Andri Snær Magnason
ZAMAN SANDIĞI
Çeviri: Cenk Pamay
ZAMAN SANDIĞI ANDRI SNÆR MAGNASON Özgün ismi: Tímakistan © 2013 Andri Snær Magnason Bu kitabın Türkçe yayın hakları Forlagid (www.forlagid.is) aracılığıyla alınmıştır. Türkçe yayın hakları: © 2019 Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Sertifika No: 12746 Domingo, Bkz Yayıncılık markasıdır. İngilizceden çeviren: Cenk Pamay Editör: Algan Sezgintüredi Sayfa uygulama: Bahadır Erşık Özgün kapak tasarımı: Katla Rós Völudóttir Kapak uyarlama: Betül Güzhan ISBN: 978 605 198 079 9 Baskı: Şubat 2019 Optimum Basım Tevfikbey Mah. Dr. Ali Demir Cad. No: 51/1 34295 Küçükçekmece İstanbul Tel: 0212 463 71 25 Sertifika No: 41707 Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın tümünün veya içeriğinin herhangi bir bölümünün yayıncının yazılı izni olmadan, fotokopi yöntemi dahil, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla çoğaltılması yasaktır.
Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Şahkulu Mah. Büyük Hendek Cad. Brot Apt. No: 4 D: 10 Beyoğlu İstanbul Tel: (212) 245 08 39 e-posta: domingo@domingo.com.tr www.domingo.com.tr
2013 İzlanda Edebiyat Ödülü, gençlik kitapları kategorisi İzlanda Kitapevleri Ödülü, yılın en iyi gençlik kitabı
2014 Nordic Council Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Ödülü finalisti
2014 Reykjavik Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Ödülü “Adeta Chomsky ve Lewis Carroll’ın aşkından doğmuş bir eser.” –Rebecca Solnit
Ve Zaman küle çevirir eski kanatlarını, koparır atar taşımaya lanetlendiği bağlarını yükselir alevlerin içinden uçar mavi ormanlara ve gelen her yeni baharla ağaçlar dolup taşar yapraklarla
Jón úr Vör - Mjallhvítarkistan
Şubatlar Olmasın Artık Güneşli bir yaz günüydü; kuşlar şakıyor ama hiç kimse mutlu görünmüyordu. Ülke bir “durumun” pençesine düşmüştü. Sigrun’un ebeveyni başka hiçbir şeyden söz etmiyor, kafalarını gazete ve bilgisayarlarından neredeyse hiç kaldırmıyor; televizyondaki tartışma programlarıysa ekonomist ve politikacılarla dolup taşıyordu. Sigrun artık bu “durumdan” büsbütün bıkıp usanmış, sonunda annesi ve babasını ekranların başından kaldırıp dondurma ve patlamış mısır almak üzere dışarı çıkarmayı başarabilmişti. Böylece evde, hep birlikte oturup komedi programı izleyebileceklerdi. Markete giderlerken elindeki tabelada şöyle yazan bir adamla karşılaştılar: SONUMUZ YAKIN! “O bir ekonomist mi?” diye sordu Sigrun. “Şşş!” dedi annesi. “Saçma sapan konuşma kızım. Ekonomistler takım elbise giyer.” Sigrun, eve döndüklerinde mısır patlattı ve hep birlikte oturma odasına geçtiler. Kanepenin üstünde birbirlerine sokulup sıcacık bir yumak halinde otururlarken babası, “Ya, ne kadar güzel oldu, değil mi?” dedi. 7
Program başladı ve diğer her şeyi unutup birkaç dakika kahkahalarla güldüler, ta ki program aniden bölünene kadar. “Mali durum yüzünden yayına ara veriyoruz,” dedi sunucu. Ekranda üç ekonomist belirdi. Of olamaz, diye içinden geçirdi Sigrun. Yine mi? Adamlar üç kafalı bir deve benziyorlardı. “Siyam üçüzleri diye bir şey var mı?” diye sordu. “Şşş!” dedi annesi. “Saçmalamayı kes, şunu dinlememiz lazım.” Ekonomistlerden biri, acıklı bir sesle konuşmaya başladı: “Raporların duyguları olmaz derler, oysa size yemin ederim ki önümüzdeki senenin durumunu hesaplarken, benimki adeta ağladı.” Sigrun’un annesi ve babası, dehşet içinde donup kaldılar. Sigrun bakışlarını patlamış mısır kâsesine dikti; sabrını büsbütün kaybedip uzaktan kumandayı kaptığı gibi kanalı değiştirdi. “HAYIR!” diye bağırdı babası. “Bu çok önemli!” Ama hiçbir şey kaçırmamışlardı. Ekonomistler bir sonraki kanalda da konuşuyorlardı, ondan sonrakinde de. Sigrun kâseyi kaptığı gibi arka bahçeye fırladı. Akşam güneşi parlıyor, kuşlar cıvıldıyordu. Oturup yeni biçilmiş çimlerin kokusunu içine çekti ama bu güzelim havanın tadını kendisinden başka çıkaran kimse yoktu. Tüm komşular, televizyondaki vahim durum karşısında donakalmışlardı. 8
Sigrun pencereden içeri, odada oturan anne ve babasına baktı. Ne güzel, ailece geçirecekleri hoş bir zaman ayarlamıştı ama bu, her şeyi mahvetmişti. Ekonomistlerin ekrandan kaybolduğunu, reklamların başladığını gördü. Olduğu yerden televizyonu duyamıyordu ama ekranda dans eden üç kara kutuyu görebiliyordu. Altlarında şöyle yazıyordu: Zamanın kontrolü sizde olsun! Sadece bir kere hayata geliyorsunuz! Siz de bir ZamanKutusu® alın! Birden evin kapısı açıldı ve babası hızla koşup arabaya atladı. “Nereye gidiyorsun?” “Görürsün,” dedi babası. “Durum düzelene kadar beklemeye karar verdik!” Sigrun yandaki evde oturan komşu kadının da arabasına doğru fırladığını, sonra sokağın aşağısında başka bir adamın daha aynı şeyi yaptığını gördü. Çok geçmeden babası kucağında taşıdığı baloncuklu naylona sarılmış kocaman panellerle yeniden göründü. Babası paketi açıp eline alyan anahtarını geçirip salon zemininde üç siyah kutuyu monte etmeye giriştiğinde annesi onu yakından izliyordu. Sigrun ambalajın baloncuklarını patlatarak oyalanırken yan gözle olup biteni izledi. “Krize katlanmayacağız,” diye mırıldandı babası. “Yatla dünyayı gezme planımız biraz daha bekleyecek artık.” Duvarda asılı yat resmine üzüntüyle baktı, annesi huysuzca iç çekti. “Haklısın. Ulusal endekste yarım puanlık düşüş gerçekse hayat yaşamaya hiç değmeyecek,” dedi. “Ne olacak o zaman?” diye sordu Sigrun endişe içinde. 9
“Ekonomistler dışında sahiden bilen yok,” dedi annesi, “ama korkunç olacağından, büsbütün bir kâbus olacağından emin olabilirsin.” Sigrun’un babası, meslektaşları tarafından çözüm-odaklı ve yaratıcı biri olarak bilinse de tamir konusunda becerikli olduğu pek söylenemezdi. Genelde bütün gün bilgisayarın başında otururdu; dolayısıyla ince uzun buzdolaplarını andıran, cam filmiyle kaplı kara kutuları nihayet vidalayıp salonun ortasına diktiğinde kendiyle epey gurur duydu. Babası kutuları yatak odalarına yerleştirirken annesi evi toplayıp bahçede gevşemiş yerleri sağlamlaştırdı, arabayı geri geri garaja sokup bozulabilecek her şeyi derin dondurucuya kaldırdı. İnternet üzerinden tüm faturaları bir seneliğine otomatik ödemeye aldı ve yeni bir sesli mesaj bıraktı: Bu mesaj, 22 Margo Court adresinde yaşayan ailemiz tarafından bırakılmıştır. Daha iyi zamanlar gelene kadar beklemeye karar verdik. Lütfen daha sonra arayınız. “‘Tekrar görüşeceğiz seninle, artık bahar ne zaman yeniden gelirse,’” diye bir şarkı tutturdu. “Kutulardan çıktığımız zaman mı?” diye sordu Sigrun. “Kutuları ‘endeksleme’ oranına göre ayarladık. Borsa düzeldiğinde otomatik olarak açılacaklar.” Sigrun etrafına bakındı. Sanki uzun bir seyahate çıkılıyormuşçasına her şey özenle düzenlenmişti. Annesi, babası ve Sigrun, kara kutularının içine bir bir girdiler. 10
Sigrun, kendi kutusuna girdiğinde büsbütün merak içindeydi; saydam camlı kabinin kapıları kapanınca kulakları çınladı ve mavi bir ışık yandı. Bir an her şey karardı ama derken kutu yeniden açıldı. Sigrun, dikkatli adımlarla koridora çıktı. Zeminin ne kadar ıslak olduğunu fark edince tüyleri ürperdi; salona gitti, içeride uçuşan karabaş martılarını görünce irkildi. Kanepenin üzerine uzanmış bir geyik yavrusu, aniden sıçrayıp pencereden dışarı atladı. Odanın tam ortasında, parkelerin arasından görkemli bir ladin ağacı fırlamıştı; köşedeki bir eğreltiotu, tüm zemini istila etmişti. Derken karganın teki gakladı. Sigrun başını kaldırıp tavana baktı ve çatıdaki delikten mavi gökyüzünü gördü. Karga, gagasında kocaman bir örümcekle uçtu gitti. Sigrun, mutfaktaki lavaboya çöreklenmiş sincabı görünce bu sefer istifini bozmadı. Hayvan hemen kırık camdan dışarı fırladı. Evin arkasında kalan ağaçlar duvara kadar uzanmış, dallardan biri pencereyi kırıp içeri girmişti. Dolaplar açıktı ve kırlangıcın teki, en sevdiği kâsenin içine yuva yapmıştı. Iyy, ekonomistler haklıymış, durum sahiden berbatmış, diye düşündü Sigrun dolapta cıvıldayan minik yavruları rahatsız etmemeye çalışırken. Kutusu arıza yapmış olmalıydı. Sigrun hızlı hareket etmeye çalıştı çünkü kriz bitene kadar kutulardan çıkmamaları gerekiyordu. Sarmaşıkları eliyle temizlerken duvardaki aile fotoğraflarının solmuş olduklarını gördü. Ebeveyninin yatak odasının kapısı önünde büyümüş eğreltiotu örtüsünün arasından zar zor geçti ve var gücüyle 11
iterek kapıyı açtı. Sigrun’un gözleri yarı karanlığa alışınca anne ve babasının kutularında öylece durduklarını gördü. Mavimsi ışığın altında solgun halleriyle hayaletleri andırıyorlardı. Babası sanki bir şey söylemek üzereydi, annesinin gözleriyse kötü çıkmış fotoğraflardaki gibi yarı kapalıydı. Sigrun annesine, kutusunun nedenini bilmediği bir şekilde açıldığını söylemek istiyordu; kapının koluna asıldı ve ayağıyla itti. Hiçbir şey olmadı. Camı tıklattı. Anne babasının yüz ifadeleri hâlâ kaskatıydı. Elinden geldiğince sert bir şekilde cama vurdu. Hiçbir tepki yoktu. “ANNE! ANNE!” diye haykırdı. Gözlerinde yaşlar birikti ama kendini tutup mantıklı düşünmeye çalıştı. Alyan anahtarı! Bana alyan anahtarı lazım! diye düşündü ve salona geri döndü. “Burada bir yerde olmalı,” dedi yüksek sesle, bir yandan garaja açılan kapıyı açmak için debeleniyordu. Birden arkasından tiz bir çığlık duydu: “Sakın oraya girme! İçerisi arı kaynıyor.” Arkasına döndü ve bahçede duran bir oğlan gördü. Çocuğun üstünde eski moda, koyu kahverengi, yün bir kazak, altındaysa tek dizi delik mavi bir eşofman vardı. “Sen kimsin?” “Marcus,” dedi çocuk. “Benimle gelmen gerek.” Sigrun çocuğa baktı. “Sende alyan anahtarı var mı?” diye sordu. “Ne?” “Alyan anahtarı bulmam lazım. Var ya hani, bir ucu altıgen olan eğik metal parçası.” “Hayır,” dedi çocuk. “Alyan anahtarı hiçbir şeyi düzeltemez. Haydi, çabuk ol. Ön kapı sıkışmış, pencereden 12
çıkman gerekecek. Yanına mont ve ayakkabı al.” İki farklı yükseklikteki platformlardan oluşan oturma odasının alçak kısmı, yarısına kadar suyla doluydu. İyiden iyiye göle dönüşmüş su birikintisinin içinde yüzen sehpanın üzerine kurbağanın teki oturmuştu. “Uzanamıyorum,” dedi Sigrun. “Sehpanın üstünde kurbağa var.” “Bir şeylerin üstüne basıp geç işte.” Sigrun, sandalyeleri atlama taşı gibi kullanıp odanın içinde kendine yön çizmeyi başardı ve kırık pencereden dışarı tırmandı. Arka bahçe, sararıp kurumuş upuzun otlarla kaplanmıştı. “Durum hâlâ devam ediyor mu?” diye sordu çevresine bakınırken. Mahalle tanınacak halde değildi; sanki orman tüm mahalleyi yutmuştu. “Çok daha kötü,” dedi oğlan. Birlikte caddeden yürüdüler; işin doğrusu artık buna cadde demesi biraz zordu çünkü yolun tam ortasında kocaman kavak ağaçları büyümüştü. Şehir sanki bir lanet altındaydı. Evler grileşmiş, eskimiş, boyaları dökülüp gitmiş, duvarlarını sarmaşıklar sarmıştı. Sanki insanların hepsi yok olmuş, dünya terk edilmişti. Posta kutularının, kapıların üstünde tuhaf görünümlü tabelalar asılıydı: SEFİL PAZARTESİ! Kavşağın oradaki döner tabelada şöyle bir slogan yazıyordu: BUGÜN BAŞARILI GEÇTİ Mİ? 13
BOŞA HARCANMIŞ BİR GÜN, BİR DAHA ASLA GERİ GELMEZ! ZamanKutusu® Yolun iki tarafı da kocaman, yosun tutmuş çimen topaklarıyla kaplıydı. “Şunlar araba mı? Kirpilere benzemişler! Ne oldu? Tüm insanlar nerede?” “Şşş,” dedi Marcus, “dikkatli olmamız gerek. Acele et.” Sigrun terk edilmiş otobanda Marcus’u takip etti, ta ki kasabanın merkezinden geçen yeşil vadi boyunca akan nehre ulaşana kadar. Birlikte nehri izleyip banliyölere doğru yol aldılar. Bir yanlarında yüksek apartmanlar vardı ama onlar tepede kalan eskimiş evlere yöneldiler ve bahçelerden geçerek, parlak renkli, kapüşonlu eşofman giymiş bir oğlan seslenip evlerden birine girmelerini işaret edene dek yollarına devam ettiler. Sigrun içeri girdi. Girişteki yüksek tavanlı salonun duvarları çeşitli sanat eserleri ve antikalarla kaplıydı; dizi dizi sütunların tepelerindeyse siyah incilerden yapılmış gözleri dimdik bakan, taştan oyulma insan başları vardı. Bir odaya girdiklerinde farklı yerlerden gelmiş ve farklı yaşlarda görünen bir grup çocukla karşılaştılar. Odanın büyük pencerelerinden tüm şehrin manzarası görülebiliyordu ama dışarıda yaşama dair hiçbir iz yoktu. Tek bir insan bile gözükmüyordu. Nehrin ötesindeki bir apartmanın yan cephesinde, kocaman bir tabela yanıp sönüyordu: ŞUBATLAR OLMASIN ARTIK!
14
Sigrun büsbütün afallamıştı. Yaşlıca bir kadın belirdi. Upuzun, kır saçları örgülüydü ve simsiyah bir elbisesi vardı. Marcus’a gülümsedi, sonra doğruca Sigrun’a yönelip onu nazikçe selamladı. “Hoş geldin canım, benim adım Grace. Lütfen sen de diğer çocukların yanına geç, otur.” Mutfağa gitti ve elinde bir tabak dolusu taze pişmiş tarçınlı çörekle hemen geri döndü. Sigrun kadını kuşkulu gözlerle seyrediyordu. Artık bunun bir rüya olmadığını anlamaya başlamıştı. Şehir, harabeye dönmüştü. Herkes ortadan kaybolmuştu. Oğlanın eşiğinde dikildiği açık kapıya doğru baktı; anlaşılan nöbet tutuyordu. Çocuklardan biri, sarışın bir kız, hıçkırarak ağlamaya başladı. “Ben eve gitmek istiyorum.” Grace nazikçe, “Ağlama, canım benim,” dedi. “Her şey düzelecek. İşler yolunda giderse çok geçmeden evine dönebileceksin.” “Küçük kız kardeşim nerede? Tüm insanlar nereye gittiler?” “Bu soruların yanıtını bulabilmemiz için hepinizin bana yardım etmesi gerekiyor,” diye yanıtladı kadın. Sigrun pencereden dışarıyı seyretti; sokaklarda savrulan yapraklara, solup gitmiş tabelalara, bomboş dünyaya baktı ve kendisini aynı şekilde bomboş hissetti. Grace, eline bir dürbün alıp şehre doğru baktı. “Diğerlerini beklemek zorunda kalacağız.” Dürbünü koyup mutfağa döndü.
15
Sigrun pencereye yanaşıp dürbünü eline aldı. Tüm şehrin içinde bir yerlerde, mutlaka evlerinde oturan insanlar olmalıydı. Evlerden birinde televizyondan yansıyana benzer mavi bir ışık gördü. Dürbünü o yöne doğru odakladı. Evin ön kapısına gülen suratlı bir not yapıştırılmıştı: ÇOK YAKINDA DAHA İYİ ZAMANLAR GELECEK! Bakışlarını pencerenin içinden salona yöneltti. Pencere pervazında solmuş çiçekler duruyordu ve masadaki bardakların, koltukların tozla kaplanmış olduklarını görebiliyordu. Evin alelacele terk edilmiş bir hali vardı. Sigrun’un gözleri mavi ışığı aradı ve bir kutunun içinde duran kadını gördü. Kadının yüzünde mumya müzelerindeki gibi donup kalmış bir ifade vardı; kocası ve çocuğu da aynı durumdaydı. Gördüğü, birlikte televizyon seyreden bir aile değil, donup kalmış yüzlerdi. Dürbünü indirdi ve yoldan koşturan bir kız gördü. Omuzlarına attığı montla sanki mavi kanatları var gibi görünüyordu. Veranda lambasına uçuşan güveler gibi eve doğru koşturan kız, arada dönüp peşinden gelen oğlana sesleniyordu. “Dışarıda bir kız var,” diye seslendi Sigrun. “Bu tarafa geliyor.” Marcus dışarı baktı. “Kristin bu; birini bulmuş.” “Acele etmesini söyle,” dedi Grace. “Karanlık çöküyor. Kurtlar kol gezmeye başlar artık.” 16
Montlu kız, arkasında şaşkın bakışlar atan oğlanla kapı eşiğinde belirdi. “Gel, bir fincan kakao iç,” dedi Grace. “Dünyaya bir şey oldu ama bizler onu düzelteceğiz.” “Başka çocuk var mı gelen?” dedi Marcus. “Yok,” dedi Kristin, “başka kimseyi görmedim.” Biraz soluklanıp montunu çıkardı. “Neredeyim ben?” dedi yeni çocuk. “Herkes nerede? Dışarıda hiç kimse yok!” “Önce kendini tanıtmak nezakettendir,” dedi Grace. “Adım, Peter Wilson.” “Hoş geldin, Peter. Korkacak bir şey yok.” Sigrun ihtiyar kadına, zarif ellerine baktı. Mobilyalara, yerdeki kilime, tavandan sarkan ışıklara göz gezdirdi. Evden çok, bir sanat galerisi, kütüphane ve laboratuvarın karışımına benziyordu burası. İhtiyar kadın ona bir dilim çikolatalı kek ve bir bardak süt ikram edince başını sallayarak geri çevirdi; Hansel ve Gretel’in öyküsünü gayet iyi biliyordu. “Gelin,” dedi Grace. Çocuklar Grace’in arkasından bir çalışma odasına girdiler. Bir sütunun üstünde antika, kilden bir çömlek vardı ve bir rafın üzerinde, sanki biri kılıçla vurmuş gibi yarılmış bir miğfer duruyordu. Duvara asılmış eski bir halının kalıntılarını ve kocaman, eski bir şatonun yakın zamanda yapılmış bir resmini gördüler. Odada bir kılıç kını, gümüş bir yüzük; küçük, oyma bir fil ve denizgergedanı dişi vardı. Dünyayı insanların geçmişte hayal ettiği gibi gösteren eski haritalar vardı ve üstlerindeki bazı yerler keçeli kalemle işaretlenmişti. Dünya haritasının üstüne 17
yapıştırılmış bir sarı not kâğıdında şöyle yazıyordu: Pangea Prensesi’nin Laneti. Grace bir perdeyi çekti ve ortaya bir duvar resmi çıktı. Resim sanki birkaç parçaydı ama rengârenkti ve ustaca çizilmişti. Resimde, kral olduğu her halinden belli bir adam, koşum takılmış bir gergedan sürüyordu; kocaman bir japonbalığı taşıyan bir kız ve onu küçük bir göle doğru götüren bir oğlan vardı; ve bir de aynı kız, camdan tabuta benzeyen bir şeyin içinde yatıyordu. “Kutunun içindeki kız kim?” diye sordu Sigrun. “Pangea Prensesi Obsidiana. Onunla ilgili binlerce masal topladım ve dünyanın başına gelenlerle nasıl bir ilişkisi olduğunu araştırdım. Tarihi kalıntılarda, harabelerde kazı yaptım ve nihayet bir çözüme varmak üzereyim. Dünyayı bu lanetten kurtarmanın tek yolunu bulduğumu düşünüyorum ama hepiniz bana yardım etmek zorundasınız.” Grace çocuklara, terk edilmiş bir şehrin ortasında durmuş, arkasındaki tepeyi işaret eden bir adamı gösteren kısa bir video seyrettirdi. Adam kafa sallayarak, kederli bir sesle şöyle diyordu: “Biri onu rahatsız etmiş olmalı! Lanet yeniden başladı!” Çocuklar bakışlarını ayıramadan seyrediyorlardı. Dışarıda her şey durağandı; etrafta hiç kimse yoktu ve şehrin sessiz evlerinden yayılan solgun mavi yansımalar dışında hiç ışık gözükmüyordu. Duvardaki düz ekran televizyonda dünyanın her yerinden web kameralarının görüntüleri oynuyordu. Her yer aynıydı: hayalet evler, hayalet
18
caddeler ve hayalet kasabalar. Her şey terk edilmiş ve boştu ama yeryüzü, ölmek şöyle dursun, gür yeşilliklerle kaplıydı; ormanlar kaldırımları, betonu örtmüştü. Dünyanın bir lanet altında olduğu kesindi. Grace bir deste kâğıt alıp masaya sertçe atarak çocukları irkiltti. “Masalı merak ediyor musunuz?” Çocuklar başlarını salladılar. Grace anlatmaya başladı.
19