Ege’nin Hazinesi Yazan:
Yasemin Akbaş
Resimleyen:
Sahir Erdinç
EGE’NİN HAZİNESİ Yazan: Yasemin Akbaş Resimleyen:Sahir Erdinç Koordinatör: Murat Küçükçakır Yayın Hakları: Özgün Zeytincilik A.Ş Ekim 2014 ÖZGÜN ZEYTİN ZEYTİNYAĞI A.Ş. Atatürk Bulvarı No:76/B Ayvalık Tel:0266 312 8056, Faks: 0266 331 3269 Basım Yeri: Printer Ofset Matbaacılık. 865 Sok. No:23/A Kemeraltı/İZMİR Baskı Tarihi:03/11/2014
Özgün Zeytincilik hediyesidir, ücretsizdir.
Ege’nin Hazinesi Yazan:
Yasemin Akbaş
Resimleyen:
Sahir Erdinç
! . . ü ü Ü Ürü üüü G
üneş henüz doğmamıştı. “ü-ürü üüüü” diye
ötüverdi şakacı bir horoz. Ama bu kadarı bile Ege’yi uyandırmaya yetmişti. Yatağından fırlayıp pencereye koştu. Köyün ardındaki dağlar alacakaranlıkta daha da büyük görünüyordu. Uykulu deniz, sabah rüzgarıyla nazlı nazlı ürperiyordu. Köy yolunu çevreleyen zeytinliklerin mis gibi kokusunu içine çekti Ege. ‘Günaydın heyecan!’ dedi neşeyle. Öyle ya, o gün okula başlayacaktı. Okul önlüğü ve çantası hazırdı. Çarçabuk elini, yüzünü yıkayıp giyindi. Boynuna annesinin kolaladığı bembeyaz yakasını, saçına da kurdelasını taktı. İşte, okula hazırdı artık!
E
ge, annesi ve babasıyla birlikte köyün hemen ötesindeki
tepede, tek kollu, eski bir değirmende oturuyordu. Rüzgar kuvvetle üfürdüğünde kol yerinden hafifçe oynar, gıcırdayarak bir sağa bir sola salınmaya başlardı. ‘Tek kollu cengaver türküye başladı gene’, derdi babası. Annesiyle babası becerikli ve çalışkan insanlardı. Babası bahçıvandı, hasat zamanı gelince de zeytinliklerde çalışırdı. Boş vakitlerinde çok güzel ağaç ve çiçek desenleri çizerdi. Ama kazandıklarıyla ancak geçinebildiklerinden, renkli boyalara ve fırçalara ayıracak paraları yoktu. Bu yüzden o da yalnızca çizmekle yetiniyordu. Gören herkes bayılırdı babasının çizdiklerine. Annesi ise ev ve bahçe işlerinden arta kalan vaktinde incecik ipliklerle, akıl almaz güzellikte dantel örtüler örerdi. Her haftabaşı köyde kurulan pazara giderler, bu resimleri ve dantelleri satarlardı gelen turistlere. Böylece ceplerine üç-beş kuruş daha girmiş olurdu.
O
nca işin arasında bile, Ege’nin hayallerini dinlemekten, sonu gelmez
sorularına yanıt vermekten usanmazlardı. Babası Ege’ye daha okula gitmeden öğretmişti okumayı. Cin gibi akıllı bir kızdı Ege. Bir cümleyi baştan sona hatasız okuduğunda, babası saçlarını okşar, ‘Aferin sana! Tıpkı annene çekmişsin, onu gibi akıllısın,’ derdi. Ege bu sözlerle gururlanır, yanakları kızarırdı. Çantasını sırtlayıp aceleyle aşağıya indi. Annesiyle babası çoktan kalkıp, köy pazarına gitmişlerdi bile. Kahvaltısı her zamanki gibi mutfak masasının üzerinde kendisini bekliyordu: Bir bardak süt ve bir dilim ekmeğin arasında beş zeytin tanesi. İri ve düzgün harflerle yazılmış bir de not vardı yanında. Babasının yazısını hemen tanıdı Ege, heceleyerek okudu:
‘Sü-tü-nü-iç,
ek-me-ği-ni, zey-ti-ni-ni-ye. O-kul-da-ba-şa-rı-lar.’
N
e kadar düşünceliydi babası! Özenli yazısını parmağının ucuyla
okşadı. Sütünü bir çırpıda içti, ‘ekmekle zeytinleri yanıma alır, yolda yerim’, diye düşündü. Aceleyle fırladı evden. Güneş henüz doğmuştu, sabah rüzgarı zeyinlikleri tatlı tatlı hışırdatıyordu. Aklında bin bir soruyla yürüyordu Ege. Acaba öğretmeni nasıl biriydi? Sınıfında kaç kişi vardı? Öğretmen tahtaya yazı yazmasını isteyecek miydi? Resim dersinde boya kalemi verecekler miydi? Bu sonuncu soru yüzünün asılmasına neden oldu. Çünkü o da babası gibi resim çizmeyi çok seviyor, ama boya kalemleri olmadığından bir türlü renklendiremiyordu.
D
üşünceler içinde yürürken zeytinliklere gelmiş, köy yolunu yarılamıştı bile.
Cebinden ekmeğini çıkardı, ilk zeytin tanesini tam ısıracaktı ki hop!... O da ne?! Tıpkı bir topaç gibi dönerek dans eden biri fırladı karşısına. Delice Kadındı bu. Sanki birden bire gökten inivermişti! Bir yandan fırıl fırıl dönüyor, bir yandan da sözlerini kimsenin anlamadığı türküsünü söylüyordu.
‘Çiti çiti çanga, pari pimpo, şiri miri tempo, hoop tila kayga!’
S
alkım saçak ördüğü uzun saçlarını, renkli kurdelalarla, çiçeklerle süslemişti yine.
Rengarenk entarisinin etekleri, döndükçe bir yelpaze gibi açılıyordu. Delice Kadın’ın nereden geldiğini, kim olduğunu ya da nerede yaşadığını kimse bilmezdi. Ormandan topladığı otları gözlerden ırak bir yerlerde kaynatır, ezer, karıştırır türlü türlü ilaçlar, merhemler yapardı. Köyde kim hastalansa ya da yaralansa hemen yardımına koşar, iyileştirirdi.
H
atta bir keresinde Ege ağaçtan düştüğünde, bacağındaki yarayı tuhaf kokulu
merhemiyle çabucak iyileştirmişti. Babasının dediği gibi ‘Biraz çatlak, ama iyi yürekli’ biriydi. ‘Günaydınlar olsun Egecik!’ dedi kadın dansını bitirince. ‘Sana da günaydın Delice Kadın!’ diye yanıtladı Ege. Sonra da ekledi: ‘Sana boşuna Delice Kadın dememişler.’ Kadın kaşlarını hafifçe çatarak, ‘Niyeymiş o?’ diye sordu. ‘Çünkü böyle döne döne dansederken tıpkı delice ağacına benziyorsun da ondan’, diye yanıtladı Ege gülerek. Ormanlarda kendi kendine yetişen yabani zeytin ağaçlarına o yörede ‘delice’ denirdi. Bakılıp, budanmadıkları için dalları salkım saçak her yöne uzar savrulur, verdiği zeytin de pek bereketli olmazdı. ‘Bak sen, ne çok şey bilirmiş Ege hanımcık!’ diye söylendi Delice Kadın önce, ama sonra o da gülmeye başladı. Kahkahası bile deliceydi.
D
erken aniden durdu ve ‘Ayyy içim ezildi birden, zeytinlerini ver de yiyeyim’, dedi.
Ege mahzun gözlerle ekmeğinin arasındaki zeytinlere baktı. ‘Şey…’ dedi, ‘ama o benim kahvaltım’. ‘Sen ekmeği yersin, zeytinleri de ben’, dedi kadın ısrarla. ‘Olsun,’ diye düşündü Ege, ‘ben süt içtim nasıl olsa, bugün de ekmeğimi zeytinsiz yiyiveririm, olur biter.’ Zeytinleri kadına uzattı. ‘Sen iyi yürekli bir çocuksun’, dedi kadın, ‘karşılığında ben de sana bir şey vermek isterim.’ Zeytinleri aceleyle entarisinin cebine tıkıştırıp bohçasında bir şeyler aranmaya koyuldu. ‘Hah!’ dedi sonunda, ‘İşte buldum!’ Elinde, avuç içi büyüklüğünde, minik, beyaz bir bez parçası tutuyordu. Ege’ye uzattı bezi, ‘Al bunu,’ dedi, ‘bir dilek tut ve üzerine adını yaz. İlerde, dönemecin hemen ardında çok yaşlı bir zeytin ağacı göreceksin, bezi götürüp ağacın kovuğuna bırak.’ Ege bez parçasına dikkatle baktı. Bir yüzünde hiç anlamadığı iki kelime yazıyordu. ‘eleia
zaitum’. Diğer yüzü boştu.
‘’Adını yazmasını biliyorsun, değil mi?’ diye sordu kadın. ‘Tabii ki biliyorum,’ dedi Ege, gururla ‘başka şeyler de yazabiliyorum.’ ‘Aferin sana!’ dedi kadın gülümseyerek, ‘Daha ne bekliyorsun? Yapıver dediklerimi! Yap ki gerçekleşsin dileğin.’ Sonra o tuhaf dansına başladı yine, patikada fırıl fırıl dönerek uzaklaştı, gözden kayboldu.
‘Çiti çiti çanga, pari pimpo, şiri miri tempo’
E
ge yalnız kalmıştı yine. Elindeki bez parçasına baktı ve ‘Neden olmasın?’ diye
düşündü. Hızlı adımlarla ilerledi. Dönemeci geçince gördü ağacı, patikanın hemen yamacındaydı. Hayret! Nasıl olmuş da onu daha önce hiç görmemişti? Ağaca iyice yaklaştı. Zeytinlikteki diğer ağaçlardan uzakta, tek başına duruyordu. Kalın gövdesi kıvrımlarla, tuhaf şekilli yumrularla ve yarıklarla buruş buruş olmuştu. ‘Çok yaşlı olmalı’ diye düşündü Ege. Fazla dalı yoktu, olanlar da başına buyruk bir halde sağa sola uzanıyordu. Gövdesinin ortasında gerçekten de kadının söylediği gibi ağıza benzeyen bir kovuk vardı. ‘Bir delice bu’, dedi Ege, ‘bakımsızlıktan ne hale gelmiş zavallı. Ötekilerden uzakta olduğu için onu unutmuşlar herhalde.’ Az ötedeki ağaçların yaprakları sabah esintisiyle tatlı tatlı hışırdarken, yaşlı ağacın tek bir yaprağı bile kıpırdamıyordu. ‘Uyuyor galiba’, dedi Ege ağacı uyandırmaktan korkarak alçak sesle, ‘çok yorgun olmalı.’
D
erken kadının söyledikleri geldi aklına. Gözlerini kapattı ve usulca fısıldadı dileğini:
‘Çok büyük bir hazine istiyorum, öyle büyük olsun ki onunla babama dünyanın bütün boya kalemlerini ve fırçalarını alabileyim.’ Sonra da bez parçasını çarçabuk çantasının üzerine yaydı, boş yüzüne özenle adını yazdı:
EGE
B
ezi dikkatle katladı ve ağacın kovuğuna bıraktı. Peki şimdi ne olacaktı? Ağaç,
kovuğuna bir bez parçası bıraktığını hissetmiş miydi acaba? Peki ya okuma bilmiyorsa nasıl anlayacaktı kim olduğunu? Peki diyelim ki, okumayı biliyordu, sahiden de gerçekleştirecek miydi dileğini? Yoksa Delice Kadın zeytinlerini almak için mi uydurmuştu tüm bunları? Aklında bu sorularla biraz bekledi. Eğilip kovuğun içine bir kez daha baktı. Orada bıraktığı gibi duruyordu bez parçası. ‘En iyisi gitmek’, dedi, ‘yoksa okula geç kalacağım. Akşamüstü dönerken tekrar bakarım.’ Öyle ya, daha ilk günden okula geç kalmayı kim isterdi ki?!
Ç
antasını sırtına geçirip tam yola koyulmak üzereydi ki tepesinde bir kanat sesi duydu.
Aa! O da ne? Şimdiye kadar hiç ama hiç görmediği rengarenk bir kuş hızla ağaca doğru süzülüp simsiyah, sivri gagasıyla kovuktaki bez parçasını kapıvermesin mi?! ‘Dur!’ diye bağırdı Ege, ‘alma onu, o bana ait!’ Kuş hiç oralı olmadı bile, yaşlı ağacın üzerinde nazlı nazlı dönerek bir tur attı, derken alçalıp ağacın en alttaki dallarından birine kondu. Gökkuşağı renklerindeydi tüyleri. Başının üzerinde morlu-kırmızılı bir ibiği vardı. Kanatları parlak yeşil, gövdesi altın sarısı, uzunca kuyruğu ise kıpkırmızıydı. Minik, koyu gözleri fıldır fıldır dönüyordu yuvalarında. Hayretle kuşa baktı Ege, ‘Sen de nereden çıktın?’ diye sordu. Kuş hiç kıpırdamadan bakıyordu Ege’ye, korkmadığı belliydi. Derken gagasındaki bezi yavaşça kanadının altına kaydırdı ve cırlak bir sesle, ‘Kimsem kimim, sana ne bundan?’ diye bağırdı. Ayyyy! Ege’nin korkudan ödü kopmuştu. ‘Ama… ama…nasıl olur?’ dedi kekeleyerek, ‘sen konuşuyorsun? ’ ‘Hıh!’ dedi kuş bilmiş bir tavırla, ‘Ne yani, daha önce hiç konuşan bir kuş görmedin mi?’
Ah, evet!’ diye yanıtladı Ege heyecanla, ‘Ama sadece resmini gördüm. Babam göstermişti bir kitapta. Evet, hatırladım. Sen papağan kuşusun!’ Renkli kuş bozulmuştu bu sözlere. Gözlerini kısarak kibirle gagasını büktü, ‘Pöh!’ dedi, ‘Papağanmış! Yalnızca ezberlediği birkaç kelimeyi tekrar edebilen o zavallı kuştan bahsetme bana! Akrabam bile sayılmaz, ama sizin gibi cahiller bizi hep karıştırırlar nedense!’ ‘Kusura bakma, bilmiyordum. Peki senin adın ne?’ diye sordu Ege. Tuhaf kuş tüylerini kabarttı önce, sonra kurumla ibiğini dikleştirdi, ‘Çetrefil kuşu derler bana, hiç duymadın mı cahil kız?’ dedi. Ege utanmıştı, kızararak önüne baktı. ‘Ben daha okula bugün başlıyorum, o yüzden bilmiyorum adını,’ dedi. Ama yine de sormaktan kendini alamadı, ‘Çetrefil ne demek peki?’ Kuş çalımla kuyruğunu savurdu önce, sonra da bilgiç bir tavırla, ‘Karışık, anlaşılması güç olan şey,’ demektir dedi. ‘Peki sen öyle misin?’ diye sordu Ege.
Kuş gagasını tıkırdatarak kıkır kıkır güldü. ‘Hay sen çok yaşa küçük kız! Ben değilim karışık olan, sorduğum bilmecelerdir’, dedi. Ege’nin aklına, tuttuğu dilek geldi birden, ‘Aman çetrefil kuşu, ne olur o bezi bana geri ver, yoksa dileğim gerçekleşmeyecek,’ diye yalvardı. ‘Bir şartla!’ diye yanıtladı kuş ukalaca. ‘Eğer şimdi soracağım bilmeceye doğru cevap verirsen, emanetini geri alırsın.’ ‘Neymiş o?’ diye sordu Ege, meraklanmıştı. ‘Dinlersen, anlarsın!’ dedi kuş bilmiş bir tavırla. Ege bilmeceleri çok severdi, annesi ona sık sık kendi çocukluğundan hatırladığı bilmeceleri sorar, Ege de çoğunu bilirdi. Kuş düşünceli düşünceli ibiğini bir sağa, bir sola yatırdı, kuyruğunu silkeledi ve sordu:
‘Mini minnacıktır gövdem, silkelenmeyi hiç sevmem, tenim yumuşak, içim serttir, gözyaşım altın, varlığım berekettir.’ Ardından da, ‘Bil bakalım nedir bu, nedir bu?’ diyerek zıp zıp zıplamaya başladı.
E
ge kuşun sözlerini çarçabuk içinden tekrarladı. Şöyle bir düşündü, derken gözleri
sevinçle parladı, ‘Bunu bilmeyecek ne var: Zeytin, tabii ki!’ diye yapıştırdı cevabı. ‘Dışı yumuşak, çekirdeği sert, gözyaşım dediği de yağı elbette!’ Süklüm püklüm yana sarkan ibiğine bakılırsa, kuş belli ki bozulmuştu bu cevaba. ‘Hıh!’ dedi umursamaz bir tavırla, ‘Bildin! Ama en kolayını sormuştum zaten.’ Kanadının altından dilek bezini çıkarıp gagasıyla Ege’ye uzattı. ‘Al, hayrını gör,’ dedi. Ama o da ne? Bezin iki yanı da bomboştu. Ne o anlamadığı tuhaf sözler vardı üzerinde ne de özene bezene yazdığı kendi adı. ‘Ne yaptın dileğime?’ diye haykırdı Ege, ‘Neden silinmiş yazılar?’ Kuş büyük bir çalımla kanatlarını açarak havalandı, ‘Korkma!’ diye bağırdı cırlak sesiyle, ‘Yazılar silindiyse yaşlı ağaç onları çoktan okumuş demektir. İnanmazsan git de kendisine sor.’ ‘İyi ama’ dedi Ege, ‘ağaçlar konuşmaz ki!’ ‘Okuyabiliyorsa, neden konuşamasın, ah akılsız kız!’ diye bir kahkaha koyuverdi kuş, sonra da kanatlarını çırparak hızla uzaklaştı.
E
gecik elinde boş bez parçasıyla bir başına öylece kalakalmıştı. Yaşlı zeytin ağacına
baktı merakla. Uyanmış mıydı acaba? Çetrefil kuşunun dediği gibi adını okumuş muydu? Dileğini biliyor muydu? Gerçekten kuş gibi o da konuşabiliyor muydu? Aklında bu sorularla orada öylece dikilirken hafif bir çıtırtıyla irkildi. O da ne? Yaşlı zeytin ağacı derin uykusundan uyanıyordu. Yorgun ve çatlak kabuğunu çatırdatarak ağır ağır araladı gözlerini. Ardından dallarını göğe doğru uzatıp uzun uzun gerindi. Derken, kovuğunu açıp büzerek uzun uzun esnedi. Sonra da dallarını ve yapraklarını titreterek silkelendi. Tamamen uyanmıştı artık. Ciddi ve her şeyi gören gözleriyle pür dikkat Ege’ye bakıyordu şimdi. ‘Günaydın Ege!’ dedi. Sesi uzaklardan gelen bir iniltiye benziyordu. ‘Günaydın!’ diye karşılık verdi Ege, ‘Adımı nereden biliyorsun?’
Y
aşlı ağaç, kabuğunu kırıştırarak gülümsedi, ‘Nasıl bilmem?’ dedi, ‘O minik bez
parçasından uykumun derinliklerine sızdı adın, yaşlı hafızamı, hatıralarımı tazeledi.’ Derin derin içini çekti ve ‘Ege!’ diye tekrarladı. ‘Masmavi, serin suları, inci gibi adaları, dantel kıyıları, yemyeşil sıradağları…. Bilmez olur muyum hiç? Burası atalarımın yurdu… Ege! Binlerce yılın hatırasından süzülüp isim olmuş sana,’ dedi. Sonra birden duraksadı, ‘Yoksa bunu bilmiyor muydun?’ diye sordu. ‘Hiç bilmez olur muyum, annem söyledi, bizim denizimizin adı,’ diye açıkladı Ege hemen, ‘babam da haritada gösterdi yerini!’ Ve ekledi: ‘Kabuğuna bakılırsa çok yaşlı olmalısın. Kaç yaşındasın acaba?’ ‘Ahhh…’ diye gıcırtıyla inledi ağaç, ‘o kadar uzun zaman oldu ki, hatırlamıyorum bile!’
A
‘
dımı okuduğuna göre, bezin üzerindeki diğer kelimeleri de okumuş olmalısın. O
kelimelerin anlamı nedir?’ diye sordu Ege. ‘Ah, evet’ dedi ağaç, ‘zamanımızdan binlerce yıl öncesine ait kelimeler onlar. Çok eski uygarlıklarda zeytin ve zeytinyağı o isimlerle anılırdı. Biliyor musun, bugün konuşulan pek çok dilde zeytinin ve zeytinyağının adı o sözcüklerden gelir,’ diye açıkladı bilgece. ‘Keşke ben de senin kadar bilgili olsaydım,’ dedi Ege hayıflanarak. ‘Daha çok gençsin,’ dedi ağaç, ‘ama üzülme, yaş aldıkça öğreneceksin. Hiçbir şey öğrenmeyeceksek, yaşlanmanın ne anlamı var, öyle değil mi?’ Ege ağacın bu anlamlı sözlerini çok beğenmişti. Sevinçle gülümsedi ve ‘bu kadar bilgili olduğuna göre, ne dilediğimi de biliyorsun herhalde,’ dedi.
‘Biz ağaçlar’ diye söze başladı ağaç, ‘uyuduğumuz zamanlarda bile sesleri, söylenenleri duyarız. Dileğini duydum elbette.’ Ege bunu duyduğuna sevinmişti. ‘Peki, dileğimi gerçekleştirecek misin? Çok büyük bir hazinem olacak mı?’ diye sordu merakla. ‘Biliyorum, bugün okula başlıyorsun,’ diye yanıtladı ağaç, ‘okula başlayan çocuklara bir hediye vermek adettir. Ben de sana bir hediye verecek, dileğini gerçekleştireceğim.’ ‘Sahi mi?’ dedi Ege, sevinçle, kalbi küt küt atıyordu. ‘Elbette,’ dedi ağaç, ‘ hazinene kavuşmak istiyorsan, kulaklarını aç ve beni iyi dinle.’ Ege iyice meraklanmıştı. Tüm dikkatini ağacın sözlerine vererek dinlemeye başladı. Dalgın bakışlarını uzaklara çevirdi ağaç, derin derin içini çekerek başladı söze:
B
‘
undan binlerce yıl önce, bu topraklarda çok başka insanlar yaşardı. Dilleri, giyinişleri,
evleri, adetleri, herşeyleri çok farklıydı. Şu gördüğün yemyeşil dağların tepelerinden buz gibi dereler akar, o suları içtikçe, güzelim zeytinleri yedikçe insanların ömrü uzardı. Zeytinin ve yağının cana can kattığını daha o zamandan bilirler, çok değer verirlerdi. En büyük servetleriydi zeytin ağaçları. Her bahar toprağı güzelce sürer, iyice havalandırırlardı. İneklerin, koyunların, keçilerin dışkılarını gübre yapar, daha iyi, daha çok ürün alabilmek için toprağı bu gübreyle beslerlerdi. Kimi yazlar pek yağmur yağmaz, kurak geçerdi. O vakit toprağı sulamak gerekirdi. Senin anlayacağın, yıl boyu arı gibi çalışır dururlardı. Derken güz ayları gelir, zeytinler irileşir, olgunlaşırdı. Ekim ayında başlarlardı hasada. Önce yiyecekleri zeytinleri toplarlardı, ardından da yağlık zeytinleri. Ama bu, dikkat ve titizlik isteyen, zahmetli bir işti. Çünkü dallarını kırmadan, genç filizleri örselemeden yapmak gerekiyordu. Biliyor musun? O zamanlar zeytin ağacından tek bir dal koparmanın bile ağır cezası vardı.’
K
‘
eşke şimdi de olsa,’ diye hayıflandı Ege, ‘çünkü köyde kötü kalpli bir çocuk var, sapan
yapmak için ağaçların dallarını kırıyor hep.’ ‘Hımmm….’ dedi yaşlı ağaç düşünceli bir ifadeyle, ‘onu bu huyundan vazgeçirmenin mutlaka bir yolu olmalı.’ ‘Ben hep söylüyorum ama beni dinlemiyor,’ dedi Ege üzgün bir sesle. Ege’nin üzüldüğünü gören ağaç hemen araya girdi, ‘Eminim bunu ona anlatmanın bir yolunu bulacaksın, çok akıllı ve iyi yürekli bir çocuksun sen,’ dedi. Ege çok sevinmişti ağacın bu sözlerine, yüzü tekrar aydınlandı. ‘Peki,’ dedi, ‘o eski zamanlarda buralarda yaşayan insanlar, onlarda mı kahvaltılarında zeytin yiyorlarmış?’ Gülümsedi yaşlı ağaç, ‘Yalnız onlar mı? Daha başkaları da vardı. Çok daha aşağılarda, bizim denizimizle, Ege Denizi ile birleşen, bir deniz daha var. Onun adını da biliyor musun?’ diye sordu.
E
ge bir an düşündü, sonra heyecanla, ‘Tabii ya,’ dedi, ‘Akdeniz! Babam onu da
göstermişti haritada ama o bizimkinden çok daha büyük,’ diye ekledi bilgiç bir tavırla. Ağaç çok memnun olmuştu bu cevaba, ‘Gördün mü bak,’ dedi, ‘senin de bildiğin güzel şeyler var.’ Sonra yeniden anlatmaya başladı: ‘İşte, dediğim gibi, binlerce yıl önce, Akdeniz’in doğu kıyısında yaşayan insanlar da zeytin yetiştirir, yağını çıkarırlardı. Hatta dedemin dedesinin dedesinin dediğine göre, zeytin ağacını sulayıp besleyerek meyve elde etmeyi başaran, zeytinini sıkarak ilk kez yağını çıkaran da onlarmış. Kendilerine yettiği kadarını tüketir, kalanını da başka diyarlara satarlarmış. Derken bu gelenek yıllar boyunca yayılmış Akdeniz’in, Ege’nin tüm kıyılarına, adalarına. Tabii, o zamanlar şimdiki gibi otomobiller, uçaklar, trenler, dev gemiler yokmuş. Bir yerden başka bir yere gitmek haftalar, hatta aylar sürermiş. Bu uzun yolculukta sıcaktan bozulup, küflenmesinler diye zeytinleri tuzlayıp iri çuvallara koyarlarmış. Yağını da, içi sırlı, kocaman küplere doldururlarmış. Sonra da bunları katırlarla, develerle ya da yelkenli gemilerle başka ülkelere götürür, satarlarmış. Ama yağ çıkarmak için şimdiki gibi makineleri, koskocaman fabrikaları da yokmuş elbet.’ ‘İyi ama,’ diye araya girdi Ege merakla, ‘O zaman nasıl çıkarıyorlarmış yağını? Elleriyle mi sıkıyorlarmış?’ Bilge ağaç onun bu saflığına güldü, ‘Hiç olur mu? Güç yetmez buna. O zamanlar kocaman taşlar kullanırlarmış. Onları oyar, yontar büyük kazanlar ve iri tekerlekler yaparlarmış. Ağaçlardan topladıkları zeytinleri bu kazanın içine doldurur, taş tekerlekleri üzerinde çevirerek ezerlermiş. ‘A a!’ diye araya girdi Ege, ‘annemin bir taş havanı var, içinde sarımsak dövüyoruz, onun gibi bir şey mi?’
‘Evet,’ dedi ağaç, ‘ama onun çok daha büyüğü elbette.’ Sonra da devam etti: ‘Sonra zeytinleri çuvallara doldurur, iki iri taşın arasında bir kez daha ezerlermiş. Sızan yağ ve su, alttaki taşın oluğundan akıp başka bir kazanda birikirmiş. Suyun içindeki yağ damlacıkları, sudan daha hafif olduğu için yukarı doğru yükselir, yüzeyde birikirmiş. İnsanlar da yüzeyde biriken yağı iri kepçelerle kolayca toplar, bir başka kaba aktarırlarmış. Makineler olmadan, sırf kol gücüyle, binbir emekle çalıştıklarından, zeytinyağı az bulunan, çok daha değerli bir besinmiş o vakitler. Hele bu yörenin yağı öyle lezizmiş ki, her hasattan sonra küplere doldurulur, develerle saraya yollanırmış. Padişahların yemekleri hep bu yörenin yağlarıyla pişermiş.’ Ege, ‘Babam köyden büyük tenekeyle getiriyor yağımızı, sonra annemle birlikte koyu yeşil, cam şişelere doldurup ağzını sıkıca kapatıyorlar. Serin kilerimizde saklıyoruz onları,’ dedi. ‘Doğrusu da bu,’ dedi ağaç, ‘çünkü zeytinyağı hayatımız için çok önemlidir. Büyük, büyük, büyük dedelerimin dediği gibi sağlık verir, ömrü uzatır, cana can katar. Bir kez tadına bakan, bir daha doyamaz lezzetine. Ancak serinlikte korunmalı, gölgede saklanmalıdır; çünkü güneş ışığını hiç sevmez, hemen bozuluverir.’
G
üneş sözcüğünü duyunca birden kendine geldi Ege. ‘Eyvah!’ dedi, ‘Güneş yükselmiş
bile. Okula geç kalıyorum!’ ‘Üzülme,’ dedi ağaç, ‘köy fazla uzak değil, koşarsan yetişirsin. Hem ilk günden öğretmeninin kızacağını hiç sanmam!’ ‘O kadar güzel anlatıyordun ki, vaktin nasıl geçtiğini fark etmedim bile,’ diye karşılık verdi Ege. Sonra birden aklına geldi: ‘Peki, hazineme ne zaman kavuşacağım acaba?’ Ağaç bilgece bir gülümsemeyle, ‘Kavuştun bile,’ dedi. ‘Sakın bu anlattıklarımı unutma. Çünkü bilgi, en kıymetli hazinedir, yeter ki paylaşmasını, yararlanmasını bil.’ Ağacın ne demek istediğini anlamıştı Ege. Gözleri parıldayarak, ‘Çok teşekkür ederim,’ dedi, ‘anlattıklarını asla unutmayacağım.’
S
onra çantasını sırtlayıp hızlı adımlarla yola koyuldu. Çok geçmeden okula ulaşmıştı bile.
Koşa koşa üzerinde ‘1.sınıf’ yazan kapıya gitti. Annesinin tembihlediği gibi kapıyı tıklattı önce. İçerden öğretmenin ‘Girin!’ diyen sesini duyunca açıp girdi. Güler yüzlü bir kadındı öğretmeni. Boş sıralardan birine oturmasını söyledi. Kendisi gibi on-onbeş çocuk daha vardı sınıfta. Defterlerini ve kalemlerini sıraların üzerine koymuş, öğretmenlerinin söze başlamasını bekliyorlardı sessizce. Öğretmen ‘Bugün okulda ilk gününüz,’ diye başladı, ‘o yüzden ilk saatte ders yapmayacağız. Ama sizlerden bir şey isteyeceğim.’ Çocuklar meraklanmıştı. Acaba ne isteyecekti öğretmenleri? ‘Şimdi herkes sırayla yazı tahtasını önüne gelecek, önce adını söyleyip kendini tanıtacak. Sonra da en iyi bildiği bir konuyu anlatacak,’ dedi.
S
ınıftan hafif bir uğultu yükseldi. Çocuklar biraz telaşlanmıştı doğrusu. ‘Ne anlatacağız?’
‘Nasıl anlatacağız?’ diye birbirlerine soruyorlardı. Öğretmen sakin bir sesle devam etti: ‘Korkmayın!’ dedi, ‘hakkında bilgi sahibi olduğunuz bir şey elbette vardır. Bu bir oyuncak da olabilir, bir insan da. İster annenizi, babanızı ya da kardeşinizi anlatın, isterseniz kağıttan nasıl gemi yapıldığını. Bu size kalmış. Şimdi herkes sessizce düşünüp karar versin,’ dedi. Ege şaşkındı: ‘Acaba babamın resimlerini mi anlatsam? Yoksa oturduğumuz değirmeni mi? Bahçemizi mi anlatsam acaba?’ diye düşünüp duruyor, ama bir türlü karar veremiyordu. O sırada öğretmen, ‘Bildiğini en güzel kimin anlattığına hep birlikte karar vereceğiz. Kazanana sonunda güzel bir hediyem olacak,’ dedi. Hediye sözünü duyunca sınıfı büyük bir heyecan dalgası sardı, uğultu tekrar yükseldi. Öğretmenin çabalarıyla sınıf yatışınca teker teker tahtaya çıkıp anlatmaya başladılar. Sıra Ege’ye geldiğinde hala karar verememişti. Çekingen adımlarla tahtanın önüne geldi. Sınıf derin bir sessizlik içinde söze başlamasını bekliyordu. Ege umutsuzca sınıfın penceresinden dışarı baktı. Ama o da ne? Bahçedeki ağacın üzerine tüneyen yolda rastladığı şu Çetrefil kuşu değil miydi? Telaşla kanatlarını çırpıyor, sanki Ege’ye bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Birden anladı Ege kuşun ne anlatmaya çalıştığını. Gözleri sevinçle parıldadı. Heyecanla yutkunup kendini tanıttı, ardından anlatmaya başladı: ‘Size bugün zeytinin hikayesini anlatacağım.’ Bilge ağaçtan öğrendiklerini hiçbir şeyi atlamadan öyle güzel anlattı ki, sonunda sınıfta büyük bir alkış koptu. ‘Yaşa Ege!’ ‘Bravo!’ ‘Vay canına!’ diye bağırışıyordu çocuklar.
Ö
ğretmeni çocukların bağırtısını ustaca yatıştırdıktan sonra Ege’nin yanına geldi, ‘Aferin
Ege,’ dedi, ‘görünüşe bakılırsa bütün sınıf hayran kaldı anlattıklarına. Sanırım oybirliğiyle hediyeyi hak ettin.’ Ege’nin şaşkınlıktan dili tutulmuştu adeta, öğretmenine bakakaldı. Çocuklar ‘Yaşa’ ‘Varol!’ diye bağrıştılar bir kez daha. Doğrusu anlattıklarının bu kadar beğenileceğini hiç ummamıştı. Yanakları kızardı, utanarak başını öne eğdi. Öğretmen masasının gözünden yaldızlı kağıda sarılmış, irice bir paket çıkardı. Getirip Ege’ye uzattı. ‘O kadar güzel anlattın ki, bu hediyeyi hakettin. Aç bakalım, beğenecek misin?’ dedi. Ege çekinerek aldı paketi, sırasının üzerine koyup açtı. Karşısında tamı tamına yirmi dört renkten oluşan bir pastel boya takımı duruyordu. Gözlerine inanamadı Ege. İşte, dileği gerçekleşmişti bile. Heyecandan kekeleyerek teşekkür edebildi öğretmenine. Okul dönüşü bilge zeytin ağacının yanına gidip, bütün olan biteni anlatacak ve elbette, yaşlı gövdesine sarılarak, tüm kalbiyle teşekkür edecekti.
N
e zaman bir zeytin ağacının yanından geçseniz durun, gövdesine yavaşça dokunun ve dileğinizi fısıldayın. Unutmayın, bir zeytin ağacı uykuda bile olsa sizi duyacaktır.
s
“Bir zeytin ağacı gibi ol oğlum Bir zeytin ağacı kadar uzun bir ömrün olsun. Bir zeytin ağacı kadar kimseye müdanan olmasın. Bu sert rüzgârlar, hoyrat yağmurlar, kızgın güneş sana ne verirse versin kızma. Sen kainata uzattığın dallarında insanlara daha fazlasını sunmaktan çekinme. Dallarında sarkacak zeytin hiç tanımadığın hayatın tadını almış insanların sofrasında lezzetli bir zeytinyağı olduğu kadar, alınterini emeği ile silenlerin sofrasında acı bir çayı yumuşatan kahvaltıya da eşlik edebilsin. Senin gibi hür ve özgür bir zeytini kendine yakın görürsen sarıp sarmalamaktan çekinme. Duruşun, tenin, rengin senden fazla olsun, başkalarına ilham olsun. Kışın hoyrat rüzgârlar dallarını kırdıkça, yazın gövden güçlensin. Köklerin boyundan büyük, kabuğun ince kalbinin tam tersi kalın olsun. Bir zeytin ağacının dallarında bir o yana, bir bu yana sallanan o güzel yapraklar kadar güzel bir ömrün olsun oğlum. Bir zeytin ağacı kadar güzel bir kaderin olsun..” Cüneyt ÖZDEMİR
Sevgili Çocuklar,
Yazar Yasemin Akbaş kalemini, çizer Sahir Erdinç ise fırçasını eline aldı. Sonra ne mi oldu? Elinizdeki “Ege’nin Hazinesi” masal kitabı böyle ortaya çıktı. Siz sevgili genç arkadaşlarım, kahramanımız Ege’nin masalını okuyunca, zeytin ağacıyla söyleşildiğine tanık oldunuz değil mi? Gerçekten de atlar gibi, zeytin ağacı da dile gelir, konuşur.. Ben şimdi sizden bu güzel masalı arkadaşlarınıza anlatmanızı dilerken, bu kitabı sizler için düşleyen ziraat mühendisi Murat Küçükçakır amcanıza, sizin adınıza teşekkür etmek istiyorum. Ya sanatçılar? Yasemin ablanıza ve Sahir ağabeyinize sizin adınıza sımsıkı sarılıyor, kucaklıyorum. Ahmet Sucu
Özgün Zeytincilik Ayvalık, Ekim 2014
Özgün Zeytincilik hediyesidir, ücretsizdir.