar kitap varsa hepsini Avrupa’dan getirtti. Madenlerden sıkılınca Fransız şairlerine geçiyor, saatlerce yüksek sesle şiir okuyordu. Havanın gü 210
zel olduğu günlerde şiirler bahçeye taşmıyordu. Bir de yere göğe sığdıramadığı en küçük torunu Edhem vardı tabii. Paşa bütün gün küçük Edhem’i kucağından indirmiyor, hiç bıkmadan onunla oy nuyordu. Akşamüzeriyse cam kenarına oturup Boğaz’ı seyredalıyordu. Çoğu zaman Fatma Hanım’ın önüne koyduğu ıhlamur çayını bitirmeden uyukla maya başlıyordu. Kimse İbrahim Edhem Paşa’nın bütün günü evde geçirmesine alışamamıştı. Ama bunca yılın ardından paşa siyasetten uzaklaşmış, emekliliğini ilan etmişti. Bu arada kendisine bağla nan emekli maaşı oldukça düşüktü. Neredeyse oğ lunun aldığı ücretin yarısı kadardı. Osman Hamdi artık evin temel direği olmuştu. 0 günlerde babasının aksine kendisini iyice işleri ne verdi. Hem müzede, hem de akademideki so runları halletmek için oradan oraya koşturuyor du. Yirmi dört saat ona yetmez olmuştu. Yine öy le yoğun bir günde Sayda kentinden yerel bir yö neticinin müzeye yolladığı telgrafı aldı. Osman Hamdi mesajı okur okumaz müzedeki yardımcıla rını toplantıya çağırdı. Müdür beyin yüzündeki heyecanı fark etme mek mümkün değildi. Herkes merak içinde onun ağzından çıkacak sözleri bekliyordu. “Beyler, bugün Sayda’dan bir telgraf aldık,” di yerek lafa girdi. “Tarlasında çalışan bir köylü top rağın altında kapıya benzer büyük taşlara rastla mış. Valilik de bu durumu hemen bize bildirdi.” 211
Salondakilerden biri, “Efendim, kapıya benzer büyük taşlar demekle ne kastediyor olabilirler?" diye sordu. Osman Hamdi kendinden emin bir vaziyette, “Lahit odaları,” dedi. “Sayda Beyrut’un güne yinde Akdeniz’e kıyısı olan bir şehirdir. Antik çağ larda Sidon olarak bilinirdi. Helenistik dönem deyse önemli bir geçiş noktasıydı. Tahminlerim doğru çıkarsa orada pek değerli eserlerle karşıla şabiliriz." “Ne yapmayı düşünüyorsunuz Müdür Bey?” “Eğer bu haberi biz biliyorsak tüm Avrupa bi liyordur. Bu yüzden acele etmeliyiz.” Salondakiler şaşkınlık içinde birbirlerine ba karken Osman Hamdi fesini koltuğunun altına sı kıştırdı. Yüzünde hınzır bir gülümseme vardı. “Hazırlanın, birkaç gün içinde yolla çıkıyoruz.” Müzenin her zamanki gibi o sırada da kazı için ayrılmış bir bütçesi yoktu. Osman Hamdi para top lama işiyle vakit kaybetmek istemiyordu. Babasının görevde olmaması büyük talihsizlikti. Son çare ola rak saraya bir dilekçe yazmaya karar verdi. Uzun uzun durumun önemini anlattı. Kaybedecek tek bir gününün bile olmadığını belirtti. Padişahı pohpoh lamayı da ihmal etmemişti. Abdülhamid için, “Sana tın koruyucusu, kültür atılımlarının hamisi, yüce efendimiz" gibi ifadeler vardı dilekçesinde. Padişah kendisinden beklenmedik bir çabuk lukta bu işe tamam dedi. Kazının tüm masrafları 212
Hazine tarafından karşılanacaktı. Hazırlıklar bir kaç haftada tamamlandı. Sonra Sayda’ya giden bir gemiyle anlaşıldı. Kazı araç gereçlerinin gemi ye yüklenmesiyle beraber yelkenler fora edildi. Ekiptekilerden hiç kimse müdür beyin bu işi nasıl böylesine çabuk organize ettiğini anlayamamıştı. Bütün günü güvertede geçiren diğer yolcuların aksine Osman Hamdi kamarasından dışarı pek çık mıyordu. Ne Ege adalarının arkasından Yunanis tan’a doğru uzanan gökkuşağı, ne de geminin de niz yüzeyinde oluşturduğu köpüklere kadar soku lan yunus sürüleri onun dikkatini dağıttı. Denizin ritmine eşlik ederek sürekli sallanan gaz lambası nın titrek ışığında Fransız arkeologlarının tuttuğu kazı günlüklerini okumaya çalışıyordu. Kazı sıra sında bulacağı tarihi eserlere zarar verecek bir ha ta yapmak istemediğinden uzman arkeologların deneyimlerini iyice öğrenmek arzusundaydı. Ayrı ca kendi de İstanbul’a dönene kadar her ayrıntıyı yazacağı bir günlük tutmaya karar vermişti. Gemi deki akşam yemeklerindeyse tıpkı Midhat Paşa'nın yaptığı gibi ekibiyle beraber olmaya özen gösteri yordu. Yemekten sonra sohbet uzuyor, Akdeniz esintisi altında testi testi şarap içiliyordu. Ekip 30 Nisan 1887 günü Sayda Limanı’na ulaş tı. Palmiye ağaçlarıyla kaplı şehir merkezi Bağ dat’a benziyordu. Üzerlerine ince kumaştan be yaz entariler giymiş, ayaklarına da basit sandalet ler geçirmiş Araplar, toz toprak içindeki meydan da bir sağa bir sola koşturuyorlardı. 213
Osman Hamdi elinin tersiyle alnındaki teri si lerken, “Yaz çoktan gelmiş buralara," diye söylendi. Sonra yabancılara bir şeyler satmak isteyen ya pışkan kalabalığın arasından geçerek tek atın çek tiği bir araba kiraladı. Gemideki yükün boşaltılıp kazı alanına taşınmasını beklemeden bir an önce oraya gidip etrafı dolaşmak istiyordu. Kazı saha sı limana çok uzak sayılmazdı. Kırk beş dakika sü ren bir yolculuğun ardından bölgeye ulaştı. Top rağın yüzeyinde bile kırık mermer parçaları göze çarpıyordu. Onlardan birini eline alıp inceledi. Mermer kaliteliydi. Bir nekropolün üstünde dur duğundan hiç şüphesi kalmamıştı. Eğer şansı ya ver giderse çok bereketli bir kazı olacağa benzi yordu. Ertesi gün çalışmalara başlamak arzusunday dı. Ama beklemesi gerekti. İstanbul’dan sandıkla rın içinde getirilen el arabalarının, kazmaların, kü reklerin ve levyelerin bölgeye taşınması epey va kit aldı. Tahta bir kaide, ip ve makaralar yardımıy la ağır taşları kaldırmaya yarayan bocurgatların kurulması da kolay bir iş değildi. Araç gereçler ha zırlanırken Osman Hamdi de civar köyleri dolaşı yordu. Kahvehaneleri geziyor, genç ve güçlü er keklere iş teklif ediyordu. Köylüler ne yapacakla rını tam olarak anlayamasalar da, İstanbul'dan ge len bu garip adamın önerisini memnuniyetle kar şılamışlardı. Hasat zamanı değildi. Fazladan bir kaç kuruş kazanmak hiç de fena olmazdı. 214
Osman Hamdi tüm hazırlıkları tamamladıktan sonra ilk kazmanın vurulması emrini verdi. Kazı sahası oldukça büyük tutulmuştu. Kısa kenarı yüz uzun kenarı da iki yüz elli metre olan dikdörtgen bir arazi ince ince kazılıyordu. İlk günün sonuna doğru metrelerce derine inmeyi başaran işçiler, yerin altında bazı odaların olduğunu gördüler. Osman Hamdi hemen oraya doğru yeni bir tünel kazılmasını emretti. Bu seferki tünelin mümkün olduğu kadar yatay bir düzlemi takip etmesini is temişti. Taş blokların bulundukları yerden kolay ca yukarı çekilebilmesi için kazılan yolun dik ol maması gerekiyordu. Çalışmaların ikinci günü ilk lahit gün ışığına çı karıldı. Ondan sonra neredeyse her gün sevinç çığlıkları ve alkışlar eşliğinde yeni lahitler bulun maya başlandı. Lahitlerin büyüklüğünden ve üze rindeki kabartmalardan anlaşıldığı kadarıyla Fe nike krallarının ve ailelerinin gömüldüğü bir nekropoldü keşfedilen. Taş tabutların içinden silah lar, kıyafetler, aynalar ve süs eşyaları çıkıyordu. Kral ve kraliçenin öbür dünyada açlık çekmemesi için lahitlerin yanına sebzeler, meyveler ve su testileri de konulmuştu. Ekip başka bir günse Antik Mısır’da kullanılan insan şeklindeki lahitlerden birini keşfetti. Bu du ruma herkes şaşırmıştı. Çünkü kazılan alan Hele nistik döneme ait mezarlarla doluydu. Osman Hamdi yardımcılarıyla beraber kadın biçimindeki Mısır lahdinin üzerindeki hiyeroglifleri inceledi. 215
Herkes kazı sorumlusunun ne düşündüğünü me rak ediyordu. “Bence bu antropoid ikinci kullanım," dedi. “Mısır uygarlığı zamanında yapılmış. Sonra Feni keliler bunu bulup kendi kraliçeleri için tekrar kullanmış olmalılar.” Gizem çözüldükten sonra ekip tekrardan kazıla ra yoğunlaştı. Üzerinde ağlayan kadınların betim lendiği lahit bulunanlar arasında en dikkat çekici olanıydı. Lahdin uzun kenarlarında altışar, kısa ke narlarındaysa üçer kadın figürü vardı. On sekiz ka dın da yas giysileri içinde gözyaşı döküyordu. Lah din yüzeyindeki kabartmalara bakanların bu man zara karşısında etkilenmemesi mümkün değildi. Ama Osman Hamdi’nin içinde garip bir his vardı. Büyük keşfini halâ yapmadığını hissediyordu. Bir sabah üç numaralı mezar odasında yeni bir lahdin bulunduğu haberini aldı. Bu mezar odası, kralların gömüldüğü alandaydı. Osman Hamdi elinde gaz lambası, bir buçuk metre enin deki tünelden dizlerinin üzerinde ilerleyerek güç bela aşağıya indi. Yeni lahit daha önce bulunanla rın hepsinden daha görkemliydi. Osman Hamdi fenerini taşın üzerine oyulmuş figürlere doğru çe virdi. Ardından da mendiliyle lahdin yüzeyini sil di. O anda muhteşem güzellikteki savaş sahnele rini gördü. Lahdin dört tarafı da tam anlamıyla sanat harikası olan oymalarla süslenmişti. Osman Hamdi hemen yukarı çıkıp işçilere tü neli genişletmelerini söyledi. Birkaç saat sonra 216
her şey hazırdı. Yanına yarım düzüne adam alıp payandalarla desteklenmiş tünelden tekrar aşağı indi. Mezar odasında kimseden çıt çıkmıyordu. Bir tapınağın çatısına benzeyen lahdin üst kapağı zarar görmesin diye kaldırılıp yere konuldu. Tüm gözler merakla lahdin içine çevrilmişti. Ama kim se bir şey göremedi. İşçilerden biri elindeki gaz lambasını lahdin içine doğru sarkıtmaya cesaret edince bir kafatasıyla yüz yüze geldi. O anda her kes birkaç adım geri kaçıştı. Kafatasının yanında ne olduğu anlaşılamayan kahverengi bir kumaş parçası duruyordu. Osman Hamdi lahdin içine doğru eğilip kumaşı eline aldı. Ardından lambası nın yardımıyla lahdin her köşesini dikkatlice in celedi. Bir kral mezarı bulduğuna emindi. Ondan cesaret alan işçiler de tekrardan lahdin etrafına toplandılar. Bu arada tren rayına benzeyen uzunca bir kı zak lahdin yanına kadar indirilmişti. Ama aşağıda bulunan işçiler birkaç ton ağırlığındaki lahdi kal dırıp kızağın üstüne koymayı bir türlü başarama dılar. Hemen mezar odasına yarım düzüne daha işçi çağrıldı. Ama bu sefer de içerde adım atılacak yer kalmamıştı. İnsanlar kendi etraflarında bile dönemiyorlardı. Nefes almaksa gitgide zorlaşı yordu. Tam o sırada lambalardan birkaçı esen rüzgâr nedeniyle söndü. Karanlıktan korkan bazı işçiler çığlık atıp yukarı doğru kaçmaya başladı lar. Ama Osman Hamdi içerde kalanları sakinleş tirmeyi başardı. 217
Gaz lambaları tekrar yandı. Herkes elini taşın altına sokmuş bekliyordu. 0 lanet mezar odasın dan çıkabilmek için işlerini bir an önce bitirmek isteyenler, üçe kadar sayılmasının ardından tüm kuvvetlerini sarf ettiler. Dev lahit sonunda hava lanmıştı. Vakit geçirilmeden kızağın üzerine otur tuldu. Kızakla lahit arasında kalan tekerlekli bö lümün ucuna sağlam halatlar bağlanmıştı ve atı lan düğüm, bir insan gövdesi büyüklüğündeydi Nihayet lahit yukarı çekilmeye başlandı. Osman Hamdi kazı ekibindeki fotoğrafçıdan bu tarihi an; görüntülemesini istemişti. Az sonra lahit iki bin üç yüz yıl süren karanlık geçmişinden kurtulmuş oldu. Yukarıda bekleyenler gözlerine inanamıyorlardı. Herkes büyülenmiş gibiydi. Lahdin üzerindeki onlarca insan, kazı ekibinin şaşkın bakışlarına al dırmadan birbirleriyle savaşmaya devam ediyor lardı. Kesik kollar, devrilen atlar, şaha kalkmış at lar, kılıçlar, kalkanlar, oklar, yaylar, aslanlar, cey lanlar ve kana bulanmış ölü bedenler capcanlı gö züküyordu. Sessizliği işçilerin, la ilaha illallah di ye fısıldaşmaları bozdu. Osman Hamdi ertesi gün Sayda’daki telgraf ofisine gidip keşiflerini Paris Akademisi’ne bildir di. Bulduğu kitabelerin kopyalarını da Avrupa’da ki uzmanlara gönderdi. Aslında kazının başladığı günlerde Fransız konsolosluğu Paris’e uyarı telg rafları çekmiş, Türklerin arkeoloji konusundaki bilinçsizliğinden yakınmıştı. Ama Fransız Arke 218
oloji Enstitüsü çaresiz kalmıştı. Kendi toprakla rında kazı yapan bir ekibi kim, nasıl durdurabilir di ki? 0 günlerde kazı sorumlusunun keyfine diye cek yoktu. Cehennem gibi sıcak bir haziran ayına girilmesine rağmen yorulmak nedir bilmiyordu. Ancak güneşin tepede olduğu saatlerde biraz so luklanmak için çalışmalarına ara veriyordu. Yine böyle bir dinleme anında yere devrilmiş meşe kü tüğünün üzerine oturdu. Fesini çıkartıp yüzünü ve ensesini beyaz mendiliyle sildi. Ardından da bir işçinin uzattığı testiden kana kana su içti. Tam o sırada gözü başka bir işçiye takıldı. Genç köylü, el arabasında taşıdığı toprağı kazı alanın hemen dışındaki boş araziye döküyordu. El arabasına konan toprak özenle elekten geçirildiği için de ğerli bir şeylerin atılması mümkün değildi. Ama Osman Hamdi yerinden kalkıp o tarafa doğru koş maya başladı. Herkes neler olduğunu anlamak için işini gücünü bırakmış, ona bakıyordu. Osman Hamdi, yığının önüne diz çöküp iki elini de kızı lımsı toprak tepeciğinin içine soktu. Sonra avuç ları kum dolu ayağa kalktı. Elerini havaya kaldır mış, avuçlarının içinden akıp giden kum tanecik lerine bakarken, “İşte doğunun rengi,” dedi. Kimse kazı sorumlusunun ne demek istediğini anlamamıştı. Müze görevlileri de birbirlerine ba kıyorlardı. “Hemen bana büyük bir kavanoz getirin.” 219
İşçilerden biri istediğini getirdi. Osman Hamdı kavanoza avuç avuç toprak doldurdu. Ardından çok önemli bir şeymiş gibi kavanozu sımsıkı tuta rak çadırına gitti. O çorak toprağın ne gibi bir öne mi olabilirdi ki? Mantıklı bir cevap bulunamadı. Sonra herkes merak içinde işinin başına döndü. Osman Hamdi ise masasına kurulmuş Fransız ca bir mektup yazmaya başlamıştı: S iz e a rk e o lo jik k a z ıla r ım sıra sın d a buldu ğum k ız ıl k a h v e toprağı yolluyorum . Umarım b o y a la rın ıza ka rıştırd ığ ın ızd a en g ü z e l doğu rengini e ld e ed ersin iz. T u v a lle rin izd e k i e şsiz re n klere u fak bir k a tk ı o la ra k bu h e d iy e m i lüt fen k a b u l ed in iz. O sm a n H am dy Sayda, 1887
Osman Hamdi bunca işinin arasında Fran sa’daki ustası Jean Leon Gerome’ü unutmamıştı. Kavanozu sağlam bir kutunun içine yerleştirip hemen Paris’e, Gerome’ün atölyesine gönderdi. Artık geri dönüş vakti gelmişti. Osman Hamdi’nin kafasını en çok meşgul eden konu, on bir adet lahdi hasarsız olarak İstanbul’daki müzeye nasıl taşıyacağıydı. Lahitlerden her biri birkaç ton geliyordu. Kağnılardan veya at arabalarından yararlanması mümkün değildi. En akıllıca olanı lahitleri denize kadar kızakların üzerinde kaydır maktı. Güzergâhı liman yerine, denize en yakın 220
nokta olarak belirledi. Lahitler kıyıya ulaştıktan sonra sallara bindirilip gemiye yüklenecekti. Sallar ve kızaklar için en dayanıklı keresteler satın alındı. Sonra usta marangozlara tam olarak ne istendiği anlatıldı. Tonlarca ağırlığı taşıyabile cek salların yapımı epey zahmetli bir işti. Ama başka bir çare yoktu. Kızaklar da hazırlandıktan sonra lahitler kaplumbağa hızıyla denize doğru çekilmeye başlandı. Her halata yirmiden fazla iş çi asılıyordu. Lahitlerin yanında duran görevliler ise devasa mermer tabutları sarsılmamaları için sıkıca tutuyorlardı. Osman Hamdi her adımda iş çilerin başındaydı. Onları dikkatli olmaları konu sunda uyarıyordu. Kafile ilerledikçe arka tarafta boşta kalan kızaklar işçiler tarafından yerlerin den almıyor ve hemen en öne ekleniyordu. Böylece toplamda elli metreyi bile bulmayan bir düzi ne kızaktan, kilometrelerce uzayabilen tren rayı na benzer bir yol döşenmiş oldu. Kafileyi en çok zorlayansa engebeli araziydi. Bir yokuşun başına gelindiğinde işçiler halatları bırakmadan lahitle rin arkasına geçiyorlardı. Lahitler yavaşça aşağı ya doğru kaydırılırken gözü pek işçilerden birkaç tanesi taş blokların önüne geçip, sırtlarıyla fren görevi görüyorlardı. Deniz kıyısına ulaşılınca lahitler sallara yük lendi. Her salda yedişer tane kürekçi vardı. Kü reklerin suya batırılmasıyla lahitlerin Akdeniz’de ki yolculuğu başlamış oldu. Sallar taşıdıkları ağır yükten dolayı iyice suya gömülmüşlerdi. Ama yi 221
ne de görevlerini başarıyla yerine getiriyorlardı. Ayak bileklerine kadar suya batmış olan kürekçi lerse salları güçlükle yönlendiriyorlardı. Deniz yüzeyinde ilerleyen taş tabutların kıyıdan görü nümü oldukça ürkütücüydü. Sanki suda yüzenler boş lahitler değil, binlerce yıllık mahkûmiyetten kurtulmuş olan kralların ruhlarıydı! Lahitlerin makaralar yardımıyla Asir adlı ge minin güvertesine taşınması da sorunsuz halledil di. Ama bu sefer de geminin kaptanı ağır yükün den dolayı huzursuz olmuştu. Lahitlerin toplam da kaç ton geldiğini hesaplamaya çalışıyordu. An cak Osman Hamdi’yle görüştükten sonra yola ko yulmaya ikna oldu. Gemi birkaç saat içerisinde Kıbrıs’ın güneyinden sıyrılıp Akdeniz açıklarına süzüldü. Daha Ege denizine girilmeden hava ka rarmıştı. Tüm ekip yorgunluk nedeniyle erkenden kamaralarına çekildi. Osman Hamdi ise döşeğini sırtlayıp güverteye çıktı. Orada bulunanların şaş kın bakışları altında lahitlerin yanma bir güzel yerleşti. Ertesi gece de aynı sahneler tekrarlandı. Lahitlerin başına bir şey gelmesinden endişe duy duğu için hiç uyumadığı söyleniyordu. Asir gemisinin İstanbul Limanı’na yanaşması kimsenin dikkatini çekmedi. Ama yükün müzeye nakli sırasında yol kenarları kalabalıklaştı. İstan bul halkı devasa taş tabutlara şaşkın gözlerle ba kıyordu. Bunlar da neydi böyle? Yol boyunca en çok duyulan, tövbe tövbe sesleri oldu. Lahitler uzun bir yolculuğun ardından nihayet Müze-i Hü 222
mayun’un bahçesine ulaştı. Osman Hamdi nakli ye işini hasarsız tamamlamayı başarınca derin bir soluk aldı. Sonra da evine gidip Naile Hanım ve çocuklarıyla özlem giderdi. Ancak o gece ken dini günlerdir özlemini kurduğu deliksiz bir uyku nun kollarına tasasızca bırakabildi.
223
f j f i С АУ / П С /
Ö/fi///
Yıllar önce Fransız arkeologların Sayda’da bul duğu lahitler şimdi Louvre Müzesi’nde sergilen mekteydi. Osman Hamdi Bey ismini dünya arke oloji literatürüne sokan Sayda kazısında keşfedi len yeni lahitlerse doğruca İstanbul’a getirilmişti. Osman Hamdi yıllardır süregelen bir anlayışı tersyüz ettiğinin farkındaydı. Geleneksel Osmanlı anlayışında toprağın mül kiyeti tartışmasız olarak padişaha aitti. AvrupalI lar ise ilk kim bulduysa onundur mantığına sahip ti. Ama Osman Hamdi için ikisi de geçerli değildi. Ona göre toprağın altındayken sahipsiz olan tari hi eserler gün ışığına çıkınca herkesin olmalıydı. Ortak mülkiyeti sağlayacak yegâne yer ise müze lerdi. Dahası binlerce yıldır yerin altında gizlen miş bir eserin bulunması ve sergilenmek üzere bir müzeye konması işinin, gelecek kuşaklar için yapıldığının bilincindeydi. Bu yüzden yönettiği 227
kazı çalışmaları ona tarif edilemez boyutlarda haz veriyordu. Kendini yok olup gitmiş bir nesne ye tekrardan hayat veren mitolojik bir kahraman gibi hissediyordu. Sayda dönüşü hayatının en mutlu günlerini ya şamaktaydı. Saraydan kutlama mesajı almış, Sanayi-i Nefise öğrencileri müdürlerini ilk gördüklerin de alkış yağmuruna tutmuşlardı. Basın Sayda kazı sından ve kazıyı yöneten müze müdüründen öv güyle bahsediyordu. Ama Osman Hamdi için belki de en önemlisi, babasının yüzünde gördüğü o tarif edilemez ifadeydi. Edhem Paşa’nm her hareketin den büyük oğluyla ne kadar gurur duyduğu anlaşı lıyordu. Övgü dolu sözler, sırt sıvazlamalar ve iç ten gülümsemeler neşelendirmişti yalıdaki sofrayı. Ama kısa bir süre sonra müze müdürünün ka fasını ağrıtan bir sorun ortaya çıktı. Lahitler nere de sergilenecekti? Taş tabutlar sanki kaderlerine terk edilmiş gibi müzenin bahçesine konulmuştu. Çinili Köşk’te sergilenmeleri mümkün değildi. Hatta bazı lahitlerin köşkün kapısından geçirilme si bile imkânsızdı. Osman Hamdi müzeye ziyaret çi çekmek için lahitleri bir an önce sergilemesi gerektiğini düşünüyordu. Yurtdışmdan da önem li konuklar gelmek isteyecekti. Bu yüzden lahitler kendilerine yakışır şeklide teşhir edilmeliydi. Osman Hamdi sıranın en büyük hayalini ger çekleştirmeye geldiğini anlamıştı. Görkemli bir müze binası yaptıracaktı. Hem bu iş için geçerli bir nedeni de vardı artık. Lahitler hiçbir yere sığ228
mıyordu! Hemen akademinin ders programına baktı. Vallaury’nin sabahtan dersi vardı. Mimarlık bölümü hocasına haber gönderip dersten sonra odasına gelmesini rica etti. Vallaury bir saate kalmadan kendisini bekle yen müdür beyin yanındaydı. İki adam bahçeye çıkıp yürümeye başladı. Çinili Köşk’ün önünden akademiye doğru uzanan iki yüz adımlık arazide birkaç tur attılar. Osman Hamdi derslerle ilgili malumat almıştı mimar arkadaşından. Sonra bir den durup, “Buraya bir müze binası inşa etmeye ne der sin?” diye sordu. Vallaury çok heyecanlanmıştı. 0 da adım at mayı bıraktı ve, “Mükemmel bir fikir Hamdi Bey," dedi. “Size yardım etmekten onur duyarım." Osman Hamdi müze binasını gören herkesin büyülenmesini istiyordu. Ayrıca müzenin dışar dan görünüşünün içinde sergilenecek olan tarihi eserlerle uyumlu olması gerektiğini düşünüyor du. Vallaury’nin koluna girip onu Sayda’dan getir diği Ağlayan Kadınlar Lahdi’nin yanına götürdü. Lahdin üzerinde tasvir edilmiş kadınların arasın da lon tarzı sütunlar göze çarpıyordu. Taş kapak ise bir tapınağın üçgen biçimdeki çatısına benzi yordu. Osman Hamdi Vallaury’nin yaratıcılığına saygısızlık etmemeye özen göstererek, “Buna benzer bir bina çok yakışırdı doğrusu,” dedi. 229
Vallaury lahdin üzerindeki oymalara yakın dan baktı. Parmaklarını sütunların üzerinde gez dirirken, “Yapabilirim,” dedi. “Ona hiç şüphem yok zaten.” “Peki ya bütçemiz?” Aslında Osman Hamdi de bu sorunu nasıl çö zeceğini kara kara düşünüyordu. Ama o gün Val laury ile el sıkıştı. Mimar arkadaşının yanından ayrılmak üzereyken, “Osmanlı mimarisinde eklenti geleneği var dır,” dedi. Vallaruy tam olarak anlayamamıştı müdür be yin ne demek istediğini. “Eklenti mi?” diye sordu. “Evet, eklenti. Bak Topkapı’ya. Yıllar içinde ya vaş yavaş büyüdü. İlk yapıldığı zaman böyle miy di?” Vallaury gülümsedi. “Galiba şimdi anladım,” dedi. “Çizimleri bir an önce görmek istiyorum. Geri si bir şekilde hallolur.” Osman Hamdi vakit geçirmeden Maarif Nezareti'ne bir dilekçe yazdı. “Devletli Efendim Haz retleri” diye söze başlıyordu. Ardından da birer sanat eseri olan lahitlerin Çinili Köşk’ün hemen karşısına yapılmasını istediği yeni müze binasına taşınması gerektiğinden bahsediyordu. Açık ha vada kalan lahitler mevsimsel şartlar nedeniyle 230
yıpranabilircli. Bu nedenle çalışmalara bir an ön ce başlanmalıydı. Böylesi büyük bir inşaat faaliyeti için hiç de uygun bir zaman değildi aslında. Kırım Savaşı’mn üzerinden otuz yıldan fazla bir süre geçtiği halde Hazine bir türlü toparlanamamıştı. Osmanlı yüz lerce yıllık tarihinde ilk defa dış borç aliminin tek çare olarak görüldüğü bir dönemden geçiyordu. 1875 yılında finansal bir çöküş yaşanmış ve bir kaç yıl sonra patlayan 93 Harbi krizin üstüne tuz biber ekmişti. Koca devlet borçla harçla günü kurtarma derdine düşmüştü. Osman Hamdi bu nedenle inşaat giderlerini makul bir seviyede tut tu. Amacı temeli attırmak ve çalışmaları başlat maktı. Sonra ana binayı ek katlarla, hatta ek blok larla büyütmeyi planlıyordu. Hayalindeki binanın inşaatı ancak parçalara ayrılıp yıllara yayılırsa ta mamlanabilirdi. Hem bu sayede maliyet kimsenin gözüne batmazdı. Plan işe yaradı. Müze binası için istenen öde nek onaylandı. Bu arada Vallaury çizimlerini mü dür beye teslim etmişti bile. İstanbul’un göbeğine .Antik Yunan tapınağına benzeyen, ama bir yan dan da modern mimarinin tüm özelliklerini taşı yan muhteşem bir bina inşa edilecekti. Kısa bir süre sonra Osman Hamdi’nin düşlerini ve Vallaury’nin çizimlerini ete kemiğe bürüyecek olan ilk kazma toprağa saplandı. Avrupa’daki müzeler ge nelde eski sarayların uzantılarında kurulmuştu. Oysa İstanbul’daki bina, müze olarak kullanılma231
sı amacıyla temeli atılan dünyadaki ilk yapılardan biri oldu. Çalışmalar hızla ilerlerken Osman Hamdi yeni bir kat çıkma zorunluluğunu yetkili makamlara bildirip, ek bütçeler koparmaya çalışıyordu. En baştan beri bunu planladığını ise sadece müze bi nasının mimarı Vallaury biliyordu. İkinci kata ne gerek var diyenlere de vereceği cevap hazırdı. Müzenin üst katında Sultan Abdülhamid’in tahnit kuş koleksiyonu sergilenecekti! Osman Hamdi bu küçük yalanı birkaç kez söylemek zorunda kaldı. Padişahın hayvanlara ne kadar meraklı olduğunu bilmeyen yoktu. Bu yüzden herkes müze müdürü ne yardımcı olmak için çalışmaya başladı. Osman Hamdi müzenin yeri konusunda yapı lan tartışmaları da duymazdan geliyordu. Bazıla rı yeni müzenin Pera’da olması gerektiğini yazıp çiziyordu. Yüzyıllardır şehre gelen yabancı sanat çılar hep Pera’da ikamet etmişlerdi. Tiyatrolar, atölyeler, sergiler hep bu bölgede yaşam alanı bulmuştu. Ama Osman Hamdi yeni müze binası nın eski İstanbul’un kalbinde yapılması gerekti ğinde ısrar etti. Amacı Osmanlfda yaşanan büyük değişikliği daha belirgin olarak ifade etmekti. Bir modernite gösterisiydi yapmak istediği. Bir meydan okuma! Müze binasının inşaatı ara ara duraklıyordu. Bazen padişahın onayından geçen ek bütçe talebi bakanlığın kaleminde bulanamıyor, bazen de tam tersi oluyordu. Ama her seferinde yazışmalar ya232
pılıyor, ricalar ediliyor ve gereken kaynak bir yer lerden sağlanıyordu. Osman Hamdi dahil hiç kim se açılışın ne zaman olacağını bilmiyordu. Belki o büyük güne sadece birkaç ay kalmıştı. Belki de daha yıllar vardı. Bu belirsizliğe rağmen Osman Hamdi’nin neşesi yerindeydi. Nasıl olsa inşaat bir gün bitecekti. Geç vakit yalıya döndüğü bir akşam Fran sa’dan gelen bir mektubu olduğunu öğrendi. Zar fın üstünde ilk karısı Maria’nm adı yazıyordu. İb rahim Edhem Paşa mektubu oğluna uzatırken in şallah hayırlı bir haberdir, diye mırıldandı. Fatma Hanım da inşallah, inşallah diyerek kocasına ka tıldı. Evin en büyük kızı Fatma ilgisiz görünmeye çalışsa da aslında en çok o merak etmişti anne sinden gelen mektupta neler yazdığını. Osman Hamdi çalışma odasına kapanıp mek tubu okudu. Merak içinde onu bekleyenleri unut muştu. Dakikalar sonra açıldı odanın kapısı. Paşa oğlunun yüzünden haberlerin kötü olduğunu an lamıştı. Ama yine de, “Hayrola oğlum, kötü bir havadis mi?" diye sordu. Osman Hamdi kimsenin yüzüne bakmadan, “Hayriye ölmüş," deyiverdi. Fatma kardeşinin öldüğünü duyar duymaz ağ lamaya başladı. Ardından da koşarak odasına git ti. Melek, Leyla ve Edhem neler olduğunu anlaya cak yaşta değildi. Hem kardeşlerini daha önce hiç 233
görmemişlerdi. Sofrada oturan Fatma Hanım da ağlamaya başladı. Az sonra zorlukla yürüyerek büyük torunu Fatma’nın yanına gitti. Metanetli gö züken paşa ise oğluna başsağlığı diledi. Sonra da, “Nasıl olmuş," diye sordu. Osman Hamdi konuşmakta zorlanıyordu. Sa dece, “Hastalanmış, kurtaramamışlar,” dedi. “İstersen hemen Paris’e git Hamdi.” “Ne yapabilirim ki orada baba. Hem Maria be ni görmek istemeyecektir." Paşa çaresizce kafasını salladı ve, “Kader," dedi. “Allah böyle istemiş.” Osman Hamdi o gece hiç uyumadı. Sabaha ka dar çalışma odasında oturdu. Saatlerce Hayri ye’nin resimlerine baktı. Seneler önce kızından ayrıldığı gün onu bir daha göremeyeceğini hisset mişti. Onu hiç bırakmasaydım diye düşünmeden edemiyordu şimdi. Gözyaşlarına hâkim olmadı. Kendini suçluyordu. Naile Hanım o gece kocası nın yalnız kalmak istediğini anlamıştı. Onu hiç ra hatsız etmedi... Her şeye rağmen hayat devam ediyordu. Os man Hamdi de işinin başına dönmek zorundaydı. Müze inşaatı bölgeyi şantiyeye çevirmişti. Bu du rumdan en çok şikâyet edenlerse akademi öğren cileriydi. Ameleler sabah erken saatlerde çalış maya başlıyor, güneş batana kadar da dur durak bilmiyorlardı. Oradan oraya fırlatılan kalaslar, çekiç darbeleri, testere hırt hırtları, kurulan iske234
leier, sökülen iskeleler ve onlarca işçinin bağırış çağırışları öğrencilerin kâbusu olmuştu. Üstüne üstlük her yağmur yağdığında ortalık çamur der yasına dönüyordu. Yük taşıyan at arabalarının tekerlekleriyse bahçeyi yürümenin bile mümkün olmadığı engebeli bir arazi haline getirmişti. Mü dür bey yakman öğrencilerine, “Az kaldı, biraz daha sabredin,” demekten başka bir çare bula mıyordu. O günlerde Alman tahtına yeni çıkmış olan İm parator II. Wilhelm İstanbul’a geldi. Almanya ile OsmanlI’nın siyasi alanda yakınlaşmaya başladığı bir dönemdi. Saray, imparatoru en iyi şekilde ağırlamak için elinden geleni yapıyordu. Osman Hamdi müze inşaatını denetlediği bir sabah yar dımcısı Osgan Efendi’nin telaş içinde yanına gel diğini gördü. “Söylentileri duydunuz mu Müdür Bey?” “Hangi söylentileri?" “Nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. Şey, hımmm...” Osman Hamdi iyice meraklanmıştı. “Söyle Osgan, söyle,” dedi. “Deli etme adamı!” Osgan Efendi fesini eline aldı ve ağzındaki bak layı çıkardı. “Sayda lahitlerinin Alman imparatoruna hedi ye edileceği konuşuluyor.” Müdür beyin kaşları çatılmıştı. Hiddetle, “Nereden çıkıyor böyle saçma sapan dediko dular bir türlü anlamıyorum!” diye bağırdı. 235
“Bilirsiniz işte. BabIâli'de söyleniyormuş. Zatı Şahane iyi niyetinin göstergesi olarak Wilhelm’e söz verdi diyorlar." “Yahu Wilhelm iyi niyetini gösterip Berlin’deki Zeus Sunağı’nı geri veriyor mu ki bize?" “Doğru söylüyorsunuz Müdür Bey ama...” “Neyse, neyse. Biz işimize bakalım Osgan Efendi. Aslı astarı yoktur eminim söylentilerin." Osman Hamdi öyle dediyse de içine bir kurt düşmüştü. Eğer dedikodular doğruysa elinden çok da fazla bir şey gelmeyeceğini iyi biliyordu. Müze müdürü olarak koskoca bir imparator ile kendi sultanı arasında sıkışıp kalırdı. Ama vakit geçirmeden böyle bir durumda neler yapabilece ğini etrafa yaymaya başladı. Birkaç gün sonra her yerde, Müze Müdürü Osman Hamdi Bey’in, “O lahdin içine girer, kendimi öldürürüm. Her kim lahdi alırsa benim cesedimi de alır," dediği konu şuluyordu. II. Wilhelm İstanbul’dan ayrılırken lahitler hâ lâ müzenin bahçesinde duruyordu. O gün Osman Hamdi’ye selam veren herkesin yüzünde bir gü lümseme vardı. Müdür bey de onlara gülümsü yordu... Müze inşaatının sürdüğü yıllarda Osmanlı top raklarındaki yabancı arkeologlar da kazılarına son sürat devam ediyorlardı. Yıllar önce Troya kazısında bulduğu paha biçilmez hâzineyi Alman ya’ya kaçıran Schliemann da, yeni kazılar için izin 236
istemişti. Osman Hamdi herkesi şaşırtan bir ka rar alıp Schliemann’a istediği izni verdi. Ardından da müze memurlarından birini gözlemci olarak Schliemann’ın yanına yolladı. Yabancı a rkeo lo g la rın mektuplarında, “Artık durum çok farklı. M a a le sef Konstantinopolis’teki müzenin başında Paris’te eğitim almış Osman Hamdi Bey var. Çıkan yeni yasayla eser satın al mamız da neredeyse imkânsız hale geldi...” gibi ifadeler göze çarpıyordu. Bergama Sunağfnı Al manya’ya götüren Humann ise, Schliemann’a yaz dığı bir mektupta kelimesi kelimesine şunları söy lüyordu: E skid en s a d ra za m ın bir k a le m o yn a tm a sıy la h e r ş e y halloluyordu. O z a m a n n e d e v le t m ü z e s i vardı n e d e H am di Bey, b iz ik i k e z Türklerin üçte birlik p a y ın ı y irm i bin franga satın a lm ış tık. Ş im d iy se h e r ş e y H a m d i B e y ’e bağlı. O iste m e z s e işler ilk m a sa d a n ö te y e g id e m iy o r...
Osman Hamdi dünyaca meşhur arkeologların kendisinden şikâyetçi olduğundan haberdardı. Müze müdürü olmasının üzerinden daha on yıl bile geçmemişti ama tüm dünyaya kendi kuralla rını kabul ettirmeyi başarmıştı. Yabancı elçilerle beraber olduğu davetlerde de hemen arkeoloji konusu açılıyor, diplomatlar müze müdürüne eserlerin mülkiyeti konusunda bu kadar katı ol maması gerektiğini telkin ediyorlardı. Neredeyse 237
bütün elçiler sultan ile kendi ülkelerinin dostluk larına vurgu yapıyorlardı ve açıktan açığa bazı ayrıcalıklar istiyorlardı. Osman Hamdi onlarla Bağdat yıllarından beri deneyim sahibi olduğu diplomatik üslupta konuşuyor, ısrarla yürürlük teki yasaları hatırlatıyordu. Ve tabii ki hiç umut vermiyordu. O yaz arkeoloji camiası Hisarlık’ta toplanıp Troya kazılarını masaya yatırma kararı almıştı. Avrupa’nın dört bir tarafından uzmanlar gelecek ti Homeros’un efsane haline getirdiği bu antik kente. Toplantının ev sahipliğini artık epeyce yaş lanmış olan Schliemann yapacaktı. Schliemann yıllar önce bulduğu hâzinenin İlyada destanında sözü edilen Kral Priamos’a ait olduğunu hâlâ ıs rarla savunuyordu. Ama ona itiraz edenler, hatta bu konuda kitaplar yayınlayan uzmanlar vardı. Hisarlık Tepesi’ndeki harabelerin Troya’ya ait ol madığını iddia edecek kadar ileri gidenler de. Eleştirilerin artması üzerine Schliemann muhalif lerine hodri meydan deyip, onları sahaya davet etmişti. Osman Hamdi ayağına kadar gelen bu fırsatı kaçırmak istemedi. Toplantıya bizzat katılacaktı. Konstantinopolis İmparatorluk Müzesi gerçeğini herkesin gözüne iyice sokmak istiyordu. Osman lIların Kale-i Sultaniye dediği AvrupalIların ise Dardenelles olarak bildiği şehre yirmi dört saatlik bir vapur yolculuğunun ardından ulaştı. 238
Heyet ilk gün Troya antik kentini beraberce gezdi. Güvenlik önlemleri dikkat çekiciydi. Bir sü re önce müze müdürünün de isteğiyle valilik ha rabelerin başına nöbet tutan silahlı askerler dik mişti. Yabancı konukların bazıları yanlarında eş lerini de getirmişlerdi. Osman Hamdi onları gö rünce Naile Hanım’ı geziye davet etmediği için pişman oldu. Ama yine de çoğunu gıyaben tanıdı ğı ünlü arkeologlarla tanışma şansına eriştiği için mutluydu. Schliemann ile de uzun uzun sohbet etti. Alman arkeoloğun kulakları artık hiç işitmi yordu. Osman Hamdi’yi ne kadar duyduğu şüphe liydi. Bağırarak konuşan Schliemann. Troya hâzi nesini tam olarak nerede bulduğunu büyük bir gururla gösterdi diğer tarih kazıcılarına. Ama ka tılımcıların hemen hemen hepsi kuşkuyla bakı yordu karşılarında duran kazı sahasına. Ertesi gün toplantılar başladı. Tartışmalar so nucunda Schliemann’ın bulduğu hâzinenin Troya savaşının geçtiği dönemden bile daha eski bir ta rihe ait olduğu düşüncesi baskın çıktı. Yaşlı ar keolog da hatasını kabul etmiş gibiydi. Ama Troya’nın Hisarlık Tepesi’nde olduğu tartışmasız bir gerçekti. Kazıların devam etmesi konusunda gö rüş birliğine varıldı. Troya kim bilir daha neler neler barındırıyordu bağrında. Konstantinopolis İmparatorluk Müzesi müdürü arkeologlara çalış ma izinleri konusunda yardımcı olacaktı. Ama bir şartı vardı. Herkes yürürlükteki yasalara uymalıy dı. Anlaşma sağlandı. Katılımcılar bölgeden ayrıl239
madan önce fotoğraf çektirmeyi ihmal etmediler. Osman Hamdi bu sefer yerde oturanların tam or tasına geçerek poz verdi. Altmış dokuz yaşındaki Schliemann, Troya toplantısından sadece birkaç ay sonra hayatını kaybetti. Paris’te rahatsızlanan ünlü arkeolog son nefesini Yunanistan’da vermeyi arzulamıştı. Ken dini biraz iyi hissedince yola koyulmuş, ardından yanındakilere son kez Pompeii harabelerini gör mek istediğini belirtmişti. Ama Napoli onun son durağı oldu. Osman Hamdi toplantılar sırasında Schilemann’ın sağlığının hiç de iyi olmadığına ya kından tanıklık etmişti. Bu nedenle ölüm haberi ne hiç şaşırmadı. Alman arkeolog için Tanrı’dan rahmet dilemekten başka bir çare yoktu. Schlieman vasiyeti gereği Atina’nın merkezinde manzarasıyla ünlü bir mezarlığa gömüldü. Cena zesine Yunan kralı bile katılmıştı. Dor tapmağı şeklindeki mozolesinin üzerindeyse yaptığı kazı lardan sahneler vardı... Herkesin uzun zamandır sabırsızlıkla bekledi ği gün en sonunda gelip çattı. Müze binası ta mamlanmış, lahitler zemin katta kendileri için hazırlanmış geniş salonlara taşınmıştı. Osman Hamdi eserleri müzeye yerleştirirken sık sık Louvre Müzesi müdürü ile mektuplaşmış ve ondan tavsiyeler almıştı. Ne de olsa Louvre, dünyanın en önemli devlet müzesiydi. Üstelik iki sene son ra yüzüncü yılını kutlayacaktı. Konstantinopolis 240
İmparatorluk Müzesi müdürü Paris’e mektuplar yazarken heykeltıraş Osgan Efendi de, öğrencisi İhsan’la beraber lahitlerin kırık parçalarını özen le onarmıştı. Artık açılış için hiçbir eksik kalma mıştı. Osman Hamdi’nin Sayda’dan lahitlerle bera ber dönmesinin ve maarif nezaretine yeni bir mü zeye ihtiyaç duyulduğunu belirttiği dilekçeyi yaz masının üzerinden tamı tamına dört yıl geçtikten sonra, yeni bina 13 Haziran 1891’de hizmete girdi. Ama beklediğine değmişti. Müze bin sekiz yüz metrekarelik büyüklüğüyle Avrupa’daki emsalle rini aratmıyordu. Birçok kişiye göre İstanbul’un en göz alıcı yapısı olmuştu. Doğrusu Osman Hamdi de bu fikirdeydi. Müze binasını tasarlayan Vallaury bir anda şehrin en ünlü mimarı haline gel mişti. Geleneksel Türk mimarisini yansıtan Çinili Köşk’ün aksine yeni yapılan görkemli bina neoklasik anlayışa göre inşa edilmişti. Sütunların taşı dığı üçgen şeklindeki çatı, tam da Osman Ham di’nin istediği gibi binaya bir antik dönem tapına ğı havası vermişti. Müzeye girmek için devasa sü tunların arasından geçmek gerekiyordu. İşte da ha o anda ziyaretçiler geçmişe doğru bir yolculu ğa çıktıkları hissine kapılıyorlardı. Müzede büyüklü küçüklü tam otuz altı adet teşhir salonu bulunuyordu. Lahitler girişteki bü yük salonlara yerleştirilmişti. Antik döneme ait diğer eserler de lahitlerden artakalan yerlere ko nulmuştu. Binaya sonradan eklenen üst katta ise 241
modern bir müzede bulunması gereken alçı atöl yesi, fotoğraf stüdyosu ve kütüphane vardı. Osman Hamdi açılış günü gelenek olduğu üze re bir konuşma yaptı. İlk olarak Padişah Hazretle rine teşekkür etti. Ardından da bir müzenin sü rekli olarak genişlemesi gerektiğinden bahsetti. “Eminim ki bu yeni bina da bir süre sonra bize yetmeyecektir!" Konuşmalardan sonra sıra müzeyi dolaşmaya geldi. Osman Hamdi üst düzey devlet görevlileri, diplomatlar ve gazetecilerden oluşan seçkin ko nuklarına bizzat rehberlik etti. Herkes müdür be yin çalışmalarını takdirle karşılamıştı. Gazeteciler de gördüklerinden etkilenmişe benziyorlardı. Os man Hamdi ertesi gün çıkacak gazetelerin yeni müze binasından övgüyle bahsedeceklerine emindi. Zaten basında bir süredir ulusal arkeolo ji ve eski eserlerin medeniyetle ilişkisi gibi daha önceleri pek dillendirilmeyen konularda makale ler çıkıyordu. Yavaş yavaş da olsa toplumda bir bilinç geliştiği aşikârdı. Açılış gününün kalabalığı ancak akşama doğru seyreldi. Osman Hamdi çok yorulmuştu. Sıcak yü zünden de hiçbir yerde duramıyordu. Bir ara bahçeye çıkıp etrafına bakındı. Çinili Köşk’ün he men yanına bir akademi kurmuş, onların tam kar şısına da yeni bir müze binası kondurmuştu. Oku lunda her milletten birbirinden değerli hocalar ders veriyordu. Müzesinde sergilenen eserler bir çok Avrupa müzesini peşinden koşturacak cins242
tendi. Kendi dünyasını yine kendi elleriyle var et miş, Topkapı Sarayı’nın halka açık bahçesinde bir kültür vahası yaratmayı başarmıştı. Elli yaşma basmak üzere olan biri için bundan daha büyük bir mutluluk olamazdı. Yaz mevsimini her zamanki gibi Eskihisar’daki evinde geçirdi. Çocuklar burayı çok seviyorlardı. Evin geniş bahçesinde diledikleri gibi oynuyorlar, sıcaktan bunaldıklarındaysa denize atlıyorlardı. Eskihisar ahalisi kasabalarına yerleşen bu garip aileyi ilk günlerde biraz yadırgamıştı doğrusu. Bir kere evdeki kadınların başları her zaman açıktı. Evin beyiyse bahçeye çıkıp eline bir fırça alıyor ve karşısına yerleştirdiği kâğıda saatlerce boya sürüyordu. Üstelik evdekiler aralarında gâvurca konuşuyorlardı! Peki ya akşamları evden yükse len seslere ne demeli? İnsanlar gizli gizli eve yak laşıyor ve tuhaf olduğu kadar ahenkli de olan se se kulak kabartıyorlardı. Ahali bir gün bahçede görmüştü o garip aleti. Bir insan boyu kadardı. Kızlardan biri aletin yanında ayakta durmuş hiç korkmadan tellerine dokunuyordu. Meraklı bir köylü cesaret edip sormasaydı, o aletin adının arp olduğunu kimse öğrenemeyecekti. Ailenin Frenk kökenli olduğuna dair kimsenin bir kuşku su kalmamıştı. Ama kafasına her zaman fes takan adamın adının Osman Hamdi olduğunu öğrendik lerinde yanıldıklarını anladılar. Ardından eski bir sadrazamın oğlu olduğu konuşulmaya başlandı. 243
Sonra da İstanbul’daki bir dairede müdürlük yap tığı. Demek bir paşazade böyle oluyordu! Ev sahibinin kim olduğu kulaktan kulağa yayıl dıkça herkes birbirine alışmaya başladı. Artık köylü kadınlar sabahları çekinmeden eve gelip Naile Hanım’a yaptıkları birbirinden nefis ekmek lerden veriyorlardı. Öğlene doğru avdan dönen balıkçılarsa taze balık getiriyorlardı. Mahallenin çocukları da evdeki akranlarıyla arkadaşlık kur maya başlamışlardı. Hamdi Bey ailesi Eskihisar’ı evleri bellemişti. Sonbaharla beraber havalar soğumasa ve İstan bul’da yapılacak onca iş olmasa hep burada kalır lardı. Osman Hamdi İstanbul’a döndükten sonra yine bir anda kendini işlere gömülmüş halde bul du. Yeni öğretim yılı yeni akademi öğrencileri de mekti. Müdür bey okulunun gitgide daha fazla öğ renciye eğitim vermesinden son derece memnun du. Müzede de işler yolunda gidiyordu. Ziyaretçi ler hep olumlu izlenimlerle ayrılıyorlardı binadan. Birkaç hafta sonra Osman Hamdi’nin eline bir İzmir gazetesi geçti. Milas kasabasının doğusun daki Lagina'da bazı tarihi kalıntıların bulunduğu nu söyleyen bir makale okudu. Yazıda daha önce kimsenin bölgede kazı yapmadığı özellikle vurgu lanmıştı. Osman Hamdi de tatil boyunca yeni bir kazının hayalini kurmuştu zaten. Ekibiyle birlikte sahada olmaya can atıyordu. Lagina’ya varması çok sürmedi. 244
Herkes Osman Hamdi Bey’den usta bir arke olog olarak söz etse de o, uzmanlarla işbirliği yapmaktan vazgeçmemişti. Kazı alanında ekibe Fransız arkeologlar da dahil oldu. Lagina antik şehrinin civarı yerleşim yerleriyle çevrilmişti. Köylüler yıllardır iç içe yaşadıkları birkaç parça kırık dökük taşın şimdi neden böylesine ilgi oda ğı olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Halinden en çok memnun olansa çocuklardı. Bütün günü tepe lerin ardına saklanıp arkeologların çalışmalarını izlemekle geçiriyorlardı. Bölgede Anadolu'ya özgü gizemli bir tanrıça olan Hekate’ye adanmış büyük bir tapınağın ka lıntıları vardı. Tapmağın sadece kapı şeklindeki üç bloktan oluşan giriş kısmı ayakta kalabilmişti. Ama toprağın altından bir zamanlar tapınağın du varlarını süslemiş frizler fışkırıyordu. Eni ve boyu bir ila iki metre arasında değişen bu taş bloklar dan onlarca bulundu. Friz kabartmalarda tanrılar panteonundaki maceralardan kutsal savaşlara kadar birçok değişik konu betimlenmişti. Aylardan ekim olmasına rağmen hava yazı aratmayacak kadar sıcaktı Lagina’da. Herkes fesi nin içine omuzlara kadar sarkan mendiller sıkış tırmıştı. Alınlarda biriken ter damlaları sık sık si liniyordu bu mendillerle. Dinlenme vakti geldiğin deyse ağaç gölgeleri imdada yetişiyordu. Osman Hamdi de sırtını bir ağaca yaslayıp tuttuğu kazı günlüğüne notlar alıyordu. Yeni keşfi nedeniyle kazı alanındaki en neşeli kişiydi şüphesiz. Merak245
lı köylülerin sorularını sabırla cevaplıyor, nereye giderse gitsin peşini bırakmayan küçük çocuklar la şakalaşıyordu. Ekip kazı alanına yakın bir kasabada kiraladık ları evlerde kalıyordu. Gaz lambalarının geç saat lere kadar sönmediği ev Osman Hamdi’ninkiydi. Kazı sorumlusu geceleri Fransız arkeologlarla ka fa kafaya verip frizlerin üzerindeki sahneleri çöz meye çalışıyordu. Sık sık göze çarpan güçlü erkek figürünün baştanrı Zeus olduğu konusunda her kes hemfikirdi. Savaş sahnelerinde elinde meşale tutan tanrıçanınsa Hekate olduğu düşünülüyor du. Ama kimse Hekate’yi tam olarak tanımıyordu. Antik metinlerde farklı farklı Hekateler anlatılı yordu çünkü. Kimisi onu Artemis’e benzetiyor, ki misi de bir yeraltı tanrıçası olduğunu söyleyip ona kötü anlamlar yüklüyordu. Tanrıçanın gerçek kimliği ne olursa olsun, kesin olan tek şey Osman Hamdi Bey’in bulduğu frizlerle müzesini daha da zenginleştireceğiydi. Sıra nakliyeye geldi. Osman Hamdi Sayda’da imkânsızı başarmış, tonlarca ağırlığındaki lahitleri hasarsız olarak İstanbul’a getirmişti. Bu sefer işi daha kolaydı. Ama yine de dikkatli olması ge rekiyordu. Çevredeki bütün köylere haber salıp ne kadar kağnı varsa hepsinin kazı alanında top lanmasını istedi. Ücret dolgundu. Birkaç gün son ra Hekate Tapınağfmn önünde bekleyen kağnıla rın sayısı iki düzine kadar oldu. Taş frizler, koca man iki tahta tekerin üzerinde giden bu ilkel ara246
balara özenle yüklendi. Ardından öküzler taşıdık ları yükün öneminden habersiz ağır ağır yola ko yuldu. Kağnı kafilesine Türk yetkililerden ve Fran sız arkeologlardan başka kalabalık bir köylü gru bu da eşlik ediyordu. Menteşe Dağları’na güçbela geçit veren vadilerden ilerleyerek denize doğru yapılan yorucu bir yürüyüşün ardından Ege’nin mavi suları göründü... Osman Hamdi frizlerle beraber İstanbul'a gel diğinde yardımcılarının kendisi için sakladığı bir Paris gazetesini buldu masasının üzerinde. Beaux Arts’ın yayın organı olan gazetede kendi ismini görmek Osman Hamdi’yi oldukça sevindirmişti. Usta bir sa n a tk â r ue a sle n d ip lo m a t o la n H a m d i B e y ’in m ü z e m ü dürlüğüne getirilişi on bir s e n e lik bir olaydır. K e n d isi d a h a ö n c e Hari ciye m e m u rlu k la rın d a bulunm uştu. İşte burada O sm anlIların k a d e rin e h ü k m e d e n p a d işa h II. A b d ü lh a m id H azretlerin in s e ç im in i ta k d ir ve şü k ra n la a n m a m a k m ü m k ü n değildir. D evleti n in h e r türlü işini görüp y ü rü te n P adişah H a zret leri, H a m d i B e y 'i m ü z e m ü d ü rlü ğ ü n e tayin e d e rek O sm anlIların bu k o n u d a h a k ik a te n ilerle m e le r in i sağlam ıştır.
Birkaç hafta sonra Hekate Tapınağı’nın frizleri Müze-i Hümayun’da sergilenmeye başlandı. Tam da o günlerde Louvre Müzesi saraya bir mektup 247
yazıp, İstanbul’da bulunan yedi adet tarihi eseri resmen istedi. Fransızlara göre bu parçalar Louvre’daki koleksiyonları tamamlayıcı özelliğe sahip ti. Saraydaki yetkililer işi hemen müzeye havale ettiler. Osman Hamdi istenilen yedi eseri tek tek inceledi. Bunlardan beş tanesi çivi yazısı tabletle rinin kırık parçaları, diğer iki tanesi ise bronz heykeldi. Osman Hamdi Louvre’a mektup yazıp, bronz heykellerin tek başlarına da anlamları ol duğunu ve bu nedenle Konstantinopolis İmpara torluk Müzesi için vazgeçilemez olduklarını söy ledi. Ama kırık tabletleri gönderebileceğini belirt ti. Osman Hamdi’nin bu kararı bazı müze görevli lerini şaşırtmıştı. Tek bir topluiğneyi bile kimseye kaptırmak istemeyen müdür bey nasıl olmuştu da beş adet kırık tableti bağışlama kararı almıştı? Bir toplantı sırasında konu gündeme geldi. Osman Hamdi kendini savunur gibi gözükmüyordu. Daha çok bir öğretmen gibi konuştu: “Tabletleri gönderdim çünkü onların ancak bu sayede bilimsel bir anlama kavuşacaklarını dü şündüm. Aksi halde hep yarım kalacaklardı. Bi lim, millilikten daha önemlidir Beyler. Öyle bir an gelir ki sahibiyet önemini yitirir.” Osman Hamdi birkaç yıldır üzerinde çalıştığı kitabı artık bitirmek istiyordu. Kuruçeşme’deki yalıda en geç yatan oydu. Sabahları da en erken o uyanıyordu. Sayda lahitleri ile ilgili kapsamlı bir inceleme kitabıydı kaleme aldığı. Bu konuda daha 248
önceleri Fransız bilim dergileri için makaleler yazmıştı. Ama arkeolog arkadaşları ondan çok daha fazlasını bekliyordu. Üstelik Troya’da yapı lan toplantı sırasında kitabın en kısa zamanda el lerinde olacağına dair söz vermişti. S id o n K ral N ek ro p o lü adını taşıyan Fransızca kitap 1892 yılında Paris’te basıldı. Kitabın ilk cildi günü gününe Sayda kazısını anlatmaktaydı. İkinci ciltteyse haritalar, mezar odalarının krokileri ve kazılan tünellerle ilgili görsel bilgiler vardı. Daha sonraki sayfalarda lahitlerin fotoğraflarına geçili yordu. Mermer yüzeylerdeki her figür ayrıntılı olarak kitaba yansımıştı. Son yılların en çok me rak uyandıran arkeolojik keşiflerinden biri olan Sidon lahitleri üzerindeki gizem böylece tama men aralanmış oluyordu. Osman Hamdi kitabını bitirmiş ve bir bilim in sanı olarak üzerine düşen sorumluluğu yerine ge tirmişti. Ama bu arada akademi öğrencilerini bi raz ihmal ettiğini fark etti. Ertesi gün atölyeleri dolaşıp okula yeni başlayan öğrencilerle tanıştı. Ardından üst sınıflardaki öğrencilerin çalışmala rını inceledi. Gençlerdeki ilerleme hiç de fena sa yılmazdı. Akşam ders bitiminde tüm son sınıfla rın bir araya toplanmasını istedi. Öğrenciler mü dür beyin kendilerine önemli bir haber vereceği ni anlamışlardı. Herkes merak içinde Osman Hamdi’nin ne diyeceğini beklemeye başladı. “Bu yıl aranızdan bazılarını Paris’e yollamayı düşünüyorum,” dediğindeyse sınıfta kopan çığlık249
lar Gülhane’de yankılandı. Çocuklar sevinçten bir birlerine sarılıyor, feslerini havalara atıyorlardı. “Kesin şamatayı bakalım,” diye çıkıştı müdür leri. “Paris’e eğlenmeye gitmiyorsunuz. Orada dünyanın dört bir tarafından gelmiş sanatçılarla beraber dersler göreceksiniz. Devletimizi ve oku lumuzu en iyi şekilde temsil etmek için çok çalış manız gerekecek. Ama gezip tozmaya da zaman bulacaksınız tabii..." Osman Hamdi’nin son cümlesi sınıftan büyük alkış aldı. Tüm öğrencilerin neşesi yerine gelmiş ti. Herkes Paris'e yollanacak şanslı kişilerden biri olmak için gayret edecekti bundan böyle. Müdür bey, akademinin açılışı üzerinden do kuz yıl geçtiği halde kimseyi yurtdışına yollayamadığı için hayıflanıyordu. Paris vaadi öğrencile ri şevklendirecekti. Ama doğrusu bu iş o kadar da kolay değildi. Kendisi Abdülmecid zamanında Fransa’ya gitmişti. Abdülaziz devrinde de uzun yıllar kalmıştı orada. Şimdiyse tahtta Abdülhamid oturuyordu. Padişahın çeşitli korkuları olduğu bi liniyordu. Sultan, Paris’e giden herkesin Jön Türklerin etkisi altında kalacağından ve sonrasın da kendisine karşı komplolara girişeceğinden en dişe duyuyordu. Osman Hamdi gerekli izinlerin alınması için hemen işe koyuldu. Ama tahmin ettiği gibi Maarif Nezareti’ndeki yetkililer, “Paris yerine Berlin’e gitse ya bu çocuklar,” di ye ayak diretmeye başladı. 250
OsmanlI’nın bir süredir Almanya ile sürdürdü ğü gizli flört artık açıktan açığa müttefikliğe doğ ru ilerliyordu. Bu yüzden Berlin, saray çevresince tehlikesiz bir yer olarak görülüyordu. Ama Os man Hamdi öneriyi kabul etmedi. Yetkililere çıkıp Fransa’nın sanat alanındaki köklü eğitim ekolün den bahsetti. Almanya teknik eğitimde tartışma sız bir numaraydı. Askeri eğitim alacak gençler veya mühendislik tahsili yapmak isteyenler Ber lin’e gönderilebilirdi. Ama söz konusu olan sanat öğrenimiyse Paris hâlâ en önemli şehirdi. Sonun da istediğini aldı. Sadaret, Sanayi-i Nefise öğrenci lerinin Fransa’ya gitmesine razı oldu. Müzedeki eserler üzerinde onarım çalışmaları da yapan heykel bölümünün ilk öğrencilerinden İhsan ve resim mezunu Galib şanslı öğrenciler ol du. Osman Hamdi gençlerin Paris’e hareketinden önce onlarla uzun uzun sohbet etti. Paris’e git mek üzere olduğu günleri hatırlamıştı. Ne kadar da heyecanlıydı. Öğrencilerine nasihatler veren Osman Hamdi’yi, İbrahim Edhem Paşa’ya benzet ti. Tüm söylediklerinin gençlerin bir kulağından girip diğerinden çıkacağını çok iyi biliyordu oysa. Galib Paris’e vardığında ünlü oryantalist ressam Jean Leon Gerome’ü bulup, onun atölyesine kayıt yaptıracaktı. Her iki öğrencinin cebinde de Os man Hamdi’nin kartvizitleri vardı. Osman Hamdi öğrencilerini Paris’e yolladık tan sonra Sanayi-i Nefise binasını genişletme ça lışmalarına hız verdi. Mevcut beş atölye kısa sü251
rede öğrenci sayısı artan akademiye yetersiz gel meye başlamıştı. Bir süredir inşaatı devam eden ek yapının bitirilmesiyle büyük bir salona ve üç yeni atölyeye daha kavuşulmuş oldu. Akademi hocaları hep birlikte yeni atölyeleri gezerken ha demelerden biri içeri girip müdür beye Paris’ten gelen mektubu uzattı. Osman Hamdi zarfın üze rinde ustası Gerome’ün adını görünce heyecanla mektubu açtı. S e v g ili H am di, Z iy a re tim e g e le n M ösyö Galib E fen d i bana k a r tv iz itin iz i verip E cole d es B e a u x Arts da b e n im a tö ly e m e g irm e k isted iğ in i ifade etti. Eğer bu iş b e n im y e tk im d a h ilin d e olsaydı s e v e s e v e ya p a rd ım . N e y a z ık k i o tu z y a ş ın ı g e ç m iş g en ç lerin a tö lyelere a lın m a sın ı en g e lle y e n b ir y ö n e t m e lik var. Z a ten a n c a k b ö y le şin e ö n e m li bir g e rekçe s iz in iste d iğ in izi h e m e n y e rin e g etirm e m e e n g e l olabilirdi, ç ü n k ü b en yu rtta şla rın ızın şa h sın d a s iz i h o şn u t e tm e k te n h e r z a m a n m u t luluk duyarım . Z a ten M ösyö G a lib ’e d e k a p ım ın k e n d is in e h e r z a m a n a ç ık olduğunu v e b a n a a k ıl d a n ışm a y a g eldiğinde e li boş d ö n m e y e c e ğ i n i belirttim .
Galip çok önemli bir ressamla çalışma şansına erişememişti ama başka alternatifler de vardı. Bir süredir faaliyette olan Julian Akademisi Paris’in ilk özel sanat okuluydu. Akademi, Osman Ham252
di’nin Paris’teki son günlerinde kapılarını öğren cilerine açmıştı. Ama kısa zamanda saygın bir eği tim kurumu olduğunu kanıtlamıştı. Osman Hamdi arkadaşı Şeker Ahmed’den de Julian ile ilgili olumlu eleştiriler dinlemişti. Galib’in Julian Akademisi’ne kayıt yaptırmasına izin verdi. Heykeltı raş İhsan da benzer nedenlerden dolayı özel bir atölyeyi seçmişti. Osman Hamdi Fransa’daki öğrencileriyle ya kından ilgilenmeye devam ediyordu. Onlarla sık sık yazışıyor, sorunlarına çözümler bulmaya ça balıyordu. Gençlerin keyfi yerindeydi. Ama sürek li olarak geçim sıkıntısından dert yanıyorlardı. Paris gerçekten de pahalı bir şehirdi. Osman Hamdi, babasının desteği olmasaydı Paris’te bir hafta bile idare edemeyeceğini unutmamıştı. Ih san ile Galib’in en az üçer yıl orada kalmasını isti yordu. İkisinin de özel okula gitmesi masrafları katlamıştı. Üstelik Paris'teki bu iki sanat öğrenci si için Maarif bütçesinden pay ayrılamayacağı bil dirilmişti. Bu şartlar altında İhsan ile Galib’in İs tanbul’a dönmesi gerekecekti. Ama Osman Ham di tuttuğunu koparan biriydi. Kısa süre sonra öğ rencilerine az da olsa aylık bağlattırmayı başardı. Okul paraları da düzenli olarak ödenecekti. Bu arada Sanayi-i Nefise mimarlık hocası Ale xandre Vallaury şehre muhteşem bir bina daha kazandırmıştı. OsmanlI Bankası’nın yeni genel merkezi Karaköy’deki Voyvoda Caddesi’nde açıl dı. Banka binası, Osmanlı Devleti’nin kapitalizmle 253
kurduğu gecikmeli ilişkinin hikâyesini anlatıyor du adeta. Bina mimari sanatının sınırlarını da zor layarak birçok simgesel göndermeyle süslenmiş ti. Yapının ön ve arka cepheleri birbirinden ol dukça farklıydı. Binayı Pera tarafındaki ön yüzün den gören biri, Yeni Cami’nin önüne geldiğinde arka cepheyi tanımakta zorlanıyordu. Çünkü Vallaury binanın Pera’ya bakan ihtişamlı ön cephesi ni modern tarzda yapmıştı. Eski İstanbul’un sim geleri Süleymaniye'ye ve Topkapı Sarayı’na ba kan kısmınıysa Doğu mimarisinden esinlenerek tasarlamıştı. Osman Hamdi bankanın eski müşterilerindendi. Edhem Paşa’nın, kardeşlerinin, hatta annesi Fatma Hanım’ın da bankada ayrı ayrı hesapları vardı. Aile tüm Osmanlı seçkinleri gibi krediye ihtiyaç duyduğunda hemen bankanın kapısını ça lardı. Kuruçeşme’deki yalı da bu krediler saye sinde satın alınmıştı. Osman Hamdi yeni binaya ilk girdiğinde Vallaury’nin zekâsı karşında bir kez daha büyülendi. Dünyanın en iyi mimarların dan birisinin müdürlüğünü yaptığı okulda hoca olmasından dolayı gurur duydu. Ardından kafası nı kaldırıp giriş holünde asılı duran kitabelere baktı. İlkinde Latince olarak, “Dostlardan aldığın her şey kaderin dışında kalır. Ancak vermiş ol dukların her zaman için servetin olacaktır” yazı yordu. Arapça olan diğer levhadaysa, “Para ka zanan Allah’ın sevgili kuludur” ibaresi göze çar pıyordu. 254
Banka binası tam anlamıyla çift kişilikliydi. As lında Vallaury’in yaptığı tüm binalar, Batılılaşma ya çalışan Doğulu bir imparatorluğun yeni yüzü nü temsil ediyordu... Osman Hamdi Kuruçeşme’deki yalının kapı sından yorgun argın içeri girdiği bir akşam evde olağanüstü bir hareketlilikle karşılaştı. Fatma Ha nım salonda oturmuş sessizce ağlıyor, bir yandan da mırıldanır gibi Kuran okuyordu. Naile Hanım ise elinde havlular ve bir tas su, telaş içinde ora dan oraya koşturuyordu. Osman Hamdi de panik ledi. Yoksa çocuklardan birinin başına bir şey mi gelmişti? Hemen neler olduğunu sordu karısına. “Paşa çok hasta. Ateşi kırk derece. Sabahtan beri ağzına tek lokma koymadı. Doktorlar gelip gi diyor ama içimizi ferahlatacak bir çift söz eden olmadı.” Osman Hamdi babasının sağlığının gitgide bo zulduğunun farkındaydı. Paşa birkaç aydır kuru kuru öksürüyordu. Bazen nefes darlığı çektiği de oluyordu. Ama daha geçen gün yetmiş altıncı yaş gününü neşe içinde kutlamış ve gülerek, “Bu işin doksana kadar yolu var,” demişti. Böylesine ağır bir hastalık da nereden çıkmış tı şimdi? Babasının yattığı odaya gidip aralık kapıdan içeri baktı. Paşa zor nefes alıyordu. Hırıltılar oda nın dışından bile duyulabiliyordu. Osman Hamdi bir süre babasının dengesiz bir biçimde kabarıp 255
inen göğsünü seyretti. Elleri de istemsizce titr yordu paşanın. Yaşlı bir adam yatıyordu yatakta. Can çekişe; yaşlı bir adam. Ertesi sabah saray doktorları da durumdar haberdar edildi. Padişah eski sadrazamının duru muna üzülmüş olsa gerek, doktorlarını hiç vak * kaybetmeden özel bir yata bindirip Kuruçeş me’ye yollamıştı. Fakat muayenenin ardından pa şanın odasından çıkan doktorların suratı asıkt: Osman Hamdi çaresizce onların yanına gitti. İyi haberler duymaya ihtiyacı vardı ama durum hiç de parlak değildi. “Elimizden geleni yaptık. Maalesef paşanın du rumu kritik. Dua etmekten başka bir çaremiz yok.” Tüm ev halkının eli kolu bağlanmıştı. Fatma Hanım Kuran okumayı sürdürüyor, Osman Hamdi ne yapacağını bilmez halde kardeşleriyle birlikte sessizce oturuyor, Naile Hanım ise çocukları gü rültü yapmamaları konusunda sürekli olarak uya rıyordu. Akşamüzeri İbrahim Edhem Paşa’nın al nındaki ıslak mendilleri değiştirmek için odasına giren hastabakıcı yaşlı kadın koşar adım merdi venlerden aşağı indi ve, “Beyim, Beyim paşaya bir şey oldu," dedi. “Tit redi ve... öylece...” Osman Hamdi hemen babasının odasına çıktı. Ardından kardeşleri de odaya girdi. Nefesler tutu lup paşanın göğsü dinlendi. Hiç ses çıkmıyordu. 256
Bir süredir iyice şişmiş olan karnında da en kü çük bir hareket yoktu. Osman Hamdi birkaç sani ye tereddüt ettikten sonra yatağa doğru yaklaştı ve eliyle babasının açık kalan gözlerini kapattı. Olan biteni kapının hemen dışından izleyen ka dınlar kendilerini daha fazla tutamadı ve gözyaş larına boğuldular. Erkeklerse ağlamamak için kendilerine hâkim olmaya çalışıyorlardı. Osman Hamdi merdivenleri kayar gibi inerek kendini bahçeye zor attı. Ardından sebilden akan buz gi bi suyla yüzünü yıkadı. Az önce olan şeye inanamıyordu. Edhem Paşa ölmüştü. Titreyen parmak larının ucunda hâlâ babasının gözkapaklarını his sediyordu. O gece kardeşleri Galib, Mustafa ve Halil ile beraber sabaha kadar salonda oturdu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Bir ömür boyunca çocuk larını her fırsatta destekleyen o koca adam yoktu artık. Diğer herkes gibi Osman Hamdi’nin de bu gerçeği kabul etmesi hiç de kolay olmayacaktı. Sanki Edhem Paşa her zamanki gibi terliklerini süreye süreye merdivenlerden inecekti şimdi. Ar dından da, “Nasılsın evladım?” diye soracaktı. “Ne hava disler var bakalım İstanbul'da?” Ama biliyordu ki boşunaydı bu bekleme. Os man Hamdi düşüncelere dalıp kendisini geçmişin girdabına bıraktı. İbrahim Edhem, Sakız Adası’nda yaşayan bir Rum ailenin çocuğu olarak doğmuştu. Gerçek is257
mini kendisi bile bilmiyordu. Yunanların bağım sızlık için ayaklandığı 1821 yılında sadece üç ya şındaydı. Ertesi yıl Osmanlı donanması isyanır. sıçradığı Sakız Adasfna çıkarma yapıp kargaşayı acımasızca bastırdı. Adada binlerce Rum ölmüş, yetim kalan çocukların sayısını kimse bilmez ol muştu. İsyanı bastıran askerler erkek çocuklarını köle, kız çocuklarınıysa cariye olarak satmak için İstanbul’a getirdiler. Osman Hamdi’nin babası da o ganimet çocuklardan biriydi işte. Elli kuruş ve ren herhangi birine satılacaktı. Ama dört yaşında ki o çocuğu Kaptanıderya Hüsrev Paşa aldı. Sakız lı küçüğün talihi birdenbire dönmüştü. Hüsrev Paşa çocuğu olmadığından evlatlık almayı âdet edinmiş önemli bir devlet adamıydı. Aslında pa şanın geçmişi de evlat edindiği çocukların kade riyle benzerlik taşıyordu. Hüsrev Paşa da küçük yaşta İstanbul’a getirilmiş bir köle çocuktu! Onun yolu Enderun’a düşmüş, eğitimini sarayda ta mamladıktan sonra kaptanıderyalığa, hatta sad razamlığa kadar yükselmişti. Hüsrev Paşa evlat edindiği Sakızlı küçüğe İbrahim Edhem ismini verdi. Onu Müslüman yaptı. Sonra da Edhem’i kendi öz oğlu gibi yetiştirdi. Edhem daha küçük bir çocukken arkadaşlarıyla birlikte Sultan II. Mahmud’a takdim edildi. Hüsrev Paşa çocukların Fransa’da eğitim görmesinin memleket için daha hayırlı olacağını düşünüyordu. Edhem sadece on iki yaşındayken padişahın da onayını alarak Os manlI’nın yurtdışına eğitim için gönderdiği ilk 258
dört çocuktan biri oldu. İstanbul’dan beraber gel dikleri gözetmenlerinin refakatindeki çocuklar, Paris’te Osman Hamdi’nin de gittiği hazırlık oku luna yerleştirildiler. Edhem daha sonra Madenci lik Okulu’na girip burayı iftiharla bitirdi. Ülkesine döndüğünde OsmanlI’nın ilk maden mühendisi olarak karşılandı ve hemen Gümüşhane, Keban ve Ergani madenlerinde görevlendirildi. Yedi se ne boyunca Anadolu’yu karış karış gezip maden yataklarında incelemeler yaptı. İstanbul’a dön dükten sonra sarayın hizmetine girdi ve kısa za manda paşa unvanı aldı. Ardından OsmanlI'nın ilk modern yükseköğretim kurumu olan Darülfünun’un eğitime başlamasına önayak oldu ve yıllardır işlevini yitirmiş halde duran rasathane nin tekrardan bilimsel bir anlayışa kavuşmasını sağladı. Sonrası malumdu. Edhem Paşa; Ticaret, Bayındırlık, Dışişleri, Adliye, Eğitim ve içişleri na zırlığı yapmış, Şurayı Devlet’i yönetmiş, Osman lI’nın Berlin ve Viyana büyükelçisi olmuştu. Tabii ki dahası da vardı. İmparatorluğun parlamenter düzene geçtiği dönemde sadrazamlık makamında oturmuştu. Osman Hamdi babasının çocukluğuyla ilgili anekdotları küçük yaşlarda annesi Fatma Hanım’dan, o da sadece birkaç kez dinlemişti. Sakız Adası’nda başlayan hikâye, Osman Hamdi’nin bü yüdüğü evde nerdeyse hiç konuşulmazdı. Ama herkes gerçekleri bilirdi. Yıllar önce ölen büyük babası Hüsrev Paşa’yla ilgiliyse hafızasında silik 259
izler kalmıştı. Çok yaşlı, beyaz sakallı bir ihtiyarın görüntüsünü hayal meyal hatırlıyordu. Sabah güneşi Kuruçeşme’deki yalıya vuruncaya kadar Osman Hamdi’yi hatıraların arasından alıp şimdiki zamana döndürmek mümkün olmadı. Uyandığında bir an için dün gece yaşadıklarının rüya olduğunu zannetti. Ama rüya değildi. Haberi duyan aile dostları şafağın sökmesiyle beraber yalıya akın etmişti. Saraydan gelen yetkililerse ce nazenin öğlen namazına yetiştirileceğini söyledi ler. Birkaç saat sonra paşanın cenazesi evinden alınıp bir vapura konuldu. Kadınlar evde kalıp ya pılması gereken diğer işlerle ilgilenirken ailenin tüm erkek üyeleri cenazeyi taşıyan vapura bin mişlerdi. Vapur kısa bir yolculuğun ardından Üs küdar iskelesi’ne yanaştı. İskelenin hemen arka sında bulunan Mihrimah Sultan Camisi’nde bü yük bir kalabalık toplanmıştı. Sadaret makamı ca minin avlusuna taşınmıştı sanki. İlk önce padişa hın yolladığı taziye mektubu okundu. Sonra din adamları amin sesleri arasında dualar etti. Ardın dan paşanın naaşı, padişahın özel izniyle Mihri mah Sultan Camisi’nin haziresine defnedildi. Öğleden sonra erkekler bağırlarına taş basıp yalıya döndü. Eve çağrılan bir hoca mevlit oku maya başlamıştı bile. Gözyaşları içindeki Fatma Hanım ilk fırsatta kendisini paşanın mezarına gö türmesini istedi büyük oğlundan. Osman Hamdi de başını sallayıp, tamam dedi annesine. Sonra 260
kalabalığı alt katta bırakıp babasının son dakika larını geçirdiği yatak odasına çıktı. Ne kadar da sessizdi tüm eşyalar. İçinde boğucu bir hüzün, et rafına bakındı. Yatağın başucunda açık kalmış bir çekmece vardı. Gözü gayri ihtiyari çekmecenin içindeki zarflara takıldı. Hemen en üsteki zarfı alıp içindeki kâğıdı çıkardı. Hüsrev Paşa, Paris’te öğrenci olan İbrahim Edhem ve diğer oğullarına yazmıştı 15 Haziran 1832 tarihli Fransızca mektu bu. Doğumumdan tam on sene önce diye düşün dü Osman Hamdi. Yatağın kenarına oturdu ve mektubu okumaya başladı. E vlatlarım , Fransa d a eğitim g ö r m e n iz için siz le ri g ö z le rim in ö n ü n d e yetiştirdiğim bütün gençlerin ara sın d a n seçtiğim de, M üslüm an gençliğinin eğiti m in in bütün um utlarını sizle re e m a n e t e tm iş ol dum . D e v le t b ü y ü k le rim iz s iz e b a k a ra k b en im ö rn eğ im i ta k ip ed ip e tm e y e c e k le rin e v e ço c u k ların g eleceğ in i A v r u p a ’nın ilm in e e m a n e t ed ip e tm e y e c e k le rin e k a ra r vereceklerdir. E vlatlarım , Eğer s iz i h e p s e v m e m i v e k o ru m a m ı istiyor sa n ız, d e rsle rin ize iyi çalışın, B uraya h içb ir ş e y ö ğ ren m ed en d ö n d ü ğ ü n ü z ta kd ird e b u nun n e k a d a r utanç verici olacağını ta h m in ed ersin iz. Os m anlIların ilim d en u z a k ca h il bir m ille t o ld u k larını iddia e d en leri ya la n cı çıka rta c a ğ ın ıza ca nı g ö n ü ld en inanıyorum .
261
S izle r i tüm se v g im le g ö zle r in izd e n öp ü yo rum.
Osman Hamdi babasının öldüğü andan beri ilk defa gözyaşlarına engel olamadı. Paşanın daha küçücük bir çocukken bile ne denli ağır bir yükün altına girdiğini şimdi daha iyi anlıyordu. Ama ken dini çabuk toparladı. Evin en büyük erkeği olarak bundan böyle koca bir ailenin bütün sorumlulu ğunu taşıması gerekiyordu. Ertesi günkü gazete ler, eski sadrazamlardan Edhem Paşa’nm ölüm haberini üzüntüyle verdi. Çıkan tüm yazılarda pa şadan övgüyle söz ediliyordu. Osman Hamdi ba basının çalışma odasına kapanıp uzun uzun gaze teleri okudu. Paşanın izleri odanın her köşesinde sinmişti. Kıyafetleri, madalyaları, mürekkep okka sı, kalemleri, tütün tabakası hepsi sahipsiz kalmış gibiydi. En çok da paşanın elinden düşürmediği kitapları görünce üzüldü. Osman Hamdi babasının yokluğuna daha ça buk alışmak için kendini işlerine vermişti. Ama gün içinde illa ki Edhem Paşa’yı hatırlatan bir ge lişme yaşanıyordu. Okuduğu bir Fransız gazetesi de babasını özlemle anmıştı. M aden o ku lu n u n en e s k i öğrencilerinden Ed h em , g e ç tiğ im iz 20 M art ta ü lk e sin e ç o k p a rla k h iz m e tle r verd ikten so n ra h a ya tın ı kaybetti. Ed h e m h a zırlık sın ıfın ı ta m a m la d ık ta n so n ra m a d e n o k u lu n a girm işti. B u ra d a ki tüm d erslerin i
262
d e başarıyla verip m e z u n o lm a ya h a k ka za n d ı. U ygarlığım ız h a k k ın d a g ö zle m le rin d e n aldığı il h a m la ü lk e sin e d ö n d ü v e b izim ç a lışm a p re n sip le r im izi oraya ta şım a yı b a şa rd ı...
Osman Hamdi gazetedeki haberi okumayı bi tirdiğinde bir kez daha babasını ne kadar da çok özlediğini hissetti. Müzedeki küçük odasına sığ maz olmuştu. Bahçeye çıkıp derin derin nefes al dı. Akşam esintisi havayı biraz serinletmişti. Yü rümek istedi. Sanayi-i Nefise binasının yanındaki patika yoldan bir zamanlar Topkapı Sarayı’nın dış bahçesi olarak kullanılan Gülhane Korusu’na indi. Kısa bir yürüyüşün ardından Boğaz’a nazır bir ağacın gölgesine oturdu. Çok geçmeden Balkanlar yönünden gelen bir tren gürültülü bir şekilde son durağına yanaştı. Deniz trafiği ise her zamanki gi bi karmakarışıktı. Şirketi Hayriye'nin tüm Boğaz'ı ilmik ilmik dokuyan vapurlarının arasından küçük yelkenli tekneler geçiyordu. Balıkçı sandallarıysa bir sağa bir sola yalpalayarak kalabalığın arasında kendilerine yol açmaya çalışıyordu... Birkaç ay sonra Fransız hükümetinin Chicago Fuarı’nda sergilemek üzere tablolarıyla ilgilendi ğini öğrendi. Önerilen para hiç de fena sayılmaz dı. Kendisine yollanan mektupta Beaux Arts gele neğini Konstantinopolis’te en iyi şekilde temsil ettiği için teşekkür ediliyordu. Osman Hamdi bu habere çok sevinmişti. Ressamlığı ilk defa önemli 263
bir makamdan onay görüyordu. Bu ana babasının da tanık olmasını isterdi. Fransız hükümetinin teklifini kabul edip tablolarını Paris’e yolladı. Mil letlerarası Chicago Sergisi’ne kendisi katılmasa da resimleri orada olacaktı. Tablolarının Atlan tik’in öbür tarafına gideceğini düşündükçe heye canlanmadan edemiyordu. Ama mutluluğu kısa sürdü. O uğursuz 1893 yılı çıkıp gitmeden bir bü yük acı daha yaşandı. Osman Hamdi İstanbul gümrüğünde çalışan kardeşi Mustafa’yı da kay betti. Vakitsiz gelen bu ölüm daha paşanın acısı nı yüreklerinden atamayan aileyi perişan etmişti. Fatma Hanım birkaç ay arayla hem kocasını hem de henüz kırk iki yaşında olan evladını kaybettiği ne bir türlü inanmak istemiyordu. Ama kaderin önüne geçilemediğini de biliyordu. Herkes çare sizce kabullendi. Ailenin en sessiz üyesi olan Mustafa, sade bir törenin ardından Edhem Paşa’nın yanına defnedildi. Zaman tüm yaraların ilacıydı gerçi ama günler sanki daha bir yavaş geçiyordu artık. Anlamsızlık duygusu kaplamıştı tüm benliğini. Yok olup gitme karşısında kendini biçare hissediyordu tüm in sanlar gibi. Kazı yapmak bile gelmiyordu içinden. Kimseyle de konuşmuyordu. Bütün günü müze deki odasında geçiriyor, imza için getirilen evrak lara göz ucuyla şöyle bir bakıyor, mesai saati bi timindeyse doğruca evinin yolunu tutuyordu. Hayriye’nin Fransa’da öldüğünü öğrendikten son264
ra da böyle olmuştu. Ama çok geçmeden onu ha yata döndürecek müjdeli bir haber aldı. Naile Ha nım hamileydi! Bütün aile sevince boğulmuştu. Yaşanan onca acıdan sonra herkesin ihtiyacı vardı hayata sarıl maya. Tabiatın ölüm karşısındaki tek kozu buydu ne de olsa. Aslında Osman Hamdi tekrar baba ol mayı hiç düşünmüyordu. Hatta kendini dedeliğe hazırlamıştı. Çünkü en büyük kızı Fatma, bir süre önce Müşir Abdullah Paşa ile evlenmişti. Yine de Osman Hamdi sanki karısı ilk kez doğum yapa cakmış gibi heyecanlandı. Gebeliği boyunca Naile Hanım’ın yanından ayrılmadı. Karısının bir dedi ğini iki etmiyordu. Dilediği kadar öpüp koklayaca ğı bir kız daha istiyordu ondan. Adını bile şimdi den koymuştu: Nazlı. Osman Hamdi bir kızı daha olduğunu ebe ka dından ilk duyduğunda mutluluktan havalara uç tu. Hemen doğum odasına koşup bebeği gördü. Küçük Nazlı’nın sağlığı yerindeydi. Naile Hanım da iyi görünüyordu. Nazlı bebek kucaktan kucağa geçerken Kuruçeşme’deki yalıda aylar sonra tek rardan sevinç çığlıkları yankılanıyordu. Geçen yılın acıları artık geride kalmıştı. Hamdi Bey ailesi Sanayi-i Nefise’nin yaz tatili ne girmesinin ardından Eskihisar’a hareket etti. Yazlık köşkteki günler her zamanki gibi sükûnet içinde geçiyordu. Bebekle ilgilenmek Naile Hanım’ın tüm vaktini alıyordu. Neyse ki diğer çocuk lar Melek, Leyla ve Edhem artık kendi başlarının 265
çaresine bakabilecek yaşa gelmişlerdi. Osman Hamdi ise Gebze tepelerinden sahil şeridine doğ ru istilacı bir ordu gibi inen yemyeşil orman ile maviliğini hiç kaybetmeden berrak kalmayı başa ran dupduru bir denizin kesişme noktasındaki bahçesinde oturup saatlerce resim yapıyordu. İs tanbul'dan ayrılmadan önce modellerinin fotoğ raflarını çekmişti. Arap kıyafetleri giydirdiği son ra da sedire yüzükoyun yatmasını ve elindeki ki tabı okur gibi yapmasını söylediği bir delikanlının verdiği pozu çok sevmişti. Şimdi o fotoğrafa baka rak tuvallerini dolduruyordu. Modelin duruşu ay nı kalsa da bazen genç bir kıza dönüşüyordu se dirde uzanan, bazen de sakallı bir adama. 10 temmuz 1894 salı günü saat 12.24’te köşk kendi dingin dünyasından uyanıp İzmit, Bursa ve İstanbul üçgenini içine alan devasa bir bölgenin ortak kaderini paylaşmaya başladı. Osman Hamdi giriş kapısının hemen solundaki çalışma odasında oturmuş bir mektup yazıyordu. Birden eline ha kim olamadı ve kağıda anlamsız zikzaklar çizmeye başladı. Sonra üst kattaki Fatma Hanım’ın çığlığını duydu. Hemen ardından da ahşap köşkten gelen çatırdama seslerini. Osman Hamdi bebek odasın da mışıl mışıl uyuyan Nazlı’yı kucakladığı gibi, “Bahçeye çıkın, bahçeye," diye bağırmaya başladı. Çığlık sesleri evden yükselen çatırdamaları bastırsa da yerin altından gelen uğultu ürkütücü bir şekilde her yeri kaplamıştı. Kendini bahçeye 266
atanlar evden mümkün olduğu kadar uzaklaşmak için koruluğa doğru koştular. Tüm aile bahçenin köşesinde toplanıp birbirlerine kenetlenmişti. Sarsıntı 1 dakikaya yakın sürdü. Ama çocuklar uzun süre babalarına sarılıp ağlaşmaya devam et tiler. Osman Hamdi çocuklarını ve Naile Hanım’ı güç bela sakinleştirdi. 0 güne kadar yaşadığı en büyük zelzeleydi bu. Kendisi de korkmuştu. Birden jeolojiden çok iyi anlayan babasıyla yaptığı sohbetleri anımsadı. Paşa hep şöyle derdi: “Bir yerde tarihin herhangi bir döneminde deprem olduysa o yerde yeni bir deprem mutlaka olacaktır. Bu nedenle İstanbul depremi bekleyen bir şehirdir.” Babasının korktuğu deprem, ölümünden sade ce bir yıl sonra gelip vurmuştu işte bütün Marma ra’yı! Can derdi bitince o da herkes gibi İstanbul’da ki durumu merak etmeye başlamıştı. Ya küçük kı yamet diye anılan 1509 depremindeki gibi yer gök birbirine girdiyse diye düşünmeden edemiyordu. Daha fazla bekleyemedi. Bir at arabası kiralayıp Gebze’ye gitti. Herkes muhtarlığın önünde top lanmıştı. Osman Hamdi kalabalığı omzuyla yarıp içeri girdi ve telaşla, “İstanbul’dan bir haber var mı?” diye sordu. “Yok Beyim,” diye karşılık verdi yaşlılardan bi ri. Sonra da bir delikanlı konuşmaya başladı: “Telgraf direkleri devrilmiş olmalı. Bir saattir uğraşıyorum ama karşı tarafa ulaşamadım.” 267
“Hay Allah,” diye söylendi Osman Hamdi. “İs tanbul’a gitmenin güvenli bir yolu var mı acaba?" Az önceki ihtiyar, “Tren seferleri tamamıyla durdu," dedi. “Va purları bilmiyorum ama bugün zor gözüküyor.” Osman Hamdi hiçbir bilgi alamadan döndü evine. Şimdi iyice meraklanmıştı. İstanbul’da olan annesi, büyük kızı Fatma, kardeşleri Halil ve Galib için endişeleniyordu. Gerçi Kuruçeşme'deki yalı kolay kolay yıkılmazdı. Ama ya depremden sonra bütün şehri kül eden bir yangın çıktıysa? Ya mü zesi ne durumdaydı? Saniyeler süren sarsıntıya dayanabilmiş miydi acaba? Kötü ihtimalleri dü şünmek bile istemiyordu. Ama böyle durumlarda insanın aklı başka türlü çalışmıyordu. Deprem gecesi bütün aile bahçede sabahladı. Küçük Nazlı haricinde kimsenin gözüne uyku gir medi. Sarsıntı anında duyulan çığlıklar hâlâ kulak larda çınlıyordu. Ama gecenin ürkütücü sessizliği hepsinden beterdi. Osman Hamdi sıkıntıyla deni ze baktı. Körfez tarafı daha bir karanlıktı sanki. Bursa hiç görünmüyordu. Gün ağrınca hemen İstanbul’a ulaşmanın bir yolunu aramaya başladı. Tren seferleri hâlâ yapı lamıyordu. Dünden beri İstanbul istikametinden hiçbir vapur gelmemişti. Anlaşılan tüm seferler karşılıklı olarak iptal edilmişti. Karayoluysa çok uzun sürüyordu. Ama mecbur kalırsa bir at ara bası kiralayıp yola çıkacaktı. Neyse ki öğlen olma dan İstanbul’a gidecek yandan çarklı bir vapur 268
bulunduğu haberi geldi. Osman Hamdi çocukları Naile Hanım’a emanet ettikten sonra köylülerle beraber bir sandala binip, açıkta yolcularını bek leyen İstanbul vapuruna doğru hareket etti. Gü vertedeki herkes başkentteki yakınları için endi şeleniyordu. Fısıltı gazetesine göre ne Ayasofya kalmıştı, ne de Sultanahmet. İnsanlar ne kadar da meraklıydı felaket tellallığı yapmaya! Osman Hamdi şom ağızlı yol arkadaşlarına içten içe kız maya başlamıştı. Yaşlı bir köylü kadın, “Prens Adaları da tamamıyla suya gömülmüş,” deyince daha fazla dayanamadı ve, “Yahu niye batsın koskoca ada?” diye çıkıştı. “Hem ben hiç haber alamadım İstanbul’dan. Siz nasıl biliyorsunuz bunları? Tüm telgraf sistemi çökmüş. Ne vapur geldi buraya ne de tren.” Kimse cevap veremedi bu nazır kılıklı adama. Bir sessizlik oldu güvertede. Osman Hamdi yüz lerce yıldır ayakta duran yapıların öyle kolay ko lay yıkılmayacağını biliyordu. Ama bir an için söylenenlerin doğru olduğunu varsaydı. Ya ger çekten de Ayasofya yerle bir olduysa. Ya o gör kemli müze binası, içindeki binlerce yıllık paha biçilmez sanat eserlerinin üzerine çöktüyse. Zor lukla sıyrıldı bu düşüncelerden. Hem az bir mesa fe kalmıştı İstanbul’a. Kısa bir süre sonra kendi gözleriyle görecekti durumu. Çok geçmeden vapur Prens Adaları’mn önüne geldi. Adalar yerli yerinde duruyordu ama kıyı269
daki kargaşa açıkça belli oluyordu. Yaz olması nedeniyle en kalabalık dönemini yaşayan Adalar’da yüzlerce insan iskelelere birikmiş, kendile rini İstanbul’a götürecek vapurları bekliyorlardı. Bazı evlerin moloz yığınına döndüğü güvertedeki yolcuların gözünden kaçmadı. Heybeli’de bulu nan Ruhban Mektebi de büyük hasar almıştı dün kü sarsıntıdan. Okulun duvarlarında sanki top gülleleriyle dövülmüş gibi koca koca delikler açılmıştı. iki saate kalmadan vapur Kadıköy açıklarına ulaştı. Tarihi yarımadadaki minareler dimdik ayaktaydı. Osman Hamdi alıştığı manzaranın ay nen yerinde durduğunu görünce derin bir nefes aldı. Ama bu sefer de yangın kokusunu fark edip telaşlandı. Vapur Boğaz’a doğru döndüğünde Üs küdar’ın üzerinde yükselen gri duman açıkça bel li oldu. Benzer bir manzara Eyüp’e doğru uzanan Haliç boyunca da vardı. Anlaşılan dünkü deprem den sonra birçok ahşap bina yanmıştı. Osman Hamdi Galata Rıhtımfnda karaya ayak bastıktan sonra insanların yüzündeki korkuyu daha yakın dan gördü. Hemen köprüyü geçip müzesine doğ ru yürümeye başladı. Dükkânlar, bankalar, posta neler ve okullar kapalıydı. Tüm boş araziler ağla yan çocuklar, uyumaya çalışan ihtiyarlar ve be bek emziren anneler tarafından doldurulmuştu. Tulumbacı denen yangın söndürme erleri oradan oraya koşturuyordu. Hilal-i Ahmer ise, beyaz üze rine kırmızı hilal taşıyan bayrağını merkezi yerle270
re dikmiş, açıkta kalcın insanlara sıcak çorba ve ekmek dağıtıyordu. Sokaklarda herkes birbirine bir şeyler anlatı yordu. Kimi depremden sonra Yedikule’yi vuran dev dalgalardan bahsediyor, kimisi de Kapalıçarşı’nın yerle bir olduğunu kendi gözleriyle gördü ğünü söylüyordu. Osman Hamdi adımlarını iyice hızlandırdı. Gülhane’nin girişinden müzeye doğru kıvrılan yokuşu neredeyse koşarak tırmandı. Ney se ki can verdiği üç bina da sapasağlam ayakta duruyordu. İşte o anda rahatladığını hissetti. Ya nına koşan müze görevlilerinden de güzel haber ler aldı. Çatlayan duvarlar, devrilen dolaplar ve kırılan camlar olmuştu ama tarihi eserlerde bir hasar yoktu. Kardeşi Halil’den de bütün ailenin iyi olduğu haberini duyunca yirmi dört saatten fazla süren panik havasından nihayet sıyrıldı. Artçı sarsıntılar devam etse de şehir vakit kay betmeden yaralarını sarmak için seferber olmuştu. Hemen büyük bir yardım kampanyası başlatıldı. Padişah kampanyaya en yüksek bağışı yaptı. Paşa lar, Galata bankerleri, esnaf ve halk da kampanya ya katıldı. Yabancı ülkelerden de bağışlar geliyor du. Hükümet Sanayi-i Nefise’nin mimarlık hocala rından imar işleri için yardım istedi. Vallaury de bu öneriyi seve seve kabul edenler arasındaydı. Ünlü mimar ilk olarak depremde büyük hasara uğ ramış Kapalıçarşı’nın onarımıyla ilgilendi. Dükkân larını büyütmek için dört yüz yıllık destek sütunla rını kesen esnaf mimarı hayrete düşürmüştü. 271
Depremden en çok hasar gören yapılar kamu binalarıydı. Devletin yönetim yeri olan BabI âli’nin bahçesi barakalarla dolmuştu. Nazırlıklar, mahkemeler, odalar ve vezneler hep bu baraka larda hizmet veriyordu. Yıkılan binalardan arta kalanlar katırlara yüklenip Beyazıt Meydanı’na ta şındı. Tarihi meydan moloz yığınlarıyla kaplandı ğı için yayalara bile geçit vermez olmuştu. Mo dern binalarla dolu Beyoğlu bölgesiyse deprem den en az hasarla kurtulan yerdi. O günlerde in sanlar daha güvenli buldukları için Pera’da uzun uzun vakit geçirmeye başlamışlardı. Osman Hamdi müze ve akademi binalarının depremde önemli bir hasara uğramamasını mi mar arkadaşı Vallaury’nin yeteneğine bağlıyordu. Doğanın gücü her şeye kadir olsa da, Vallaury bu sınavdan da yüzünün akıyla çıkmayı başarmıştı. Osmanlı Bankası binası gibi mimarın daha henüz inşaatı biten son eseri Pera Palas Oteli de sapa sağlam ayakta duruyordu. Birkaç ay sonra iki yüz yatak kapasiteli otel hizmete girdi. İstanbul’un modern bir otele kavuşmasıyla bölge şimdi daha da hareketlenmişti. O günlerde Osman Hamdi de sık sık Pera’ya gidiyordu. Yeni otelin lobisinde oturup kahve içmeyi alışkanlık haline getirmişti. Vallaury ile karşılaştığındaysa ona, Mimar-ı Şehir diye hitap ederek takılıyordu. Yeni bir yüzyıla yaklaşılırken şehir gerçekten de yeniden inşa ediliyordu sanki. İstanbul’un tüm çehresi değişiyordu. Cami, külliye, han, hamam, 272
çeşme ve türbe gibi geleneksel Osmanlı yapıların dan çok; banka, otel, pasaj, postane gibi modern binalar yükselmeye başlamıştı yedi tepeli şehir de. Birçoğunda da ilk işini Osman Hamdi Bey’den alan mimar Vallaury’nin imzası vardı. Osman Hamdi müze ile Pera arasında gidip ge lirken Karaköy ile Cadde-i Kebir’i birbirine bağla yan yeraltı trenine sık sık biniyordu. 1874 yılında hizmete giren bu kısa tünel, Londra’da inşa edi len benzerinden sonra dünyanın en eski ikinci metrosu olarak kabul ediliyordu. Yıllar önce bir Fransız mühendis her gün Galata’dan Pera’ya çık mak zorunda kalan binlerce insanın solukları ke sen dik yokuş nedeniyle neler çektiğini görmüş ve tünel projesini padişaha sunmuştu. Saray da yapım bedeli karşılığında tünelin işletme hakkını kırk iki yıllığına bir yabancı şirkete bırakmıştı. Böylece İstanbul’un bu iki merkez noktası arasın daki yolculuk bir buçuk dakikaya inmişti. Osman Hamdi Avrupa şehirlerinin de böyle tü nellerle donatıldığını biliyordu. Yeraltı trenleri dâhiyane bir fikirdi. Akşamları odasına kapanıp bir şeyler çizmeye başladı. Ama her zamanki gibi tuvallere çizmiyordu. Bu kez mimarların kullandı ğı dikdörtgen kâğıtları sermişti masasına. Naile Hanım da kocasının neyle uğraştığını merak et meye başlamıştı. Bir gece çay getirme bahanesiy le odasına girip çizimlere baktı. Ardından da, “Bunlar da ne Hamdi?” diye sordu. “Yoksa ye ni bir kazı mı planlıyorsun?" 273
Osman Hamdi kafasını çizimlerinden kaldır madan güldü ve, “Evet” dedi. “Taksim1den Kabataş'a kadar ka zacağım!” Naile Hanım hiçbir şey anlamamıştı. Osman Hamdi karısının merakını dindirmek için, “Taksim Kabataş arasında işleyecek bir yeral tı treni yapmayı düşünüyorum," dedi. Naile Hanım iyice şaşkına dönmüştü. “Bunca işinin arasında bu da nereden çıktı şimdi?” dedi. “Hem belediye başkanı değilsin ar tık, unuttun mu?” “Biliyorum ama Ticaret Nezareti’ne bir dilekçe yazıp imtiyaz isteyeceğim.” “Kafana koymuşsun sen bu işi!” “Geleceğin ulaşımı bu yeraltı trenleriyle sağla nacak. Birilerinin bu işe el atması gerek. Hep ya bancılardan beklememeliyiz. Ingilizler, İzmir Ay dın arasına ray döşedi. Alman şirketleri ise İstan bul’u Anadolu’ya bağladı. Şimdi herkes Hicaz’a kadar yapılması düşünülen demiryolu imtiyazı nın peşinde. Bakarsın hepsini ben yaparım." Kocası son sözlerini gülerek söylemişti ama Naile Hanım bu kadarına da pes deyip, sinirli bir şekilde odadan çıktı. Müzeydi, akademiydi, kazı lardı derken zaten kocasını doğru düzgün göremiyordu. Bir de onun Hicaz’a kadar demiryolu döşe diğini düşünmek bile istemiyordu! Osman Hamdi ertesi sabah Taksim Kabataş tüneliyle ilgili imtiyaz başvurusunu Ticaret Neza274
reti’ne gönderdi. Ama uzun süre beklemesine kar şın bakanlıktan hiçbir ses çıkmadı. Babıâli böyle bir tünele gerek olmadığına karar vermişti. Os man Hamdi projesini istemeye istemeye çekme cesine kaldırmak zorunda kaldı. Devlet bu kafay la yönetildikten sonra o çekmecenin kolay kolay açılmayacağını iyi biliyordu. O günlerde tünel imtiyazı yerine Atina Arke oloji Enstiti'ısü’nün kendisine verdiği şeref üyeliği beratını aldı. Neşesi yerine gelmişti. Çerçeveletti ği belgeyi gururla çalışma odasının duvarlarını süsleyen diğer ödüllerinin yanına astı. Ama bir kaç gün sonra keyfini kaçıran bir haber aldı. Ken disinden beş yaş küçük kardeşi Galib, Girit’teki görevinden hasta olarak dönmüştü. Doktorlar yi ne belirsiz laflar ediyorlardı. Osman Hamdi küçük yaşlarından beri eski paralara karşı ilgi duyan kardeşini çok severdi. Edhem Paşa, Galib’e oyna ması için oyuncak yerine eski sikkelerden getirir di hep. Galip yetişkin bir adam olduktan sonra da bu ilgisini kaybetmemişti. Sikkeleri bilimsel bir metodoloji kullanarak inceleyen nümizmatik ça lışmalarının OsmanlI’daki öncüsü olarak ün yaptı. Osmanlı, Selçuk ve Bizans nümizmatiği hakkında yaptığı çalışmalar hem Türkçe, hem de Fransızca olarak yayınlanmış ve birçok uzman tarafından kendi alanında aşılamaz eserler olarak kabul edil mişti. Arkeoloji Müzesi’nde önemli bir sikke ko leksiyonu oluşturulmasında da Galib Bey’in katkı sı büyüktü. 275
Osman Hamdi kardeşi için endişelenmeye baş lamıştı. Ve ne yazık ki kısa bir süre sonra korktu ğu başına geldi. Galib Bey’in zayıf bünyesi tam ola rak teşhis edilemeyen hastalığa fazla direnemedi. Osman Hamdi iki yıl aradan sonra ikinci defa kar deş acısı tadıyordu. Gözyaşları eşliğinde kardeşini artık aile kabristanı haline gelmiş Mihrimah Sultan Camisi’nin bahçesinde toprağa verdi. Tıpkı daha önce vefat eden kardeşi Mustafa gibi Galib de ar kasında iki çocuk bırakmıştı. Osman Hamdi onlara da kol kanat gerecekti bundan böyle. O günden sonra en küçük kardeşi Halil’in üze rine titremeye başladı. Zaten Halil’i bir kardeş olarak değil, hep bir evlat gibi görmüştü. Ne de olsa en büyük kızı Fatma ile arasında sadece bir kaç yaş vardı. Halil, Edhem Paşa’nın isteği üzeri ne üniversiteyi Berlin ve Viyana’da okumuş, dok torasını da Basel Üniversitesi’nden almıştı. Bir Osmanlı vatandaşının temel bilimler alanında Av rupa’dan aldığı ilk doktora diplomasiydi bu. Halil kimya ve jeoloji eğitimi görüp babasının arzuladı ğı gibi bilim adamı olmayı başarmıştı. Sonra İs tanbul’a gelip yüksek-okullarda hocalık yapmıştı. Geçen seneki büyük depremin ardından gazete lerde “Hareketi Arza Dair Birkaç Söz" isimli maka lesi yayınlanmış ve birçok insan bu sayede depre min Tann’nm bir cezası olmadığını, yer altından geçen faylardan kaynaklandığını öğrenmişti. Halil bir süredir müzede müdür muavini olarak görev yapıyordu. Osman Hamdi kardeşinin çalışmala276
rından o kadar memnundu ki, müzesinin yöneti mini zamanı geldiğinde gönül rahatlığıyla ona bı rakabileceğinden kuşku duymuyordu. Kardeşi Galib’in yasını tuttuğu o günlerde Efes kazısında bulunan tarihi eserlerin padişahın özel izniyle Viyana Müzesi’ne gönderildiğini öğrendi. Müze müdürü bu işe çok sinirlenmişti. Aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun geleneğinde yabancı ülkelere değerli hediyeler gönderme âdeti vardı. Ama şimdiki hediyeler, imparatorluğun gücünü ele güne göstermekten çok, düveli muazzama ola rak adlandırılan Avrupa devletlerine sunulan bir çeşit rüşvet görevi görüyordu. Osman Hamdi acizlik belirtisi olarak tanımladığı bu uygulamaya karşı çıktı. Geleceğini düşünen genç biri değildi artık. Bütün dünya onu tanıyordu. Bu yüzden es kisi kadar politik davranmadı. Yetkilileri çağdışı kafalara sahip olmakla suçlamaya başladı. Yaptı ğı eleştiriler her kapının ardında jurnalcileri ol masıyla meşhur padişahın kulağına gitmekte ge cikmedi. Aslında ilk günden beri Abdülhamid ile Osman Hamdi’nin yıldızı pek barışmamıştı. Ama aralarında bir çıkar ilişkisi vardı. Müze ve akade mi müdürünün sarayın finansal desteği olmadan ayakta kalması mümkün değildi. Bunca yıldır mü zeye bir kez bile adımını atmayan padişah ise ül kesinin modern bir devlet olduğunu Avrupa’ya göstermek için Osman Hamdi’nin yarattığı muh teşem vitrine ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenle ça277
tışma fazla büyümeden örtbas edildi. Osman Hamdi sağda solda kendisi için yurtdışma çıkış yasağı konulduğunu işitmeye başlamıştı. Ama bu na pek ihtimal vermiyordu. Soranlaraysa, “O kadar çok kaldım ki yurtdışında, ömrümü burada tamamlamaktan başka bir düşüncem za ten yok,” diye cevap veriyordu. Viyana Müzesi’ne bazı ayrıcalıkların tanındığı haberi Berlin’i de harekete geçirmişti. Bu sefer de Almanlar, Bergama kazıları için kabul edilmesi imkânsız taleplerde bulunmaya başladı. Avrupa devletlerine elini verenin kolunu kaptıracağını tahmin etmek zor değildi aslında. Ama müze mü dürü her zamanki gibi bir yolunu bulup başka im tiyazların verilmeyeceğini tüm arkeoloji camiası na duyurdu. Aynı yıl nisan ayında Bergama Zeus Sunağı’nı Berlin’e götüren Cari Humann’ın öldüğü haberi geldi. Osman Hamdi, Humann’ın hayatını kaybet mesine üzülmüştü. Ona kızmıyordu artık. Evet, Zeus Sunağı’nın Berlin'de değil de İstanbul’daki müzede sergilenmesini herkesten çok isterdi. Ama iş işten geçmişti. Humann’ın Bergama’ya gö mülmeyi vasiyet ettiğini öğrenince de hiç şaşır madı. Bir arkeologun en büyük keşfini yaptığı coğrafya ile kurduğu aşk ilişkisini en iyi o anlaya bilirdi çünkü. Schliemann da kadim Yunan mede niyetinin beşiği Atina’ya gömülmemiş miydi? O gün ilk defa kendi cenazesini hayal etti. Ama ne reye gömülmek isteyeceğini bilemedi. Babası ve 278
kardeşlerinin yanı olabilirdi mesela. Belki de baş ka bir yeri isterdi ilerde. Humann’m cenazesine katılamadı, ama doğru su ona çok imrenmişti... 1897-98 eğitim yılı başlarken Sanayi-i Nefise’deki öğrenci sayısı iki yüze yaklaşmıştı. Ama gazetelerde akademinin daha çok gayrimüslim öğrencileri kabul ettiğine dair eleştiriler yayınla nıyordu. Gerçekten de gayrimüslim gençler sanat okumaya daha hevesliydi. Müslüman ailelerse ço cuklarını Sanayi-i Nefise’ye yollamaya hâlâ çekini yorlardı. Ama akademide hiç de azımsanmayacak kadar Müslüman öğrenci de vardı. Osman Hamdi gazetelerde kendisine yöneltilen eleştirilerin hak sızlığını ispatlamak için, okulun kayıt defterini di leyen herkese gösterebileceğini söyledi. Aslında müdür beyin de kendi okuluyla ilgili kimseyle paylaşmadığı bir özeleştirisi vardı. Aka deminin açılışından bu yana yıllar geçmiş ama mezun olanlar arasından büyük bir sanatçı çık mamıştı. Osman Hamdi bir süredir bu sorunun nedenleri üzerinde kafa patlatıp duruyordu. Aka demide uyguladığı eğitim sistemi başarısını ispat lamış Fransız ekolünün ta kendisiydi. Hocalar de sen hepsi kendi alanında saygın sanatçılardı. Ama bir yerlerde sorun vardı işte. Olmuyordu. Belki de yüzlerce yıllardır ihmal edilmişliğin ya rattığı boşluk öyle birkaç senede doldurulamıyordu. Anlaşılan sanatsal yaratıcılık toplumun derin279
liklerinde hâlâ bir kök bulamamıştı kendine. Bek lemek gerekecekti. Dallanıp budaklanmasını sa bırla beklemek! Osman Hamdi o sabah bunları düşünerek çık tı yalıdan. Vapurda Ahmed Midhat Efendi ile kar şılaştı. Son zamanlarda çok sık oluyordu bu, çün kü Ahmed Midhat Beykoz’da bir çiftlik satın al mıştı. İki eski dostun arası Midhat Paşa’nın yargı landığı günlerden beri iyi değildi. Osman Hamdi gazeteci arkadaşının paşa için hakaret dolu yazı lar kaleme almasını bir türlü affedememişti. Bir birlerini görmezden gelmeye çalıştılar ama olma dı. Karşılaşma her zamanki gibi soğuk bir baş se lamıyla geçiştirildi. Ahmed Midhat hemen cebin den çıkarttığı kitabı okumaya başladı. Osman Hamdi de çantasındaki evraklara göz attı. Yolcu luk boyunca birbirlerinin bulunduğu tarafa bak mamaya gayret ettiler. Osman Hamdi vapurdan indikten sonra müze ye doğru yürümeye başladı. Gülhane Korusu’nun önüne geldiğindeyse bir şeylerin ters gittiğini an ladı. Olağandışı bir hareketlilik vardı etrafta, in sanlar hep ona bakıyorlardı sanki. Biraz daha ilerleyince akademiyle müzenin ortak bahçesinde büyük bir kalabalığın toplanmış olduğunu fark et ti. Bütün öğrenciler dışarı çıkmıştı. Oysa şu anda derste olmaları gerekiyordu. Osman Hamdi bah çeye girince gördüklerine inanamadı. Öğrencile rin yaptığı heykeller paramparça olmuş bir halde bahçeye fırlatılmıştı. Yırtılmış tuvaller havada 280
uçuşuyor, hademeler ellerindeki süpürgelerle or talığı temizlemeye çalışıyorlardı. Müdür beyin gelmekte olduğunu gören kalabalık birden sustu. Kimseden çıt çıkmıyordu. Osman Hamdi, “Bu ne hal çocuklar!” diye gürledi. Son sınıflardan bir öğrenci, “Yobazlar,” efendim dedi. “Bizim yaptığımız gâvur işiymiş.” Okulun kapısında bekleyen bekçi sanki tüm olup bitenden kendisi sorumluymuş gibi başını öne eğdi: “Çok kalabalıktılar efendim. Ellerinde de sopa lar vardı, engel olamadım. Sınıflara kadar çıkıp her şeyi kırıp dökmeye başladılar. Bazı öğrencile ri de hırpaladılar. Valla canımızı zor kurtardık," Uzun zamandır okula dini çevrelerden tehdit ler geliyordu. Ama Osman Hamdi böyle bir baskı na cesaret edebileceklerini hiç düşünmemişti. “Müzede bir hasar var mı?” diye sordu. “Hayır efendim. Okulu talan ettikten sonra tek bir getirerek çıkıp gittiler. Zaten müzenin kapıla rını içerden kilitlemiştik.” Müdürleri gençlere doğru döndü ve, “Siz sınıflarınıza gidin,” dedi. “Bugün olanları da unutun. Sadece derslerinizle ilgilenin. Ben ge rekli tedbirleri alacağım.” Hemen o gün müze ve okulun güvenliği artırıl dı. Bundan böyle kapıda silah taşıyan üniformalı askerler bekleyecekti. 281
Osman Hamdi gündelik yaşamın sıkıntıların dan kurtulmak istediği zamanlar resim yapardı. O akşam geç vakit eve geldiğinde Naile Hanım’ı ki lerde meyve seçerken buldu. Ayaküstü akademi de olanları anlattı ona. Naile Hanım duyduklarına inanamamıştı. Yıllardır burada yaşadığı halde hâ lâ bazı olayları anlamakta zorlanıyordu. Kim ne isterdi ki sanat eğitimi veren bir okuldan. “Neden?" diye sordu kocasına. Osman Hamdi dilinin döndüğünce anlattı karı sına ülkedeki değişime kimlerin karşı çıktığını. Sonra çalışmaktan asla bıkmayacağı modelini elinden tutup atölyesine çıkardı. Naile Hanım dört çocuk doğurmasına ve kırk yaşını aşmasına rağmen hâlâ çok güzeldi. Osman Hamdi karısına her baktığında Viyana salonlarında dans eden o on yedi yaşındaki kızı görüyordu karşısında. “Nasıl durmamı istersin Hamdi?" Ressamın aklında farklı bir poz vardı bu sefer. Naile Hanım’dan arkasını dönmesini istedi. Sonra da saçlarını toplamasını. “Yüzünü hafifçe sağa doğru çevirir misin lüt fen?” İstediği olmuştu usta ressamın. Naile Hanım’ın sırtı ve boynu görünüyordu. Yüzü ise hafif bir profil vermişti. Hemen eline paletini ve fırçasını alıp işe koyuldu. Birkaç dakika sonra Naile Hanım pozunu hiç bozmadan, “Duyunu Umumiye’deki işler nasıl gidiyor?” diye sordu şikâyet eder gibi. 282
Osman Hamdi bunca işinin arasında Duyunu Umumiye'de Osmanlı temsilcisi olarak çalışmaya başlamıştı. Aslında bu görevi devlet büyüklerinin ricası üzerine kerhen kabul etmişti. Ama Naile Hanım yine de çok kızmıştı. Kocasının evine ve çocuklarına daha fazla vakit ayırmasını istiyordu. Osman Hamdi derin bir nefes aldıktan sonra, “Kötü,” dedi. “Toplanan bütün vergiler borçla ra gidiyor. Tütün, tuz, ipek, alkol, hatta damga ver gileri hep Duyunu Umumiye’nin kontrolünde. Bu iş için imparatorluğun dört bir köşesinde çalışan ve maaşları devlet bütçesinden ödenen binlerce kişilik kadro kurdular. Yine de borçlar bitmiyor. Bu devletin sonu nereye varır hiç bilemiyorum.” “Keşke sen karışmasaydın bu işlere Hamdi,” diye fikrini açık açık söyledi Naile Hanım. Bu ara da farkında olmadan başını iyice öne eğmişti. Os man Hamdi karısının çenesine hafifçe dokunarak yüzünü eski konumuna getirdi. Sonra da, “Bizim ailede devlet görevi reddedilmez Na ile,” dedi. “Babamdan böyle gördük. Gerçi Duyu nu Umumiye’de alınan kararlara hiçbir tesirim yok. Çünkü tüm temsilcilerin bir oy hakkı var. Ya bancılar o kadar kalabalık ki istedikleri gibi at oy natabiliyorlar. Oradan Osmanlı lehine bir karar çıkması beklenemez. Padişah da farkında bu du rumun. Ama kimse başka bir çare bulamıyor. So kaktaki insanlar artık sömürge olduğumuzdan bahsetmeye başladı. Bence de pek haksız sayıl mazlar.” 283
Naile Hanım, “Her şeyin bir çaresi bulunur,” diyerek kocası na moral vermeye çalıştı. Bu arada Osman Hamdi tabloyu bitirmişti. “Nasıl olmuş?" diyerek gösterdi karısına. Naile Hanım her zamanki gibi çok beğenmişti kocasının çizgilerini. Atölyedeki dolabı açıp üze rindeki kahverengi kıyafete uygun bir çerçeve seçti. Sonra da yatak odasına astı hemen resmini. Bir ressamla evli olmak böyle bir şeydi işte. Osman Hamdi parçalara bölünmüştü adeta. Gün boyu müze, akademi ve Duyunu Umumiye arasında koşturup duruyordu. Yaşlanınca zama nın daha yavaş ilerlediğini duymuştu babasın dan. Ama kendisi için hiç de öyle olmamıştı. Ayla rın, hatta yılların nasıl geçip gittiğini fark edemi yordu bile. Borç tahsili yapan kurumun yeni inşa edilmiş binası Divanyolu Caddesi’nin hemen arkasındaydı. Osman Hamdi öğlenleri müzeden çı kıyor, isteksizce Beyazıt tarafına doğru yürüyor ve eğer yol üzerinde bir tanıdıkla karşılaşıp lafa dalmazsa on dakikada Duyunu Umumiye binasına varıyordu. İşin ilginç yanı bu gösterişli binanın mimarı yine Alexander Vallaury idi. Osman Ham di tüm resmi işlerini mimar arkadaşının yaptığı binaların çatısı altında yürütmesini talihin garip bir cilvesi olarak görüyordu. Günlük koşuşturmasından fırsat buldukça da kuzeni Tevfik Bey ile oturup dünya meseleleri 284
üzerine fikir teatisinde bulunuyordu. Tevfik Bey siyasi gelişmeleri yakından takip ederdi. O yıllar da dünyanın tüm aydınları gibi onların da kayıtsız kalamadığı bir olay yaşanıyordu Fransa’da. Yüz başı Alfred Dreyfus bir süre önce Alman ajanı ol duğu iddiasıyla tutuklanmıştı. Dreyfus’un aley hindeki tek delil Paris’teki Alman Askeri Ataşesi’nin çöp kutusunda bulunan Fransız ordusuna ait bazı bilgilerin yazılı olduğu kâğıt parçalarıydı. Irkçı basın el yazısının Yahudi Dreyfus’unkine benzediği dedikodusunu yaymakta gecikmemişti. Tüm dünya yüzbaşının suçsuz olduğuna inansa da o çoktan cezasını çekmek üzere Fransız Guyanası açıklarındaki Şeytan Adası’na gönderilmişti. Adaya yollanmadan önce Dreyfus’un apoletleri kalabalık bir izleyici kitlesi önünde sökülmüş, halk bu aşağılama töreni sırasında “Yahudilere ölüm!” sloganları atmıştı. Dreyfus yıllardan beri cezasını çekmek üzere gittiği Şeytan Adasın’daydı ama Fransız aydınları onu unutmamışlardı. Çatışmanın kızıştığı o günlerde L ’A urore gaze tesi birinci sayfasını Emile Zola’nm “Suçluyorum" başlıklı makalesine ayırdı. Zola usta işi yazısında cumhurbaşkanını ve askeri yargıçları tarafsız ol mamakla itham etmişti. Artık insanlar Dreyfusçular ve karşıtları olarak ikiye ayrılmıştı. Makalenin yayınlandığı L ’A u ro re 'mn o saytsı Dreyfusçu ol mayanlar tarafından toplatılıp Paris sokaklarında yakıldı. Yargılanan Zola da İngiltere'de yaşamak zorunda kalmıştı. Osman Haindi Fransa'daki 285
dostları sayesinde gazetenin o nüshasından te min etmeyi başardı. Zola “Ateşli karşı çıkışım ru humun çığlığından başka bir şey değildir” dediği makalesiyle dünyanın dört bir köşesindeki aydın ların sesi olmuştu. Osman Hamdi kuzeni Tevfik Bey’i her gördüğünde gülümseyerek, “Dreyfus’tan ne haberler var” diye soruyordu. Davayı yakından takip eden Tevfik Bey’se he men anlatmaya başlıyordu: “Dreyfus yeniden yargılanıyor. Zola’nm maka lesi etkili oldu. Galiba bu sefer iyi haberler gele cek Fransa’dan.” Osman Hamdi, Dreyfus’un özgürlüğüne kavuş tuğu eylül ayındaki mahkeme sırasında kuzeninin bir portresini yaptı. Tabloda Tevfik Bey büyük bir ciddiyetle gazete okurken görünüyordu. Oku duğu gazete L ’A urore idi. Manşette ise “Kahra man Dreyfus” yazılıydı. Osman Hamdi tablosunu, “Sevgili Dreyfusçü kuzene keza Dreyfusçü O. Hamdi’den,” yazarak imzaladı. Kısa bir süre sonra oldukça soğuk bir kış gece sinde tüm aile Kuruçeşme’deki yalıda toplandı. O akşam herkeste bambaşka bir heyecan vardı. Na ile Hanım hizmetçileriyle beraber günler öncesin den bu geceye hazırlanmış, misafirleri için çeşit çeşit yemekler pişirmişti. Yalıya ilk önce Osman Hamdi’nin hayatta kalan tek kardeşi Halil geldi. Sonra en büyük kızı Fatma çocuklarıyla beraber belirdi kapıda. Ardından akademide sanat tarihi 286
dersleri veren Vahid Bey’le evlenmiş olan diğer kızı Leyla girdi içeri. Osman Hamdi uzun zamandır ilk defa annesi, eşi, kardeşi, oğlu, kızları, damatları ve torunlarıy la beraber olmanın tadını çıkartıyordu. Yemekten sonra kızlar piyanonun başına geçti. Sonra sıra kemana geldi. Osman Hamdi neşe içinde kızlarını alkışladı. Onlarla her zaman gurur duymuştu. Tüm kızlarına bir müzik aleti çalmayı ve Fransızca konuşmayı öğretmişti. Ama daha iyisi olabilir miydi diye düşünmeden de edemiyordu. Ne kadar da çok isterdi onların da Sanayi-i Nefise’de oku malarını. Edhem mimarlık eğitimine başlamıştı bi le babasının müdür olduğu okulda. Ama ne yazık ki OsmanlI’da kızların yüksekokullara gitmesi mümkün değildi hâlâ. Paris’te öğrenciyken Sorbonne’un koca bir sınıfını doldurmuş kız öğrenci lerin nasıl büyük bir dikkatle fizik dersi dinlediği ni kendi gözleriyle görmüş ve hayrete düşmüştü. Beaux Arts da birkaç seneden beri kız öğrencileri kabul ediyordu. Kendi ülkesinde ne zaman ger çekleşecekti tüm bunlar, doğrusu bilemiyordu. O gece eğlence geç saatlere kadar sürdü. Os man Hamdi fotoğraf çekme işini kimseye bırakma dı. Flaş ampulü sık sık patladı. Hicri takvime göre 1317 senesi içindeydiler. Şehrin çok büyük bir kıs mı saatler öncesinden uykuya dalmıştı. Ama dün yadaki birçok insan gibi Hamdi Bey ailesi de yeni bir yüzyıla giriyordu. 1900 senesinin ilk saatleri Kuruçeşme’deki yalıda neşe içinde kutlandı. 287
K uruçeşm e'de atölyesinde Silah Taciri tablosu üzerinde çalışırken.
Yeni bir çağ başlamıştı. Ama geleceğe umutla bakabilmek için hiçbir neden yoktu. Avrupa’da uzun zaman önce benimsenmiş ilerleme düşün cesi, OsmanlI’da ters istikamette işliyordu sanki. Abdülhamid tam yirmi dört yıldır iktidardaydı ve baskıcı zihniyet bulaşıcı bir virüs gibi günbegün her yere yayılmaktaydı. Osman Hamdi memleke tin gidişatını eskiden de beğenmezdi gerçi ama, şimdi iş bambaşka bir hal almıştı. Abdülaziz dev rinde hiç olmazsa özgürlüğün ne anlama geldiği üzerine yazılar çıkardı gazetelerde. Ülkenin eko nomik durumu ayrıntılı bir şekilde masaya yatırı lır, alman borçlar ve ödenen faizler için yönetici ler acımazsıca eleştirilirdi. Peki ya şimdi? İstan bul basını uygulanan politikalar hakkında olum suz tek bir satır yazamıyordu. Hürriyet kelimesi hafızalardan silinmişti sanki. Yabancı gazetelerin ülkeye girmesine izin verilmiyordu. Hugo’nun Se291
filler'l, Zola’nın G erm in a l' i, Milton’un K ayb ed ilm iş C en n et 'i zararlı neşriyat kapsamına alınmış ve ya
saklanmıştı. Tiyatrolar siyasi içeriği olmayan, do layısıyla da suya sabuna dokunmayan oyunlarla perde açabiliyordu. Ülkenin aydınları ya sürgün deydi ya da hapiste. Herkes sus pus olmuştu. Ça resiz boyun eğmişti. Osman Hamdi gençliğinden beri saltanat ve parlamentonun bir arada yaşayabileceğine gönül den inanmıştı. Fikirlerini babasının karşısında bi le nasıl da heyecanla savunduğunu daha dün gibi hatırlıyordu. İmparatorluğu yeni yüzyıla Midhat Paşa’nm taşıyacağını düşlemişti hep. Aslında Taif zindanlarında son nefesini veren sadece paşa de ğildi; aynı zamanda koca bir kuşağın ütopyalarıy dı boğdurulan. İmparatorluk hızla kendisini bekle yen ölümcül kaderine doğru sürükleniyordu şim di. Ama Osman Hamdi hayal kırıklıklarını bir tara fa bırakmak gerektiğine inanmıştı. Yitip giden umutlar için üzülmenin sırası değildi. Dört elle işi ne sarılmalıydı. Yapması gereken sadece buydu... 1873 yılında ilk karma resim sergisini düzenle miş olan Şeker Ahmed uzun zamandır paşa ola rak anılıyordu. Usta ressamın özellikle natürmort ve manzara tabloları çok meşhur olmuştu. Yeni yılın ilk günlerinde Pera Palas Oteli’nin büyük sa lonu, Şeker Ahmed Paşa’nın tablolarını ağırlama ya başladı. İstanbul'un gördüğü bu ilk kişisel re sim sergisi sanatseverlerin yoğun ilgisiyle karşı292
taşmıştı. Osman Hamdı de serginin ziyaretçileri arasındaydı. Arkadaşı Ahmed’in paşa olarak im zaladığı son dönem tablolarını beğeniyle inceledi. Birbirlerini gördüklerindeyse iki eski dost olarak kucaklaştılar. Paris Sergisi’nde padişahları Abdülaziz’in karşısında dizleri titreyen o genç çocuklar değillerdi artık. Osman Hamdi bir eli arkadaşının omzunda tablolara bakarken, “Tebrik ederim Ahmed,” dedi. “Otoportrelerin çok başarılı. Doğa resimlerini zaten hep beğenmişimdir." “Teşekkürler Hamdi. Senden bunları duymak çok güzel.” “Kişisel sergi fikrini de kıskanmadım dersem yalan olur!” Şeker Ahmed Paşa güldü. “Akademide öğrencilerin açtıkları sergiler de çok başarılıydı," dedi. “Biliyorsun, çocuklar bütün bir yıl boyunca sergilenmeye layık bir tablo yapabilmek için çalı şıyorlar. Sonra Avrupa konkuru var. Hepsinin ha yali bir gün Paris’e gitmek. Değerlendirmekte o kadar zorlanıyoruz ki. Senden jüri başkanı olmanı istesem, ne dersin?” Şeker Ahmed Paşa hiç düşünmeden, “Seve seve,” dedi eski dostuna. Aslında bunca yıldır akademiden uzak tutulduğu için biraz bo zuktu müdür beye. Ama yine de evet dedi. Osman Hamdi de sevinmişti bu cevaba. Sanayi-i Nefi293
se’ye yapılacak her katkı onu mutlu ederdi. Ama okuldaki sorunlar hiç bitmiyordu. Birkaç hafta sonra her zamanki gibi masasındaki evraka gö mülmüşken kapısı çalındı. Akademi öğrencileri ellerinde kâğıtlar odaya akın ettiler. Hep bir ağız dan konuşmaya başlamışlardı. Osman Hamdi ne ler olduğunu anlayamadı. Eliyle masaya vurur ken, “Susun bakalım!” diye bağırdı. “Sadece biriniz konuşsun." Öğrenciler birbirlerini dürtükleyip kısa sürede sessizliği sağladılar. Son sınıf öğrencilerinden bi ri fesini eline aldı ve birkaç adım öne çıktı: “Hepimizi askere çağırıyorlar efendim. Tecil dilekçelerimiz geri çevrilmiş. Sanayi-i Nefise’yi hâlâ bir yüksekokul olarak kabul etmiyorlar.” Osman Hamdi yerinden kalktığı gibi kendisiy le konuşan öğrencinin elindeki kâğıdı aldı ve yazı lanları hızlıca okudu. Gerçekten de çocuklara celp gönderilmişti. Otoriter bir sesle, “Ben bu meseleyi halledeceğim," diye bağırdı. “Siz derslerinize odaklanın. Askerlik meselesini kafanıza takmayın. Herkes elindeki kâğıdı masa mın üstüne bıraksın. Sonra doğru sınıflarınıza. " Biraz önce öfkeyle müdürlerinin odasına da lan öğrencilerin yüzü gülmeye başlamıştı. Teşek kür ederiz efendim, diye mırıldandılar. Öğrenci ler odasından çıkar çıkmaz celp kâğıtlarını katla yıp cebine koydu. Sonra da hemen BabIâli’nin yo294
lunu tuttu. Söylene söylene yürüyordu sokaklar da. Öfkeliydi. Onu görenler, önemli biri olduğunu anladıkları bu adama hemen yol veriyorlardı. Kimse bir devlet memuruyla çarpışmak istemez di. Osman Hamdi Maarif Nezareti’ne girdikten sonra palas pandıras başkâtibin odasına daldı ve selam bile vermeden, “Sanayi-i Nefise bir yüksekokuldur." diye ko nuşmaya başladı. “Bu nedenle tüm öğrencilerinin askerlik hizmetinden muaf tutulması gerekir. Öğ rencilerim ancak seferberlik halinde askere alına bilir. Bildiğim kadarıyla şu anda savaşta değiliz. Nazır Hazretlerine söylediklerimi lütfen iletin.” Osman Hamdi cebindeki kâğıtları başkâtibe ia de ettikten sonra nezaretten ayrıldı. Kimseye ce vap verme fırsatı bile tanımamıştı. Bir hafta geçmeden Sanayi-i Nefise öğrencileri nin tecil belgeleri okula ulaştı. Öğrenciler derin bir nefes almışlardı ama Osman Hamdi’ye rahat yüzü yoktu. Didim çevresinde arkeolojik kazılar yapan Almanlar önemli buluntulara ulaşmışlardı. Kazı ekibindeki müze görevlisinin çabalarıyla ta rihi eserler güvenli bir yere kaldırılmıştı. Ama sonrasında günler hatta haftalar geçmiş, eserle rin müzeye nakli için gerekli bütçe nazırlıktan bir türlü çıkmamıştı. Bu gecikme nedeniyle Osman Hamdi’nin kanı beynine sıçradı. Böyle saçmalık olur mu yahu, deyip hemen kaleme sarıldı ve Na zır Hazretlerine sert bir eleştiri mektubu yazdı: 295
B ir ü lk e n in g elişm işliğ i m ü z e le r iy le ölçülür. S iz A v r u p a ’y ı d olaşm ış, o ra d a k i m ü z e le rin bü y ü k lü ğ ü n ü v e m ü k e m m e lliğ in i y a k ın d a n gör m ü ş biri o la ra k bunu z a te n biliyo rsu n u z. A m a h e p s iz d e n b e k le d ik le r im iz in a k s in e ta v ır alı y o rsu n u z. G elişm iş ü lk e le r k a z ıla r v e m ü z e le r i için on b in lerce lira harcıyor. A lm a n la rın Did im 'de b uldukları e se rle r y ü rü rlü k te k i k a n u n la r gereği oraya bırakılm ıştır. A m a b iz bu eserlerin m ü z e y e n a k liy e s i için g e re k li olan y ü z lirayı bir türlü s a ğ la y a m a d ık ...
O günlerde Osman Hamdi’nin aklında yeni bir inşaat başlatma düşüncesi de vardı. Müzenin ana binası tamamıyla dolmuştu. Ne zaman yeni bir eser gelse, uygun bir teşhir alanı bulma konusu problem yaratıyordu. Mali kaynakların iyice kısıt landığı böylesi bir ortamda ne yapabilirdi ki? Da ha Didim kazısı için bir nakliye bütçesi bile veril memişti. Düşündü taşındı, bir yıllık maaşını müze giderleri için bağışlama kararı aldı. Hiç olmazsa bu sayede acilen yapılması gereken birkaç iş hal lolurdu. Ama beklediğinden fazlası oldu. Dilekçe yi okuyan yetkililer vurdumduymazlıkları nede niyle utanmışlardı. Nazırlık hemen Osman Hamdi’ye bir mektup gönderip bu öneriyi reddettiğini bildirdi. Devletin hiçbir çalışanın maaşına ihtiya cı yoktu! Müdür beyin istediği ödenekler kısa sü re sonra müzeye ulaştı. İlk iş olarak Didim’de bu lunan eserlerin İstanbul’a getirilmesi için küçük 296
bir vapur kiralandı. Ardından da Vallaury’den müze için yapılacak ek binanın planlarını çizmesi istendi. Daha kimsenin haberi yoktu ama Osman Hamdi kendi dünyasında yeni bir imar hareketi başlatmıştı. Bu arada ne yapıp edip resim çalışmalarına zaman ayırıyordu. Olgunluk çağmdaydı artık. Na ile Hanım her zamanki gibi kocası için poz verme yi sürdürüyordu. Resimlerinde en çok kullandığı erkek modelse kendisiydi. Kendini Doğu’ya özgü kostümler içinde betimliyordu hep. Aslında Türk resminde figürlü kompozisyonlar, ilk defa Osman Hamdi’nin fırçasıyla hayat buluyordu. Onun res minde insan ana temaydı. Oysa Osmanlı ressam ları insan figürüne hoş bakmayan genel kabuller nedeniyle daha çok manzara ve natürmorta yö nelmişlerdi. Ama Osman Hamdi sanat anlayışı Av rupa’da şekillenmiş bir ressam olarak, toplumsal tabuların yaratıcılığını sınırlamasına izin vermi yordu. Öte yandan ülkesindeki kadınların sosyal hayattan soyutlanması karşısında bir tavır alın ması gerektiğine inanmıştı. Osmanlı kadınına re va görünen bir çeşit hapislikti. Kendi kızları nispi bir özgürlük ortamı tatmıştı baba evinde. Hiçbiri çarşafa girmemişti örneğin. Peki ama kızları ka dar şanslı olmayan milyonlarca kadın ne olacak tı? İçinde bir şeyleri değiştirme arzusu taşıyan her sanatçı gibi Osman Hamdi de zaman zaman isyanını eserlerine yansıtıyordu. Yıllar önce yap tığı “Gezintideki Kadınlar" isimli tablosunda do297
kuz kadını dış mekânda betimleyip bir ilke imza atmıştı. Resimdeki kadınlar birbirinden farklı renklerdeki göz alıcı feraceleriyle sokakta özgür olmanın tadını çıkartıyorlardı. Yine aynı dönem de yaptığı “Rahle Önünde Kız” tablosundaysa genç bir kızı kısmen başı açık halde Kuran okur ken çizmişti. Ama resme dikkatlice bakınca rahle üzerinde açık vaziyette duran ve sağ sayfasındaki ilk kelimeleri okunan kitabın Kuran olmadığı anla şılıyordu. 1901 yılında yeni bir tabloya başladı. Model olarak evlerinde çalışan Ermeni çamaşırcının genç kızım kullanıyordu. Bu sefer aklında daha da kışkırtıcı bir fikir vardı. Genç kız poz vermeye başladığı ilk gün biraz tedirgin olmuştu doğrusu. Çünkü Osman Hamdi, ondan mihrabın önüne koyduğu büyükçe bir rahlenin üzerine oturması nı istemişti. Ermeni kız çekine çekine yaptı denileni. Ama huzursuzluğu yüzünden okunuyordu. Osman Hamdi modelini yerine yerleştirdikten sonra birkaç adım geri gidip yarattığı kompozis yona dikkatlice baktı. Eksik bir şeyler vardı sanki. Hemen alt kata inip kütüphaneden bir dolu kitap getirdi. Ardından onları kızın şaşkın bakışları al tında yere serpiştirdi. Genç kız ayaklarının altına bırakılan dini içerikteki kitapları görünce iyice kı pırdanmaya başladı. Osman Hamdi, “Rahat mısın?” diye takıldı modeline. Kızcağız. 298
“Efendim, rahlenin üzerine oturmam uygun olur mu sizce?” diye sordu çekinerek. “Mihraba da sırtımı döndüm. Hem o yere koyduklarınız Ku ran mı?” Osman Hamdi yaktığı buhurdanı kitapların ya nına koyarken güldü ve, “Korkma,” dedi. “Eğer bu yaptığımızda bir gü nah varsa hepsi benim boynumadır.” Osman Hamdi yeni tablosunun görücüye çık tıktan sonra şimşekleri üzerine çekeceğini bili yordu. Ama bir an bile tereddüt etmedi. Muhafa zakâr çevrelerin baskılarına boyun eğmek niye tinde değildi. Kadınların sosyal rollerinde dev rimsel değişmeler olmadan ülkesindeki Batılılaş ma çabalarının hüsranla sonuçlanacağına inanı yordu. Osmanlı köküyle Batılı kafası arasında din mek bilmeyen çatışmadan doğan ikilemi “Mih rap” isimli tablosunda dillendirip, rahatlamıştı. Tablo sergilendikten sonra tepkiler oldukça sert oldu. Mihrap, dini çevrelerce hakaret kabul edildi. Ama Osman Hamdi doğru bildiğini yapıp sonrasında kulaklarını tıkamayı çoktan öğrenmiş ti. Bu yüzden eleştirilere aldırmadı. Sanat çevre leri çoğunlukla bir oryantalist olarak görüyordu onu. Doğulu bir oryantalist! Aslında oldukça tu haf bir durumdu bu. Bir tezattı. Çizgilerinin or yantalistlere benzediğini inkâr etmiyordu. Sana tında ustası Gerome’ün etkisi büyüktü ne de olsa. Ama onun resimleri, oryantalistlerde neredeyse hiç görülmeyen simgesel anlatımlarla doluydu. 299
Bir meselesi vardı çünkü. Hem hiçbir oryantalis tin yapmadığını yapıyordu. Yeri geldiğinde bir ressam olarak da halkına modernliğin yolunu göstermek için çalışıyordu. Kişiliğinin oluşmasın da Batı medeniyetinin etkisi büyüktü. Ama kendi sini bir Osmanlı olarak görmekten de asla vazgeç memişti. Aslında o, iki farklı kökten beslenmiş bir dünya vatandaşıydı... Geçen yıllar, Fatma Hanım’m sağlığım gitgide bozmuştu. Yaşlı kadın nefes almakta bile zorlanı yordu artık. Paşanın ölümü üzerinden yıllar geç mişti ama Fatma Hanını koca bir ömrü paylaştığı İbrahim Edhem’i bir türlü aklından çıkaramamıştı. Son günlerini Kuruçeşme’deki yalıda kocasının hatıralarıyla baş başa kalarak geçirmek istemişti. Odasına kapanıp saatlerce Kuran okuyordu. Os man Hamdi bir gece yarısı, “Edhem Bey, acıktınız mı?” diye soran annesinin sesini duyar gibi oldu. Yanıldığını düşündü ilk başta. Ama sonra sık sık tekrarlandı bu imkânsız sesleniş. Fatma Hanım, paşa sanki karşısındaymış gibi konuşmaya başla mıştı onunla. Osman Hamdi annesinin bu haline üzülmesine üzülüyordu ama bir yandan da keşke herkes onun yaşına kadar yaşasa demekten ken dini alamıyordu. Kızı Hayriye on altı yaşında öl müştü ne de olsa. Kardeşleri Mustafa ve Galib de kırklı yaşlarında ayrılmışlardı bu dünyadan. Hiç bir zaman kaderci olmamıştı ölüm karşısında. Ama gerçekçiydi. Doğanın düzenine saygı duy300
maktan başka ne gelirdi ki insanın elinden? Fatma Hanım uzun süren bir rahatsızlığın ardından yaşa ma gözlerini yumdu. Osman Hamdi annesinin ölü münü metanetle karşıladı. Ertesi gün Fatma Hanım’ın naaşı Edhem Paşa'nın yanına defnedildi. Üsküdar Mihrimah Sultan Camisi’nin haziresinde babası, annesi ve iki kardeşi yatıyordu artık. Birkaç ay sonra kızı Leyla doğum yaptı. Os man Hamdi torununa Nimet ismini verdi. Aile ya şadığı her ölüm acısından sonra aralarına katılan yeni bir üyeyle teselli buluyordu. Bu arada plan larını Vallaury’nin çizdiği yeni müze binası da açılmıştı. Vallaury o kadar usta bir iş çıkarmıştı ki, müze binasını daha önce görmeyen biri yeni bölümün nereden başladığını tahmin bile ede mezdi. Ana binanın yükü yeni bölüme dağıtılınca tarihi eserler balık istifi gibi dizilmekten kurtul muş oldu. Osman Hamdi tören günü konuklarını kardeşi Halil’le birlikte kapıda karşıladı. Maarif Nazırı Haşim Paşa İmparatorluk Müzesi’ni yöne ten kardeşleri ilk tebrik edenlerden biri oldu. Ha şim Paşa’nın nutku sık sık, “Padişahım çok yaşa,” nidalarıyla kesildi. Paşa her cümlesinde Abdülhamid’e övgüler düzmeye gayret ediyordu. O sırada Halil ağabeyinin kulağına doğru eğilip, “Haşim Paşa’nın geçen gün söylediği sözü duydun mu?” diye sordu. Osman Hamdi kafasını sallayıp, “Evet,” dedi. “Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim!” 301
“Tarihe geçecek bir söz işte.” İki kardeş gülmemek için kendilerini zor tuttu. Bu arada kürsüye din adamları çıkmış, amin ses leri eşliğinde dualar okunmaya başlanmıştı. Son ra sözü Osman Hamdi aldı. Padişah Hazretlerine teşekkür ettikten sonra konuyu bambaşka bir noktaya getirdi: “Bizlere ne mutlu ki, bugün açılışını yaptığımız yeni bina daha ilk günden tamamen dolmuştur. Elimizde daha birçok nefis eserimiz vardır. Lâkin bunları koyacak yerimiz yoktur. Gelecekte de bir çok tarihi eserin müzeye getirileceğini hesaba ka tarsak yeni binaların inşaatı kaçınılmazdır.” Osman Hamdi müzesi söz konusu olduğunda yetinmek nedir bilmiyordu. Daha fazlasını iste mek düşüncesi sadece bir müze müdürüne yakı şırdı zaten. Yeni binanın açılışını yaptığı gün bile, müzesini daha da büyütmek gerektiğinden bah setmişti. Üstelik bunu Maarif Nezareti’nin tam kadro hazır bulunduğu bir ortamda dillendirmişti. Müdür beyin konuşması bittikten sonra dinleyici ler arasında kısa bir sessizlik oldu. Sonra Haşim Paşa isteksizce ellerini birbirine vurmaya başladı. Ardından alkış sesleri tüm bahçeyi inletti. Konuşmalar tamamlanınca heyet Osman Ham di Bey’in rehberliğinde müzedeki salonları gezdi. Yeni binada ağırlıklı olarak Hitit ve Bizans eserle ri sergileniyordu. Lagina kazısında bulunan friz302
ler de duvarlara asılan rafların üzerlerine yerleş tirilmişti. Üst kata çıkan merdivenlerde ziyaretçi leri karşılayan Medusa başmıysa herkes müzede ki tarihi eserlerden biri zannetmişti. Hâlbuki saç larından yılanlar çıkan kadın heykeli, mimar Vallaury’nin küçük bir sürpriziydi. Binaya kalorifer petekleri bile konulmuştu. 0 günlerde bu yeni ısıtma sistemini kullanan binaların sayısı o kadar azdı ki, ziyaretçiler ilk defa gördükleri peteklerin yanına gidip onlara dokunuyor ve ne işe yaradık larını anlamaya çalışıyorlardı. Yeni binanın giriş katında müdür bey için de büyük bir oda ayrıl mıştı. Osman Hamdi böylece nicedir hayalini kur duğu makam odasına kavuşmuş oldu. Gazeteciler açılış günü şerefine bol bol fotoğraf çekti. Müdür bey neşe içinde pozlar verdi. O kadar büyük adımlar atıyordu ki, dost düşman herkes onun başarılarını takdir ediyordu. Birkaç hafta sonra Prusya Kralı Wilhelm, Konstantinopolis İmpara torluk Müzesi müdürünü birinci sınıf pırlantalı kraliyet krönen nişanıyla ödüllendirdi. Osman Hamdi tamamladığı tablolarını Pa ris’teki sergilere göndermeyi sürdürüyordu. Son resminde kendisini Çinili Köşk’ün içinde bulunan çeşmenin önünde tepeden tırnağa Doğu kostüm lerine bürünmüş halde betimlemişti. Kıyafetleri Doğulu olmasına Doğuluydu ama Batılı bir aydın gibi dikkatle elinde tuttuğu kitabı okuyordu. Tab lo, divan edebiyatında da sık sık geçen ve cana 303
can katan kutsal su anlamına gelen “Abı Hayat Çeşmesi" ismiyle anılmaya başlandı. Osman Hamdi altmış iki yaşına bastığı o günlerde bir bilge gi bi ölümsüzlüğün sırrını arıyordu sanki. Artık ölüm yaşam ikilemi ve bu dünyada bırakılan izin ne olacağı sorusu gibi varoluşsal temalara yönel mişti. “Abı Hayat Çeşmesi" özenle paketlenip Fransa’ya gitmek üzere Galata Rıhtımı’nda bekle yen bir yük gemisinin kargo bölümüne emanet edildi. Paris sergi salonlarında Osman Hamdi tab lolarını merakla bekleyen ziyaretçiler oluşmaya başlamıştı. Sanat çevrelerinde Avusturya impara torunun bile sarayına Osman Hamdi astığı konu şuluyordu. O yıllarda imparatorluktaki tüm önemli açılış lar 1 Eylül günü yapılıyordu. Çünkü eylülün ilk gü nünde Abdülhamid’in tahta çıkış yıldönümünü kutlanıyordu. O gün, padişahın tüm cömertliği üstünde olurdu. Kutsal şehirleri imparatorluğun başkentine bağlayacak olan Hicaz demiryolunun temel atma töreni de o gün yapılmıştı. Osman Hamdi de fırsattan istifade edip 1904 yılının 1 Eylülü’nde müzeye ikinci bir ek bina yapımı için ça lışmaları başlattı. Bahçede toplanan kalabalığa kı sa bir konuşma yaptıktan sonra işçilerden birinin elindeki kazmayı alıp toprağa ilk darbeyi kendisi vurdu. Müdür beyi toprağı eşelerken gören yar dımcıları gözyaşlarına hâkim olamamışlardı. Kısa bir süre sonra diğer işçiler de ona yardıma geldi. O sahneye tanıklık edenler, üstleri başları toz ol304
muş ve ellerindeki kazmaları durup dinlenmeden toprağa saplayan adamlardan hangisinin Paris’te öğrenim gören ve hayatını ülkesinin kültür ala nındaki gelişimine adayan bir aydın olduğunu an lamakta zorlanmışlardı. Müze bu sefer de Sanayi-i Nefise binasının bu lunduğu tarafa doğru boy atacaktı. Osman Hamdi için inşaatın ne zaman tamamlanacağı hiç önemli değildi. Bunca yıldır edindiği tecrübeye göre işe başlamak en önemli adımdı. Sonrası kendiliğin den geliyordu. Yeni binanın yapımında, Sanayi-i Nefise mezunu genç bir mimar olan oğlu Edhem’i görevlendirmişti. Edhem’e hocası Vallaury des tek olacaktı. Vallaury, Haydarpaşa’da yaptığı son eseri Mektebi Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane binasını he nüz tamamlamıştı. Yeni tıbbiye binasının karşı kı yıda yapılması emriniyse bizzat padişah vermişti. Abdülhamid mutlak monarşiye karşı olan fikir akımlarının kolayca yayıldığı bir kurum olarak gö rüyordu bu okulu. Onun için uzaklaştırmıştı İs tanbul’un merkezinden. Osman Hamdi yeni bina yı o kadar çok sevmişti ki, sık sık Gülhane Korusu’nun ucuna kadar yürüyüp karşı kıyıdaki muh teşem esere bakıyordu. Modern anlayışla gele neksel Doğu mimarisinin ustaca kaynaştığı bina nın minareye benzeyen saat kuleleri vardı. İstan bul yeni bir yüz daha kazanmıştı sanki. Edhem çı raklığını böylesine usta bir mimarın yanında geçi receği için gerçekten de çok şanslıydı. 305
Bu arada akademi öğrencilerinin resimleri okulun sergi salonunda görücüye çıktı. Osman Hamdi genç ressamların tablolarını Şeker Ahmed Paşa ile birlikte değerlendirirken Fransa’dan ge len bir iyi, bir de kötü haber aldı. Kötü olanı çok sevdiği hocası Jean Leon Gerome’ün hayatını kaybetmesiydi. Kendisine resim sanatının incelik lerini öğreten usta oryantalist, tartışmalarla ge çen koca bir ömrü tüketmişti işte. Ama birbirin den erotik Osmanlı haremi tabloları ve özellikle de “Halı Tüccarı” isimli başyapıtı sayesinde bir nevi ölümsüzlük kazanmıştı. Osman Hamdi hoca sını minnetle anarken, “Bir ressam ölür. Tabloları yaşar. Tek avuntu su budur,” sözü döküldü dudaklarından. Aldığı iyi haberse Fransız hükümeti tarafından Legion d’honneur nişanına layık görülmesiydi... Yeni yüzyılda gelişen teknolojiyle beraber in sanların seyahat alışkanlıkları da değişiyordu. Beş on sene öncesine kadar batıdan doğuya ge lenler, maceraperest gezginler olarak tanımlanı yorlardı. Gemilerin ve trenlerin günden güne hız lanması başka ülkelere seyahat edenlerin sayısı nın hızla artmasına neden olmuştu. Üstelik yolcu lar lüks kamaralar ve kompartımanlar sayesinde alıştıkları konfordan mahrum olmadan seyahat edebiliyorlardı. Artık dünyayı gezenler sadece maceraperestler değildi. Hali vakit yerinde olan sıradan AvrupalIlar da yollara koyulmuştu. Os manlI toprakları da bu yeni gezginlerden nasibini 306
alıyordu. Antik Efes şehrinin kalıntılarının bulun duğu Selçuk bölgesi, kadim Yunan meraklılarını kendisine çeken bir merkeze dönüşmüştü. Turist ler İzmir’e kadar gemilerle geliyor, oradan da trenle çabucak Efes’e ulaşıyorlardı. Osmanlı yetkilileri vakit kaybetmeden Efes zi yaretlerini organize etmeye başladılar. Oysa bir kaç yıl öncesine kadar bu yıkık harabeleri görmek için insanların dünyanın bir ucundan kalkıp bura lara kadar geleceğini kimse düşünemezdi. Osman Hamdi bu konuda da ülkesinin Avrupa’nın çok ge risinde kaldığının farkında olan az sayıdaki kişi den biriydi. Napoli yakınlarındaki efsanevi Pom peii kentini düşündü. Goethe, Stendhal, Dickens ve Mark Twain gibi farklı farklı ülkelerden aydın lar Pompeii ziyaret etmiş, kaleme aldıkları yazılar sayesinde de şehrin ününe ün katmışlardı. Ama çok geç değildi. Gerekli çalışmalar yapılırsa ileri de Efes de dünyaca meşhur bir açık hava müzesi ne dönüşebilirdi. O günlerde Sanayi-i Nefise öğrencilerinin çı kardığı küçük çaplı bir isyanla da uğraşmak zo runda kaldı. Akademide öğrencilerin karşısına model olarak, müzedeki antik heykellerinin alçı kopyaları konulurdu. Eğer heykel anadan doğma çıplaksa beline bir peştamal bağlandığı bile olu yordu. Bazen de öğrenci ve öğretmenler arala rında üç beş kuruş para toplayıp Yeni Cami’nin önünde iş bekleyen hamallardan birini kiralıyor lardı. Bütün gün kilolarca yükü taşımayı göze al307
mış zavallı adamlar, akademinin sıcak salonların da saatlerce oturup poz verme teklifini hemen kabul ediyorlardı. Ama bu durum da öğrencilerin canına tak etmişti. Çünkü Paris’e gitmeyi başa ran arkadaşlarından gelen mektuplarda, “Burada dört bir yanımız bize poz veren çıplak venüslerle çevrili. Siz posbıyıklı hamallara bakmaya de vam edin,” gibi takılmalar vardı. Paris’ten gelen mektuplar akademinin koridorlarında elden ele dolaşırken homurdanmalar iyice artmıştı. Yurtdışına gidecek kadar şanslı olmayan resim ve heykel öğrencileri hemen kafa kafaya verip tar tışmaya başladılar. Hepsinin aklından kendileri ne poz verecek bir kadın model bulma düşünce si geçiyordu. Bir yandan da müdürlerinden çeki niyorlardı. Ama gençlik ateşi galip geldi. Öğren ciler ertesi sabah şehrin Çingene mahallesinde buluşmak için sözleştiler. Orada bir model bu lup, onu gizlice atölyeye sokmayı planlıyorlardı. Ve tüm bunlar Osman Hamdi Bey’e çaktırmadan yapılacaktı. Ertesi sabah plan kusursuzca işlemeye başla dı. Gençler o fakir mahallede para karşılığı resim çizen öğrencilerin karşısında oturmayı kabul eden bir kız bulmakta hiç zorlanmadılar. Kızı avuçlarının içi gibi bildikleri Sanayi-i Nefise bina sına gizlice sokmayı da başardılar. Tüm öğrenci ler sevinç içerisindeydi. Heyecanla kara kalemle rini ellerine aldılar. Model masasına oturmuş olan genç kızsa mahcup bir şekilde gülümsüyor308
du. Üzerindeki kazağı çıkarmaya güçlükle ikna edilmişti. Aradan sadece bir saat geçmişti ki Osman Hamdi hışımla sınıftan içeri girdi. Gençler, müdür beyin model kızdan nasıl haberdar olduğunu bir türlü anlayamamışlardı. Suçun ortaklaşa üstlenil mesinin verdiği rahatlıkla birbirlerine bakmaya başladılar. Kimseden bir ses çıkmıyordu. Sonra kafalar öne eğildi. Osman Hamdi genç kıza giyinip evine gitmesi ni söyledi. Kız kapıdan çıkar çıkmaz da, “Siz deli misiniz yahu!” diye bağırdı öğrencile rine. “Nerede sanıyorsunuz kendinizi, başımıza iş açacaksınız. Bu yaptığınız duyulursa kim bilir ne ler olur. Düşünsenize gazetelerin bunu haber yaptığını. Muhafazakâr çevreler başımıza üşüşür. Akademiyi kapatmak zorunda bile kalabiliriz. Siz hatırlamazsınız önceki yıllarda başımıza gelenle ri. Mollalar bastı burayı. Her şeyi kırıp döktüler. Tabloları yırttılar. Bana sormadan bir kadını bu raya nasıl getirirsiniz?” Müdür beye cevap veren olmadı. Gençler yap tıkları işin ne gibi sonuçlara yol açabileceğini hiç düşünmemişlerdi. Sadece biraz eğlenmek iste mişlerdi. Oysa şimdi okkalı bir ceza almaktan korkuyorlardı. Osman Hamdi daha sakin bir sesle, “İyisi mi siz çok çalışıp Avrupa’ya gitmeye ba kın,” diye tekrar konuşmaya başladı. “Orada bol bol kadın model görürsünüz. Hem de çıplak ola309
rak geçerler karşınıza. Bu olayı da hiç olmamış kabul ediyorum. Ama bundan sonra ayağınızı denk alın.” Gençler rahatlamışlardı. Müdürleri onlara bir ceza vermeyecekti. Aslında Osman Hamdi Bey’in elinde olsa, kadın modellerin akademide çalış masına izin vereceğini hepsi biliyordu. Aynı şe kilde Osman Hamdi de öğrencilerine hak veriyor du. Resim eğitiminde canlı modelin ne kadar önemli olduğunu Paris’teki öğrencilik yıllarında yakından görmüştü. Canlı model dünyadaki tüm akademilerde öğrencilerin başları sıkıştığı anlar da bakabilecekleri bir ansiklopedi olarak kabul edilirdi. Model ne kadar kıpırdamadan durursa dursun kendi içinde bir devinim taşıyordu. Res me ve heykele de yansıyan bir devinimdi bu. Os man Hamdi, Leonarda da Vinci’nin, “Ancak çıp lak insan vücudunu anlayan, onu karakteristik özelikleriyle kavrayan, oranlarını doğru saptayabilen ressam, evrenselliğe ulaşabilir” sözünü bir çok defa duymuştu. Ama Sanayi-i Nefise’de giyi nik modellerin poz vermesi sorunu aşılamamıştı daha. Müslüman bir ülkede çıplak bedenin tabu olduğu aşikârdı. Erkek öğrencilerin karşısında çıplak bir kadının durması birçok tartışmayı da beraberinde getirirdi. Kız öğrencilerin akademi ye girmeleri ve çıplak erkek modellerle çalışma ları ise henüz kimsenin hayalinde bile canlandı rm ayacağı bir durumdu. Osman Hamdi çıplaklı ğı okulundan uzak tutmak zorundaydı. Ama giyi310
nik modellere kapıyı daha fazla açması gerektiği ni anladı. O yaz Eskihisar’da bol bol portre çizdi. Model olarak çevresinde gördüğü ilginç yüz hatlarına sahip insanları kullanıyordu. Köyün balıkçısı İs mail Ağa da kurtulamadı Osman Hamdi’nin elin den. Haftada birkaç kez balık aldığı yaşlı adama. “Bana poz verir misin?” diye sormuştu bir gün. İsmail Ağa, İstanbullu beyin kendisinden ne is tendiğini anlayamadı ilk başta. “Nasıl bir iştir o?” diye sordu. “Yarın bize gelip birkaç saat bahçede otura caksın. Ben de sana bakıp resmini çizeceğim." “Niye ki o Beyim? Ne yapacaksın benim resmi mi?" Osman Hamdi güldü. “Senin işin nasıl balık tutmaksa, benim işim de insanları çizmektir.” dedi. Ertesi sabah İsmail Ağa balığa çıkmayıp söyle nildiği yere geldi. Kırmızı fesinin üzerine mavi bir tülbent sarmıştı. Ak sakallarıyla masallardan çık ma bir dedeye benziyordu. Tam da Osman Ham di’nin aradığı Doğulu ihtiyar imgesiydi. İsmail Ağa hiç susmadan geçmişten bahsederken Os man Hamdi de adamın karşısına oturmuş çalışı yordu. Yaşlı balıkçı Naile Hanım’m pişirdiği kura biyelerden tadıp limonatasını içti. Bu arada res samın defteri eskizlerle dolup taştı... ***
311
İstanbul’a döndükten sonra uyku sorunu çek meye başlamıştı. Geceleri bir sağa bir sola dönü yor, saatler geçiyor ama bir türlü dalıp gidemi yordu. Sabaha karşı gözleri kapansa bile kısa sü re sonra sıçrayarak uyanıyordu. Rüyasında Bağ dat çöllerinde Midhat Paşa ile at koşturduğunu görüyordu. Hayriye ile sokakta yürüyordu bazen. Gerçi kızını yürürken hiç görmemişti. Nerede ol duklarını da anlayamıyordu. Ne İstanbul’a benzi yordu etraf, ne Viyana’ya, ne de Paris’e. Bazen de hazırlık okulundan hocası Berbert çıkıyordu kar şısına. Berbert, İbrahim Edhem Paşa’nın yanına gelmiş, oğlunuz sizin gibi çalışkan değil maalesef, diye şikâyette bulunuyordu. İşte o anda kan ter içinde uyanıyordu Osman Hamdi. Naile Hanım kocası için uyku verici çaylar ha zırlıyor. lavanta kolonyası damlattığı mendillerle alındaki terleri siliyordu. Ama ne yaparsa yapsın hiçbiri kocasının sıkıntısına deva olmuyordu. Os man Hamdi çoğu zaman Kuruçeşme’deki yalının salonunda sabahlıyordu. Havanın güzel olduğu akşamlarda ise üstüne ince bir battaniye alıp bahçede bekliyordu güneşin doğmasını. Bir gece, “Mutlu musun?" diye sordu Naile Hanım’a. Kadıncağız şaşırmıştı. “O nasıl soru Hamdi,” dedi. “Hem nereden çık tı şimdi bu?” Osman Hamdi karısının dediklerini duymamış gibiydi. 312
“Mutlu musun?” diye tekrarladı sorusunu. “Elbette," dedi Naile Hanım. “Hiç pişman oldun mu Viyana’daki okulunu bı rakıp benimle İstanbul’a geldiğine?” Naile Hanım bir süre sustu. Sonra da, “Bir gün bile pişman olmadım,” dedi kocasına sarılarak. Osman Hamdi rahatlamış gibiydi. O gece ça bucak uykuya daldı. Naile Hanım sabah gözünü açtığında yatakta kendisini yalnız başına buldu. Kocasının gene kâbuslar gördüğünü düşündü. Güneş doğmadan kalkıp gitmiş olmalıydı yanın dan. Hava yağmurluydu. Osman Hamdi salondaki divana kıvrılmış uyuyor olmalıydı. Ses çıkarma dan indi merdivenleri. Aşağıda kimsecikler yoktu. Meraklandı. Tekrar yukarı çıktı. Atölyenin aralık kapısından istemsizce içeri baktı. Osman Hamdi devasa bir tuvalin karşısına geçmiş çalışıyordu. Üstelik yeni bir resme başlamıştı. İşler yoluna gir miş demekti bu. Osman Hamdi zaman zaman hayatında daha fazlasını yapabileceğini düşünüyordu. İnsan öm rü neden bu kadar kısa diye soruyordu kendi ken dine. Şu dünyada hiçbir şey başaramamıştı işte. Bazen de tepeden tırnağa kendi çabalarıyla var ettiği müze ve akademiyle gurur duyuyor, kendi sini çok özel hissediyordu. Kararsızdı. Bazen tüm tablolarını beğeniyor, bazen de içinden hepsini Boğaz’m derinliklerine fırlatıp atmak geliyordu. Arzu ettiği kadar büyük bir ressam olamadığı dü313
şüncesini çıkartıp atamıyordu kafasından. Oysa ne hayalleri vardı gençken. Paris solanlarının en aranılan ressamı olmayı düşlemişti hep. Paris’te başaran tüm dünyada başarmış demekti. Ama ol mamıştı işte. Yeterli değildi daha doğrusu. Öldük ten sonra olacaklarsa ilgilendirmiyordu onu. Yeni resmine kafasını boşaltmak için başladı, iki metre yirmi üç santim boyundaki tabloda be lirginleşmeye başlayan ana figür yine kendisiydi. Ama bu sefer daha bir yaşlanmıştı sanki. Sakalla rı ağarmıştı. Vücudu öne doğru eğilmiş, kamburu açıkça ortaya çıkmıştı. Üzerine kırmızı bir elbise giymişti ve başına da bir yemeni sarmıştı. Yerde ise uslu uslu kendilerine verilen otları yiyen kap lumbağalar göze çarpıyordu. Yaşlı adam elinde kaplumbağaların eğitiminde kullanılan bir ney tu tuyordu. Boynunda ise gerektiğinde kaplumbağa ları cezalandırmasına yardımcı olacak tahta bir sopa asılıydı. Hem bir baba şefkati vardı adamın yüzünde, hem de gaddar bir öğretmenin bakışı. Gözünü kaplumbağalara umutsuzca diktiği de söylenebilirdi, geleceği umutla beklediği de. Ama ne olursa olsun yaşlı eğiticinin işi zordu. Çünkü o ağırkanlı hayvanların öğrenmeye hevesli olma dıkları apaçık ortadaydı. Kaplumbağaların bazısı ona sırtını dönüp uzaklara gitmeye başlamıştı bi le. Başlarında dikilen adamın sabırlı olmaktan başka bir çaresi yoktu. Osman Hamdi, yeni tablo sunda adeta kendi hayat hikâyesini özetlemişti. Batılılaştırmaya çalıştırdığı muhafazakâr bir top314
lumda eğitici rolü oynamak gerçekten de iğneyle kuyu kazmaya benziyordu. Tablo bittiğinde Osman Hamdi başyapıtına baktığım hemen anladı. Sonuçtan hayli memnun du. Ama resmi görenler tabloda ne anlatıldığını anlamakta zorlanmışlardı. Birbirlerine kaplumba ğa terbiyecisi diye eski bir mesleğin olup olmadı ğını soruyorlardı. En okumuş yazmışlar bile böy le bir meslekten söz edildiğini hiç duymamışlar dı. Nerede çalışırlardı bu adamlar? Sirklerde mi? Yoksa saray bahçesinde mi? Kimse bilmiyordu. Osman Hamdi de hayatı boyunca kimsenin bilme diği meslekler yapmıştı. Ressam olmuştu en baş ta. Sonra müze müdürü. Bir arkeolog. Ardından da güzel sanatlar akademisi müdürü. Onun kaplumbağa terbiyecisinden bir farkı yoktu aslında! Tabloyu bitirdikten sonra uyku sorunu kendi liğinden iyileşti. “Kaplumbağa Terbiyecisi”, Paris ve Berlin galerilerine doğru yol alırken geceler kâbus olmaktan çıkmıştı. Usta ressam yatağına girdiği gibi uykuya dalıyordu. Bu duruma en çok Naile Hanım sevinmişti doğrusu. Hamdi Bey ailesi yaz mevsimini her zaman ol duğu gibi Eskihisar’da geçirdi. Evin nüfusu gitgi de kalabalıklaşıyordu. Çocuklar, yeğenler, torun lar, hepsi Eskihisar’daydı. Bazen evin içinde kaç tane çocuk olduğunu hesaplayamıyordu Osman Hamdi. Birinin adını söylüyordu ama genelde yanlış oluyordu bu. Doğru ismi tutturmak için üç 315
beş deneme yapması gerekiyordu. Bu arada aile ye bir de gelin katılmıştı. Edhem kısa bir süre ön ce Abdülhamid döneminin Paris büyükelçisi Salih Münir Paşa'nın kızı Kamuran Hanım’la evlenmiş ti. Osman Hamdi geliniyle vakit geçirmekten keyif alıyordu. Onu kızı gibi sevmişti. O yaz evin bahçesiyle de yakından ilgilendi. Toprakla uğraşmak en az resim yapmak kadar ra hatlatıyordu onu. Bahçeyi rengârenk güllerle do nattı. Yıllar önce kendi elleriyle diktiği sarmaşık lar şimdi üst kat balkonlarını bile kaplamıştı. Ey lül başındaysa asmaların haşatını büyük bir zevk le topladı. Fırsat buldukça eline fırça almayı da ihmal etmiyordu. 0 yaz da kokana Despina diye takıldığı çamaşırcı kadını kestirmişti gözüne. Yaş lı kadını karşısına oturtup portesini yaptı. Despi na dişsiz olduğu belli olmasın diye saatlerce ağzı nı açmadan poz vermişti evin beyine. 1906 sonbaharı oldukça sıradan başladı. Os man Hamdi her zamanki gibi Kuruçeşme’ye uğra yan ilk vapura binip şehrin merkezine geliyor, ar dından Galata Rıhtımı’ndan Topkapı Sarayı’na doğru yirmi dakikalık bir yürüyüşle işine varıyor du. Havanın soğuk olduğu günler Naile Hanım’m tembihine uyarak bir araba kiralıyordu. Her sefe rinde, müze ve akademi arasında mekik dokuya rak geçireceği koca bir gün onu bekliyor oluyor du. Sonra yorgun argın akşam vapuruna binip tekrar evine dönüyordu. Birçok akranın aksine 316
yaşlandıkça kilo almamıştı. Vücudu hâlâ dinç gö rünüyordu. Ama kendisine bile itiraf etmese de günlük hayatın temposu onu bir süredir zorlama ya başlamıştı. Yürürken dik durmaya gayret etse de bedeni ondan habersiz hafifçe öne doğru eğili yordu. Adımları yavaşlamıştı. Kazı alanlarında tü nellerin içine giren, bir sıçrayışta taşların üstüne çıkan ve tonlarca ağırlığındaki lahitlerin altına eli ni sokan o genç adam değildi artık. Naile Hanım, “Kaç yaşında olduğunu unutuyorsun Hamdi,” diye çıkışıyordu kocasına. Ama Osman Hamdi bildiğini okumaya devam ediyordu. Emekli olmak onun kişiliğine aykırıydı. Son nefesini vermedikçe durup dinlenmesine im kân olmadığını anlamıştı. Müzeye geldiği bir eylül sabahı kendisi için yollanmış mektup ve telgrafla rı aldı hademeden. Zarfların üzerinde Berlin Mü zesi, Vinderberg Üniversitesi, Alman Kraliyet Ar keoloji Enstitüsü ve Fransız Arkeoloji Enstitüsü gibi birçok kurumun isimi vardı. Aynı hafta içeri sinde bu kadar farklı yerden mektup ve telgraf al masını garipsemişti. “Hayırdır inşallah," diye söylendi. Hemen eline mektup bıçağını alıp zarfların ağızlarını yırtmaya başladı. Tüm mektuplarda, müzecilikteki yirmi beşinci yılı dolayısıyla kaleme alınmış tebrik mesajları vardı. Osman Hamdi mü ze müdürü olarak atanmasının üzerinden yirmi beş yıl geçtiğini okuduğu kutlama mesajları saye sinde fark etmişti. İlk iş günü aynanın karşısına 317
geçip, “Directeur du Musee Imperial de Constan tinople Osman Hamdi Bey" diye kendi kendine fı sıldadığı sabahın üzerinden bunca yılın geçtiğine bir türlü inanamıyordu. Birkaç güne kalmadan müzeye nişanlar, madalyalar ve takdirnameler yağmaya başladı. Yerli ve yabancı basın, Müze Müdürü Osman Hamdı Bey hakkında övgü dolu haberler yayınlıyordu. Müze çalışanları da yirmi beş adet mumla süsledikleri büyük bir pastayı müdürlerinin odasında kesmişlerdi. Osman Hamdi kendisine kutlama mesajı gön deren ve çeşitli nişanlarla ödüllendiren müzelere, üniversitelere ve enstitülere mektuplar yazarak teşekkür etti. Gösterilen ilgiyi teveccühle karşıla mıştı. Geleceği tasarlamaya çalışan biri olarak geçmişte takılıp kalmak ona göre değildi. Kafasın da daha birçok proje vardı. Keşke yirmi beş yıl daha müze ve akademi müdürü olarak kalabilsem, diye düşündü. Bir hesap yaptı hemen. Bu hayalin gerçeğe dönüşmesi için doksan yaşına kadar elden ayaktan düşmeden yaşaması gereki yordu. Kendi kendine gülerken müzedeki odası nın kapısı çalındı ve içeri iki davetsiz konuk girdi. Adamlar kendilerini saray görevlileri olarak tanıt tı. Ama hal ve tavırlarından padişahın dört bir ta rafta gözü kulağı haline gelen hafiyelerinden ol dukları anlaşılıyordu. Bu hafiyeler kim bilir kaç bin kişiyi sudan sebeplerden dolayı jurnallemişlerdi gizli teşkilata. Kim bilir kimlerin hayatı zehir olmuştu onların yüzünden. 318
Osman Hamdi karşısındaki adamlara, “Sebebi ziyaretinizi öğrenebilir miyim?" diye sordu. Sesi, öğrencilerini azarlar gibi çıkmıştı. Adamlardan daha iriyarı olanı izin almadan Os man Hamdi'nin karşısına oturdu ve, “Bu aralar yurtdışına çok mektup yollamışsı nız," dedi. “Bunun nedenini öğrenmeye geldik" Osman Hamdi şaşırmıştı. Sinir bozucu bir du rumdu. Gülsün mü, kızsın mı bilemedi. “Müze müdürlüğü görevimin yirmi beşinci yılı münasebetiyle bana saygılarını sunan kişilere te şekkür mesajları yolladım,” dedi. “Bunu niye me rak ettiğinizi de hiç anlamadım doğrusu.” Ayaktaki adam ciddi bir edayla araya girdi: “Mektuplaşmalar arkadaşlarımızın dikkatini çekmiş. Berlin’e, Viyana’ya, özellikle de Paris’e onlarca mektup yollamışsınız. Saygı değer efendi miz Zat-ı Şahane hakkında sürekli olarak komplo ların hazırlandığı bu günlerde daha dikkatli olma nızı beklerdik. Yabancılara fazla güven olmaz, bi liyorsunuz.” Osman Hamdi elini sert bir şekilde masasına vurduktan sonra, “Benim işim politika yapmak değil,” dedi. “Ben bu müzenin ve yanındaki okulun müdürüyüm. Başka söyleyeceğiniz yoksa lütfen odamdan çı kın.” Adamlar müdür beyi başlarıyla selamladıktan sonra gözden kayboldu. Ama tehditkâr bakışla rındaki sinsi gülümsemeleri içerde bırakmışlardı. 319
ne yerleştirilmiş devasa tabloda, yaşlı bir silah satıcısından kılıç beğenen genç bir müşteri betimlenmişti. Resimdeki yaşlı satıcı her zamanki gibi yine kendisiydi. Ayakta durup elindeki kılıcı yay gibi tutan genç ise tıpatıp oğlu Edhem’e ben ziyordu. Ahmed İhsan Osman Hamdi’den birkaç değişik poz daha vermesini rica etti. Osman Hamdi çevik bir hareketle, yanı başındaki iskemleye bir ata biner gibi oturdu. Kollarını iskemlenin sır tına bir güzel yerleştirdikten sonra, “Hazırım," diye seslendi. Fotoğrafçı genç bu güzel pozu kaçırmamak için ayaklı makinesini hemen iskemlenin karşına yer leştirdi. Ahmed İhsan çok kıymetli fotoğraflar çek tiğini daha o anda anlamıştı. OsmanlI’nın bu de ğerli kültür adamının hâlâ dimdik ayakta olduğunu tüm Serveti Fünun okuyucularına kanıtlayacaktı. Sonra hep beraber atölyenin yanındaki üst kat salonuna geçildi. Beşe on beş metre büyüklüğün de, modern koltuklarla döşenmiş ve geniş camla rı olan bir odaydı bu. Pencerelerden içeriye do lan muhteşem Boğaz manzarası eşliğinde sohbet başladı. Osman Hamdi Bey neredeyse tüm haya tını anlattı o gün Ahmed İhsan’a. Kazı alanlarında yaşadığı ilginç olaylardan bahsetti uzun uzun. Sonra resim sanatından konuştu. Dede olmaya bi le geldi laf. Mutluydu... Birkaç ay sonra oğlu Edhem’in gözetiminde in şa edilen yeni müze binası tamamlandı ve ana bi322
nanın depolarında bekleyen eserler yeni salonla ra taşınmaya başlandı. Müdür bey açılış için sa bırsızlanıyordu. Vallaury’yi yirmi yıl önce nasıl da kolundan tutup götürdüğünü hatırladı Ağla yan Kadınlar Lahdi’nin yanma. Lahdin üzerindeki antik tapınak kabartmasını göstermişti ona ve “Buna benzer bir bina çok yakışır doğrusu,” de mişti. Vallaury de hiç düşünmeden yapabilirim, diye karşılık vermişti. Şimdi o binanın güney ve kuzey cepheleri iki büyük kanatla birleştirilmişti. İmparatorluk Müzesi, Sanayi-i Nefise ve Çinili Köşk’ü kollarıyla kucaklayan koca bir “u” şeklini almıştı. İlk günden beri hayalini kurduğu devasa müze binasına kavuşmak üzereydi artık. Ama açı lışa sadece birkaç gün kalmışken heyecanını göl geleyen bir haber aldı. Şeker Ahmed Paşa hayatı nı kaybetmişti. Osman Hamdi şaşkınlık içinde, “Nasıl olmuş bu?" diye sordu. Haberi getiren müze görevlisi, “Paşa kalp krizi geçirmiş efendim," dedi. Osman Hamdi kendisinden sadece bir yaş bü yük arkadaşı için çok üzüldü. Ama açılış günü bir yanına yardımcısı ve kardeşi Halil’i, diğer yanınaysa mimar oğlu Edhem’i alıp konuklarını ağırla dı. Oldukça gururluydu. Müze yıllar içinde hem dış cephesiyle, hem de sahip olduğu tarihi eser lerle devamlı büyüyen canlı bir organizma gibi serpilmişti. Üçüncü bölümün açılmasıyla nere deyse on bin metrekarelik bir teşhir alanına kavu şulmuştu. Dünyanın en hızlı genişleyen müzesi 323
olduğu şüphe götürmezdi. Sümer, Asur, Hitit, Yu nan, Roma, Bizans ve Selçuklu eserleri vardı için de. Osman Hamdi göreve geldiği ilk günlerde ha yal ettiği gibi, yaşadığı coğrafyanın kültür moza iğini ayrım yapmaksızın taşımıştı müzesine. Üste lik sergilenen eserlerin hepsi imparatorluğun kendi topraklarından bulunup getirilmişti. Avru pa müzelerinde olduğu gibi dünyanın dört bir ta rafından şaibeli yollarla elde edilmiş eserler yok tu İstanbul’da. Osman Hamdi bahçeye çıkıp hayran hayran ya rattığı manzaraya baktı. Kafasından neler geçtiğini kimse bilmiyordu. Bu bakışı bir tek Naile Hanım ta nıyabilirdi. Kocası ne zaman içine sine sine bir tab lo bitirse, karşısına geçip böyle bakardı işte! Siyaset uzun zamandır Osman Hamdi’nin ha yatından çıkmış gibiydi. Babası İbrahim Edhem Paşa’nın hayatını kaybetmesi mi, yoksa Midhat Paşa’nın başına gelenler mi onu böyle yapmıştı bilemiyordu. Belki de herkes gibi onun da elini kolunu bağlamıştı Abdülhamid’in kasvetli iktida rı. Yıllardır memleketin üzerine öyle bir sis taba kası çökmüştü ki, insanlar alacakaranlıkta yaşa mayı kanıksamışlardı. Ama hiç beklenmedik bir anda bulutlar dağılmaya başladı. Yıllar süren bas kıcı yönetimine karşı gelenler seslerini artık iyice yükseltiyorlardı. Öğrenciler de durumdan hiç memnun değildi. Harbiye ve tıbbiye içten içe kay nıyordu. İmparatorluğun Avrupa’daki toprakla324
rında görev yapan subayların Abdülhamid’e olan karşıtlığınıysa bilmeyen yoktu. Özellikle Sela nik’te güçlü bir şekilde örgütlenen İttihat ve Te rakki Cemiyeti’nin bir devrim peşinde olduğu apaçık ortadaydı. 1908 yılının Temmuz ayında ka rışıklık isyan boyutuna sıçradı. Enver Bey liderli ğindeki isyancılar önce dağlara çıkmışı sonra Se lanik ve Manastır’m yönetimini ele geçirmişlerdi. Talepleri çok açıktı. Meşrutiyet’i geri istiyorlardı. Bazılar» isyancıların bir avuç genç subay oldu ğunu ve ciddiye alınmamaları gerektiğini söylese de, Abdülhamid işin aslının öyle olmadığını çok tan anlamıştı. İsyan payitahttan kilometrelerce uzaktaydı ama başkaldıran birliklerin İstanbul’a yürümeyeceğini kimse garanti edemezdi. Üstelik padişahın bölgeye gönderdiği güvenilir adamı Şemsi Paşa isyancılar tarafından öldürülmüştü. Selanik ve Manastır’da artık monarşinin yaptırım gücü kalmamış gibiydi. Sultan hiç istemese de ikinci defa Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kaldı. Abdülhamid Yıldız Sarayı’ndaki kabul odasında, “Suların akışını geri çevirmek mümkün olmuyor. Artık yaşlandım ve yoruldum," dedikten sonra Meşrutiyetin ilanı mazbatasını imzaladı. Ardın dan da Ahmed Midhat Efendi’nin romanlarından birini eline alarak odasına çekildi. Otuz yıldır unutturulmaya çalışılan anayasa nın 24 Temmuz’da tekrardan yürürlüğe girdiği açıklandı. O akşam Balkanlar’da başlayan kutla malar dalga dalga imparatorluğun her yanına ya325
yıldı. Selanik, Edirne, İstanbul, İzmir, Kudüs, her yer ayaktaydı. Sokaklarda özgürlük kutlanıyordu. Bir günde milyonlarca insanın kaderi değişmişti. Siyasi mahkûmlara demir kapılar ardına kadar açılmış, sürgündeki aydınlar affedilmiş ve yurtdışına çıkış yasakları kaldırılmıştı. Gazeteler uzun yıllardır ilk defa o sabah provalarını sansür kuru luna göndermeden çıkmıştı. Basın, kendi özgürlü ğünü kendisi ilan etmişti. Artık kimse Osman Hamdi'nin kapısını çalıp onu tehdit edemeyecek ti. Çünkü hafiyelik teşkilatı kaldırılmıştı. Bundan böyle hiç kimse keyfi olarak tutuklanamayacaktı. Artık Osmanlı topraklarında yaşayan herkes dini ne, konuştuğu dile ve mensup olduğu millete ba kılmaksızın eşit vatandaşlar olarak kabul edile cekti. Kısacası istibdat devri bitmişti. Osman Hamdi de ülkenin bütün okuyup yazmışları gibi sevinç içindeydi. Kalabalığın arasına karışıp Pera’daki kutlamalara katıldı. Her yerde bayraklar dalgalanıyordu. Caddelerdeki izdihamın ortasın da kalan faytonlar güç bela ilerleyebiliyordu. So kak satıcıları Meşrutiyet kahramanlarının resim lerinin basılı olduğu fes etiketleri, posterler, kart postallar ve kolluklar satıyordu. Midhat Paşa ve Namık Kemal’i de kimse unutmamıştı. Ama günün kahramanı hiç kuşku yok ki, henüz yirmi yedi ya şında olan Enver Bey’di. Fransız Ihtilali’nin felse fesini özetleyen hürriyet, uhuvvet ve müsavat sloganı ağızlarından düşmüyordu. Bir dördüncü kelime de eklenmişti bu slogana. Adalet! Ne kadar 326
da güzel bir gündü. Bando marşlar çalıyordu. Boğaz’dan bir aşağı bir yukarı gidip gelen sandallar bayraklarla, fenerlerle süslenmişti. Osman Hamdi bir devrimin bayrama dönüştüğü ana tanıklık et menin keyfini çıkarttı. Yeni bir çağa girildiğini ilk olarak o gün hisset mişti! Torunlarının nasıl bir ülkede büyüyeceğini merak ederdi hep. Birkaç hafta öncesine kadar karamsardı. Ama şimdi her şey değişmişti. Meş rutiyet, OsmanlI’ya yapılmış bir suni teneffüstü. İmparatorluk yaşamaya devam edecekse şüphe siz 1908 devrimi sayesinde olacaktı bu mucize. Osman Hamdi de umutlanmıştı. Ama kim bilir ge leceğin keyfini o kaç yıl çıkarabilecekti? Çevresin dekilere, “Tanzimat’tan üç yıl sonra doğdum. Bakalım Meşrutiyetken kaç yıl sonra öleceğim," diye takı lıyordu. Naile Hanım da hemen, “Ağzından yel alsın Hamdi,” diyordu. Bu arada yeni yönetim Maarif Nazırlığı görevi ni önermişti ona. Kuşkusuz onur verici bir teklifti bu. Ama müdür bey fazla düşünmeden affını iste di. Ömrünün kalan kısmını da müze ve akademi siyle ilgilenerek geçirmek istiyordu. Herkes anla yışla karşıladı kararını. Ülke yeni yıla anayasa ve meclisle girdi. Yapı lan seçimlerde yirmi beş yaşından büyük erkek327
ler oy kullanmışlardı. Abdülhamid yıllar önce ka pattığı meclislin ilk oturumunu locasından sessiz ce izledi. Türk, Kürt, Rum, Ermeni, Yahudi, Bul gar, Arnavut, Arap ve Sırp mebuslardan oluşan meclis’e bakarken padişahın ne hissettiğini tah min etmek zor değildi. Otoritesini milletle paylaş mak zorunda kaldığı için sıkıntılı olduğu belliydi. Artık imparatorluk topraklarında yaşayan onca insana tebaası gözüyle bakamayacaktı. Bu arada Osman Hamdi Meşrutiyet yönetiminin kültür ve sanat alanına da özgürlük getireceğine yürekten inanarak, hürriyet kahramanı olarak ünlenen En ver Bey’in bir portresini yaptı. O özgürlük atmosferinde tıpkı gençlik yılların daki gibi tiyatroyla da yakından ilgilenmeye baş ladı. Abdülhamid'in baskı ve sansür uygulamaları nedeniyle tiyatro sanatı yıllardır taş kesilmişti adeta. Şimdi onu tekrardan canlandırma zama nıydı. Osman Hamdi yazar arkadaşı Recaizade Ekrem Bey’le beraber Sahne-i Osmaniye isimli bir kumpanya kurdu. Halid Ziya’nın kaleme aldığı bir piyesle perde açmayı düşünüyorlardı. Shakespeare oyunları da repertuara alınmıştı. Bunca yılın ardından tekrar tiyatroyla ilgilene ceği için çok heyecanlıydı ve yeni piyesler kaleme almak için sabırsızlanıyordu. Ama hâlâ Meşruti yetin coşkusunu taşıyan şehirde birkaç hafta sonra sokağa bile çıkılamayacağını kimse bile mezdi. 1909 yılının nisan ayında başlayan siyasi çalkantılar sosyal hayatı tamamen durdurduğu gi328
bi Sahne-i Osmaniye’nin perde açmasına da izin vermedi. 6 Nisan günü İttihat ve Terakki’ye karşı yazılarıyla tanınan gazeteci Haşan Fehmi, Galata Köprüsü üzerinde öldürüldü. Sokak ortasında bir gazetecinin vurulması inanılacak şey değildi. İn sanlar şoke olmuştu. Abdülhamid döneminde bile hiç yaşanmamıştı böylesi bir cinayet. Birçok kişi gibi Osman Hamdi’nin de kafasında soru işaretle ri belirmişti. Günlerce sokaklara çıkıp kutladıkları Meşrutiyet'in getirdiği özgürlük hani, neredeydi? Ertesi gün Haşan Fehmi’nin cenazesine katılanlar Sirkeci’den Divanyolu Caddesi’ne kadar uzanan bir insan seli oluşturdu. Gazetecinin naaşı Sultan Mahmud Türbesi’nin bahçesine defnedilirken herkesin isteği katilin bir an önce yakalanmasıydı. Cenazeden sonra ortalık sakinleşir gi bi oldu. Ama çok geçmeden tuhaf bir hareketlilik başladı şehrin eski mahallerinde. Şeriat propa gandası yapan bazı gazetelerin yayınlarından et kilenen ve yeşil bayraklar taşıyan sarıklı cüppeli birtakım adamlar yanlarına işsiz güçsüzleri de ka tıp etrafta dolaşmaya başlamışlardı. Sayıları bi raz kalabalıklaşınca daha merkezi semtlere doğru ilerleyip şeriat isteriz diye bağırıyorlardı. Ardın dan da ortaya çıktıkları gibi aniden kayboluyor lardı. Osman Hamdi de bir iki sefer şahit olmuştu bu çapulcu takımının yaygaralarına. Yeni Cami’nin önünde gördüğü kalabalığın ne dediğine şöyle bir bakmış, ardından da ciddiye alınacak bir durum olmadığına kanaat getirmişti. 329
Ama 13 Nisan sabahı durum değişti. Osman 4amdi her zamanki gibi vapurdan inmiş müzeye doğru hızlı adımlarla yürüyordu ki, etrafındaki in sanların kendisinden de hızlı yürüdüğünü fark et li. Üstelik herkes aynı tarafa ilerliyordu. Sultanahnet Meydam’na doğru bir akın vardı sanki. Osnan Hamdi yürümeye devam etti. Neler oluyordu icaba? Meraklanmıştı. Köprünün üzerindeyken ark ettiği uğultuya kulak kabarttı. Şehir hep bir ığızdan homurdanıyor gibiydi. Hayırdır inşallah, diye söylendi kendi kendine. Sirkeci’ye ulaştığın daysa kalabalığın yeşil bayraklar taşıdığını gördü. Jeriat isteriz diye bağıran o birkaç düzine insan lasıl olmuştu da bir gecede binlerce taraftar bulnuştu böyle? Gözlerine inanamadı. Meydana doğru yaklaşan kalabalıkta saflar sıklaşıyor, ümuz omuza yürüyen insanların adımları korkuucu bir şekilde birbiriyle uyumlu hale geliyordu. Dsman Hamdi iyice endişelendi. Her zaman oldu ğu gibi ilk olarak müzesi geldi aklına. Ya bu kont•olden çıkmış güruh oraya doğru yönelirse ne alacaktı? Onlara kim dur diyebilirdi? Koşar adım jlaştı kendi dünyasına. Bahçe, meydanda toplannış insanların bağrışlarıyla inliyordu. Kalabalığın lep bir ağızdan haykırdığı sloganları ve tekbir seslerini net bir şekilde duyuyordu artık. “Neler oluyor?” diye sordu hemen yardımcılaına. “Efendim, mollalar ve medrese öğrencileri gösteri yapıyor. Bir yığın insan da onlara destek 330
veriyor. Bir de askerler var aralarında. Dün gece erler ve çavuşlar ayaklanmış." Osman Hamdi duyduklarına inanamamıştı. Haşan Fehmi’nin öldürülmesi, sonra şeriat isteriz diye ortaya çıkan insanlar, şimdi de meydanlara dökülen askerler... Ne gibi bir bağ vardı tüm bu olup bitenin arasında? Kafası karmakarışık ol muştu. “Askerler kime karşı ayaklanmış ki?” diye sor du. “Zabitlerine karşı efendim. Dün gece Taşkışla’da mühim hadiseler olmuş. Alaylı askerler mekteplilere karşı isyan başlatmış ve erat yöneti mi ele geçirmiş. Sabah da birkaç gündür şehirde dolaşıp şeriat isteriz diye bağıran başıbozuk kala balıkla birleşip meydanı doldurmuşlar.” “Subayları nerede peki bu askerlerin?” “Vurulanlar olduğu söyleniyor. Bazısı da canı nı zor kurtarıp kenti terk etmiş. Biliyorsunuz su bayların çoğu İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne bağ lıdır. Kalabalık az önce İttihatçılara ölüm diye ba ğırdı." Osman Hamdi ne yapacağını düşünmeye baş lamıştı. Sağ eliyle sakallarını sıvazlıyordu ki bir si lah patladı. Ardından onu yalnız bırakmak istemezcesine bir dizi silah ateşlendi. Müdür bey ve yardımcıları hemen müze binasının içine koştu. “Tüm kapıları kapatın,” diye emretti Osman Hamdi. “Müzeye bugün hiç kimseyi sokmayın. Sanayi-i Nefise öğrencilerine de söyleyin okul tatil 331
îdildi. Kalabalığa karışmadan ara yollardan ilerle nip doğru evlerine gitsinler.” Kargaşa gün boyu sürdü. Sultanahmet Meydaıı’nda askeri ve dini kıyafetler birbirine karışma ca devam ediyordu. Silah sesleriyse gitgide artı yordu. Yeni düzenin tüm Müslümanları Hıristiyan yapmak için uğraştığını söyleyen ve kalabalığın »fkesini daha da büyüten konuşmalar yapılıyorlu meydanda. Koskoca şehirde isyancıları zaptuap altına alacak hiçbir kolluk kuvveti kalmamış rtık. Müdahale edilmemesi isyancıların güvenini rtıyordu. Adliye Nazırı Nazım Paşa, İttihatçı olluğu bilinen Meclis Reisi Ahmed Rıza Bey’e benetilip meydanda linç edildi. Mebuslardan da lenlerin olduğu söyleniyordu. Osman Hamdi birkaç gün önce gördüğü o çaulcu takımının nasıl olup da böylesine büyük bir yaklanma başlatabildiğim hâlâ anlayamamıştı, ok geçmeden sadrazamın ve kabinenin istifa etği haberi geldi. Zaten meclis binası isyancı aserlerin işgali altındaydı. Ama isyancılar yatışaak gibi gözükmüyordu. Meclis başkanı dahil birok kişinin sürgüne gönderilmesini, şeriat kanuııırının bir an önce uygulamaya sokulmasını ve /aklanmaya katılanların cezalandırılmayacaklana dair güvence verilmesini istiyorlardı. Abdülamid akşama doğru isyancıları affettiğini bildi;n bir ferman yayınladı. Kalabalık meydanı boıltırken gün boyu kaç kişinin öldüğünü kimse îstiremiyordu. 332
O gece ve sonraki günlerde de sokaklardaki vandallık devam etti. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne destek veren gazeteler tahrip ediliyor, mey haneler basılıp içki içenler yaka paça dışarı atılı yor, etrafta tek tük görünen kadınlar şeriata uy gun giyinmemişlerse yollarından çevrilip tartak lanıyordu. Sokaklar gündüzleri bile boştu. Esnaf kepenk açmıyor, kimse çocuğunu okula yollamı yordu. Öldürülen subayların cesetleriyse günler ce olduğu yerde kalıyordu. Bunları yapan kalaba lık Yıldız Sarayı’na gidip padişaha bağlılık yemini etmekten de geri durmamıştı. Osman Hamdi o günleri bütün ailesiyle beraber Kuruçeşme’deki yalısında geçirdi. Kimsenin İstanbul’a inmesine izin vermiyordu. Pencereden dışarı bakmak bile tehlikeli olabilirdi. Şehirde patlayan silahların yankısı yalıya kadar gelmese de, Boğaz rüzgârıyla uzaklara taşman garip bir uğultu işitilebiliyordu gece sessizliğinde. Olanlar bir başlangıçtı. Herkes İstanbul’un da ha fazlasına gebe olduğunu seziyordu. Bazıları padişahın fırsattan istifade edip bütün İttihatçıla rı yok edeceğini söylüyordu. Kimileriyse Abdülhamid’in sonunun geldiğine inanıyordu. Meşruti y eti savunan ve İttihatçıların kontrolündeki 3. Ordu’nun Selanik’ten İstanbul’a doğru ilerlediği haberi başkent sokaklarını iyice karıştırdı. Ayak lanmayı bastırmakla görevli orduya Serez, Gümülcine, Üsküp ve Manastır’dan katılımlar olu yordu. İstanbul’daysa birileri isyanın hâlâ sürdü333
günü göstermek için gece gündüz demeden silah patlatmaya devam ediyordu. Bir iç savaşın çıkması bile muhtemeldi artık. İsyanın başlaması üzerinden tam on gün geç mişti ki 3. Ordu’nun Yeşilköy önlerine ulaştığı ha beri duyuldu. Osman Hamdi o gece kardeşi Halil ve oğlu Edhem ile birlikte geç saatlere kadar uyu madı. “Ne garip, 93 Harbi sırasında Ruslar Yeşil köy’deydi,” dedi. “Rahmedli babam ile beraber neler çekmiştik o günlerde. Şimdi şehre girmek için bir Osmanlı ordusu bekliyor aynı yerde. Ama yine herkes çok endişeli." Halil 93 Harbi sırasında yurtdışında olduğu için o günleri Osman Hamdi gibi yakından bilmi yordu. Kendinden emin bir sesle, “Merak etme ağabey,” dedi. “3. Ordu bir iki gün içerisinde İstanbul’un kontrolünü ele alacak. Binlerce gönüllü yazılmış orduya. Hepsi de Meşrutiyet’e yürekten bağlı askerler.” Aslında Osman Hamdi de bu fikirdeydi. Ama /ine de ertesi gün olabilecekler için endişelenme den edemiyordu: “Eğer isyancılar Selanik’ten gelen orduya direıirse bunun adı iç savaş olur. İç savaş beterin beeridir. Paris’te, Amerikan İç Savaşı’na bizzat ka ilmiş gençlerle tanışmıştım. Onlardan dinlediğim ıikâyeler gerçekten de korkunçtu. Kardeş kardei vurmuş orada. Paris Komünü sırasında da Yansız ordusu Fransız halkına karşı namlu çevir334
memiş miydi? Umarım benzer olaylar yarın İstan bul’da yaşanmaz." Kuruçeşme’deki yalıda ışıklar sabaha karşı söndüğü sırada 3. Ordu dört koldan İstanbul’a girmek için ilerlemeye başlamıştı bile. Özellikle Harbiye, Beyoğlu. Kurtuluş ve Feriköy bölgelerin de sokak çatışmaları yaşandı. İsyancı askerler kışlalarını savunmaya kararlı gözüküyordu. Taşkışla, Taksim, Maçka ve Selimiye kışlalarında di reniş saatlerce sürdü. Ama 3. Ordu’nun sayısal üstünlüğü kısa zamanda kendisini hissettirdi. İs tanbul’un tamamıyla ele geçirilmesi yine de akşa mı buldu. Yıldız Sarayı’ndaki askerler padişahın isteği üzerine direniş göstermemişlerdi. Ülke kanlı bir iç savaşın eşiğinden kıl payı dön müştü. Askerin desteğini iyice arkasına alan İttihatçı lar birkaç gün sonra tüm bu olup bitenden padi şahın sorumlu olduğunu açıkladılar. Artık herkes II. Abdülhamid’in köşeye sıkıştığını anlamıştı. Ve nihayet beklenen oldu! Heyet-i Mebusan Padişah’ın tahtan indirilmesine karar verdi. Haberi halkın temsilcilerinden oluşan bir grup iletmişti sultana. Milletin iradesi, otuz üç yıllık iktidarı bir çırpıda devirmişti işte! Osman Hamdi’nin ilk defa Paris’te gördüğü o genç şehzade, Midhat Paşa sa yesinde tahta çıkan, sonra paşayı sürgüne yolla yan o kurnaz padişah, İbrahim Edhem Paşa’yı sadrazam yapan, sonra onu eve kapatan o hesap 335
adamı sultan yoktu artık. 3. Ordu’nun geldiği ye re, Selanik’e sürgüne yollanmıştı. Yeni padişah Mehmed Reşad oldu. Anayasada yapılan değişiklikler sayesinde Sultan Reşad, Os manlI tarihinin en yetkisiz padişahı durumuna düşürüldü. Padişah bundan böyle nazırlarını bile kendisi seçemeyecekti. Bu arada ayaklanmanın elebaşıları Divan-ı Harp’te yargılanmış ve hemen ardından Eminönü’nde darağaçları kurulmuştu. Şehirdeki idam sahnelerini kanıksamış olan in sanlar havada sallanan cesetlere birkaç saniye bakıyorlar, sonra kafalarını çevirip işlerine güçle rine gidiyorlardı. Osman Hamdi ise yıllarca her sabah yürüdüğü yolun bu yeni manzarasına bir türlü alışamamıştı. Ta gençliğinde Bağdat’ta gör müştü asılan isyancıları ilk olarak. Ama İstan bul’un göbeğinde ipte sallanan beyaz çarşaflı in sanlarla karşılaşmayı oldukça yadırgamıştı. Gözucuyla bakıyordu teşhir edilen infaza. Ölülerin ayakları çıplaktı. Ama fesleri yana doğru bükül müş kafalarında kalmaya inatla devam ediyordu. Nasıl alışılabilirdi ki böylesi bir manzaraya? Ama hayat her zamanki gibi kaldığı yerden başlamak için sabırsızlanıyordu. Nisan ayı boyun ca Sanayi-i Nefise’de neredeyse hiç ders yapıla mamıştı. Osman Hamdi açığı kapatmak için hoca ve öğrencilerden var güçleriyle çalışmalarını iste di. Kendisi de her zamanki gibi işlerinin başına döndü. Mimarlık bölümünün ünlü hocası Vallaury bir süre önce istifa etmişti. Vallaury müdür 336
beyin kendisine yaptığı hocalık teklifine evet de diği andan başlayarak tam tamına yirmi altı yılını vermişti akademiye. Bir yandan da İstanbul’a mo dern bir çehre kazandırmıştı. Ve bir gün Osman Hamdi’nin karşısına geçip izin istedi. Artık dinlen me zamanıydı. Ama neyse ki Sanayi-i Nefise kendi mezunlarından hocalar yetiştirebilecek kadar de neyimli bir okul haline gelmişti. Osman Hamdi daha önceleri Londra Kraliyet Sanat Akademisi üyeliğine seçilmiş, Leibzig Üniversitesi’nden ise fahri felsefe doktoru ve sanat uzmanı payesi almıştı. Ama yine de 1909 yazında Ingiltere’den gelen bir haber onu oldukça sevin dirdi. Dünyanın en köklü eğitim kurulularından bir olan Oxford Üniversitesi Osman Hamdi Bey’e fahri doktora unvanı verdiğini açıklamıştı. Kalkıp İngiltere’ye gitti. Üniversitede görkemli bir tören düzenlendi kendisi için. Daha önce hiç bu kadar çok alkışlandığını hatırlamıyordu. Altmış yedi ya şında cüppe ve kep giyen Osman Hamdi unvanla rı arasına bir yenisini daha eklemiş oldu böylece. Tören elbiseleriyle fotoğrafçılara poz verirken yü zünde koca bir ömrün yorgunluğu okunuyordu. Paris kafeleri, akademi salonları, aşklar, evlilikler, Bağdat çölleri, Viyana valsleri, Nemrut’un tepesi, Sayda’nın mezar odaları, savaşlar barışlar, ölüm ler doğumlar, acılar sevinçler ve resimler... Bir ömür böyle geçip gitmişti işte. Sanayi-i Nefise’nin yeni öğrencileri Oxford Üniversitesi’nden doktora unvanı almış müdürle337
rini gördükleri zaman hemen etrafım çeviriyorlar dı. Osman Hamdi yeni yüzyılın gençleriyle anlaş makta zorlanmamıştı. Öğrenciler “Efendim şöyle bir hikâye duyduk, doğru mu?” diyerek lafa giri yor, ardından da heyecanlı heyecanlı anlatmaya başlıyorlardı. Osman Hamdi neredeyse her gün kendisi hakkında söylenen yeni bir öykü duyu yordu onlardan. “Siz 1873 Viyana Sergisi’ndeyken merdivenle pavyonun yukarısına çıkmış tamirat yapıyormuşsunuz. Tam o sırada Avusturya imparatoru ora dan geçiyormuş. Sizi görünce, ‘Hamdi Bey yukarı da ne teşhir ediyorsunuz?’ diye sormuş. Siz de, ‘Hayatımı majeste!’ demişsiniz." Osman Hamdi öğrencilerin anlattığı hikâyeyi duyunca bir kahkaha patlattı. Ardından da kuru kuru öksürmeye başladı. Son zamanlarda hep böyle oluyordu. Boğazını iyice temizledikten son ra vereceği cevabı merakla bekleyen öğrencileri ne doğru döndü ve, “Ne de güzel söylemişim!” dedi. Osman Hamdi yaşayan bir efsane olmuştu ar tık. Nakliye sırasında kendini Sayda lahitlerine zincirlediği ve Alman imparatoru müzeyi ziyarete geldiğinde beğendiği parçaları padişahtan isteme sin diye en kıymetli eserlerin üzerine örtü serdiği konuşuluyordu. Abdülhamid devrildi ama Osman Hamdi Bey ayakta kaldı, diyenler bile vardı. Kendisi hakkında söylenenleri tebessüm le karşılıyordu. Tırnaklarıyla kazıyarak var ettiği eş338
siz yaşantısının destansı bir hal almasından da gizli bir sevinç duymuyor değildi. O günlerde en küçük kızı Nazlı ve torunlarıyla vakit geçirmek ha yattaki en büyük eğlencesi olmuştu. Zaman za man onları panayırlara götürüyordu. Hareketli görüntüler âlemi denen yeni bir aletin gösterisi herkesin ilgisini çekmekteydi. Osman Hamdi de en az torunları kadar zevkle seyrediyordu perde ye peşisıra yansıtılan fotoğrafların hareket kazan masını. XX. yüzyılın büyük buluşların gerçekleşe ceği bir çağ olacağını anlamıştı. İnsanlık ilerliyor du. Bir süredir İstanbul sokaklarında dolaşan ve görenlerin panik içinde sağa sola kaçıştığı motor lu arabalar da yeniçağa damgasını vuracağa ben ziyordu. Ya elektrik denen mucizeye ne demeliy di? Avrupa başkentlerindeki evlerin bir düğmeye basıldığı zaman ışığa kavuştuğu yıllardır bilini yordu. Abdülhamid iktidarı elektriğin ülkeye gir mesini anlaşılmaz bir şekilde yasaklamıştı. Geç de olsa altyapı çalışmaları başlamıştı simdi. Bir kaç yıla kalmadan İstanbul da elektriğe kavuşa caktı. İlerleyen yıllarda kim bilir daha neler neler keşfedecekti bilim adamları. Ama Osman Hamdi bunlara tanık olamayacağını çok iyi biliyordu. 1910 yılına hasta olarak girdi. İngiltere yolcu luğu onu çok yıpratmıştı. Artık her gün müzeye gidemiyordu. Şubat ayında hastalığı iyiden iyiye onu yatağa bağladı. İstanbul’un en ünlü doktorla rı yalıya gelip Osman Hamdi’yi muayene ediyor du. Ama hiçbiri bir sonuca ulaşamadı. Naile Ha339
mm ister istemez İbrahim Edhem Paşa’nm son günlerini hatırlıyordu. Bir gece Osman Hamdi uy kusundan uyanıp uzun uzun karısına baktı. Zora ki bir tebessümün ardından da, “Beni Eskihisar’a gömün,” dedi. O anda Naile Hanım ağlamamak için kendini zor tuttu. Böyle bir durumda ne denebilirdi ki? Kafasını sallayarak kocasının isteğini yapacağını belirtti. 24 Şubat’ta beklenen oldu. Osman Hamdi Bey’in gözleri bir daha açılmamacasına kapandı. Kuruçeşme’deki yalıya büyük bir hüzün çökmüş tü. Kardeşi Halil, çocukları, torunları ve Naile Ha nım yitip giden o koca adam için gözyaşı dökü yordu. Ertesi sabah yerli ve yabancı basın haberi bütün dünyaya duyurdu. Fransız Akademisi’nin Naile Hanım’a gönderdiği telgrafta, “Güzel sanat ların gelişmesine canı gönülden hayatını vakfe den Hamdi Bey’in ölümünden dolayı fevkalade üzüntü duyan akademimiz, ailesine samimi tazi yelerini beyan eder” yazıyordu. Öğlen olmadan Şirketi Hayriye’nin özel olarak görevlendirdiği bir vapur Kuruçeşme İskelesi’ne yanaştı. Osman Hamdi’nin tabutu ailesi ve birkaç yakını tarafından vapura taşındı. Gemi ilk olarak Sirkeciye yanaştı. Kapkara bulutların ince yağ murlar bıraktığı çok soğuk bir gündü. Ama yine de iskelede büyük bir kalabalık toplanmıştı. Sanayi-i Nefise öğrencileri, yıllar içinde akademiden me zun olan sanatçılar, hocalar ve müze çalışanları müdürlerini karşıladı. Bir ressam olan Şehzade 340
Abdülmecid Efendi, şeyhülislam, nazırlar ve diğer üst düzey devlet yöneticileri hep oradaydı. Batılı laşmaya hoşgörüyle bakan tutumlarıyla dikkat çe ken Mevlevi dervişleri de törene katılmışlardı. Türkler kadar yabancılar da göze çarpıyordu kala balığın içinde. Büyükelçiler, diplomatlar, banka çalışanları, levantenler, azınlık temsilcileri... İs tanbul halkı, birbirlerine fötr şapkalarını ellerine alarak selam veren bu kadar takım elbiseli adamı daha önce hiç bir arada görmemişti. Herkes Os man Hamdi Bey’e karşı son görevini yerine getir mek için sessizce yürüyordu yağmurun altında. Kortej ağır adamlarla Ayasofya’ya doğru iler ledi. Öğrenciler tabutu kimseye bırakmıyorlardı. Cenaze namazının ardından Osman Hamdi Bey tekrar omuzlara alındı ve Topkapı Sarayı’nın bi rinci avlusundan geçirilip müzenin bahçesine ge tirildi. Son kez kendi elleriyle var ettiği kültür vahasındaydı. Müzenin merdivenlerinde konuşma lar yapıldı; methiyeler havada uçuştu. Ardından kortej yine ağır adamlarla Sirkeci’ye geldi. Osman Hamdi Bey’i taşıyan vapur iskeledeki kalabalığı düdüğüyle selamladıktan sonra Eskihisar’a doğru dümen kırdı.
341
Teşekkür
Mustafa Cezar’ın 1971 yılında yayınlandığı S a n a tta B atıya A çılış ve O sm a n H a m d i isimli kap samlı araştırması olmasaydı bu romanın çoğu ye ri kurgu olmak zorunda kalırdı. 90’lı yılların ba şında Mimar Sinan Üniversitesi’nde düzenlenen Osman Hamdi Bey sempozyumlarında sunulan bildiriler de çalışmamda yararlandığım temel kaynaklardandı. Prof. Dr. Edhem Eldem’in gün ışı ğına çıkardığı Osman Hamdi Bey ile İbrahim Ed hem Paşa arasında yazılmış kişisel mektuplarsa Osman Hamdi Bey’in iç dünyasını dair önemli ipuçları içeriyordu. Araştırmalarım sırasında ba na İstanbul Arkeoloji Müzeleri Kütüphanesinde çalışma olanağı sağlayan Havva Koç’a da ayrıca teşekkür etmek isterim.
342