YATA K DAVID WHITEHOUSE Çeviri: Berrak Göçer
YATAK David Whitehouse Özgün ismi: Bed © 2011, David Whitehouse Kitabın Türkiye hakları Anatolialit aracılığıyla alınmıştır. Türkçe yayın hakları: © 2011 Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Sertifika No: 12746 Domingo, Bkz Yayıncılık markasıdır. Çeviri: Berrak Göçer Editör: Emre Ülgen Dal Kapak Tasarımı: gray318 Kapak Uyarlama: Ayşe Nur Ataysoy Sayfa Uygulama: Pınar Şensoy ISBN: 978 605 62604 0 7 Baskı: Aralık 2011 Elma Basım Yayın ve İletişim Hizm. San. Tic. A.Ş. Halkalı Cad. No:164 B-4 Blok Sefaköy K.Çekmece 34395 İstanbul Tel: (212) 697 30 30 Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın tümünün veya içeriğinin herhangi bir bölümünün yayıncının yazılı izni olmadan, fotokopi yöntemi dahil, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla çoğaltılması yasaktır.
Bkz Yayıncılık Ticaret ve Sanayi Ltd. Şti. Asmalımescit Mah. Ensiz Sok. No:2 D:6 Tünel İstanbul Tel: (212) 245 08 39 e-posta: domingo@domingo.com.tr www.domingo.com.tr
1
U
yurken, kül yığını içinde trüf mantarı arayan domuz gibi sesler çıkarıyor. Tam olarak horlama değil bu, daha çok can çekiştiğine işaret eden bir hırıltı. Bunun haricindeyse sessiz bir sabah; duvardaki göstergeye göre Yedi Bin Dört Yüz Seksen Üçüncü Gün’ün sabahı. Bu sessizliği taraçanın kapısına çarpan bir karga bozuyor. Çıkan patırtı Mal’i uyandırmıyor; göğsünün derinliklerinden yoğun hırıltılar gelmeye devam ediyor. Çıkardığı sesler –yunuslarla denizaltılar arasında geçen sonar bir sohbetmişcesine– kulaklarımda yankılanıyor. Mal’in altı yüz kilo olduğunu tahmin ediyorlar. Bu gerçekten fazla. Yarım tonu geçmiş. Sahile vurmuş balina fotoğrafları vardır hani; içlerinde biriken gazın patlamasıyla yarılmışlardır… Kalın bir balina yağı tabakası kumu kaplar; işte Mal öyle bir şeye benziyor. İyice büyüyüp, birbirine iplerle bağlı iki tane çift kişilik, bir tane de tek kişilik yatağın üzerini kap1
ladı. İskeletinin merkezinden o denli uzaklara erişti ki, etten oluşan devasa bir nevresime benziyor. Bu boyutlara ulaşmak yirmi yılını aldı. Artık rengi bile bildiğimiz ten rengi değil. Çatlamış kılcal damarlarla çeşnilenmiş derisi, ucuz bir tayta sıkıştırılmış kamyon büyüklüğündeki sosise benziyor. Yağ, ayak ve el tırnaklarını ele geçirdi, meme uçları bir kadın eli kadar şişti ve göbeğinin katlarının arasından ancak inatçı bisküvi kırıntıları geçebiliyor. Orada bir paket bisküvi oluşturacak kadar kırıntı birikmiştir herhalde. Yirmi yıl içinde Mal, henüz keşfedilmemiş topraklarıyla başlı başına bir gezegene dönüştü. Lou, annem, babam ve ben ise onun yörüngesinde dönen aylarız. Yatakta yanına uzanmış, ağzından birazcık daha hava çıkarabilmek için ellerinden geleni yapan ciğerlerinin horultularını dinliyorum. Tek duyduğum sıkıcı, sürekli bir vızıltı; kulaklarıma ıslak ekmek sıkıştırılmış gibi... Göğsünün her kalkışında odaya sismik bir titreşim yayılıyor. Yağları sallandıkça bedeni göl misali dalgalanıyor. Kendimi bırakıyorum o dalgalara; Mal’in tombul genişliğine, içine abimi hapsetmiş olan o devasa, şişik kefene bakmaktan başka yapacak bir şeyim olmadığı için, dalgaların beni bahçeye kadar taşımasına izin veriyorum. Pencerede, cama yapışıp kalmış bir kuşun olduğunu görüyorum. Belki uçarken Mal’i görmüş ve onu kocaman bir pasta sanmıştı. Yatakta geçen yirmi yıl. Mal’in ölümü bu aileyi kurtarabilecek tek şey, çünkü yaşamı bizi mahvetti. Ve yolun sonunda işte buradayım, onunla bu odayı paylaşıyorum. Her şeyin başladığı bu odayı. Ya da en azından bazı şeylerin... Babam bir keresinde bana, “Birini sevmek, onun ölmesini izlemektir” demişti.
2
2
D
eniz kenarındaki bir pansiyonun küçük oturma odasında, etrafa rezil olmakla meşguldük. Mutfaktan mısır gevreklerimizi getiren ufak ihtiyar kadının incecik derisi iyice sararmıştı; bedeni sigara dumanından örülü gibiydi. Annemle göz göze gelmektense, zaten düzeltmiş olduğu minderlere vurmayı ve konsolun üzerindeki dantele sütlü çay dökülmüş gibi yapmayı tercih ediyordu. O sabah, paylaştığımız odanın kapısında annemle tartışmakta olan Mal’in sesine uyanmıştım. Çırılçıplaktı; ama yaşıtı diğer çocuklar gibi çıplaklığından utanmıyordu. Bazen günlerce giyinmediği olurdu. Babam, “Tanrı aşkında, Malcolm, üzerine bir bok geçirir misin, lütfen?” derdi. Mal yanıt vermezdi; ama annem sorun olmadığını söylerdi. Annem. Bizi nezaketiyle öldürürdü. Arada sırada babam Mal’i kolunun altınan tuttuğu gibi odasına –odamıza– sürüklerdi. Tek elini göğsüne bastırıp diğer eliyle Mal’in çırpınan ufak bacak3
larını eşofmanın içine sokuştururdu. Mal karşı koyar, babam da ona “lanet olası bir bebek” gibi davranmayı bırakıp kıpırdamadan durmasını söylerken sırtından terler akardı. Mal iki dakikada kıyafetlerinden tekrar sıyrılıp hepsini yere fırlatırdı. Cılız kolları ve eklemleriyle tüysüz bir civcive benzerdi. “Beyinsiz” diye homurdanırdı babam. “Lütfen hayatım, rahat bırak çocuğu” diye fısıldardı annem. Mal’in tüm yanlışlarını hoş görürdü. Onun aykırılıkları ile dünyanın arasında dururdu; yüzü kızarmaya başladığında bile... “İşte bu yüzden tatile çıkamıyoruz Malcolm!” diye bağırdı annem. “Bu yüzden evden hiç çıkmamalıyız biz. Evde hayat çok, çok daha kolay. Şimdi o lanet olası elbiselerini giy, plaja gidiyoruz.” Tartışmanın son noktası, “Plaja gitmek istemiyorum”du. “Madem öyle, o zaman çıplak et sen de kahvaltını” dedi annem. Böylece kahvaltımız başladı. Babam hariç; “bahis oynayacağım” demiş, ama büyük ihtimalle yalan söylemişti. Ve Mal çıplaktı. Ve mısır gevreğini tüm masaya sıçratıyordu. Ve annem perdeleri düzeltiyormuş gibi yapan ihtiyar kadına dik dik bakıyordu. Ve yan masada oturan aile, tek kelime etmemişti. Mal’e doğru eğilip kulağına fısıldadım: “Neden?” O küçük süt kutularından birini ağzına atıp dişleriyle patlattı. Soğuk süt göğsünden aşağı akmaya başladığında vücudu ürperdi; çünkü eldivensiz kardan adam yapan parmaklar kadar üşümüştü teni. Babam geri döndüğünde suratı hâlâ öfkeden mosmordu; adeta kasıklarına tekme yemiş gibiydi. Masanın ortasındaki vazodan aldığı bir çiçekle çayını karıştırmakta olan Mal’e şöyle bir baktı, sonra onu dirseğinden yakalayıp, yumuşak, çıplak bedenini arabaya taşıdı. 4
Mal neredeyse hemen uyuyakaldı. Tanıdığım herkesten daha çok uyuyordu Mal; gerçi çok insan tanıdığım söylenemezdi. Mal’i bile o kadar iyi tanımıyordum. Annemle babamın tartışmalarını dinledim; aynı şeyin kavgasını veriyorlardı, ama ikisi de bunun farkında değildi. Anlaşılan sadece iki gün kalmış olmamıza rağmen pansiyona tüm haftanın parasını ödememiz gerekmişti. Mal iki hafta boyunca çıplak dolaştı. Plaja hiç gidemedik. Üzülmedim; zaten Kasım ayındaydık.
5
3
B
abam çalışmıyor, didiniyordu. Hep böyle derdi. Didinmek de çalışmak gibiydi ama çok daha zordu ve çok daha az zevkliydi. Kulağa bile hoş gelmiyordu. Didinmek. Bir robot, bir canavar kadar büyüktü babam, ama onlardan farklı olarak sessizdi. Elleri iyice beyazlamış, derisi buruşup çatlayarak sertleşmişti; kullanılmış alüminyum folyodan bir çift eldiven gibiydi... Bu yüzden bizi balık tutmaya götürdüğünde yalnızca karşıdan karşıya geçerken tutardım elini. Tuttuğum zaman da o elin benimkini –donmuş bir gülü sıkıp parçalar gibi– kolayca ezebilecek kadar güçlü olduğunu hissederdim. Öte yandan Mal elini babamın sert avucuna gömer ve yol boyunca ona tutunurdu; Meksikalı fırlama çocuklar gibi sürekli kıpraşır, cıvıldar dururdu. Babam bana “çabuk ol” diye bağırır, ben de ikisinin iç içe geçmiş gölgelerini kanala dek takip ederdim. Babam –hani 6
ihtiyar köpeklerin yapabildiği tek bir numara kalmıştır ya– ağzına bir solucan atar, dilinin altına saklayıp gülümser ve Mal’i tekrar tekrar kendine hayran bırakırdı; hâlbuki bu numarayı bir kez görmek bana yetmişti. Sonra konuşurlardı; babam Mal’in kafasını sonu gelmez fikirlerle doldururdu. Tavsiyeler, yaratılacak ve yapılacak şeyler... Bize dünyadan cezbedici bir şekilde bahseder, ilgimizi uyandırırdı. Kaygan zeminin üzerinde, denetmen ile hayalci, gerçek ile kurgunun uyumu... Balık tutmaktan nefret ederdim; çamurun içinde beklemekten ibaretti. Eve, annemin yanına dönmek için sabırsızlanırdım. Aslına bakarsanız hepimiz sabırsızlanırdık.
7
4
M
al, bir işi ilk yapan olmayı severdi. Yalnızca evdeki ya da sınıftaki değil, tüm dünyadaki ilk kişi. Çocukken ilk olabileceğiniz kaç şey vardır ki? “Daha önce kimse şunu yapmış mı...” diye sormaya başlardı. Annem de “evet” diye yanıt verirdi; sırf onun denizin altında yürümeyi denemesine engel olmak için bile olsa. Bu dersi, Mal’i dinlemediği o ender anlardan birinde almıştı. Onu dalgınca bir “hayır”la başından savdıktan beş saat sonra en büyük korkusu gerçek olmuştu; polis kapıdaydı –Mal, çatıdaki televizyon anteninden çıplak bir halde sarkarken tespit edilmişti. Yazın ortasındaydık. Sonuna kadar direnmesine rağmen, itfaiye aracı gelip onu indirdi. Hâlbuki ben, acil tıbbi yardıma ihtiyaç duyan bir ayıymış gibi onu uzaktan tüfekle bayıltmalarını, sonra da tüm çatı boyunca yuvarlanıp bir çöp kutusuna düşmesini ümit etmiştim. Çok geçmeden annemin aklına konuşma fikri geldi; böylelikle Mal’in kendini tehlikeye atmasını engelleyebilecekti. 8
Ona sonsuz kelime kombinasyonları olduğunu anlattı; bir araya geldiklerinde kesinlikle onları ilk defa o şekilde söyleyen insan Mal olacaktı. Mal altı ay boyunca, hiç susmadan anlamsız kelimeler sıraladı; yalnızca bunu yapan ilk kişi olmak için. Çoğu kelimeyi sözlükten buluyordu, ne anlama geldiklerini bilmesine gerek yoktu. “Teşhise inanma zalim merhametsiz egemenlikle telefonluk inleme, asla asla asla, olgunlaşmamış meyveyi yeme.” “Kozalak tahttan devrildi arasana evi inle vızılda sümkür kemiği zaman limon bölgesi, aman ne kadar da büyümüşsün görüşmeyeli.” Bu durum annemin pek bir hoşuna gitti. Mal her zaman, kendine özgü bir şekilde karşılık verirdi onun sevgisine. Annemin özverisi battaniye gibiydi; boğucu olabiliyordu, ama yine de sıcacıktı. Çevresindekileri daha iyi insanlar yapabilmek için kendi hayatını feda etmişti. Bir başka zamanda, bir mum ve dalgalanan mavi bir elbiseyle, dumanlı bir alanda süregelen acımasızca bir savaşta, tedavi ettiği her lanetli askerin en çok sevdiği hemşire olabilirdi. Ama o, böyle bir öykünün kahramanı olmak yerine bizimleydi: ancak hayal meyal hatırlayabildiğim annesi, babam ve Mal. Aralarında koşuşturur, onlarla ilgilenir, onları sever, kendisine hiç aldırış etmezdi. Şimdi de, annesi öldükten ve babam giderek kendini geri çekmeye başladıktan sonra, kendini tamamen Mal’e adamıştı. Yapabildiği başka hiçbir şey yoktu.
9
5
L
ou hayatımıza girdiğinde okula gidiyorduk. Giderlerin su birikintilerinin içinde kaybolduğu sağanak yağmurlar başladığında öğretmenler çocukları içeri çağırırdı. Bunu isteksizce yaparlardı; ne de olsa üst üste iki matematik dersine katlanmalarına yardımcı olsun diye iki tek atmaktan vazgeçmek zorunda kalıyorlardı. Ama ortalığı sel götürdüğünde izlenecek protokol buydu: teneffüs boyunca yaygaracı çocukların buğulu pencerelerin üzerine sessiz çocuklarla ilgili hakaretler yazmasını seyretmek. Yazılar genelde Mal’le ilgiliydi. Okulun geçici sosyal sisteminin bir parçası olmayı reddetmesi, yağmurlu bir gün boyunca, “Mal Ede zavallının teki” kelimelerinin camdan aşağı süzülmesini izleyebileceğiniz anlamına geliyordu. Mal, olan bitenin farkında bile değildi. Ne düşündüklerini umursamıyordu; ve diğer çocuklar onun bu yönünü kıskanıyorlardı. Ama onlar Mal’i anlayamazken, Lou Mal’i çok iyi an10
lamıştı. O gün yüzündeki ifadeden okunuyordu bu; kalbi boğazından yukarı çıkacak, ağzında tepe taklak olacak, yolunun üzerindeki ön dişlerini kırıp gökyüzüne süzülecek gibiydi. Aşk ya da tutku değildi bu; henüz çok küçüktü bunlar için. Ama bir şeydi, bir gün çiçek açacak bir tohumun tohumuydu. Lou o gün sınıfta oturmuş, kendi yansımasını görebilmek için eliyle camın buğusunu siliyordu. Yağmur o kadar şiddetli yağıyordu ki, yere çarpan damlalar çocuk parkının asfaltına kaynıyormuş izlenimi veriyordu. Elini dürbün yapıp cama dayadı. Karanlığın ve yağmurun içinde tek başına duran bir figürün gölgesini gördü. Mal. Başını geriye atmıştı, sonuna kadar açmış olduğu ağzından, yanaklarından akan, burnuna giren ve gözlerini dolduran yağmur suları taşıyordu. Saçları sırılsıklam olmuştu, uçlarından su damlayan perçemleri iri salyangozlara benziyor, beyaz okul tişörtü içini gösteriyordu. Mal listeden adı okunduğunda yanıt vermemeyi alışkanlık haline getirmiş olduğu için hiçbir otorite figürü yokluğunu fark etmemişti. Hatta o anda, Mal’i düşünmekte olan tek insan Lou’ydu. Yağmurun rüzgârda Mal’in sırtına çarpmasını seyretti. Lou, minik beyaz elleriyle cama vurdu, ama Mal onu duymuyordu. Mal’i başka kimsenin görmemesi için bir öğretmen ya da o yaygaracı çocuklardan biri geldiğinde hemen sandalyesine dönüyordu. Sonunda, yaklaşık yarım saat sonra, sınıftan kaçıp koridora çıktı. Plastik sandalyelerden oluşan bir duvarın altına saklanıp, sandalyelerin siyah bacaklarından örülmüş, örümcek ağı misali yolun sonuna dek kıvrılarak ilerledi. Orada, en son öğretmen de öğretmenler odasına girene dek çömelip bekledi, sonra da kaygan mermerin üzerinde parmak uçlarına basarak sessizce kızların soyunma odasına girdi. Güvende olduğuna emin olana dek kayıp eşya dolabının kapısının arkasına sak11
landı, çocuk parkına çıkan tek pencereyi açıp usulca bacaklarını sarkıttı. Orada kimselere görünmeden sallandı; bedeninin yarısı yağmurun altında kalıyordu, eteği omuzlarına çıkmıştı, poposu sert tuğla duvara sürtünüyordu. Sonunda kendini kurtarmayı başardı ve aşağıdaki su birikintisine kıçüstü düştü. Gözlerini ovuşturup dudaklarını yaladı. Çamur tadı aldı. Buz gibi soğuk olan yağmurun o ilk birkaç damlası boynundan beline doğru kayarken titreyerek kalktı ve usulca Mal’e doğru ilerledi. Parmaklarını onunkilerle birleştirdi ve bardaktan boşanan yağmur onları yok etmekle tehdit ederken yan yana öylece durdular. Mal, yüzü gökyüzüne dönük, Lou’nun elini sıkıca kavramış bir halde on beş dakika boyunca, sağanak başladığı hızla sona erene dek bekledi. Sonra Lou’nun elini bırakıp tek kelime etmeden hızla binaya girdi, direk müdürün ofisine yürüdü ve halının üzerine bayılmadan önce yağmur hakkında bir ders talep etti. “Affedersin, sen Malcolm Ede’in kardeşi misin?” diye sordu Lou bana günün ilerleyen saatlerinde eve yürürken... Sesi ve kullandığı kelimeler, yeni hareketlenmiş bir rüzgâr çanı gibi havada asılı kaldı. “Evet” dedim. O kadar tatlı görünüyordu ki. “Adım Lou” dedi. Koluma dokundu ve Mal’e iletmem için bir mektup uzattı. Mektubun yerleştirildiği sarı zarf, kıpkırmızı bir ruj iziyle biraz zevksizce süslenmişti. Bunun, onun dudaklarının izi olmadığına neredeyse emindim, çünkü Lou’nun dudakları daha güzeldi. Belli ki bir arkadaşı yardım etmişti. Koluma dokundu. Mektubu Mal’den kalma yırtık okul çantamın derinliklerine atıp eve koşturdum. Bu kısa, ama yeni ve güzel deneyim ruhumu bir anlığına da olsa şefkatle okşadı.
12
6
S
onuçta zatürre olan Mal, hastanenin çocuk bölümünün rengârenk Araf ’ına kapatıldı. Antibiyotikler ve çizgi filmler. Cılız kolundaki damardan sıvıyla besin sağlayan serum, onu kısa sürede iyileştirdi. Zatürre, virüslü bir yük treni gibi içinden geçip gitmişti. Annem çok sinirliydi. Ziyaret saatleri akşam altıdan sekize kadardı; ama benim de gelmeme izin verdikleri tek seferde, hastaneye yarım saat erken varmıştık. Parlak zeminli bej koridorlarda annemle babamı takip ediyordum. Hademeler, hayatımda gördüğüm en yaşlı insanları tekerlekli sandalyelerle asansörlere bindirirken, aynı aşağıdaki mutfakta, gümüş kutulardaki yemekleri devasa fırınlara koydukları zaman takındıkları gibi bir ifade takınıyorlardı. Kısa bir süre sonra hasta odalarının olduğu bölüme vardık. Kapılar açıldı. Pijamaları içinde yaşlı adamlar; bir odada dört tane... Yoldaşlık yapamayacak kadar hastalar; hepsi bitik. İhtiyar bir kadın ağlıyor. Kocaman bir kâse şekerleme var; kimse 13
dokunmamış, sadece ziyarete gelen yeğenler yemiş. Etraf sabunlanmış el gibi kokuyor. Oksijen maskesi takınca insanın ağzına nasıl bir tat geldiğini merak ediyordum ki, babamın bacağının arkasına çarptım; bir yük atını andıran baldırı beni yere düşürdü. Köpeğin yavrusunu kaldırışı gibi, boynumdan tutup havaya kaldırdı beni. Ciddi bir ifade takınarak parmağını salladı; konuşmak yok, diye uyardı beni. Dikizlemek yok; biliyordum. Kütüphane kuralları gibi. Yüzme havuzu kuralları gibi. Yüzmeyi hiç öğrenememiştim. Mal’i yatakta oturmuş, parlak renklerde bir çizgi roman okurken bulduk; attığı kahkahalar öksürük nöbetleriyle kesiliyordu. Önce hal hatır sormalar: Bugün kendini nasıl hissediyorsun? Akşam yemeğinde ne verdiler? Diğer çocuklarla arkadaş oldun mu? “Yağmurda ne işin vardı?” diye fısıldadım. “Ne kadar ıslanabileceğimi görmek istemiştim” dedi. Annem oyuncak dolu küçük bir çantayı komodinin üzerine ve Mal’in ayak ucuna boşalttı; Mal onları dar plastik kutularından çıkartmaya uğraşırken iyileşmekten ve cesaretten söz ettik. Oyuncaklara dokunduğumda mızmızlandı. Plastik bir dövüşçünün koluna dokundum, usulca, yalnızca iki parmağımı ve başparmağımı kullanarak... Sırf onu tutmuş olmak için böyle yapmıştım, ama Mal bebeği hızla elimden kaptı, sonra da dirseğiyle komidine çarpıp zaten sallanmakta olan Lego’dan bir duvarın parlak zemine saçılmasına neden oldu. Kendi oğlunun elini o sabah mutfak kapısına sıkıştıran ve iki parmağını kesmelerine şahit olan bir kadın tiksintiyle dişlerinin arasından nefes aldı. Babamın için için sinirden köpürdüğünü gördüm. Beni kolumdan tuttuğu gibi dışarı sürükledi. Aniden ateşim yükselmiş, kazağım üzerime yapış14
mıştı. Babam bacaklarımın arkasına vurdu, küfretti, sonra da yere tükürdü. “Git, arabada bekle.” Arabaya gittim. Telden büzük bir toptum. Eve yola çıktığımızda artık yemek yapmak için çok geçti. Doğum günümde sessizlik içinde kızarmış balıkla patates yedik. Lou’nun aşk mektubu –ya da Malcolm Ede’in ilk hayran mektubu– eve döndüğümde çöp kutusunun en altına sıkıştırıldı. Özellikle dipteki çürüyen et ve kemiklerin üzerine bastırıldı ki, yemeklerin sevgisiz sularını iyice içine çeksindi. Ama ne olur ne olmaz diye, morinalı dudaklarıma değdirildikten sonra...
15
7
M
al hâlâ hastanede olduğundan ev iyice sessizleşmişti. Renkler soldu, vakit geçmek bilmiyordu. Çarşambadan itibaren pazar öğleden sonrasını korkuyla bekler oldum. Pazarları acımasızdı. Koltuk beni hapseder, karanlığın içeri girmesine izin verirdi; ailecek salonda otururduk. Pazarları sanki tüm aile hep birlikte nefes alırdık; yavaşça, daha da yavaşça –akşam olup da, televizyonun etrafına üşüşüp, onunla verdiğimiz savaşı uyku kazanana dek bu böyle giderdi. O gün uyanır uyanmaz günün normalden iki kat hızlı geçmesi için dua ettim. Duvarın ardından kahvaltının kokusu ile yapılan bir tartışmanın boğuk sesleri geliyordu. Annemle babam; bir zaman kaybı daha. Seslerin arasından geçtiği alçıpan duvarlar, onları su altından gelen mırıltılara dönüşene dek yontuyordu. Seslerini yükselttikçe konuşmalar netleşiyordu, ama ben onları daha da az duymak istiyordum; kulaklarımı yumuşak yastıklara gömerek beynimin sesleri tercüme etmesine engel olmaya çalıştım. 16
“Nudaal” dedi annem. “Şunagimioo” dedi babam. Günü ve konuyu göz önünde bulundurunca, olası en kötü sonuç sonunda kafama dank etti; bir radyo gibi frekansım ayarlandı ve söylenenleri oldukça net bir biçimde duyar oldum. “Onu da al” diyordu annem. “Hoşuna gitmiyor” diyordu babam. Balığa. Balık tutmaya gidiyorduk. Yalnızca karşıdan karşıya geçerken tutacaktım elini. Annem benim için öğle yemeği hazırlamıştı. Peynirli sandviçler, bir çikolata, kamışı yanında bir kutu portakal suyu ve hiçbir özelliği olmayan son derece basit doğum günü pastamdan bir dilim. Arabada giderken pastayı yedim. Can sıkıntımı, geçici de olsa, sünger gibi emdi. Vardığımızda ben oltaları tutarken babam da sessizce botları çıkardı. Birkaç adam yanımızdan geçerken homurdanarak bir şeyler söylediler; herhalde babamın arkadaşlarıydılar. Endişeliydim; babamla ne konuşacaktık? Nehrin kenarına kurulduk. Kalın çamur öbekleri Wellington botlarımın tabanlarındaki deliklerden içeri sızıyordu. Misinalarımız kanalın kıpırtısız, kahverengi yüzeyini bulandırırken, sinekleri dudaklarımızın üstünden alıyor, gözlerimizin önünden kovuyorduk. Babamın bir şeyler söylemesi için duyduğum ihtiyaç sessizliği doldurdu. Acıyla sızlamama neden oluyordu. Önümüzden çöpler süzülüp geçti. Sonra babam bir hikâye anlatmaya başladı. Şimdiye dek bu kadar uzun konuştuğunu hiç duymamıştım; o da, Mal yanımızda olmadığındandı. Babamla ben yalnızdık; aramızda, köprünün olması gereken yerde bir boşluk vardı. Köprüyü nasıl kuracağını bilmiyor, ama denemek istiyordu; sızıntılarım bir süreliğine kesildi. Hikâye çalışmakla ilgiliydi. Didinmekle. İçinde o kadar çok biriktirmişti ki, derisini ve kıyafetlerini yırtıp patlamadığına şaşırmıştım. 17