ARZUNUN BOTANİĞİ
ARZUNUN BOTANİĞİ Michael Pollan Özgün ismi: The Botany of Desire © 2001, Michael Pollan Bu kitabın Türkçe yayın hakları Anatolialit Telif Ajansı aracılığıyla alınmıştır. Türkçe yayın hakları: © 2011 Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Sertifika No: 12746 Domingo, Bkz Yayıncılık markasıdır. Çeviri: Sevin Okyay Editör: Emre Ülgen Dal Bilimsel Danışman: Tuna Ekim Kapak Tasarım: Kadriye Gümüş Kapak İllüstrasyon: Sarah Petruziello Sayfa Uygulama: Pınar Şensoy Katkıda bulunanlar: Gülin Ekinci, Osman Çakmakçı ISBN: 978 605 61801 3 2 I. Baskı: Nisan 2011 III. Baskı: Nisan 2017 Elma Basım Yayın ve İletişim Hizm. San. ve Tic. Ltd. Şti. Halkalı Caddesi No: 164 B-4 Blok 34295 Sefaköy Küçükçekmece İstanbul Tel: (212) 697 30 30 Sertifika No: 12058 Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın tümünün veya içeriğinin herhangi bir bölümünün yayıncının yazılı izni olmadan, fotokopi yöntemi dahil, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla çoğaltılması yasaktır.
© Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Şahkulu Mah. Büyük Hendek Cad. Brot Apt. No: 4 D: 10 Beyoğlu İstanbul Tel: (212) 245 08 39 e-posta:domingo@domingo.com.tr www.domingo.com.tr
İÇİNDEKİLER
Teşekkür
VII
Giriş
IX
1. Bölüm
Arzu: Tatlılık / Bitki: Elma
2. Bölüm
Arzu: Güzellik / Bitki: Lale 45
3. Bölüm
Arzu: Sarhoşluk / Bitki: Marihuana
93
4. Bölüm
Arzu: Kontrol / Bitki: Patates
157
İnsan Denen Yabanarısı
Sonsöz
211
Kaynakça
219
Dizin
229
1
GİRİŞ
İNSAN DENEN YABANARISI
Bu kitabın tohumları ilk kez bahçemde atıldı; aslına bakarsanız bahçeme tohum ektiğim sırada atıldı. Tohum ekmek hoş, gelişigüzel bir iştir. Zahmetli de sayılmaz, başka şeyler düşünmeye bolca vaktiniz kalır. Mayıs ayının bir öğleden sonrasıydı; arıların çevresinde vızıldayıp durduğu çiçek açmış bir elma ağacının civarına sebze fideleri ekiyordum. Ve kendimi şunu düşünürken buldum: Bu bahçede (ya da herhangi bir bahçede) insanoğlunun rolü ile yabanarısının rolü arasında ne gibi farklılıklar var? Eğer bu kulağa gülünç bir mukayese gibi geliyorsa, o öğleden sonra bahçede ne yaptığımı bir düşünün: Bir türün genlerini yayıyordum – başka bir türün genlerini de yayabilirdim, ama onu değil, özellikle bu türü seçmiştim. Bu durumda, diyelim ki pırasa yerine, parmak patatesin genlerini yayıyordum. Benim gibi bahçıvanlar bu tür seçimleri hakkı olarak görürler: Derim ki kendime, bu bahçede hangi türlerin serpilip gelişeceğine ve hangilerinin yok olacağına sadece ben karar veririm. Başka bir deyişle, buranın sorumlusu benim ve benim arkamda benden çok daha fazla sorumluluk taşıyan başka kişiler de duruyor; bahçıvanların, botanikçilerin, yetiştiricilerin ve bugünlerde ekmeye karar verdiğim patatesi “seçmiş”, “geliştirmiş” ya da “yetiştirmiş” olan genetik mühendislerin oluşturduğu upuzun bir zincir bu. Dilbilgimiz bile bu ilişkinin koşullarına tam bir açıklık getiriyor: Bitkileri ben seçerim, yabani otları ben yolarım, ekini ben hasat ederim.
ARZUNUN BOTANİĞİ
Dünyayı öznelere ve nesnelere bölmüşüz ve burada, bahçede, doğada genellikle olduğu gibi, biz insanlar özneyiz. Fakat o hafta sonu bahçede şunu düşündüm: Ya bu dil bilgisi baştan sona yanlışsa? Ya aslında kendine hizmet eden bir kibirden ibaretse? Bir yabanarısı da muhtemelen bahçede kendisini bir özne, nektar damlası için yağmaladığı çiçeği de nesne sayıyordur. Ancak şunu biliyoruz ki, bu sadece arının büyük resmi göremeyişinden kaynaklanıyor. Meselenin aslı şu: Çiçek, arıyı, polenini çiçekten çiçeğe taşıması için zekice kullanmıştır. Arılar ile çiçekler arasındaki kadim ilişki, “birlikte evrim” olarak bilinen kavramın klasik bir örneğidir. Arı ile elma ağacının yaptıkları gibi birlikte evrimsel bir alışverişte, iki taraf bireysel çıkarlarını geliştirmek adına birbirini etkiler; fakat sonucunda yardımlaşmış da olur: Arı için besin, elma genleri için ulaşım. Her iki taraf için de bilincin işin içine girmesi gerekmez; özne ile nesne arasındaki geleneksel ayrım, herhangi bir anlam taşımaz. Şunu anladım ki, benimle ekmekte olduğum patates arasındaki durum da aslında pek farklı değildi; biz de, tıpkı tarımın on bin yılı aşkın bir süre öncesinde doğuşundan bu yana olduğu gibi, birlikte evrimsel bir ilişkinin ortaklarıydık. Biçimi ve kokusu sayısız nesiller boyunca arılar tarafından seçilmiş olan elma çiçeği gibi, patatesin de boyutu ve tadı, sayısız nesiller boyunca bizim tarafımızdan seçilmiştir – İnkalar, İrlandalılar, hatta benim gibi McDonald’s’ta kızarmış patates siparişi verenler tarafından. Arıların da, insanların da seçim kriterleri vardır: arı açısından simetri ve tatlılık; patates yiyen insan açısından da ağırlık ve besin değeri. Birimizin, zaman zaman arzularının farkında olacak şekilde evrilmiş oluşu, bu düzenlemede rol alan çiçek ya da patates açısından fark etmez. Bu bitkilerin önem verdiği tek şey, her varlığın en temel genetik düzeyde önem verdiği şeydir: Kendisinin daha çok kopyasını çıkarmak. Bu bitki türleri, deneme-yanılma yöntemiyle bunu yapmanın en iyi yolunun hayvanları –arı ya da insan, fark etmez– genlerini yaymaya ikna etmek olduğunu öğrenmiştir. Nasıl mı? Hayvanların bilinçli olan ya da olmayan arzularıyla oynayarak.
2. BÖLÜM Arzu: Güzellik Bitki: Lale (TULIPA)
L
ale benim ilk çiçeğimdi ya da en azından diktiğim ilk çiçekti. Sonrasında, uzunca bir süre, lalenin o sert, o görkemli güzelliğini gözlerim görmez oldu. O sıralar belki de on yaşındaydım ve kırklı yaşlarıma gelene kadar bir laleye tekrar gerçekten bakamadım. Bu uzun kış uykusunun –onlara bakmadan geçen onlarca yılın– bir nedeni de, çocukken diktiğim o lalelerdi. Triumph çeşidi olmalılar; bahar peyzajında, bir sopanın ucundaki boya damlacıkları gibi yığın yığın gördüğünüz (ya da aynı sıklıkta gözünüzden kaçan) uzun, küt, neşeli renklerdeki küreler. Lale, –gül ile şakayık gibi– değişen güzellik ideallerimizi yansıtmak için her yüzyıl civarında baştan yaratılmıştır. Lalenin yirminci yüzyıl hikâyesi esas itibariyle, seri imal edilen bu gözlere şenlik çiçeğin, yükseliş ve zafer hikâyesidir. Annemle babam her sonbaharda örgü torbalar içinde bu soğanlardan satın alırlar (torba başına yirmi beş ya da elli tane) ve onları gölge sevdalılarının arasına gömmem için bana soğan başına birkaç peni öderlerdi. Büyük ihtimalle bahçede yaratmak istedikleri etki ormanımsı, doğal bir havaydı. Bu nedenle lale ekme işini on yaşında bir oğlan çocuğuna emanet edebilmişlerdi; gelişigüzel, amaçsız yaklaşımım, tam da peşinde oldukları etkiyi yaratacaktı. Avucumun 47
ARZUNUN BOTANİĞİ
tabanı beyazlaşıp su toplayana kadar soğan dikiciyi bastırıp çevirerek köklerle dolup taşan toprağa sokardım. Çalışırken de dikkatle hesap yapar, giderek sayısı çoğalan soğanlardan kazandığım parayla bakkaldan şeker ya da koleksiyonum için kart alırdım. Ekim ayında emek şeklinde yapılan yatırım, güvenilir dönüş sağlardı: Baharın ilk renkleri – ya da belki ilk önemli rengi demeliyim, çünkü nergisler daha önce açardı. Ancak sarı renk, baharda hayli yaygın olmasının yanı sıra, bir çocuğun gözünde tam anlamıyla renk sayılmaz; kırmızı, mor ya da pembe – renkler onlardı işte ve laleler tüm bu renkleri somutlaştırırdı. Uzay programının ilk günleriydi; bu yüzden sağlam lale sapları bana, şişman, çok renkli yüklerinin altında fırlatılmaya hazır füzeleri anımsatırdı. Bu laleler kesinlikle çocuklara göre çiçeklerdi. Çizimi en kolay olan onlardı ve basit renk tayfları, Crayola mum boya dizisinin dışına çıkmazdı. 1965 yılında bahçenin ortasında diledikleri gibi takılan laleleri kavramak ya da yetiştirmek, bir çocuk için ancak bu kadar kolay olabilirdi; her yerde bulunuyorlardı ve karmaşıklıktan uzak, basit çiçeklerdi. Fakat onlardan sıkılmak da aynı derecede kolaydı; çiftlik evimizin temeline dayanmış dar bir sebze tarhından oluşan kendi bahçemde borumu öttürmeye başladığımda, lalelerle işim kalmamıştı. O sıralar kendime genç bir çiftçi gözüyle bakıyordum ve çiçek gibi önemsiz bir şeye ayıracak vaktim de yoktu.
Üç buçuk yüzyıl önce, Batı’da hâlâ epeyce yeni olan lale yüzünden koca bir ulusu sarsan ve ekonomisini neredeyse mahveden kısa, toplu bir çılgınlık patlak verdi. Ne öncesinde ne de sonrasında bir çiçek – bir çiçek!– tarihin ana sahnesinde lalenin 1634 ile 1637 yılları arasında Hollanda’da oynadığı yıldız rolünü oynayabildi. Toplumun her düzeyinden insanı sarmalına emerek çeken, bir tür spekülatif çılgınlık olan bu olaydan geriye kalan tek şey, o günden bu yana geçen yüzyıllarda tozu alınmamış uyduruk bir yeni kelime: “Tulipomania (lale 48
LALE
çılgınlığı).” Ve tarihi bir bilmece. Neden orada? O heyecansız, eli sıkı, Kalvinist ülkede. Neden o zaman? Genel bir refah döneminde. Ve niye ille de bu çiçek? Kayıtsız, kokusuz ve biraz da mesafeli duran lale, en az Dionysos’ça özellikler taşıyan çiçektir; tutku uyandırmaktansa, hayranlığa yol açma ihtimali çok daha yüksektir. Yine de bir şeyler bana, annemle babamın gölge sevdalılarının arasına diktiğim Triumph’ların, Semper Augustus’tan pek çok önemli noktada farklı olduğunu söylüyor. Semper Augustus, bir soğanı vaktiyle –çılgınlık tepe noktasına vurduğunda– on bin florine el değiştiren (Amsterdam’da bu paraya en muhteşem kanal evlerinden birini alabilirdiniz), çiçekleri karmaşık şekilde püsküllenmiş kırmızı-beyaz bir laleydi. Semper Augustus doğadan yitip gitti, ancak resimlerini gördüm (Hollandalılar, satın almaya güçlerinin yetmediği kıymetli lalelerin portrelerini ısmarlardı) ve modern lale, bir Semper Augustus’un yanında oyuncağa benziyor. Bu sayfalarda işte bu iki kutup arasında gidip gelmek istiyorum: Benim, çiçekleri anlamsız bulan çocuksu görüşüm ile Hollandalıların kısa bir süreliğine bu çiçeklere karşı hissettiği mantıksız tutku. Çocuk bakışının lehine olan, akılcılığın kasvetli ağır basışı: Tüm bu işe yaramaz güzelliği, maliyet-fayda temelinde savunmak mümkün değil. Ancak güzellik söz konusu olduğunda, bu zaten hep böyle değil midir? Gerçi Hollandalılar sonunda aşırıya kaçacaktı. Fakat gerçek şu ki, geri kalanımız da –yani gerek tarihin, gerekse insanlığın büyük kısmı– on yedinci yüzyılda Hollandalıların yaşadığına benzer, mantıksız deneyimler yaşıyor: Çiçeklere deli oluyoruz. Öyleyse bizdeki ve çiçeklerdeki bu yönelim de neyin nesi? Bitkilerin üreme organları olan çiçekler, nasıl oldu da insanların değer, statü ve Eros hakkındaki fikirlerine nüfuz etmeyi başardı? Ve insanoğlunun evvelden beri çiçeklerin cazibesine kapılıyor oluşu, güzelliğin daha derin esrarları hakkında –ki bir şair “tamamen karşılıksız bir lütuf ” demişti– bize neler öğretebilir? Gerçekten öyle midir? Yoksa güzelliğin bir amacı var mı? Lalenin –en çok sevilen çiçeklerden biri, ancak tuhaftır, onu sevmek de zor– hikâyesi, bu tip sorulara yanıt aramak için uygun bir yer gibi görünüyor. 49