Güzellik Bir Yaradır “Bu yıl okuduğum en iyi kitap... Endonezya’nın kanlı geçmişine yönelik, yer yer eğlenceli bir korku hikâyesi, kaba güldürü, aşk hikâyesi ve B-sınıfı bir seks filmi biçimini alan şiddetli bir eleştiri – ama aynı zamanda beklenmedik derecede dokunaklı ve şefkat dolu.” New Yorker
“Kurniawan büyülü gerçekliğin içinde ustalıkla kalem oynatmakla kalmıyor, aynı zamanda yarattığı Halimunda şehri aracılığıyla –tıpkı Márquez’in Macondo’su ve Faulkner’ın Yoknapatawpha’sı gibi– tarihsel girdapların insanları nasıl yakalayıp içine çekebildiğini gösteriyor.” New York Times
“Kim bilir, belki de Nobel Ödülü jürisi, birkaç yıl içinde [Eka’ya] Endonezya’nın hiç almadığı bir ödülü vermeyi düşünebilir.” Le Monde
“Yer yer Canterbury Hikâyeleri ve Mahabharata ile boy ölçüşen epik bir pikaresk – fazlasıyla taşkın ve büyüleyici.” Kirkus Review
“Okurlar kitabı bitirdikten sonra Endonezya’nın sadece tarihiyle değil, ruhu ve kalbiyle de yüz yüze geldiğini hissedecek... Nefes kesici, unutulmaz bir kitap.” Publishers Weekly
“Gösterişli ve pikaresk... Kaçırılmayacak usta bir romancı.” Oprah.com
“Grotesk komedi, romans ve politik hicvin harikulade bir karışımı.” Asian Review of Books
“Kuşkusuz günümüzde Endonezya’dan çıkan en özgün, hayal gücü en derin ve en incelikli kurmaca yazarı.” New Left Review
“Kurniawan etkileyici hikâyeciliği ile sizi kıkır kıkır güldürüp kendine hayran bırakacak, daha fazlası için yalvaracaksınız.” CounterPunch
“Belden aşağı, yüz kızartıcı, deli dolu, cezbedici ve karanlık ve hırpani ve fantastik. Adeta bir punk duyarlılığıyla harika bir biçimde kaleme alınmış hikâye içinde hikâye içinde hikâyeleriyle vites yükseltmiş Yüzyıllık Yalnızlık gibi.” Jeff Van der Meer, Southern Reach üçlemesinin yazarı
“Acıyla iç içe geçmiş büyük bir yaşama gücü ve neşenin olağanüstü bir anlatımı.” Saturday Paper
Eka Kurniawan
Güzellik Bir Yaradır çeviri: emre gözgü
GÜZELLIK BIR YARADIR EKA KURNIAWAN Özgün ismi: Cantik Itu Luka © 2002 Eka Kurniawan Bu kitabın Türkçe yayın hakları Pontas Literary & Film Agency aracılığıyla alınmıştır. Türkçe yayın hakları: © 2017 Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Sertifika No: 12746 Domingo, Bkz Yayıncılık markasıdır. İngilizcesinden Çeviren: Emre Gözgü Editör: Emre Ülgen Dal Sayfa Uygulama: Bahadır Erşık Özgün Kapak Tasarımı: nathanburtondesign.com Kapak Uyarlama: Betül Güzhan ISBN: 978 605 198 016 4 Baskı: Ekim 2017 Matsis Matbaa Hizmetleri Tic. Ltd. Şti. Tevfikbey Mah. Dr. Ali Demir Cad. No: 51 Sefaköy, İstanbul Tel: (212) 624 2111 Sertifika No: 20706 Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın tümünün veya içeriğinin herhangi bir bölümünün yayıncının yazılı izni olmadan, fotokopi yöntemi dahil, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla çoğaltılması yasaktır.
Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Şahkulu Mah. Büyük Hendek Cad. Brot Apt. No: 4 D: 10 Beyoğlu İstanbul Tel: (212) 245 08 39 e-posta: domingo@domingo.com.tr www.domingo.com.tr
Artık zırhını temizlemiş, basit bir başlıktan miğferini yapmış, atına bir isim vermiş ve kendine de bir isim bulmuş olduğuna göre, geriye âşık olacağı bir kadın bulmaktan başka bir şey kalmamıştı; çünkü sevgilisi olmayan gezgin şövalye, çıplak bir ağaç, ruhsuz bir beden gibiydi. – Miguel de Cervantes, Don Quixote
Güzellik Bir Yaradır
1 mart ayında bir hafta sonu, bir ikindi vakti, Dewi Ayu, ölümünden yirmi bir yıl sonra mezarından kalktı. Bir frangipani ağacının gölgesinde uyuklayan genç çoban çığlık atarak uyandı ve korkudan altına işedi. Çobanın dört koyunu, ortalarına bir kaplan atılmışçasına taşların ve mezar tahtalarının arasından dört bir yana kaçıştı. Her şey eski bir mezarlıkta, diz boyu otlarla kaplı isimsiz bir mezardan gelen seslerle başlamıştı. Mezar isimsizdi ama orada Dewi Ayu’nun yattığını herkes bilirdi. Elli iki yaşında bu dünyadan göçmüş, yirmi bir yıl ölü kaldıktan sonra yeniden dirilmişti. O günden sonra hiç kimse Dewi Ayu’nun gerçek yaşının nasıl hesaplanacağını bilemedi. Çoban olanları anlatınca çevre halkı mezara üşüştü. Saronglarına sarınıp, ellerinde süpürgeleri, kucaklarında çocuklarıyla yollara düştüler; tarlalardan gelenlerin üstleri başları çamur içindeydi. Hintfıstığı ve kiraz ağaçlarının dibinde ve civardaki muz bahçelerinde toplandılar. Kimse mezara yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Her pazartesi pazarda tezgâh açan seyyar şifacının başına toplanmışçasına, köhne mezardan gelen sesleri uzaktan dinlemekle yetiniyorlardı. Hepsi de bu tüyler ürpertici gösterinin tadını
eka kurnıawan
çıkarıyordu; halbuki tek başlarına olsalar ödleri kopardı. Aslında gürültücü köhne bir mezardan çok, bir tür mucizeyle karşılaşmayı bekliyorlardı. Japonlar, toprağın altında yatan kadını savaş sırasında seks kölesi olarak kullanmıştı ve imam da günaha bulaşmış kulların mezarlarında mutlaka cezalandırılacaklarını söyler dururdu. Duydukları seslerin kadını işkenceyle cezalandıran bir meleğin kırbacından geldiğini düşündüler ama artık sıkılmışlardı; küçük de olsa bir mucize görmeyi umuyorlardı. Bekledikleri mucize olabilecek en olağanüstü şekilde gerçekleşti. Yer yarıldı ve mezar sarsılarak açıldı. Toprak, yer altında bir patlama olmuşçasına fışkırarak küçük bir depreme; otları, mezar taşlarını yerinden söken bir fırtınaya yol açtı. Bir perde gibi yere inen toz toprağın ardında rahatsız edildiğine sinirlenmişe benzeyen kaskatı kesilmiş yaşlı bir kadın belirdi. Daha dün gömülmüş gibi, kefeni hâlâ üzerindeydi. Dehşete kapılan köylüler koyunlardan beter kaçışmaya başladı. Birbirine karışan feryatlar uzak tepelerde yankılandı. Kadının teki bebeğini çalılıklara fırlattı. Bebeğin babası bir muz ağacının arkasına saklandı. İki kişi hendeğe atladı. Baygınlık geçirip yolun kenarına yığılanlar, hiç durmadan on beş kilometre koşup kaçanlar oldu. Dewi Ayu, şahit olduğu bu manzara karşısında hafifçe öksürüp boğazını temizlemekle yetindi. Kendini bir mezarlıkta bulmanın hayreti içindeydi. Kefenin en üstteki iki düğümünü önceden çözmüştü, ayaklarını serbest bırakıp yürüyebilmek için en alttaki iki düğümü çözmeye koyuldu. Ardından başındaki patiska örtüyü çözüp mucizevi bir şekilde uzamış saçlarını savurdu. Akşamüstü melteminde dalgalanarak ayaklarına kadar inen saçları, nehir yatağını kaplayan siyah likenler gibi parlıyordu. Cildi kırış kırış ama yüzü pırıl pırıldı. Pörtlemiş gözlerini onu seyreden insanlara dikince ağaçların arkasında saklananların yarısı panikle kaçışırken diğer yarısı olduğu yerde bayıldı. Bir muhatap gözetmeden, insanların kendisini diri diri gömecek kadar zalim olduğundan yakındı.
2
güzellik bir yaradır
Aklına ilk düşen, elbette artık bebeklikten çıkan bebeği oldu. Bundan yirmi bir yıl önce ölen Dewi Ayu, ölmeden on iki gün önce dünyalar çirkini bir kız doğurmuştu. Kız o kadar çirkindi ki ebe onun sahiden bir bebek olduğundan şüpheliydi. Pekâlâ bir bok yığını da olabilirdi; ne de olsa bebekle bokun çıktığı deliklerin arasında yalnızca iki santim vardı. Ne var ki bu şey kıpırdıyor ve gülümsüyordu. Ebe en sonunda bunun gerçek bir insan evladı olduğuna kanaat getirdi, belli ki bir bok yığını değildi ve kızını görmek için hiçbir istek göstermeden bitkin halde yatan anneye, sağlıklı ve güler yüzlü bir bebek doğurduğunu haber verdi. “Bir kız, değil mi?” diye sordu Dewi Ayu. “Evet,” dedi ebe, “tıpkı diğer üçü gibi.” “Dört kız. Hepsi de birbirinden güzel,” dedi Dewi Ayu. Sıkıntısı sesine yansıyordu: “Kendi genelevimi açmalıyım. Söyle bakalım, bu seferki ne kadar güzel?” Sıkıca kundaklanan bebek ebenin kucağında kıpırdanıp ağlamaya başladı. Kadının biri odaya girip çıkıyor, yerdeki kanlı bezleri topluyor, plasentayı temizlemekle uğraşıyordu. Ebe, Dewi Ayu’nun sorusunu bir müddet yanıtsız bıraktı çünkü kapkara bir bok yığınını andıran bebek için “güzel bir kız” demenin hiçbir yolu yoktu. Soruyu geçiştirerek, “Artık yaşlı bir kadınsın, bebeği emzirebileceğini sanmıyorum,” dedi. “Doğru söylüyorsun. Diğer üçü posamı çıkardı zaten.” “Ve yüzlerce erkek.” “Tamı tamına yüz yetmiş iki. En yaşlısı doksan yaşındaydı, en genci ise on iki; sünnet olduktan bir hafta sonra gelmişti. Hepsini çok iyi hatırlıyorum.” Bebek yeniden ağlamaya başladı. Ebe, ufaklık için süt bulması gerektiğini söyledi; anne sütü bulamazsa inek veya köpek, hatta fare sütü bulmak zorunda kalacaktı. “Evet, git biraz süt bul,” dedi Dewi Ayu. Ebe, bebeğin tedirgin edici çirkinlikteki yüzüne bakıp, “Ah zavallı yavrucak,” diye iç geçirdi. Nasıl tarif edeceğini
3
eka kurnıawan
bilemediği bebeğin lanetli bir cehennem yaratığına benzediğini düşünüyordu. Diri diri yakılmış gibi kapkara, acayip, biçimsiz bir vücudu vardı. Mesela bebeğin burnu bir burundan çok elektrik prizini andırıyor; ağzı, kumbara deliğine; kulakları da tencere kulpuna benziyordu. Dünyada bu zavallı yavrucaktan daha gudubet bir mahluk olamazdı. Ebe, ben Tanrı olsam, bu bebeği derhal öldürür, yaşamasına izin vermezdim, diye düşündü; çünkü bu haliyle hayat ona hiç acımayacaktı. Ebe, bebeği emzirecek birini bulmaya giderken bir kez daha “Zavallı bebek,” diye iç geçirdi. “Evet, zavallı bebek,” dedi yatağında dönüp duran Dewi Ayu. “Seni öldürmek için elimden geleni yaptım. Keşke bir el bombası yutup karnımda patlatsaydım. Ah fukara yavrum. Tıpkı kötüler gibi fukaralar da kolay ölmüyor.” Ebe, bebeğin yüzünü ziyaretçilerden saklamaya çalışıyordu. Ancak bebeğe süt bulması gerektiğini söyleyince, komşu kadınlar bebeği görebilmek için adeta birbirini ezmeye başladı; zira Dewi Ayu’yu tanıyanlar, kadının dünyalar güzeli küçük kızlarının ne denli büyük göz zevki sunduğunu bilirdi. Ebe, bebeğin yüzünü kapatan örtüye saldıran kadınları savuşturmayı başaramadı. Kadınlar, bebeğin yüzünü görür görmez benzersiz bir dehşete kapılıp çığlığı bastılar. Ebe kadınlara gülümseyerek bu korkunç manzarayı görmemeleri için elinden geleni yaptığını söyledi, sonra da koşar adımlarla süt bulmaya gitti. Kadınlar, çıkardıkları yaygaranın ardından aniden hafıza kaybına uğramışlar gibi ebleh bir ifadeyle bir müddet oldukları yerde donakaldılar. “Bu bebek derhal öldürülmeli,” dedi, topluca yaşadıkları şokun etkisinden çıkan ilk kadın. “Ben denedim zaten,” diye yanıtladı onu, buruşuk bir sabahlık ve beline bağladığı çaputtan ibaret kıyafetiyle odasından çıkan Dewi Ayu. Saçları, boğa güreşinden çıkmış gibi darmadağındı. Kadınlar ona acıyarak baktılar. 4
güzellik bir yaradır
“Çok güzel bir kız, değil mi?” diye sordu Dewi Ayu. “Eeee, eveet.” “Şu kızışmış köpeklerden farksız erkeklerin iğrenç dünyasına güzel bir kız çocuğu getirmekten daha büyük lanet yok.” Kimseden çıt çıkmadı. Yalan söylediklerini bilerek, onaylayan gözlerle ona bakmaya devam ettiler. Dewi Ayu’nun emektar hizmetçisi dağlı ve dilsiz Rosinah, hanımına, sıcak suyla doldurduğu küvete kadar eşlik etti. Dewi Ayu, mis kokulu kükürtlü sabunla vücudunu yıkarken, dilsiz kız da aloe vera yağıyla hanımının saçlarını şampuanladı. Bir tek Rosinah dünyalar çirkini bebeğin yarattığı infialden etkilenmemiş gibiydi. Bebeği görmemiş olamazdı; ebe işini yaparken yanında bir tek o vardı. Rosinah, ponza taşıyla sırtını ovaladıktan sonra Dewi Ayu’yu havluya sardı ve hanımı küvetten çıkarken banyoya çekidüzen vermeye koyuldu. Kadınlardan biri, evdeki kasvetli havayı dağıtmak için, Dewi Ayu’ya seslenip, “Bebeğe güzel bir isim bulmalısın,” dedi. “Adı Güzel olacak,” dedi Dewi Ayu. Kadınlardan bir şaşkınlık nidası yükseldi. Onu bu utanç verici hatadan döndürmeleri gerekiyordu. “Ziyan adına ne dersin?” “Ya da Yara?” “Allah aşkına ona bu ismi verme.” “Konu kapanmıştır, bebeğin adı Güzel olacak.” Kadınlar, giyinmek için odasına geçen Dewi Ayu’nun arkasından çaresizce bakakaldılar. Kuruma bulanmış gibi kapkara bir genç kız, suratının ortasında bir priz, adı da Güzel. Resmen skandal! Zihinlerinde beliren bu üzücü görüntü karşısında, boş gözlerle birbirlerine bakmak dışında, yapabilecekleri bir şey yoktu. Dewi Ayu’nun bu dünyada yarım asrı devirmiş olmasına rağmen bir kez daha hamile kaldığını fark ettiğinde bu bebeği öldürmeye çalıştığı doğruydu. Tıpkı diğer kızları gibi bunun da babası belli değildi. Fakat diğer kızlarının aksine, bu bebeğin yaşamasını kesinlikle istemiyordu. Bunun için köy hekiminden parasetamol 5
eka kurnıawan
içerikli güçlü haplar aldı ve beşini birden bir litre gazozla içti. Bebek ölmediği gibi öbür dünyayı boylayan az daha kendisi oluyordu. Aklına başka bir yol geldi. Rahmine sokacağı tahta bir çubukla bebeği öldürüp içinden çıkarmayı kabul eden bir ebe buldu. İki gün iki gece ağır kanama geçirdi. Ufalanan tahta parçaları sonunda dışarı çıktı ama bebek içinde büyümeye devam etti. Bebeği alt etmek için altı farklı yöntem denedi ancak hiçbiri işe yaramadı. Sonunda pes etti ve “Bu seferki çok dişli, bu savaşı kazanamayacağım açık,” diye yakınıp, günbegün karnının büyümesini seyretti. Hamileliğinin yedinci ayında selamatan denilen dini bir tören düzenleyip konu komşuya ziyafet verdi ve zamanı gelince yüzünü bile görmek istemediği bebeğini doğurdu. Farklı zamanlarda doğmuş üçüz kardeşler gibi hepsi birbirinden güzel üç kız doğurmuş, kendi deyimiyle, vitrin mankenlerini andıran kusursuz güzellikte bebekler doğurmaktan artık bıkmıştı. Bu yüzden, tıpkı ablalarına benzediğinden emin olduğu en küçük kızını görmek bile istemiyordu. Ancak fena halde yanılıyordu; en küçük kızının ne kadar tiksinç olduğundan henüz habersizdi. Komşu kadınlar aralarında bebeğin bir maymun, bir kurbağa ve bir kertenkelenin rasgele çiftleşmesi sonucu doğan bir yaratığa benzediğini fısıldaştıklarında, Dewi Ayu, kendi bebeği hakkında konuştuklarını düşünmemişti. Hatta, önceki gece ormanda uluyan yaban köpeklerinden ve tüneklerine sığınan baykuşlardan bahsedildiğini duyduğunda bile bunları bir uğursuzluk alameti olarak görmedi. Giyindikten sonra, dört bebek doğurup yarım asırdan fazla yaşamış olmanın yorgunluğu üzerine çöktü ve yatağına geri uzandı. Ardından, eğer bebek ölmek istemiyorsa ölmesi gereken belki de annesidir; böylece onun genç bir kadına dönüştüğünü görmek zorunda kalmaz, gibi iç karartıcı bir fikre kapıldı. Yatağından kalkıp ayaklarını sürüyerek odanın kapısına kadar gitti ve bebeğin dedikodusunu yapmaya devam eden komşu kadınları seyre daldı. Hanımının kendisine bir iş buyurmaya hazırlandığını hisseden Rosinah, banyodan çıkıp Dewi Ayu’nun yanına geldi. 6
güzellik bir yaradır
“Git bana bir kefen al,” dedi Dewi Ayu. “Bu melun dünyaya şimdiye kadar dört kız çocuğu getirdim. Artık cenaze törenimin zamanıdır.” Kadınlardan feryatlar yükseldi, ebleh suratlarla Dewi Ayu’ya baktılar. Dünyalar çirkini bir bebek doğurmak yeterince fenayken onu böyle yüzüstü bırakmak daha büyük fenalıktı. Ancak, bunu açık seçik dile getirmek yerine, bazı insanların yüz yıldan fazla yaşadığı ve henüz ölmek için çok genç olduğu gibi şeyler söyleyerek Dewi Ayu’yu aptalca bir ölümden vazgeçirmeye çalıştılar. “Yüz yaşına kadar yaşarsam sekiz çocuğum olacak demektir. Bu kadarı da fazla,” dedi Dewi Ayu, hesaplı bir soğukkanlılıkla. Rosinah’ın getirdiği patiska bezi derhal üzerine geçirmesi Dewi Ayu’nun hemen oracıkta ölmesini sağlamadı. Ebe, beyhude bir çabayla, bebeğe sütanne bulmak için etrafta koşuştururken (sonunda ona pirinç suyu vermek zorunda kaldı), Dewi Ayu kefenine sarınıp sakince yatağına uzandı ve ürpertici bir sabırla ölüm meleğini beklemeye koyuldu. Pirinç suyu dönemi bitip Rosinah bebeği inek sütüyle (markette “Ayı Sütü” diye satılıyordu) beslemeye başladığında, Dewi Ayu hâlâ yatağında uzanmış ölmeyi bekliyor, Güzel’i odasına getirmelerine kesinlikle izin vermiyordu. Dünyalar çirkini bebekle kefene bürünmüş annesinin hikâyesi veba gibi hızla en uç köylere kadar yayıldı ve insanlar, bir peygamberin doğumu gibi karşılanan olaya bizzat tanıklık etmek için eve akın etmeye başladı. Yaban köpeklerinin ulumaları, İsa’nın doğumunda müneccimlere görünen yıldıza; kefene bürünmüş anne de yorgun Meryem’e benzetildi – ki oldukça abartılı bir mecazdı bu. Ziyaretçiler önce Dewi Ayu ile fotoğraf çektiriyor, ardından hayvanat bahçesinde yavru kaplanları seven küçük bir kızın korku dolu ifadesiyle gudubet bebek eşliğinde seyyar fotoğrafçıya poz veriyorlardı. Dewi Ayu ise etrafında kopan yaygaraya aldırış etmeden, tekinsiz sükûnetini koruyarak yatağında yatmaya devam ediyordu. Bebeğe dokunarak ağır ve dermansız hastalıklarından 7
eka kurnıawan
kurtulmayı uman insanlar eve doluşmaya başladı. Rosinah, mikrop kapmasından korktuğundan çok geçmeden Güzel’e dokunulmasını yasakladı ve çareyi bebeğin banyo suyunu kaplara doldurmakta buldu. Başka umutlarla gelenler de oldu; kumarda şans getirmesini dileyenler, kafasında bir ampul yansın da kârlı bir iş düşünsün diye umanlar... Bebeğin bakımını tamamıyla üstlenen dilsiz Rosinah bu durumu fırsat bildi ve kısa sürede ziyaretçilerin rupileri ile dolan bağış kutuları hazırladı. Dewi Ayu’nun yakında öleceğine dair bilgece bir sezgiyle hareket ederek biraz para biriktirmeye çalışıyordu. Böylece marketten nasıl Ayı Sütü alacağım ya da bu bebekle nasıl bir başıma yaşayacağım diye kaygılanması gerekmeyecekti; zira Güzel’in ablalarından o eve adım atmalarını beklemek, aptallık olurdu. Bu yapılanların dine aykırı olduğunu söyleyen bir imamın polis eşliğinde çıkıp gelmesiyle tüm bu hengâme kısa sürede son buldu. Burnundan soluyan imam, Dewi Ayu’dan bu rezilliğe son vermesini ve üzerindeki kefeni çıkarmasını istedi. “Bir fahişeden giysilerini çıkarmasını istiyorsun,” dedi Dewi Ayu, mağrur bir edayla, “umarım bunun için paran vardır.” İmam, tövbeler ederek hızla oradan uzaklaştı ve bir daha geri dönmedi. Dewi Ayu yeniden, hiçbir deliliğini dert etmeyen Rosinah ile baş başa kalmıştı. Genç Rosinah’ın onu gerçekten anlayan yegâne kişi olduğu su götürmez bir gerçekti. Karnındaki bebeği öldürme girişimlerinden epey önce, Dewi Ayu artık çocuk doğurmaktan bıktığını söylediğinde, Rosinah onun hamile olduğunu anlamıştı. Bunu Rosinah yerine dedikoducu komşularına söylemiş olsaydı, kadınlar sözlerini alaycı tebessümlerle karşılar, ona boş konuşmayıp orospuluk yapmayı keserse hamile kalma endişesi yaşamayacağını söylerlerdi. Laf aramızda; bu tip sözler Dewi Ayu’ya vız gelir tırıs giderdi. O, üç kızından (artık dört) hiçbirini fahişeliğin bir laneti olarak görmüyordu. Kızların babası yoksa bunun sebebi gerçekten babasız doğmuş olmalarıydı; olay, babalarının belli olmayışı 8
güzellik bir yaradır
ya da adamın tekiyle köy muhtarının karşısına geçip evlenmemiş oluşu değildi. Ciddi ciddi kızlarının iblisin soyundan geldiğine inanıyordu. “Çünkü Şeytan da en az Tanrı veya tanrılar kadar zevk düşkünüdür,” diyordu. “Meryem Tanrı’nın oğlunu doğurdu, Pandu’nun iki karısı onun tanrı çocuklarını doğurdu. İblis de benim rahmime tohumlarını yerleştiriyor; onun çocuklarını doğuruyorum. Ve artık bundan çok sıkıldım, Rosinah.” Rosinah, her zamanki gibi gülümsemekle yetindi. Ağzından çıkan anlamsız mırıltılar dışında konuşamıyordu. Ama gülebiliyor ve gülmeyi seviyordu. Dewi Ayu Rosinah’a çok düşkündü, özellikle de kızın gülüşüne bayılıyordu. Bir keresinde ona fil çocuk lakabını takmıştı çünkü bir fil, ne kadar sinirlenirse sinirlensin, hep gülümserdi – tıpkı yıl sonunda şehre gelen sirktekiler gibi. Rosinah, Dewi Ayu’ya bizzat öğrettiği işaret diliyle (çünkü kullandığı işaret dili dilsizler okulunda öğretilen türden değildi) canını bu kadar sıkmamasını söyledi; sonuçta Gandari Kurawa’dan yüz çocuk doğurmuştu, Dewi Ayu’nun doğurduğu çocuk sayısı yirmi bile değildi. Dewi Ayu buna kahkahalarla güldü. Rosinah’ın çocuksu mizah duygusunu seviyordu. Cevabını yapıştırırken hâlâ gülüyordu; Gandari yüz farklı seferde yüz çocuk doğurmamıştı, sonradan yüz ayrı çocuğa dönüşen büyük bir et parçası doğurmuştu. Rosinah böyleydi işte; hiçbir şeyin keyfini kaçırmasına izin vermeden neşe içinde işine gücüne bakıyordu. Bebekle ilgileniyor, günde iki kez mutfağa giriyor ve her sabah çamaşır yıkıyordu. Dewi Ayu ise mezarının kazılmasını bekleyen bir ceset gibi, neredeyse tamamen hareketsiz yatıyordu. Elbette acıktığı zaman kalkıp bir şeyler yiyor ve günde iki kez tuvalete gidiyordu, ancak her defasında yatağına dönüp yeniden kefenine sarınıyor, elleri karnının üstünde, gözleri kapalı ve dudaklarında belli belirsiz bir tebessümle kaskatı yatmaya devam ediyordu. Bazı komşuları açık pencereden onu gözetlemeye çalışıyordu. Rosinah, defalarca kovmasına rağmen, onlardan bir türlü kurtulamıyor; kadınlar da Dewi Ayu’nun 9
eka kurnıawan
neden kendini öldürmeyip yattığı yerde ölmeyi beklediğini sorup duruyordu. Dewi Ayu ise alışılageldik iğneleyici tavırlarından uzak durarak sükûnetini koruyor, hareketsizce yatmayı sürdürüyordu. Uzun süredir beklenen ölümü sonunda, dünyalar çirkini Güzel doğduktan on iki gün sonra, akşamüstü saatlerinde gerçekleşti. En azından herkes böyle olduğuna inanıyordu. O sabah, Dewi Ayu’nun Rosinah’a verdiği talimat, ölümün yaklaştığının habercisiydi. Mezar taşında adının yazmasını istemiyordu. Yazılmasını istediği tek bir cümle vardı: “Dört çocuk doğurdum ve öldüm.” İşitme problemi olmayan ve okuma yazma bilen Rosinah, cümleyi harfi harfine yazdı. Ancak defin işlemini yöneten imam, daha fazla günaha girmek istemediğini söyleyerek bu çılgınca talebi derhal reddetti ve mezar taşına hiçbir şey yazılmamasına karar verdi. Akşamüstü pencereden Dewi Ayu’yu gözetlemeye gelen komşu kadın, son günlerini yaşayan insanlara özgü bir sükûnet içinde uyurken buldu onu. Fakat normal olmayan bir şey vardı: Havadaki boraks kokusu. Dewi Ayu, Rosinah’ın fırından aldığı –ve kimilerinin erişteli köfte yaparken kullandığı– bu doğal dezenfektanı cesedini korumak amacıyla üzerine serpmişti. Rosinah, Dewi Ayu’nun ölüm saplantısıyla yaptığı hiçbir şeye sesini çıkarmıyordu. Bir mezar kazıp kendisini diri diri gömmesini istese, onu da hiç düşünmeden yapardı çünkü bunu, Dewi Ayu’nun benzersiz mizah anlayışının bir parçası olarak görüyordu; üzerinde durulacak konu değildi. Ancak, Dewi Ayu’nun, burnunu her işe sokan cahil komşusu için böyle bir şey söz konusu olamazdı. Kadın, Dewi Ayu’nun artık fazla ileri gittiğini düşünerek pencereden içeri atladı. “Erkeklerimizi sıradan geçiren orospu, şimdi beni iyi dinle!” dedi öfkeli bir sesle. “Gebereceksen geber, ama vücudunu muhafaza etmeye kalkışma, senin kokuşmuş cesedini kim ne yapsın!” Dewi Ayu’yu sertçe dürttü fakat Dewi Ayu uyanmadı ve vücudu yana yuvarlandı. Rosinah içeri girip, işaret diliyle kadına Dewi Ayu’nun çoktan ölmüş olduğunu anlatmaya çalıştı. 10