GEN

Page 1

GEN



Önsöz: Aileler Annenin ve babanın kanı sende kaybolmamış. —Menelaus, Odysseia

Ağzına sıçıp bırakıyorlar, annenle baban ortaklaşa. Bilerek yapmıyorlar belki, ama olan bu sonuçta. Kendi kusurlarını sana aktarıp bir güzel, Biraz da fazladan ekliyorlar, sırf sana özel. —Philip Larkin, “This Be The Verse”

2012’nin kışında, kuzenim Moni’yi ziyaret için Delhi’den Kolkata’ya gittim. Babam da rehberim ve yarenim olarak bana eşlik etti. Fakat yüzü hep asıktı. Anca ucundan anlayabildiğim bir yeise kaptırmıştı kendini. Babam beş erkek kardeşin en küçüğü. Moni ise babamın en büyük yeğeni – en büyük abisinin oğlu. Moni 2004’ten, yani 40 yaşından beri şizofreni tanısıyla akıl hastanesinde kalıyor (babamın deyişiyle “deli yuvası”nda). Bin bir çeşit antipsikotik ve sakinleştirici ile hep yoğun ilaç altında tutuluyor. Yemesi, içmesi, yıkanmasıyla bütün gün bakıcı ilgileniyor. Babam Moni’ye konan tanıyı asla kabul etmedi. Kâh doktorları koydukları tanının büyük bir hata olduğuna ikna etmeye çalıştı, kâh hastalığın büyülü bir şekilde kendi kendine iyileşeceğini umdu. Moni’nin tedavisiyle ilgilenen psikiyatrlara karşı tek başına isyan bayrağı açtı. Kolkata’daki hastaneyi iki kez ziyaret etti. Hatta birinde hiç uyarmadan gitti ki “belki Moni’yi demir kapılar ardında gizli gizli normal bir yaşam sürerken görürüm” umuduyla. Fakat bu ziyaretlerin ucunda kardeş çocuğu sevgisinden öte bir şeylerin olduğunu o da, ben de bal gibi biliyorduk aslında. Babamların tarafında akıl hastası olan tek kişi Moni değil. Babamın dört kardeşinden ikisi –Moni’nin babası değil ama iki amcası– beynin farklı illetlerine yenik düşmüşlerdi. Delilik en az iki kuşaktır Mukherjee’lerin başına belaydı. Moni’ye konan tanıyı babamın kabul 1


GEN

etmeye gönlünün bir türlü razı olmamasının asıl nedeni, bu hastalığın kendi içinde de habis bir çekirdek gibi barınma ihtimaliydi. Babamların beş kardeşinden ortancası olan Rajesh, 1946’da Kolkata’da hayata erken yaşta gözlerini yummuş. Daha 22 yaşındaymış. Hikâyeye göre, kış yağmurunda iki geceyi dışarıda spor yaparak geçirince zatürreeye yakalanmış. Fakat zatürree aslında başka bir hastalığın üstüne çekilen paravandı. Rajesh bir zamanlar beş kardeşin en istikbal vaat edeniymiş. En çevik, en akıllı, en karizmatik, en enerjik, en sevilen oymuş. Babamın ve bütün ailenin bir tanesiymiş. Dedem Mika, bu olaydan on yıl önce, 1936’da vefat etmiş. Taş madenleriyle ilgili bir anlaşmazlıkta öldürülünce beş oğlan ninemin üstüne kalmış. En büyükleri olmamasına rağmen babalarının sorumluluğunu Rajesh üstlenmiş. O sırada daha 12 yaşındaymış gerçi, ama görenler 22 zannedermiş: Zehir gibi zekâsında daha o yaşta bir olgunluk varmış. Delikanlılığın o kendinden emin ama çabuk sönen havası, onda daha o yaşta yerini yetişkinliğin özgüvenine bırakmış. Fakat babamın hatırladığına göre, Rajesh 1946’nın yazında, sanki kafasında bir çivi yerinden çıkmışçasına tuhaf davranır olmuş. Gelgeç bir ruh haline bürünmüş: Güzel bir haber alınca mutluluktan öyle havalara uçuyormuş ki, heyecanını bir tek dozu gitgide artan akrobatik egzersiz nöbetleri söndürebiliyormuş. Fakat bir de kötü haber almayagörsün, teselli edilmez bir karamsarlığa kapılıp derbeder oluyormuş. Bu duygular haberin içeriğiyle uyumluymuş uyumlu olmasına, ama işi vardırdığı yerler bir acayipmiş. O yılın kışında, amcamın ruh halinin çizdiği dalgaların frekansı sıklaşmaya, boyları yükselmeye başlamış. Öfke ve neşenin sınırlarında dolanan enerji patlamaları daha sık ve daha şiddetli yaşanır olmuş. Keder nöbetleri hakeza. Doğaüstü güçlere merak salmış; evde ruh çağırma seansları düzenliyor, geceleri arkadaşlarıyla buluşup krematoryumda meditasyon yapıyorlarmış. Hiç kendi kendini tedaviye kalkıştı mı, bilmiyorum –o yıllarda Kolkata’nın Çin Mahallesi’ndeki batakhanelerde sinirleri yatıştırmak için kullanılan Afgan esrarı ve Burma’dan gelen afyonun bini bir paraymış– fakat babam abisinin ruh halinin nasıl değiştiğini ve çalkantılı bir hal aldığını hatırlıyor: bazen ürkek, bazen fütursuz, bir sabah huysuz, bir sonraki sabah sevinçten deliye dönmüş halde. (Sevinçten deliye dönmek. Gündelik dildeki anlamı ne kadar masum. Çok neşeli olduğunuzu ifade eder. Ama aklı başındalıkla ilgili bir sınıra dayandığınızı belirten bir uyarı 2


Önsöz : A i l e l er

gibidir aynı zamanda. Deliye dönmenin bir sonraki adımı, gerçekten delirmektir.) Zatürreeden bir önceki hafta, amcam üniversite sınavında olağanüstü iyi bir not aldığını öğrenince, mutluluktan kendinden geçmiş ve içi içine sığmaz bir halde kendini bir güreş kampında iki gece “egzersize” vermiş. Döndüğünde ateşten yanıyormuş ve hayaller içinde sayıklıyormuş. Rajesh’in o sırada muhtemelen akut manik atağın pençesinde olduğunu yıllar sonra tıp okurken fark ettim. Zihinsel hastalığı, bipolar bozukluğun (manik-depresyon) kitabi tanımı gibiydi.

Jagu –babamın bir büyüğü– 1975’te, yani ben dört yaşındayken, bizimle yaşamaya Delhi’ye geldi. Onun akli dengesi de sallantılıydı. Bir deri bir kemik, upuzun vücudu, keçeleşmiş orman gibi saçları ve gözlerindeki yabani bakışla Bengalli bir Jim Morrison’ı andırıyordu. Hastalığı yirmilerinde ortaya çıkan Rajesh’ten farklı olarak, Jagu’nun çocukluğundan beri belirtileri vardı. Yanında ninem dışında kim olursa olsun içine kapanan asosyal Jagu Amcam, ne bir işte çalışabiliyor, ne de kendi başına yaşayabiliyordu. 1975’te daha ciddi zihinsel sorunlar baş gösterdi: Hayaller görmeye, ona ne yapması gerektiğini söyleyen sesler duymaya başladı. Kafasındaki komplo teorilerinin ardı arkası kesilmezdi: Güya evimizin dışındaki bir muz satıcısı, Jagu’nun yaptıklarını gizli gizli not ediyordu. Sık sık kendi kendine konuşur, bilhassa kafasından uydurduğu tren tarifelerini terennüm etmekten hoşlanırdı (“Kalka üzerinden Shimla’dan Howrah’a. . . daha sonra Howrah’ta Shri Jannath Ekspresi’ne aktarma, sonra Puri’ye. . .”). O zamanlarda bile olağanüstü şefkatliydi – evin gözbebeği bir Venedik vazosunu yanlışlıkla kırdığımda, beni çarşafların altına saklayıp anneme bin tane vazo almaya yetecek kadar yığınla parası olduğunu söylemişti. Fakat aslında bu davranışı da semptomatikti: Bana olan sevgisi bile psikozunun ve işkembeden hikâye uydurma huyunun izlerini taşıyordu. Rajesh Amcama resmi bir tanı hiç konmamıştı ama Jagu Amcama konmuştu. 1970’lerin sonunda Delhi’de bir doktora götürülmüş, doktor şizofreni tanısı koymuş, ama ilaç yazmamıştı. Jagu, ninemin odasında yarı saklanır vaziyette evde yaşamaya devam etti. (Hindistan’da pek çok evde olduğu gibi ninem bizimle kalırdı.) 3


GEN

Kendini kapana sıkışmış hisseden ninem, Jagu’yu dış dünyaya karşı kollamak için kanatları altına aldı. Babamla aralarında her an bozulmaya müsait ama yaklaşık on yıl boyunca süren bir antlaşma yaptılar. Jagu yemeklerini ninemin odasında yedi, onun diktiği kıyafetleri giydi, her şeyiyle ninem ilgilendi. Geceleri korku ve fantezilerle dolu dünyasında iyice huzursuzlaşan Jagu’yu yatağına çocuk gibi o yatırıyor, elini alnına koyup sakinleştiriyordu. 1985’te ninem öldüğünde Jagu evden kaçtı ve hiçbirimiz onu geri dönmeye ikna edemedik. 1998’deki vefatına kadar Delhi’de dini bir cemaatle birlikte yaşadı.

Babam ve nineme göre, Jagu ve Rajesh’in akıl hastalıklarının şiddetlenmesinin sebebi (hatta belki de doğrudan sorumlusu), Hindistan ve Pakistan’ın bölünmesi sırasındaki kıyameti aratmayan dönemdi. Bölünme’nin doğurduğu politik travma, amcalarıma psikolojik travma olarak yansımıştı. Bölünme, ulusu bölmekle kalmamış, zihinleri de bölmüştü. Bu konudaki herhalde en meşhur öykü, Saadat Hasan Manto’nun “Toba Tek Singh” adlı eseridir. Öykünün kahramanı, Hindistan ile Pakistan arasındaki sınırda kalakalmış bir akıl hastasıdır. O da normallikle delilik arasında sürekli gidip gelir. Nineme göre, Jagu ve Rajesh’in akıl sağlıklarına mal olan şey de Doğu Bengal’den Kolkata’ya doğru bir rota izleyen ayaklanmaydı Rajesh Kolkata’ya 1946’da, yani tam da şehir aklını yitirmek üzereyken varmıştı. Sinirler gergindi. Sevgiler kurumuş, sabırlar tükenmişti. Doğu Bengal’den gelen ve ardı arkası kesilmeyen insan seli –politik sarsıntıyı komşularından önce sezenler– Sealdah istasyonunun yakınlarındaki alçak binaları ve gecekonduları doldurmaya çoktan başlamıştı. Ninem de bu gariban kalabalığın arasındaydı: “Hayat Khan Sokağı”nda, istasyondan kısa yürüme mesafesinde üç odalı bir daire kiralamıştı. Kira aylık 55 rupiydi – bugünün parasıyla bir dolar gibi, fakat ailesi için bu servet demekti. Evin alt alta, üst üste kavga eden kardeşler gibi çapraşık odaları, bir çöp dağına bakıyordu. Daire küçüktü küçük olmasına, ama hiç olmazsa oğlanların yeni bir şehrin ve yeni bir ulusun doğuşunu seyredebilecekleri pencereleri ve tepesinde bir çatısı vardı. Sokağın bir köşesinde yeni bir kargaşa çıkması gayet sıradan bir olaydı. O yılın Ağustos ayında Hindularla Müslümanlar arasında çıkan çatışma bilhassa 4


Önsöz : A i l e l er

korkunçtu. Sonradan “Büyük Kolkata Katliamı” diye adlandırılan olayda, beş binden fazla kişi katledildi ve yüz bin kişi evlerini terk etmek zorunda kaldı. Rajesh o yaz bu isyan çetelerinin en azgın hallerine tanıklık etti. Hindular Lalbazar’da Müslümanları dükkânlardan ve ofislerden sürükleyip sokakta canlı canlı bağırsaklarını çıkardılar. Müslümanlar da Rajabazar ve Harrison caddelerinin yakınlarındaki balık pazarlarında aynı şiddetle karşılık verdiler. Rajesh’in akli dengesini yitirmesi tam bu döneme denk gelir. Şehir zamanla istikrara kavuşacak, yaralarını saracaktı, ama onda bıraktığı yaralar iyileşmeyecekti. Ağustos katliamlarından sonra paranoid halüsinasyonlar görmeye başlamış, gittikçe korkaklaşmış, spor salonunda kendini tüketene kadar yaptığı egzersizleri sıklaştırmıştı. Ardından manik havaleler geçirmeye, hayalet görmeye başlamış, en sonunda da ani ve şiddetli bir zatürree son darbeyi vurmuştu. Ninem bu olaylarla ilgili kendi teorilerini geliştirmişti. Ona göre Rajesh’in deliliği “varış”ın deliliği ise, Jagu’nun deliliği “terk ediş”in deliliğiydi. Atalarının Barisal yakınlarındaki köyü Dehergoti’deyken, Jagu’nun ailesi ve arkadaşları, psikolojisini bir şekilde rayında tutuyorlardı. Çeltik tarlalarında gönlünce koşar, göletlerde yüzerdi. Diğer çocuklar kadar umarsız ve oyuncuydu – neredeyse normal. Ama Kolkata’da, doğal ortamından sökülmüş bir bitki gibi Jagu solmuş ve kurumuştu. Üniversiteyi terk ettikten sonra dairenin pencerelerinden birinin önünü daimi meskeni yapmış, donuk gözlerle dışarıyı seyre dalmıştı. Düşünceleri düğümlenmeye, konuşması anlaşılmaz olmaya başlamıştı. Rajesh’in zihin dünyası patlayacağı noktaya doğru şişerken, Jagu’nunki kendi odasında büzüldükçe büzülmüştü. Rajesh geceleri şehri arşınlarken, Jagu kendini eve kapatmıştı.

Ninemin ailenin akli bozukluklarını bu şekilde kendine göre sınıflandırması (Rajesh sokak faresi tipi akıl hastası, Jagu tarla faresi tipi akıl hastası) akla yatkın geliyordu – ta ki Moni’nin akli dengesi de bozulmaya başlayana dek. Moni de “Bölünme çocuğu” değildi ya? Hiç yerinden yurdundan edilmemiş, bütün ömrünü Kolkata’daki güvenli evinde geçirmişti. Gelgelelim, onun psikolojisi de Jagu’nun izinden gidiyor gibiydi. Ergenliğinde hayaller görmeye, sesler duymaya başlamıştı. Yalnız kalma ihtiyacı, işkembeden hikâye uydurma 5


GEN

huyu, yönelim bozukluğu (dezoryantasyon) ve kafa karışıklığı – bunların hepsi korkutucu şekilde amcamın hastalığını andırıyordu. Onlu yaşlarındayken Delhi’ye bizi ziyarete gelmişlerdi. Birlikte sinemaya gidecektik ama kendini üst kattaki banyoya kapattı ve yaklaşık bir saat boyunca kimse onu dışarı çıkaramadı – ta ki ninem gelip onu ikna edene kadar. İçeri girdiğimizde bir köşeye büzülmüş saklanıyordu. 2004’te Moni bir çeteden dayak yedi – iddiaya göre parka işediği için (sonradan bana dediğine göre içinden bir ses “İşe buraya, işesene buraya,” demişti). Birkaç hafta sonra öyle dangalakça bir “suç” işledi ki aklını yitirmesine kanıt gösterilebilir: Çeteden birinin kız kardeşiyle flört ederken yakalandı. (Dediğine göre yine kafasındaki seslere uymuştu.) Babası engel olmaya çalışsa da Moni bu sefer çok fena dayak yedi. Dudağı patlamış ve alnı şişmiş bir halde soluğu hastanede aldı. Çete elemanlarının iddiasına göre, dayak şifa niyetine atılmıştı. Suçlular polis sorgusunda “Moni’nin içinden şeytanı kovmayı” amaçladıklarını söylediler. Fakat bu “tedavi”nin işe yaradığı söylenemez, çünkü Moni’nin kulağına emirleri fısıldayan sesler daha da cüretkâr ve ısrarcı hale geldiler. O yılın kışında, halüsinasyonlar ve iç seslerin başına üşüştüğü bir başka nöbet sırasında akıl hastanesine kaldırıldı. Moni’nin bana söylediğine göre, kısmen gönüllü olarak hastaneye yatmıştı: İyileştirilmek değil, sığınmak istiyordu. Çeşitli antipsikotik ilaçlar reçete edildi ve zamanla toparlandı – ama belli ki asla hastaneden salıverilecek kadar değil. Birkaç ay sonra, Moni hâlâ akıl hastanesindeyken, babası vefat etti. Annesi zaten yıllar önce ölmüştü. Tek kardeşi olan kız kardeşiyse uzakta yaşıyordu. Böylece biraz da gidecek başka yeri olmadığından, Moni akıl hastanesinde kalmaya karar verdi. Burası onun için gerçekten bir sığınaktı. Normal hayatında bulamadığı saklanma ve korunma yerini orada buldu. Kendini gönüllü olarak kafese kapatmış bir kuştu o. 2012’de babamla birlikte ziyaretine gittiğimizde, onu görmeyeli neredeyse 20 yıl olmuştu. Yine de onu çıkarabilirim diye tahmin ediyordum. Oysa ziyaret odasında gördüğüm kişi hatıralarımdaki kuzenime öylesine az benziyordu ki, bakıcı adını söylemese bir yabancı sanabilirdim. Yaşının çok üstünde gösteriyordu. 48 yaşındaydı ama bir on yıl daha yaşlı duruyordu. Şizofreni ilaçları bedenini yıpratmıştı. Çocuk gibi tereddüt içinde, dengesini zar zor 6


Önsöz : A i l e l er

sağlayarak yürüyordu. Eskiden akıcı olan konuşması duraksamalı ve tutuktu; kelimeler ağzına sokulmuş lokmaları tükürür gibi aniden ve zorlanarak çıkıyordu. Beni ve babamı hayal meyal anımsıyordu. Kız kardeşimin adını söylediğimde bana onunla evlendim mi diye sordu. Konuşmamız sanki ben gazete muhabiriymişim de durduk yerde ortaya çıkıp onunla röportaj yapmaya çalışıyormuşum gibi geçti. Fakat hastalığının en çarpıcı özelliği, zihnindeki fırtına değil, gözlerindeki donukluktu. “Moni”, Bengalce mücevher demektir, ama aynı zamanda gözdeki o iğne ucu kadarcık ışık parıltısı için de kullanılır. İşte Moni’de eksik olan da buydu. Gözlerindeki o ikiz ışık noktacıkları sönmüş, neredeyse kaybolmuştu. Sanki birisi minnacık bir fırça alıp gözlerinin ferini griye boyamıştı.

Çocukluk ve yetişkinlik hayatım boyunca, Moni, Jagu ve Rajesh, ailemizin imgelem dünyasında büyük rol oynadılar. Örneğin, ergenlik bunalımlarına battığım altı aylık bir dönemde annem ve babamla konuşmayı bıraktım, ev ödevi yapmayı reddettim ve eski kitaplarımı çöpe attım. Yüreği ağzına gelen babam beni sürükleye sürükleye Jagu’ya tanı koyan doktora götürdü. Sıra şimdi de kendi oğluna mı gelmişti? Veya örneğin ninem seksenli yaşlarının başlarında hafızasının gücünü yitirince, bana elinde olmadan Rajeshwar, yani Rajesh demeye başlamıştı. İlk başlarda hatasından yüzü kızarıyor ve düzeltiyordu, fakat gerçeklikle bağları zayıfladıkça bu hatayı adeta bile bile yapar oldu. Bir fantezinin haram zevkini keşfetmiş gibiydi. Yine örneğin şu anki eşim olan Sarah ile tanıştığımda, ona dört veya beş kere kuzenimin ve iki amcamın başına gelenleri anlattım. Müstakbel eşime böyle bir uyarıda bulunmazsam dürüst davranmamış olurdum. Kalıtım, hastalık, normallik, aile, kimlik – bunlar ailemizin diline pelesenk olmuş terimlerdi. Çoğu Bengalli aile gibi bizimkiler de inkârı ve bilinçaltına süpürme işini bir sanat haline getirmişti. Ama yine de geçmiş bir yolunu bulup yüzeye çıkıyordu. Moni. Rajesh. Jagu. Akıl hastalıklarıyla yitip giden üç hayat. Ailemizin geçmişinde kalıtsal bir unsurun yatıyor olması yüksek ihtimaldi. Acaba Moni, amcalarımızı da etkileyen bir geni mi kalıtmıştı? Diğerlerimiz de bu hastalıkların farklı varyantlarının etkisinde miydik? Babamın 7


GEN

başından en az iki psikotik olay geçmişti ve her ikisi de “bhang” kullandıktan sonra olmuştu. (Bhang, kenevir tohumlarının ezilip yağda eritilmesi ve çalkalanarak köpüklü hale getirilmesiyle yapılan, dini festivallerde içilen bir içecektir.) Acaba bu vakalar da aynı illetin göstergeleri miydi?

2009’da İsviçreli araştırmacılar, binlerce aile ile on binlerce kadın ve erkeği kapsayan devasa bir uluslararası araştırma yayımladılar. Kuşaklar boyu süren akıl hastalığı geçmişi olan aileleri inceleyen araştırma, bipolar bozukluğun ve şizofreninin güçlü bir genetik bağı olduğuna dair güçlü kanıtlar buldu. Çalışmada incelenen ailelerden bazılarının akıl sağlığı geçmişleri, yüreğimi burkacak derecede kendi aileme benziyordu: Örneğin, bir çocuk şizofren, diğeri bipolar, yeğenleri de yine şizofren. 2012’de yapılan çeşitli yeni çalışmalar da bu ilk bulguları doğrulayan sonuçlara vardılar ve bazı akıl hastalıklarıyla aile geçmişleri arasındaki bağları güçlendirdiler. Böylece hastalıkların etiyolojileri (ortaya çıkış nedenleri), epidemiyolojileri (yayılışları) ve tetikleyicileri hakkındaki sorular daha da önem kazandı. Bu çalışmalardan ikisini Kolkata’dan döndükten birkaç ay sonra, bir kış sabahı New York metrosunda okudum. Karşımdaki gri kürk şapkalı adam, oğlunun kafasına gri bir kürk şapka geçiriyordu. 59. Sokak’ın istasyonunda bir anne, ikiz bebek arabasını iterek vagondan içeri girdiğinde, ikizlerin çığlıkları kulaklarıma tamı tamına aynı perdedenmiş gibi geldi. Araştırma, bir yandan babamın ve ninemin aklını yıllarca kurcalayan bazı soruları yanıtlarken, bir yandan da bazı yeni soruları gündeme getiriyordu: Moni’nin hastalığı genetikse, babası ve kız kardeşi niye normaldi? Hastalık meyillerinin gerçeğe bürünmesini tetikleyen neydi? Jagu’nun ve Moni’nin hastalıklarının ne kadarı “yaratılış”tan (akıl hastalığına meylettiren genlerden) ve ne kadarı “çevre”den (ayaklanma, ihtilaf, travma gibi çevresel tetikleyicilerden) kaynaklanıyordu? Babam da bu genleri taşıyor olabilir miydi? Peki ya ben? Bu genetik kusurun varlığını kesinkes bilsem ne yapardım? Kendimi veya kızlarımı test ettirir miydim? Onlara sonuçları söyler miydim? Yalnızca birinde bu genden varsa nasıl davranırdım? 8


Önsöz : A i l e l er

Ailemin akıl sağlığı geçmişi bilincimi kurcalayadursun, kanser biyoloğu olarak yaptığım bilimsel çalışmalar da genlerin normallikleri ve anormallikleri konusuna gelip düğümleniyordu. Kanser, genetik bozulmaların feriştahıydı: kendini kopyalamakla kafayı bozmuş bir genom. Genom kendini sürekli kopyalayan bir makineye dönüştüğünde, hücrenin fizyolojisine, metabolizmasına, davranışına ve kimliğine el koyarak kanser hastalığını başlatır. Öyle bir hastalık ki tıptaki tüm ilerlemelere rağmen, bakım ve iyileştirme çabalarımıza hâlâ ayak diriyor. Kanseri incelemek için tersini de incelemek gerektiğinin farkına vardım. Kanserin kodu normalliğin kodunu ele geçirince kanser ortaya çıkıyordu. Peki ama normalliğin kodu neydi? Normal genom ne yapar? Nasıl olur da genom hem bir yandan hepimizin aynı türe ait olduğunun kolayca ayırt edilmesini sağlayacak kadar tutarlılık sergilerken, bir yandan da hepimizin birbirimizden kolayca ayırt edilmesini sağlayacak kadar çeşitlilik barındırabilir? Hatta iş oraya gelmişken, tutarlılığa karşı çeşitlilik veya normalliğe karşı anormallik, genomda nasıl tanımlanır ve içine nasıl yazılır? Peki genetik kodumuzu dilediğimiz gibi değiştirebilsek ne olurdu? Böyle teknolojik imkânlar olsa, bunları kim kontrol eder, güvenliklerinin teminatını kim verirdi? Kimler bu teknolojinin efendileri, kimler kurbanları olurdu? Bu bilginin elde edilmesi ve kontrolü –ve kaçınılmaz olarak hayatımızı istilası– toplumumuzu, çocuklarımızı ve bizi nasıl etkilerdi?

Bu kitap bilim tarihindeki en güçlü ve tehlikeli fikirlerden birinin doğuşu, gelişimi, etkileri ve geleceğiyle ilgili. Kalıtımın ve canlılardaki tüm biyolojik bilginin temel birimi olan “gen”le ilgili. Yukarıdaki “tehlikeli” sıfatını bilerek kullandım. Üç büyük bilimsel fikir 20. yüzyıla şekil vermiş, geçen yüzyılı üç bölüme ayırmıştır: atom, bayt ve gen. Bunların üçü de bir önceki yüzyılda filizlenmeye başlamış, fakat asıl 20. yüzyılda dal budak salmıştır. Üçü de hayatlarına muğlak bilimsel kavramlar olarak başlamış, sonra büyüyerek çeşitli bilim kollarını ellerine geçirmiş, bu arada kültürü, toplumu, politikayı ve dili dönüştürmüşlerdir. Fakat bu üç fikir arasındaki 9


GEN

en temel paralellik kavramsaldır: Her biri daha büyük bir bütünün temel yapıtaşıdır. Atom maddenin, bayt (veya bit) sayısal bilginin, gense kalıtsal veya biyolojik bilginin yapıtaşıdır.* Peki büyük bir yapının en küçük yapıtaşı olma özelliği, bu fikirlere neden böylesine büyük bir güç bahşetsin? Cevabı basit: Çünkü madde, bilgi ve biyoloji, özleri itibarıyla hiyerarşik bir organizasyona sahiptir. En küçük parçayı anlamadan bütüne hâkim olamazsınız. Şair Wallace Stevens dildeki derin yapısal gizemi kastederek şöyle diyor: “Parçaların toplamında, parçalar vardır yalnızca.” Bir cümlenin anlamını çözmek için her kelimenin anlamını bilmeniz gerekir, ama cümle tek tek kelimelerin anlamlarından daha fazla anlam taşır. Bu durum genler için de geçerlidir. Bir organizma genlerinden çok daha fazlasıdır elbet, ama organizmayı anlayabilmek için önce genleri anlamanız gerekir. Hollandalı biyolog Hugo de Vries 1890’larda gen kavramıyla karşılaştığında, bu fikrin doğayı kavrayışımızı sil baştan şekillendireceğini o anda anlamıştı. “Bütün organik dünya, görece az sayıdaki faktörün sayısız farklı kombinasyon ve permutasyonunun sonucudur. . . . Nasıl ki fizik ve kimya açıklamalarını moleküllere ve atomlara dayandırıyorsa, . . . biyolojik bilimler de canlılar dünyasındaki olguları açıklamak için . . . bu birimleri [genleri] anlamak zorundadır.” Atom, bayt ve gen. Her biri kendi sistemlerinde yepyeni bilimsel ve teknolojik idrak kapıları açmıştır. Maddenin atomik doğasına başvurmaksızın maddenin davranışlarını –elmas niye parlar, hidrojen oksijenle niye yanar– açıklayamazsınız. Bilgisayarların karmaşık mantığını –algoritmaların doğasını, verilerin saklanışını– sayısal verinin temel birimini kavramadan anlayamazsınız. 19. yüzyılda bir bilim insanı, “Simyanın kimyaya dönüşmesi için temel biriminin keşfedilmesi gerekmiştir,” diye yazmıştı. Aynı şekilde, bu kitapta iddia ettiğim üzere, gen kavramını idrak etmeden canlıların veya hücrelerin biyolojisini yahut evrimi –ya da insan patolojisini, *

Bayt derken yalnızca bilgisayar biliminden tanıdık olduğumuz baytı değil, daha temel ve soyut bir kavramı kastediyorum: doğadaki tüm bilgilerin, yalnızca “açık” ve “kapalı” şeklinde iki durumu olan ayrık parçaların toplamı olarak tanımlanabileceği veya kodlanabileceği fikri. Bu fikri en çarpıcı biçimde dile getiren kişi, 1990’larda fizikçi John Wheeler olmuştur: “Her parçacık, her kuvvet alanı, hatta uzay-zaman sürekliliği bile fonksiyonunu, anlamını, dahası bütün varlığını, evethayır sorularından, ikili seçimlerden, yani bitlerden alır. . . . Kısacası, fiziksel olan her şey özünde bilgi-kuramsaldır.” Bayt veya bit insan icadı olabilir, ama altında yatan sayısal bilgi kuramı bir doğa yasasıdır.

10


Önsöz : A i l e l er

davranışlarını, mizacını, hastalığı, ırkı, kimliği ve yazgıyı– anlamak mümkün değildir. Burada başka bir mesele daha var. Atomu anlamadan maddeyi manipüle edemezdik. (Ve maddeyi manipüle edemeden atom bombasını icat edemezdik.) Genleri anlamamız sayesinde de eşi benzerine rastlanmamış bir güç ve hassasiyetle organizmaları manipüle etme imkânına kavuştuk. Gördük ki genetik kodun doğası aslında son derece basit: Kalıtım bilgimizi taşıyan yalnızca tek bir molekül ve tek bir kod var. “Kalıtımın temel unsurlarının böylesine olağanüstü basit olduğunu görünce, doğanın her yönüyle kavranabilir olabileceği yönündeki umudumuz da güçlenmiş oldu,” diye yazmıştı ünlü genetikçi Thomas Morgan. “Doğanın o dillerden eksik olmayan esrarengizliğinin bir yanılsama olduğu bir kez daha ortaya çıktı.” Genlere hâkimiyetimiz öyle bir noktaya ulaştı ki onları artık yalnızca deney tüplerinde değil, insan hücrelerindeki doğal ortamlarında da inceleyebiliyoruz. Genler kromozomların üstündedir. Birbirine zincirlenmiş on binlerce geni barındıran upuzun ip gibi kromozomlar ise hücrelerin içine gömülüdür.* İnsan hücrelerinde 23’ü anneden, 23’ü babadan gelen toplam 46 kromozom bulunur. Bir organizmanın taşıdığı genetik talimatların bütününe “genom” denir. (Genomu tüm genlerin ansiklopedisi gibi düşünebilirsiniz.) İnsan genomu yaklaşık 21 ila 23 bin gen içerir. Bu genler insan yapım, onarım ve bakım talimatnameleridir. Son yirmi yılda genetik teknolojiler o kadar hızlı ilerledi ki bu genlerin nasıl birlikte çalıştığını çözebiliyor, bazı genlerin işlevlerini değiştirecek müdahalelerde bulunabiliyoruz. Böylece insanın fizyolojisini, dolayısıyla insanı değiştirebilir hale geldik. Açıklayabilmekten manipüle edebilmeye geçiş, genetiğin yalnızca bilimin konusu olmakla kalmayıp tekniğin de konusu haline gelmesi demektir. Genlerin insanın kimliğini, mizacını veya cinsel yönelimini nasıl değiştirdiğini anlamak başkadır, genleri değiştirerek kimliği, mizacı veya cinsel yönelimi değiştirmek bambaşka. Birinci konu, psikoloji departmanındaki profesörleri ve komşu nörobilim departmanındaki meslektaşlarını ilgilendirir. İkincisiyse hepimizi.

*

Bazı bakterilerde kromozomlar dairesel de olabilir.

11


GEN

Ben bunları yazdığım sırada, bazı organizmalar diğer organizmaların kalıtsal özelliklerini değiştirmeyi öğreniyorlar. O bazı organizmalar biziz. Sırf şu son üç-dört yılda bile, insan genomunu kasıtlı ve kalıcı olarak değiştirmeyi sağlayan pek çok teknoloji keşfettik. (Gerçi bu “genom mühendisliği” teknolojilerinin güvenliğini ve her seferinde aynı sonucu verip vermeyeceğini henüz yeterli kesinlikte test etmedik.) Aynı zamanda bir insanın gelecekteki yazgısını tahmin etme becerimiz de çarpıcı biçimde arttı. (Gerçi bu teknolojilerin gerçek tahmin kapasiteleri belirsizliğini korumaya devam ediyor.) Artık insan genomlarını şunun şurasında birkaç yıl önce tasavvur bile edemeyeceğimiz şekilde “okuyabiliyor” ve “yazabiliyoruz”. Bu iki olayın bir araya gelmesinin dipsiz kuyuya balıklama atlamaktan farkı olmadığını görmek için moleküler biyoloji veya felsefe diploması gerekmez. Bireysel genomlara kodlanan yazgıyı okuyabilirsek (bunları kesinlik değil de sırf ihtimal olarak bile öngörebilsek) ve bu ihtimalleri kasıtlı olarak değiştirebilecek teknolojiye ulaşırsak (bu teknolojiler verimsiz ve hantal bile olsa) geleceğimiz şu ankinden çok daha farklı olacak demektir. George Orwell, bir eleştirmen “insan” kelimesini kullandığında genelde kelimenin içini boşalttığını yazmıştı. Ben de şöyle dersem abartmış olmam sanırım: İnsan genomunu anlama ve manipüle etme kapasitemiz, kafamızdaki “insan” mefhumunu da değiştirecektir. Atom, modern fiziğin üstüne bina edildiği kavramdır. Madde ve enerjiyi kontrol etme hayaliyle bizi heyecanlandırır. Gen de modern biyolojinin üstüne bina edildiği kavramdır. O da bedenlerimizi ve yazgılarımızı kontrol etme hayaliyle bizi heyecanlandırır. Genin tarihinin sayfalarını çevirirken, “ebedi gençlik hayalini, bahtı aniden tersine döndüren Faustyen mitosu, ve asrımız insanının kusursuzluk ülküsünü” görürüz. Kendi kullanma kılavuzumuzu okuyabilme arzumuzu da bunlara ekleyebiliriz. Hikâyemizin merkezinde de işte bunlar yer alıyor.

Bu kitap hem kronolojik, hem de tematik organize edildi. Genelde tarih sırasını takip edeceğiz. Hikâyemizin çok kısa bir özetini verecek olursak, Mendel’in 1864’teki gözlerden ırak Moravya Manastırı’ndaki bezelye çiçekli bahçesinden başlayacağız. (O zamanlar “gen” kelimesinin çıkmasına bile daha on yıl vardı.) Hikâye 12


Önsöz : A i l e l er

Darwin’in evrim kuramıyla da kesişiyor. İngiliz ve Amerikalı reformcular gen fikriyle büyülenince, insan genetiğini manipüle ederek evrimi hızlandırma fikriyle hayallere dalıyorlar. Bu fikir 1940’larda Nazi Almanya’sıyla zirveye çıkarak dünyaya dehşet saçıyor. İnsanın ıslahı ülküsü korkunç deneyler, esir kampları, kısırlaştırma, ötenazi ve toplu katliamlar için bahane olarak kullanılıyor. II. Dünya Savaşı’ndan sonra gelen bir dizi keşif, biyolojide bir devrim başlatıyor. Genetik bilginin kaynağının DNA olduğu anlaşılıyor ve genin “faaliyeti” mekanik terimlerle açıklanıyor: Genler kimyasal mesajlar kodlayarak proteinleri inşa ederler; o proteinler de organizmanın biçimini ve işlevini belirlerler. James Watson, Francis Crick, Maurice Wilkins ve Rosalind Franklin, DNA’nın üç boyutlu yapısını çözüyorlar; ikonik çifte sarmal resmi de böylece doğuyor. Üç harfli minik dizilerden oluşan genetik kod çözülüyor. Daha sonra 1970’lerde iki teknoloji genetiğin çehresini değiştiriyor: gen dizileme ve gen klonlama, yani genlerin “okunma”sı ve “yazılma”sı. (“Gen klonlama” terimi, organizmalardan genleri çıkarmak, deney tüplerinde manipüle etmek, gen melezleri yaratmak ve canlı hücrelerde bu melezlerin milyonlarca kopyasını oluşturmak için kullanılan tüm teknolojileri kapsar.) Genetikçiler 1980’lerde bu teknikleri kullanarak genlerin haritasını çıkarmaya, Huntington ve kistik fibroz gibi hastalıklarla ilişkili genleri belirlemeye başlıyorlar. Hastalıklarla ilişkili genlerin tespiti, genetik tedavide yeni bir dönemi müjdeliyor: Ceninler taranarak zararlı mutasyonlar tespit edildiği takdirde ailelere kürtaj seçeneği sunuluyor. (Hamileliği sırasında çocuğunu Down sendromu, kistik fibroz veya Tay-Sachs hastalığı için, kendisini de BRCA1 veya BRCA2 için test yaptırmış herkes, bu genetik tanı ve optimizasyon çağına bizzat tanık olmuştur. Bahsettiğimiz hikâye geleceğin değil, günümüzün hikâyesi.) Bugünse artık kanser hastalarında çeşitli genetik mutasyonları saptayarak hastalığın genetik yönünü daha iyi anlamış durumdayız. Bu çabaların zirvesi, insanın bütün genomunu haritalandırmak ve dizilemek için uluslararası yürütülen İnsan Genom Projesi’dir. İnsan genomunun taslak dizisi 2001’de yayımlandı. Proje, insanlardaki çeşitlilik ve “normal” davranışın gen boyutunu anlama çabalarımıza da ilham veriyor. Gen ise bu arada ırk, ırksal ayrımcılık ve “ırksal zekâ” tartışmalarını istila ediyor, politik ve kültürel düzlemdeki bazı en sert sorulara şaşırtıcı yanıtlar sunuyor. Hatta cinsellik, kimlik ve seçimlerimizle 13


GEN

ilgili kabullerimizi de baştan şekillendirerek kişisel düzlemdeki sorularımızın özüne iniyor.* Bu büyük hikâyelerin içinde başka hikâyeler de var, ama bu kitap aynı zamanda çok kişisel bir hikâye. Kalıtım benim için bir entelektüel merak konusundan ibaret değil. Rajesh ve Jagu öldü. Moni Kolkata’da bir akıl hastanesinde. Fakat onların yaşamları ve ölümleri, benim bir araştırmacı, akademisyen, tarihçi, doktor, evlat ve baba olarak düşünce dünyamda hayal edebileceğimden çok daha büyük izlere sahip. Kalıtım ve aile üzerine düşünmediğim bir günüm geçmiyor desem yalan olmaz. En önemlisi, nineme bir borcum var. O bu kalıtımın kahrına dayanamadı, ama en kırılgan çocuğunu alıp kucakladı ve güçlünün iradesi önünde siper oldu. Tarihin sillelerini dirayetten de öte bir şeyle savuşturdu: onun çocukları olan bizlerin anca imrenmekle yetinebileceği bir zarafetle. Bu kitap ona adanmıştır.

*

Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO), gen patentlerinin geleceği, ilaç keşfinde veya biyosentezde gen kullanımı, yeni genetik türlerin yaratılışı gibi konuların her biri, kendi başlarına birer kitabı hak edecek kadar geniş olduklarından, onları kitabımızın kapsamı dışında tuttuk.

14


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.