GÜNEŞ, AY VE ROLLING STONES

Page 1

GÜNES, AY VE ROLLING STONES

RICH COHEN Çeviri Kıvanç Güney




GÜNEŞ, AY VE ROLLING STONES rıch cohen Özgün ismi: The Sun & The Moon & The Rolling Stones © 2016, Tough Jews, Inc. Türkçe yayın hakları: © 2017 Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Sertifika No: 12746 Domingo, Bkz Yayıncılık markasıdır. Çeviri: Kıvanç Güney Editör: Algan Sezgintüredi Özgün kapak tasarımı ve sayfa uygulama: Betül Güzhan ISBN: 978 605 198 017 1 Baskı: Ekim 2017 Pasifik Ofset Cihangir Mah. Güvercin Cad. No: 3/1 Baha İş Merkezi A Blok Kat: 2 Haramidere Avcılar 34310 İstanbul Tel: (212) 412 17 77 Sertifika No: 12027 Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın tümünün veya içeriğinin herhangi bir bölü­münün yayıncının yazılı izni olmadan, fotokopi yöntemi dahil, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla çoğaltılması yasaktır.

Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Şahkulu Mah. Büyük Hendek Cad. Brot Apt. No: 4 D: 10, 34421 Beyoğlu İstanbul Tel: (212) 245 08 39 e-posta: domingo@domingo.com.tr www.domingo.com.tr


Dersler ve gitarlar için eşim Jessica’ya ithaf edilmiştir.



Sen söyle. Ben bilmiyorum. Stones’un olduğu bir dünyanın içine doğmak nasıl bir şeydi? Bir güneş, bir ay, bir de Rolling Stones senin için hep vardı. —Keith Richards, sohbet esnasında, 1994


Rich Cohen, New York Times çoksatanlar listesinde bulunan Tough Jews, The Avengers, Monsters ve (Jerry Weintraub ile birlikte) When I Stop Talking, You’ll Know I’m Dead kitaplarının yazarıdır. HBO dizisi Vinyl’in yaratıcılarındandır. Vanity Fair ve Rolling Stone dergilerine katkıda bulunan editörlerdendir ve New Yorker, Atlantic, Harper’s Magazine’de yazıları yayımlanmıştır. Great Lakes Book Ödülü, Chicago Public Library’s 21st Century Ödülü ve müzik üzerine çalışmalarıyla ASCAP Deems Taylor Ödülü’nü kazanmıştır. Yazıları The Best American Essays ve The Best American Travel Writing’de yer almıştır. Connecticut’da yaşamaktadır.


IÇINDEKILER 1 ROCK STARLARIN FIKRALARI 3 2 İNEK ÇANI VE POSTER 10 3 08.28 LONDRA TRENİ 17 4 KOLEKSİYONCULAR 21 5 ADAM EDİLMEYENLER 28 6 “RAHİP ŞOKTA” 38 7 CHARLIE VE BILL 46 8 EDITH GROVE 53 9 GIORGIO! 60 10 BEATLES’LA TANIŞMA 64 11 ZIPÇIKTI MİLYARDER 67 12 YOLDAN FOTOĞRAFLAR 78 13 KUBBENİN ALTINDA AŞK YOK 84 14 İLK GİTAR CÜMLELERİ 101 15 AMERİKA 106 16 SATISFACTION 120 17 HABERCİLİK 132 18 ASİT 140


19 BASKIN 147 20 FAS 157 21 DAVA 164 22 BRIAN JONES’UN ÖLÜMÜ, BİRİNCİ BÖLÜM 172 23 SYMPATHY FOR THE DEVIL 176 24 ALTIN DÖNEM 180 25 BRIAN JONES’UN ÖLÜMÜ, İKİNCİ BÖLÜM 190 26 ÖLÜM FÜGÜ 201 27 AVUSTRALYA 206 28 ROCK’N’ROLL SİRKİ 210 29 1969 219 30 ÇELİK THANATOS 224 31 BEYAZ 252 32 “MICK NEREDE?” 272 33 SON İYİ PLAK 276 34 TURNEDEYKEN VE DEĞİLKEN 287 35 ŞÖHRETLER KULÜBÜ 297 SONSÖZ 299 TEŞEKKÜR 301 NOTLAR 303 RÖPORTAJLAR 331 KAYNAKÇA 333 GÖRSELLER 341


GÜNES, AY VE ROLLING STONES



1

ROCK STARLARIN FIKRALARI

Oldu mu, çabucak oluyor. West Village’daki apartmanın önünde, merdivende bundan habersiz oturmuş bekliyordum. Yazları şehir çöp gibi kokar. Sokaklar kupkuru, bomboştur. Sanki herkes dağlara ya da denize gitmiş, kırmızı tuğlalı ara sokakları miskinlere terk etmiştir. Derken, birdenbire, kendimi Rolling Stones’a kaptırdım. Çocukluğumda kurduğum, sirkle kaçma hayallerine yakın bir şeydi. Panayır. Halterli adam. Bulutsuz, uçsuz bucaksız Kansas göklerinde bir dönmedolap. 1994’te yirmi altı yaşındaydım ve Stones Amerika turnesindeydi. Rolling Stone dergisi için turneden haberler yapma işi bana verilmişti. Çok canım sıkılıyordu ama artık sıkılmayacaktım. Sonraki iki haftada kıtanın yarısını aştım. Stones’un ısınma konserlerini verdiği kötü mahalle barlarında bir köşede dikildim, açık stadyumlarda sarhoş oldum, otel lobilerinde ve soyunma odalarında uyukladım, grup bis yaparken sahnenin kenarındaki bir hoparlöre dayandım, ülkemi rock starların gözüyle görürken havaalanları ve şehirler belirsiz bir hayale dönüştü; tek gerçek, bir sonraki konserdi. Stones’un uçağında Keith Richards’ın yanında oturdum, uzun saçımla dalga geçen, kestirdiğimde daha fazla alay eden Mick Jagger’la geyik yaptım, Charlie Watts’la New Orleans’tan ve İç Savaş’tan söz ettikten sonra, otel odasında birlikte caz dinledim. Arkadaşları ve meslektaşları piyanist Nicky Hopkins’in Nashville’de öldüğünü haber aldıklarında Ron Wood ve Bobby Keys’le beraber viski içtim. Keys yüzünü buruşturup dört parmak Jack Daniels’ı kafaya dikerken gözleri yaşlarla doluydu.


4

G Ü N E Ş , AY V E RO L L I N G S TO N E S

New York’ta kaldığımız yer, benim apartmandan elli blok ama eski hayatımdan yüzlerce kilometre uzaktaydı. Yaz bitmişti. Artık sonbahardı; ışıl ışıl Manhattan, sonu gelmeyen bulvarlar. Radio City’de geçirdiğim uzun bir gün boyunca Stones’un MTV Video Müzik Ödülleri için yaptığı provayı izledim. MTV’ye çıkmalarının nedeni, yeni albümleri Voodoo Lounge’un satışlarını artırmaktı ama müzisyenler için herhangi bir yerden herhangi başka bir yere gitmeden önce çabucak hallettikleri bir işti sadece. Eve bile gitmedim, arkadaşlarımla buluşmadım. Sirk benim şehre de uğramıştı ama ben değişmiş, dünyanın en iyi kılıç yutan adamlarıyla, cambazlarıyla, hilkat garibeleriyle kurduğum yakınlık sayesinde yeniden doğmuştum. Eve gitmek veya arkadaşlarımla buluşmak yerine grupla takıldım, Keith Richards ve Ron Wood, Hank Williams melodilerine akustik lick’ler (gitar cümlesi) katarken sahne arkasında oyalandım, Mick Jagger koltukların arasında yılan gibi kıvrılarak ağız armonikasıyla “Love Is Strong”un güçlü introsunu çalarken boş salonda oturdum. Soyunma odalarına dönerken, çocukluğumda eskilerin yapacağı bir maçın öncesinde Joe DiMaggio’ya rastlamamdan da büyük bir rastlantı yaşadım. “Çıplak olduğumu görmüyor musunuz, orospu çocukları?” diye bağırmıştı Yankee Clipper muhabirlere. Perdenin arkasında Jagger’la birlikte Bruce Springsteen’e tosladık ve Bruce temkinli gözlerle bizi inceledi. Lisedeyken rakip defans oyuncularının gözlerinde de gördüğüm türden bir bakıştı bu. Mick’le mırıldanarak bir şeyler konuştular, fikir alışverişinde bulundular. Mick beni, “yakın arkadaşım” diye tanıştırdı. Bruce uzaklaşırken, Mick çocuk gibi omuz silkip, “Aman, Bruce’u bilirsin işte, konserleri çok uzun sürer,” gibisinden bir şeyler fısıldadı. Virgin Records o gece konserden sonra Elli Yedinci Cadde’deki Four Seasons Otel’de Stones için parti verdi. Gece yarısı bomboş olan salon ikiye doğru bir zamanlar posterleriyle odamın duvarlarını kaplayan rock starlarla hınca hınç dolmuştu. Müzik, deri giysiler, göz farı, yüksek topuklular, cin. Mick’in halkla ilişkilercisi, Steven Tyler’ın birlikte fotoğraf çektirmek istediğini söyledi: “Yalnızca ikiniz.” “Sen ne dersin?” diye sordu Jagger.


RO C K S TA R L A R I N F I K R A L A R I

5

“Salla gitsin,” dedi halkla ilişkilerci. “Tyler’ın istediği, Aerosmith’le Rolling Stones’u aynı seviyedeymiş gibi göstermek ama… Yani!” Halkla ilişkilerci New York Post’ta grubun ağda yaptırdığından söz eden bir yazı yayımlandığını söyledi. Yıllardır Stones haberleri yapan bir muhabir tarafından yazılmıştı. “İçeriden biri olmanın keyfini yeterince sürdü,” dedi halkla ilişkilerci. “Bakalım dışarıda kalınca kendini nasıl hissedecek.” Stones’un ekibinden biri beni duvara yapıştırıp “yukarı cıgaralık içmeye” davet etti. Onunla birlikte sıvışınca kendimi rock’n’roll’un ustalarından bir çemberin ortasında buldum: Traffic’ten Steve Winwood, grubun davulcusu Jim Capaldi, Ron Wood, Keith Richards. Her birinin kendine has bir kimliği olduğu halde hepsinin yüzü aynıydı sanki. Kırışmış ve hırpalanmış, meşin misali aşınmış, hor kullanımla bir çeşit güzelliğe ulaşmış bir yüz. Bir seferinde Jagger’ı yakından inceleyen yaşlı bir adam, “Senin benden daha çok kırışığın var!” demiş. Mick de, “Çok güldüğüm için,” diye cevap vermiş. Adam kahkahayı basmış, “O kadar gülünecek şey yoktur be hayatta,” demiş. Ama yanılıyordu; o kadar gülünecek bir şey vardı: Bu neslin rock starlarının, kendileri gibileri fabrikalarda ya da sigorta şirketlerinde yaşam boyu sessizce acı çekmeye mahkûm etmiş kadere çalım atarak frak ceketler, tokalı çizmeler giyen birer Ortaçağ prensine dönüşmeleri, asırlar boyu yalnızca sefih soyluların hakkı görülen bir hayatı yaşamaları. O çemberdeki her bir adam müthiş bir enerjiye ve esrik bir ihtişama sahipti; çok fazla içen, sabahlara kadar uyumayan, beyinleri haşlanmış, parmakları boğum boğum olmuş tiplerdi fakat çalıyorlardı, hem de ne çalmak... Büyük rock starların sonuncuları, kar leoparının yolundan giden bir türdü onlar. Hayatta kalanlar çok eski bir dinin, müziğin her şeyden üstün olduğu –bir sonraki albümün hayatın anlamını çözeceğine inandığınız– o devrin değerli ve tuhaf kalıntılarıydı. Çemberdeki adamlar bu inancın vücut bulmuş ifadesi, devrimin temellerini atmış, sonra da sonuna kadar gitmiş kahramanlardı. Gülüşüp içerek pis fıkralar anlatıyorlardı. “Yapımcısına şarkılar çalan piyanist fıkrasını duydunuz mu?” diye sordu Capaldi. “İki tane çok güzel şarkı çalıp demiş ki: ’İlkinin adı


6

G Ü N E Ş , AY V E RO L L I N G S TO N E S

“Sikim Upuzun” ikincisi de “Penisim Kocaman.” Sonra tuvalete gitmiş. Döndüğünde, yapımcısı, ’Fermuarın açık ve sikin dışarı sarkmış, onu biliyor musun?’ diye sormuş. ’Bilmez olur muyum!’ demiş piyanist. ’Onu da ben yazdım!’” Richards kendini geriye atıp kükredi. “Bilmez olur muyum? Ben yazdım!” Onlar gülerken, bir anda dank etti. Öteden beri bir yerlerde benden daha çok eğlenen birileri olduğunu sezmiştim. Hep daha iyi bir parti olduğunu hissetmiştim! Vardı işte! Bulmuştum! Mesajlarımı kontrol etmeme, orayı burayı kurcalamama, bu kez nereye gitmem gerektiğini düşünmeme gerek yoktu artık. Dünyadaki en iyi partinin ortasına düşmüştüm. Hayatımda ilk kez tam olmak istediğim yerdeydim. “Ya sen?” dedi Capaldi. “Bildiğin fıkra yok mu?” Ona fıkra bilmediğimi, birçok açıdan mizah duygusundan yoksun olduğumu söyledim.

Steve Winwood ilk kez, cidden alıcı gözle bana baktı. Britanya rock’ının efsanelerinden biri, “Back in the High Life Again” ve “Higher Love”ı yazan adam, daha öncesinde Spencer Davis Group, Blind Faith ve Traffic’in arkasındaki itici güç olan kırk altı yaşındaki Winwood’un darmadağınık saçları ve sipsivri bir yüzü vardı.


RO C K S TA R L A R I N F I K R A L A R I

7

Rolling Stone için çalıştığımı söyleyince, keskin gözlerinde suçlayıcı bakışlar belirdi. “Sen piçin tekisin,” dedi birdenbire. “İt herifin tekisin. Bunu söylemek için yıllarca bekledim ve söylüyorum işte! Piç!” “Stevie, sen bu çocuğu tanıyor musun?” diye sordu Ron Wood hayretle. “Tanımaz mıyım, bu pislik çıkardığım bütün solo albümlere bok attı. Traffic’ten sonra hayat yok mu sence?” diye devam etti Winwood. “Ne yapsaydım, grup dağıldı diye hiçbir şey yapmayıp ölse miydim? Hayır, efendim, sen istiyorsun diye ölemem. Senin için ölemem, hayır.” Tuhaf bir sessizliğin ardından millet yarıldı. “Bilmez olur muyum? Ben yazdım” için bile böyle bir yaygara kopmamıştı. Keith koluma girip, “Sen üşütmüşsün, Stevie,” dedi. “Bin dokuz yüz yetmiş dörtten söz ediyorsun. Bu çocuk daha altı yaşındaydı! Traffic’i nereden bilsin?” “Rolling Stone bir kişi değil, dergi, biliyorsun,” diye ekledi Wood. O anda ikinci aydınlanmayı yaşadım. Zaman beni bu adamlardan, bu nesilden hep ayıracaktı. Her şeyi kaçırmıştım: 1964’ü, 1969’u, 1972’yi; önemli olan yıllar bunlardı. Bütün hayatımı bu partiye ulaşmak için harcamıştım. Ulaştığımdaysa herkes yaşlanmıştı. Geç kalmışlık: En küçük kardeşlerin, yaşlı anne babaların çocuklarının, gece içilen son kokteylin içinde yüzen izmariti görmek için tam zamanında dünyaya gelen üçüncü çocuğun içine doğduğu durumdu bu. Benim neslimi tanımlayan bir şeydi. Biz, araya sıkışmışız. Üstümüzde her türlü kaynak ve eğlenceyi tüketmiş milenyumlular var. Altımızdaysa İkinci Dünya Savaşı’yla Soğuk Savaş arasındaki baby boomer (nüfus patlaması) kuşağının, dünyayı sanal ve soğuk bir yer haline getirmiş çocukları. Baby boomer’lar kendi çocukluklarını tükettikleri gibi, ardından, bir bakıma bizim çocukluğumuzu da tükettiler. Doyum noktasına ulaştılar; öyle aşırı uçlarda yaşadılar ki bize anca hikâyeyi anlatmak kaldı. Stones’la aramda zamanın yarattığı mesafe vardı ama bu durum bana bir avantaj da sağlıyordu: bakış açısı. Bir şeyin sonuna yetişmek, hikâyenin tamamını anlayabilmek demektir. Rock’n’roll


8

G Ü N E Ş , AY V E RO L L I N G S TO N E S

yüzbinlerce garaj grubundan çok daha fazlasıydı; Top Forty radyolarından* çok daha fazlasıydı; yetenek avcılığından ve plak şirketlerinden fazlasıydı. Bir tavır, bir çağdı. Stones bu çağın en büyük grubu, bir bakıma önemli denebilecek tek grubuydu çünkü hem nihai hem de kadim olanı, diğerlerini temsil edebilecek tek bir grubu onlarda bulabiliyordunuz. Hikâyelerini anlatmak, esas hikâyeyi anlatmak demekti. Ama bunu yapabilmek için doğru bakış açısına sahip olmalısınız. Başlangıcı anlamak için sonu bilmelisiniz. Akşam güneşini. Doğudan yükselen Venüs’ü. X kuşağının gözünden baby boomer’ların hikâyesi. Stones vadiden geçen bir tren. Bense ilkinden sonuncusuna kadar bütün vagonları, uzaklaştıkça küçülen lokomotifi ve personel vagonunu görebiliyorum. Önce Rolling Stone muhabiri, sonra Mick Jagger’ın senarist ortağı olarak grubun birçok turnesine katıldım. Yükselişi ve düşüşüyle çağı simgeleyecek hayalî bir plak şirketi yöneticisini anlatan senaryo üstünde Martin Scorsese’yle birlikte çalıştık. Hikâyeleri ilk ağızdan dinleme ve Jagger’ın kendi rolünü önemsiz gösterme eğilimine rağmen fikirlerimi dünyanın en büyük vokalistine anlatarak test etme fırsatım oldu. Şarkıcıların birer tanrıya dönüştürülmesi âdetinden nefret eden Jagger, görünüşe göre, John Lennon’ın kaderini aklından pek çıkartamıyor. Buna rağmen Stones’un bir süreliğine öncü konumunda olması, Jagger’ın ağzını kapalı tutmasının nedenlerinden biri. Cüretkâr ve fütursuzca yaşıyorsan, böbürlenme. Zamanla bir dergi haberi olarak başlayan şeyin daha fazlasına evrildiğini görebildim; bir efsaneye ve saplantıya, bir avuç müzisyenin toplumun özlemlerini temsil ettiği bir destana. Boşlukları doldurabilecek, bulmacaları çözmemde yardımcı olacak, renk katacak görgü tanıklarını aramaya başladım. Grubun meslektaşlarının ve arkadaşlarının izini buldum; rakiplerin; öncülerin; önderlerin; yapımcıların ve mühendislerin; uyuşturucu arkadaşlarıyla asistanların; plakçıların; tek gecelik kız arkadaşların ve yasal eşliğe daha yakın olanların… Anı kitapları, biyografiler okudum. Onlarca, belki yüzlerce kitap vardı. Stones’la ilişkisi *

ABD, İngiltere, İrlanda, Kanada gibi bazı ülkelerde yaygın kullanılan, tümüyle müzik listelerinde ilk 40’ta bulunan veya bulunmuş parçaları çalmaya yönelik bir radyo formatı (e.n.)


RO C K S TA R L A R I N F I K R A L A R I

9

olmuş insanlar için o ilişki, ne kadar kısa sürmüş olursa olsun, genelde yaşamlarının en parlak deneyimiydi. Belgeselleri izledim ve plakları tekrar tekrar dinledim. Fotoğraflara baktım. Stones üyeleri dünyanın en çok fotoğrafı çekilen insanları arasındaydı. Hikâyelerinde öne çıkan yerlere gittim: Mick’le Keith’in büyüdükleri İngiltere’nin Dartford kentindeki evlere; ilk kez müzik yaptıkları bara; sefalet içinde soğuk bir kış geçirdikleri apartman dairesine; Richmond’daki, ünlenmelerini sağlayan kulübe; başarıya ulaştıktan sonra satın aldıkları gösterişli dairelere ve evlere; Barnes’taki Olympic Stüdyoları’na; Şikago’daki Chess Records’a; Altamont Yarış Pisti’ne; Joshua Tree Ulusal Parkı’na; Fransa’da en önemli albümlerini kaydettikleri malikâneye; İsviçre’ye, Keith Richards’ın eroinden kurtulduğu kliniğe… Birkaç soruyu aklımdan hiç çıkarmıyordum: Bu müzik neden önemliydi? Stones’un Brezilya dizisini andıran maceraları neden hâlâ bizleri heyecanlandırıyordu? Rock ruhumuzu kurtarabilir miydi? Bir din miydi? Eğer öyleyse, neden Zerdüştlük’ün yolundan gitmişti? Yaşama mı tapmalıydık yoksa mesaja mı? Zarafetle yaşlanmanın bir yolu var mıydı? 1994’teki o partide, Stones bana yozlaşmış göründü. Eskilerden kalma bir gruba dönüşmüşlerdi ki bu, biyolojik yaştan çok ruhla ilgili bir durumdu. Şaşırtabilme özelliklerini yitirmişlerdi. Özgünlük yerini kendini tekrara bırakmıştı. Şimdiye kadar yaptıkları şeyi yapmaya devam ediyorlardı. İşe zenci blues müzisyenlerini taklit ederek başlamışlardı. Geldikleri noktadaysa kendilerini taklit ediyorlardı. Buna rağmen en isteksiz kitlelerin karşısında verilen en bezgin konserlerde bile, arada bir, bir anlığına eski hallerini şöyle bir görebiliyordunuz: On elli, dört akorlu, muhteşem bir devrim.


2

INEK ÇANI VE POSTER

Ben on yaşındayken, ağabeyim cennete çıkmıştı. Bizim evin ikinci katından, tüylü halısı ve sedir kaplı duvarlarıyla dokunulmaz bölge olan tavan arasına taşınarak yapmıştı bunu. Sokağa çıkma yasağı yoktu. Kanun yoktu. Yukarı çıkmam yasak olsa da, arada bir merdivenin dibinde durur ve kolonlardan, alçak ve yüksek frekanslı hoparlörlerden, subwoofer ve amplifikatörden, pikaptan bir çağlayan gibi akan müziği dinlerdim. Bir seferinde ağabeyime bütün kurallardan muaf olmadığını söylemeye giden babamın peşine takılıp müzik setine iyice bir bakmıştım. İt herif, Nakamichi kasetçaları nereden bulmuştu? Cihazları daha önce AVM’deki bir elektronik mağazasında görmüştüm ama o sayılmazdı. Daha ucuz markalarla ve Mickey Mouse’lu şeylerle dolu bir oda vardı; sonra, camın ardında, bu işten anlayan bilgili müşterilere hitap eden karmaşık cihazların olduğu daha küçük bir mabet. Camla çevrili odanın da içinde, müşterinin bir şeyi satın almaya karar vermeden önce son bir can alıcı deneme yapabileceği, “dinleme kapsülü” denilen, uzunlamasına, üçüncü bir oda vardı. Bir öğleden sonra, cihazlar satın alınmadan hemen önce, satıcının “test dinlemesi” için en uygun bulduğu şarkı abimin gelecekteki hoparlörlerinde gümbür gümbür çalarken, kapsülün içindeki rahat koltuklarda ben de onunla birlikte oturmuştum: Joe Walsh’un “Life’s Been Good”u son ses çalmış, o uyuşturuculu gitar solo grip gibi içimde dolaşmıştı. Bunun dışında, ağabeyimin müzik setinin keyfini uzaktan çıkarmak, basların ya da bir rock tanrısının hoparlörlerde gürleyen


İNEK ÇANI VE POSTER

11

sert baladının sadece titreşimleriyle yetinmek zorundaydım. Fakat bir gün tuhaf bir ritim içimde bir yere, varlığından bile habersiz olduğum bir şeye dokundu. İnek çanını ve o boğuk gitar sesini duyduğumda yatıyordum. Kalkıp merdivenin dibine gittim. Kapıyı açıp sessizce yukarı süzülerek içeri baktım: Bira şişeleriyle dolu bir sehpa, pikapta dönen bir plak, bütün cihazlarda yanan ışıklar. Ağabeyim koltuğa oturup başını arkaya yaslamış, gözlerini kapamıştı. Arkasındaki duvara yapıştırılmış bir poster vardı. Duyduğum “Honky Tonk Women” şarkısını posterdeki adamların çaldığını her nasılsa anladım. Bir an için gerçekten çalıyorlarmış, müziği posterdeki, aynı bir grubun görünmesi gerektiği gibi görünen bu grup yapıyormuş gibi geldi. Stones’un tahminen 1976’daki, Paris’teki hali. Önde, bir gece baskınında komandolarına liderlik eden Jagger vardı. Konserlerde sinek kuşu gibi oradan oraya zıplardı; onu tam olarak göremezdiniz. Posterde, levhaya iğnelenmiş bir numune gibi görünüyordu. Bir yeniyetmenin abartılı yüz hatlarına sahip, yüzü hiçbir zaman oturmayan, grotesk ama yakışıklı bir adam. Richards çizgili pantolonu ve üç düğmesi açık bürümcük gömleğiyle yanında duruyordu. Gitarını çalarken gözlerini indirmişti; uzun ve siyah kirpikleri görünüyordu. Basçı Bill Wyman, hınzırca sırıtan davulcu Charlie Watts’un yanındaydı. Hep birlikte daracık bir yere sıkışmışlardı; bir motorun kayışları ve krank milleri gibiydiler. Beni etkileyen şey buydu. Bütün biletleri satılan stadyum konserleri ya da hit plaklar değil, beş adamın bir aile ya da çete gibi birlikte müzik yapması. Bundan daha iyi bir kader hayal edemiyordum. Okulu boş ver, anne babayı boş ver, yetişkinliğe boş ver: Çocukken bir araya gelip ölene kadar ayrılmayan bir grup arkadaş. Ağabeyim ansızın tepemde dikilip beni kovmuştu ama artık çok geçti. Ok yaydan çıkmıştı bir kere. Ondan önce, müziğin hayatımdaki rolü geri plandaydı. Duvar kâğıdı gibiydi. Palyaço desenliyse bakardım. Aksi takdirde fark etmezdim bile. Sedan de Ville’de sesi sonuna kadar açıp Frank Sinatra dinleyen babamdı. “Nice’n’Easy.” “Come Fly With Me.” Sekiz yaşına kadar, “My Way”in milli marş olduğunu zannetmiştim çünkü The Main Event albümünde Sinatra öyle diyordu. “Hanımlar beyler, şimdi de milli marşı söylüyorum ama ayağa kalkmanız gerekmez.” “Rhinestone Cowboy” sevdiğim ilk şarkıydı.


12

G Ü N E Ş , AY V E RO L L I N G S TO N E S

Glen Campbell’ın şarkısını WLS’te duymuş, plağını almak için para biriktirmiştim. O kafa tutan kendine acıma hali, ucuzcu dükkân estetiği. Haksızlığa uğradığımda, kendimi odama kapatıp “Rhinestone Cowboy” terapisi uygulardım. “Ne zamandır bu sokaklarda yürüyor, bu eski şarkıyı söylüyorum, kirli Broadway kaldırımlarındaki her bir çatlağı ezberledim ben…” Herkes gibi ben de sonunda Beatles’ı keşfettim. Dağılmalarının sonrası, 1977-78 civarıydı. Müziklerine her zaman güvenebilirdiniz. Beatles’ın kötü plak yapacağından korkmanıza gerek yoktu. Yaptıkları her şey tastamam, bütünlüğü olan şeylerdi. Babamın “Here Comes the Sun”ı beğenmediğini hatırlıyorum. “Güneş cidden gelse,” demişti, “hepimiz bir anda yanıp kül olurduk.” Ama Beatles’ta insanı rahatsız edecek kadar güven veren bir şey vardı. Nine gözlüklerini ve barış işaretlerini temsil ediyordu. O sırada bizim oradaki plakçıdan ilk alışverişlerimi yapmış, aile işini şarkı notalarının satıldığı günlerde kurmuş huysuz bir ihtiyar olan Wally King’in işlettiği dükkâna birkaç kez gitmiştim. Wally’nin yıllardır sürdürdüğü bir promosyon vardı: Yedi doları geçen bütün alışverişlerinizde size bir ağız arpı, yani dişlerinizin arasına sıkıştırıp ortasındaki parçayı çekerek çaldığınız şu pirinç müzik aletinden veriyordu. Yetmişlerde Illinois’de yaşadığım şehir, yere çömelip ölgün gözlerle bunları tıngırdatan çocuklarıyla Appalachia’ya benzerdi. Dükkâna ilk gidişimde ateşle vaftiz edilmiş gibi oldum. Aylardır ağabeyime beni de müzik arkadaşlarının arasına alması için yalvarıyordum. Büyük çocuklarla birlikte oturup müzik dinlemek, ahkâm kesmek, teoriler geliştirmek istiyordum. Bir gün beni bir çeşit sınava soktu. Elime on dolar sıkıştırıp, “Wally King’e git ve yeni Kansas albümünü, ’Dust in the Wind’in olduğu albümü al. Tavan arasında dinleyelim,” dedi. Yirmi dakika boyunca rafları taradıktan sonra ihtiyara gidip yardım istedim. Tezgâhın altından çıkardığı kalın kitabı açıp içine göz gezdirdi. Kansas albümünün kapak resimli bir kaydını buldu: Şelale, şelaleden düşen gemi. “Bu plaktan kalmamış,” dedi Wally, “ama sana başka bir şey göstereyim.” Başka bir plak çıkarıp Kansas albümünün kapağıyla yan yana tuttu. “Bu albümün kapağında da


İNEK ÇANI VE POSTER

13

şelale var,” dedi Wally. “Al, kendin bak. Neredeyse aynı. Ağabeyin aradaki farkı anlamaz bile.” “Kimin albümü?” “Slim Whitman diye bir adam,” dedi Wally. “Bütün dünyayı dolaşıp gitar çalarak güzel country şarkıları söylemiş. Düşünecek olursan bir şarkıcı için harika bir hayat. Daha ne olsun? Bu seyahatlerinde Kansas’a da defalarca uğramıştır, kesin. Gördüğün gibi, şu öteki grubun, ’Dust in the Wind’i yapan çocukların hikâyesi bir bakıma büyük Slim Whitman’ın hikâyesinin bir parçası sayılır. Dediğim gibi, ağabeyin aradaki farkı anlamaz bile.” Plağı verdiğimde ağabeyim şöyle bir bakıp içini çekti. Babam olsa bana enayi derdi. Ağabeyimse plağı geri verip, “Bana beş dolar borcun var,” demekle yetindi. Doğru müzik ve yanlış müzik, gökyüzünün gün doğmadan on dakika önceki haline benzeyen mükemmel şarkı ve yağmurlu bir salı sabahı gibi üşüten şarkı arasındaki farka dair aldığım ilk ders buydu. Daha sonra araştırmaya, okumaya, müthiş bir kararlılıkla bu yeni tüketim dünyasının içine dalmaya başladım. Aldığım ilk gerçek plak, Jimi Hendrix’in Smash Hits’iydi ve onu bir tomar bir dolarlığın üstünde duran yüz dolarlık banknot gibi çocukluk plaklarımın üstüne koydum. Bir süre boyunca iki dünya arasında gidip geldim: Çocukluk ve ergenlik. Ama “Honky Tonk Women”ı duymamla birlikte her şey değişti. Şarkının başındaki inek çanı, beni yeni bir hayata çağıran bir müezzinin sesi gibiydi. Tek tanrılı bir rock’çı oldum. Yıllar boyu tek bir grup oldu: Rolling Stones. Yaptıkları müzik bizzat denemek için sabırsızlandığım uyuşturucular, alkol ve her çeşit günahla dolu tehlikeli bir dünyaya aitti. Koleksiyonuma Stones’un Amerika’da çıkardığı ilk albüm olan England’s Newest Hit Makers’la başladım. Albümün kapağı çok sadedir. Beş tane yüz: Mick, Keith, Charlie, Bill ve güzel sarışın Brian Jones. Siyah saçlıların arasında bir sarı kafa görürseniz onun için dua edin çünkü yok edilmeye mahkûmdur. Stones’un ilk zamanları: Şarkıların çoğu başkalarına ait eski şarkıların yorumlarıydı. “Not Fade Away,” “I Just Want to Make Love to You,” “I’m a King Bee.” Farklı olan şey o ses, o enerjiydi. Brian Jones’un elektrogitar nağmeleri, Keith Richards’ın insanı alıp götüren ritmi. En iyi


14

G Ü N E Ş , AY V E RO L L I N G S TO N E S

şarkılar bir motor, karanlık gecenin içindeki bir makine gibi titreşiyordu. “Honest I Do,” “Little by Little,” “Carol.” Kendimi büyümüş, acımasız bir tip gibi hissetmeme neden oluyorlardı. Ve daha çok plak almama. Artık rutin haline gelmişti: Beş dolar biriktir, Wally King’e git, bir Stones albümü al. Wally’nin stoğunu tüketince araştırmamı genişletip Şikago’nun Kuzey Sahili boyunca bütün dükkânları taradıktan sonra sonunda şehrin içine kadar girdim. Ortaokul ikinci sınıfa geçtiğimde yaşadığım yerlere dair zihnimdeki imge, plakçı dükkânlarıyla doluydu. Skokie’deki Record City. Evanston’daki Vintage Vinyl. Özel günlerde annemlere arkadaşım Mark’a gideceğimi söylüyor, sonra da şehre gidiyordum. Otobüsün arkalarındaki bir pencereden banliyölerdeki yeşilliklerin betona dönüşmesini izliyordum. Evanston’da “L”ye* aktarma yapıyor ve acı verecek bir mavilikteki gökyüzünün altında asfalt çatılarla apartmanların arasından geçiyordum. Loyola Üniversitesi’nin karşısında iniyor, bir blok yürüyor, içki yasağı yıllarında içki satılan yerler misali tabelasız bir kapıdan geçiyor ve Round Records’a giriyordum. Yasal katalogu silip süpürmüş ve artık hayatımın kaçak kayıtların, Stones konserlerinde gizlice yapılan kayıtların peşine düştüğüm bölümüne gelmiştim. Bunlardan bazıları kapak tasarımı ve tanıtıcı yazıların da olduğu özenli ürünlerken, bazıları amatör işiydi: Mesela on beşinci sıradaki bir adamın çektiği bir kaset. Şarkılar arasında insanların konuşmalarını duyuyordunuz. Bu türden kayıtların çoğu değersizdi. Ama arada bir, grubun pek çalmadığı bir şarkıya, tuhaf ya da çok güzel bir ana rast geldiğinizdeki zafer hissi ödül avcılarının yaşadığı hisse benziyordu. Bulduğunuz şey ne kadar beklenmedikse yaşanan doyum o kadar büyüktü; her şeyin hemen hazır olduğu Napster, YouTube, Google ve Sonos sayesinde, artık bu arayış da geçmişte kaldı. Zavallı milenyumlular! Stones’un 1964’te Eel Pie Island’da çalarken yapılmış bir kaydına rastlamanın ya da unutulmuş karışık kaset sanatının, şarkıları kusursuz sıralamayla bir araya getirmek için harcanan o mutlu saatlerin görkemini, asla bilemeyecekler. *

Şikago’nun ünlü tren hattı. Yükseltilmiş, yerden yüksekte giden tren anlamına gelen “Elevated train” terimi halk ağzında kısa sürede L veya El olarak anılmaya başlamıştır (e.n.)


İNEK ÇANI VE POSTER

15

Stones’a kapıldığınızda dinlemek yeterli değildir. Müziği somutlaştırmak, o hayatı yaşamak istersiniz. Mizacınıza bağlı olarak, Mick, Charlie, Keith ya da Bill olursunuz. Ortaokulun koridorlarında Jagger gibi hareket eder ya da ergenlik öncesi sıkıntılarına Richards’ın kayıtsızlığıyla boş verirsiniz. Benim için bu, ortaokulda yetenek yarışmasına katılmak demekti. 1981 ve 1982’de, yılda bir şarkı çıkartabilecek kadar teknik öğrenmiş birkaç çocuk, Stones gibi giyindik ve tiyatro salonunda o şarkıları çaldık. Ben kız kardeşimin zımbalı gömleğini giyip Keith taklidi yaparak kalabalığın arasına daldım. Koltukların arasında yaktığım sigaradan bir nefes aldıktan sonra sigarayı bir fiskeyle altıncı sınıflardan bir kalabalığa fırlattım.

O sene O’Hare Havaalanı’nın yakınındaki bir stadyumda, Rosemont Horizon’da Stones konserine gittim. İlk gerçek konserimdi ve müthiş bir başlangıçtı! Grup Tattoo You albümünü tanıtıyordu. Çıkmalarını bekleyişimi, grubu gittikleri her yerde takip eden hayranlardan biri (groupie) sahneye fırladığında kopan tezahüratı, üzerimizde bulut gibi asılı duran dumanı hatırlıyorum. Benim için Austerlitz Muharebesi’nden önceki ortama benziyordu.


16

G Ü N E Ş , AY V E RO L L I N G S TO N E S

Hiç unutmayacağım. Bill Wyman “Under My Thumb”ın başındaki bas riff ’ini* çaldı. Ardından Keith taptaze bir lick çaldı. Mick futbolcu pantolonu ve gömleğiyle dans edip durdu. “Let’s Spend the Night Together,” “Shattered,” “Start Me Up.” Hepsini çaldılar. Mick bir ara izleyicilerin üzerinde vinçle dolaşınca, bütün eller bir denizşakayığının dokunaçları gibi ona doğru uzandı. Jagger’ın hareketleri, kendi çöplüğünde gezinişi, erkekle dişi arasındaki o tehlikeli bölgede titreşerek gidip gelişi gibisi yok. Ergenlik çağındaki bir çocuksanız bu durum öyle bir yere dokunur ki heyecanlanır, aklınız karışır ve biraz da utanç duyarsınız. Mick, Keith, Charlie, Bill ve Woody’nin kanlı canlı tam karşımda, benimle aynı yerde, en gerçek ve müthiş halleriyle olduğunu bilmenin heyecanıyla dans ettim. Plaklardan ve hayallerden stadyuma ve gerçekliğe geçiş yapmak, hayatımın en iyi anlarından biriydi. Yatak odasındaki tek başına oturan yalnız bir çocukken birdenbire muhteşem bir grubun ortak enerjisinde kaybolmuş kalabalığın içindeki bir vücuda dönüşüveriyordunuz. Bildik şarkıların canlı çalınışında, grubun çuvalladığı yerlere takmayıp gülerek çalmaya devam edişinde, akorları kaçırışında, en çok çaldıkları şarkılarda beklenmedik yerlere toslayışında muhteşem bir müstehcenlik vardı. Bildiğiniz bir oyuncağın paketinden çıkarılması gibiydi. Bir aydınlanma anıydı: Kusursuz diye bir şey yoktur; Rock’n’roll, kaos demektir. En çok Jagger’ın mikrofonda durduğu, Stones’u ağabeyimin odasındaki posterde olduğu gibi görebildiğim yerleri sevdim. Grup değil, bir çete, hurdalıktaki bir köpek sürüsü gibiydiler. Büyük grupların çoğu gibi Stones da arkadaşlıkla başlayıp bitiyordu.

*

Riff veya Ostinato (it. “inatçı”): Müzik parçası boyunca tekrarlanan bir nota dizisi, ritm örüntüsü veya melodi (e.n.)


3

08.28 LONDRA TRENI

Rock’n’roll’un temellerini atan bir vaka. 17 Ekim 1961. Mick Jagger Londra’nın banliyölerinden birinde, Dartford tren istasyonunda, şehre giden trenlerin geçtiği peronda 08.28 trenini bekliyordu. London School of Economics’e giden bir öğrenciydi ve finans tarihi dersine geç kalmıştı. Sidcup Sanat Okulu’nda öğrenci olan Keith Richards nereye gittiğini hatırlamıyor. Mick’le ikisi tımarhaneleriyle ve patlayan havai fişek fabrikasıyla ünlü Dartford’dan çocukluk arkadaşıydı ama sonradan kopmuşlardı. İlk önce Keith, Mick’i tanıdı. Mick bir iş adamı gibi parlıyordu ama elinde plaklar vardı. Bırakın bir yığın plağı, bir çocuğun elinde tek bir albüm taşıması bile alışılmadık bir şeydi. Keith, Mick’in yanına gitti: “Ne bunlar?” Sonradan hayatında ilk kez Muddy Waters plağı gördüğünü söyleyecekti. Blues’cu Muddy Waters, Kızılderililerin bir zamanlar ufkun ötesindeki büyük ırmaktan söz ettiği gibi sözü edilen bir çeşit efsaneydi. Mick’te Little Walter’la Chuck Berry’nin plakları da vardı. Hepsi aynı şirketten çıkmıştı: Chess Records. Bu isim uzaklardaki Şikago’yu, Mississippi’deki çiftçilerin bir kanal sayesinde giriş yaptığı o şehri çağrıştırıyordu. Tren gelince, Keith’le Mick birlikte oturup şehre gidene kadar sohbet ettiler. Efsane olduğu için ayrıntılar sürekli değişiyor. Bir anlatımda, Keith’in atkısı, Mick’in ceketi var. Başka bir anlatımda, Keith’in üzerinde peronu süpüren bir trençkot var. Bir başkasındaysa, gitarı. Mick’in elindeki plaklar da değişiyor. Bazen Chuck Berry’nin Rockin’ at the Hops’uyla Muddy Waters at Newport. Bazen The Best


18

G Ü N E Ş , AY V E RO L L I N G S TO N E S

of Muddy Waters ve Chuck’s One Dozen Berrys. Ama en mühim ayrıntılar hep aynı. Chess Records hepsinde var; çünkü Chess, Mick’le Keith’in sevdiği türden sağlam blues albümleri yayımlıyordu. (Jagger birkaç ay önce şirkete kendi kayıtlarını göndermeye başlamıştı.) Peronun her seferinde şehir tarafına gidecek olanların beklediği peron olmasına düz mantıkla –Mick derse geç kalmıştı– ya da sembolik olarak, bir vaizin İncil’i yorumladığı gibi bakılabilir. Jagger ve Richards, henüz habersiz olsalar da, sonunda şehre gideceklerdi; yani büyük bir başarıya. Üstelik birlikte gideceklerdi. Bir tren istasyonunda karşılaşmış olmaları da mükemmel çünkü trenin blues’da her zaman için önemli bir sembolik anlamı olmuştur. Tren kaçıştır: Mississippi Deltası’ndaki köleleri zincirlerinden kurtarıp metropolise taşır. Tren özgürlük, güç demektir. Eskilerin sağlam blues şarkılarını dinlediğinizde bu yüzden ritmin içinde çelik teker sesleri duyar gibi olursunuz. Bütün versiyonlarda, Mick’in elinde plaklar, Keith’te sadece gitar var. Çünkü plaklar zenginler içindi. Mick zengindi. Keith değildi. Keith’in rock yapmasının nedeni Chuck Berry’ninkiyle aynıydı; bu müziği çok seviyordu ve yapabileceği başka bir şey yoktu. Ama Mick’in birçok seçeneği vardı; Keith’e rastladığında rahat bir gelecek onu bekliyordu. Keith bu yüzden sürekli Mick’in bağlılığını sorgulayacaktı. Mick blues’u zengin çocukları gibi, hobi olarak seviyordu. Keith’se penisilini seven hasta bir adam gibi. Keith’in tek umudu buydu. Rock’n’roll’un altın anıydı; kimine göre bundan ötesi yoktu. Elvis 1956’da “Heartbreak Hotel”i çıkararak dünyayı yeniden yaratmıştı. Altmışların ve yetmişlerin önemli Britanyalı rock’çılarının hemen hepsi yataklarında yatarken Silahlı Kuvvetler Radyosu’nda geceyi aydınlatan Kral’ı dinlediklerini hatırlıyor. Her şey kadar tarz da önemliydi: yalın bir prodüksiyon, titreşen vokaller, metalik sesli gitarlar. Notalar arasındaki boşluklar, Yeni Dünya’nın taşra yollarını hayata getiriyordu. İngiliz gösteri dünyasının emprezaryoları, Tommy Steele, Adam Faith gibi taklitlerin sırtından para kazandılar. Britanyalı Presley’ler Amerikan olan her şeye, sadece müziğe değil, giysilere ve konuşma tarzına karşı da çılgınca bir


08.28 LONDR A TRENİ

19

düşkünlüğün başını çektiler. Bu durum insanın aklına önemli bir soruyu getiriyor: Neden? Amerika’nın ucuz müziği, fakir çocuk müziği, Amerikan hayatına has, siyahla beyazın, yarı yarıya ve sekizde bir melez olanların yasak birlikteliğinden doğan, en eski country geleneklerini Delta’nın en derinlerindeki blues’la birleştiren, ülkenin tarihini –köle gemilerinden İç Savaş’a, Büyük Göç’ten dumanlı Orta Batı’daki fabrikalara kadar– anlatan bu müzik neden İngiltere’de serpilip gelişti? O dönemi yaşayan, Elvis patladığında on-on beş yaşlarında olanlara sorarsanız size aynı tabloyu çizeceklerdir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sözde zaferle çıkmış İngiltere, aslında harabeye dönmüş sayılırdı. Bombalanmış binalar ve moloz; yıkıntılarla kapanmış ara sokaklar… Ülke beş parasız kalmış, imparatorluk paramparça olmuştu. Elveda Hindistan. Elveda Mandalay. Geriye bir tek her şeyin başladığı ve bittiği kasvetli ada kalmıştı. Savaş zamanındaki karne sistemi 1950’lerin ortalarına kadar devam etti. Beatles’ın ilk Amerika turnesinde, gazetecinin biri çocukken pikapları olup olmadığını sormuştu. “Pikap mı?” demişti Harrison, inanamayan bir sesle. “Şekerimiz bile yoktu!” Keith de sonraları Münih’teki ilk konserlerinden birinde Almanlara çıkıştığını anlatacaktı: “Dişlerimiz sizin yüzünüzden bu kadar kötü; hiç portakalımız yoktu!” Pislik, çürüme, tükenmişlik, çatlak duvarlardaki gri gölgeler. Savaştan sonra büyüyen Britanyalılar hayatlarını siyah-beyaz bir filme benzetir. Ne bir canlılık ne sıcaklık. Rock’n’roll’sa rengârenkti. Ciklet pembesi! Bebek mavisi! Müzik hiç kimse için ilk nesil kadar önemli olmamıştı çünkü onlar için bu, görkemli bir hayat, bir eğlenme fırsatı, tarihten kaçıştı. Ancak mahzun bir çocuğun kurabileceği bir Amerika hayaliydi. “Muazzam bir savaştan çıkılmıştı,” diyecekti, altmışlarda resmî Stones fotoğrafçılarından biri olan Ethan Russell. “Batı uygarlığı enkaza dönmüştü. İngiltere harap haldeydi. Keith Richards’ın çocukluğu Dartford’daki bombalanmış bir sokakta, boktan bir evde geçti. Ama Chuck Berry dinliyordu. En sevdiğim fotoğraflardan biri, Keith sokakta Chuck Berry’nin ördek yürüyüşünü yaparken çekilmiş olan! On dört yaşında ama oraya ait olmadığı çok belli!” Rock’n’roll’un pimi ilk kez Keith’in o peronda Mick’e yaklaşmasıyla çekildi. Bu bir bakıma normal bir döngüydü. “Beş yılda


20

G Ü N E Ş , AY V E RO L L I N G S TO N E S

tamamlanan bir döngüdür bu,” demişti bana Neil Sedaka. “Everly Brothers beş yıl boyunca hit şarkılar yaptı. Connie Francis, beş yıl. Fats Domino ve Brenda Lee, beş yıl. Beatles ve Rolling Stones rüştünü ispatladığında, 1950’lerde patlayan bütün bu sanatçıların devri bitmişti.” Bir bakıma da üst üste gelen talihsizlik ve felaketlerin sonucuydu. Elvis 1958’de askere gitti. Askerliği 1960’ta bitti ama bir daha eskisi gibi olamadı; askerlik onu törpülemiş, o “mavi elektriği”ni almıştı. Jerry Lee Lewis on üç yaşındaki kuzeniyle evlenmiş ve diskalifiye olmuştu. Chuck Berry, Mann Yasası’nı çiğnemekten tutuklanmıştı. İlk starların en züppesi ve en abartılısı Little Richard, ebedi hayatı yitirme tehlikesi altında olduğuna inanmasını sağlayan bir olay yaşamıştı. “Tanrı’ya ulaşmak istiyorsan, rock’n’roll yapamazsın,” diye açıklamıştı bunu. “Tanrı rock sevmiyor.” Olay Avustralya’daki bir uçuşta gerçekleşmişti. Motorların birinden alevler çıkmış, uçak sarsılmıştı. Little Richard dizlerinin üstüne çökmüş –ne mor pantolunu ne de pembe mendili kırışmıştı– ve Tanrı’ya yakararak hayatını bağışladığı takdirde kendini dine adayacağına yemin etmişti. Birkaç gün sonra yüzüklerini Sydney Limanı’na attı, Alabama’ya döndü ve Yedinci Gün Kilisesi’ne katıldı. 1963’te pop listeleri sabun köpüğü şarkılarla doluydu. Paul & Paula’dan “Hey Paula.” Dale & Grace’ten “I’m Leaving It Up to You.” Britanyalıların çoğu blues’u bu sayede keşfetti. Bir sığınak, radyonun niteliksizliğinden bir kaçış olarak. Blues gerçekti. Jagger ve Richards gibi çocukların blues’a kapılmalarının nedeni, benim jenerasyonumdan olanların Public Enemy ve NWA’ye kapılma nedeniyle aynıydı. Sahici bir şey olduğu için. İlk başta ne buldularsa dinlediler. Zamanla, çıta yükseldi. Muddy Waters. Chuck Berry. Jimmy Reed. Mississippi Delta blues inançtan ayırt edilemeyen bir saplantıya dönüştü. Stones için bir dindi. Bu açıdan şanslıydılar. Sanatçıların inanca ihtiyacı vardır. Bu inancın Rastafaryanizm ya da Komünizm olması fark etmez. Mühim olan inancın yapısıdır; eserlerine tutarlılık, biçim kazandırmasıdır. Farkında olmadığınızda bile hep vardır. Stones berbat plaklar da yaptı tabii ama blues onları her seferinde kurtardı.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.