MA R IA NA ENR IQUEZ
yangında kaybettiklerimiz
Çeviri: Seda Ersavcı
YANGINDA KAYBETTİKLERİMİZ
MARIANA ENRIQUEZ
Özgün ismi: Las Cosas que Perdimos en el Fuego © 2015, Mariana Enriquez Bu kitabın Türkçe yayın hakları Kalem Telif Hakları Ajansı aracılığıyla alınmıştır. Türkçe yayın hakları: © 2017 Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Sertifika No: 12746 Domingo, Bkz Yayıncılık markasıdır. Çeviri: Seda Ersavcı Sayfa uygulama: Bahadır Erşık Özgün kapak tasarımı: Rui Cartaxo Rodrigues | Quetzal Editores Kapak uyarlama: Betül Güzhan ISBN: 978 605 198 011 9 Baskı: Kasım 2017 İnkılap Kitabevi Baskı Tesisleri Çobançeşme Mah. Altay Sok. No: 8 Yenibosna - Bahçelievler İstanbul Tel: (212) 496 11 11 Sertifika No: 10614 Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın tümünün veya içeriğinin herhangi bir bölümünün yayıncının yazılı izni olmadan, fotokopi yöntemi dahil, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla çoğaltılması yasaktır.
Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Şahkulu Mah. Büyük Hendek Cad. Brot Apt. No: 4 D: 10 Beyoğlu İstanbul Tel: (212) 245 08 39 e-posta: domingo@domingo.com.tr www.domingo.com.tr
Şimdi yine eskisi gibi küçük bir kız olmayı, yarı vahşi, gözü pek, başıboş, küçük bir kız olmayı ne kadar isterdim! Emıly BrontË, Uğultulu Tepeler (çev. Naciye Akseki Öncül)
Kendi zihnimin içindeyim. Yanlış haneye kapattılar beni. Anne Sexton, “Deliler Yılına”
İÇİNDEKİLER
Pasaklı Çocuk
1
Pansiyon
29
Esrik Yıllar
43
Adela’nın Evi
59
Pablo Bir Çivi Çaktı: Kepçekulak Ufaklık’ın Yâdigarı
75
Örümcek Ağı
87
Sene Sonu
113
Bir Gram Et Yok Üstümüzde
121
Komşunun Avlusu
127
Kara Suların Dibinde
151
Yeşil Kırmızı Turuncu
171
Yangında Kaybettiklerimiz
183
PASAKLI ÇOCUK
Constitución’daki evde yaşamayı seçtiğim için ailem deli olduğumu düşünüyor; Virreyes Caddesi üstünde, yeşile boyalı demir kapıları Art deco etkileri taşıyan, zemini, cilaladığım takdirde rahatlıkla bir buz pateni pistine dönüşebilecek, eski, öylesi kırık dökük mozaiklerle kaplı, dedem ve babaannemden kalma taş bir bina burası. Gelgelelim ben hep vurgundum bu eve ve küçük bir kızken, bir avukatlık bürosuna kiraya verdiklerinde, gizli bir bahçeyi andıran iç avluya bakan o koca pencereli odaların hasretiyle nasıl da huysuzlandığımı hâlâ hatırlarım: Hayal kırıklığımın sebebi, kapının önünden geçerken dilediğim gibi içeri giremeyecek olmaktı aslında. Sessiz ve neredeyse hiç gülmeyen bir adam olan, hiçbir zaman benimle oynamayan dedemi o kadar özlemiyordum mesela. Öldüğünde ağlamadım bile hatta. Ölümünden sonra, evi birkaç yıllığına da olsa kaybettiğimizde çok daha fazla ağladım. Avukatların ardından diş hekimleri geldi, son olarak kiralandığı seyahat dergisi ise iki yıl bile tutunamadı. Ev çok güzel ve rahattı, eskiliği göz önünde bulundurulduğunda hakikaten iyi durumda olduğu da söylenebilirdi
pekâlâ ama artık hiç kimse ya da hemen hemen hiç kimse bu mahalleye yerleşmek istemiyordu. Seyahat dergisinin burayı seçme nedeni, o dönem kiranın çok ucuz olmasıydı. Fakat bu bile onları hızla iflasa sürüklenmekten alıkoyamadı, kuşkusuz soyulmalarının da bu duruma bir faydası olmadı: Tüm bilgisayarları, bir mikrodalga fırın hatta ağır mı ağır fotokopi makineleri çalındı. Constitución tren istasyonu semtidir; trenler şehrin güneyinden bu istasyona gelir. XIX. yüzyılda Buenos Aires’li aristokratların yaşadığı bir bölgeydi; burada, tıpkı ailemin evi gibi evler olmasının sebebi bu; öte yandan, istasyonun öbür tarafında, Barracas’ta, otel veya huzurevine dönüştürülmüş yahut birer virane haline gelmiş malikâne sayısı çok daha fazla. 1887’de aristokrat aileler sarıhumma sebebiyle şehrin kuzeyine kaçtı. Pek azı döndü. Yıllar içinde dedem gibi zengin tüccarların aileleri gargoylelerle süslenmiş, kapı tokmakları bronzdan taş evler alabildiler. Gelgelelim mahallede firarın, metrukluğun ve istenmeyen koşulların izi kaldı bir kere. Ve günden güne de kötüye gitti. Fakat nereye gideceğinizi bilir, dinamikleri anlar, saatin bilincinde hareket ederseniz tehlikeli değil aslında. Ya da daha az tehlikeli diyelim. Mesela cuma gecesi Garay Meydanı’na gidersem bir kavganın ortasında kalabileceğimi biliyorum: Ceballos Caddesi’nin mini-narkoları mıntıkalarını kaptırmamaya ve bitmek bilmeyen alacaklarını toplamaya çalışıyor olabilir pekâlâ; en ufak şeyden rencide olan beyinsiz müptelalar ellerindeki şişelerle karşı saldırıya geçebilir; sarhoş ve yorgun travestiler de mıntıka mücadelesi verebilir. Eve Solís Caddesi’nden değil de bulvardan yürürsem bir soyguna maruz kalma ihtimalimin çok daha
2
fazla olduğunu biliyorum. Hem de bulvar çok daha aydınlık; az sayıdaki sokak lambasının çoğu kırık olan Solís’in ise çok daha karanlık olmasına rağmen. Tüm bu stratejileri öğrenmek için mahalleyi iyice tanımak gerek. Bulvarda iki kez soyuldum, ikisinde de birkaç oğlan koşa koşa gelip çantamı kaptı, beni yere düşürüp kaçtı. İlkinde polise gittim; ikincisinde artık bunun beyhude bir çaba olduğunu, polisin gençlerin kendileri için yaptığı iyilikler karşılığında, otobandaki köprü haricinde (yine de üç blok kurtarılmış oluyordu) buradaki soygunlara göz yumduğunu öğrenmiştim. Bu mahallede gönül rahatlığıyla gezinebilmenin belli başlı yolları var ve ben hepsine hâkimim, tabii her zaman beklenmedik şeyler olabilir, o ayrı. Esas mesele korkmamakta, mühim arkadaşlar edinmekte, suçlu komşulara bile selam vermekte –hatta özellikle de suçlularsa selam vermekte–, baş yukarıda ve çevreye kulak kesilerek yürümekte bitiyor. Bu mahalleyi seviyorum. Nedenini kimse anlamıyor. Oysa çok basit: Dikkatli, cesur ve uyanık hissetmemi sağlıyor. Şehirde, çok daha zengin, hoş, etkileyici ve büyük fakat yaşaması da bir o kadar kolay olan banliyöler hariç, Constitución gibi yerler pek kalmadı. Constitución’da hayat kolay değil ama bir zamanlar bu duvarlar arasında kadim tanrılara yalvarıldığını bile bilmeyen hayırsızlar tarafından yeniden mesken tutulan metruk tapınakları andıran ve eski şaşaasından en ufak bir eser kalmayan köşe bucağıyla gerçekten güzel. Evimin birkaç kilometre ötesindeki Congreso Meydanı’ndaki kadar değil belki ama sokakta yaşayanlar da hayli fazla; Congreso Meydanı’nda, hükümet binalarının tam karşısında, özenle görmezden gelinse de resmen ve alenen
3
kamp kurulmuş vaziyette, hatta her gece bir avuç gönüllü bu insanlara yemek veriyor, çocukların sağlık durumlarını kontrol ediyor, kışın battaniye, yazın soğuk su dağıtıyor. Constitución’da evsizler daha bir sahipsiz, pek az yardım geliyor onlara. Evimin karşısında, bir zamanlar bir ambarın bulunduğu, şimdiyse kimsenin işgal edememesi için dört bir yanı, kapıları ve pencereleri tuğlalarla örülmüş binanın köşesinde oğluyla birlikte genç bir kadın yaşıyor. Kadın birkaç aylık hamile, gerçi mahallenin uyuşturucu bağımlısı anneleri her daim öylesine cılızlar ki, gerçek bir tahmin yürütmek mümkün değil. Çocuk dört beş yaşlarında olmalı, okula gitmiyor ve günü metroda, Aziz Expeditus resimleri karşılığında para dilenerek geçiriyor. Öyle olduğunu biliyorum çünkü bir gece, şehir merkezinden eve dönerken onu metroda gördüm. Üstelik bunu insanı hakikaten rahatsız eden bir şekilde yapıyor: Bu dini kartları verdikten sonra yolcuları kendisiyle tokalaşmaya zorluyor. Pis ve kısacık bir tokalaşma. Yolcular hem tiksiniyor hem de üzülüyor: Çocuk pis, ayrıca leş gibi kokuyor fakat kimsenin onu metrodan çıkarıp da evine götürme, bir güzel yıkama ve sosyal yardım görevlilerini arama merhametini gösterdiğini görmedim. İnsanlar onunla tokalaşıyor ve ondan resim alıyor. Çocuğun kaşları hep çatık ve sesi hep yorgun; her daim nezle; bazen metrodaki yahut Constitución’daki diğer çocuklarla sigara içiyor. Bir gece metro istasyonundan evime beraber yürüdük. Benimle hiç konuşmadı ama birbirimize arkadaşlık ettik işte. Bir iki abuk soru sordum; yaşını, adını öğrenmek istedim ama cevap vermedi. Tatlı ya da sevecen bir çocuk değildi. Fakat evimin kapısına geldiğimde benimle vedalaştı. “Hoşça kal komşu,” dedi. “Hoşça kal komşu,” dedim.
4
* Pasaklı çocuk ve annesi üst üste atılmış üç şiltenin üstünde uyuyor, şilteler öylesine eski ki, üçü ancak tek bir döşek yüksekliğinde. Anne sahip oldukları azıcık kıyafeti siyah çöp poşetlerinde tutuyor, bir de içinde ne olduğunu hiçbir zaman tam göremediğim bir sırt çantası var. Köşeden hiç ayrılmıyor, mahzun ve tekdüze bir sesle hep orada dileniyor. Anneden hazzetmiyorum. Sadece sorumsuzluğu değil hoşuma gitmeyen, taş kokain kullanıyor ve bu da karnındaki bebeği mahvediyor, öte yandan oğluna, pasaklı çocuğa iyi davrandığını da görmedim hiçbir zaman. Gelgelelim hoşuma gitmeyen bir yanı daha var. Resmi tatil olan pazartesi günü kendi evinde saçımı keserken arkadaşım Lala’ya bahsediyordum bundan. Lala kuaför ama bir süredir bir kuaför salonunda çalışmıyor; patronlardan hoşlanmadığını söylüyor. Evde hem daha huzurlu hem de daha çok para kazanıyor. Bir kuaför salonu olarak Lala’nın dairesinin birtakım sorunları var aslında. Sıcak su mesela; termosifon doğru düzgün çalışmadığından sıcak su arada kesiliyor, hatta bazen boyanın ardından saçımı yıkarken başımdan aşağı öyle soğuk bir su döküyor ki çığlığı basıveriyorum. Gözlerini deviriyor ve tüm sıhhi tesisatçıların onu kandırdığını, fazladan para aldıklarını ve parasını hiçbir zaman iade etmediklerini söylüyor. Ona inanıyorum. Eski saç kurutma makinesiyle neredeyse saç derimi yakarken, “O kadın tam bir ucube kızım!” diye bağırıyor. Kalın parmaklarıyla saçımdaki düğümleri açarken de canımı yakıyor. Birkaç yıl önce Lala, Brezilyalı bir kadın olmaya karar verdi ama aslında Uruguaylı bir erkek olarak doğmuştu. Şimdi mahalledeki en iyi travesti kuaför kendisi, artık fahişelik de yapmıyor; sokakta fahişelik yaparken
5
Brezilya aksanıyla konuşmak erkekleri baştan çıkarmasında hayli faydalı oluyordu ama artık bir anlamı kalmadı doğrusu. Gelgelelim sırf alışkanlıktan, bazen telefonda Portekizce konuşuyor ya da sinirlendiğinde kollarını tavana doğru kaldırıp, saç kestiği salonun bir köşesinde, her daim sohbet sayfasının açık olduğu bilgisayarın tam yanında kendisine küçük bir sunak hazırlamış olduğu kişisel Eshu’su* Pomba Gira’ya** Portekizce dua ediyor; merhamet yahut intikam dileniyor. “Demek sen de bir ucube olduğunu düşünüyorsun.” “Tüylerimi diken diken ediyor anacığım. Sanki lanetli gibi, ne bileyim ben.” “Niye öyle dedin?” “Benim bir şey dediğim yok. Fakat mahalledekiler para için her şeyi yaptığını, cadı toplantılarına bile katıldığını söylüyorlar.” “Aman Lala, ne cadısı Tanrı aşkına! Burada cadı madı yok, her şeye de inanma.” Saçımı çekti, kasti gibi geldi bu bana ama sonra özür diledi. Kastiydi. “Burada ‘hakikaten’ olup bitenler hakkında sen ne biliyorsun ki anacığım. Burada yaşıyorsun ama başka bir dünyaya aitsin.” Her ne kadar bunu bu şekilde dile getirmesi, açık yüreklilikle bana haddimi bildirm esi, Buenos Aires’in en tehlikeli semtinde oturmayı yeğlediği için asi olduğunu *
Yoruba dininde Tanrı’nın alametlerinden birini yansıtan bir ruha verilen ad. (ç.n.) ** Brezilya’da, özellikle Umbanda ve Kimbanda dini inanışlarında görülen AfroBrezilya kökenli bir ruhtur. Eshu erkek cinselliğini, doğurganlığı ve gücü temsil ederken Pompa Gira dişil güzelliği, cinselliği ve arzuyu temsil eder. (ç.n.)
6
sanan orta sınıftan bir kadın olduğumu yüzüme vurması beni rahatsız etse de haklılık payı var. İç geçiriyorum. “Haklısın Lala. Ama demek istediğim, kadın evimin karşısında yaşıyor ve hep orada, şiltelerin üzerinde oturuyor. Yerinden kımıldamıyor bile.” “Uzun saatler boyu çalışıyorsun, kadının ne yaptığını ne biliyorsun? Gecelerini onu izleyerek geçiriyor değilsin ya. Bu mahalledeki insanlar anacığım, çok… Nasıl denir… Sen farkına bile varmadan sana saldırıveriyorlar işte.” “Sinsi mi?” “Aynen öyle. Gerçekten imrenilesi bir kelime dağarcığın var, öyle değil mi Sarita? Bu kadın gerçekten klas.” Sarita on beş dakikadır Lala’nın benimle işini bitirmesini bekliyor ama bunu dert etmiyor. Dergileri karıştırıyor. Sarita, Solís Caddesi’nde fahişelik yapan genç bir travesti ve de çok güzel. “Anlat ona Sarita, bana anlattığın şeyi anlat.” Fakat Sarita bir sessiz film yıldızı edasıyla dudak büküyor, bana bir şey anlatmak falan istemiyor. İşime geliyor doğrusu. Aynı anda kulağa hem gerçek dışı hem de gayet olası gelen ve beni, en azından gündüz vakti hiçbir şekilde korkutmayan tekinsiz kenar mahalle hikâyeleri dinlemek istemiyorum. Geceleri gecikmiş kimi işleri bitirmeye uğraşır, doğru düzgün konsantre olabilmek adına sessizliğin içinde sabaha kadar otururken alçak sesle anlattıkları hikâyeler düşüyor aklıma bazen. Ve işte o zaman, sokak kapısıyla balkon kapısının sıkı sıkıya kapalı olup olmadığını kontrol ediyorum ve bazen sokağa, özellikle de pasaklı çocukla annesinin, isimsiz ölüler misali kımıltısız uyuduğu köşeye bakıyorum. *
7
Bir gece akşam yemeğinden sonra zil çaldı. Tuhaftı doğrusu: O saatlerde hemen hiç kimse gelmez ziyaretime. Yalnız hissettiği kimi geceler kapıma dayanan Lala dışında; nihayetinde geceyi birlikte geçiririz öyle anlarda, hüzünlü Meksika şarkıları dinler, viski içeriz. Gelenin kim olduğunu anlamak için camdan bakınca –şayet gece yarısına doğru zil çalarsa kimse doğrudan kapıyı açmaz bu mahallede– pasaklı çocuğu gördüm. Hemen anahtarlarımı bulup onu içeri aldım. Ağlamıştı, pis suratındaki açık renk çizgilerden belliydi. İçeri koşa koşa girdi ama yemek odasının kapısına varmadan durdu, sanki benden izin istiyor gibiydi. Yahut devam etmekten korkuyordu sanki. “Ne oldu?” diye sordum. “Annem dönmedi,” dedi. Sesi o kadar da boğuk çıkmıyordu şimdi ama beş yaşındaki bir çocuk gibi de tınlamıyordu. “Seni yalnız mı bıraktı?” Başıyla onayladı. “Korkuyor musun?” “Açım,” diye yanıtladı. Korkuyordu da ama bunu bir yabancıya, hele de onun gök kubbe altındaki sığınağının tam karşısında bir evi, güzel ve kocaman bir evi olan bir yabancıya itiraf etmeyecek kadar da nasır bağlamıştı artık. “Pekâlâ,” dedim, “geç bakalım.” Yalınayaktı. Son gördüğümde ayağında yepyeni bir çift ayakkabı vardı. Sıcaktan mı çıkarmıştı acaba? Yoksa gece ayakkabılarını biri mi çalmıştı? Sormak istemedim. Onu mutfaktaki bir iskemleye oturttum ve fırına tavuklu pilav koydum. Ana yemeği beklerken yemesi için ev yapımı leziz bir ekmeğe peynir sürdüm. Ekmeği sakince ve ciddiyetle gözlerimin içine bakarak yedi. Açtı ama açlıktan ölmüyordu.
8
“Annen nereye gitti?” Omuz silkti. “Sık gider mi?” Yine omuz silkti. İçimden onu şöyle bir sarsmak geçti ama anında kendimden utandım. Yardımıma ihtiyacı vardı; sapkın merakımı gidermeye de mecbur değildi üstelik. Gelgelelim sessizliğinde beni öfkelendiren bir şey vardı. Nazik ve cana yakın bir çocuk olmasını istiyordum, tavuklu pilavını ağır ağır, her lokmanın tadını çıkara çıkara yiyen, Coca-Cola’sını bir dikişte bitirdikten sonra geğiren ve bir bardak daha içmek isteyen somurtkan ve pis çocuk değil. Ona tatlı olarak ikram edebileceğim bir şey yoktu ama cadde üstündeki dondurmacının açık olduğunu biliyordum; yazları gece yarısından önce kapamıyorlardı. Dondurmacıya gitmek isteyip istemediğini sordum, yüzünü tamamen değiştiren bir gülümsemeyle istediğini söyledi; dişleri küçücüktü, alttakilerden bir tanesi düşmek üzereydi. Bu kadar geç saatte dışarı çıkmak, hele de caddeye gitmek beni korkutmuyor değildi aslında ama dondurmacı tarafsız bölgeydi, neredeyse hiçbir zaman ne bir hırsızlık ne de kavga olurdu orada. Yanıma cüzdanımı almadım, pantolonumun cebine biraz para tıkıştırdım. Sokağa çıktığımızda pasaklı çocuk elimi tuttu; bunu metroda kendisinden resim alan müşterileriyle tokalaşırkenki kayıtsızlığıyla yapmadı. Sımsıkı yapıştı elime; belki de hâlâ korkuyordu. Yolun karşısına geçtik; annesiyle beraber üzerinde uyuduğu şilte boştu halen. Sırt çantası da ortalarda yoktu: Ya kadın beraberinde götürmüştü ya da orada sahipsiz durduğunu gören biri çalmıştı. Dondurmacıya varmak için üç blok yürümemiz gerekiyordu, böylece kimi geceler sessiz ve sakin olabilen
9
Ceballos Caddesi’ni seçtim. Tuhaf bir caddeydi burası. Daha az heybetli, daha şişman veya daha yaşlı travestiler bu sokakta çalışıyordu. Pasaklı çocuğa giydirebileceğim bir ayakkabı olmadığına üzüldüm: Kaldırımlar cam kırıklarıyla doluydu, canını yakmasını istemiyordum. O ise çıplak ayaklarıyla kendinden emin bir şekilde yürüyordu; alışıktı. O gece etrafta neredeyse hiç travesti yoktu ama her yer sunaklarla doluydu. O günün 8 Ocak, Gauchito Gil’i Anma Günü olduğunu anımsadım. Corrientes eyaletinin sevilen bir azizidir Gauchito Gil; tüm ülkede, hele de fakir mahallelerde hayli hürmet edilir kendisine; gerçi tüm şehir, hatta mezarlıklar bile sunaklarla dolar o gün. Rivayete göre Antonio Gil XIX. yüzyılın sonlarında vatana ihanetten öldürülür; bir polis öldürür onu; ağaca asar ve boğazını keser. Fakat hain sığır çobanı ölmeden önce ona, “Oğlunun iyileşmesini istiyorsan bana dua etmelisin,” der. Polis söyleneni yapar çünkü oğlu çok hastadır. Çocuk iyileşir. Bunun üzerine polis, Antonio Gil’i ağaçtan indirir ve öldürdüğü yere gömer, orası her yaz binlerce insanın ziyaret ettiği, bugün bile varlığını koruyan bir yatır haline gelir. Birden kendimi bu mucizevi çobanın hikâyesini pasaklı çocuğa anlatırken buldum, sonrasında da sunaklardan birinin önünde durduk zaten. Açık mavi gömleği ve boynunda kırmızı fularıyla –ve başında kırmızı saç bandıyla– alçıdan aziz tam karşımızdaydı işte, bir de sırtında yine kırmızı bir haç vardı. Etrafında çeşit çeşit kırmızı kumaş ve küçük, kırmızı bir bayrak vardı: kan rengi; haksızlığın ve kesilen boğazın yadigârı. Gelgelelim hiçbiri ne korkutucu ne de dehşet vericiydi. Sığır çobanı şans, şifa, yardım getirir insanlara ve karşılığında pek de bir şey istemez aslında, bu saygı gösterilerini ve bazen belki birkaç damla alkol bekler olsa olsa. Veya elli derece sıcakta Corrientes’in
10