Jeffrey Eugenıdes ÇEVİRİ: SOLMAZ KÂMURAN
EVLİLİK MESELESİ JEFFREY EUGENIDES Özgün ismi: The Marriage Plot © 2012 Jeffrey Eugenides Türkçe yayın hakları: © 2018 Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Sertifika No: 12746 Domingo, Bkz Yayıncılık markasıdır. Çeviri: Solmaz Kâmuran Editör: Algan Sezgintüredi Kapak ve sayfa uyarlama: Betül Güzhan ISBN: 978 605 198 042 3 Baskı: Nisan 2018 Karist Baskı Çözümleri Ltd. Şti. Yeşilköy Mah. Atatürk Havalimanı Cad. EGS Business Park Blokları, B Blok, No: 8/20 Bakırköy, İstanbul Tel: (212) 465 92 48 Sertifika No: 22827 Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın tümünün veya içeriğinin herhangi bir bölümünün yayıncının yazılı izni olmadan, fotokopi yöntemi dâhil, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla çoğaltılması yasaktır.
Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Şahkulu Mah. Büyük Hendek Cad. Brot Apt. No: 4 D: 10, 34421 Beyoğlu İstanbul Tel: (212) 245 08 39 e-posta: domingo@domingo.com.tr www.domingo.com.tr
Oda arkadaşlarım, Stevie ve Moo Moo için
“Aşk hakkında konuşulduğunu duymasalardı insanlar asla âşık olmazdı.” François de La Rochefoucauld “Ve kendine sorabilirsin, ‘Buraya nasıl geldim?’... Ve kendine şunu söyleyebilirsin, Bu benim güzel evim değil. Ve kendine şunu söyleyebilirsin, Bu benim güzel karım değil.” Talking Heads
Âşık Bir Deli
Ö
nce kitaplar: Adlarına değil, basım tarihlerine göre sıralanmış Edith Wharton romanları; yirmi birinci yaş gününde babasının hediye ettiği, Modern Library yayınevinden çıkmış Henry James külliyatı; üniversitede ödev olarak verilmiş, sayfa uçları kıvrılarak işaretlenmiş karton kapaklı bir yığın Dickens, birkaç Trollope, hatırı sayılır miktarda Austen, George Eliot ve hem saygın hem ürkütücü Brontë kardeşler. Ayrıca çoğu H.D. ya da Denise Levertov gibi şairlere ait, siyah beyaz karton kapaklı, New Directions yayınevinden çıkmış bol miktarda kitap. Çaktırmadan okuduğu Colette romanları. Altıncı sınıftayken arka sıralarda sayfalarına dalıp gittiği, annesine ait ve şimdi evlenme teması üstüne hazırladığı Onur Programı* tezi için destek metin olarak kullandığı Couples’ın ilk baskısı. Kısacası, Madeleine’in üniversitede okuduğu hemen her şeyi barındıran orta boy ama yine de taşınabilir bu kütüphane, ilk bakışta rastgele seçilmiş gibi görünen ama tıpkı soruların cevaplarını tahmin ederek numara yapamayacağınız, yapmaya kalkarsanız sonunda dağılıp sadece gerçeği söylemek zorunda kalacağınız karmaşık bir kişilik testi gibi yavaş yavaş yoğunlaşan bir metinler toplamıydı. Sonrasında “sanatkârane” ya da “tutkulu” çıkmayı umarak, “hassas”la idare edebileceğinizi düşünerek, “narsistik” ve “domestik” çıkmaktan gizlice korkarak testin sonucunu beklerdiniz ama hem öyle hem böyle çıkan ve kendinizi gün, saat ya da çıktığınız kişiye göre farklı hissettiren bir sonuçla karşılaşırdınız: “iflah olmaz bir romantik.” * Üniversitelerde en başarılı lisans ve lisansüstü öğrencilerine yönelik düzenlenen ve okul müfredatının ötesinde akademik derinlik sunan ve öğrencileri maddi ve manevi açılardan destekleyen bir üst düzey eğitim programı (e.n.)
3
E V L İL İK M E S E L E S İ
Madeleine’in üniversiteden mezun olduğu günün sabahında yüzünün üstünde bir yastıkla yattığı odadaki kitaplar bunlardı. Her birini satırların altını çizerek okumuştu, hatta bazılarını defalarca, ama şu anda hiçbirinden fayda yoktu. Madeleine odayı ve odanın içindekileri görmezden gelmeye çalışıyordu. Son üç saattir güvenle içinde barındığı unutuşa yeniden dalabilmeyi umut ediyordu. Daha fazla bir uyanıklık derecesi onu, dün gece deliler gibi tükettiği içkinin miktarı ve çeşitliliği veya lenslerini bile çıkarmadan yatması gibi bazı kabul edilemez gerçeklerle yüz yüze gelmek zorunda bırakabilirdi. Bu tür ayrıntılar silsilesi su yüzüne çıkmaya başladığında aklına gelecek ilk şey, neden bu kadar içtiğini düşünmek olacaktı ki onu da hiç istemiyordu. Sabah ışığının gözüne girmemesi için yastığını ayarlayıp yeniden uyumaya çalıştı. Ama gayreti nafileydi. Çünkü tam o sırada dairenin ta öteki ucunda kapı zili ısrarla çalmaya başlamıştı. Haziran başı, Providence, Rhode Island… Yaklaşık iki saat önce doğan güneş, solgun körfezi ve Narragansett Elektrik Fabrikası’nın uzun bacalarını aydınlatıyor, Brown Üniversitesi kampusunun her yanında dalgalanan flama ve bayraklardaki gösterişli amblemin bilgiyi simgeleyen güneşi misali yükseliyordu. Ama bu güneş, Providence üzerinde yükselen güneş, metaforik olandan daha iyiydi zira üniversitenin kurucuları Baptist kötümserliğiyle bilginin ışığını, insanlığın henüz tamamen cehaletten kurtulamamış olduğunu vurgulamak üzere bulutlarla sarılı göstermeyi seçerlerken, gökyüzündeki güneş, bulutlarla mücadele edip yere kesik kesik de olsa ışığını yollayarak bir haftadır beklenmedik, mevsimsiz soğuk hava dalgasıyla ıslanıp üşümüş velilere kutlamaların berbat geçmeyeceği ümidini veriyordu. Işık, College Hill’in her yanında, Georgia tipi malikânelerin geometrik bahçelerinde, Victoria stili olanların manolya kokulu ön avlularında; kaldırımlar boyunca uzanıp giden, bir Charles Addams karikatürü ya da bir Lovecraft hikâyesindekileri anımsatan siyah demir parmaklıklarda; içlerinden birinde resim bölümünden bir yüksek lisans öğrencisinin avaz avaz Patti Smith dinleyerek bütün gece
4
J E F F R E Y E U G E N ID E S
çalıştığı Rhode Island Tasarım Okulu stüdyolarının duvarlarında dolaşıyor, buluşma yerine erken gelip gerginlikle etraflarına bakarak diğerlerinin nerede olduğunu merak eden, Brown bando takımından iki elemanın sırasıyla tuba ve trompetini parlatıyor, tepeden aşağı inip nehrin kirli sularıyla buluşan parke taşlı yan sokakları ışıklandırıyor, her bir pirinç kapı kulpunu, alüminyum sinekliği ve cam parçasını ışıldatıyordu. Ve işte bu ışık seliyle aynı anda, Madeleine’in dördüncü kattaki dairesinin zili, bir yarışı başlatan tabanca patlaması gibi ısrarla çalmaya başlamıştı. Zil sesinin yarattığı duygu, işitmekten çok daha fazlasıydı; adeta belkemiğine elektrik verilmişti. Yastığı fırlatıp yatakta doğruldu. Zili kimin çaldığını biliyordu. Annesiyle babası gelmişti. Alton ve Phyllida ile kahvaltı etmek üzere saat yedi buçuk için randevulaşmıştı. Üstelik bu planı iki ay önce, nisan ayında yapmışlardı ve işte şimdi tam zamanında, kendilerine özgü sabırsızlıklarıyla kapıdaydılar. Alton ve Phyllida’nın New Jersey’den mezuniyeti için gelmeleri, bu başarıyı anne baba olarak kendilerine de mal edişleri ne yanlış ne de beklenmedikti. Sorun, Madeleine’in hayatında ilk defa böyle bir paylaşımın parçası olmak istememesiydi. Kendisiyle gurur duymuyordu. Hiç kutlama havasında değildi. Günün temsil ettiğine ve önemine inancı kalmamıştı. Cevap vermemeyi düşündü. Ama böyle bir durumda ev arkadaşlarından birinin cevap vereceğini biliyordu ve o zaman dün gece partiden kiminle, nereye kaybolduğunu açıklaması gerekecekti. Bu yüzden yataktan sürünürcesine, isteksiz kalktı. Bir an için ayakta olmak iyi gelmiş gibiydi. Ama sonra kafatasından aşağı bir kum saatinin kumları gibi hızla inen kanı, kum saatinin dar yerine gelmişçesine tıkanıp kaldı ve ensesi şiddetli bir ağrıyla zonkladı. Ve bu ağrı hücumu sırasında kapı zili, öfkeyle patlarcasına tekrar çaldı. Yatak odasından yalınayak çıkıp yalpalayarak holdeki diyafona ilerledi ve zili susturabilmek için KONUŞ düğmesine bastı.
5
E V L İL İK M E S E L E S İ
“Kim o?” “Neyin var? Zili duymadın mı?” Minnacık bir hoparlörden gelmesine rağmen her zamanki gibi derin, emredici bu ses, Alton’ındı. “Affedersiniz,” dedi, “duştaydım.” “Şaşırmadık. Bizi içeri almayacak mısın?” Hiç istemiyordu Madeleine. Önce yıkanıp toparlanmalıydı. “Aşağı geliyorum,” dedi. Bu defa KONUŞ düğmesine daha uzun basarak Alton’ın cevabını kesti. Sonra tekrar bastı düğmeye ve “Baba,” dedi. Alton arada konuşmaya devam etmiş olmalıydı çünkü DİNLE düğmesine bastığında hiç ses gelmedi. Madeleine, iletişimdeki bu duraksamayı fırsat bilerek başını kapı kasasına dayadı. Serin ahşap iyi gelmişti. Yüzünü böyle yaslamaya devam edebilse baş ağrısını geçirebileceği ve günün kalanında bir şekilde hem daireden ayrılıp hem böyle durabilse ebeveyniyle kahvaltıyı ve mezuniyet törenini atlatabileceği, diplomasını alıp mezun olabileceği fikri düştü aklına. Geri çekilip tekrar KONUŞ düğmesine bastı. “Baba?” Bu defa cevap veren Phyllida’ydı: “Maddy? Neyin var? Alsana bizi içeri.” “Arkadaşlarım hâlâ uyuyorlar. Aşağı geliyorum. Zile basmayın.” “Evini görmek istiyoruz.” “Şimdi olmaz. İniyorum. Zili çalmayın.” Elini diyafondan çekip geriledi ve yeni bir ses duymamayı umarak panele baktı. Hayır, çıt yoktu, oradan ayrıldı. Ev arkadaşlarından Abby ortaya çıkıp önünü kestiğinde banyoya ulaşmak üzereydi. Esneyerek kabarık saçlarını karıştırdı ve Madeleine’i fark edince bilmiş bilmiş gülümsedi. “E,” dedi Abby, “dün gece nereye sıvıştın?” “Annemle babam buradalar, kahvaltıya gitmem gerekiyor.” “Haydi, anlat.” “Anlatacak bir şey yok. Geç kalıyorum.” “O halde neden üstündekilerle yattın?” 6
J E F F R E Y E U G E N ID E S
Madeleine cevap vermek yerine kendine baktı. On saat önce Olivia’dan siyah elbisesini ödünç aldığında üzerinde iyi durduğunu düşünmüştü. Ama şimdi kumaş aşırı sıcak ve yapışkan geliyordu; kalın deri kemer bir sado-mazo kelepçesine benziyordu ve elbisenin kolunda, neden olduğunu düşünmek bile istemediği bir leke vardı. O sırada Abby, Olivia’nın kapısını çaldı, “Maddy’nin kırık kalbi de bir yere kadarmış demek,” dedi. “Uyan! Görmelisin bunu.” Banyoya giden yol açılmıştı. Madeleine’in duş gereksinimi had safhada, neredeyse tıbbiydi. En azından dişlerini fırçalamalıydı. Ama Olivia’nın da kalktığına işaret eden sesler gelmeye başlamıştı. Çok geçmeden iki ev arkadaşının sorularıyla uğraşacaktı. Annesiyle babası her an tekrar zili çalmaya başlayabilirlerdi. Elinden geldiğince ses çıkarmadan hole geri döndü. Kapının yanına bırakılmış bir çift mokaseni, arkalarını, dengesini bulana dek basıp düzleştirerek ayaklarına geçirdi ve apartmanın koridoruna kaçtı. Asansör, çiçekli yolluğun sonunda bekliyordu. Madeleine, birkaç saat önce geldiğinde kapısını çekmeden açık bıraktığını fark etti. İçeri girip yavaşça kapıyı çekti ve aşağı inmek üzere düğmeye bastı; antika asansör sarsılarak binanın kasvetinde harekete geçti. Madeleine’in oturduğu, yaklaşık yüz yıl önce yapılmış olan NeoRomanesk tarzdaki Narragansett apartmanı, Benefit ve Church sokaklarının kesiştiği köşeyi kaplayan büyük bir binaydı. Vitraylı hava boşluğu camı, pirinç aplikleri, mermer girişi ve asansörü, orijinal halinden kalan parçalardı. Dev bir kuş kafesi gibi kıvrımlı demir parmaklıklardan yapılmış olan asansör mucizevi bir şekilde hâlâ çalışıyordu ama yavaştı ve Madeleine bunu fırsat bilip üstünü başını toparladı. Parmaklarıyla saçlarını taradı, işaretparmağıyla ön dişlerini ovuşturdu. Gözlerinin çevresine yayılmış rimel lekelerini sildi, diliyle dudaklarını ıslattı. İkinci katın tırabzanlarını geçerken paneldeki küçük aynada kendine baktı. Yirmi iki yaşında ya da Madeleine Hanna olmanın hoş taraflarından biri, üç haftalık romantik bir ıstırap ve izleyen epik bir içki gecesinin fazlaca görünür hasar vermemesiydi. Gözlerinin etrafındaki hafif şişlikler haricinde yine aynı koyu renk saçlı, güzel kızdı 7
E V L İL İK M E S E L E S İ
Madeleine. Düz burnu, Katharine Hepburn tarzı çıkık elmacıkkemikleri, çenesi ve simetrik yüz hatları neredeyse matematiksel bir mükemmellikteydi. Sadece alnındaki hafif kırışıklık, Madeleine’in kendini hep hissettiği azıcık kaygılı kişiye işaret ediyordu. Annesiyle babasının aşağıda beklediğini görebiliyordu. İç kapıyla caddeye açılan giriş kapısının arasında kalmışlardı. Alton, gofre kumaştan bir ceket, Phyllida’ysa lacivert bir döpiyes giymişti. Dore tokalı çantası da lacivertti. Bir an için asansörü durdurup onları orada, bu üniversite şehri karmaşasının, ortalığa saçılmış Perişan Sefiller ya da Klitorisler gibi isimleri olan New Wave gruplarının posterlerinin, ikinci kattaki RISD* öğrencisinin yaptığı pornografik Egon Schiele çizimlerinin ve Madeleine’in tam olarak anlamadığı ama öyleymiş gibi yaparak annesiyle babasını dehşete düşürmekten mutluluk duyduğu, onların kuşağına ait olan saygın, vatanperver değerlerin artık tarihe gömüldüğünü, yerlerine nihilist, post-punk bir algının geldiğini ifade eden bir yığın fotokopinin içinde bırakmak istedi. Derken asansör durdu, kapıyı açtı ve ebeveynlerinin yanına gitmek üzere dışarı çıktı. İçeri ilk giren Alton oldu. Hevesle, “İşte,” dedi, “üniversite mezunu!” Her zamanki kendinden emin tavrıyla kızını kucaklamak üzere hamle yaptı. Madeleine alkol, daha kötüsü seks kokmaktan korkarak kasıldı. Kucaklama sırası gelen Phyllida, “Bize neden daireni göstermiyorsun, anlamıyorum,” dedi. “Abby ve Olivia ile tanışmayı çok istiyordum. Onları akşam yemeğine davet etmek isteriz.” Alton, “Akşam yemeğine kalmıyoruz,” diyerek hatırlattı. “Kalabiliriz ama. Maddy’nin programına bağlı.” “Planımız öyle değil. Planımız, Maddy ile kahvaltı edip törenden sonra geri dönmek.” “Baban ve planları,” dedi Phyllida. “Törene bu elbiseyi mi giyeceksin?” “Bilmiyorum,” dedi Madeleine. “Şimdilerde bütün genç kadınların giydiği bu vatkalı kıyafetlere bir türlü alışamadım. Çok erkeksiler.” * Rhode Island Tasarım Okulu. (ç.n.) 8
J E F F R E Y E U G E N ID E S
“Elbise benim değil, Olivia’nın.” Alton, “Bayağı yorgun görünüyorsun, Mad,” dedi. “Akşam sıkı bir parti vardı herhalde.” “Pek sayılmaz.” Phyllida, “Giyecek bir şeyin yok mu?” dedi. “Zaten cüppe giyeceğim, anne.” Madeleine daha fazla soruyla karşılaşmamak için aralarından geçip çıktı. Güneş bulutlarla yaptığı savaşı kaybetmiş, ortadan kaybolmuştu. Hava geçen hafta sonundakinden farksız görünüyordu. Cuma, kampustaki dans gecesinde yağmur yağmıştı. Pazar günkü Bakalorya törenindeyse çok yağmasa da çiselemişti. Ve şimdi, pazartesi günü, yağmur yoktu ama hava sıcaklığı, Şehitler Günü’ndekindense Aziz Patrik Günü’ndekine daha yakındı. Kaldırımda annesiyle babasını beklerken birden dün gece tam olarak seks yapmamış olduğunu hatırladı. Eh, bu da bir teselliydi. Kapıdan çıkan Phyllida, “Ablan gelemeyeceği için çok üzgün,” dedi. “Aslan Yürekli Richard’ı bugün ultrasona götürmesi gerekiyormuş.” Aslan Yürekli Richard, Madeleine’in dokuz haftalık yeğeniydi ve Phyllida dışında herkes ona sadece Richard diyordu. Madeleine, “Nesi var?” diye sordu. “Böbreklerinden biri küçükmüş. Doktorlar durumu kontrol altında tutmak istiyorlarmış. Bana sorarsan ultrasonlar insanda dert bulmaktan başka bir işe yaramıyor.” “Ultrason demişken,” dedi Alton, “benim de dizimi göstermem gerekiyor.” Phyllida kocasının sözleriyle ilgilenmedi. “Her neyse. Allie mezuniyet törenine katılamayacağı için gerçekten çok üzgün. Blake de öyle… Ama senin ve yeni arkadaşının bu yaz Cape’e giderken onları ziyaret edebileceğinizi umuyorlar.” Phyllida’nın yanında daima tetikte durmak gerekirdi. Aslan Yürekli Richard’ın küçük böbreğinden bahsederken birden lafı Madeleine’in yeni erkek arkadaşı Leonard’a (ki Phyllida ve Alton henüz onunla tanışmamışlardı), oradan Cape Cod’a (Madeleine bu yaz 9
E V L İL İK M E S E L E S İ
onunla birlikte eve çıkma planını onlara söylemişti) getirivermişti. Normalde, kafası düzgün çalışırken Madeleine daima Phyllida’dan bir adım önde giderdi ama bu sabah yapabileceği en iyi şey, söylediklerine kulak tıkamaktı. Neyse ki Alton konuyu değiştirdi. “E, kahvaltı için nereyi tavsiye ediyorsun?” Madeleine dönüp dalgın gözlerle Benefit Sokağı’na baktı. “Şu tarafta bir yer var.” Ayaklarını sürüyerek kaldırımda yürümeye başladı. Yürümek, hareket etmek iyi bir fikir gibi gelmişti. Otomatik adımlarla ilerleyen ayaklarının emrinde, üzerlerine tarihi plakalar çakılı pek çok güzel, eski bina ve üçgen çatılı büyük bir apartmanın yanından geçtiler. Aslında Providence bozulmuş, suç oranı yüksek ve mafya kontrolünde bir kentti ama College Hill tarafında bunu fark edemiyordunuz. Aşağılarda, pusun içinde kaba saba şehir merkezi ve ölmüş ya da ölmekte olan tekstil imalathaneleri görünüyordu. Buradaysa çoğu parke taşı döşeli dar sokaklar –ki bunların Prospect, Benevolent, Hope, Meeting gibi isimleri vardı– malikânelerin yanından yukarı çıkıp cennetin kapısı kadar dar mezar taşlarıyla dolu Püriten mezarlığının etrafında yılan gibi dönüyor ve sonunda tepedeki korunun içindeki kampusa ulaşıyordu. Somut yükseliş, entelektüel yükselişi ima ediyordu. Kızının peşinden yürüyen Phyllida, “Bu kayağantaşından kaldırımlar ne kadar da hoş,” dedi. “Bir zamanlar bizim sokağımızda da kaldırımlar böyleydi. Bence çok daha güzel böylesi. Ama sonra belediye hepsini betona çevirdi.” Alton, “Üstelik parasını da biz ödedik,” diye söylendi. Hafifçe topallıyordu, koyu renk pantolonunun sağ dizinden belli olan şişliğin nedeni, tenis oynarken dahi çıkarmadığı dizlikti. Alton kulüpteki yaş grubunda on iki yıldır şampiyonluğu kimseye kaptırmamıştı. Kelleşen kafasına ter bandı takan, alnı kırışık ve katil bakışlı yaşlılardandı. Madeleine bildi bileli yenememişti Alton’ı. Sinir bozucuydu çünkü artık ondan iyiydi. Ne zaman bir set alsa Alton hemen onu sindirmeye çalışır, haince davranır, her şeye itiraz eder ve sonunda da 10
J E F F R E Y E U G E N ID E S
Madeleine’in sinir sistemini allak bullak ederek oyunu lehine çevirmeyi başarırdı. Madeleine bunda paradigmatik bir şey olduğundan endişeleniyordu; hayatı boyunca kendinden daha az yetenekli erkekler tarafından korkutulup sindirilecek miydi? Alton’la oynadığı tenis maçları her defasında aynı şekilde bitiyor ve onda kendi kişiliğiyle ilgili böylesi endişelere yol açıyordu. Alton ise zaferini sanki üstün yetenekleriyle elde etmiş gibi böbürlenmeye, kıpkırmızı suratıyla kabararak yürümeye devam ediyordu. Benefit ve Waterman’ın köşesindeki First Baptist Kilisesi’nin beyaz kulesinin yanından geçtiler. Tören için çimenlerin üzerine büyük hoparlörler yerleştirilmişti. Uzaktan dekana benzeyen papyonlu bir adam ciddiyetle sigara içip kilise bahçesinin parmaklıklarına bağlanmış balonları kontrol ediyordu. İki yandaki çınar ağaçlarının köklerinin yerinden oynattığı kaldırım taşlarında kaymamak için Phyllida, Madeleine’in koluna girdi. Küçük bir kızken Madeleine annesinin güzel olduğunu düşünürdü ama bu çok zaman önceydi. Yıllar içinde Phyllida’nın yüzü çökmüş, yanakları develerdeki gibi iki yana sarkmıştı. Bozulan vücudunu içinde saklamaya çalıştığı muhafazakâr kıyafetlerle bir hayırsever ya da emekli büyükelçi karısına benziyordu. Phyllida’nın saçları, gücünün konuşlandığı yerdi. Muntazam ve pahalı görünüşlü bu kubbe, çok uzun süredir sergilenen bir oyunun, yüzünün çatısıydı adeta. Madeleine bildi bileli Phyllida usturuplu bir şekilde de olsa sözünü sakınmaz, görgü kurallarının uygulanması konusunda çekingen davranmazdı. Arkadaşlarının arasındayken annesinin şekilciliğiyle dalga geçse de Madeleine sıklıkla diğerlerine karşı kıyaslamalarda kendini, annesi lehine karar alırken bulurdu. Ve şu anda Phyllida kızına içinde bulundukları ana en uygun ifadeyle bakıyordu: Tören ve şaşaa heyecanıyla dolu, Madeleine’in hocalarından karşılaştıklarına entelektüel sorular sormaya ve diğer mezunların ebeveynleriyle hoşbeşe hazırdı. Kısacası, herkese ve her şeye müsait, sosyal ve akademik debdebeye ayak uydurmaya hazırdı; tüm bunlar Madeleine’in bugün hissettiği ve hayatı boyunca hissedeceği ayak uyduramama duygusunu iyice harlıyordu. 11
E V L İL İK M E S E L E S İ
Waterman Sokağı’na dalıp bir fincan kahveye sığınma arayışıyla Carr House ’un basamaklarını tırmandı. Kafe yeni açılmıştı. Tezgâhın arkasındaki Elvis Costello tipi gözlüklü adam espresso makinesini temizliyordu. Duvarın yanındaki bir masada kaskatı pembe saçlı bir kız, karanfilli sigarasını içerek Görünmez Kentler kitabını okuyordu. Buzdolabının üstündeki teypte “Tainted Love” çalıyordu. Çantasını koruma içgüdüsüyle göğsüne bastıran Phyllida duraklayıp duvarlardaki, öğrencilerin yaptığı resimlere baktı: boyunlarına tasma yerine çamaşır suyuyla ağartılmış eşarplar bağlanmış, derileri hastalıklı köpekleri gösteren altı küçük tablo. “Hoş değil mi?” dedi anlayışlı bir sesle. Alton, “La Bohème,” diye cevap verdi. Madeleine onları pembe saçlı kızdan mümkün olduğu kadar uzakta bir yere, körfeze bakan pencerenin yanındaki bir masaya oturtup tezgâha gitti. Kendine büyük, anne babasına normal fincanlarda kahve ve üç çörek sipariş etti. Çörekler ısıtılırken kahveleri masaya getirdi. Kahvaltı sofralarında okumadan duramayan Alton yan masaya bırakılmış bir Village Voice almış, inceliyordu. Phyllida pembe saçlı kıza dikmişti gözlerini. Alçak bir sesle, “Sence bu rahat bir şey mi?” diye sordu. Madeleine kıza bakınca eski yırtık pırtık kotunun paralanmış yerlerinin yüzlerce çengelliiğneyle tutturulmuş olduğunu gördü. “Bilmiyorum, anne. Git, sor istersen.” “Bir yerime bir şey batarsa...” Voice’u okuyan Alton, “Bu makaleye göre homoseksüellik on dokuzuncu yüzyıla kadar yokmuş. İcat edilmiş. Almanya’da,” dedi. Kahve sıcak ve hayat kurtarıcı ölçüde iyiydi. Yudumlarken Madeleine kendini bir parça daha az kötü hissetti. Birkaç dakika sonra çörekleri getirmek üzere ayağa kalktı. Bir parça yanmışlardı ama yenileri için beklemek istemiyordu, tepsiyi alıp masaya döndü. Ekşi bir suratla tabağına bakan Alton plastik bıçakla çöreğin yanık yerlerini temizlemeye koyuldu. 12
J E F F R E Y E U G E N ID E S
Phyllida, “Pekâlâ,” dedi, “bugün Leonard’la tanışacak mıyız?” Madeleine, “Emin değilim,” diye cevap verdi. “Bize söylemek istediğin bir şey var mı?” “Hayır.” “Bu yaz birlikte yaşamayı hâlâ düşünüyor musunuz?” Madeleine çöreğinden bir lokma ısırmıştı. Annesinin sorusuna cevap vermek zordu: Açıkçası Madeleine ve Leonard birlikte yaşamayı planlamıyorlardı çünkü üç hafta önce ayrılmışlardı ama yine de Madeleine yeniden barışma umudunu henüz tamamen kaybetmemişti ve tam ailesini bir erkekle yaşama fikrine alıştırmışken yaz planlarının suya düştüğünü söyleyerek bu şansını kaybetmek istemiyordu. Dolu ağzını göstererek cevap vermekten kurtuldu. Phyllida, “Artık yetişkinsin,” diye devam etti, “ne istersen onu yapabilirsin. Yine de tasvip etmediğimi söylemeliyim.” Alton, “Söylemiştin zaten,” dedi. “Çünkü bu kötü bir fikir!” dedi Phyllida. “Karşı çıkışımın nedeni durumu uygunsuz bulmam değil. Pratik sorunlar. Leonard veya bir başkasıyla birlikte yaşamaya başlarsan ve iş sahibi olan o olacaksa ilişkiye baştan dezavantajlı adım atmış olacaksın. Anlaşamazsanız senin durumun ne olacak? Orası ona ait sonuçta, sana değil. Ne yapacaksın?” Annesinin analizinde haklı olması ve uyardığı sıkıntının tam da çektiği sıkıntı olması, Madeleine’i aynı fikirde olduğunu söylemekten alıkoydu. Alton, “Benimle tanışınca sen de işini bırakmıştın,” dedi. “O yüzden ne dediğimi biliyorum.” Sonunda Madeleine, “Konuyu değiştirebilir miyiz?” demeyi başardı. Lokmasını yutmuştu. “Tabii ki tatlım… Zaten söyleyeceğimi söyledim. Planların değişirse daima eve dönebilirsin. Baban da, ben de çok memnun oluruz.” Alton, “Ben değil,” diye itiraz etti. “Eve dönmesini istemiyorum. Eve geri gelmek daima kötü bir fikirdir. Sakın bunu yapma, uzakta kal.” Madeleine, “Merak etme,” dedi, “dönmeyeceğim.” 13
E V L İL İK M E S E L E S İ
“Seçim sana ait,” dedi Phyllida. “Ama eğer eve dönersen çatı katını alabilirsin. Böylece istediğin gibi gelip gidebilirsin.” Madeleine teklifi düşündüğünü fark ederek şaşırdı. Neden annesiyle babasına her şeyi anlatıp arabanın arka koltuğuna kıvrılarak onu eve götürmelerine izin vermesindi? Eski rahat yatağına, duvarları Madeline duvar kâğıdıyla kaplı odasına yerleşebilirdi. Emily Dickinson gibi tirelerle dolu şiirler yazan ve hiç kilo almayan bir kız kurusu olabilirdi. Phyllida onu rüyalardan gerçeklere döndürdü. “Maddy?” dedi. “Şuradaki arkadaşın Mitchell değil mi?” Madeleine sandalyesinde geri kaykılıp etrafına baktı. “Nerede?” “Mitchell galiba. Sokağın karşı tarafında.” Kilise bahçesinde yeni kesilmiş çimenlerin üstünde Hint fakiri gibi oturan kişi gerçekten de “arkadaşı” Mitchell Grammaticus’tu. Dudakları kendi kendine konuşuyormuş gibi durmadan kımıldıyordu. Phyllida, “Çağırsana yanımıza,” dedi. “Şimdi mi?” “Neden olmasın? Onu görmek çok hoşuma gider.” Madeleine, “Herhalde ailesini bekliyordur,” diye cevap verdi. Phyllida fark edemeyecek kadar uzakta olmasına aldırmadan Mitchell’a el salladı. Alton, “Ne yapıyor öyle oturmuş?” diye sordu. Hanna ailesinin üç üyesi yarım lotus pozisyonundaki Mitchell’a dönüp baktı. Sonunda Pyhllida, “Eğer sen davet etmeyeceksen ben edeceğim,” dedi. Madeleine, “Tamam,” diye mırıldandı, “gidiyorum.” Hava biraz ısınmış olsa da hâlâ soğuk sayılırdı. Madeleine, Carr House ’dan çıkıp kiliseye gitmek üzere karşı kaldırıma geçerken gökyüzünde kara bulutlar birikmeye başlamıştı. Kilisenin içinden biri hoparlörleri denemek için durmadan cırtlak bir sesle, “Sussex, Essex, Kent, Sussex, Essex, Kent,” diye tekrarlayıp duruyordu. Girişteki büyük pankartta “1982 Mezunları” yazılıydı ve Mitchell pankartın
14
J E F F R E Y E U G E N ID E S
altındaki çimlerde oturuyordu. Dudakları hâlâ sessizce kıpırdanıyordu ama Madeleine’in yaklaştığını fark edince bunu bıraktı. Madeleine birkaç adım ötede durup, “Annemle babam buradalar,” dedi. Mitchell sakince “Mezuniyet,” diye cevap verdi, “herkesin annesi babası burada.” “Sana merhaba demek istiyorlar.” Mitchell belli belirsiz gülümsedi. “Muhtemelen benimle konuşmadığını bilmiyorlardır.” “Bilmiyorlar. Her neyse. Konuşuyorum senle. Artık.” “Mecburiyetten mi yoksa politika değişikliği mi?” Madeleine ağırlık verdiği bacağı değiştirip yüzünü buruşturdu. “Dinle… Gerçekten akşamdan kalmayım. Dün gece uyudum sayılmaz. Bizimkiler on dakikadır buradalar ve şimdiden beni delirttiler bile. Gelip bir selam versen çok iyi olur.” Mitchell’ın duygusal bakışlı iri gözleri iki defa kırpıştı. Üstünde eski moda gabardin bir gömlek, koyu renk, yünlü bir pantolon vardı ve yıpranmış bağcıklı ayakkabılar giymişti. Madeleine onu hiç şortla veya spor ayakkabıyla görmemişti. Mitchell, “Olanlar için üzgünüm,” dedi. Madeleine başını çevirip uzaklara bakarken, “Tamam,” diye cevap verdi, “önemi yok.” “Her zamanki gibi salaklık ettim.” “Ben de…” Bir süre sustular. Madeleine, Mitchell’ın ona baktığını hissedebiliyordu, kollarını kavuşturdu. Şuydu bahsettikleri olay: Madeleine geçen aralık ayında bir gece, duygusal hayatına dair kaygılarla kampusa, Mitchell’ın yanına gitmiş ve onu alıp kendi dairesine getirmişti. Erkek ilgisine ihtiyacı vardı ve kendine açıkça itiraf edememekle birlikte, onunla flört etmişti. Mitchell masasında duran kas ısıtıcı jelle dolu kavanozu görünce ne olduğunu sormuştu. Madeleine atletik insanların bazen kas ağrısı çektiklerini söylemişti. Bütün gün kütüphanede oturduğu için
15
E V L İL İK M E S E L E S İ
Mitchell’ın öyle bir dert çekmediğini anladığını, sözüne güvenmesini belirtmişti. Mitchell, o konuşurken jelden bir parça alıp Madeleine’in kulağının arkasına sürüvermişti. Madeleine irkilip avazı çıktığı kadar bağırmış ve eline geçen bir tişörtün kenarıyla kulağının arkasındaki yapışkan kremi silmişti. Belki tamamen haksız değildi ama Madeleine aslında bu hareketi yapmasının nedeninin Mitchell’ı dışarı atmak ve onunla flört etmeye kalkışmasının üstünü kapatmak için bir bahane olduğunu (o an bile) biliyordu. Olayın en fena tarafı, Mitchell’ın neredeyse ağlayacakmışçasına bozulmuş görünmesiydi. Ne yapacağını bilemeden etrafına bakarken durmadan ne kadar üzgün olduğunu tekrarlamışsa da Madeleine ona hemen gitmesini söylemişti. Daha sonraki günlerde bu olayı düşündükçe kendini daha da kötü hissetmişti. Mitchell’dan dört sayfalık, durumu detaylarla açıklayan, parlak anlatımlarla dolu ama aynı zamanda da gizli bir öfke taşıyan mektubu aldığında Madeleine neredeyse onu arayıp özür dilemek üzereydi. Mektupta Mitchell ona “cocktease”* demiş ve davranışının panem et circenses’in** erotik bir varyasyonu olduğunu söylemişti. Sonraki karşılaşmalarında Madeleine, Mitchell’ı görmezden gelmiş ve bir daha da konuşmamışlardı. Mitchell kafasını kaldırıp baktı ve “Peki. Gidip annenle babana merhaba diyelim,” dedi. Onlar kafenin basamaklarını çıkarken Phyllida el sallıyordu. Kızının en gözde arkadaşlarıyla konuşmak için ayırdığı flörtçü vurgusuyla, “Seni öyle otururken görünce kendi kendime, kim bu Hint fakiri, diye sordum,” dedi. Alton, Mitchell’ın elini hararetle sıkarak, “Tebrikler, Mitchell!” dedi. “Büyük bir gün, kilometre taşlarından biri… Yeni nesil devir teslimde.” Mitchell’ı oturmaya davet edip bir şey yiyip yemeyeceğini sordular. Madeleine bir kahve daha almak üzere tezgâha gitti; Mitchell’ın annesiyle babasını oyalamasından memnundu. Yaşlı adam giysileri * Erkekleri baştan çıkaran ama cinsel ilişkiden kaçan kadın. (ç.n.) ** Roma imparatorlarının, halkı mutlu etmeninin yolunun yeterli yiyecek ve eğlenceden geçtiğini düşünmeleri. (e.n.)
16
J E F F R E Y E U G E N ID E S
içindeki arkadaşına bakarken kendi kendine, daha önce de defalarca yaptığı gibi, Mitchell’ın âşık olup evlenmesi gereken cinsten, akıllı, sakin, anne baba sevindiren türden bir erkek olduğunu düşündü. Mitchell’a, tamı tamına bu durumu yüzünden asla âşık olmayacağı ve onunla evlenmeyeceği gerçeği, gönül meselelerinde nasıl battığının işaretlerinden, ki bu sabah tonla vardı, bir diğeriydi. Masaya döndüğünde diğerleri onu fark etmemişçesine konuşmaya devam etti. Phyllida, “Pekâlâ Mitchell, söyle bakalım mezuniyet sonrası planların ne?” diye soruyordu. Mitchell, “Babam da aynı soruyu soruyor,” dedi. “Niyeyse teolojik çalışmaların piyasa değeri olmadığını düşünüyor.” Madeleine o sabah ilk defa gülümsedi, “Gördünüz mü? Mitchell’ın da henüz bir işi yok.” Mitchell, “Aslında var sayılır,” dedi. Madeleine, “Hayır, yok,” diyerek ona meydan okudu. “Ciddiyim, var.” Oda arkadaşı Larry Pleshette’le birlikte, ekonomik durgunlukla başa çıkmak üzere bir plan geliştirdiklerini söyledi. Uzun uzun düşündükten sonra beşeri bilimler mezunları olarak işsizlik oranının yüzde dokuz buçuk olduğu bir dönemde piyasaya atılmak yerine ülkeden ayrılıp mümkün olduğunca da geri dönmemeye karar vermişlerdi. Yeterli parayı biriktirince, sırt çantalarını alıp Avrupa’ya gideceklerdi. Orada görülecek her şeyi gördükten sonra da Hindistan’a geçecek ve paraları yettiğince orada kalacaklardı. Bütün yolculuk sekiz dokuz ay, belki bir yıl sürebilirdi. “Hindistan’a mı gideceksin?” dedi Madeleine. “İş değil ki o.” Mitchell, “Orada Profesör Hughes için araştırma görevlisi olarak çalışacağız,” diye cevap verdi. “Profesör Hughes tiyatro bölümünde değil mi?” Phyllida söze karıştı: “Kısa bir süre önce Hindistan’la ilgili bir program izledim. Bunaltıcıydı. Onca yokluk…” Mitchell, “O benim için bir artı, Mrs. Hanna,” diye cevap verdi. “Zorluklar, pislikler beni biler…”
17
E V L İL İK M E S E L E S İ
Böylesi muzırlığa dayanamayan Phyllida ciddiyeti elden bırakarak güldü. “O halde doğru yere gideceksin.” Madeleine tehditkâr bir ses tonuyla, “Belki ben de seyahate çıkarım,” dedi. Kimse aldırmadı. Alton, Mitchell’a döndü. “Hindistan için ne çeşit aşılar gerekiyor?” “Kolera, tifüs… Gamma Globulin tercih meselesi, zorunlu değil.” Phyllida başını salladı. “Annen endişeleniyordur.” Alton, “Ben askerdeyken,” dedi, “bize milyon iğne yaparlardı. Neyin, ne için olduğunu bile söylemeden üstelik…” Madeleine sesini yükselterek, “Paris’e taşınayım diyorum ben de,” dedi. “İş aramak yerine.” Phyllida, Mitchell’la konuşmaya devam etti: “Bence senin gibi dini konulara meraklı biri için Hindistan gayet yerinde bir seçim. Orada her şey var. Hindular, Müslümanlar, Sihler, Zerdüştler, Jainistler, Budistler… Baskin-Robbins gibi! Dini konuları daima çok çekici bulmuşumdur. Kuşkucu Thomas kılıklı kocamın aksine…” Alton göz kırptı. “Kuşkucu Thomas diye birinin olup olmadığından kuşkuluyum.” Phyllida, Mitchell’ın ilgisini çekme gayretinden vazgeçmiyordu. “Paul Moore ’u tanıyor musun? Kutsal Aziz John Katedrali’ndeki… Çok iyi bir dosttur. Onunla tanışsan ilginç bulabilirsin. Şehre indiğimizde ben daima ibadet için oraya giderim. Hiç gitmedin mi? Nasıl anlatsam? Tek kelimeyle… İlahi.” Mitchell mecburen, hatta epey içten görünerek gülümserken, Phyllida söylediği güzel kelimelerden etkilenmiş gibi ellerini göğsüne bastırdı. Alton, “Dini kişilerden laf açılmışken,” diyerek karısının lafını kesti. “Sana Dalai Lama ile karşılaşmamızdan söz etmiş miydim? Waldorf ’taki vakıf için para toplanırken… Tanışmak için kuyruğa girmiştik. Üç yüz kişi kadardık. Sonunda Dalai Lama’ya ulaşınca ona, ‘Sizin Dolly Parton’la bir yakınlığınız var mı?’ diye sordum.” Phyllida, “O an dondum kaldım,” dedi, “gerçekten dondum kaldım.” 18
J E F F R E Y E U G E N ID E S
Madeleine dayanamadı. “Baba, geç kalıyorsunuz.” “Ne?” “İyi bir yerde durmak istiyorsanız artık gitmelisiniz.” Alton saatine baktı. “Daha bir saatimiz var.” Madeleine ısrarcıydı. “Cidden çok kalabalık olacak, şimdiden gitmelisiniz.” Alton ve Phyllida, Mitchell’a baktılar; tavsiyesine ihtiyaçları var gibiydi. Madeleine masa altından Mitchell’ı dürttü ve delikanlı telaşla cevap verdi: “Gerçekten de çok kalabalık oluyor.” Alton yine Mitchell’a bakarak, “En iyi nereden seyredilir?” diye sordu. “Van Wickle Kapıları… Üniversite sokağının tepesinde. Hepimiz oradan geçeceğiz.” Alton ayağa kalktı. Mitchell’ın elini sıktıktan sonra öpmek üzere Madeleine’e eğildi. “Görüşürüz 1982 Mezunlar Güzeli.” Phyllida, “Tebrikler Mitchell,” dedi, “seni gördüğüme çok sevindim. Büyük Yolculuk sırasında annene daima mektup yazmayı sakın unutma. Aksi takdirde kadıncağız meraktan çıldırır.” Madeleine’e döndü. “Sen de geçitten önce kıyafetini değiştirmeyi unutma. Aleni bir leke var kolunda.” Bu sözlerden sonra Alton ve Phyllida muhafazakâr ebeveyn giysi ve tavırlarıyla ayağa kalkıp post-modern kafenin çıkışına doğru ilerlediler. Sanki onların ayrılışının işaretiymiş gibi yeni bir şarkı çalmaya başlamıştı; elektronik davulu bastıran Joe Jackson’ın tiz sesiydi. Tezgâhın arkasındaki adam müzik setinin sesini biraz daha açtı. Madeleine kafasını masaya bıraktı; saçları yüzünü kapatıyordu. “Bir daha asla içmeyeceğim,” dedi. “Meşhur son sözler…” “Neler yaşadığımdan haberin yok.” “Nasıl olabilir? Benimle konuşmuyorsun.” Madeleine, yüzünü kaldırmadan acıklı bir sesle, “Evsizin tekiyim,” dedi. “Okulu bitiriyorum ve evsizin tekiyim.” “Tabii, kesinlikle öylesin.” 19