p
BEYAZ YALAN ANDREA GILLIES
Çevİrİ: Berrak Göçer
BEYAZ YALAN
ANDREA GILLIES
Özgün ismi: The White Lie © 2012, Andrea Gillies Bu kitabın Türkçe yayın hakları Akcalı Telif Ajansı aracılığıyla alınmıştır.
Türkçe yayın hakları: © 2013 Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Sertifika No: 12746 Domingo, Bkz Yayıncılık markasıdır. Çeviri: Berrak Göçer Editör: Mustafa Çevikdoğan Kapak Uyarlama: Ayşe Nur Ataysoy Sayfa Uyarlama: Bahadır Erşık ISBN: 978-605-4729-11-1 Baskı: Ağustos 2013 Pasifik Ofset San. Tic. Ltd. Şti. Cihangir Mah. Güvercin Cad. No: 3/1 Baha İş Merkezi A Blok Kat: 2 Haramidere Avcılar 34310 İstanbul Tel: (212) 412 17 77 Sertifika No: 12027 Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın tümünün veya içeriğinin herhangi bir bölümünün yayıncının yazılı izni olmadan, fotokopi yöntemi dahil, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla çoğaltılması yasaktır.
Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Asmalımescit Mah. Ensiz Sok. No: 2 D: 4 Tünel İstanbul Tel: (212) 245 08 39 e-posta: domingo@domingo.com.tr www.domingo.com.tr
Annem June Gillies’e, sevgiyle
II. Henry Salter (1842-1889)
David Salter (1895-1915)
III. Henry Salter – Maud (1882-1948) (1884-1969)
Tilly (1906-1998)
Jo (1907-1964)
Ursa (1908-1964) – Jacob
Robert (1942-)
Alastair (1944-) – Dorothy
Rebecca (1980-)
Vita – Andrew Maclean (1910-) (1907-70)
IV. Henry Salter – Edith (1928-2007) (1937-)
Ottilie & Joan (1956-)
Jet & Pip (1976-) Michael (1975-?)
–
Euan Catto (1951-)
Ursula (1965-)
Mog (1978-)
Izzy (1985-)
Sebastian (1966-70)
beyaz yalan a. – birini üzmemek veya birine zarar vermemek için söylenen masumca yalan
1. Bölüm q
2008
B
enim adım Michael Salter ve ölüyüm; bildiğim bir şey varsa o da ölü olduğum. Bunun haricinde... Bunun haricinde kalanlarla ilgili yalnızca tahmin yürütebilirim. Düşünecek epey zamanım oldu: Burada ne aradığım, tüm bunların ne anlama geldiği hakkında; tabii kısır döngüye yakalanmama neden oluyor düşünmek, karda Heffalump’ı ararken kendi ayak izlerini takip ettiğini fark eden Ayı Winnie ’ye benzememe… Annem Ottilie az önce buradaydı, koruda, bana yanlış anlaşılmalardan ve suçluluk duygusundan bahsediyordu. Sahildeki kulübesinden buraya haftada en az bir kere, pazarlarıysa mutlaka geliyor ve hep yalnız oluyor. Son zamanlarda hemen her gün uğradığından yatalak gibi davranmaya başladım, ziyaret saatlerinde gözümü açık tutuyorum. Bugün patikada, o tek kişilik bir tören alayı misali yavaş yavaş, siyahlar içinde görkemle ilerlerken yolu izliyordum. Önce anıt taşıma geldi. “Michael.” Yanı başımdaymış gibi konuştu. “Gün bugün. O günün geldiğini düşünüyoruz.” Annemin siyah giydiğini daha önce hiç görmemiştim ama bugün, burada kayboluşumun on dördüncü yıldönümü ve... doğruyu söylemek gerekirse herhangi bir yıldönümü gibi değil. Annem aşırı tedirgindi, sahilde aşağı yukarı yürüyor, kıyının en uç köşelerinde duraksıyor, zaman zaman çakıl taşlarına battığı için zorlanıyordu. 1
Andrea Gillies “Az kaldı,” dedi, neredeyse ufka kadar uzanan suya bakarak; devasa bir kabı andıran, metrelerce derinlikteki suya. Etrafımızdaki bu ehlileştirilmiş yeşil tepeler, aslında yerin altındaki dağların doruklarıdır: Çocukken böyle derdi büyükbabam bana. Gölün kendine has ruh halleri olduğunu, rüzgâr estiğinde yükselip kabaran tek şeyin dalgalar olmadığını söylüyorlar kasabada; en tehlikeli halini karanlık, kapkaranlık bir kahverengiye büründüğünde aldığını; yüzeyi bir aynaya dönüştüğünde en derin arzularınızı size yansıtacağını... Bugün cıva kadar yoğun; sanki durağan bir maddeyle doldurulmuş, üstünde gümüşi bir deri yer etmiş gibi. Sizi kimse göremiyorsa bir hayalet misinizdir, yoksa başka bir şey mi? Hayalet miyim değil miyim bilmiyorum ama anlaşılan doğduğum evin arazisini, 1916’da gölün yanına dikilen koruyu mesken edinmiş durumdayım. Buraya tam olarak ne zaman geldiğimi hatırlamıyorum ya, neyse. Doğum kanalında yaptığımız yolculuk gibi kimi anılar esirgeniyor bizden. Kimi de değil hatta, birçok anı esirgeniyor bizden. Hafızamız geçmişe uzanıyor ve doğum günlerinde, Noel sabahlarında, önemli konuşmalarda, annemizin gözlerinin içine bakıp onu yeni bir şekilde tanıdığımız kilit anlarda, küçük canları etkileyen tüm şeylerde –ilk bisikletimiz, lisede kâbus gibi geçen ilk haftamız, ilk doğru dürüst öpücüğümüz, ilk sigaramız ve sonrasında kusmamız– duraksıyor. İlk anımı hatırlamaya çalışıyorum ben. Dört yaşında var yokken bahçede oynadığımı, özenle budanmış sık çalıların çevresinde koştuğumu anımsıyorum. Oysa hayatta olduğumu kesinlikle bildiğim başka haftalar ve aylardan kalan hiçbir şey yok; daha da kötüsü, kaybolan bir şeyin ardında bıraktığı belirsiz izler var yalnızca. Annem oturdu, her zamanki gibi dik duruyordu, üzerinde neredeyse ayak bileklerine kadar uzanan bir elbise, saç lastiği olarak kullandığı siyah bir şal vardı, kaşlarının üstüne kadar inen kâküllerine fön çekmişti. Bacaklarını yavaş yavaş ovup, “Görünüşe göre kireçlenmeymiş. Yaşlanmaya başladım,” dedi. Bir zamanlar ihtişamlı görünen, pembemsi altın rengi –çilek sarısı– kalın, dalgalı saçlarına şimdi naylonu andıran aklar düşmüş. Gençken saçları upuzundu, ardından bir pelerin misali uçuşurdu ama artık daha kısa, yemek 2
Beyaz Yalan çubuklarına benzeyen tokalarla toplanmış. Elli iki yaşındaki annem, gözlerinin kenarlarındaki kırışıklıklara ve ağzının kenarındaki hazin tebessüm izlerine rağmen hâlâ çok güzel, en azından bana hâlâ güzel görünüyor, yine de geçen yılki bir doğum günü kutlamasından bu yana gözle görülür derecede yaşlandı; benim hakkımdaki şaşırtıcı bir haberle, bazı kişilerin o güne dek sır gibi sakladığı bir haberle bölünmüştü o kutlama. Size de anlatacağım, büyükannem Edith’in partisini ve sonrasında yaşananları. Yeni bir dönem başlatan üzücü sonuçlara yol açan olayları. Afet bizim için yeni bir kavram değil ya, neyse. Aile nesiller boyunca çok fazla felaket ve erken ölüm gördü, öyle ki insanlar artık Salter lanetinin gücünden sık sık bahseder oldu. Annemin bana öfkelendiği evredeydik; aslında ziyaretlerinin dairesel bir şekli var, şefkatle başlayıp şefkatle bitiyorlar. “Öyle aptaldın ki,” dedi bana bugün. “O kadar akıllı bir insan nasıl böyle aptallık edebilir? Neden Michael, neden kendini öyle bir konumda bıraktın?” Yanaklarından süzülen yaşları sol eliyle, ağladığını saklamaya çalışan birinin hızlı hareketleriyle sildi. Sağ eliyle avuç avuç çakıl taşını havaya kaldırıp yere bıraktı; her seferinde yere düşmelerini izlemek, gri-yeşil granit, beyaz kuvars ve turuncu kumtaşı parçacıklarına bakmak için duraksayarak. İşçi elleri gibiydi elleri, amele parmaklarını andıran parmakların uçlarında büyük, düz tırnaklar bulunan kare eller, çizgilerin arasında boya kalıntıları, temizlik yapmaktan ve terebentin kullanmaktan sertleşip kızarmış bir cilt. Hava kapalıydı, eflatun-kahverengi karışımı bir renkteydi; bulut örtüsünün arasındaki boşluklardan sokak lambaları gibi, kalın sütunlar halinde vuran güneş ışığı, enerjisini dalgalar halinde aşağı gönderiyordu. Ottilie benden taraf döndüğünde dosdoğru bana baktığını sandım, oysa aslında eve yöneltmişti bakışlarını. Buradan, ağaçların arasından, limon ağaçlarıyla çevrili patikanın üstünden ve ötesinden, evin yalnızca en üst kısmı görünüyor; kuleye, evi saran duvarlara, kavisli çatıdaki kayağantaşlarının karmaşık hattına anlık bir bakış: hafif Fransız üslubu izler taşıyan İskoç baron mimarisi. Bir zamanlar sahip olduğum, benden önce anneme ait olan bir peri masalı kitabındaki çizimleri hatırlatıyor bana ev. 3
Andrea Gillies Peattie, Uyuyan Güzel’in şatosu gibi yeşilliklere gömülmüş değil, yine de bahçe yabani otlarla, vahşi ormangülleriyle dolu, ağaçlar ehlileştirilmemiş ve nereye dönseniz karşınıza mürverçiçeğiyle dikenlerden örülü bir kafes çıkıyor.
q
Salter’ların soyu sona eriyor; gerekçelerini belirlemek ne kadar güç olursa olsun, başlangıcının 1970’lerde bir başka çocuğun, Ottilie’nin kardeşi, benim çocuk dayım Sebastian’ın ölümüne dayandığına şüphe yok. Tanıklık ettim ona, Sebastian’ın ölümüne, doğumumdan önce gerçekleşmiş olmasına rağmen. Filmleri andıran bu ziyaretlere alıştım artık; ama başlarda gerçekten huzursuz edici olduklarını yadsıyamayacağım. Bir gün hoppadak başlayıverdiler: Bana ait olmayan, benden önceye dayandıkları için bana ait olamayacak anılar edindim (gördüm) bir anda; orada bulunmayan birinin bakış açısından görünen anılar, sanki malikânenin kendi kayıtları varmış da saklandıkları derinliklerden daha yeni yeni ortaya çıkmaya başlıyorlarmış gibi. Belki de bir nevi buharlaşma bu, manasız bir süreç; ama savunması güç bir tez bu: Kronolojik sırası olmayan, belirli anılar söz konusu. Kaybolduğum gün teyzem Ursula’nın salona girişi: Birçok kere tanıklık ettim bu âna. Alan’la Ursula’nın ölümümü anlatışı, Alan’ın ilk açıklaması. Alan, eski pasaportunda “meslek” bölümüne ustabahçıvan yazmış, sonra girişimci diye eklemişti. Alan artık Peattie’de yaşamıyor ama aslında yalnızca usta-bahçıvanın oğluydu, resmi unvanı olmayan, yarı kalıcı bir geçiciliğe sahip bir adam. Bir sorun olduğuna dair ilk ipucu sesti. Yanlış sesti bu – en azından ömrü boyunca aynı kapıları açmış biri için yanlıştı. Ursula’nın, evin verandasındaki kapıları nasıl açacağını unutması ancak panikle ilişkilendirilebilirdi; kapıları itmek yerine çekmiş, üzerlerine çiçeklerle devedikenleri işlenmiş olan çift kanatlı ağır meşeyi yumruklamıştı. İtmeyi akıl edene kadar kapıları öyle sarsıp sallamıştı ki, neredeyse menteşelerinden sökecekti. Ursula o gün salona koştuğunda her iki kolunda da kıpkırmızı lekeler, benim neden olduğum, çoktan morararak parmak izi şekline 4
Beyaz Yalan dönüşmeye başlamış lekeler vardı. Tabii bu savunmanın, salondaki mahkemede yapılan özel savunmanın lehineydi. Tahrik edildiğinden yüzde yüz emin olmasalar, onu bunca yıl böyle büyük bir inançla koruyamazlardı. Her halükârda Ursula’da –bahçıvan, vejetaryen, örgücü olan Ursula’da, bahçeyle ya da örgüsüyle uğraşmıyorsa tüm günü muhtemelen yatakta, plakta bir operayla, tüylü şallara bürünmüş ve onun adına seçilip tasdik edilmiş bir kitaba dalmış bir şekilde geçirecek olan Ursula’da– katil tipi yoktur. Koridordan ve resim salonundan rüzgâr gibi geçti. Yalnızca çevik, seri adımları ile altı lastikli bez ayakkabılarının, çorapsız giydiği, çocuk ayakkabısı boyutlarındaki beyaz ayakkabılarının gıcırtıları değil, aynı zamanda kesik kesik ama gıcırtıyla eş zamanlı duyulup ayak seslerini katlayan, mırıltı halindeki feryat da dikkat çekiyordu. Onun yaklaştığını duyan aile fertlerinin gözlerinde hafif telaş izleri belirdi, vücutları biraz biraz gerildi; ama bu tepkiler o her zamanki temkinli edayla hayat bulmuştu. Ursula’nın dizindeki sıyrıkları, tepede gördüğü kaçak bir avcıyı ya da onu üzme ihtimali bulunan ve üzen diğer şeyleri, içgüdüsel olarak fazla önemsememeye çalışıyorlardı. O her zamanki yatıştırıcı tutumlarını takınmazlarsa, üzüntüler hızla çığırından çıkabilirdi. Ablaları, yani ikizler –bunlardan biri de annem oluyor– o sırada otuz sekiz yaşındaydı, Ursula’ysa yirmi dokuz; tüm hayatlarını onun yanında tedbirli davranarak, ona bağlı kalarak, tuhaflıklarına duyarlılık göstererek, başkalarının tuhaflık kelimesini kullanmasına izin vermeyerek, onun eşsizliğini neşeyle savunarak geçirmişlerdi. Tedbirli, vefakâr ve yorgun. Ursula odaya daldı, uzun kahverengi saçları uçuşuyordu. Edith hemen yanına koşup kollarına yapıştı, kızını göğsüne sıkı sıkı bastırarak, “Ne oldu, ne oldu?” diye sorunca Ursula daha da şiddetli ağlamaya başladı, kendini geri çekerken vücudu hıçkırıklarla sarsılıyordu. Üzerinde, yakası çiçek şeklinde parlak işlemelerle süslü, uçuk mavi, kolsuz bir elbise vardı; eskiden büyük teyzelerden birine ait olan bir elbise. Ursula yeni giysiler giymez. Elbisenin kalçadaki dikiş kısmı ıslaktı, eteğe doğru inen kumaş da büzüşüp kırışmıştı. “Suyun içinde yürümüş, göle girmiş!” diye bağırdı Ottilie ve 5
Andrea Gillies herkes aynı derecede afalladı çünkü en olmayacak şeydi bu. Belli belirsiz bir göl kokusu yayıldı salona. Ursula’nın benzi her zamanki gibi soluktu ama kollarının üstü hafiften yanmış, saç çizgisi terden pembeleşmişti. O temmuz ayında kuzeydeki hava bir acayipti, öyle yakıcı bir sıcak vardı ki her şey olduğundan farklı görünüyor, manzara biçim değiştiriyor, yeni yeni renklere bürünüyordu. Tüm camların açık olmasına rağmen odaya hâlâ boğucu bir hava hâkimdi, ağır, bezgin bir hava. Edith küçük kızına ne olduğunu sormaya devam etti. Bazen soruyu başka şekillerde yinelemek, farklı farklı tonlamalar kullanmak gerekiyordu. Edith, Ursula’nın yüzüne iyice bakabilmek, ona yakından incelendiğini, bu incelemeden bir sonuç beklendiğini belli etmek için omuzlarını kısıp çenesini boynuna gömdü ama Ursula annesinden uzaklaştı, gerileyip başını salladı. Ardından annemin ikizi Joan öne çıktı, her zamanki gibi, kontrolü ele alacakmış havasına büründü, sonra fikrini değiştirip duruma müdahale etmek yerine kollarını kavuşturdu. Tekrar arkaya geçip, “Tanrı aşkına, kendine gel,” dedi. Edith kocasına döndü, şaşkın bir ifade vardı yüzünde. Mali sorunlarla uğraşan ve bunun hâlâ incir çekirdeğini doldurmayacak bir hadise olduğunu düşünen Henry, elindeki mektubu indirmeden önce birkaç dakika daha bekledi. “Michael!” diye bağırdı Ursula, sonra tekrarladı; bir yakarış gibiydi bu çığlık, hâlâ arkamdan sesleniyordu sanki, sanki elini uzatsa tutabilecekti beni. Hemen dışarıdaymışım da onu duyabilirmişim gibi, haykırışlarını pencereye yöneltiyordu. Ardından ıstırap krizine yakalandı, kollarını beline yapıştırdı, her şey onlara sıkı sıkı tutunmaya bağlıymış gibi yakaladı dirseklerini ve gözlerini yere dikerek öne, yana, sonra geriye ve yine yana adım atmaya başladı. Henry ayaklandı. Ottilie de ayaklandı; kızarmış ekmeği yere düştü, düşerken yukarıda kalan tereyağlı yüzey acınası derecede eve ait görünüyordu; herhangi bir kriz anında yersiz kaçacak bir görüntü. Bir elini ağzına götürdü Ottilie, “Hayır, hayır, hayır, hayır,” diyerek daha olan biten açıklanmadan yas tutmaya başladı. Ursula şimdi yere çömeliyordu, elbisesi yukarı kaydı, dizlerine sıkıca sarıldı, tırnaklarını 6
Beyaz Yalan şiddetle etine batırdı. “Onu öldürdüm, onu öldürdüm,” dedi; belli belirsiz bir şaşkınlık tınısı vardı sesinde, birinin onu yalanlaması için yalvarıyordu sanki. Ottilie, sert bir hareketle, düşercesine yere oturdu; belini incitmişti, acısı yüzünden okunuyordu. Öne eğildi, ellerini başının üstünde kavuşturdu ve Ursula’dan açıklama talep etti: “Ne demek istiyorsun, onu öldürdüm derken ne kastediyorsun, ne demek istiyorsun?” Henry, Ursula’nın yanına, püsküllerinin yarısını yitirmiş olan Çin halısına gitti, kızını kollarından tuttuğu gibi nazikçe ayağa kaldırdı. Ursula’yı bileklerinden yakalamış, “Sakin ol, sakin ol; nefes al, sakin ol,” diyordu; kendine has o yarı askeri otorite havasına bürünmüştü birden. Kızının kollarını, körük kullanır gibi iki yana genişçe açıp kapattı; daha önceki uygulamalarda işe yarayan bir yöntemdi bu. “Nefes al,” diye yineledi, nefes kelimesini uzatarak. Ursula sakinleşmeye başladı. “Bana bak.” Henry, Ursula’nın yüzünü elleriyle kavrayıp zorla bakışlarını buluşturdu. “Michael nerede? Nerede?” Ursula boğulduğumu, isteyerek olmadığını söyledi: Mutlaka anlamalılardı, lütfen, isteyerek olmamıştı. Tekrar poposunun üstüne çökünce Henry onu bırakmak zorunda kaldı. Bir adım geriledi. O âna kadar hâlâ oturanlar da artık ayaklanmıştı. Fincanlar, fincan zarfları yavaş çekimde döşemelerin, parkelerin üstüne yuvarlandılar, porselenler kırılıp bin bir parçaya ayrıldı, porselenler daha düşmekteyken salona genel bir hareketlenme hâkim olmuştu bile. Faltaşı gibi açık gözlerini hiç kırpmadan önüne bakan Ottilie’yi aldıkları gibi kapıdan fırladılar; uyurgezer gibi edilgen bir şekilde izledi onları Ottilie. Resim salonundan ve koridordan geçtiler –Ottilie gözleri bağlıymış da kendisine yol gösterilmesi gerekiyormuş gibi davranıyor, sehpaların yanından son anda kıvrılarak sıyrılıyordu–, kasvetli arka geçide varıp merdivene yöneldiler. Eski hizmetçi girişi göle en yakın kapıydı. Kapıya ilk varan Joan’un kocası, Euan, hızla bahçeye fırladı; tam o anda eve gelmekte olan Alan’la çarpışacaktı neredeyse. Açık tenli, renkli gözlü, sırık gibi Euan ile terden sırılsıklam olmuş, hızla soluk alıp veren Alan büyük bir tezat oluşturuyorlardı. Alan tombuldur, sık sık kızarır, sürekli terler ve neredeyse beyaza çalan sarı saçları vardır. 7
Andrea Gillies “Özür dilerim,” dedi soluk soluğa. “Onun kadar hızlı koşamıyorum.” Sprint atmış bir koşucu gibi nefessiz kalmıştı, öne eğildi. “Rahatsızlandım. Özür dilerim.” Kafasını kaldırdığında ağzının kenarlarında kurumuş kusmuk kırıntıları göründü. Burnuyla sol yanağı şişmiş ve morarmıştı. “Alan,” dedi Euan, dayanışma hareketi sayılabilecek bir şekilde elini, o uzun, kemikli parmaklarını Alan’ın omzuna koyarak; oysa aslında onu usulca itip yolunu açmaya çalışıyordu. Alan arkasına döndü, Euan’ın bahçeyi koşarak geçip yolda kaybolmasını seyretti. Pembe yüzü güneş ışığından buruşmuş bir halde tekrar önüne dönerken Joan merdivende göründü, Euan’ın arkasından seslendi ama kocası onu umursamadı. “Alan,” dedi Joan onu birilerine tanıştırıyormuş gibi, aklından geçenleri tek kelimeyle özetlemeden önce. “Kriz.” Takım elbisesi ve ipek gömleğinin içinde bir işkadınını andırıyordu, zayıf, sarışın ve şık; Euan’la, bir üniversiteyi gezmek için gittikleri Glasgow’dan yeni dönmüşlerdi, oradaki diğer annelerin yanında etkileyici görünmek istemişti. “Dur. Alan, yüzüne ne oldu?” “Oradaydım, her şeyi gördüm.” “Ama yüzüne ne oldu?” “Yüzerken kayığa çarptım.” “Bizimle gel,” dedi Joan, sonra ekledi: “Ama bir dur. Bir dakika, babamı bekleyelim.” Alan elleriyle başını tuttu. “Oradaydım, her şeyi gördüm.” Ardından Henry geldi, Ottilie’yi arkasından ittirerek yönlendiriyordu, sonra kızının yanından geçip önünde durdu. “Alan,” dedi. “Michael’ı gördün, Ursula’yla Michael’ı. Alan, yaralanmışsın.” “Bir şeyim yok. Göründüğü kadar kötü değil. Yüzerken kayığa çarptım.” “Alan, anlat. Doğru mu, anlat. Ne olduğunu anlat.” “Demek Ursula söyledi,” dedi Alan, pişmanlık dolu bir sesle. Ursula’nın ne söylediğini ailenin açıklamasını bekledi: Bu ayrıntı daha sonra önem kazanacaktı. İşte şimdi oradaydı, Edith’le bahçeye 8
Beyaz Yalan çıkıyordu Ursula, annesinin elini sıkı sıkı tutmuş, merdivenden inip, kapıdan geçip ışığa çıkıyordu. Saat neredeyse beşti ama gün hâlâ yaldızlı ve göz kamaştırıcıydı, sarı tozlar uçuşuyordu havada. “Onu öldürdüm ve bir daha asla geri gelmeyecek,” dedi Ursula. “Alan öyle dedi bana, doğru bu.” “Suya girdin – Michael tehlikedeydi, sen de birazcık suya girdin ama ilerleyemedin. Öyle mi oldu?” Edith çaresizce böyle olmuş olmasını diliyordu. “Onu öldürdüm,” dedi Ursula annesine, sakince ve ağırbaşlılıkla. “Çok özür dilerim Bayan Salter,” dedi Alan. “Göle gitmeliyiz,” diye açıkladı Edith, sonra ekledi: “Alan, yüzüne ne oldu?” Alan parmak uçlarıyla yanağına dokundu. “Yüzerken kayığa çarptım.” “Göle gitmeliyiz, hemen.” “Artık çok geç, Michael öldü,” dedi Ursula, neredeyse sinirlenmiş bir tavırla. “Artık çok geç, Michael öldü,” diye Ursula’yı doğruladı Alan. “Yarım saat aradım onu.” Buna, Alan’ın olayı ne kadar akıcı bir şekilde izah ettiğine daha sonra değineceklerdi: Başı Ursula çekiyor, Alan yalnızca onu tasdik ediyordu. Yine de, dolaylı yoldan da olsa başından bir şeyler geçmişe benziyordu. Sol bacağı, sol ayakkabısı çakıl taşlarının üzerinde telaşlı telaşlı titriyordu. “Özür dilerim,” dedi. “Panikatak geçiriyorum. Birazdan geçer.” Bahçede, bulundukları bölümde küçük bir daire çizmesini izlediler; yine koşuculara has bir hareketle, ellerini gelişigüzel bir biçimde kalçasına dayamıştı ama parmaklarını kalça kemiklerine geçirip bacaklarını teker teker salladığından, bu sefer yarışmacının, başlangıç işaretinden hemen önceki halini andırıyordu. “Ama nasıl yaptı?” Edith avuçlarını gökyüzüne çevirip ellerini o vaizimsi edasıyla uzattı; göl yoluna doğru ilerleyen Ursula’ya bakmaktaydı. “Aklım almıyor. Kesinlikle emin misin? Emin misin?” Ursula onlara bakmak için bir anlığına arkasını dönüp birkaç adım geriledi. “Kürek. Kürekle kafasına vurdum.” 9
Andrea Gillies “Ah, hayır, aman Tanrım, hayır!” Henry başını gökyüzüne kaldırıp haykırmıştı bu sözleri. “Demiştim, ben demiştim,” dedi Joan, “ama dinleyen mi var!” “Ama önce bir şey daha oldu,” diye araya girdi grubun yanına dönen Alan. Ottilie hâlâ kendinden geçmiş bir haldeydi, gözleri bakıyor ama görmüyordu; Alan, Ottilie’nin dirseğini tutup sıktı, parmaklarıyla yavaşça kolunu okşadı. Hareketindeki sahiplenme işareti su götürmezdi. Aksırdı. “Önce onu kürekle itti, Michael da dengesini kaybetti.” “Onu itti,” diye yineledi Joan. “Sonra?” “Önce bu oldu. Ve sorun yoktu. Kayıktan düştü. Sorun yoktu. Kavga ediyorlardı ve Michael düştü.” “Kayık. Ursula’nın kayıkta ne işi vardı?” “Asıl Michael geri tırmanmaya çalıştığında olan oldu. Tırmanmaya çalıştığında Ursula...” Sözünü tamamlamadan tekrar eğildi Alan. “Özür dilerim. Gerçekten çok özür dilerim. Ben de inanamıyorum, rahatsızım.” “Bense hâlâ bir ümit olmadığına inanamıyorum,” dedi Edith, o neredeyse ağza alınmayacak kelimede sesi çatallanarak. “Hadi! Hadi, daha fazla vakit kaybetmemeliyiz.” Henry eski motosikletin yanına varmıştı bile; babasının zamanından kalan ve Henry’nin tepelerde sürdüğü, ağır, siyah, zift siyahı bir canavardı bu. Israra dönüşen teklif üzerine Alan arkaya geçti, Henry’nin beline hafifçe tutunurken uzaklaştılar. Edith, Joan’a döndü. “Çocuklar nerede? Çocuklar. Başka birilerinden duymadan biz söylemeliyiz onlara. Neredeler?” Gözleri fıldır fıldır dönmekteydi; birbirini kovalayan düşüncelerini fiziksel olarak zapt etmeye çalışıyormuş gibi avucunu alnına koydu. “Anne,” dedi Joan. “Anne. Dinliyor musun? Senin de bildiğin gibi burada yalnızca Mog var. Diğerleri kasabada bir yerlerdeler. Onlara daha sonra mesaj göndeririz.” Edith kızının gözlerinin içine baktı. Bir şey söyleyecekmiş gibiydi, sonra vazgeçti. Bıraktı, parmakları yavaş yavaş burnundan, ağzından ve çenesinden aşağı kaysınlar. 10
Beyaz Yalan Joan, “Mog hâlâ yukarıda,” dedi. “Büyükanneyle birlikte.” Edith dalgınlığından sıyrıldı. Geri dönüp hızla merdiveni tırmandı, antreye yaklaşırken annesinin acı haykırışlarını duydu, antreye yaklaşırken Vita’nın Mog’a karşı koyduğunu gördü; Vita turuncular, Mog’sa kırmızılar içindeydi ve siyah-beyaz zemin döşemesiyle tüm o koyu ahşapların arasında göz alıcı görünüyorlardı. İki uzun pencerenin birinden vuran dikdörtgen ışık huzmesinde duruyorlardı; Mog yerinde kalması, salona geri dönmesi için Vita’ya yalvarıyordu. Edith araya girdi, annesine sert bir şekilde Mog’un haklı olduğunu, merdivenlerin ve göle yürüyüşün ona fazla geleceğini söyledi, sonra ıslak yanaklarla bahçeye döndü, dışarı çıkarken kafasını çevirip merdivenden yukarı, “Hayır! Lütfen! Kıpırdama, yerinde kal,” diye bağırdı. Elini alnına götürdü. “Başka da bir şey yapamayız, onu bağlayacak halimiz yok.” Artık daha usulca konuşuyor, evin içine, görünmeyen birilerine sesleniyordu; birkaç dakika sonra Mog çıkageldi, ışıkta gözlerini kırpıştırdı; sürekli açık kalan ağzına boş yere söz geçirmeye çalışıyordu. Edith daha fazla konuşmadan, girişe bırakılmış olan bisiklete atlayıp pedallara asıldı; sendeliyor, zikzaklar çiziyordu. Joan’la Mog arkasından yürümeye başladılar ve teker teker Ursula’yı geçtiler; gözleri yalnızca bir milim açık olan Ursula geriden uyuşuk uyuşuk geliyor, herhangi birine hitap etmeden seri seri konuşuyor, elbisesinin eteğini toplayıp toplayıp bırakıyordu.
q
Göl kenarında alelacele bir hareket planı kararlaştırılıp üzerinden geçildi; yalnızca Ottilie farkında değildi planın. İskelenin ucuna gitti, suya eğildi ve tekrar tekrar adımı haykırdı. “Sanki köpeğini kaybetmiş,” dedi Joan, Edith’e ama Edith yanıt vermedi. Euan, tam o sırada sahile varan Ursula’nın yanına koştu, öfkeyle söz konusu noktanın tahminen, kesin değilse de tahminen neresi olduğunu sordu. Ursula onu görmezden gelip yanından geçti; böylece Euan, kayığı suya iten Alan’a döndü. Edith ve Joan, Alan’a yardımcı olmaya karar verdiler, suya girip Alan’ın desteğiyle, uzattığı elini tutarak kayığa bindiler. Kayık açılmaya başlayınca Alan da içine atladı; Euan arkasından 11
Andrea Gillies bağırarak yerin neresi olduğunu düşündüğünü, nereye bakmaları gerektiğini sordu. Alan emin olamıyordu, emin olmak, o engin suda teknenin daha önce nerede durduğunu tahmin etmek gerçekten güçtü. Telaşa kapıldıklarını, takım halinde telaşa kapıldıklarını görmek çok dokunaklıydı. Sanki elden bir şey gelirmiş gibi hareket ediyorlardı, sanki o anda gölden çekilip çıkarılabilecekmişim, öksürüp ciğerlerimdeki suyu atabilecekmişim gibi, sanki hâlâ hayattaymışım gibi. Henry iskeleye çıktı, annem kimin geldiğini anlamak için döndü, ardından tekrar suya baktı. “İnsanlar soğuk suda daha uzun süre hayatta kalıyor,” dedi, Henry yanına gelirken; sesi tanınmıyordu. “Öyle değil mi? Baba. Lütfen. Bu kadar soğuk suda daha uzun süre hayatta kalıyorlar.” “Ottilie.” Henry’nin tonu ümit vaat etmiyordu. “Ama bir şey okumuştum. Nefes alışın kapanmasıyla ilgili. Nefes alışın kapanması. Lütfen.” Euan gömleğini başının üzerinden sıyırmış ve pantolonunu çıkarmış, gözünü karartıp yalnızca iç çamaşırıyla kalmıştı; suda cesurca yürüdükten sonra göle balıklama daldı. Yüzeye çıkarken nefesi kesildi, suda hafif çırpındı çünkü evet, göl gerçekten de buz kesiyordu. Yine ilerlemeye başladı, kollarını kırıp ardı ardına ileri savurdu, Alan’ın söylediği, Alan’ın tahmin ettiği yere doğru kulaç atmaya başladı. “Onu bulabilecek biri varsa o da Alan’dır,” dedi Edith. “Kocam o kadar da işe yaramaz değil anne,” dedi Joan. Bir anlık sessizlik oldu. “Tabii genelde işe yaramaz olduğunu kabul etmek zorundayım.” Euan suyun altını aramak için dalmaya başladı; batıyor, yüzeye çıkıyor, sonra tekrar dalıyordu. Alan da kayıktan inmiş, aynısı yapıyordu; avlanan kuşları andırıyorlardı. Daha şimdiden sorular soran sesler duyuyorlardı. “Bir şey gördünüz mü? Herhangi bir şey? Hiçbir işaret yok mu? Hiç mi? Daha derine bakın.” Göl onlarca metre derinliğindedir ve aysız bir gece kadar karanlıktır. Joan, Edith’le baş başa kalma fırsatını değerlendirerek, Alan olan biteni görür görmez eve gelmeliydi, dedi. “Yarım saat, onu tek başına 12
Beyaz Yalan kurtarıp kahraman olabilmek için yarım saat harcadı. Yine kahraman olabilmek için.” Edith terslendi. “Doğru olanı yaptı Joan. Onu kurtarabilirdi.” Sebastian’ın söylenmeyen adı havada asılı kaldı.
q
Daha sonra, olaydan yaklaşık bir hafta sonra, Alan göle dalıp ayakkabımın tekiyle ıslak olduğundan neredeyse siyah görünen kahverengi, deri bir botla çıkagelerek herkesi şaşırttı. Kayalık bir bölgede, suda bulmuştu ayakkabıyı; bu, kıyıya çok daha yakın bir bölgede yeni bir arama çalışmasına neden oldu. Ayakkabıyı bulanın Alan olması, ileride, anlatısının doğruluğu samimiyetle sorgulanmaya başlandığında önem kazanacaktı. Anlıyorsunuz ya, ileride, yaşananlar kesinliğini yitirecekti, daha derin, daha büyük bir kuşku saracaktı herkesi. Olay daha yeni kesinlik kazandı. O sıralarda sistemli bir şekilde hareket edilmiyordu, soruşturma özünde amatörceydi ve amatörce de kaldı. Bu sizi şaşırtabilir ama kayboluşumun ardından polise gidilmedi ve hem sadece o sırada, başlangıçta, olayın yaşandığı günde değil. Asla, hiçbir zaman gidilmedi. Yetkililer sorularla kapılarına dayanırsa, aile her zaman hazır bulundurduğu intihar kartını öne sürebilirdi; ama kafa darbesinin ortaya çıkma ihtimalini göz önünde bulundurduklarından bu açıklamaya bel bağlamıyorlardı. Gölü taramak her halükârda güç bir işti ama bu şartlar altında imkânsız sayılırdı. Henry annemle ilgilenirken ona açık açık söylemek zorunda kalmıştı bunu. Alan düşünceli davranarak herkesi şaşırtmıştı. Ondan bu sırrı saklaması beklenmezdi, yine de Alan, kasabada Salter’ların açıklamasının arkasında durmaya özen gösterdi. Henry başlarda onunla konuşmaya, ona tutarlılıkla ilgili açıklama yapmaya çalıştı ama Alan, yemin ediyormuş gibi elini kaldırıp Henry’nin üstü kapalı sözlerini yarıda kesti ve soran olursa elbette Michael’ın evi terk ettiğini, bir not bıraktığını, nerede olduğunun bilinmediğini söyleyeceğini belirtti. Ne de olsa tüm bunlar doğru sayılırdı. “Dedikodular tam anlamıyla rezalet.” Bunu kapıdan çıkmak üzereyken, son anda aklına gelmiş gibi eklemişti. 13
Andrea Gillies “Dedikodular mı? Ne dedikodusu?” “Gölden hiç ayrılmadığı için arabasını sahilde bıraktığı söyleniyor Michael’ın. İntihar ettiği...” “Başka... Başka biriyle ilgili söylentiler var mı?” “Hayır. Hayır, hayır. Herhangi bir ima...” “Anlıyorum. Pekâlâ, teşekkürler Alan.” Bazı insanlar etrafa bir hava yayarlar, fiziksel benliklerinin olgularına eklenen talihsiz bir dipnotları vardır; Alan da bu insanlardan biriydi, büyük ihtimalle hâlâ da öyle. Kaybolduğum sırada, hayata olan inancını yitirmiş, hayatın karşısına büyük sürprizler çıkarmayacağını hisseden ve her yerde, her şeyde teselli arayan bir adamın o solgun, gözleri morarmış görünümüne bürünmüştü çoktan. Üniforma misali, her gün siyah kumaş pantolonla –pantolon üzerinde fazla kısa duruyor, paçasıyla ayakkabısının arasındaki boşlukta beyaz çorapları göze çarpıyordu– akrilikten katılaşmış, üstünde acayip desenler olan fermuarlı kazaklar giyiyordu. Geçen yıl Peattie’den utanç içinde ayrıldığında neredeyse tamamen kelleşmiş, yalnızca yanlarda kaldığından keşişlerinkine benzeyen saçlarını, kelinin üzerinden tarayabilmek için iyice uzatmıştı. Ben doğduğumda durum faklıydı. O zamanlar yakışıklıydı, güçlü bir askeri andırıyordu; modaya uyduğu söylenemezdi belki ama üstü başı düzgündü, ütülü pantolonlar ve kollarında ütü çizgisi bulunan kısa kollu gömlekler giyerdi; çenesi köşeliydi, biraz sert bir ifadesi vardı ama simetrik hatlara sahipti, dışarıdan bakıldığında yüzü kolay kolay okunamazdı –kim bilir içinde ne fırtınalar kopuyordu–; ne yazık ki orta yaşa geldiğinde iyice bakımsızlaşmıştı. “Ne bekliyordunuz ki?” derdi Henry konu açıldığında. “Küçücük evde baş başa yaşayan iki adam.”
q
Henry sahil şeridinde ilerledi, ellerini öne uzatmış halde, önce birini, sonra diğerini ovarak hızla volta atan Mog’u geçti. Korunun kenarında, bir ağacın dibinde, dizlerini sıkı sıkı kenetleyip oturan Ursula’nın yanına gitti ama Ursula konuşmuyor, kafasını bile kaldırmıyordu. 14
Beyaz Yalan Henry bu sessizliklere hiç yabancı değildi, ancak Ursula kendini hazır hissettiğinde sona ereceğini bilirdi, bu yüzden herhangi bir girişimde bulunmaktan vazgeçip iskeledeki Ottilie’nin yanına döndü. Birlikte, kurtarma çabalarının gitgide daha cesaret kırıcı hale gelmesini izlediler. “Hayır, mümkünatı yok,” dediğini duydum Henry’nin. “Ama yüzeye çıkardı, değil mi?” diye sordu Ottilie. “Eğer boğulmuş olsaydı yüzeye çıkardı, değil mi? Batmazdı, değil mi? Ya da çok derinlere batmazdı, değil mi?” Henry dürüstlüğü büyük bir erdem saydığını söylerdi hep. Açık sözlülüğüyle tanınırdı, tabii ağzından söz almayı başarabildiğiniz zamanlarda. Sebastian’ın ölümünden bu yana, mecbur kalmadıkça pek konuşmayan bir adam olmuştu. Edith, Henry’nin bir zamanlar iyimser bir adam olduğunu öne sürerdi hep; günlük, sıradan meşguliyetlerle tatmin olan, ardından ailesiyle vakit geçirdiği için neşelenen mutlu, basit bir adam. Ben doğduğumda Sebastian beş yıldır ölüydü, hayatta olduğu süreden daha uzundu bu; Henry’yle iletişim kurmak eskisi kadar kolay değildi ama başardığınızda iç açıcı bir şekilde dürüst konuşurdu. Felaketlerin insanları bu hale getirdiğini söylerdi. Bir çocuğu asla Noel Baba ya da Diş Perisi gerçekten varmış gibi davranarak kandırmaz, İsa bebeğin, iyi yürekli bir adam olması dışında bir özelliği bulunmadığını, hayattayken ve özellikle de öldükten sonra onunla ilgili –her şan şöhret sahibinde olduğu gibi– birçok efsanenin doğduğunu söylerdi (en azından Edith’in duyamayacağı zamanlarda). Ottilie ’ye yalan söylemezdi. Ottilie bunu biliyordu. Bu yüzden soruyordu. “Belki... belirli bir derinlikte takılı kalmış olabilir,” dedi, görünürde duygusuz bir ifadeyle, göle dalıp çıkan ve birbirlerine biraz daha ilerlemelerini söyleyen iki adama bakarak. Alan, koruya bakılırsa yaklaşık on beş metre açılmış olduklarını söyledi ama emin olmak güçtü, neredeyse imkânsızdı. “Yalnızca sahilden uzaklığı değil önemli olan,” dedi Euan, Alan’a. “Bölgenin üç boyutlu haritasını çıkarmamız gerekiyor.” “Nasıl istersen üstat,” diye çıkıştı Alan. 15
Andrea Gillies Bu lafı duymazdan gelen Euan, kıyıya doğru beceriksizce bağırarak Ursula’nın diğer kadınlarla birlikte kayıkta olması gerektiğini söyledi. Sonra yine gözden kayboldu, önce hızla yukarı fırladı –nefesini tutuyordu, ıslak kaburgaları sayılabiliyordu, iç çamaşırı kalçasına yapışmıştı–, sonra göle daldı, iyice dikey konuma gelip daha derinlere inmeye çalışırken uzun, soluk bacakları suyu dövüyordu. “Süreye bağlı,” diyordu Henry. “Ama insanlar nehirlerde, denizlerde sürüklenirken bulunuyor,” diye itiraz etti Ottilie. “Kıyafetlerine hava sıkışmış oluyor. Ya da akıntıya, meddücezire kapılıp sürükleniyorlar. Ya da batarlarsa, tekrar... Tekrar beliriyorlar bir noktada... Şey noktasında...” Cümlesini yarıda bıraktı. Bedenimin biraz çürümesi, gazların ayrışımıyla hafiflemesi gerektiğini anneme söyleyecek yürek Henry’de bile yoktu. “Sürükleniyor,” dedi annem. “Ama bu kadar soğuk bir gölde hiç ortaya çıkmayabilir,” dedi Henry. “Ne demek istiyorsun?” “Bu kadar soğuk bir suda, su inanılmaz soğuk: Bunu anlıyorsun, değil mi? Aşağıları buz kesiyor. Doğrusu şu ki, bulunamayacak.” “Ne demek istiyorsun? Hayır. Hayır, baba. Hayır, baba. Ne demek istiyorsun?” “Çok üzgünüm. Ama bilmek istiyorsun. Öğrenmek istiyorsun, değil mi? Gerçeği, tüm çıplaklığıyla?” “Hayır. Başka şeyler öğrenmek istiyorum. O güne geri dönecek olsam, emin ol, oğlum için herkesi feda ederim. Seni bile baba. Seni bile feda ederim.” “Çok, çok üzgünüm.” “Kimse yeterince üzgün olamaz.” Bir süre konuşulmadı. Eminim, Henry o sırada bunun, benim bir daha ortaya çıkmayacak oluşumun durumu kurtardığını düşünüyordu. Dehşet verici, trajik, korkunç, tam algılanamayacak derecede korkunç, felaket bir gün olmuştu bu; ama en azından ortaya çıkmayacaktım. Aile bu bakış açısını benimseyecek, buna inanacaktı. 16
Beyaz Yalan Yüzeye çıkmamı, bir balıkçı tarafından gölün üstünde şişmiş bir halde bulunmamı istemiyorlardı: Bu ihtimalin tek sonucu daha da somut bir felaket, yaşayan insanların başına gelen, idare edilemez bir felaket olurdu. Muhtemelen bulunamayacak olmam Henry’nin yüreğini ferahlatıyordu ve yüreğini ferahlattığı gerçeğini kabul edemeyecek kadar utanıyordu kendinden. Hayatının sonuna kadar da utanacaktı. Gölde bir saat on dakika daha geçirdiler. Herkes durumun ümitsiz, aramaya devam etmenin manasız olduğunun bilincindeydi ama ayrılmaya, bana sırtlarını dönmeye kimsenin yüreği elvermiyordu; ta ki Edith, Vita’yı kontrol etmesi, herkesin de eve dönmesi gerektiğini, belki daha sonra tekrar göle gelebileceklerini söyleyene dek. O “belki”ydi izin mekanizmasını harekete geçiren. Bir kere gittikten sonra, önceleri günde üç dört kere yapılan, ardından, haftalar geçtikçe gitgide seyrekleşen bireysel ziyaretler dışında geri dönmeyeceklerdi; kararlılıkları yerini görev duygusuna, görev duygusuysa kabullenişe bırakacaktı. Başlarda sık sık göle uğruyor, gözleriyle suyu tarıyorlardı; kimsenin hakkında konuşmadığı ama herkesin teker teker ve kimseye söz etmeden yaptığı bir şeydi bu, çürük, parçalanmış bir obje, dönüşüm geçirmiş, pis bir şey olarak yüzeye çıkma ihtimalime karşı bekliyorlardı. Bu hayatta yaşımız ilerledikçe ne öğreniriz? Bana sorarsanız yalnızca ve yalnızca sevginin ne demek olduğunu. Annem beni seviyordu, ama şahsen anlayamadığım bir dilde. Benim tahmin bile edemeyeceğim şeyler aşikârdı onun için. Büyükannemle büyükbabam beni içten ama yararsız bir şekilde seviyordu. Mog’un beni sevme şekli onun için endişelenmeme neden oluyordu: Onun sevgisi, kaybolmanın başka bir yolu gibiydi. Diğer herkes yalnızca kayboluşumdan sonra sevdi beni.
17