YANGINDA KAYBETTİKLERİMİZ
Metrodaki kız ilkti. Bunu iddia edenler oldu; hiç değilse ne denli etkili ve güçlü olduğundan, bu şenlik ateşlerini bir başına başlatabilme kapasitesinden bahsediliyordu. Bu kadarı doğruydu: Metrodaki kız şehrin sadece altı hattında vaaz veriyordu ve hep yalnızdı, gelgelelim unutulmazdı da. Yüzünde ve kollarında derin yanık izleri vardı; ne kadar zamanda iyileştiğini, aylarca süren iltihabı, hastane günlerini, çektiği acıları anlatıyordu dudaksız ağzı ve yarım yamalak burnuyla; geriye tek bir gözü kalmıştı sadece, diğerinin yerinde boşluk vardı; tüm yüzü, başı ve boynu kahverengi yamalarla doluydu. Ensesinde bu yamaları iyice ortaya çıkaran bir tutam saç vardı hâlâ: Kafasının bir tek bu bölümü alevlerden kurtulmuştu. Kara kuru ve dilendiği parayı toplamaktan her daim bir parça pis olan ellerine de ulaşmamıştı alevler. Cüretkârdı doğrusu: Metroya biniyor, içeride çok fazla yolcu yoksa ve hepsi oturuyorsa her birini öperek selamlıyordu. Kimi iğrenip geri çekiliyor, hatta soluğu kesilmiş bir halde boğuk bir çığlık atıyordu; kimiyse bu öpücüğü kabul ediyor, böylece kendini daha iyi hissediyordu.
Kiminin tüyleri diken diken oluyordu ve şayet mevsimlerden yazsa mesela ve o bunu fark ederse pis parmaklarıyla diken diken olan tüylerini okşuyor ve bir kesikten ibaret olan yarım ağzıyla gülümsüyordu. Onun bindiğini görünce metrodan inenler de vardı: Ne yapacağını biliyorlardı ve bu korkunç suratın yanaklarına bir öpücük kondurmasını istemiyorlardı. Bunun yanı sıra metrodaki kız dar kotlar, transparan bluzlar, hatta hava sıcaksa topuklu sandaletler giyiyordu. Kollarına bilezikler, boynuna zincirler takıyordu. Bedeninin böylesi kösnül olması garip bir şekilde nahoş geliyordu insana. Para toplarken bunu estetik ameliyat için istemediğini, estetik ameliyatın bir anlamı olmadığını, hiçbir zaman eski haline dönemeyeceğini bildiğini çok net bir şekilde söylüyordu. Masraflarını karşılamak için dileniyordu; kirayı ödemek, yemek yemek için – kimse bu suratla ona iş vermiyordu; yüzünü göstermek zorunda olmadığı işler bile esirgeniyordu ondan. Her seferinde, hastane günlerini anlattıktan sonra onu yakan adamın adını söylüyordu: Juan Martín Pozzi, kocası. Üç yıldır evlilerdi. Çocukları yoktu. Adam karısının onu aldattığından şüpheleniyordu, haklıydı da: Kadın onu terk etmek üzereydi. İşte bunu engellemek için adam kadını bu hale getirmişti; kimsenin olamayacaktı bundan böyle. Kadın uyurken yüzüne alkol döküp çakmakla tutuşturuvermişti. Hastanede, kadın konuşamaz haldeyken ve herkes ölmesini beklerken Pozzi onun kendi kendini yaktığını, bir kavgada yüzüne alkol döküldüğünü ve yüzü ıslakken sigara içmeye çalıştığını söylemişti. “Ve ona inandılar,” diyordu metrodaki kız dudaksız ağzıyla, sürüngen ağzıyla gülümseyerek. “Babam bile inandı.”
184
Hastanede daha doğru dürüst konuşamazken olanları anlatmayı başarmıştı yine de. Adam hapisteydi şimdi. Kız metrodan inerken insanlar yanık kız hakkında konuşmuyordu, gelgelelim trene yayılan ve rayların üzerindeki sarsıntıyla kesilen sessizlik, “Ne iğrenç, ne korkunç, onu hiç unutmayacağım, insan böyle nasıl yaşar ki!” diye haykırıyordu. Belki de her şeyi tetikleyen metrodaki kız değildi ama Silvina bu fikri ailesine onun aşıladığını düşünüyordu. Bir pazar akşamı annesiyle sinemadan dönüyorlardı; tuhaf bir durumdu doğrusu, neredeyse hiçbir zaman birlikte dışarı çıkmazlardı. Metrodaki kız öpücüklerini kondurdu ve hikâyesini anlattı, sonra teşekkür edip bir sonraki durakta indi. Her zamanki huzursuz ve utanç dolu sessizlik kaplamadı bu kez vagonu. Yirmili yaşlarında bir genç, kızın herkesi manipüle ettiğini söylemeye başladı, “Şu rezalete bak, nasıl bir düşkünlük bu böyle!” dedi, espriler yaptı. Silvina uzun boylu, kısa, beyaz saçlı annesinin, bir bilirkişi edasıyla, kendinden emin ve sağlam adımlarla, vagon her zamanki gibi sallanıyor olsa da, neredeyse hiç sendelemeden çocuğun yanına gittiğini ve burnuna bir yumruk indirdiğini hatırlıyordu, sanki profesyonel bir boksörden çıkmışçasına sağlam bir yumruktu bu, çocuğun burnunun kanamasına ve bağırmasına neden oldu: “Kart orospu çocuğu seni, derdin ne be!” Ama annesi ne acıdan kıvranan çocuğa ne de hakaret etmekle yardım etmek arasında kalan kararsız yolculara cevap verdi. Silvina annesinin ona hızlı bir bakış attığını, gözleriyle sessiz bir emir verdiğini ve kapılar açılır açılmaz metrodan koşarak indiklerini, kendi idmansız ve dayanıksız –koşmak onu öksürtüyordu– annesi altmışının üstünde olmasına rağmen merdivenleri koşarak çıktıklarını hatırlıyordu. Kimse peşlerinden gelmiyordu ama bunu
185
ancak sokağa çıktıklarında, Corrientes ve Pueyrredón’un her daim hareketli köşesine geldiklerinde fark ettiler; peşlerine düşmüş olabilecek bir güvenlik görevlisini hatta polisi atlatabilmek için kalabalığın arasına karıştılar. Ancak iki yüz metre sonra güvende olduklarına kanaat getirdiler. Silvina derin bir oh çeken annesinin attığı o şen kahkahayı hiç unutamıyordu yıllardır onu böyle mutlu görmemişti. Gelgelelim şenlik ateşlerini asıl başlatan Lucila’ydı; salgın ondan sonra başladı. Lucila mankendi ve çok güzeldi, gerçekten çok etkileyici bir kadındı. Televizyondaki röportajlarında aklı havada ve naif bir hali vardı ama kendisine yöneltilen sorulara çok zekice ve cesurca cevaplar veriyordu; zaten ününü biraz da buna borçluydu. Gerçi o zaman tam da ünlü sayılmazdı. Destan yazarak ikinci ligden birinci lige yükselen futbol takımı Unidos de Córdoba’nın 7 numarası Mario Ponte’yle birlikteliğini duyurduğunda ünlü oldu; takım iyi bir ekip çalışmasıyla fakat harika bir oyuncu olan ve sadakatinden büyük Avrupa takımlarının transfer tekliflerini reddeden Mario’nun muhteşem oyunu sayesinde muazzam bir iş çıkarmıştı (gerçi kimi yorumcular otuz iki yaşında ve Avrupa liglerinde oynayabilecek düzeyde olan Mario’nun uluslararası bir fiyaskoya dönüşmektense yerel bir efsane olarak kalmasının daha iyi olduğunu da düşünmüyor değildi). Lucila belli ki adama çok âşıktı ve her ne kadar çift basının çok ilgisini çekse de aslında kimsenin kadına aldırdığı yoktu; mutlu ve kusursuz bir çiftti; dramdan büsbütün yoksun bir hayat sürüyorlardı. Lucila dudak uçuklatan reklam teklifleri almaya başladı, tüm defilelere o çıkıyordu; Marco ise kendine çok pahalı bir araba aldı. Bir gün sabaha karşı, Lucila’yı Mario Ponte’yle birlikte oturdukları evden sedyeyle çıkardıklarında hikâyeye
186
drama dönüştü: Bedeninin yüzde yetmişi yanmıştı, yaşama ihtimalinin olmadığını söylediler. Bir hafta yaşadı. Silvina haberlerde duyduklarını ve ofiste kulağına çalınanları hayal meyal hatırlıyordu; bir kavgada Marco yakmıştı kadını. Tıpkı metrodaki kızın hikâyesinde olduğu gibi, kadının üstüne bir şişe alkol dökmüş –Lucila o sırada yataktaydı– sonra da çıplak bedenine yanan bir kibrit atıvermişti. Birkaç dakika yanmasına müsaade ettikten sonra yorganı üzerine örtmüştü. Sonra ambulans çağırmıştı. Metrodaki kızın kocası gibi tıpkı, kadının kendi kendini yaktığını söylemişti. İşte tam da bu yüzden kadınlar gerçekten de kendilerini yakmaya başladığında kimse onlara inanmadı, diye geçiriyordu içinden Silvina otobüs beklerken; annesine hiçbir zaman arabayla gitmiyordu: Takip edilebilirdi. Herkes kadınların erkekleri koruduğunu, korktuğunu, şoktan kurtulamadığını ve doğruyu söylemediğini düşünüyordu; şenlik ateşlerini kavrayabilmek çok zaman aldı. Bugün hâlâ her hafta ateş yakılırken bile kimse ne diyeceğini ya da buna nasıl engel olacağını bilmiyordu; hep aynı şeyler söylenip duruyordu yalnızca: Yok efendim arama yapılmalıymış, polis devreye girmeliymiş, takip edilmelilermiş. Bunun bir faydası yoktu. Bir seferinde anoreksik bir arkadaşı Silvina’ya, “Kimse kimseyi yemek yemeye zorlayamaz,” demişti. “Zorlayabilir,” demişti Silvana, “serum bağlarlar, sonda takarlar.” “Evet ama sonsuza kadar başını bekleyemezler. Sondayı kesersin. Serumu kesersin. Kimse kimseyi yirmi dört saat izleyemez, insan dediğin uyur.” Bu doğruydu. Okuldan arkadaşı olan bu kız sonunda ölmüştü. Silvina kucağında sırt çantasıyla oturdu. Oturabildiğine sevindi. Sürekli biri sırt çantasını açacak da içindekileri görecek diye korkuyordu.
187
* Ancak çok fazla kadın yandıktan sonra başladı şenlik ateşleri. Gazetelerde, dergilerde, radyoda, televizyonda, konuşabildikleri tüm platformlarda, kadına yönelik şiddet uzmanları bunun bulaşıcı olduğunu söylüyordu; bu konuda rapor hazırlamanın zorluğundan bahsediyorlardı; zira bir taraftan kadın cinayetlerine dikkat çekmek gerekirken öte yandan bu durum, tıpkı ergenler arasındaki intihar vakaları gibi başkalarını da bu suça teşvik edebiliyordu. Tüm ülkede erkekler sevgililerini, eşlerini, metreslerini yakıyordu. Genel eğilim Ponte’nin yaptığı gibi (pek çok kişi kahramanı olarak görüyordu Ponte’yi) alkol kullanmaktı, gelgelelim asit kullananlar da vardı ve bir seferinde çok korkunç bir olay yaşanmış, bir kadın, yolun ortasında eylem yapan işçilerin yaktığı araba lastiklerinin üzerine fırlatılmıştı. Silvina ve annesi, Lorena Pérez ve kızının öldürülmesinin ardından (şenlik ateşinden önceki son cinayetti bu) –birbirlerine danışmadan– daha yeni yeni harekete geçmişti. Baba intihar etmeden önce klasik yöntemle, üzerlerine alkol dökerek, karısını ve kızını yakmıştı. Ne Lorena’yı ne de kızını tanıyorlardı ama Silvina ve annesi onları görmek, en azından kapının önünde eylem yapmak için hastaneye gitmişti; anne-kız hastanenin önünde karşılaşmıştı. Metrodaki kız da oradaydı. Yalnız değildi. Farklı yaşlardan bir grup kadın eşlik ediyordu ona. Hiçbiri yanmamıştı. Kameralar geldiğinde metrodaki kız ve arkadaşları öne atıldı. Metrodaki kız hikâyesini anlattı, diğerleri başlarıyla onaylıyor, alkışlıyordu. Çok etkileyici, çok çarpıcı bir şey söyledi: “Şayet böyle devam ederlerse erkekler buna alışmak zorunda kalacak. Kadınların çoğu, şayet hayatta kalırlarsa
188
benim gibi olacak. Bu çok güzel olmaz mıydı? Alın size yepyeni bir güzellik anlayışı.” Kameralar uzaklaştığında Silvina’nın annesi metrodaki kızın ve arkadaşlarının yanına gitti. Altmış yaşının üstünde kadınlar vardı aralarında; Silvina hepsinin geceyi sokakta geçirmeye, kaldırımda kamp kurmaya ve üzerinde yeter bizi yaktığınız yazan pankartlar hazırlamaya dünden hazır olduğunu görünce şaşkına döndü. O da geceyi onlarla geçirdi ve sabah işe uykusuz gitti. İş arkadaşlarının yakılan kadın ve kızdan haberleri bile yoktu. Alışıyorlar, diye geçirdi içinden Silvina. Kurbanlardan birinin küçük bir kız olması hafif olay yaratmıştı ya, o kadardı işte. Tüm akşamı annesine mesaj atarak geçirdi ama hiçbirine cevap alamadı. Mesaj konusunda tam bir faciaydı annesi, dolayısıyla Silvina endişelenmedi. Gece evden aradı ama yine ulaşamadı. Hâlâ hastanenin önünde olabilir miydi acaba? Hastaneye gitti ama kadınlar kamp alanını terk etmişti. Geriye sadece yere atılmış birkaç keçeli kalemle rüzgârın savurduğu boş bisküvi paketleri kalmıştı. Fırtına yaklaşıyordu ve Silvina camları açık bıraktığından elinden geldiğince çabuk eve döndü. Gece, kızla annesi öldü. Silvina’nın katıldığı ilk şenlik ateşi 3. Otoyol üzerindeki bir meradaydı. Güvenlik önlemleri henüz çok zayıftı; gerek yetkililerinki gerekse Yanan Kadınlar’ınki. Henüz kuşkuyla yaklaşıyordu herkes; evet, o kadının arabasının içinde, Patagonya çölünün ortasında kendisini yakması oldukça tuhaftı: İlk araştırmalar araca benzin döktüğünü gösteriyordu, sonra şoför koltuğuna geçmiş ve çakmağı kendi çakmıştı. Olay yerinde başka biri yoktu; başka bir
189
aracın izine rastlanmamıştı –çölde böylesi bir izi gizlemenin mümkünatı yoktu zira– kimsenin yayan dönmesi de mümkün değildi. İntihar deniliyordu: “Çok tuhaf bir intihar vakası, zavallı kadın tüm o yakılan kadınlardan etkilenmişti besbelli, Arjantin’de böyle bir şey nasıl olabilir aklımız almıyor, bunlar Arap ülkelerinde, Hindistan’da olabilecek şeyler.” “Orospu çocukları, otur Silvina’cığım otur,” dedi orada, şehrin uzağında, ailesinin, etrafı inekler ve soyalarla çevrili eski çiftlik evinde yakılan kadınlar için gizli bir hastane işleten María Helena, annesinin arkadaşı. “Bu kız neden bizimle temasa geçmek yerine böyle bir şey yaptı onu da bilmiyorum ya neyse; belki de ölmek istiyordu. Bu onun en doğal hakkı. Ama o orospu çocukları kadın yakmanın Arapların, Hintlilerin işi olduğunu söylüyor ya…” María Helena ellerini kuruladı –tart yapmak için şeftali soyuyordu– ve doğruca Silvina’nın gözlerinin içine baktı. “Yakanlar erkekler, ufaklık. Bizi hep yaktılar. Şimdiyse biz kendimizi yakıyoruz. Ama ölmeyeceğiz: Yara izlerimizi göstereceğiz.” Tart, Yanan Kadınlar’dan biri içindi; hayatta kalışının birinci yılını kutlayacaklardı. Şenlik ateşine katılanların bir kısmı hastanede tedavi olmayı tercih ediyordu ama çoğunluğu María Helena’nınki gibi gizli klinikleri yeğliyordu. Silvina tam sayıyı bilmese de başka klinikler de vardı. “Mesela şu ki bize inanmıyorlar. Canımız istediği için kendimizi yaktığımızı söylüyoruz ama bize inanmıyorlar. Tabii buradaki kızlardan konuşmalarını da isteyemeyiz, hapse girebiliriz yoksa.” “Töreni videoya çekebiliriz,” dedi Silvina. “Bunu düşündük ama kızların mahremiyetini ihlal etmiş oluruz.”
190
“Anlıyorum ama ya içlerinde kendilerini göstermek isteyenler varsa? Şayet yüzünü göstermek istemeyen olursa bir maske falan takmasını isteyebiliriz.” “Peki ya törenin nerede yapıldığını anlarlarsa?” “Aman María, bozkır işte. Töreni bozkırın ortasında yaparsak neresi olduğunu nereden bilecekler ki?” Böylece neredeyse hiç düşünmeden Silvina talep olduğu takdirde kızların Yanma Anı’nı filme çekmeyi kabul etti. María Helena bir aya kalmadan temasa geçti. Törene elektronik cihazla katılma yetkisi sadece onda olacaktı. Silvina arabayla geldi: O zamanlar araba kullanmak oldukça güvenliydi. 3. Otoyol neredeyse boştu, nadiren bir iki kamyon geçiyordu o kadar; müzik dinleyip kafasını dağıtabilirdi. Buenos Aires’in güneyindeki devasa bir evde başka bir gizli kliniğin başkanlığını yapan annesini, hâlâ ofiste çalışan ve bu kadın birliğine katılmaya cesaret edemeyen kızından çok daha cesur ve atılgan olan annesini düşünebilirdi. Kendisi küçük bir kızken ölen, iyi kalpli ve hafif hantal bir adam olan babasını düşünebilirdi (“Sakın bunu baban yüzünden yaptığımı düşüneyim deme,” demişti annesi bir seferinde hastane-evin avlusunda, bir molada Silvina’nın kendisine getirdiği antibiyotiklere bakarken, “baban harika bir adamdı ve beni hiç üzmedi.”) Annesinin radikalleşmeye başladığını anladığı an terk ettiği eski sevgilisini düşünebilirdi, zira sevgilisi onları tehlikeye atabilirdi; bunun kaçınılmaz olduğunu biliyordu. Onlara ihanet edip etmemesi, bu deliliği içeriden çökertip çökertmemesi gerektiğini düşünebilirdi. Ne zamandan beri kendini canlı canlı yakmak bir hakka dönüşmüştü ki? Neden onlara saygı duymak zorunda olsundu ki? Tören günbatımında yapıldı. Silvina fotoğraf makinesinin video özelliğini kullandı: Telefon getirmek yasaktı,
191
daha iyi bir makinesi de yoktu; izinin sürülmesi ihtimaline karşı yenisini almak da istemiyordu. Her şeyi kaydetti: Kadınlar etraftan topladıkları koca koca kuru dallardan bir ateş yaktılar, alevler neredeyse bir metreye ulaşıncaya değin gazete kâğıtları ve benzinle beslediler. Ağaçlık bir alan ve bir ev onları gizliyor, yoldan görülmelerini engelliyordu. Sağ taraftaki yol ise fazla uzak kalıyordu. Etrafta ne bir komşu ne de bir işçi vardı. En azından o saatlerde. Güneş battığında, seçilen kadın ateşe doğru yürüdü. Ağır ağır. Silvina kızın pişman olacağını düşündü, ağlıyordu çünkü. Tören için kendine bir şarkı seçmişti; diğerleri –en fazla on kişi kadardılar– hep bir ağızdan bu şarkıyı söylüyordu: “Alevlere gidiyor bedenin, işte gidiyor. Yutsun alevler bedenini çabucak, elini bile sürmeden sarsın tamamını.” Ama pişman olmadı. Kadın, havuza girer gibi daldı alevlere, hazırdı içine batmaya: Bunu kendi isteğiyle yaptığına en ufak bir şüphe yoktu; batıl bir inançtı belki onu buna götüren yahut tahrik edilmişti, ama sonuçta kendi arzusuydu yine de. Hepi topu yirmi saniye yandı. O süre dolduğunda asbestle korunan iki kadın onu alevlerin arasından çıkardı ve koşa koşa gizli kliniğe götürdü. Silvina binanın görünmesine fırsat vermeden kaydı durdurdu. O gece videoyu internete yükledi. Ertesi gün milyonlarca kişi izlemişti. Silvina otobüse bindi. Annesi artık güneydeki kliniğin başkanı değildi; öfkeden kudurmuş bir aile (“Çocuğu var! Çocuğu var!” diye bağırıyorlardı) aradıkları kadının bir zamanlar huzurevi olan o asırlık taş binanın ardında saklandığını fark ettiğinde taşınmak zorunda kalmıştı. Annesi bu baskından kaçmayı başarmıştı; komşusu Yanan
192
Kadınlar’la birlikte çalışıyordu, tıpkı Silvina gibi aktif fakat mesafeliydi. Annesini Belgrano’daki bir gizli kliniğe hemşire olarak yerleştirmişlerdi: Baskınlarla geçen bir senenin ardından şehrin uzak bölgelere oranla daha güvenli olduğunu düşünüyorlardı. Her ne kadar şenlik ateşlerinin orada yakıldığını anlamamış olsalar da María Helena’nın hastanesi de düşmüştü; otlakların ve yaprakların yakılması kadar yaygın bir şey yoktu zira; her yer yanık çayırlarla doluydu. Hâkimler rahatlıkla baskın emri verebiliyordu ve tüm itirazlara rağmen ailesi olmayan yahut sokakta bir başına yürüyen kadınlar şüpheli konumuna düşüyordu: Polis dilediğince çantalarını, sırt çantalarını ve arabalarının bagajlarını arayabiliyordu. Gelgelelim bu, durumu daha da kötüleştirdi: Eskiden beş ayda bir şenlik ateşi yakılır (kayıtlarda böyle belirtiliyordu) ve sonrasında kadınlar normal hastanelere başvururken artık haftada bir yakılır olmuştu bu ateşler. Ve tam da Silvina’nın okul arkadaşının söylediği gibi, kadınlar tüm önlemleri atlatmak için gerçekten ellerinden geleni yapıyordu. Otlaklar devasaydı; hepsinin durmaksızın uydudan izlenmesi mümkün değildi; ayrıca dünyadaki her şeyin bir fiyatı vardı, şayet ülkeye tonlarca uyuşturucu sokulabiliyorsa bazı araçların normalden biraz daha fazla benzin bidonu taşımasına nasıl müsaade edilmeyecekti ki? Tek gereken buydu, zira ateşlerin yakıldığı alanlarda kuru dallar onları bekliyordu zaten. Arzu ise kadınların içinde vardı. “Durmayacak,” demişti metrodaki kız bir televizyon programında kendisiyle yapılan röportaj sırasında. “Bir de iyi tarafından bakın,” diyordu, sürüngen ağzıyla gülerek. “En azından artık kimse kadınlarla uğraşmıyor, zira kimse yanmış bir canavar istemiyor, bu deli Arjantinlilerin gidip
193
kendilerini ateşe atmasını da istemiyorlar; beraberlerinde başkalarını da yakabilirler ne de olsa.” Bir gece, antibiyotik siparişi vermiş olan annesinin aramasını beklerken (Silvina bu antibiyotikleri Yanan Kadınlar’a yardım eden hastaneleri teker teker dolaşarak topluyordu) içinden eski sevgilisiyle konuşmak geldi. Ağzı viskiyle, burnu sigara ve yanıklar için kullanılan furacin’li gazlı bezlerin kokusuyla doluydu; tarif etmesi çok zor olan ve her şeyden çok benzin kokan ama çok garip bir şekilde içinde canlılık ve tazelik barındıran yanık insan eti kokusu gibi hiç çıkmayan bir kokuydu bu furacin kokusu. Gelgelelim Silvina kendine engel oldu. Onu sokakta başka bir kızla görmüştü. Gerçi bu, bugünlerde bir şey demek değildi; pek çok kadın polis tarafından rahatsız edilmemek için sokakta yalnız dolaşmamaya çalışıyordu. Şenlik ateşlerinden beri her şey değişmişti. Hayatta kalan kadınlar hepi topu birkaç hafta önce ortaya çıkmaya başlamıştı. Otobüse binmeye. Süpermarketten alışveriş yapmaya. Taksiye ve metroya binmeye, banka hesapları açtırmaya, kafe ve barların bahçelerinde öğleden sonra güneşinin aydınlattığı korkunç yüzlerini göstermeye, eksik ve kemiksiz parmaklarıyla tuttukları fincanlardan kahve içmeye birkaç hafta önce başlamışlardı yalnızca. İş bulabilirler miydi acaba? Dünya ne zaman ideal erkeklere ve canavar kadınlara ait olacaktı? Silvina hapisteki María Helena’yı ziyaret etti. Başta, annesi ve María Helena, diğer mahkûmların saldırılarından korkmuşlardı ama aksine, onlara aşırı iyi davranılmıştı. “Kızlarla konuşuyorum da ondan. Onlara biz kadınları hep yaktıklarını, dört yüzyıl boyunca yaktıklarını anlatıyorum. İnanamıyorlar, cadı avlarından haberleri bile yokmuş
194
düşünebiliyor musun! Sıçayım böyle eğitim sistemine. Bir yandan meraklı da zavallılar, bilmek istiyorlar.” “Neyi bilmek istiyorlar?” diye sordu Silvina. “Şenlik ateşlerine ne zaman bir son verileceğini bilmek istiyorlar tabii.” “Ne zaman bir son verilecek peki?” “Ay, ne bileyim ben kızım, bana kalsa hiçbir zaman!” Hapishanenin ziyaretçi kabul odası, içinde birkaç masa ve her birinin etrafında, biri mahkûm diğer ikisi ziyaretçiler için olmak üzere üç sandalye bulunan bir barakaydı. María Helena fısıldayarak konuşuyordu: Gardiyanlara güvenmiyordu. “Kızların bazıları cadı avlarında engizisyonun yaktığı kadın sayısına ulaşılınca duracaklarını söylüyor.” “Bu çok fazla,” dedi Silvina. “Duruma göre değişir,” diye araya girdi annesi. “Yüz binlerce kadının katledildiğini söyleyen tarihçiler var; kimisi ise bu rakamın kırk bin olduğunu söylüyor.” “Kırk bin de çok,” diye mırıldandı Silvina. “Dört yüz yıl için o kadar da çok değil,” dedi annesi. “Altı yüz yıl önce Avrupa’da pek insan yoktu zaten anne.” Silvina öfkeden gözlerinin dolduğunu hissediyordu. María Helena ağzını açtı ve bir şey daha söyledi ama Silvina artık onu dinlemiyordu, annesi de lafa girdi; iki kadın görüşme salonunun hastalıklı ışığında sohbet etti ve Silvina’nın kulağına yalnızca, “Çok yaşlıyız,” dedikleri, kendilerinin alevlerden sağ çıkamayacakları, anında ölecekleri ama Silvina’cığın çok güzel bir yanmış kadın, gerçek bir ateş çiçeği olacağı çalındı.
195