Mektup Örnek Sayfalar

Page 1


YAZAR HAKKINDA Simon Garfield, aralarında büyük beğeni toplamış Tam Benim Tipim, On The Map ve The Wrestling’in de bulunduğu on dört edebiyat-dışı kitabın yazarıdır. İngiltere’de AIDS üzerine yaptığı çalışması The End of Innocence Somerset Maugham ödülüne layık görüldü. Londra ve Cornwall, St Ives’de yaşıyor. Yazarın Türkçedeki diğer kitapları: Tam Benim Tipim (Domingo, 2012) On The Map - Mind Expanding Exploration of the Way the World Looks (Domingo, 2015)


MEKTUP

SIMON GARFIELD

Özgün ismi: Mektup © 2013, Simon Garfield Bu kitabın Türkçe yayın hakları Anatolialit Telif Ajansı aracılığıyla alınmıştır.

Türkçe yayın hakları: © 2014 Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Sertifika No: 12746 Domingo, Bkz Yayıncılık markasıdır. Çeviri: Zeynep Yeşiltuna Editör: Selçuk Aylar Redaktör: D. İmra Gündoğdu Kapak Uyarlama: Berat Pekmezci Sayfa Uyarlama: Bahadır Erşık ISBN: 978-605-4729-30-2 Baskı: Ekim 2014 Pasifik Ofset San. Tic. Ltd. Şti. Cihangir Mah. Güvercin Cad. No: 3/1 Baha İş Merkezi A Blok Kat: 2 Haramidere Avcılar 34310 İstanbul Tel: (212) 412 17 77 Sertifika No: 12027 Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın tümünün veya içeriğinin herhangi bir bölü­münün yayıncının yazılı izni olmadan, fotokopi yöntemi dahil, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla çoğaltılması yasaktır.

Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Asmalımescit Mah. Ensiz Sok. No: 2 D: 7 Tünel İstanbul Tel: (212) 245 08 39 e-posta: domingo@domingo.com.tr www.domingo.com.tr


Kapılarda Mektup Aralığı: 1849 yılı için henüz yeni bir konsept


“Mektupları bir daha okumamak üzere kaldırır, en nihayetinde de ketumluğumuz uğruna imha ederiz. Böylece o en güzel, en saf yaşam enerjisi bir anda yok olur gider; bizim için de başkaları için de telafisi yoktur bunun.” —Johann Wolfgang von Goethe “Bizimki gibi mektup yazmaya düşkün olmayan bir çağda, mektubun insanların hayatlarında ne denli büyük bir rol oynadığını unutuyoruz.” —Anatole Broyard “Dünyanın dört bir yanında aşk mektubu almamış milyonlarca insan olmalı... Ben hepsinin lideri olabilirmişim.” —Charlie Brown



İçindekiler 1 Mektubun Büyüsü 13 Burada, dolaylı yoldan dişle kurşun yakalanamayacağını öğrenip, e-posta çağında mektupların kıymeti üzerine biraz kafa yoruyoruz. 2 Vindolanda’dan Sevgilerle 31 Burada, Hadrianus Duvarı’nın aşağısındaki garnizon kasabasının sakinleri günümüzle iletişim kuruyor ve biz de misafir gelecek diye minder kabartmanın Antik Roma’da bile önemli olduğunu öğreniyoruz. 3 Cicero, Seneca ve Genç Plinius’un Avuntuları 43 Burada adam gibi bir eğitimden geçiyoruz.

Yurtdışından Mektup Var 64

4 Eski Çağlarda Aşk 69 Burada, Marcus Aurelius öğretmenine âşık oluyor, yirminci yüzyıl âşıkları hak ettikleri cezalarla karşılaşıyor ve Petrarca berbat posta servisi yüzünden serzenişte bulunuyor.

Bir Piramit Nasıl İnşa Edilir 89

Eski bir mektup kutusu, 1853 dolayları: “Tek bir mektup dahi çalınmamıştı.”


5 Kusursuz Bir Mektup Nasıl Yazılır, 1. Kısım 92 Burada, papalığının ilk günlerindeki bir papaya nasıl hitap edildiğini öğreniyor ve İngiliz bir heccavın kendisini reddeden âşığıyla alay edişini inceliyoruz.

Etkilemeye Çalışmak 110

6 Ne Kar Ne Yağmur Ne De Norfolk’un Düzlükleri 116 Burada, Pastonlar bizleri Norwich sınırındaki keyifli evlerinde ağırlıyor, VIII. Henry tekrar âşık oluyor ve Rosencrantz’la Guildenstern kaderleriyle buluşuyor.

Yeni Sevgilin 139

7 Kusursuz Bir Mektup Nasıl Yazılır, 2. Kısım 143 Burada, Madam de Sévigné ve Chesterfield Lordu kazara kahraman oluyorlar ve The Ladies Complete Letter-Writer, bize bir dostumuzu yazı beraber geçirelim diye sayfiyeye nasıl davet edeceğimizi öğretiyor.

Tamamen Yitik 166

8 Satılık Mektuplar 169 Burada mektuplar tarihin değerli birer gizli silahı haline geliyor, Napolyon ve Nelson müzayede salonunda birbirlerine karşı savaşıyor ve Hindistan’da bir İngiliz asker yerlilerle zor anlar geçiriyor.

Hadi Artık Evlilikten Bahsedelim 193

9 Jane Austen’ın Mektupları Neden Bu Kadar Sıkıcı (ve Postayla İlgili Çözüme Kavuşan Diğer Sorunlar) 197 Burada mektuplar kurguya dönüşüyor ve evrensel peni postası, hepimizi birer mektup yazarı yapıyor.

Haddimden Fazla 222


10 Mektup Ölümsüzlük Gibidir 226 Burada, bir çiftçi vakit bulabilirse mektuplarını alıyor, Emily Dickinson sanal bir kitap kulübü kuruyor ve bizler de bir dümene alet olmamaya çalışıyoruz. Ayrıca: Reginald Bray de tartışmaya katılıyor.

Bir Ev Kadınının Olması Gereken Her Şey 256

11 Kusursuz Bir Mektup Nasıl Yazılır, 3. Kısım 260 Burada, Lewis Carroll verimli mektuplaşma sanatı için son derece önemli bir ilave ayrıntı keşfediyor, Çinliler kusursuz bir İngilizceyle balık ticareti yapmayı öğreniyor ve Edward döneminin pul-yalar halkı seninle evlenmeyeceğim demenin yeni yollarını keşfediyor.

Fotoğraflar 274

12 Diğer Satılık Mektuplar 278 Burada, Virginia Woolf ’un peşinden nehir kenarına gidiyor, mektup yazarlarının niçin Manhattan’da bir borsacıya ihtiyacı olduğunu keşfediyor ve ayrıca Jack Kerouac’a dair en çılgın ve içten gerçeği okuyoruz.

Yunanistan ve Londra, Kurtuluş ve Esaret 306

13 Yeni Dönemde Aşk 316 Burada, Charlie Brown Sevgililer Günü’nü eli boş geçirirken, Charles Schulz biricik aşkına mektup yazmayı ihmal etmiyor, John Keats mürekkep damlatan kalemiyle Fanny Brawne’a son mektubunu yazıyor, Henry Miller Anaïs Nin’e ilan-ı aşk ediyor.

Günler Günleri Kovalıyor 341

14 Çağdaş Usta 346 Burada, Ted Hughes ve Sylvia Plath’ten öğrenebileceğimiz her şeyi öğreniyor ve “Toplu Mektuplar” fikrini irdeliyoruz.

Eve Dönüş Sorusu 371


15 Gelen Kutusu 376 Burada, @ iyi ya da kötü hayatlarımızı değiştiriyor, öldüğümüzde e-postalarımıza ne olacağını inceliyoruz ve dünyanın en önde gelen üniversitelerindeki küratörler, Salman Rushdie’nin Macintosh Performa 5400’ünün tozunu alıyor.

Etten Kemikten 395

Sonsöz: Sevgili Okur 408 Burada, yazar tarihi nasıl canlı tutabilir onu düşünüyor ve Connecticut’lı bir İngilizce profesörüyle mektup arkadaşlığına başlıyor.

Teşekkür

427

Kaynakça

429

Görseller

433

İzinler

435

Dizin

436


Mektup

Mektuplar bizlere çok daha geniş bir hayat bahşetme gücüne sahip. Daha fazlasına teşvik eder, anlamı derinleştirirler. Kanıt niteliğindedirler. Hayatları değiştirir, tarihi yeniden şekillendirirler. Dünya bir zamanlar mektup iletişimiyle dönüyordu. Mektup dediğiniz şey beşeri etkileşimde bir kayganlaştırıcı, fikirlerin özgürce çarpıştığı, önemli-önemsiz her ayrıntının karşı tarafa aktarıldığı bir mecraydı.

18


Mektubun Büyüsü

Akşam yemeğe ne zaman geliyoruz, muhteşem günümüz nasıl geçti, aşkımızdan nasıl havalara uçtuk, nasıl kahrolduk, her şey o mektuplardaydı. O zamanlar mektupların kıymetinin bilinmemesi ya da pabuçlarının dama atılması gibi bir şeye ihtimal bile verilmemiş olmalı. Mektupsuz bir dünya demek, oksijensiz bir dünya demekti. Bu kitap mektupsuz bir dünyayla, ya da en azından öyle bir ihtimalle ilgili. Bu kitap, mektubun yerine e-postayı koyarken kaybettiklerimizle ilgili: Postane, zarf, kalem, daha yavaş ve temkinli bir beyinsel faaliyet, yalnızca parmak uçlarımızı değil, ellerimizin tamamını kullanmak. Bu kitapla bizden önce gelip gidenleri ve okur-yazarlığa, olumlu düşünceye ve ileriyi düşünmeye verdiğimiz değeri anıyoruz. Bir yandan da bu kitap acaba biraz da iyilikle ilgili olabilir mi, merak ediyorum. İletişimin dijitalleşmesi hayatımızda çok ciddi değişimlere sebep oldu, ancak mektup yazımı üzerindeki aşamalı ve köklü etkisi adeta İngiltere yazları gibi kendini fark ettirmeden geçip gitti. Antik Yunan’dan beri hem maddi hem manevi refahımızın en önemli araçlarından biri olan şey son yirmi yıldır yok olmanın eşiğinde ve bir yirmi yıl daha geçtikten sonra, pul yalamak gelecek nesiller için yandan çarklı gemiler kadar çağdışı olacak. Yandan çarklı gemilerle seyahat etmek de, mektup yollamak da hâlâ mümkün ama hepsinin daha hızlı ve kullanışlı bir alternatifi olduktan sonra neden tercih edesiniz ki? İşte bu kitap bu soruya olumlu bir yanıt sunmak adına bir girişim. Bu e-posta karşıtı bir kitap değil (bunun ne manası olur ki?). Bu gelişim karşıtı bir kitap değil, zira telgrafın veya dahili telefonların kullanılmaya başlandığı dönemlerde de buna benzer bir kitap yazılabilirdi. Ancak iki buluşun da mektup yazımı üzerinde beklenildiği gibi bir etkisi olmadı, olduysa da kesinlikle e-postanın yaptığı etkiyle aynı değildi. Bu kitaba can veren çok basit bir şey: Ses. Hâlâ da o sesi tarif etmekte zorlanıyorum; o incecik, kenarları mavi “uçak postası” zarfının hışırtısını, içinde cevap kartı bulunan bir davetiye zarfının o cafcaflı ağırlığını, bir teşekkür notunun sebep olduğu o mutlu hıçkırığı tarif etmek için uygun kelime bulamıyorum. Ama dediğim gibi bu kitaba can veren bir ses; bir mektup zarfının paspasınıza düştüğü anda çıkardığı o ses. Auden çok haklıydı. Mektubun romantizmi, verdiği havadisler, postanın beraberinde getirdiği hayat

19


Mektup

değiştiren olasılıklar, ihtimaller... Bize her seferinde yeni bir vaatle gelen, yalnızca yere düşen zarfın çıkardığı sestir. Elektronik posta kutusu–ayakkabı kutusu savaşı... Sadece biri ileride değer kazanacak, gitgide birikecek, biz taşınırken bizimle beraber gelecek ya da bizden sonra başkaları tarafından bulunmak üzere unutulacak. Bütün şahsi geçmişimiz, manevi varlığımızın yegâne kanıtı, herhangi bir Amerikan ovasının göbeğinde bir Cloud sunucusunda (çelik kaplama bir depoda) mı ikamet etmeli, yoksa bugüne kadar her zaman durduğu yerde, elle tutulur tüm varlıklarımızın arasında mı yer almalı? Pikselleştirilmiş dayanıklılığına rağmen elektronik postaların daha zor arşivleniyor olması henüz yeni mücadele vermeye başladığımız bir paradoks. Fakat bir e-posta dosyasını açarken yüzümüzde güller açacak mı hiç? E-posta dediğiniz bir dürtmedir, oysa mektup şefkatli bir dokunuş gibidir. Ve mektuplar her seferinde yeniden keşfedilmek üzere hep olduğu yerdedir. Oscar Wilde’la ilgili bir hikâye anlatılır: Chelsea’nin Tite Sokağı’ndaki evinde oturur mektup yazarmış (ya da el yazısına bakılırsa “karalama” desek daha doğru olur herhalde) ve çok zeki olduğu, bütün vaktini de zeki olmakla geçirdiği için yazdığı mektubu postaya vermeye tenezzül etmezmiş. Onun yerine zarfın üstüne bir pul iliştirip camdan dışarı atarmış. Çünkü yoldan geçen birinin mektubu göreceğinden, görünce de kazara düşürüldüğünü zannedip zarfı en yakındaki posta kutusuna atacağından eminmiş. Eğer hepimiz böyle yapsaydık bir işe yaramazdı. Bir tek Wilde gibilerinde böylesine kayıtsız bir inanç vardı. Mektuplardan kaçı posta kutusuna ve söz konusu alıcıya ulaşamadı asla bilemeyeceğiz ama emin olabileceğimiz tek bir şey var; eğer bu yöntem işe yaramasaydı ya da yazdıklarının çoğu at pisliğine düştü diye insanların gözünden kaçsaydı, Wilde da bunu yapmayı bırakırdı. Ayrıca Tite Sokağı ve başka yerlerden gönderilip de Wilde’ın bütün kayıtsızlığına rağmen direnmeyi başaran ve müzayedelerde yüksek fiyatlara ulaşan bir sürü mektup var. Bu hikâyeden maneviyata dair çıkarılacak bir ders yok ama gene de Viktorya döneminin sonlarına doğru Londra’nın son derece renkli, canlı bir resmini çiziyor: Atlı arabaların doldurduğu Arnavut kaldırımı sokaklar, bitmek bilmeyen bir harala gürele, insanların gürültüsü ve yerdeki mektubu alıp doğru olanı yapan bir adam, muhtemelen

20


Mektubun Büyüsü

Oscar Wilde, Bayan Wren’e yazıyor, yıl 1988.

başında şapkası da var. Zira o dönemde posta kutusuna uğramak insanın günlük yaşamının vazgeçilmez bir parçasıydı.* * Wilde’ın nevi şahsına münhasır posta sisteminden bahsedip de, asla gönderemediği o çok meşhur, haşmetli mektubundan bahsetmemek olmaz. Mayıs 1897’de tahliye edilmeden önceki son aylarında, Reading Zindanı’ndayken yazdığı 20 sayfalık De Profundis, keder, güzellik ve aykırı kişilerin toplumdaki yeri üzerine yapılmış bir çalışma. Çok da hazin bir hayıflanmayla başlıyor: “Sevgili Bosie, Uzun süreli ve verimsiz bir bekleyişin ardından, hem senin hem de kendi hatırım için sana yazmaya karar verdim. Çünkü parmaklıklar ardında koskoca iki yılı, senden tek satır bile haber almadan geçirdiğimi düşünmek istemiyorum…” Devamındaysa bir güzellik düşkününün hayatıyla ilgili dobra anlatımı -her şeyin en iyisini istemesi, savurganlıkları, Lord Alfred Douglas’la yaşadığı tutkulu maceralar- ve İsa’ya adanmış bir hayatın verdiği teselliye dair sanatçı gözüyle yaptığı yorumlar geliyor. Wilde, mektubu hapisteyken gönderemediği için tahliye olduğu zaman arkadaşı Robbie Ross’a vererek daktiloyla iki kere yazılmasını istemiş. Bu işlem sırasında da bazı paragraflar yanlış okunmuş ve o şekilde yazılmış. Mektubun orijinali British Museum’da. Bu belgeyi görünce Wilde’ın kullandığı dilin derinliğine ve fikirlerindeki ağırbaşlı kararlılığa hayran kalıyorsunuz. “Eskiden hep kendi kendime derdim ki, şu dünyada çağının sanatı ve kültürüyle sembolik bir ilişki içerisinde olan bir tek ben varım,” diye yazıyor Wilde. “Bu kahrolası zindanda da tek bir kahrolası adam yok ki, hayatın sırrıyla sembolik bir ilişki içinde olmasın. Zira bu hayatın sırrı, eziyettir. Her şeyin altında saklı olan da bu. Yaşamaya başladığımızda, tatlı olan daha da tatlı gelir insana, acı olansa daha acıdır. Böylece kaçınılmaz olarak bütün arzularımızı basit birer zevke dönüştürürüz. Bırak bir ya da iki ay sadece balla beslenmeyi arzu etmeyi, yıllar geçtikçe başka yemeklerin bile tadını almaz oluruz. Hâlbuki, onca zamandır asıl ruhumuzu açlığa terk etmiş olabileceğimizi fark etmeyiz.”

21


Mektup

Mektuplarda, diğer yazılı iletişim türlerinde eksik olan sahici bir dürüstlük var. Tabii bu elin kâğıt üzerindeki hareketi, kâğıdın daktiloya yerleştirilmesi, bir kerede hatasız yazma çabası ve verilmek istenen mesajın zekice toparlanmasıyla da alakalı. Ama fikrimi sorarsanız bu dürüstlükte gönderi yolunun, zarfı bir kere mühürledikten sonra olacakları bilmenin de etkisi var. Mektubu nereye atacağımızı, aşağı yukarı ne zaman posta kutusundan alınacağını, kamyona, trene ya da başka bir araca ne zaman aktarılacağını ve aynı şekilde karşı tarafta tekrar edecek tüm bu işlemleri biliyoruz. Diğer yandan “gönder” tuşuna bastığımız anda e-postanın nereye gittiğini bilmiyoruz. İstesek bile e-postanın çıktığı yolculuğun izini süremeyiz. En nihayetinde bu da bir tür yok olma işte. Leş kokulu kahverengi iş önlüğüyle, hayatından bezmiş bir halde, cansız e-posta ofisinde çalışıp da telefona cevap veren kimse yok. Gönderdiğimiz e-posta yerine ulaşmazsa bir kere daha gönderiyoruz o kadar. Ama neredeyse her zaman gönderdiğimiz e-postalar yerine ulaşıyor. Hem de bir kez olsun insan eli değmeden. Bizler için bir ruhtan farksız bu habercinin ne adı belli, ne sanı. Posta mührü, çiziği, sıyrığı hiçbir şeyi yok. Kadın kutuya giriyor ve sağ salim, en ufak bir sıyrık olmadan çıkıyor. Bütün o meşakkatli süreç geçti gitti ama beraberinde mükâfatını da aldı götürdü. Ben de bu mükâfatlarla ilgili bir kitap yazmak istedim. Geçmiş ve günümüzün en muhteşem mektuplarından birkaçına şöyle bir göz atacak, araya biraz da posta tarihinden birkaç bir şey katacak, hayatlarımızda mektuplara verdiğimiz değeri, onları ne şekilde biriktirip, nasıl arşivlediğimizi değerlendirecek ve bize zorla böyle şeyler yazdırdıkları günleri hatırlayacaktık. Ayrıca mektup dendiği zaman benim kadar coşkulu olan başka insanlarla tanışmak için de çok hevesliydim. Hatta bu insanlar arasında mektuba olan aşkları yüzünden onu yeniden canlandırmaya çalışanlar bile vardı. Açıkçası iş yazışmaları ya da resmi kâğıtlardan ziyada şahsi mektuplar daha çok ilgimi çekiyordu. Fakat aslında bunların da gerçek hayatlarımızla ilgili bir sürü şeyi ortaya çıkarabileceğinden eminim. Bu kitapta bahsi geçen mektuplar bir yandan sizleri heyecanlandırırken, bir yandan da Auden’in o çok sevilen deyimiyle, kız ve oğlanın neşesini aksettirecek türden yazılar. Baştan sona mektuplaşmanın tarihiyle ilgili bir kitap yazmak gibi bir gayem yoktu. Tabii gelmiş geçmiş en büyük 22


Mektubun Büyüsü

mektupların toplandığı bir derleme de hazırlayacak değildim. Zira dünya böyle bir çalışmaya ev sahipliği yapamayacak kadar yaşlı ve doğru düzgün bir depolama sisteminden de yoksun. Gene de böylesine devasa bir görevin benzerlerini başarmış birtakım mektuplara, bütün dünyayı tek bir sayfada toplayabilme sanatına alkış tutmak istedim. Mektup, elimizdeki en eski mektupların vatanı olan Antik Roma dönemi Britanya’sından start aldığı yolculuğuna, eskilerin bir mektuba başlayıp bitirme metotlarının –selamlaşma ve hoşçakal faslı– 2000 yıl sonra bile hâlâ kullanmaya devam ettiğimiz metot olduğunun keşfiyle başlıyor. Mektup bunca zamandır çok da değişmemiş. Ama şimdi onu geri dönüşü mümkün olmayan bir şekilde değiştirme riskiyle karşı karşıya olabiliriz.

Müzayede, Olimpiyatlar’ın kapanışından birkaç hafta sonra güzel bir sonbahar günü yapıldı. Perşembe günüydü. Müzayede salonunun birkaç metre uzağındaki Apple Mağazası’nda, insanlar e-postalarını kontrol etmek için sıralar oluşturmuştu. Hemen dibimizde de Bond Sokağı’ndaki meşhur kırtasiye ve deri ürünler dükkânı Smythson vardı. Dükkânın kreatif danışmanı, aynı zamanda da başbakanın eşi olan Samantha Cameron’a, tahmin ediyorum vitrinde sergiledikleri şu 50 pound değerindeki Hint motifleriyle süslü kartpostallar için de danışılmıştır. Dükkândaki dokunmatik ürünlere inat zarafeti ayakta tutmaya çalışan birkaç üründen biri de oydu zaten. Fakat bütün bu eskiyle yeni sembolleri arasında tamamen zamansız bir şey daha vardı. Tıpkı iyi yazılmış bir roman gibi müzayede evleri de aslında insanlara bir kaçış, dram ve keşif imkânı sunuyor. Onlara hakikate dair yeni ümitler veriyor. Ayrıca elbette ticaret imkânı da sunuyor. Bir taraf mülkiyetin gururunu tadarken bir taraf ne kadar kâr ettiğine bakıyor. Babil’in pazar tezgâhları kadar eski bir denklem bu. Ara sıra iyi bir parça çıkıyor açık arttırmaya. Bize biraz tarihe, biraz biyografiye dayalı yeni fikirler kazandırıyor, hatta belki şimdiye dek mahrum bırakıldığımız bir yaşamı az da olsa anlamamıza yardımcı oluyor. İşte hokkabazlarla ilgili müzayede de böyle bir vesileydi. Yoksa hokkabazlığın tamamen Las Vegas ve barmitzvah seviyesine düştüğü bir dönemde bütün bu sıra dışı insanlar 23


Mektup

nasıl hatırlanacaktı? Dijital çağda illüzyonistler pek rağbet görmüyor. Ve bunun tek nedeni akşamları vakit geçirmek için daha iyi bir sürü seçeneğimiz olması da değil. Asıl neden, sihrin gizli kısımlarını olduğu gibi açığa çıkaran çıkaran internet. İllüzyonistler zorla birer post-modernist haline getirildiler, usta sihirbazlardan Penn & Teller bir gün sahnede gösteri yaparken, ertesi gün kendilerini numaralarının püf noktalarını açıklarken buldular. Çünkü bir şeyi bilmekle onu gösteri sırasında uygulayabilmek arasındaki geniş boşluğun, mesleklerini bir süre de olsa güvende tutacağından emindiler. Walker’ın mektuplarından, Radium Girl’deki kızın bıçaklar sokulmadan evvel bir paravan arkasına saklandığını, kutunun aslında göründüğünden daha derin olduğunu öğrendim ama bu beni sihirbaz yapmadı. Numaranın yapılış şekliyle ilgilenmiyordum ki. Beni ilgilendiren o numarayı yapan kişi ve bu işi neden yaptığıydı. Bu insanların hayatlarını yaşayış biçimleriydi. Müzayede tarihine kadar Walker’ın mektuplarını satın almaya karar vermiştim. Dolayısıyla o perşembe günü kredi kartı bilgilerimi vererek karton bayrağımı aldım ve lotlar sırayla benimkine doğru yol alırken salonun ortasında bir yere oturdum. Önce kitaplar satışa çıktı. Bunların sihirle pek bir alakası yoktu, ya da varsa da doğrudan değildi. Kitaplar arasında, Charles Ludwidge Dodgson, ya da okurlarının onu tanıdığı ismiyle Lewis Carroll’ın Alice Harikalar Diyarında adlı eserinin, The Black Sun yayınları tarafından çıkarılmış, 1930 yılı baskısı bulunuyordu. Kitabın sırtının üst köşesi azıcık yırtılmıştı. Jelatin şömizi, kapağın sırt ve köşelerindeki ufak tefek hasarlarıyla kitaba 4000£ ile 6000£ arası bir değer biçildi. Alan çıkmadı. Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi adlı eserinin 1891 yılı baskısı da satışa çıkanlar arasındaydı. Eserin kitap halinde ve yazım hatalı ilk baskısıydı. 208. sayfasında “and” yerine “nd” yazılmış, kitabın her yeri kararmış, kenarları kıvrılmıştı. Ortalama 750£ ile 1000£ arası bir değer biçildi, 700£’a alıcısını buldu. Nihayet sıra sihre geldiğinde, bir isim, işaretli iskambil kâğıdı misali ikide bir tekrar edilip durdu: Bayard Grimshaw. 1994 yılında hayata veda eden Grimshaw satıştaki birçok mektubun alıcısıydı ve görünüşe göre sihir dünyasının birkaç über-fanatik hayranından biriydi. Sihirbazların haftalık gazetesi World’s Fair’in mektup arkadaşlarından biriydi ve zaman içinde birçok ünlü sihirbazla dost 24


Mektubun Büyüsü

oldu. Kim bilir, belki piyasada bir boşluk, karşısında da enayi bir halk görüp kendi de sihirbazlığa soyundu. Eşi Marion’la birlikte zihin okuma gösterilerine başladı. Bu sayede hem illüzyon erbabı olma hakkını hem de Magic Circle’ın güvenini kazandı. Ve eline geçen ne kadar ıvır zıvır, ne kadar mektup varsa hepsini biriktirdi. Belki günün birinde değer kazanacaklarını düşünmüştü. Pullar, metro haritaları, diğer bilindik erkeklere özgü döküntüler vs. hakkında koleksiyon yapmaya Walker deli ceketi içinde. son derece düşkün bir insan olarak daha önce de birkaç müzayedeye gittiğim olmuştu ama hiçbirinde katılım bu kadar az değildi. Kitapların satışı bittiğinde salonda en fazla 15 kişi kalmıştık. Onların da yarısını bir gün önceki tanıtım kokteylinden biliyordum. Kitap için gelenlerin büyük kısmı çoktan kayıplara karışmıştı ve açık arttırmaya telefonla ya da internet aracılığıyla katılan birkaç kişi olsa da fiyatlar nadiren tavan değerinin üstüne çıkıyordu, ki bu da bana ümit vermekteydi. Tabii ümitlenmeme neden olan başka bir şey de, yazılı belgelerden çok sahne dekoru veya somut numaralarla ilgilenen tiplerdi. Fakat tam da Walker’ın mektuplarını neredeyse bedavaya ya da öngörülen 300£’luk taban değerine yakın bir rakama kapatacağımı düşünürken, parçalardan birkaç tanesi biçilen değerin üç, hatta dört katı fiyatlara satılmaya başladı ve bir sürüsü de 1000£’un üzerinde gitti. Bunlardan biri de çeşitli kart hilelerine özgü destelerin bulunduğu geniş bir koleksiyondu. Koleksiyondaki hileli destelerin en eskisi 1820 yılına aitti. “İskambil kâğıdını tahmin etme”, “kâğıdı tek elde sallayarak değiştirme” ve “kağıt kesme ve karıştırma” hileleri derken, destelerin isimleri bile o kadar cezbediciydi ki, anlık bir hevesle elimdeki bayrağı kaldırmayayım diye kendimi zor tuttum. Kısaca “Mentalistler” adı verilmiş başka bir lotta da, Büyük Nixon’ın sahneye koyduğu bir gösterinin detaylarının da bulunduğu, 25


Mektup

zihin okumayla ilgili mektuplardan oluşan bir koleksiyon vardı. Hatta 1938 yılına ait mektuplardan biri, Büyük Nixon’ın laboratuvarda incelenmesi gereken bir fenomen olduğunu ileri sürüyordu. Tabii ki Büyük Nixon sahtekârın tekiydi ve seyircilerin arasına karışmış çırağı kadar büyüktü. Fakat bu tarz sahne sanatçılarını o dönemlerde çekici kılan şey de, aralarında çok azının inanmayı reddettiği seyircilerdi. O zamanın seyircisi bir numaranın numara değil, sihir olmasını istiyordu. 1938’de dünya zaten hâlihazırda bir sürü korkunç şeyle karşı karşıyaydı, o halde karşınızda birileri sizi hayrete düşürmeye çalışırken kuşkucu olmaya ne gerek vardı? O zamanlar şimdiki gibi değildi. Maalesef artık sihir denen şey bir hile olmanın ötesine geçemiyor. İllüzyonu seyretmek değil çözmek eğlenceli geliyor. Müzayede uzadıkça uzadı. Madam Zomah’la alakalı birkaç parça ve Piddingtonlar’ın* adının geçtiği yedi mektup daha açık arttırmaya çıktı. Birazdan da At Henry çıkar valsını yapar derken, sıra benimkine, 512 no’lu lota geldi. Arttırma yavaş başladı. Artık ne Radium Girl ne de Aquamarine Girl ilgisini çekiyordu insanlarn. Tabii sonrasında millet açılmaya başladı. Fiyat 200£’a kadar çıktı. Kendime ve eşime 400£’un üzerine çıkmayacağıma söz vermiştim. 260£ derken, 280£ oldu. Artık öyle bir kilitlenmiştim ki benden yüksek pey süren olsa bile elimi bir kere indirmedim. Bayrağımı kaldırmaya devam ettim. Kime karşı teklif verdiğimin bile farkında değildim. Müzayede evindeki görevlilerden biri telefonla adı sanı belli olmayan bir adamın elçiliğini üstlenmişti. Derken arttırma bitti ve son pey süren de bendim. 300£’ta tokmak indi. Salonda ne alkış koptu ne kimse sesini çıkardı. Bir lot daha satılmıştı sadece ve hemen 513. lota geçildi. Ama zafer benimdi. Ben Walker’ın mektuplarını ele geçirdim, onlar da beni ele geçirdi. Eve gelince bir kız ortadan ikiye nasıl kesilir (bunun için hileli bir kutu, son derece elastik bir hostes, kutunun öteki ucuna koymak üzere, elektronik olarak kontrol edilebilen bir çift ayak lazımmış), bir kutu olduğundan daha küçük nasıl gösterilir (bunun için de siyah bant ve karnını iyice içine çekebilen bir hostes lazım, ayrıca kutuyu seyirciye çevirirken de belli bir açı kullanıyorsunuz), hepsini tekrardan okudum. Fakat bütün bilgilerin kâğıda dökülmesi mümkün olmadığı * “Telepati” yetenekleriyle nam salmış, Avustralyalı bir çift.

26


Mektubun Büyüsü

gibi, sihir sanatı da sadece basit bir açıklamayla öğretilemez. Ancak ve ancak örneklerle, saatlerce yorulmadan, pes etmeden yapılan pratiklerle öğrenilebilir. Eksiksiz bir yazılı anlatımla birinden sihirbazlığın sırrını çözmesini beklemek, adamın tekine kokpiti gösterip ondan uçağı uçurmasını beklemek gibi bir şey olurdu. Fakat ara sıra sahnelerden alışkın olduğumuz o gösterişli konuşmanın bir kaydı çıkıyordu: Bugün sizlere hayatınız boyunca görüp görebileceğiniz en fantastik gösteriyi sergileyeceğim. Bu perdenin arkasında, dıştan çok tuhaf görünen bir telefon kulübemiz bulunuyor. İçinde enteresan hiçbir şey yok. Aç ve göster. Yalnızca tavanına ve altına açılmış birtakım delikler var. Honey (Bayan Honey Dubrez) dolaba girecek, biz ipleri deliklerden dışarı çıkaracağız. Bu sırada müzik girsin. Mikrofonu ayaklığına tak. İpleri hallettikten sonra tekrar mikrofonu al. Sırayla birbirinden imkânsız işler başarmaya çalışacağız. Birazdan siz de fark edeceksiniz, bugün buralarda bir şenlik havası var... Müdürün doğum günü bugün. Daha yeni 25’inden gün aldı... Tabii onu almadan önce 52’den aldığını sattı.

Telefon kulübesinin ve tabii görünürde Honey Duprez’nin tam ortasından, metal bıçaklar ve 45 santimetrekarelik ahşap bir boru geçirilir. “Tam tersi sırayla boruyu ve bıçakları çek, arkaya at. Kıza ipleri çözüp saklasın diye vakit kazandırmak için dolabı şöyle bir çevir. Sonra abartılı hareketlerle üç mandalı da kaldır, kutunun kapağını aç. Kız dışarı çıksın. Sahnenin önüne kadar gelip selamını vermesini bekle. Sonra yanına gel ve sen de selamını ver.” Fakat bu numaraların modası geçmişti artık, hatta içlerinde uygulanabilir olanı bile yoktu. Hepsi Vegas’ta bir müzeye aitti. Kâğıtlarda yazan açıklamalar aklıma Clive James’in Pete Atkin’le yazdığı, “Master of the Revels” adındaki şarkıyı getirdi. Şarkıda anlatılan sihirbazın mekânında, “ilk patlayan tokalaşma” numarasının planıyla, hazırladığı “gürültülü komedinin” taslağı bulunuyordu. Peki şimdi Honey nerede? O telefon kulübesi nereye gitti? Walker, mektuplarında eski kariyeri ya da başkalarının modası geçen illüzyonlarıyla ilgili serzenişte bulunmadığı zamanlar, bu sefer de kendi eserini savunmanın derdini düşüyordu. Ömrünün sonlarına yaklaşmış bir insan olarak dönüp de geçmişe baktığında şöhreti hakkında endişelenmeye başlamıştı. Ölüp gittikten sonra o müthiş 27


Mektup

Kurnazca bir karar: Magic Circle 1966’da devreye giriyor.

28


Mektubun Büyüsü

dolap numarası nasıl hatırlanacak merak ediyordu. Walker, genç bir sihirbazın Radium Girl’e çok benzeyen bir dolap numarası yaptığını duymuş ve o numara da başka bir sihirbaz tarafından sağlanmıştı. Walker söz konusu gösteriyi bir kez olsun görmeden kararını verdi. 1934’te tescil ettirdiği illüzyonun patenti alenen birileri tarafından kullanılıyordu. Bu mevzu sonunda savaşa döndü. Mektup alışverişi neredeyse bir yıl sürdü. Magic Circle sekreteri John Salisse, “Sonunda katliam çıkacak, ondan korkuyorum,” diye yazdı. Mektup alışverişi uzadıkça sihir gösterisinin gizli sırları da afişe oldu. Uzman tanıklardan biri, “Canlı bir insana bıçak saplama fikri tamamen benden çıkmıştır,” diye bir iddiada bulunmadığı sürece Walker’ın davasının bir sonuca varamayacağını ileri sürdü. Bu sanatın incelikleriyle, her bir illüzyona gösterilen o muazzam özenle ilgili satırları okurken çok üzüldüm. Böylesine büyük sihirbazların bu kadar kolay bir şekilde yok olmasına izin verilmemesi gerektiğini hissettim. 1968 kışında, Val Walker kısa bir süre için tekrardan sahne ışıklarının altında yerini aldı. Weymouth’daki bir sihirbazlık kongresine katıldı ve son defa, Jeff Atkins diye bir adamın elinden Radium Girl adlı illüzyon gösterisini izledi. Bir mektubunda, “Maskelyne’nin sahne altındaki atölyesinde o kutuyu ilk defa olarak 1921’de mi yapmıştım, 22’de mi, bir türlü emin olamıyorum,” diye yazıyordu. “PT Selbit provayı izlemeye geldi. Birkaç zaman sonra da gösterideki ana fikri alıp başka bir numarada kullanmasının benim için bir sakıncası olup olmadığını sordu. Tabii ki yoktu. Benim dolabın ölçülerinin bire bir aynılarını kullanarak o da “Testereyle Kadın Kesme” numarasını geliştirdi. Benim kurgum üzerinden çıkıp da 40 küsur yıl boyunca halka yutturulan diğer bütün o varyasyonları düşünüyorum da, gerçekten gülsem mi, ağlasam mı bilemiyorum. Açıkçası şu ana kadar benim yöntemimden daha iyisini yapan olduğunu hiç sanmıyorum.” Walker, haftalık sihirbaz dergisi Abracadabra’ya haber göndererek, yeniden camiaya döndüğünü ve şimdiden bir sonraki sene Scarborough’da yapılacak kongre için sabırsızlandığını söyledi. Fakat ne yazık ki ömrü buna yetmedi. Mektupları da zaten hızla ağırlaşan hastalığının izlerini taşıyor. “Gelebilir miyim, emin değilim...”, “Ne kadar gayret etsem de, sizlerle bir arada olamayabilirim...”

29


Mektup

Walker, son mektuplarını ölmeden birkaç gün önce, güney sahillerindeki bir hastaneden gönderdi. Zarflardan birine kendisine “yukarıda belirttiği adresten” ulaşılabileceğini yazdı. Ancak “at the address above”* derken “at” kelimesini kullanmadı. Onun yerine, 1969 yılının Şubat’ında, iki bilgisayar arasındaki ilk standart elektronik yazışma olarak kabul edilen şeyin ortaya çıkmasına iki yıldan fazla zaman varken, Walker çok eski ama eski olduğu kadar da yabancı bir simge kullandı. O simge @ idi.

* İng. Yukarıda belirtilen adres. (ç.n.)

30


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.