Daniele Ari tarco
Nikola Te la GELECEĞİ KEŞFEDEN ADAM
Re imleyen: Ronny Gazzola
Önsöz
Bir, İki, Üç
Yağmurlu bir gecede,
yatağında uzanıp okuyacağın bir hikâye bu. Yuvarlak, masum damlalar camı hafifçe tıkırdatıyor. Arada bir düşen yıldırım odayı aydınlatıyor. Ama korkmana gerek yok çünkü biliyorsun, birazdan ışığı bir ses takip edecek. Gök gürleyecek ama uzakta, senden çok uzakta. Dikkat kesil ve atmosfere salınan o enerjiyi, toprağa veya iki bulut arasına boşalan bütün o elektriği algılamaya çalış. İnsanların yüz binlerce yıldır yarı şaşkınlık yarı korku içinde seyrettiği kadim bir gösteri bu; gizemli ve güçlü... 1859 kışıydı. Hava çok soğuktu, dışarıda büyük bir fırtına kopmuştu. Üç yaşında bir çocuk işte bu fırtınayı ~5 ~
izlerken dâhice bir aydınlanma yaşadı. Çocuğun adı Nikola Tesla’ydı. Ailesi ve Mačak adlı harika kedisi ile, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun küçük bir köyünde yaşıyordu. Tesla, o gece hissettiklerini hiç unutmadı ve hayatı boyunca elektriğin sırlarını açığa çıkarmak için çalıştı. Buluşları ve üç yüzün üzerinde patenti ile Tesla, alternatif akım elektrik sisteminin temelini oluşturdu. Yeni elektrikli motorlar, yeni yapay ışık kaynakları yarattı. Lazeri, radarları, uzaktan kumandalı araçları ve dikey kalkış yapabilen uçakları icat etti. Fikirleri ile gezegenimizdeki yaşamın sonsuza dek ve kökten değiştirilmesine katkıda bulundu. Tesla’ya göre bilimin temel amacı, bütün insanlığın koşullarının iyileştirilmesi olmalıydı. Her şey işte böyle bir gecede başladı. Bir yıldırım, bir gök gürültüsü ve bir fikir ile. Şimdi yorganını çenene kadar çek, rahat bir pozisyon al ve Tesla’nın hikâyesini dinle. Sana dünyanın en ~6 ~
büyük ve en kalabalık şehirlerinden birinde, New York’ta patlak veren başka bir fırtınayı anlatarak gireceğim söze. Hazır mısın? Üç dediğimde başlayacak hikâye. Benimle birlikte say: bir, iki, üç.
~7 ~
Birinci Bölüm
Gece Yarısından Az Önce
Tarih: 9 Temmuz 1935. Gece vakti. New York’ta fırtına koptuğunda, gece yarısına sadece
birkaç dakika kalmıştı. Aniden bastıran şiddetli bir sağanaktı bu. Mevsime kanıp şemsiyesiz, hafif giysilerle dolaşanları hazırlıksız yakalamıştı. Jude O’Connor, New Yorker Oteli’nin otuz üçüncü katından manzarayı izliyordu. On beş yaşını dolduralı çok olmamıştı ve komilik yapıyordu; yani bin seksen üç odalı, binlerce kişinin kalabildiği bu kırk bir katlı otelde bavul taşıyan, getir götür işlerini yapan birçok görevliden biriydi. Dışarıdan bakıldığında bina Manhattan’ın merkezine dikilmiş dev bir zigguratı andırıyordu. Çocuk her gün üzerinde sarı düğmeli, kırmızıya çalan mor ~8 ~
kıyafeti ile onu bekleyen pek çok vazifeyi yapmaya koyuluyordu: Mektupları ayırıp resepsiyonun arkasındaki bölmeli ahşap dolaba yerleştiriyor, misafirlere ciltli kayıt defterini imzalatıyor ve sık sık da “asansör sürücülüğü” yapıyordu. O yıllarda asansörlerde bir otel görevlisine ihtiyaç olurdu çünkü herkes zamanın ağır ve ahşap-çelik asansörlerinin nasıl kullanıldığını bilmezdi. Jude artık kendini yetişkin bir erkek gibi hissetse de gözlerden uzak olduğunda çocukça bir iki oyun oynamaktan geri durmazdı. O gece de yaptığı buydu. Rastgele bir katın düğmesine basıp inmiş, burnunu 34. Sokak ile 8. Cadde’nin kesiştiği noktaya bakan pencerenin camına dayayıp dışarıyı izlemeye koyulmuştu. Bir anda muhteşem ve korkutucu bir ışık ve elektrik boşalması gökyüzünde belirivermiş, Empire State Binası’nın kulelerini, heybetli Penn Tren İstasyonu’nun pembe mermer sütunlarını, evleri ve daha aşağıdaki Hudson Nehri ile körfezi aydınlatmıştı. Yukarıdan bakınca yoldan ~9 ~
geçenler, gri asfalt boyunca koşup sığınacak yer arayan siyah lekeleri andırıyorlardı. Bir yıldırım daha düştü ve bu kez, birbirinin aynısı, yan yana dizili kapıların açıldığı koridoru aydınlattı. Otelin içinde her şey beyaza kesti. 3327 numaralı odanın kapısı açıldı. Jude sesin geldiği yöne dönüp baktı. Ters ışıkta, ince ve zarif bir siluet belirdi.
~ 10 ~
İkinci Bölüm
Sayma
“Bir-ki-üç,
bir-ki-üç, bir-ki ve üç!” diye mırıldandı alçak sesle, odasından çıkan gizemli kişi. Gözleri kör eden beyazlık kaybolunca, duvardaki lambaların ışığında adam açıkça belirdi. Sağlam görünmesine ve dik durmasına karşın yaşlı biriydi. Başının ortasından ikiye ayırdığı bembeyaz saçlarını özenle taramıştı. Çökmüş yüzü ve solgun teni, enerjik ve tutkulu bakışlarıyla zıtlık oluşturuyordu. Kıyafeti çok şıktı ama belki biraz eski modaydı. Açık renkli bir takım elbise giymiş, beyaz eldiven takmıştı. Elinde de hafif bir baston tutuyordu.
~ 11 ~
“Üçe kadar sayabilir misin?” diye sordu yaşlı adam Jude’a. “İyi akşamlar, efendim. Tabii, efendim!” “Kaç dilde sayabiliyorsun?” Ama sonra adam, cevap vermesi için Jude’a zaman tanımadan, ona doğru bir adım atıp şöyle dedi: “Pekâlâ, delikanlı, hep parayı mı düşünürsün?” Bu soru Jude’un göğsüne ok gibi saplandı. Delikanlı yine de istifini bozmadı. Tam cevap vermeye hazırlanıyordu ki yaşlı beyefendi lafı ağzına tıkayıp şöyle buyurdu: “Ziyafet salonuna inerken bana eşlik et. Gazeteciler bekliyor.” Jude’un mesaisinin bitmesine az kalmıştı. Yine de adamın isteğini geri çeviremedi. Bu adam nedense ilgisini çekiyordu; kaldı ki ziyafet salonuna kadar ona eşlik etmek yalnızca birkaç dakikasını alacaktı. Hafifçe eğilip selam verdikten sonra koridorda yürümeye başladı.
~ 13 ~
Adam onu takip ediyor, bir yandan da saçma tekrarını sürdürüyordu. “Bir-ki-üç, bir-ki-üç, bir-ki ve üç!” Komi asansörü çağırdı. Küçük bir gümüş anahtarla körüklü demir parmaklıklı kapıyı, ardından parlak pirinç kapıyı açtı ve adamı kabine buyur etti. Sonra asansörü çalıştırmak için kolu çekti. Hafif bir elektrik vızıltısı, ardından metalik bir tınlama yolculuğun başladığını duyurdu. O birkaç dakika boyunca adam ısrarla komiye baktı. Jude kıpırtısız durup gülümsese de biraz önce göğsüne saplanan “ok” hâlâ canını yakıyordu. Sonunda kendini tutamadı. “Affedersiniz, efendim, neden az önce bana parayla ilgili o soruyu sordunuz?” deyiverdi bir solukta, hafifçe yüzü kızararak. Asansör küçük bir sarsıntıyla durdu. Jude kapıları açtı, birlikte dışarı çıktılar. Yumuşak bej halıyla kaplı koridor boyunca yürürlerken ayak sesleri duyulmuyordu; ~ 14 ~
Jude’un tek duyabildiği hızlanan kalbinin atış sesiydi. Para saplantısı olduğu suçlamasından rahatsız olmuştu. Özellikle de doğru olduğu için. New York’ta, dünyanın dört bir yanından gelen milyonlarca insan, bir şeylerin arayışı içinde durmaksızın şehrin sokaklarını arşınlardı. Kimi başarının, kimi mutluluğun, kimi özgürlüğün peşindeydi. Ve herkes birbiriyle rekabet halindeydi; nereden gelmiş ve neye inanıyor olursa olsunlar... Herkes “para yapmak” istiyordu. Öyleyse Jude da neden aynı şeyi istemesindi? Ziyafet salonunun büyük kristal kapılarının önüne geldiler. Jude tam kapıları açmak üzereydi ki adam ona beklemesini işaret etti. Cebinden saatini çıkarıp gösterdi. “Gece yarısına beş var.” Yeraltından gelen bir gök gürültüsünü andıran alçak sesli ve uzun bir gümbürtü adeta yeri sarstı. Ayaklarının altındaki zemin hafifçe titredi. ~ 16 ~
“Sorduğun soruya cevap vereceğim ama şimdi değil,” dedi yaşlı adam. Sonra saatine baktı ve gözleri parladı: “Gece yarısı oldu. Bir, iki, üç, girebiliriz!” Yüksek tavanları altın varaklarla kaplı, görkemli kristal avizelerin aydınlattığı salonun ortasında büyük bir sofra kurulmuştu. Bir fotoğrafçı yaklaştı ve birkaç flaş patladı. Otelin iri cüsseli müdürü, yaşlı adamı karşıladı. Ardından orada bulunanlara hitaben gür bir sesle duyurdu: “Baylar, yetmiş dokuz yaşını yeni dolduran saygın konuğumuzu alkışlamaya davet ediyorum sizi! Çağımızın en büyük dehasına, yirminci yüzyılı icatları ve fikirleriyle değiştiren adama, Nikola Tesla’ya bir alkış!”
~ 17 ~