Marie Curie ATOM KADIN
Re imleyen: Sara Not
Birinci Bölüm
Polonya’ da Bir Genç Kız
· Isimler önemlidir.
İsimler bir şeyi gösterir ve onu, o şey kılarlar: ağaç, kedi, gökyüzü… İsimler dünyayı anlamamızı sağlar. Bizi diğer herkesten farklı, özel, benzersiz kılarlar. Babamın adı, Władysław Skłodowski’ydi (Vıvadisvav Skvodofski). Annemin adı, Bronisława’ydı (Bronisvava). Ablalarım, Zofia, Bronia ve Helena’ydı ve bir de ağabeyim vardı: Józef. Hepsi de zor isimler. Benimkiyse basittir: Maria. Ama siz beni Marie olarak biliyor olabilirsiniz.
~5 ~
7 Kasım 1867’de dünyaya gelmişim. Polonya’da, Varşova’nın tarihi merkezine yakın bir semtte. Annem, şehrin en iyi kız liselerinden birinin müdürüydü. Okul, Freta Caddesi’ndeydi; ben de o caddede dünyaya gelmişim. Babam da öğretmendi. Öğretmenlik onun için her şey demekti ve sürekli bilimden bahsederdi. Ansiklopedi gibi ama daha sevimlisi. Biz çocuklarla birlikteyken, vaktini bize doğanın gizlerini açıklamakla geçirirdi. Evimizde oyun oynamak, öğrenmek demekti ve öğrenmek, bir oyundu. Babam bizim için sürekli yeni “alıştırmalar” bulur, bize renkli küplerle rakamları öğretir, çizim yaptırırdı. Ülkelerin adlarını öğrenmemiz için bize haritalar çizdirir, onları her yere astırırdı: Coğrafya dersinden sonra, odamız tam bir savaş alanına dönerdi! Çok ama çok eğleniyordum. Mutlu bir çocuktum. Sade bir hayat yaşıyordum.
~6 ~
Sonunda şu gerçeği anlamaya başladım: Bir şey bize basit görünüyorsa tek nedeni, onu henüz yeterince incelememiş olmamızdır. Polonya’da doğduğumu söylemiştim ama o yıllarda Polonya yoktu artık. Ülke bölünmüş, üç devlet arasında paylaştırılmıştı: Avusturya, Prusya ve Rusya. Benim yaşadığım Varşova, Rusların egemenliği altındaydı ve şehrin her yanında Çar’ın adamları kol geziyordu. Okullarda yalnızca Rusça konuşuluyor, yalnızca Rus tarihi öğretiliyordu! Neyse ki okuduğum okulun müdürü, yurduna gönülden bağlı Madam Sikorska’ydı. Biz çocukların köklerimizi ve ana dilimizi unutmamızı istemiyordu. Bu yüzden ikili bir okul müfredatı oluşturmuştu: Biri, müfettişler geldiğinde devreye soktuğu resmi müfredattı; diğeri (asıl olanı) ise biz öğrenciler içindi. Resmi müfredatta “ev
~7 ~
ekonomisi” yazıyorsa dersin aslında “Polonya edebiyatı” olduğunu bilirdik. “Beden eğitimi”, “Polonya tarihi”ydi, vs. Kimi zaman, tam dersin ortasında, koridordan çan sesleri gelirdi. Bu, “Dikkat! Rus müfettiş geliyor!” anlamına gelirdi. Öğretmenler birden dersi kesip resmi müfredattaki konuyu işlemeye başlarlardı. Müfettiş bizim sınıfa girerse öğretmen bana bakıp şöyle derdi: “Gel Maria, müfettişe derste öğrendiklerini tekrar et.” Her zaman beni çağırırdı çünkü Rusçayı arkadaşlarımdan çok daha iyi konuştuğumu biliyordu. Ama bu beklenmedik sözlülerden nefret ediyordum! Hatırlıyorum: Bir keresinde, henüz altı yaşındayken, ablam Bronia mutfakta okuma alıştırmaları yapıyordu. Ona çok zor gelen bir cümlede takılmıştı. ~8 ~
“Bana da gösterir misin?” diye sordum. Kitabı alıp bir kerede cümleyi okudum. Babam omzumdan tutup, “Maria ne yaptın?” dedi. Babam çok şaşırmıştı çünkü kendi kendime okumayı öğrendiğimi bilmiyordu. Ama tepkisi beni o kadar korkuttu ki ağlamaya başladım. “Bronia’nın kitabını okuduğum için özür dilerim, yasak olduğunu bilmiyordum,” dedim hıçkırarak. “Ama o kadar kolaydı ki!” On yaşındayken, hayatımın en kötü olayını yaşadım. Annemi kaybettim. Zaten bünyesi hep çok zayıf olmuştu. Akciğerlere yerleşip insanı çok öksürten ve zayıf düşüren bir hastalığa, ve~9 ~
reme yakalanmıştı. Küçüklüğümden beri annem sanatoryumda uzun süreli tedaviler görürdü ve gittiği her yerde ona her zaman ablam Zofia eşlik ederdi. Sonra bir gün Zofia tifoya yakalanıp öldü. O günden sonra annemin sağlığı giderek kötüleşti ve kısa süre sonra o da artık daha fazla dayanamadı ve o da hayatını kaybetti. Hiç öyle derin bir acı hissetmemiştim. Bir türlü üzüntümü dindiremiyordum. Bütün gün ağlıyordum ve kimse gözyaşlarımı durduramıyordu. Babam alçak sesle, “Annen seni böyle görmek istemezdi, Maria,” diyordu. “Zor olsa da işlerimizi yapmaya, ders çalışmaya, gayret göstermeye devam etmek zorundayız.” Birkaç ay sonra, beni Varşova’nın merkezindeki bir kız lisesine yazdırdı.
~ 10 ~
İlk günden itibaren okuldan nefret ettim. Sınıfın en küçüğü bendim; ablalarım yanımda değildi; öğretmenlerimi de derslerimi de sevmiyordum. Ama babamın dediği gibi, gayret göstermek zorundaydım. Her gün okula gitmek zor olsa da beş yıl boyunca elimden geleni yaptım ve okulu sınıf birincisi olarak bitirdim. En sonunda lise eziyeti sona ermişti. Ne yazık ki bu benim için eğitim hayatımın da sona erdiği anlamına geliyordu. Liseden sonra tek imkân, ağabeyim Józef ’in yaptığı gibi, üniversiteye gitmekti. Ama Varşova Üniversitesi erkek öğrencilere mahsustu ve kızlar kabul edilmiyordu. “Zaten üniversitede okuyacaksın da ne olacak?” diyordu arkadaşlarım. “Yakında evlenip çoluk çocuğa karışacaksın. Üniversite ne işine yarayacak ki?”
~ 11 ~
“İyi ama ben evlenmek istemiyorum!” diyordum. “Ya da en azından hemen evlenmek istemiyorum!” “İlkokul öğretmeni olarak çalışabilirsin…” “Öğretmek bana göre değil,” diye söyleniyordum. “Ben asıl öğrenen olmak istiyorum! Keşfedecek o kadar çok şey var ki!” “O zaman,” diyorlardı, “tek bir ihtimal var.” Onu ben de biliyordum. Tek bir ihtimal vardı. O da, üniversite eğitimi için yurtdışına, kızların üniversite okuyabildikleri bir ülkeye gitmekti.
Ama onun için çok para gerekiyordu… Oysa ailem varlıklı değildi. Üniversiteye gitmek, belki de hiç gerçekleştiremeyeceğim bir düştü. Nasıl bir yol seçeceğimi düşünürken, babam beni bir yıllığına köye, amcamın evine yolladı. Köy hayatı harikaydı. Sabahları saat onda, neşeyle kalkıyor, sürekli gülüyordum. Köydeki diğer gençlerle günlerimizi balık tutarak ya da ormanda dolaşarak geçiriyorduk. Kış ise kulig zamanıydı: Akşam çökünce bütün gençler toplanıp atların çektiği, çanlarla bezeli kızaklara biniyorduk. Bir köy evine varıncaya kadar, karda büyük bir hızla ilerliyor, yolu fenerlerle aydınlatıyorduk. Eve ulaştığımızda, ev sahibi bize yemek hazırlıyor, saatlerce müzik çalıp dans ediyorduk… Sonra yeniden kızağa binip bir sonraki eve gidiyorduk ve bütün gece bu böyle sürüp gidiyordu!
~ 13 ~
O neşeli, tasasız dönemin bir ömür boyu sürmesini dilerdim ama sonunda Varşova’ya dönmem gerekti. Bir akşam, ben, babam ve Bronia bir masanın etrafında toplandık. “Pekâlâ, kızlarım,” dedi babam. “Geleceğinizle ilgili bir karara vardınız mı?”
~ 14 ~
“Ben okumak için yurtdışına gitmek istiyorum,” dedi Bronia. “Ben de.” Babam iç geçirdi. “Dileğinizi yerine getirmek isterdim ama ben emekli olmak üzereyim ve maddi birikimim, sizi yurtdışına göndermeye yetmez.” Başka bir seçeneğim yoktu. Varşova’da kalıp öğretmen olacağımı anladım. Özel ders vermeye başladım ama çok mutsuzdum. Zaman geçiyor ve yeni hiçbir şey öğrenemiyordum! Niçin Polonya’da kızlar üniversiteye gidemiyordu ki? Haksızlıktı bu! Sonunda, aklıma bir fikir geldi. ~ 15 ~