GRACE McCLEEN
ÇEVİRİ: MEHTAP GÜN AYRAL
EN GÜZEL ÜLKE
GRACE McCLEEN
Özgün ismi: The Land of Decoration © 2012, Grace McCleen Bu kitabın Türkçe yayın hakları AnatoliaLit Telif Ajansı aracılığıyla alınmıştır. Türkçe yayın hakları: © 2018 Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Sertifika No: 12746 Domingo, Bkz Yayıncılık markasıdır. Çeviri: Mehtap Gün Ayral Kapak illüstrasyonları: Eleni Kalorkuti / agencyrush.com Özgün kapak tasarımı: Suzanne Dean Sayfa uygulama: Bahadır Erşık Kapak uyarlama: Betül Güzhan ISBN: 978 605 198 021 8 Baskı: Şubat 2018 A4 Ofset Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. Yeşilce Mah. Donanma Sok. No: 16 Seyrantepe 34418 Kağıthane İstanbul Tel: 0212 281 64 48 Sertifika No: 12168 Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın tümünün veya içeriğinin herhangi bir bölümünün yayıncının yazılı izni olmadan, fotokopi yöntemi dahil, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla çoğaltılması yasaktır.
Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Şahkulu Mah. Büyük Hendek Cad. Brot Apt. No: 4 D: 10 Beyoğlu İstanbul Tel: (212) 245 08 39 e-posta: domingo@domingo.com.tr www.domingo.com.tr
Melek için…
“Onlara de ki: ‘Egemen Rab şöyle diyor: İsrail’i seçtiğim gün Yakup soyuna ant içtim ve kendimi Mısır’da onlara açıkladım. Ant içerek, Tanrınız RAB benim dedim. O gün, onları Mısır’dan çıkaracağıma, kendileri için seçtiğim en güzel ülkeye, süt ve bal akan ülkeye götüreceğime söz verdim.’” Hezekiel 20: 5-6
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
I. KİTAP l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
l
TANRI’NIN ELÇİSİ l
l
l
l
l
l
l
l
l
Boş Oda
Başlangıçta boş bir oda vardı; biraz ışık, biraz zaman, biraz uzam. Dedim ki: “Tarlalar yapacağım.” Tarlaları tencere altlığı, halı, kahverengi kadife ve keçeden yaptım. Sonra krepon kâğıdından, streç filmden, parlak folyolardan nehirler yaptım; kâğıttan ve ağaç kabuklarından dağlar yaptım. Tarlalara baktım, nehirlere baktım, dağlara baktım; güzel olduklarını gördüm. Dedim ki: “Şimdi biraz ışık.” Boncuklu metal kafesten, yukarıdan sarkan bir güneş yaptım, hilâl ay ve parlak yıldızlar yaptım; dünyanın kenarına gökyüzünü, tekneleri, kuşları ve karayı (değdiği yerde) yansıtan, aynadan bir deniz yaptım. Ve güneşe baktım, aya baktım, denize baktım; güzel olduklarını gördüm. Dedim ki: “Peki, ya evler?” Bir top kuru ottan bir tane, içi boş bir ağaç gövdesinden bir tane, karamela tenekesinden bir tane ev yaptım; eve bir çapari ve yelken koydum. Battaniye, diş fırçası ve bardak için yer ayırdım, ocak için yer ayırdım. Seren direğinin (aslında bir süpürge sapıydı) tepesine bir martı kondurdum ve denize (aslında bir aynaydı) indirdim. Çikolata soslu bisküvi kutularından evler yaptım. Kaşığın durduğu yer yatak odası oldu, bisküvilerin olduğu yuvarlak kısım da salon. Kibrit kutusundan, kuş yuvasından, bezelye kabuğundan ve midyeden evler yaptım. Evlere baktım; güzel olduklarını gördüm. 1
EN GÜZEL ÜLKE
Dedim ki: “Şimdi hayvanlar lazım.” Kâğıttan kuşlar, yünden tavşanlar, keçeden kedi ve köpekler yaptım. Tüylü ayılar, çizgili leoparlar, ateş kusan pullu ejderhalar yaptım. Parlayan balıklar, tarak kabuklu yengeçler, incecik tellerin üstünde duran kuşlar yaptım. Sonunda dedim ki: “İnsanlar lazım.” Yüzler, eller, dudaklar, dişler ve diller yaptım. Onları giydirdim, peruk taktım, akciğerlerine hava üfledim. İnsanlara baktım, hayvanlara baktım ve toprağa baktım. Güzel olduklarını gördüm.
2
Gökten Bakınca Yer
Yeryüzüne yerden bakarsanız çok büyük görünür. Bir okul bahçesinde durup eğilin ve küçük bir şey arıyormuş gibi yüzünüzü yere yapıştırın, daha da büyük görünür. Göz alabildiğine uzanıp giden kilometrelerce beton ve göz alabildiğine yükselen kilometrelerce gökyüzü ve aralarında hiçbir yere gitmeyen kilometrelerce hiçbir şey vardır. Futbol oynayan oğlanlar birer dev, top bir gezegen, ip atlayan kızlar kendilerini köklerinden söken ağaçlardır; ipin her dönüşünde yer sarsılır. Ama gökten yere bakarsanız oğlanlar, kızlar, top ve ip, sinekten bile küçük görünür. Oğlanlara, kızlara bakıyorum. İsimlerini biliyor ama onlarla konuşmuyorum. Beni fark ettiklerinde kafamı çeviriyorum. Ayakkabımın yanında duran bir şekerleme kâğıdını alıyorum. Bundan çiçek veya gökkuşağı ya da belki bir palyaço yapacağım. Şeker kâğıdını çantama koyup yoluma devam ediyorum. Betonun arasından otlar bitiyor. Binaların köşelerinden çıkıyor, ışığa yöneliyorlar. Birazını yoluyorum; eskiden içinde çikolata olan küçük bir teneke kutuya ve tüp şeklinde bir şeker kutusuna toprağıyla birlikte yerleştiriyorum. Yeniden kök salacak, meşe ağacı, pampa otu, kayın ve palmiye ağacı olacaklar. Su birikintisinde gördüğüm ayakkabı bağcığını alıyorum. “Bu hortum olsun,” diyorum. “Ya da bir akarsu. Veya bir piton. Yahut belki bir sarmaşık.” Mutluyum, çünkü birkaç saate kadar odama gidip yeni şeyler yapacağım.
3
EN GÜZEL ÜLKE
Derken birden yere düşüyorum, yer alelacele buluşuyor benimle; çakıllar dizlerimi ısırıyor. Tepemde bir oğlan dikiliyor. Uzun boylu. Kalın enseli. Mavi gözlü, çilli, beyaz tenli ve domuz burunlu. Sarışın, sarı kirpikli; saçını ineğe yalatmış adeta. Hoş, hiç kimsenin, kendi burunlarını yalayan ineklerin bile bu oğlanı yalamak isteyeceğini zannetmem. Yanında iki oğlan daha var. Biri çantamı alıyor. Baş aşağı çeviriyor; kâğıtlar, bağcıklar ve kutu kapakları yere saçılıyor. Sarı saçlı oğlan beni kaldırıyor. “Ne yapalım şimdi buna?” diye soruyor. “Tırabzanlardan sallandıralım.” “Donunu indirelim.” Ama sarı saçlı oğlan gülümsüyor. “Bir tuvaleti hiç içinden gördün mü, ucube?” Zil çalıyor ve bahçede oynayan çocuklar kanatlı kapının önünde sıraya girmek için koşturuyor. Sarı saçlı çocuk, “Kahretsin,” diyor. Bana dönüp, “Pazartesi’yi bekle sen,” diyerek beni itiyor ve diğerlerinin peşinden koşuyor. Biraz uzaklaşınca arkasına dönüyor. Gözlerinde uykulu bir bakış var, rüya görüyormuş ve gördüğü rüya hoşuna gidiyormuş gibi. Parmağını boynu boyunca kesik atar gibi gezdiriyor, ardından kahkahalar atarak uzaklaşıyor. Gözlerimi kapatıp çöp tenekelerine yaslanıyorum. Gözlerimi açınca dizlerimdeki taşları ayıklayıp dizlerime tükürüğümü sürüyorum. Acıyı dindirmek için yaralarımın kenarlarına bastırıyorum. Ardından okula doğru yürümeye başlıyorum. Üzgünüm çünkü çiçek, akarsu, meşe ağacı yapamayacağım. Ama en kötüsü, pazartesi günü Neil Lewis kafamı tuvalete sokacak. Ve eğer ölürsem kim beni yeniden yapacak? Zil sesi kesildi ve şimdi okulun bahçesi bomboş. Hava ağırlaşıyor. Yağmur yağacak gibi. Derken birden rüzgâr çıkıyor.
4
gökten bakınca yer
Saçlarımı dağıtıp kabanımı balon gibi şişirerek beni ileriye itiyor. Paketler, kâğıtlar, bağcıklar, kapaklar etrafımda yuvarlanıyor, savrulup uçuşmaya başlıyor.
5
Nefesimi Tutuyorum
Adım, Judith McPherson. On yaşındayım. Pazartesi günü bir mucize oldu. Ben buna mucize diyeceğim. Ve ben yaptım, hepsini. Çünkü Neil Lewis kafamı tuvalete sokacağını söylemişti. Çünkü çok korkmuştum. Ve ayrıca inançlıydım çünkü. Her şey cuma gecesi başladı. Babamla mutfakta kuzu eti ve acı yeşilliklerden yiyorduk. Kuzu eti ve acı yeşillikler, Gerekli Şeyler’dir. Hayatımız Gerekli Şeyler’le doludur çünkü Son Günler’i yaşıyoruz ama Gerekli Şeyler genellikle zorludur. Vaaz gibi. Vaaz gereklidir, çünkü Kıyamet çok yakın ama çoğu kimse vaaz dinlemek istemiyor ve bazen bize bağırıyorlar. Kuzu, Tanrı’nın Mısır’da öldürdüğü ilk doğanları ve insanlık için canını veren İsa’yı temsil eder. Acı yeşillikler köleliğin acısını çekmiş İsraillileri ve Vaat Edilmiş Topraklar’da olmanın güzelliğini hatırlatır. Babam demir dolu olduklarını söylüyor. Ama ben kuzuları çayırlarda düşünmeyi seviyorum, tabağımda değil ve yutmaya çalıştığımda acı yeşillikler boğazıma diziliyor. O cuma akşamı, Neil Lewis’in dediklerini düşünürken, yemek yemekte daha da zorlanıyordum. Sonunda vazgeçtim ve çatalımı bıraktım. “Ölmek nasıl bir şey?” diye sordum. Babamın üstünde fabrikada giydiği tulumu vardı. Mutfak ışığında gözleri çukurlarına kaçmış gibi görünüyordu. “Ne?” diye sordu. “Ölmek nasıl bir şey?” “Nasıl soru o?” 6
ne f esimi t u t u yor u m
“Merak ettim.” Yüzü karardı. “Yemeğini ye.” Çatalıma yeşilliklerden aldım, gözlerimi kapattım. Burnumu tıkayacaktım ama babam görebilirdi. Üçe kadar saydım ve yuttum. Biraz sonra, “Kafası suyun altında tutulan biri ne kadar yaşayabilir?” dedim. “Ne?” “İnsan suyun altında ne kadar zaman hayatta kalabilir?” dedim. “Yani, alışkın olanlar uzun süre kalabiliyordur. En azından biri onları bulana kadar. Ama ya ilk seferse? Ya biri onu öldürmek için kafasını suyun altına soktuysa? Yani biri kafasını bastırıyorsa?” “Ne diyorsun sen?” dedi babam. Bakışlarımı önüme indirdim. “İnsan suyun altında ne kadar yaşayabilir?” “Hiçbir fikrim yok!” dedi babam. Kalan yeşillikleri çiğnemeden yuttum, ardından babam sofrayı kaldırıp İncilleri çıkardı. Her gün İncil okuruz ve sonra okuduklarımız üstüne düşünürüz. İncil okumak ve düşünmek de Gerekli Şeyler’dir. Düşünmek gereklidir, çünkü Tanrı hakkında ne düşündüğümüzü anlamanın tek yolu budur. Ama Tanrı’nın yolları anlaşılmazdır. Bu da sonsuza dek düşünebilir ve yine de ne düşüneceğinizi bilemezsiniz demektir. Düşünmeye çalışırken aklım başka şeylere, mesela odamdaki dünya modeli için nakış kasnağından nasıl havuz ve basamak yapabileceğime ya da harçlığımla kaç kutu diş macunu alabileceğime ya da daha ne kadar düşünmem gerektiğine gidiyor. Düşündükten sonra neler düşündüğümüz hakkında mutlaka konuşuruz, o yüzden düşünmediğim halde düşünüyormuş gibi yapmanın imkânı yok. Dışarıda karanlık çöküyordu. Arka sokakta bisiklete binen oğlanları duyabiliyordum. Bir rampaya tırmanıyorlar ve her indiklerinde kalas takırdıyordu. Babama baktım. Kaşlarını 7
EN GÜZEL ÜLKE
kaldırınca dikkatimi ona vermem gerektiğini anladım. Gözlüğünün parlayışından sözünü kesmemem gerektiğini anladım. Başımı eğdim, derin bir nefes alıp tuttum. “Dokuzuncu yılın onuncu ayında, ayın onuncu günü, bana Yehova’nın sözü geldi: ‘İnsanoğlu, bu tarihi, tam bu günü hatırla çünkü Babil kralı tam bugün Kudüs’ü kuşattı...’” Yirmi beşinci saniyede oda zonklamaya başladı ve nefesim, ufacık soluklarla kaçtı ağzımdan. Bir dakika bekleyip yeniden tuttum nefesimi. Bir köpek havladı. Çöp tenekesinin kapağı tangırdadı. Şöminenin üstündeki saatte saniyeler damladı. Yirmi beşinci saniyede yine oda zonklamaya başladı, nefesimi bırakmak zorunda kaldım. Aniden yapmış olmalıydım ki babam başını kaldırdı, “İyi misin?” dedi. Gözlerimi açarak başımı salladım. “Dinliyor musun?” Yine başımı salladım, gözlerimi daha da açtım. Kaşlarının altından bana baktı, ardından tekrar okumaya başladı. “‘Yaptığın ahlaksızlık seni kirletti. Seni temizlemek istedim ama sen pisliğinden temizlenmek istemedin. Sana karşı öfkem yatışıncaya dek pisliğinden temizlenmeyeceksin. Bunu ben RAB söylüyorum.’” Tam iki dakika daha bekleyip nefes aldım. Nefesimi tuttum. Tuttum. Dedim ki, “Başaracağım. Boğulmayacağım.” Sandalyenin kollarına tutundum. Ayağımı yere sağlamca bastım. Popomu sandalyeye yapıştırdım. Yirmi dördüncü saniyede babam, “Ne yapıyorsun?” dedi. “Düşünüyorum!” dedim, nefesim boşaldı. Babamın şakağında bir damar titredi. “Kıpkırmızı olmuşsun.” “Çok zor bir iş,” dedim. “Oyun oynamıyoruz.” 8
ne f esimi t u t u yor u m
“Biliyorum.” “Dinliyor musun?” “Evet!” Babam burnundan verdi soluğunu, okumaya devam etti. Tam üç dakika bekledim. Sonra yine nefes aldım. Vücudumun her yeri havayla doldu: Midem, akciğerlerim, kollarım, bacaklarım. Göğsüm acıyordu. Beynim zonkluyordu. Bacaklarım titriyordu. Babamın okumayı bıraktığını fark etmedim. “Ne oluyor?” diye sorana dek bana baktığını da fark etmedim. “Pek iyi değilim.” İncil’ini bıraktı. “Şunu iyi anla. Bunu sana eğlence olsun diye okumuyorum. Kendi keyfim için de okumuyorum. Hayatını kurtarmak için okuyorum. Bu yüzden düzgün otur, kıpırdanmayı bırak da dikkatini ver!” “Tamam,” dedim. Bir dakika bekledi, ardından tekrar okumaya başladı. “‘Harekete geçmenin zamanı geldi. Esirgemeyeceğim; acımayacak, pişman olmayacağım. Yollarına ve yaptıklarına göre yargılanacaksın.’ Böyle diyor Egemen RAB.” Dinlemeye çalışıyordum ama tek düşünebildiğim, klozetti; tek duyabildiğim, sifon sesiydi; tek hissedebildiğim, beni suya bastıran ellerdi. “Sonra bana sordular, ‘Bunların bizimle ne ilgisi var?’ Ben de onlara dedim ki, ‘Tanrı’nın sesi beni buldu ve dedi ki ’Bunu İsrail halkına ilet...’ Judith!” Babam öylece, durmadan, başını kaldırmadan söylemişti bunu. “Ne?” Kalbim göğsümden fırlayacakmış gibi oldu. “Okumaya sen devam et, lütfen.” “Ha…” Sayfaya baktım ama karıncalarla dolup taşıyordu. Başımı çevirdim, yüzüm yandı. Yeniden sayfaya baktım, iyice yandı. 9
EN GÜZEL ÜLKE
Babam İncil’ini kapattı. “Odana git,” dedi. “Okuyabilirim!” dedim. “Hayır, besbelli senin yapacak daha iyi şeylerin var.” “Dinliyordum!” Babam, “Judith,” dedi. Kalktım. Kafam, sanki içinde bir sürü şey olup bitiyormuş gibi, alev alevdi. Sanki biri başımı tutup sallamıştı, aklım karman çormandı. Kapıya gittim. Kapının kolunu tuttum, “Bu haksızlık,” dedim. Babam başını kaldırıp bana baktı. “Ne dedin sen?” “Hiç.” Gözleri yanıp söndü. “Aferin.”
10