VAROLUŞÇULAR KAHVESİ
AYNI YAZARDAN The Smart The English Dane Nasıl Yaşanır ya da Bir Soruda Montaigne’in Hayatı (Domingo, 2013)
VAROLUŞÇULAR KAHVESİ Özgürlük, Varoluş ve Kayısı Kokteylleri Jean-Paul Sartre Simone de Beauvoir Albert Camus Martin Heidegger Edmund Husserl Karl Jaspers Maurice Merleau-Ponty ve diğerleri eşliğinde
Sarah Bakewell Çeviri: Emre Gözgü
VAROLUŞÇULAR KAHVESİ SARAH BAKEWELL Özgün ismi: At The Existentialist Café © 2016, Sarah Bakewell Türkçe yayın hakları: © 2017 Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Sertifika No: 12746 Domingo, Bkz Yayıncılık markasıdır. Çeviri: Emre Gözgü Editör: Algan Sezgintüredi Kapak illüstrasyonları: Simone Massoni Kapak ve sayfa uyarlama: Betül Güzhan ISBN: 978-605-198-019-5 Baskı: Kasım 2017 Elma Basım Yayın ve İletişim Hizm. San. ve Tic. Ltd. Şti. Halkalı Caddesi No: 164 B-4 Blok 34295 Sefaköy Küçükçekmece İstanbul Tel: (212) 697 30 30 Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın tümünün veya içeriğinin herhangi bir bölümünün yayıncının yazılı izni olmadan, fotokopi yöntemi dâhil, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla çoğaltılması yasaktır.
Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Şahkulu Mah. Büyük Hendek Cad. Brot Apt. No: 4 D: 10, 34421 Beyoğlu İstanbul Tel: (212) 245 08 39 e-posta: domingo@domingo.com.tr www.domingo.com.tr
Jane ve Ray’e
SARAH BAKEWELL, on altı yaşındayken okuduğu Bulantı’nın aklını başından almasıyla genç bir varoluşçu olmuştur. National Books Critics Circle ve Duff Cooper gibi ödülleri kazanan, Costa ve Marsh biyografi ödüllerindeyse finale kalan Nasıl Yaşanır’ın yanı sıra The Smart ve The English Dame isimlerinde iki biyografi kitabı daha bulunmaktadır. Halen Londra’da yaşayan Bakewell, City Üniversitesi’nde yaratıcı yazarlık dersleri veriyor ve National Trust için nadir kitap koleksiyonlarını tasnifliyor.
İÇİNDEKİLER ı
Bayım, Ne Korkunç Şey Şu Varoluşçuluk!
2
Şeylerin Kendilerine
35
3
Messkirch’li Büyücü
50
4
Onlar, Çağrı
74
5
Çiçek Açan Bademleri Çıtır Çıtır Yemek
98
6
El Yazmalarımı Yemek İstemiyorum
122
7
İşgal, Kurtuluş
137
8 Yıkım
1
175
9
Biyografik Çalışmalar
208
10
Dans Eden Filozof
228
11
Croisés comme ça
242
12
En İmtiyazsızların Gözleri
272
13
Fenomenolojinin Tadını Bir Kere Alınca
301
14
Esrarengiz Tezahürler
319
Kitaptaki Karakterler
331
Teşekkür
337
Notlar
339
Seçilmiş Kaynakça
399
Görseller
412
Dizin
414
1 Bayım, Ne Korkunç Şey Şu Varoluşçuluk! Bu bölümde üç kişi kayısı kokteyllerini yudumluyor, daha fazlası geç saatlere kadar oturup özgürlükten bahsediyor ve daha da fazlası hayatlarını değiştirmekle meşgul. Biz de merak ediyoruz, neymiş şu varoluşçuluk.
Varoluşçuluğun bir felsefeden ziyade bir ruh hali olduğu ve köklerinin ıstırap ve bunaltının pençesinde kıvranan on dokuzuncu yüzyıl romancılarına, biraz daha eskiye gidersek sonsuz uzamların sessizliği karşısında dehşete kapılan Blaise Pascal’a; ondan önce, hakikati kendi içinde arayan Aziz Augustinus’a; daha da öncesinde Eski Ahit’teki yılgın Vaiz ile haksız yere Tanrı’nın gazabına uğradığını düşünüp O’nu sorgulama cüretini gösteren Eyüp’e; özetle, herhangi bir sebepten içinde huzursuzluk, hoşnutsuzluk, isyan ve yabancılaşma hissi uyanmış kim varsa onlara dayandırılabileceği söylenegelir. Öte yandan, çağdaş varoluşçuluğun 1933 yılının hemen başında üç genç filozofun Paris’te, rue du Montparnasse’taki Bec-de-Gaz barında, mekâna özgü kayısı kokteyllerinden içip dedikodu yaptıkları bir esnada doğduğunu söylemek de mümkün. Bec-de-Gaz’da yaşananları sonradan en ayrıntılı haliyle anlatan, o sıralarda düşük kapaklı, güzelim gözleriyle dünyayı yakın takibe almış, yirmi beş yaşlarında genç bir kadın olan Simone de Beauvoir’dı. O gün barda erkek arkadaşı Jean-Paul Sartre da yanındaydı. Yirmi yedi yaşındaki bu düşük omuzlu, cildi bozuk, orfoz dudaklı, kepçe kulaklı delikanlının körlük sınırındaki sağ gözü, ileri derecede dışa kayıktı. Dikkatinizi toplamazsanız onunla konuşmak zorlu bir deneyime dönüşebiliyordu, ancak kendinizi zorlayıp sol gözüne odaklandığınızda içten ve zeki
2
VA R O L U Ş Ç U L A R K A H V E S İ
bakışlarını üzerinizden hiç ayırmadığını ve bu gözün söyleyeceğiniz her şeyi büyük bir ilgiyle dinleyecek birine ait olduğunu fark ediyordunuz. Sartre ve Beauvoir tüm ilgilerini vermişlerdi çünkü masadaki üçüncü kişinin heyecan verici haberleri vardı. Bu hoş ve havalı genç, Sartre’ın École normale supérieure’den arkadaşı Raymond Aron’du. Diğer ikisi gibi o da sömestr tatilini geçirmek için Paris’e gelmişti. Sartre ve Beauvoir Fransa’nın farklı bölgelerinde –Sartre, Le Havre’da; Beauvoir, Rouen’da– öğretmenlik yapıyor, Aron ise felsefe çalışmalarını Berlin’de sürdürüyordu. Şimdiyse arkadaşlarına oradayken keşfettiği ve tekerleme gibi bir adı olan bir felsefeden bahsediyordu: Fenomenoloji (Görüngübilim. İng. phenomenology, Fr. phénoménologie). Üç vurgulu, üç vurgusuz altı heceden oluşan bu uzun ve dengeli sözcüğün Fransızcası da İngilizcesi gibi altılı hece ölçüsüyle yazılmış zarif bir dize oluşturmak için tek başına yeterliydi. Aron muhtemelen şöyle şeyler anlatıyordu: Gelenekçi filozoflar çoğunlukla soyut önermeler ve teorilerden yola çıkarken Alman fenomenologlar doğrudan anı anına deneyimledikleri yaşantıya yöneldiler. Şeylerin gerçek olup olmadığı ya da haklarında kesin bir bilgiye ulaşmanın mümkün olup olmadığı gibi Platon’dan bu yana felsefeyi meşgul eden temel meseleleri büyük ölçüde bir kenara bıraktılar. Şeylere dair bu tür sorular soran tüm filozofların halihazırda şeylerle ya da en azından şeylerin görünüşleri, yani fenomenlerle (“kendini gösteren şeyler” anlamındaki Yunanca phainomena sözcüğünden gelir) dolu bir dünyaya atılmış olduklarına dikkat çektiler. Bir önerileri vardı: Karşımıza çıkan fenomenlere odaklanalım ve gerisine boş verelim. Felsefenin kadim sorularını sonsuza dek göz ardı etmek gerekmiyordu, ancak filozofların daha makul meselelerle ilgilenebilmeleri için onları paranteze almak mümkündü. Hücum emrini, fenomenologların liderlerinden Edmund Husserl vermişti: “Şeylerin kendilerine!” Husserl, şeylere yüklenen anlamlarla, bilhassa da şeylerin gerçek olup olmadıklarıyla zaman kaybetmeyin, diyordu. Tek yapmanız gereken, kendini size gösteren şey her ne ise o şeyi incelemek ve onu çarpıtmadan, mümkün olduğunca göründüğü gibi betimlemek. Bir diğer fenomenolog, Martin Heidegger, filozofların tarih boyunca ikincil önemdeki sorularla zamanlarını boşa harcadıklarını ve en önemli soru olan Varlık sorusunu sormayı ihmal ettiklerini dile getirerek fenomenolojik yaklaşımlara yeni bir boyut kazandırdı. Bir şey için olmak ne demektir? Varım demek ne anlama gelir? Bu soruları sormadan
B AY I M , N E K O R K U N Ç Ş E Y Ş U VA R O L U Ş Ç U L U K !
3
hiçbir yere varamayacağınızı iddia ediyor ve çareyi fenomenolojik yöntemde buluyordu: Entelektüel safsatalara aldırmayın, dikkatinizi şeylere verin ve bırakın kendilerini size sunsunlar. “Anlayacağın, mon petit camarade (bücür dostum),” dedi Aron –okul günlerinden kalma Sartre’a taktığı lakaptı bu– “eğer bir fenomenologsan bu kokteyl hakkında konuşup üzerinden felsefe yapabilirsin!” Beauvoir, Sartre’ın bunu duyunca bembeyaz kesildiğini yazar. Daha önce fenomenolojiyi hiç duymadıklarını ima ederek durumu iyice dramatik hale getirir. Aslına bakılırsa hiç Heidegger okumamış sayılmazlardı. 1931 yılında Sartre’ın erken dönem denemelerinden biri Bifur dergisinde çıkmış, aynı sayıda Heidegger’in “Metafizik Nedir?” adlı konferans metninin çevirisi de yayımlanmıştı. Beauvoir, “Tek kelimesini bile anlayamadığımızdan önemini görememiştik,” diye yazar. Ama şimdi görmüşlerdi: Bu yöntem felsefeyi olağan, yaşanmış deneyimle birleştiriyordu. Bu yeni başlangıca dünden hazırdılar. Lise ve üniversite yıllarında Sartre, Beauvoir ve Aron, bilme üzerine sorular ve Immanuel Kant’ın eserlerinin sonu gelmez yorumlarının egemenliğindeki katı Fransız felsefe eğitiminden geçmişlerdi. Epistemolojik sorular bir kaleydoskop gibi şekilden şekile giriyor, sorulardan yeni sorular doğuyor ama dönülen yer
4
VA R O L U Ş Ç U L A R K A H V E S İ
hep aynı kalıyordu: Bir şey bildiğimi sanıyorum ama ne bildiğimi bildiğimi nasıl bilebilirim? Bu zahmetli ve bir o kadar da beyhude sorular –sınavlarda gösterdikleri başarılara rağmen– üçünü de tatmin etmekten çok uzaktı. Özellikle Sartre’ı. Sartre, mezun olduktan sonra arkadaşlarına yeni ve “yıkıcı bir felsefe” üzerinde kafa patlattığını çıtlatmıştı ama bu felsefenin ne şekil alacağından bahsetmiyordu çünkü kendisi de tam bilmiyordu. Aklındakini genel isyan ruhunun ötesinde geliştirememişti. Şimdiyse birileri ondan önce davranmıştı anlaşılan. Aron onu fenomenolojiyle tanıştırdığında bembeyaz kesilmiş olmasında muhtemelen hissettiği heyecan kadar bu durumu gururuna yedirememesinin de payı vardı. Her halükârda o anı hiç unutmayacak ve üzerinden kırk yıl geçtikten sonra bile bir söyleşide konusu açıldığında, “Beynimden vurulmuşa döndüğümü söyleyebilirim,” diyecekti. İşte gerçek bir felsefeyle karşılaşmıştı nihayet. Beauvoir’dan öğrendiğimize göre, en yakın kitapçıya koştu ve “Elinizde fenomenoloji üzerine ne varsa hepsini istiyorum!” dedi. Tek bulabildiği Husserl’in öğrencisi Emmanuel Levinas’ın yazdığı ince bir kitap oldu: La théorie de l’intuition dans la phénoménologie de Husserl (Husserl Fenomenolojisinde Görü Teorisi). O dönemde kitaplar, sayfaları henüz kesilmemiş halde satılıyordu. Sartre, elleriyle sabırsızca yırtarak açtığı sayfaları daha yolda yürürken okumaya başladı. Chapman’ın Homeros çevirisini ilk kez okuyan Keats gibi coşkuluydu adeta: Bir yıldız gözlemcisi gibiydim o an Görüş alanına yeni bir gezegen giren; Ya da yiğit Cortez gibi kartal gözleriyle Pasifik’i süzen –bütün adamları Birbirine bakarken çılgın bir şaşkınlıkla– Sessizce, Darien’deki bir uçurumdan.* Sartre’ın ne kartal gözleri vardı ne de sessiz kalmayı becerebilen bir tipti ama büyük bir şaşkınlık yaşadığı kesindi. Sartre’daki heyecan ve merakı gören Aron ona, kendisinin de yaptığı gibi Berlin’e gidip çalışmalarına gelecek sonbaharda oradaki Fransız Enstitüsü’nde devam etmesini önerdi: Almancasını ilerletip fenomenolojik eserleri yazıldıkları dilde okuyabilir ve açığa çıkardıkları felsefi enerjiyi doğrudan özümseyebilirdi. *
Akşit Göktürk, Çeviri: Dillerin Dili, 12. Baskı, İstanbul: YKY, 2016. (ç.n.)
B AY I M , N E K O R K U N Ç Ş E Y Ş U VA R O L U Ş Ç U L U K !
5
Nazilerin iktidara geldiği 1933 yılı, Almanya’ya taşınmak için cazip bir zaman değildi. Ancak yaşamına yeni bir yön vermek isteyen Sartre için tam zamanıydı. Öğretmenlik yapmaktan, üniversitede öğrendiklerinden, küçüklüğünden beri dönüşmeyi beklediği dâhi yazara dönüşememiş olmaktan artık iyice sıkılmıştı. Yazmak istediği şeyleri yazabilmek için –romanlar, denemeler, yazabileceği ne varsa– önce birtakım maceralar yaşaması gerektiğine inanıyordu. Konstantinapol’de liman işçileriyle çekiç sallamanın, Athos Dağı’nda keşişlerle tefekküre dalmanın, Hindistan’da paryaların arasına karışmanın ve Newfoundland kıyılarında balıkçılarla birlikte fırtınalarla boğuşmanın hayallerini kurmuştu. Oysa şimdilik, Le Havre’da öğretmenlik yapmayacak olmak bile yeterince büyük bir macera sayılırdı. Gerekli ayarlamaları yaptı, yazın geçmesini bekledi ve araştırmalarına başlamak üzere Berlin’e gitti. Bir yılın sonunda buradan yeni bir karışımla döndü: Alman fenomenolojisinin yöntemlerini Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard ve başka filozoflardan aldığı düşüncelerle harmanlayarak hazırladığı karışıma kendi yazınsal duyarlılığını yansıtan tipik Fransız sosunu ekledi. Fenomenolojiyi insanların yaşamlarına, kurucularının hayal bile edemeyeceği kadar heyecan verici ve ferdî bir biçimde uygulayarak etkisi ulusal sınırları aşan ama Paris’e özgü çeşnisini hep koruyan bir felsefenin, modern varoluşçuluğun kurucu babası statüsünü kazandı. Sartre’ın getirdiği yeniliğin sırrı, fenomenolojiyi gerçek anlamıyla kayısı kokteylleri –ve onları servis eden garsonlar– üzerine bir felsefeye dönüştürmüş olmasında yatar. Aynı zamanda bu, beklentinin, sıkkınlığın, kaygının, coşkunun, tepeye doğru bir yürüyüşün, arzulanan sevgiliye duyulan tutkunun, artık arzulanmayan bir diğerinden uzaklaşmanın, Paris bahçelerinin, Le Havre’ın soğuk güz denizinin, tıka basa dolu bir koltukta oturma hissinin, bir kadın sırtüstü yattığında memelerinin aldığı şeklin, bir boks müsabakasındaki heyecanın, bir caz şarkısının, bir sokak lambasının altında karşılaşan iki yabancının anlık bakışmalarının da felsefesiydi. Sartre, felsefesini inşa ederken pek çok olgudan yararlandı: vertigo hissi, röntgencilik, utanç, sadizm, devrim, müzik ve seks. Bol miktarda seks. Önceki filozoflar düşüncelerini ve tezlerini ölçülü bir dille kaleme alırken, Sartre bir romancı edasıyla yazıyordu, ki zaten romancı olduğundan bunda şaşırtıcı bir taraf yoktu. Felsefi denemelerinde olduğu
6
VA R O L U Ş Ç U L A R K A H V E S İ
gibi roman, öykü ve tiyatro oyunlarında da fiziksel dünyayı algılayışımızı, yaşamın karmaşık yapısı ve muhtelif ruh hallerini ele aldı. Hepsinden önemlisi, özgür olmanın ne anlama geldiği üzerine yazdı. Sartre’ın düşüncesine göre, “insan olmanın” temelinde özgürlük yatıyordu ve insanı diğer tüm varlıklardan ayıran buydu. Diğer şeyler oldukları yerde duruyor, bir yerden bir yere itilip çekilmeyi bekliyordu. Sartre, insan olmayan hayvanların bile büyük ölçüde türlerine özgü içgüdü ve davranışlarla hareket ettiğine inanıyordu. Ama ben, bir insan olarak, önceden belirlenmiş bir doğaya sahip değilim. O doğayı ben, yaptığım seçimlerle oluştururum. Elbette, biyolojik ve kültürel faktörler ve kişisel geçmişimin etkisi altında kalabilirim, ancak bunların hiçbiri beni ”üretmeye yarayacak” bir insan şablonunu oluşturmaz. Her zaman kendimden bir adım öndeyimdir ve yaşadıkça kendimi oluştururum. Sartre bu ilkeyi, kendi nazarında varoluşçuluğu tanımlayan dört kelimelik bir slogana dönüştürmüştür: “Varoluş özden önce gelir.” Kısalığıyla kolayca akılda yer eden ancak anlaşılması güçleşen bu formül kabaca şu anlama gelir: Kendimi dünyaya atılmış bir şekilde bulduktan sonra, kendimin tanımını (doğamı ya da özümü) başka hiçbir nesne ve yaşam formunun yapamayacağı bir şekilde, kendim oluştururum. Bana bir etiket yapıştırıp beni tanımlayabileceğinizi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz çünkü ben, her daim yapım aşamasındayım. Bilincimi kazandığım ilk andan ölümün gelip onu yok edişine kadar kendimi eylemlerimle sürekli yeniden yaratırım. İnsanlığımın en temel niteliklerinden biri olan bu hal, Sartre’a göre “insan olmanın” ta kendisidir. Beni ben yapan özgürlüğümdür: ne daha azı, ne daha fazlası. Bu baş döndürücü bir düşünceydi ve İkinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında onu iyice olgunlaştıran Sartre’ı yıldızlığa taşıdı. Şöhrete kavuşup bir guru muamelesi görmeye başlayan Sartre, röportajlar veriyor, fotoğrafları çekiliyor, komitelere davet ediliyor, radyo programlarına çıkıyor, makale ve önsöz yazması için aldığı siparişlerin ardı arkası kesilmiyordu. Sık sık uzmanlığı dışında kalan konular hakkında görüşlerine başvurulan Sartre’ın her konuda muhakkak söyleyecek bir çift sözü oluyordu. Simone de Beauvoir da Sartre gibi farklı türlerde metinler kaleme alıyor; kurgusal eserleri, radyo programları, makaleleri, felsefi denemeleri ve günlükleri ortak bir felsefi izlekte birleşiyordu. Çalışmaları genel anlamda Sartre’ınkine yakın bir felsefi anlayış taşımakla birlikte Beauvoir
B AY I M , N E K O R K U N Ç Ş E Y Ş U VA R O L U Ş Ç U L U K !
7
kendi felsefesini büyük ölçüde tek başına geliştiriyordu ve odaklandıkları noktalar farklıydı. Birlikte konferans ve imza günlerine katıldıkları turnelere çıkıyorlar; bazı etkinliklerde kendilerini, varoluşçuluğun kralı ve kraliçesine yaraşır tahtvari sandalyelerde, ateşli tartışmaların tam ortasında buluyorlardı. Sartre kavuştuğu şöhretin büyüklüğünü ilk kez 28 Ekim 1945’te Paris’te Salle des Centraux’da Club Maintenant (Şimdi Kulübü) tarafından düzenlenen konferansta fark etti. Konuşmasını dinlemek için bu kadar büyük bir kalabalığın akın edeceğini doğrusu ne kendisi ne de organizatörler bekliyordu. İzdiham yüzünden gişeye ulaşamayan birçok kişi salona bilet almadan girdi; zarar gören sandalyeler ve dayanılmaz sıcaktan bayılan bazı izleyiciler oldu. Time dergisinde çıkan fotoğraf altı yazısı o gün yaşananları şöyle görüyordu: “Filozof Sartre. Kadınlar kendilerinden geçti.” İzleyiciler tarafından muhtemelen zar zor seçilen, bir elli üç boyundaki Sartre kürsüde adeta devleşti ve konuşması büyük yankı yarattı. Sonradan L’existentialisme est un humanisme [Varoluşçuluk] adıyla kitaplaştırdığı konuşmanın doruk noktası Nazi İşgali ve (İşgalden) Kurtuluş sırasında yaşananların tazeliğini koruduğu bir dönemde kalabalığın kendini kolayca özdeşleştirebileceği bir anekdottu. Anlattığı hikâye, Sartre’ın felsefesinin şok edici ve cezbedici niteliklerine iyi bir örnek teşkil eder. Sartre, Nazi İşgali sırasında akıl danışmak için yanına gelen eski bir öğrencisinin başından geçenleri anlatır. Ağabeyi 1940 yılında Fransızların teslim olmasından önce bir muharebede öldürülmüş, ardından babası işbirlikçilere katılıp ailesini terk etmiştir. Artık annesinin tek tesellisi ve tek dayanağı odur. Ancak genç adamın asıl isteği, İspanya üzerinden gizlice İngiltere’ye geçip sürgündeki Özgür Fransız kuvvetlerine katılmak ve Nazilerle savaşmaktı. Böylece ağabeyinin intikamını alacak, babasına meydan okuyacak ve özgürlük mücadelesine destek verecekti. Ancak ortada bir sorun vardı: Bunu yaparsa yiyecek bulmanın bile iyice zorlaştığı bir dönemde annesini yalnız ve korunaksız bırakmış olacaktı. Ayrıca annesinin başının Almanlarla derde girmesine neden olabilirdi. Delikanlı içinde bulunduğu durumda ne yapmalıydı? Annesini gözetip yalnızca ona somut bir faydası bulunacak seçimi yaparak annesinin yanında mı kalmalıydı, yoksa savaşa katılıp daha geniş çaplı bir fayda sağlamak için şansını mı denemeliydi?
8
VA R O L U Ş Ç U L A R K A H V E S İ
Filozoflar bu tür etik ikilemlerin içinden çıkmakta hâlâ zorlanmaktadırlar. Sartre’ın karşı karşıya kaldığı soru, “troleybüs problemi” adıyla bilinen popüler düşünce deneyi ile benzerlikler taşır. Bu deneye göre kontrolden çıkmış bir troleybüs raylarda son sürat ilerlerken, biraz ileride troleybüsten kaçma şansı bulunmayan beş kişi görüyorsunuz. Şayet müdahale etmezseniz o beş kişi ölecektir. Yanı başınızda duran ray değiştirme şalterini kullanarak troleybüsü yan taraftaki raya geçirebileceğinizi fark ediyorsunuz. Bu rayda da troleybüsten kaçma şansı bulunmayan bir kişi vardır ve şalteri indirip troleybüsün yolunu değiştirirseniz herhangi bir müdahalede bulunmadığınız takdirde hayatı kurtulacak olan o kişi ölecektir. Müdahale edip tek kişinin ölmesine mi neden olursunuz yoksa hiçbir şey yapmayıp beş kişinin ölmesine göz mü yumarsınız? (Bu deneyin varyasyonlarından biri olan “şişman adam” problemindeyse troleybüsü raydan çıkarmanın tek yolu şişman bir adamı üst geçitten raylara atmaktır. Bu sefer, öldüreceğiniz insana bizzat fiziksel müdahalede bulunmanız gerekmekte ve bu da karşı karşıya kaldığınız ikilemi daha sarsıcı ve zor bir hale getirmektedir.) Sartre’ın öğrencisinin yaşadığı ikilem “troleybüs problemi” tipi bir ikilem gibi görülebilir, ancak İngiltere’ye gidişinin gerçekten bir işe yarayıp yaramayacağını ya da annesini yalnız bırakarak kadını ciddi bir tehlikeye atıp atmadığını kesin olarak bilemeyeceğinden karar vermesi gereken durum çok daha karmaşıktır. Sartre, ne “troleyologlar” olarak bilinen düşünürlerin yürüttüğü tartışmalarla ne de etik bir probleme muhakeme aracılığıyla yanıt arayan geleneksel felsefi yaklaşımlarla ilgileniyordu. O, hitap ettiği kitleyi bu konu üzerinde daha öznel düşünmeye teşvik ediyordu. Bu tür bir seçimle karşı karşıya kalmak nasıl bir şeydir? Aklı karışık bir delikanlı nasıl hareket etmesi gerektiği üzerine karar verirken nasıl bir yol izler? Ona kim, nasıl yardım edebilir? Sartre, bu son soruyu kimlerin ona yardımcı olamayacağından yola çıkarak ele alıyordu. Öğrencisi, akıl danışmak için Sartre’a gitmeden önce, yerleşik ahlaki otoritelerin tavsiyesine başvurmaya niyetlenmişti. Bir rahibe gitmeyi düşünmüştü ama rahiplerin bazıları Nazi işbirlikçisiydi ve zaten Hıristiyan ahlakının ona komşusunu sevmesi ve başkalarına –başkaları dediği annesi mi, Fransa mı belirtmeden– iyilik yapması dışında verecek bir tavsiyesi olmadığını biliyordu. Rotayı derslerde okuttukları ve bilgelik pınarı oldukları varsayılan filozoflara çevirmeyi düşünmüştü. Ama onlar da
B AY I M , N E K O R K U N Ç Ş E Y Ş U VA R O L U Ş Ç U L U K !
9
fazlasıyla soyut kalıyordu: İçinde bulunduğu durum karşısında söyleyebilecek işe yarar bir şeyleri olmadığını hissetmişti. Bunun üzerine, kendi içsesini dinlemeye karar vermişti: Belki aradığı cevabı kalbinin derinliklerinde bulabilirdi. Ama hayır! Orada da her kafadan başka bir ses çıkıyordu (şöyle şeyler söylüyorlardı muhtemelen: Kalmalıyım, gitmeliyim, cesur davranmalıyım, iyi bir evlat olmalıyım, harekete geçmek istiyorum ama korkuyorum, ölmek istemiyorum, gitmem lazım. Babamdan daha iyi bir insan olacağım! Ülkemi gerçekten seviyor muyum? Yoksa yalnızca seviyormuş gibi mi yapıyorum?). Tüm bu kakofoninin ortasında kendine bile güvenemiyordu. Delikanlı, son çare olarak eski öğretmeni Sartre’a başvurmuştu; hiç değilse ondan klişe bir yanıt almayacağından emindi. Sartre kendisinden beklendiği gibi, delikanlının problemini ilgiyle dinledi ve lafı dolandırmadan şöyle dedi: “Özgürsün, o yüzden seçimini kendin yap – yani onu yarat.” Bu dünyada yol gösterici bir işaret yoktur, diyordu Sartre. Geleneksel otorite mercileri seni özgürlük yükünden kurtaramaz. Vereceğin kararı ahlaki ve pratik açılardan tartarken ne kadar ince eleyip sık dokursan doku, önünde sonunda gözünü karartıp eyleme geçmen gerekir, ki ne yapacağın tamamen sana kalmış durumdadır. Sartre, tavsiyesinin öğrencisinin işine yarayıp yaramadığını veya sonuçta ne yapmaya karar verdiğini söylemez. Böyle bir delikanlı gerçekten var mıydı, birden fazla kişiden esinlenerek mi oluşturulmuştu yoksa tamamen uydurma bir karakter miydi, bilmiyoruz. Her halükârda, Sartre dinleyicilerin şunu anlamasını istiyordu: Daha az dramatik durumlarda bile her biri o öğrenci kadar özgürdü. Ahlak yasalarına uygun davrandığınızı ya da psikolojik yapınız, geçmiş deneyimleriniz ve çevresel faktörlerin davranışlarınızı belirlediğini düşünebilirsiniz, diyordu. Bu etkenler davranışlarınızı etkileyebilir, ancak içinde bulunduğunuz “durum” karşısında yapacağınız seçimi onlar belirlemez. Kendinizi infaz edilmek üzere, bir Gestapo zindanında ya da bir uçurumdan aşağı düşmek üzere bulabilirsiniz; içinde bulunduğunuz durum ne kadar feci olursa olsun düşünce ve eylemlerinizde bu durumu nasıl dönüştüreceğiniz konusunda özgür olmaya devam edersiniz. Şimdi bulunduğunuz noktadan başlayarak bir seçim yaparsınız ve bu seçimle birlikte aynı zamanda kim olacağınızı da seçersiniz. Bu durum zor ve yıldırıcı bir şeymiş gibi geliyorsa tamamen öyle olduğundandır. Sartre sürekli karar vermek zorunda kalmanın yol açtığı müzmin kaygının farkındadır. Yaptığınız seçimlerin sahiden önemli olduğuna
10
VA R O L U Ş Ç U L A R K A H V E S İ
işaret ederek bu kaygıyı artırır. Bir seçim yaparken bu seçimi tüm insanlık adına yapıyormuşsunuz gibi davranmanız ve insan ırkının sergilediği davranışların tüm sorumluluğunu üstlenmeniz gerekir. Kendinizi kandırıp şartların ya da bir kötü bir tavsiyenin kurbanı olduğunuzu düşünerek bu sorumluluktan kaçarsanız insan olmanın gereğini yerine getirmemiş ve kendi “sahiciliğinizden” kopuk, sahte bir varoluşu seçmiş olursunuz. Bu dehşet verici durum bir yandan da büyük bir vaat içerir: Sartre’ın varoluşçuluğu, çaba gösterdiğiniz sürece sahici ve özgür bir birey olmanın mümkün olduğunu söyler. Bu düşünce korkutucu olduğu ölçüde ve aynı nedenlerden ötürü heyecan vericidir. Sartre bu düşüncesini konferanstan kısa bir süre sonra gerçekleşen bir söyleşide şöyle özetlemiştir: İnsanı kurtuluşa götüren çizilmiş bir yol yoktur; her insan daima kendi yolunu sürekli kendisi çizmelidir. İnsan kendi yolunu çizmekte özgürdür; çizdiği yoldan, hiçbir mazeret olmaksızın sorumludur ve umut, tümüyle kendi içindedir. Bu cesaret aşılayıcı düşünce, savaşın yerleşik siyasi ve toplumsal yapıları derinden sarstığı 1945’te son derece cezbediciydi. Gerek Fransa’da gerek başka ülkelerde insanların yakın geçmişte yaşanan ahlaki çöküntü ve dehşeti arkalarında bırakıp yeni başlangıçlara kucak açmak için yeterli nedeni vardı. Ancak bu yenilenme arayışını gerektiren daha önemli nedenler söz konusuydu. Sartre’ın mesajı dinleyicilerle Avrupa’nın büyük ölçüde yıkıntıya dönüştüğü, Nazi ölüm kamplarının varlığına dair haberlerin ortaya çıktığı ve Hiroşima’yla Nagazaki’nin atom bombalarıyla yerle bir edildiği bir dönemde buluşuyordu. Savaşla birlikte insanlar, uygarlığın normlarını bütünüyle terk edebilecek kapasitede olduklarını fark etmişlerdi. Önceden belirlenmiş insan doğası fikrinin sorgulanır hale gelmesine şaşmamak gerek. Kurulacak yeni dünya inşa edilirken yapılacak en doğru şey muhtemelen politikacıların, dini liderlerin, hatta fildişi kulelerindeki eski tip filozofların kılavuzluğuna güvenmemek olacaktı. Öte yandan büyük bir şevkle bu işi üstlenmeye hazır yepyeni tarzda bir filozof vardı ve bu iş için biçilmiş kaftandı. 1940’ların ortalarında Sartre’ın sorduğu en önemli soru şuydu: Özgür olduğumuza göre, bu özgürlükten içinde bulunduğumuz zorlu zamanlarda nasıl faydalanabiliriz? Hiroşima’dan hemen sonra yazdığı ve