Mastermind Örnek Sayfalar

Page 1


MASTERMIND MARIA KONNIKOVA Özgün ismi: Mastermind: How to Think Like Sherlock Holmes © 2013 Maria Konnikova Bu kitabın Türkçe yayın hakları Akcalı Telif Ajansı aracılığıyla alınmıştır. © 2015 Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Sertifika No: 12746 Domingo, Bkz Yayıncılık markasıdır. Çeviri: Zeynep Yeşiltuna Sayfa Uygulama: Bahadır Erşık Kapak Tasarım: b’IJ Barbara Kapak Uygulama: Begüm Çiçekçi ISBN: 978 605 4729 39 5 Baskı: Mart 2015 Pasifik Ofset San. Tic. Ltd. Şti. Cihangir Mah. Güvercin Cad. No: 3/1 Baha İş Merkezi A Blok Kat: 2 Haramidere Avcılar 34310 İstanbul Tel: (212) 412 17 77 Sertifika No: 12027 Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın tümünün veya içeriğinin herhangi bir bölümünün yayıncının yazılı izni olmadan, fotokopi yöntemi dahil, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla çoğaltılması yasaktır.

Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Asmalımescit Mah. Ensiz Sok. No: 2 D: 7 Tünel İstanbul Tel: (212) 245 08 39 e-posta: domingo@domingo.com.tr www.domingo.com.tr


MASTERMIND Sherlock Holmes Gibi Düşünmek

Marıa Konnıkova

Çeviri: Zeynep Yeşiltuna


Yazar Hakkında Moskova'da doğan Maria Konnikova, 4 yaşındayken ailesiyle beraber ABD’ye yerleşmiştir. Harvard Üniversitesi’nde psikoloji ve yaratıcı yazarlık eğitimleri almış, doktorasını Columbia Üniversitesi psikoloji bölümünde yapmıştır. New York Times, Slate, Paris Review, Wall Street Journal, Boston Globe, WIRED, Observer, Smithsonian ve Scientific American gibi prestijli yayınlarda yazıları yayımlanan Konnikova'nın ilk kitabı olan Mastermind, New York Times Bestseller olmuş ve 17 dile çevrilmiştir.


içindekiler GİRİŞ

1

BİRİNCİ KISIM

(KENDİNİ) ANLAMAK

9

BİRİNCİ BÖLÜM

Zihnin Bilimsel Metodu

11

İKİNCİ BÖLÜM

Beynin Çatı Katı: Nedir ve İçinde Ne Var?

31

İKİNCİ KISIM

GÖZLEMDEN HAYAL GÜCÜNE

75

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Beynin Çatı Katını Doldurmak: Gözlemin Gücü

77

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Beynin Çatı Katını Keşfetmek: Yaratıcılığın ve Hayal Gücünün Değeri

133


ÜÇÜNCÜ KISIM

TÜMDENGELİM SANATI

187

BEŞİNCİ BÖLÜM

Beynin Çatı Katında Yolunu Bulmak: Olgulardan Tümdengelim Yapmak

189

ALTINCI BÖLÜM

Beynin Çatı Katının Bakımı: Eğitim Asla Bitmez

225

DÖRDÜNCÜ KISIM

KENDİNİ BİLME SANATI VE BİLİMİ

255

YEDİNCİ BÖLÜM

Dinamik Çatı Katı: Hepsini Bir Araya Getirmek

257

SEKİZİNCİ BÖLÜM

Yalnızca İnsanız

276

SONSÖZ

303

TEŞEKKÜR

315

DAHA FAZLA BİLGİ İÇİN

317

DİZİN

321


giriş

K

üçükken, yatmadan önce babam bize Sherlock Holmes hikâyeleri okurdu. Bunu fırsat bilen erkek kardeşim oturduğu koltuk köşesinde anında uykuya dalarken, geri kalanımız pür dikkat babamı dinlerdik. Babamın oturduğu o kocaman tekli deri koltuğu, bir eliyle önünde açık tuttuğu kitabı, siyah çerçeveli gözlüklerine yansıyan şöminedeki ateşin dans eden alevlerini dün gibi hatırlıyorum. Hikâyede gerilim arttıkça sesi bir alçalıp bir yükselirdi. Ve sonunda, en sonunda, nihayet o beklenen çözüm ortaya çıkıp da taşlar bir anda yerine oturduğunda, tıpkı Dr. Watson gibi ben de başımı iki yana sallar ve içimden, Tabii ya, şimdi söyleyince her şey o kadar basit geliyor ki, diye geçirirdim. Babamın elinden düşmeyen piposunun, oturduğu deri koltuğun en ufak kıvrımına kadar sinen o meyveyle toprak karışımı kokusu ve perdeyle örtülü, çift kanatlı pencerelerin ardında kalan gecenin tüm hatları hâlâ aklımda. Tabii babamın piposu da tıpkı Holmes’unki gibi hafif kıvrımlıydı. Kitabı çat diye kapatıp o kalın sayfaları, kıpkırmızı kapakların içinde yeniden bir araya getirirken, “Evet, bu akşamlık da bu kadar,” dediği anı da hatırlıyorum. Anonsla beraber biz de yukarı çıkar, yataklarımıza giderdik. Ne kadar yalvarsak yakarsak da, ne kadar suratımızı assak da bir şey fark etmezdi. Ve beynimin derinlerine o kadar köklü bir biçimde işlemiş bir detay daha var ki, bize anlattığı hikâyelerin geri kalanı, belli belirsiz bir arka planda solup gittikten ve Holmes’la sadık dostu Boswell’in maceraları tamamen unutulduktan sonra bile, uzun yıllar kafamdan hiç çıkmadı: Basamaklar.


2

mastermınd

Baker Sokağı 221B’nin basamakları. Kaç basamak vardı? Bu Holmes’un, Bohemya’da Skandal’da Watson’a sorduğu ve o zamandan beri de bir kez olsun aklımdan çıkmamış bir soru. Holmes ve Watson birbiriyle eş koltuklarında otururlarken, dedektif doktora, görmek ve gözlemlemek arasındaki farkı izah eder. Watson önce afallar. Ve sonra, her şey birden netlik kazanır. “Seni akıl yürütürken dinlediğimde,” dedi [Watson], “konu bana da o kadar komik derecede basit geliyor ki, bunu kendim de rahatça yapabilirmişim gibi hissediyorum, oysa bana izlediğin yolu tamamen izah edene kadar muhakemenin her bir aşamasında afallayıp kalıyorum. Halbuki ben de gözlerimin seninkiler kadar iyi gördüğünden eminim.” [Holmes] bir sigara yakıp kendini koltuğa atarken, “Elbette,” dedi. “Sen de görüyorsun ama gözlem yapmıyorsun. Aradaki fark ortada. Örneğin, antreden bu salona çıkan merdiveni sen de defalarca kez görmüşsündür.” “Pek sık.” “Ne kadar sık peki?” “Herhalde yüzlerce kez gördüm.” “Peki o zaman kaç basamak var?” “Kaç basamak mı? Bilmem.” “Aynen öyle! Gözlemlemedin çünkü. Ama gördün. Benim de demek istediğim bu. Oysa ben on yedi basamak olduğunu biliyorum çünkü merdiveni hem gördüm hem de gözlemledim.” Şömine ateşiyle aydınlanmış ve pipo kokusu sinmiş bir gecede bu hikâyeyi ilk defa dinlediğimde, aralarında geçen konuşma beni şok etti. Çıldırmış bir halde kendi evimizdeki basamakların sayısı neydi (ki en ufak fikrim yoktu), ön kapıdaki merdivende kaç basamak vardı (sanki hiç adımlamamışım), bodruma kaç basamakla iniliyordu (on mu? yirmi


giriş

3

mi? ortalama bir rakam bile atamadım) hatırlamaya çalıştım. Ve o geceden sonra uzunca bir süre her fırsat bulduğumda merdivenleri ve basamakları saymaya çalıştım, olur da biri benden rapor isterse diye sayıların hepsini hafızamda bir yere kaydettim. O zamanki halimi görse Holmes benimle gurur duyardı. Tabii müthiş bir çabayla ezberlemeye çalıştığım bütün sayıları çabucak unutuyordum ve kısa bir süre sonra, inatla sayı ezberlemeye odaklanarak asıl olayı tamamen kaçırdığımı fark ettim. Tüm gayretlerim daha en başından boşunaydı aslında. Holmes bana göre bu konuda avantajlıydı, ben o zamanlar bunu anlayamamıştım. Holmes, hayatının büyük kısmını, dünyayla bilinçli bir etkileşim kurabilmenin yollarını geliştirmeye adamıştı. Peki, Baker Sokağı’ndaki basamaklar? Kendisine bir an olsun durup düşünmeyi dahi gerektirmeyecek kadar doğal gelen bir yetenekle hava atıyor. Bu, sürekli çalışan beyninin içinde alışkanlık gereği, neredeyse tamamen bilinçsizce gelişen bir sürecin ah-bu-arada tarzında bir dışavurumu. Hatta tabiri caizse, gerçek bir önemi olmayan ama yine de durup bunu mümkün kılan şeyi bir düşününce son derece derin bir anlam kazanan, ufak bir numara. Ve bu öyle bir numara ki, sırf onun şerefine bu koca kitabı yazmam için bana ilham verdi. Farkındalık kavramı kimsenin ilk defa duyduğu bir şey değil. Daha on dokuzuncu yüzyılın sonunda, modern psikolojinin babası sayılan William James, şöyle yazmış: “Dağılan dikkati bilinçli bir şekilde, üst üste defalarca toparlayabilme kabiliyeti muhakeme, karakter ve iradenin temelidir... Bu kabiliyeti geliştirmeye yarayan eğitim, mükemmel eğitimdir.” Ve bu kabiliyet, aslen farkındalığın özüdür. James’in önerdiği eğitim de, hayata ve düşünceye karşı bilinçli yaklaşım eğitimidir. 1970’li yıllarda Ellen Langer, farkındalığın, “muhakeme, karakter ve irade” yeteneklerini geliştirmekten de öteye geçebileceğini gösterdi. Bilinçli yaklaşım, bir yaşlının kendini genç hissedip o şekilde davranmasını sağlayacak kadar ileri


4

mastermınd

gidebiliyor, hatta tansiyon ve algı fonksiyonları gibi diğer yaşamsal belirtileri de geliştirebiliyordu. Geçtiğimiz yıllarda yapılan araştırmalar, günde en az on beş dakikalık meditasyon benzeri düşünme egzersizinin (farkındalığın merkezini oluşturan bir dikkat kontrolü çalışması), ön beyin aktivitesini genelde daha pozitif ve daha yaklaşım-odaklı duygu durumlarıyla bağdaştırılan bir alana doğru kaydırabileceğini ve hatta kısa süre manzara seyretmenin bile daha duyarlı, daha yaratıcı ve üretken insanlara dönüşmemize yardımcı olabileceğini gösteriyor. Ayrıca, beyinlerimizin çoklu göreve uygun bir şekilde yaratılmadığını da artık neredeyse kesin olarak biliyoruz. Sonuçta çoklu görev, farkındalığı toptan ortadan kaldıran bir şey. Aynı anda birden fazla işle ilgilenmek zorunda kaldığımızda, hepsinde vasat bir performans sergilemekle kalmıyoruz, aynı zamanda hafızamız da geriliyor ve genel ruh sağlığımız açık bir darbe yiyor. Fakat Sherlock Holmes için bilinçli mevcudiyet yalnızca ilk adım. Çok daha büyük, çok daha pratik ve tatmin edici bir hedefe ulaşmak için seçilmiş bir araç. Holmes, William James’in reçetesini eksiksiz bir şekilde bize sunuyor: Bilinçli düşünce kabiliyetimizi geliştirmeye ve beynimizi, daha fazlasını başarmak, daha düzgün düşünmek ve en uygun kararları vermek için kullanmaya yönelik bir eğitim. Daha geniş pencereden bakarsak, bu eğitimin amacı, zihnimizi oluşturan en temel yapıtaşından başlayarak, karar alma ve muhakeme yeteneğimizi tümden geliştirmek. Holmes’un görmek ve gözlemlemek arasında kıyas yaparken Watson’a aslında söylemek istediği şey, dikkatsizlikle dikkatliliği, yani farkındalığı asla birbirine karıştırmamak gerektiği. Zira dikkatsizlik, aktif katılımlı pasif bir yaklaşım. Sonuçta hepimiz otomatik olarak görüyoruz. Bir dizi duyusal veri, bizim herhangi bir çaba sarf etmemize gerek kalmadan gözümüzü açtığımız anda görmeyi sağlıyor. Ayrıca görürken düşünmüyoruz da, dünyaya ait sayısız uyaranı beynimize


giriş

5

buyur ederken bir an durup o unsurların aslında ne olabileceğini tam anlamıyla idrak etmiyoruz. Bazen gözümüzün önünde duran bir şeyi gördüğümüzü bile fark etmeyebiliyoruz. Ama gözlem yaparken, dikkatimizi vermek zorunda kalıyoruz. Pasif buyur etmeden aktif farkındalığa geçiş gerekiyor. Kendimizi adamamız gerekiyor. Ve bu her şey için geçerli. Sadece görmek için değil, her duyu, her veri, her düşünce için bu doğru. Söz konusu kendi zihinlerimiz olduğunda, aslında hepimiz çoğunlukla dikkatsiziz. Neler kaçırdığımızdan, kendi düşünce işleyişimizi aslında ne kadar az kavradığımızdan bihaber, öylece, yelkenler fora gidiyoruz. Çok daha iyisi olabileceğimizin farkında bile değiliz. Tıpkı Watson gibi biz de aynı merdivenleri gün içinde onlarca, yüzlerce, hatta binlerce kez inip çıkıyoruz ve bastığımız basamaklarla ilgili en sıradan detayı bile hatırlamakta zorlanıyoruz. (Hatta Holmes, basamakların sayısını değil de rengini sorsa ve Watson’ın buna da verecek cevabı olmasa, hiç şaşırmazdım.) Fakat mesele bunu yapacak kapasiteye sahip olmamamız değil. Bunu yapmayı tercih etmememiz. Çocukluğunuzu bir düşünün. Muhtemelen, size, büyüdüğünüz sokağın neye benzediğini sorsam, birçok detayı kolayca hatırlayabilirsiniz. Evlerin rengini. Komşularınızın enteresanlıklarını. Mevsimlerin kokusunu. Günün değişik saatlerinde sokağınızın aldığı değişik halleri. Nerede oynadığınızı. Nerede yürüdüğünüzü. Nerede yürümekten korktuğunuzu. Bahse girerim saatlerce anlatır durursunuz. Çocukken hepimiz fevkalade uyanığızdır. Bilgileri bir daha asla yakınına dahi yaklaşamayacağımız bir hızda alır ve işleriz. Yeni manzaralar, yeni sesler, yeni kokular, yeni insanlar, yeni duygular, yeni deneyimler: Dünyamızı ve bize sunduğu olanakları öğreniriz. Her şey yenidir, her şey heyecan vericidir, her şey merak uyandırır. Ve etrafımızda olup bitenler özü itibariyle yeni olduğu için hepimiz pek güzel tetikteyizdir.


6

mastermınd

Tüm dikkatimiz toplanmıştır; her şeyi fark ederiz. Ve dahası, bunları hatırlarız. Çünkü aynı anda hem motive hem de kendimizi vermiş durumdayızdır (bu iki özellikten sık sık bahsedeceğiz), dünyayı muhtemelen bir daha asla başaramayacağımız bir şekilde kavramakla kalmaz, ayrıca aldığımız bilgileri gelecek için depo ederiz. Bu bilgiler kim bilir bir daha ne zaman işimize yarayacak? Fakat büyüdükçe, bıkkınlık faktörü katlanarak artar. Oraya da gittim, onu da yaptım, buna artık dikkat etmeme gerek yok ve ne zaman olacak da bunu bilmem ya da kullanmam gerekecek? Daha ne olduğunu bile anlamadan, bütün o doğuştan gelen dikkat, kendini verme ve merakı çıkarıp atıp yerine pasif, dikkatsiz alışkanlıklar edinmişizdir ve şimdi bir şeyle ilgilenmek istediğimizde bile, çocukluğumuzdaki lükse sahip değiliz. Asıl görevimizin öğrenmek, özümsemek ve etkileşmek olduğu o günler mazide kaldı. Şimdi ilgilenmemiz ve beynimizi vermemiz gereken bambaşka, çok daha ivedi (ya da bize öyle geliyor) sorumluluklarımız var artık. Ve dikkatimiz üstündeki talep arttıkça –ki içinde yaşadığımız 7/24 dijital çağda çoklu görev baskısı her geçen gün daha da fazlalaştığı için bu son derece ciddi bir sorun aslında– asıl dikkatimizin de aynı oranda gerilediği bir gerçek. Ve durum böyle olduğu için, kendi düşünce alışkanlıklarımızı tanımakta veya fark etmekte gitgide daha da beceriksizleşiyoruz ve tam tersi olması gerektiği halde, zihnimizin, yargılarımıza ve kararlarımıza dikte etmesine her geçen gün daha fazla izin veriyoruz. Aslında bu, illaki kötü bir şey değil. Hatta başta bize zor gelen ve öğrenmesi zahmetli olan birtakım işlemleri otomatikleştirme ihtiyacından da sık sık söz edeceğiz. Ama yine de dikkatsizlikle aralarında son derece tehlikeli bir yakınlık var. Etkinlik ve düşüncesizlik arasındaki bu incecik çizgiyi geçmemek için de sürekli özen göstermeliyiz. Sabit rutininizin dışına çıkmanız gerekip de bir şekilde bunu yapmayı unuttuğunuzu fark ettiğiniz bir deneyim,


giriş

7

mutlaka sizin de başınızdan geçmiştir. Diyelim, eve giderken yolda eczaneye uğramanız lazım. Bu işinizi hatırlıyorsunuz. Alıştırmasını yapıyorsunuz. Hatta oraya gidebilmek için sapmanız gereken sokağı gözünüzün önüne getiriyorsunuz; her zamanki yolunuzu birazcık uzatacaksınız o kadar. Ve yine de, her nasıl olduysa, bir bakıyorsunuz evin kapısındasınız. Gitmeniz gereken yere uğramamışsınız. O sokağa sapmayı unutmuşsunuz ve önünden geçtiğinizi bile hatırlamıyorsunuz. İşte burada alışkanlık, siz fark etmeden devreye giriyor, zihninizin herhangi bir kısmı başka bir şey yapması gerektiğini bilse bile, rutin zorla kendi bildiğini yaptırıyor. Bu sürekli olan bir şey. Kendinizi belirli bir kalıbın içine o kadar oturtuyorsunuz ki, koskoca bir günü dikkatsiz bir sersemlik içinde geçiriyorsunuz (ve bu arada hâlâ işi düşünüyorsanız, bir e-postayı dert edip, aynı anda bir de yemek planı yapıyorsanız, unutun gitsin). Bu otomatik unutkanlık, rutinin üstünlüğü ve herhangi bir düşüncenin kolayca dikkatinizi dağıtabiliyor olması, çok daha geniş bir fenomenin ufacık bir parçası sadece. Ufacık ama yine de fark edilebilir bir parça, zira bir şey yapmayı unuttuğumuzu fark etme lüksüne sahibiz. Bu olay, parmakla sayılamayacak kadar çok defa başımıza gelen bir şey ve maalesef kendi dikkatsizliklerimizin farkına bile varmadığımız zamanlar da haddinden fazla. Bir dakika durup da ne olduğunu teşhis etmeksizin kafanızdan kaç tane düşünce gelip geçiyor? Sırf dikkatinizi vermeyi unuttunuz diye kaç fikri, kaç içgörüyü gözünüzden kaçırmışsınızdır? Neden ve niçin olduğunu fark etmeden, varlığını belli belirsiz sezdiğimiz bir tür fabrika ayarının etkisinde kaç karar almış, kaç hüküm vermişsinizdir? Tam olarak ne yaptığınızı ve bulunduğunuz noktaya nasıl geldiğinizi merak edene kadar acaba aradan kaç gün geçmiştir? Bu kitap bu konuda size yardımcı olmayı hedefliyor. Holmes’un metodolojisini kullanarak kendinizle ve dünyayla hayatın doğal akışı içerisinde bilinçli bir ilişki kurmanızı


8

mastermınd

sağlayacak düşünce alışkanlıklarını edinmeniz için gerekli basamakları tek tek inceleyip, izah edecek. Ki böylece sizler de, gayriihtiyari bir şekilde basamaklarınızın sayısından bahsederek nispeten daha dikkatsiz bir dostunuzun ağzını bir karış açık bırakabileceksiniz. O yüzden hadi şu şömineyi yakın, koltuğunuza yerleşin ve Londra’nın suç batağı sokaklarında yaşadıkları maceralarda Sherlock Holmes ve Dr. John H. Watson’a bir kere daha eşlik etmeye ve insan beyninin en derin gediklerine girmeye hazırlanın.


zihnin bilimsel metodu

23

olacağımız, hevesli benliklerimiz diye düşünün. Bu metotları uygulamayı başardığımız an, Watson Sistemi alışkanlıklarımızı da sonsuza dek kırmış olacağız. Gayet tabii olarak düşündüğümüzde, zihnimiz önüne çıkan her şeyi kabullenmeye programlıdır. Önce inanırız ve ancak ondan sonra sorgularız. Başka türlü ifade edersek, beynimiz ilk bakışta her şeyi, hazır gelen cevabın daima doğru olduğu bir doğru/yanlış testi olarak görür. Ve doğru modunda kalmak hiçbir çaba gerektirmezken, bir tane cevabı yanlış olarak değiştirmek mücadele, zaman ve enerji ister. Psikolog Daniel Gilbert şöyle izah ediyor: Beyinlerimiz, bir şeyi işlemden geçirebilmek için bir anlığına dahi olsa, mutlaka ona inanmak zorundadır. Diyelim size pembe fillerden bahsediyorum. Tabii ki pembe fillerin gerçek olmadığını biliyorsunuz. Ama bu cümleyi okurken, bir an için onu kafanızda hayal etmek zorunda kaldınız. Pembe fil diye bir şeyin gerçek olmadığını fark edebilmek için, bir saniyeliğine dahi olsa, onun varlığına inanmak zorundaydınız. Bizler için anlamak ve inanmak, aynı anda gerçekleşen iki eylem. Bir şeyi kavramak için önce kabul etmek gerektiği fikrini ilk ortaya koyan Benedict de Spinoza’ydı ve Gilbert’tan yaklaşık yüz yıl önce kalem tutan William James de prensibi şu şekilde tarif etmiş: “İster niteliğe ister varlığa ilişkin olsun, bütün önermelere inanmayı sağlayan, düşünülmüş oldukları gerçeğidir.” Yani, ancak bir şeyi düşündükten sonra ona inanmamak için çaba sarf ederiz ve Gilbert’ın da belirttiği gibi, sürecin bu kısmı otomatiklikten çok uzak olabiliyor. Pembe fil örneğinde, bu önermenin yanlış olduğunu ispatlama işlemi son derece basit. Zaman ya da çaba gerektiren bir durum değil. Ama gri fil deseydim, beyniniz işlem yapabilmek için çok daha az çaba sarf edecekti. Çünkü karşı-olgusal bilgilerde, gerçek bilgide ihtiyaç duymadığımız, fazladan bir doğrulama ve çürütme basamağına gerek vardır. Ama bu her zaman geçerli olan bir kural değil. Zira her zaman karşımıza pembe fil kadar barizi çıkmayabilir. Kavram veya fikir


24

mastermınd

karmaşıklaştıkça, doğruyla yanlışı ayırt etmek zorlaştıkça (Maine’de zehirli yılan yoktur. Doğru mu, yanlış mı? Hadi! Gerçi bu bilgi bile gerçekler üstünden doğrulanabilir. Peki ya şu nasıl: İdam cezası müebbet hapis kadar sert bir ceza değil. Şimdi ne yapmalı?), gereken çaba da aynı oranda artar. Öte yandan bu süreç kolayca sekteye uğrayabilir ve hatta hiç başlamayabilir. Eğer söz konusu ifadenin mantıklı olduğuna karar verirsek (doğru; Maine’de zehirli yılan yoktur, neden yanlış olsun ki?) konuyu geçiştirme ihtimalimiz tersi duruma göre daha yüksektir. Aynı şekilde, stresliysek, kafamız başka yerdeyse ya da zihinsel olarak tükenmiş haldeysek, bir şeyi doğrulamak için zaman harcamadan, onu direkt olarak doğru kabul edebiliriz – birden fazla taleple karşı karşıya kaldığımızda, zihinsel kapasitelerimiz her şey ile aynı anda ilgilenmek konusunda sınırlı bir yeteneğe sahip olduğu için böyle bir durumda gözden çıkarılan ilk şey doğrulama işlemi olur. Bu gerçekleştiği zaman da elimizde, yanlış oldukları halde doğru olarak hatırlayacağımız, düzeltilmemiş inançlar kalır. (Maine’de zehirli yılan var mı? Evet, aslında var. Ama bir sene sonra aynı soru bir daha sorulursa doğru cevabı hatırlayacağınız hayli şüpheli. Hele ki bu paragrafı okurken aklınız başka yerdeyse veya yorgunsanız.) Dahası, her şey fil örneğindeki kadar siyah ve beyaz –ya da duruma göre pembe ve beyaz– değildir. Sezgilerimizin siyah ve beyaz dediği şeyler, gerçekte pek de öyle olmayabilir. Tuzağa düşmek maalesef çok kolay. İlk birkaç saniye için bile olsa duyduğumuz her şeye inanmakla kalmıyoruz, aksine duymadan önce bize özellikle yanlış olduğu söylenen bir ifadeye bile genelde doğru muamelesi yapıyoruz. Mesela tekabül önyargısı (daha sonra detaylarıyla inceleyeceğimiz bir kavram) diye bilinen bir durumda, insanın söylediği şeyin inandığı şey olduğunu varsayarız ve bize açık bir şekilde bunun böyle olmadığı söylense bile yine de bu varsayımdan ödün vermeyiz. Hatta büyük olasılıkla konuşmacıyı da ağzından çıkan söze göre değerlendiririz. Şimdi bir önceki paragrafı


zihnin bilimsel metodu

25

düşünün: İdam cezasıyla ilgili yazdıklarımın inandığım şey olduğunu mu düşünüyorsunuz? Bu soruya herhangi bir yanıt verebilmek için elinizde dayanağınız yok, sonuçta fikrimi beyan etmedim ve yine de çoğunuzun yukarıda belirttiğim ifadeyi benim fikrim olarak kabul edip, sorumu çoktan yanıtladığınızı düşünüyorum. Daha da rahatsız edici olanıysa, bir şeyin inkâr edildiğini duyduğumuzda, mesela biri, Joe’nun mafyayla hiçbir bağlantısı yok, gibi bir cümle kurduğunda, ifadeyi olumsuzluk eki eksik kalmış bir halde tamamen yanlış hatırlayıp, sonunda, Joe’nun mafyayla bağlantısı olduğuna inanmamız son derece yüksek bir ihtimal. Cümleyi doğru bile hatırlasak, Joe’yla ilgili kafamızda olumsuz bir fikir oluşması olasılığı yine daha yüksek. Hatta jüri rolünü üstlensek, onun için daha uzun bir hapis cezası bile önerebiliriz. Bazı şeyleri çok çabuk doğrulamaya ve çabuk inanmaya olan eğilimimiz, hem kendimiz hem de başkaları için çok ciddi sonuçlar doğurabilir. Her düşünceye, her deneyime ve her algıya, pembe file yapacağı muameleyi yapmak, Holmes’un yönteminin püf noktası. Diğer bir deyişle, zihninizin doğal hali olan saflığı bir kenara bırakıp her işe sağlıklı dozda bir şüphecilikle başlayın. Sakın ha her şeyi olduğu gibi kabul etmeyin. Her şeyi, doğada var olması mümkün olmayan bir hayvan kadar absürd olarak düşünün. Elbette ki bu böyle hemen benimsenecek bir önerme değil. Sonuçta bu, beyninize doğal dinlenme modundan çıkıp sürekli bir fiziksel aktivite moduna geçmesini söylemekle aynı şey. Bir tarafta gayet tabii bir şekilde esneyip, tamam demek varken, onu ciddi enerji sarf edeceği bambaşka bir tarafa geçmeye zorluyorsunuz. Ama bu imkansız bir şey değil. Hele bir de yanınızda Sherlock Holmes gibi biri varsa. Çünkü ilk bakışta üstün gayret gerektiriyormuş gibi görünen bir görevin nasıl başarılacağı konusunda kimse ondan daha güvenilir bir yoldaş ve kadim bir örnek olamaz. Holmes’u iş başında incelerken, kendi zihinlerimizi incelemekte de ustalaşacağız. Watson, onu Holmes’la ilk kez


üçüncü bölüm

Beynin Çatı Katını Doldurmak: Gözlemin Gücü

B

ir Pazar akşamıydı. Babamın o akşamki okuma faslına başlamak üzereydik. Hafta başında, Monte Kristo Kontu’nu bitirmiştik. Aylar süren, asap bozucu bir serüven olmuştu bizim için. Haliyle çıta da epey yükselmişti ve derken kalelerden, burçlardan ve Fransız hazinelerinden çok uzakta, hayatında ilk defa gördüğü bir adamın yüzüne bakıp, gayriihtiyari bir biçimde, “Anladığım kadarıyla Afganistan’da bulunmuşsunuz,” diyebilen bir adamın karşısında buldum kendimi. Holmes’a dönüp, “Siz nereden bildiniz bunu?” diye soran Watson hislerime tercüman olmuştu. Gerçekten bunu nasıl bilebilirdi? Asıl meselenin basit bir detay gözleminden çok öteye gittiği benim için gayet netti. Ya da öyle değil miydi? Savaş sırasında görev yaptığı yeri Holmes’un nereden bildiğini merak eden Watson, bu bilgiyi, kendisiyle tanışmadan önce bir başkasından duyduğunu farz ediyor. Çünkü yalnızca bakarak böyle bir şeyi anlamak mümkün değil. “Alakası yok,” diyor Holmes. Son derece mümkün. Konuşmasına şöyle devam ediyor: Afganistan’dan geldiğinizi hemen anladım. Yılların alışkanlığı yüzünden, düşünceler o kadar hızlı bir şekilde kafamda sıraya dizildi ki, aradaki adımları fark etmeden hemen sonuca vardım. Ancak ben fark etmesem de o adımlar vardı tabii ki. Mantık dizisi şöyle gelişti: “Karşımda, asker havası taşıyan, doktor tipli


78

mastermınd

bir beyefendi var. O hâlde kesin ordu doktoru olmalı. Ayrıca yakın zamanda tropikal iklimli bir yerde bulunmuş olmalı zira yüzü bronz ve teninin gerçek tonu bu değil, çünkü bilekleri daha açık renk. Bitkin yüzünden açıkça anlaşıldığı kadarıyla birçok zorluk ve hastalıkla mücadele etmiş. Sol kolundan yaralanmış. Kolunu tutuşu kazık gibi, hiç doğal değil. İngiliz ordusunda görevli bir doktor, hangi tropik bölgede bu denli zorluklarla karşılaşıp, kolundan yaralanmış olabilir? Tabii ki, Afganistan’da.” Bütün bu düşünce silsilesinin kafamdan geçmesi bir saniye bile sürmedi. Sonra sizin Afganistan’dan geldiğinizi söyledim ve siz de buna hayret ettiniz. Elbette, başlangıç noktası basit ve düz bir gözlem gibi görünüyor. Holmes, bir bakışta Watson’ın dış görünüşü, tavır ve davranışlarıyla ilgili detayları fark ediyor ve bu detaylardan yola çıkarak adamın bütüncül bir resmini çiziyor. Tıpkı Joseph Bell’in, vaktinde Arthur Conan Doyle’u hayretler içinde bırakması gibi. Ama hepsi bu değil. Tek bakışta hayat hikâyesine dair bir özet sunduğu bu yeni dostuyla konuşurken Holmes’un dediği gibi, büyük G’yle Gözlem, nasıl desek... Sadece gözlemden (küçük harfle yazılanı bu) fazlasını gerektirir. Bu, nesnelerin pasif bir şekilde görsel sahanıza girmesine izin vermek değildir. Asıl mesele neyi, nasıl gözlemleyeceğinizi bilmek ve dikkatinizi ona yönlendirmektir: Hangi detaylara odaklanıyorsunuz? Hangi detayları görmezden geliyorsunuz? Odaklanmayı tercih ettiğiniz detayları nasıl yakalayıp idrak ediyorsunuz? Diğer bir deyişle, beyninizin çatı katının potansiyelini nasıl maksimize ediyorsunuz? Holmes’un daha önceki uyarılarını hatırlarsanız, beyninizin çatı katını mümkün olduğunca temiz tutmak isteyeceğinizden, karşınıza çıkan her detayı alıp oraya atamazsınız. Fark etmeyi tercih ettiğimiz her şeyin, gelecekte çatı katımıza ait birer eşyaya dönüşme potansiyeli vardır ve dahası, bu eklentilerle çatı katı ortamı değişeceği için, gelecek


142

mastermınd •

Sherlock Holmes’u hissiz bir mantık makinesi gibi görmek çok kolay: Hesaplama mantığının ete kemiğe bürünmüş hali. Ne var ki bu Mantık Otomatı Holmes görüşünün gerçekle alakası yok. Tam tersine. Holmes’u Holmes yapan, onu bütün dedektiflerden, müfettişlerden ve benzeri sivillerden üstün kılan şey, doğrusal olmayanla ilgilenme, farazi olana kucak açıp, beyninde varsayımlara da yer verme isteğidir. Yaratıcı düşünce ve hayali düşünme kapasitesidir. Peki o zaman niçin dedektifin bu çok daha yumuşak, hatta neredeyse sanatsal yanına değil de, mantık hesaplamalarındaki bilgisayar benzeri becerilerine odaklanıyoruz? Basit... Bu yanı çok daha kolay ve güvenli de ondan. Bu hepimizin psikolojisine kazınmış bir düşünce biçimi. Erken yaştan itibaren hepimiz bu şekilde düşünmek üzere eğitilmişiz. Albert Einstein’ın da dediği gibi: “Zekâyı tanrılaştırmamak için özen göstermeliyiz. Zekâ çok güçlü bir kas olabilir ama kişilikten yoksundur. Bize önderlik edemez. Sadece hizmet eder. Bir lider olarak tercih yaparken de asla titiz davranmaz.” Şu anda, sayısız veriyi alıp onları şaşırtıcı bir titizlikle analiz eden ve çözümü hemen ardından ortaya koyabilen insan-dışı Holmes’u idolleştiren bir toplumda yaşıyoruz. Hayal gücü gibi ölçülemeyen bir şeyin gücünü yok sayan ve onun yerine zekânın gücüne odaklanan bir toplum bu. Ama durun, bunun tamamen saçmalık olduğunu düşünebilirsiniz. Sonuçta yenilikçi ve yaratıcı fikirlerle büyüyoruz biz, değil mi? Girişimcinin, fikir sahibi adamın, Steve Jobs’un ve “Farklı Düşün” mottosunun çağında yaşıyoruz, değil mi? Şey, hem evet hem de hayır. Çünkü yaratıcılığa yüzeyde değer veriyoruz ama yüreğimizin en derinlerinde, hayal gücü bizi deli gibi korkutabiliyor. Genel bir kural olarak hepimiz belirsizlikten nefret ederiz. Huzursuz oluruz. Belirgin bir dünya bizim için daha sevimli bir yerdir. Elimizden geldiğince önümüze çıkan belirsizlikleri azaltmaya çalışır, statükoyu koruyan, alışkanlık haline gelmiş


beynin çatı katını keşfetmek

143

ve pratik tercihler yaparız. Hani, “en kısa yol bildiğin yoldur” diye bir deyim vardır ya? İşte durumu çok güzel özetliyor. Öte yandan yaratıcılık, yenilik gerektirir. Hayal gücü, yeni olasılıklar, var olmayan ihtimaller, olmayan bir şeyi varmış gibi kabul etme, öğelerin yeni yollarla tekrar kombine edilmesi demektir. Denenmemişle ilgilidir. Ve denenmemiş olan da belirsizdir. Korkutucudur. Bizi ne kadar korkuttuğunu fark etmesek bile korkutucudur. Potansiyel olarak da utanç vericidir (sonuçta hiçbir zaman başarı garantisi yoktur.) Conan Doyle’un müfettişleri standart protokolü bir kenara bırakıp soruşturmalarını tehlikeye atabilecek ya da bir anlığına olsun sekteye uğratabilecek herhangi bir şey yapmaktan neden bu kadar nefret ediyor sanıyorsunuz? Holmes’un hayal gücü onları korkutuyor. Şu evrensel paradoksu bir düşünün: Organizasyonlar, kurumlar ve bireysel karar alıcılar, her yerde yaratıcılığa ne kadar önem verdiklerini, hatta bazı durumlarda asıl hedeflerinin yaratıcılık olduğunu dile getirmelerine rağmen sık sık yaratıcı fikirleri geri çevirirler. Niye mi? Yeni araştırmalar, tıpkı ırkçılık ya da fobiyle ilgili vakalarda olduğu gibi yaratıcı fikirlere karşı da bilinçli önyargılar taşıyabileceğimizi öne sürüyor. İkinci bölümdeki, Örtülü İlişkilendirme Testi, IAT’yi hatırlıyor musunuz? Jennifer Mueller ve meslektaşları, yaptıkları bir dizi çalışmayla, IAT’yi modifiye ederek daha önce test edilme gereği görülmeyen bir şeyi test etmeye karar vermişler: yaratıcılık. Katılımcıların, standart IAT’de olduğu gibi aynı türde iyi/ kötü kategori eşleştirmeleri yapmaları gerekiyormuş ama bu sefer eşleştirmeler ya pratik (işlevsel, yapıcı ya da faydalı) ya da yaratıcı (farklı, yenilikçi ya da orijinal) bir tutumu ifade eden iki kelimeyle yapılmış. Testin sonunda, kendi olumlu özellikler listelerinde yaratıcılığı en başlara koyan insanların bile belirsiz koşullar altında yaratıcılığa karşı örtülü önyargı taşıdığı ortaya çıkmış. Üstelik öncesinde yaratıcı olarak kabul edilen bir fikri (örneğin, ayağı serin tutacak ve su toplamasını önleyecek şekilde kumaş kalınlığını ayarlamaya yönelik bir nanoteknoloji


144

mastermınd

kullanan bir koşu ayakkabısı), çok daha belirli olan benzerlerine kıyasla az yaratıcı olarak derecelendirmişler. Yani sadece örtülü önyargı sahibi değillermiş. Ayrıca yaratıcı bir fikir karşılarında dururken bile onu algılamakta zorlanmışlar. Doğru, bu etki genelde belirsiz koşullar altında ortaya çıkmış ama zaten karar almak zorunda kaldığımız ortamların çoğu belirsiz değil midir? Dedektiflik mesleğinde durum böyle. Şirketlerde de. Bilimde de. İşyerinde de. Hatta neredeyse aklınıza gelebilecek her şeyde durum böyle. Büyük düşünürler, işin en zor kısmının yani boşluk korkusunun üstesinden gelmeyi başarmışlar. Einstein’ın da başarısızlıkları oldu. Abraham Lincoln’ün de. Herhalde bir savaşa yüzbaşı olarak gidip de er olarak dönen ve başkanlık koltuğuna oturmadan önce iki kez iflasını ilan eden nadir insanlardan biridir. Aynı şekilde Walt Disney de yeri geldi hata yaptı. “Hayal gücü eksik olduğu” için çalıştığı gazeteden kovuldu (işte alın size kapı gibi bir yaratıcılık paradoksu örneği). Çalışan bir ampule denk gelene kadar binlerce başarısız icada imza atan Thomas Edison da. Ve tabii ki Sherlock Holmes da (Irene Adler’ı hatırlayan? Tavşan dudaklı adamı? Ya da ileride detaylarıyla inceleyeceğimiz Sarı Yüz’ü?). Onları farklı kılan şey başarısız olmamaları değil, başarısızlık korkusundan yoksun olmaları. Yaratıcı beynin alametifarikası da bu açıklıktır zaten. Hayatlarının bir döneminde onlar da hepimiz gibi anti-yaratıcı önyargılara sahip olmuş olabilirler ama bir şekilde onları bastırmayı başarabilmişler. Sherlock Holmes’da, bilgisayarda olmayan bir cevher var ve onu hem olduğu kişi yapan, hem de dedektif dediğin yalnızca mükemmel bir mantık ustasıdır imajını ortadan kaldıran, yine bu cevher. Yani, hayal gücü. Bariz cevabı direkt göremediği için kim, bir problemi çözmekten vazgeçmemiştir? Açık ve bariz olanın aslında biraz fazla bariz olabileceğini düşünmediğimiz için yanlış bir karar almayanımız, ya da yanlış bir yola sapmayanımız var mı? Pek de ideal olmayan bir ortamda, sırf bir iş böyle yapılır diye,


beynin çatı katını keşfetmek

155

Doğal zihin yapımız bizi geride tutuyor olabilir ama basit bir gizli tetikleyici, zihnimizi tamamen farklı bir yöne çekmek için yeterlidir ve buradaki gizli tetikleyici ille de bir ampul olmak zorunda değil. Duvarlardaki resimler de aynı görevi görebilir. Mesela mavi renk. Ünlü yaratıcı düşünürlerin resimleri. Mutlu yüzler. Mutlu bir müzik. (Hatta aklınıza gelebilecek bütün olumlu simgeler.) Bitkiler, çiçekler, doğa manzaraları. Bütün bunlar, biz farkında olalım ya da olmayalım, yaratıcılığımızı arttırırlar ve işte bu kutlamaya değer bir şey. Uyaran her ne olursa olsun, zihniniz o fikri düşünmeye başladığı anda, o fikri benimsemeye daha yatkın olursunuz. Hatta birtakım çalışmalar, beyaz önlük giyen kişilerin daha bilimsel düşündüğünü ve problem çözmekte daha başarılı olduğunu gösteriyor. Büyük ihtimalle beyaz önlük, araştırmacı ve doktor kavramlarını aktive ettiği için bu insanlarla ilişkilendirilen karakteristik özellikler benimseniyor. Peki ya, ampullerin yandığı, üzerimizde beyaz bir önlük ve kulağımızda hoş bir müzikle, güzelim güllerimizi suladığımız, Einstein ve Jobs resimleriyle süslü mavi bir odanın yokluğunda, Holmes’un yaratıcı düşünce kapasitesine en iyi nasıl ulaşabiliriz?

Mesafenin Önemi Yaratıcı düşünceyi teşvik etmenin, Lestrade’ın yaptığı gibi direkt kanıta bakarak bir sonuca varmamanın püf noktası her anlamda mesafedir. Bruce-Partington Planları hikâyesinde, Holmes-Watson ortaklığının huzuruna çıkmakta hayli geç kalmış bir davayla ilgili olarak Watson şöyle bir gözlemde bulunur: Sherlock Holmes’ün en dikkat çekici özelliklerinden biri, yapacağı herhangi bir şeyin işe yaramayacağına kesin ikna olduğu zaman, kendini önemli olaylardan tamamen soyutlayıp tüm düşüncelerini daha hafif işlere


156

mastermınd

yöneltebilmesiydi. O unutulmaz günün tamamı boyunca, Lassus’un Polifonik İlahileri üzerine bir incelemeye gömülüp diğer her şeyi bir yana bıraktığını çok iyi hatırlıyorum. Bana gelince; kendimi o şekilde soyutlama gibi bir yeteneğim olmadığı için, gün sanki sonsuza kadar sürecekmiş gibi gelmişti. Zihninizi bir adım geri gitmeye mecbur bırakmak zor iştir. Çözmek istediğiniz bir problemden uzaklaşmak, mantığa aykırıymış gibi gelir. Ama işin aslı, bu özellik, Holmes ya da diğer derin düşünürler için çok da kayda değer bir özellik değildir. Watson’ın bu özelliği bu kadar dikkat çekici buluyor olması (ve kendi ağzıyla bu özellikten yoksun olduğunu itiraf etmesi) ise, Holmes’un başarıya imza attığı çoğu davada onun neden çuvalladığını çok iyi açıklıyor. Psikolog Yaacov Trope, psikolojik mesafenin, düşünceyi ve karar alımını geliştirmek için atılabilecek en önemli adımlardan biri olduğunu iddia ediyor. Burada adı geçen mesafenin birçok şekli olabilir: Zamansal, ya da (hem gelecek hem geçmiş) zamanda mesafe; konumsal, ya da konumda mesafe (bir şeye ne kadar yakınsınız, ya da ondan ne kadar uzaksınız); sosyal, ya da insanlar arasındaki mesafe (başkalarının konuya bakışı); varsayımsal, ya da gerçeğe olan mesafe (olayın aslında nasıl meydana gelmiş olabileceği). Ama hangi şekilde olursa olsun bütün bu mesafelerin ortak bir noktası var: Hepsinde, zihinsel olarak şimdiki anın ötesine geçebilmeniz gerek. Hepsinde, bir adım geri gitmeniz gerek. Trope’un varsayımlarına göre, mesafeli olarak hareket ettiğimiz zaman hem bakış açımız hem de yorumlamalarımız daha genel ve soyut bir yapı kazanıyor ve kendi bakış açımızdan uzaklaştıkça, resme daha geniş bir açıdan hakim olabiliyoruz. Buna karşılık yakına doğru bir adım attığımızda, düşüncelerimiz daha sağlam, daha spesifik ve pratik oluyor, benmerkezci görüşümüze yakın durdukça karşımızdaki resim de o kadar küçülüyor ve daralıyor. Yorumlarımızın etkinlik


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.