Cadıların Keşfi - ÖN OKUMA

Page 1

DEBORAH HARKNESS

CADILARIN KEŞFİ

İngilizceden Çeviren: BERNA KILINÇER

PEGASUS YAYINLARI



BİRİNCİ BÖLÜM Deri kaplı kitap cildi, sıradan bir görünüme sahipti. Bir tarihçinin gözünde, Oxford Bodleian Kütüphanesi’nde bulunan yüzlerce eski ve yıpranmış el yazmasından farkı yoktu. Ancak almaya gittiğim andan beri onda bir tuhaflık olduğunu biliyordum. Eylül sonlarındaki o öğle sonrasında Duke Humfrey’deki Okuma Salonu boştu. Yaz aylarındaki misafir öğretim üyesi kalabalığı bittiği ve sonbahar yarıyılı çılgınlığı henüz başlamadığı için kütüphane materyali istekleri hızla yerine getiriliyordu. Yine de Sean danışma masasında beni durdurduğunda şaşırdım. “Dr. Bishop, el yazmalarınız geldi,” diye fısıldadı sesinde bir parça muziplikle. Baklava desenli kazağının önünde eski, deri ciltlerin tozlu izleri vardı, sıkılganlıkla üzerini temizlerken saman sarısı saçının bir buklesi alnına düştü. “Teşekkür ederim,” dedim minnettar bir gülümsemeyle. Öğretim üyelerinin bir günde isteyebileceği kitap sayısı limitiyle ilgili kuralları açıkça görmezden geliyordum. Master yaptığımız günlerde birlikte sokağın karşısındaki pembe sıvalı pub’da pek çok kez içki içtiğimiz Sean, bir haftadan uzun süredir isteklerimi hiç şikâyet etmeden getiriyordu. “Bana da Dr. Bishop demeyi bırak. Başka birisiyle konuştuğunu sanıyorum hep.” Sırıtıp Bodleian koleksiyonuna ait –hepsi de simya illüstrasyonlarının en iyi örneklerini içeren– el yazmalarını eskimiş meşe masanın üzerinde önüme doğru kaydırdı. Her biri gri bir karton kutu içindeydi. “Ah, bir tane daha var.” Sean bir an kafeste kayboldu, sonra buzağı derisinden, alacalı cildi olan bir el yazmasıyla geri döndü. Kitabı yığının üzerine bırakıp incelemek için eğildi. İnce, altın çerçeveli gözlüğü, bir rafa takılı, eski, bronz okuma lambasının zayıf ışığı altında parladı. “Bu bir


6 • Cadıların Keşfi

süredir istenmemişti. Sen geri verdikten sonra kutulanması gerektiğini not edeceğim.” “Sana hatırlatmamı ister misin?” “Hayır, zaten buraya not aldım.” Sean parmak ucuyla başını işaret etti. “Senin aklın benimkinden daha düzenli olmalı.” Gülümsemem genişledi. Sean bana utangaç bir bakış atıp kapak ile ilk sayfalar arasındaki istek formunu çekti ama kâğıt yerinden oynamadı. “Bu çıkmak istemiyor,” diye yorum yaptı. Kulağımın dibinde konuşan boğuk sesler odanın her zamanki sessizliğini bozdu. “Duydun mu?” Tuhaf seslerle şaşırarak çevreme bakındım. “Neyi?” diye cevapladı Sean el yazmasından başını kaldırarak. Kitabın kenarlarındaki yaldız izleri parlayarak gözüme çarptı. Ama bu soluk altın parlaklık, sayfalar arasından süzülüyor görünen zayıf, yanardöner pırıltıyı açıklayamazdı. Gözümü kırpıştırdım. “Hiç, yok bir şey.” Çabucak el yazmasını kendime çektim. Elim deriye dokunduğunda bir karıncalanma hissettim. Sean’ın parmakları hâlâ istek formunu tutuyordu, form şimdi kolayca cildin arasından kurtulmuştu. Kitabı kollarıma alıp çenemin altına sıkıştırdım, kütüphanenin ucu açılmış kurşun kalem ve parke cilası kokusunu kaçıran gizemli bir kokunun saldırısına uğradım. “Diana? İyi misin?” Sean endişeyle kaşlarını çattı. “İyiyim. Biraz yorgunum,” diye cevapladım kitapları burnumdan uzaklaştırarak. Kütüphanenin on beşinci yüzyıldan kalma orijinal bölümünde hızla yürüdüm. Tavana doğru yükselen üç kitaplığı ve çizilmiş yüzeyleriyle Elizabeth dönemi okuma masalarını geçtim. Masaların arasındaki Gotik pencereler okurun dikkatini süslü tavanlara çekiyor, buradaki parlak boya ve yaldız, üniversitenin üç taç ve açık kitaptan ibaret armasının ayrıntılarını öne çıkarıyor, “Tanrı ışığımdır” düsturunu yukarıdan başlayarak aralıksız ilan ediyordu. Bir başka Amerikalı akademisyen olan Gillian Chamberlain bu cuma akşamı kütüphanedeki tek arkadaşımdı. Bryn Mawr’da ders veren bir klasikçi olan Gillian, zamanını cam tabakalar arasında sıkıştırılmış papirüs


Deborah Harkness • 7

parçalarını inceleyerek geçiriyordu. Göz göze gelmemeye dikkat ederek yanından hızla geçtim ama eski tahtaların gıcırtısı varlığımı ele verdi. Bir başka cadı ne zaman bana baksa tenim karıncalanırdı, yine aynı şey oldu. “Diana?” diye seslendi loşluğun içinden. İç çekişimi bastırarak durdum. “Selam Gillian.” El yazması istifime açıklanamaz bir biçimde sahip çıkarak cadıdan mümkün olduğu kadar uzak kaldım ve onun görüş açısına girmeyecek şekilde bedenimi el yazmalarına siper ettim. “Mabon için ne yapıyorsun?” Gillian şehirdeyken “kız kardeşlerimle” zaman geçirmemi söylemek için her zaman masama uğruyordu. Vikanların sonbahar ekinoksu kutlamalarına yalnızca birkaç gün kalmışken beni Oxford kovanına1 dâhil etme çabalarını iki kat artırmıştı. “Çalışıyorum,” dedim hemen. “Burada çok iyi bazı cadılar var biliyor musun?” dedi Gillian ciddi bir hoşnutsuzlukla. “Pazartesi bize katılman konusunda ciddiyim.” “Teşekkürler. Bunu düşüneceğim,” dedim. Duke Humfrey’nin ana aksini dikeylemesine kesen, on yedinci yüzyılda eklenmiş havadar Selden End yönünde yürümeye başladım. “Bir konferans makalesi üzerinde çalışıyorum, bu nedenle söz veremeyeceğim.” Sarah teyzem beni her zaman, bir cadının diğerine yalan söylemesinin mümkün olmadığı konusunda uyarmıştı ama bu durum beni denemekten asla alıkoymamıştı. Gillian anlayış gösterdiğini belirten bir ses çıkardı ama gözleri beni takip etti. Kemerli, vitray pencereleri gören her zamanki oturma yerime döndüğümde el yazmalarını masaya bırakıp ellerimi silme güdüsüne karşı koydum. Bunun yerine eskiliklerini göz önüne alarak yığını dikkatle masaya bıraktım. İstek formu üzerinde asılı duran el yazması, yığının en üstündeydi. Sırtında Elias Ashmole’a ait yaldızlı bir arma bulunuyordu. Elias Ashmole on yedinci yüzyılda yaşamış bir kitap koleksiyoncusu ve simyacıydı. Kitapları ve makaleleri Bodleian’a on dokuzuncu yüzyılda Ashmolean Müzesi’nden gelmişti, 782 numaralı el yazması da onlardan biriydi. Elimi uzatıp kahverengi deriye dokundum. 1

Coven: Cadı topluluğu. (ed.n.)


8 • Cadıların Keşfi

Hafif bir şok parmaklarımı hemen geri çekmeme yol açtı ama yeterince hızlı değildim. Karıncalanma kollarıma tırmandı, sonra omuzlarıma yayılarak sırtımdaki ve ensemdeki kasları gerdi. Bu his çabucak geçti ama geride karşılanmamış bir ihtiyacın verdiği boşluğu bırakmıştı. Verdiğim tepkiye şaşırarak kütüphane masasından uzaklaştım. Güvenli bir mesafeden bile el yazması bana meydan okuyor; üniversite kariyerimle son Bishop cadısı olarak doğuştan gelen hakkımı ayırmak için inşa ettiğim duvarları tehdit ediyordu. Zor kazandığım doktoram, kadro hakkım, derecelerim ve gelişmeye başlayan kariyerimle ailemin mirasını reddetmiş, açıklanamaz önsezi ve büyülere değil, mantık ve bilimsel yetilere dayanan bir hayat kurmuştum. Oxford’da bir araştırma projesini tamamlamak üzere bulunuyordum. Projem sona erdiğinde bulgularım yayımlanacak, gizemlere ve işimde bir cadının altıncı hissiyle bilebileceği şeylere yer bırakmadan, geniş analiz ve dipnotlarla desteklenerek insan meslektaşlarıma sunulacaktı. Ama –bilmeden– istediğim, araştırmam için gerekli olan bu simya el yazması başka bir dünyaya ait, göz ardı edilmesi imkânsız bir güç taşıyor görünüyordu. Parmaklarım onu açıp daha fazlasını öğrenmek için can atıyordu. Ama daha güçlü bir güdü beni bundan alıkoyuyordu. Merakım, yalnızca araştırmamla alakalı entelektüel bir ilgiden mi ibaretti, yoksa ailemin büyücülükle olan ilişkisiyle mi bağlantılıydı? Daha net düşünebilme umuduyla kütüphanenin tanıdık havasını içime çekip gözlerimi kapadım. Bodleian benim için her zaman bir sığınak, Bishop’larla ilgisi olmayan bir yer olmuştu. Titreyen ellerimi dirseklerimin altına sıkıştırarak ilerleyen alacakaranlıkta Ashmole 782’ye bakıp ne yapacağımı düşündüm. Annem benim yerimde olsaydı, cevabı içgüdüsel olarak bilirdi. Bishop ailesinin pek çok üyesi yetenekli cadılardı ama annem Rebecca özeldi. Herkes onun özel olduğunu söylüyordu. Doğaüstü yetenekleri kendisini erken yaşta göstermişti. İlkokul çağına geldiğinde yerel kovanda büyüleri sezgi yoluyla kavrayabilmesi, şaşırtıcı önsezileri, insanların ve olayların içyüzünü görebilme konusundaki olağanüstü becerisiyle yaşça büyük cadıların çoğunu büyü konusunda geçiyordu. Annemin küçük kız kardeşi Sarah teyzem de yetenekli bir cadıydı ama onun yetenekleri daha sık


Deborah Harkness • 9

görülen cinstendi. İksirler konusunda iyiydi, cadılığın geleneksel büyü ve sihirlerinde kusursuz bir yetkinliğe sahipti. Diğer tarihçi arkadaşlarım elbette ailemi tanımıyordu ama yedi yaşından beri Sarah’yla yaşadığım, Kuzey New York’taki uzak bir kasaba olan Madison’da herkes Bishop’ları tanırdı. Akrabalarım bağımsızlık savaşından sonra Massachussetts’ten buraya taşınmıştı. O sırada Bridget Bishop’ın Salem’de yakılmasının üzerinden yüzyıl geçmişti. Yine de dedikodu ve söylentiler yeni evlerinde de onları rahat bırakmamıştı. Oradan ayrılıp Madison’a geldikten sonra Bishop’lar hastaları tedavi ederek ve hava durumunu tahmin ederek insanlara, cadı komşularının olmasının ne kadar yararlı olduğunu göstermek için epeyce uğraşmışlardı. Zamanla aile, toplulukta arada sırada patlak veren kaçınılmaz batıl inançlara ve insanların korku dalgalarına karşı koyacak kadar derin kökler edinmişti. Ama annem dünyaya karşı, onu Madison’ın güvenli ortamından ayrılmaya iten bir merak besliyordu. Önce Harvard’a gitti. Burada genç büyücü Stephen Proctor’la tanıştı. O da nesillerdir büyücü olan bir soydan geliyor, ailesinin New England geçmişi ve nüfuzu dışındaki bir hayatı yaşamayı arzuluyordu. Rebecca Bishop ve Stephen Proctor çekici bir çiftti, annemin kusursuz Amerikalı dürüstlüğü, babamın daha resmî, eski moda tarzıyla uyumluydu. Antropolog oldular, eski inançlara ve kültürlere daldılar. Entelektüel tutkularının yanı sıra birbirlerine duydukları derin bir bağlılığı da paylaştılar. Bölge okullarında öğretim kadrosuna girdikten sonra –annem mezun olduğu okulda, babamsa Wellesley’de– yurt dışına araştırma gezilerine gittiler ve Cambridge’i yeni ailelerinin evi olarak seçtiler. Çocukluğuma dair fazla bir anım yoktur ama sahip olduklarımın hepsi canlı ve şaşırtıcı derecede nettir. Hepsi de annem ve babamla ilgilidir: Babamın fitilli kadife ceketinin dokusu, annemin parfümünden gelen zambak çiçeği kokusu, cuma akşamları beni yatırıp mum ışığında yemek yerlerken şarap kadehlerinin tokuşturulmasındaki çınlama sesi. Annem beni yatırırken masal okur, babam evrak çantasını ön kapının yanına bir tıkırtıyla bırakırdı. Bu anılar pek çok kişiye tanıdık gelebilir. Aileme dair diğer anılarım bu kadar sıradan değil. Annem asla çamaşır yıkamıyor görünürdü ama giysilerim her zaman yıkanıp katlanmış olurdu. Hayvanat bahçesine okul gezisi yapılacağı zaman unuttuğum izin


10 • Cadıların Keşfi

kâğıtları öğretmen toplamaya geldiğinde sıramda belirirdi. Ve babamın çalışma odası, iyi geceler öpücüğü vermeye gittiğimde ne durumda olursa olsun (genellikle içeride bir bomba patlamış gibi görünürdü), ertesi sabah kusursuz bir biçimde derli toplu olurdu. Anaokulundayken arkadaşım Amanda’nın annesine, bulaşığı yıkamak için tek yapması gereken kirli bulaşıkları lavaboya yığıp parmaklarını şaklatmak ve birkaç sözcük fısıldamakken neden deterjan ve sabun kullandığını sormuştum. Bayan Schmidt ev işi konusundaki garip fikrime gülmüş ancak gözlerinde şaşkınlığın gölgesi belirmişti. O gece annemle babam büyü hakkındaki konuşmalarımıza ve kiminle konuştuğumuza dikkat etmemiz gerektiğini söylemiş. İnsanlar sayıca bizden fazlaydı ve gücümüzü tehlikeli buluyorlardı, dünya yüzündeki en güçlü şey de korkuydu. O sırada büyünün, özellikle annemin büyüsünün beni de korkuttuğunu itiraf etmemiştim. Annem gündüzleri Cambridge’li sıradan bir anne gibi görünüyordu. Biraz bakımsız, dağınık, ev ve işindeki baskılardan dolayı bezgin. Sarı saçları modaya uygun bir şekilde karışıktı ama giysileri 1977’de takılıp kalmış görünüyordu. Dalgalanan, uzun etekler, bir beden büyük pantolon ve gömlekler, yardım toplamak için ikinci el kıyafet satan Boston’daki mağazalardan Annie Hall’u taklit etmek için aldığı erkek yelek ve ceketleri. Süpermarkette kasa sırasında önünüzde dursa ya da sokakta yanınızdan geçse ona dönüp bir daha bakmanızı gerektirecek hiçbir şey görmezdiniz. Evimizin özelinde perdelerimiz kapatıldığında ve kapımız kilitlendiğinde annem bambaşka birisi olurdu. Hareketleri acele ve telaşlı değil, güvenli ve emin olurdu. Bazen havada süzülür gibiydi. Evde şarkı söyleyip ortalıkta dolanır, oyuncak hayvan ve kitapları toplarken yüzü yavaş yavaş bu dünyanın dışından gelen, güzel bir şeye dönüşürdü. Annem büyüyle aydınlandığında gözlerinizi ondan alamazdınız. “Annenin içinde bir fişek var,” diye açıklardı babam, hoşgörülü geniş sırıtışıyla. Ancak zamanla fişeklerin yalnızca parlak ve canlı olmadığını öğrendim. Ne yapacakları belli olmayan, sizi ürkütüp korkutabilecek şeylerdi. Bir gece babam konferans vermeye gittiğinde annem gümüşleri temizlemeye karar verdi ve yemek masasına koyduğu bir kâse suya büyülenmiş gibi dalıp gitti. Annem bakarken, suyun cam gibi yüzeyi


Deborah Harkness • 11

kıvrılıp bükülerek küçük, hayaletimsi şekillere dönüşen bir sisle kaplandı. Sis büyüyüp odayı gerçeküstü şekillerle doldururken hayretle soluğumu tuttum. Şekiller kısa sürede perdelere tırmanmaya ve tavana tutunmaya başlamıştı. Anneme yardım etmesi için bağırdım ama o hâlâ dikkatle suya bakmaya devam ediyordu. Yarı hayvan yarı insan bir yaratık yanıma sokulup kolumu çimdikleyene kadar konsantrasyonu bozulmadı. Bu, onu dalgınlığından uyandırdı ve hayaletleri geri püskürtüp evde kavrulmuş tüy kokusu bırakan, öfkeli kırmızı bir ışık patladı. Babam gelir gelmez evdeki garip kokuyu fark etti, endişelendiği açıkça belliydi. İkimizi yatakta büzülmüş bir halde buldu. Annem onu görünce özür dileyerek gözyaşlarına boğuldu. Bir daha yemek odasında kendimi asla güvende hissetmedim. Yedi yaşındayken annemle babam Afrika’ya gidip sağ dönmediklerinde, geriye kalan bir parça güvenlik hissi de kayboldu. Kendimi toparlayıp yeniden önümdeki ikileme yoğunlaştım. El yazması masada, lambanın ışık çemberinde duruyordu. Büyüsü içimdeki karanlık ve düğüm olmuş bir şeyi çekiyordu. Bu seferki karıncalanma hissi tanıdıktı. Böyle bir şeyi, daha önce babamın çalışma odasındaki bazı kâğıtlara bakarken hissettiğimi hayal meyal hatırladım. Deri kaplı ciltten kararlı bir biçimde uzaklaşıp kendimi daha mantıklı bir şeyle oyaladım: New Haven’dan ayrılmadan önce oluşturduğum simya metinleri listesi. Masamın üzerindeydi. Dağınık kitaplar, kitap istek fişleri, faturalar, kalemler, kurşun kalemler ve kütüphane haritaları arasına saklanmıştı. Derleme koleksiyona ve daha sonra Bodleian Kütüphanesi’ne geldiğimde, kütüphane görevlisinin metne verdiği numaraya göre düzgünce hazırlanmıştı. Birkaç hafta önce geldiğimden beri, sistemli bir şekilde liste üzerinde çalışıyordum. Ashmole 782’nin kopyaladığım katalog tanımı şöyleydi: “Antropoloji ya da İnsan’ın Kısa Tanımını İçeren Bir Bilimsel İnceleme: İlki Anatomik, İkincisi Psikolojik Olmak Üzere İki Bölüm.” İncelediğim çoğu yapıtta olduğu gibi, başlıktan içeriğin ne olduğunu anlamak mümkün değildi. Parmaklarım bana, kapağını henüz aralamadan kitap hakkında bir şeyler söyleyebilirdi. Sarah teyzem zarfta ödemek istemediği bir fatura olması ihtimaline karşı postada ne olduğunu görmek için her zaman


12 • Cadıların Keşfi

parmaklarını kullanırdı. Bu şekilde elektrik şirketine borcu olduğu ortaya çıktığında, bunu görmediği savunmasını yapabilirdi. Kitap sırtının üzerindeki yaldızlı numaralar göz kırptı. Oturup seçeneklerimi düşündüm. Büyüyü boş ver, el yazmasını aç, insan olan akademisyenlerden biri gibi okumaya çalış. Büyülü cildi bir kenara bırak ve buradan git. Bu halimi görse Sarah keyifle gülerdi. Her zaman, büyüyü bir kol boyu mesafede tutma çabalarımın boşuna olduğuna inanmıştı. Ama annemle babamın cenazesinden beri yaptığım buydu. Orada bulunan konuklar arasındaki cadılar, damarlarımdaki Proctor ve Bishop kanının bir işaretini görmek için beni dikkatle incelemişti. Bu sırada da cesaret vererek sırtımı sıvazlamış ve yerel kovanda annemin yerini almamın an meselesi olduğunu öngörmüşlerdi. Bazıları annemle babamın evlenme kararının doğruluğu konusundaki kuşkularını fısıldamıştı. “Çok fazla güç,” diye mırıldanmışlardı, duymadığımı düşünerek. Eski törensel dini araştırmıyor olsalar bile, ikisinin dikkat çekeceği belliydi. Bu, annemle babamın ölümünden sahip oldukları doğaüstü gücü suçlamam ve kendime farklı bir hayat tarzı aramam için yeterliydi. Büyüyle ilgili her şeye sırtımı dönerek kendimi büyüme çağının saçmalıkları –atlar, oğlanlar ve romantik kitaplar– arasına gömüp kasabanın sıradan sakinleri arasında kaybolmaya çalıştım. Ergenlikte depresyon ve anksiyete sorunlarım vardı. Doktor, teyzeme bunların hepsinin normal olduğunu söylemişti. Sarah, doktora seslerden, telefonu çalmadan neredeyse bir dakika önce açmamdan ya da uykumda ormanda dolaşmamı engellemek için dolunayda kapıları ve pencereleri efsunladığından söz etmemişti. Kızgın olduğumda evdeki sandalyelerin her an devrilecek bir piramit haline gelmesinden, keyfim yerine geldiğindeyse hepsinin yere indiğinden de söz etmemişti. On üç yaşına geldiğimde teyzem gücümün bir kısmını büyünün temelini öğrenmeye yöneltme zamanımın geldiğine karar verdi. Birkaç sözcük fısıldayarak mumları yakmak ya da zaman içinde kendini kanıtlamış bir iksirle sivilceleri kapatmak… Bunlar genç bir cadının alışılagelmiş ilk adımlarıydı. Ama en basit büyüyü bile beceremiyordum, teyzemin bana


Deborah Harkness • 13

öğrettiği her iksiri yaktım ve annemin altıncı hissini alıp almadığımı gösterecek sınavlarından geçmeyi inatla reddettim. Sesler, alevler ve diğer beklenmedik güç patlamaları hormonlarım yatıştıkça azaldı ama aile işini öğrenme konusundaki isteksizliğimde bir değişiklik olmadı. Evde eğitimsiz bir cadının olması teyzemi endişelendiriyordu, Sarah beni Maine’de bir koleje gönderdiğinde rahat bir nefes aldı. Büyü dışında, tipik bir büyüme hikâyesiydi benimkisi. Madison’dan kaçmamı sağlayan zekâm oldu. Yaşıtlarımdan önce konuşup okumayı öğrenmemi sağlayacak keskin bir zekâm oldu hep. Ders kitaplarının planını hatırlayıp sınavlarda gerekli bilgiyi çekip çıkarmamı sağlayan olağanüstü fotografik hafızamın da yardımıyla okul hayatı, ailemin büyü mirasının gereksiz kaldığı bir yer oldu. Lisenin son yıllını atlayarak on altı yaşında üniversiteye girdim. Sonra tiyatro bölümünde kendime bir yer edinmeye çalıştım. Gösteri ve kostümler hayal gücümü cezbediyordu. Oyun yazarlarının başka zamanları ve yerleri bütün ayrıntısıyla oluşturabilmesi beni büyülüyordu. Profesörlerim, ilk birkaç performansımı, iyi rol yapmanın sıradan bir üniversite öğrencisini başka birisine nasıl dönüştürebileceğinin olağanüstü bir örneği olarak gösterip övdüler. Dönüşümün tam olarak tiyatro yeteneğinden kaynaklanmıyor olabileceği ihtimali, ilk kez Hamlet’te Ophelia’yı oynadığım sırada ortaya çıktı. Rol bana verilir verilmez, saçım olağanüstü bir hızla uzayıp omuzlarımdan belime kadar geldi. Ensemden aşağı dökülen yeni saçlarımla üniversite gölünün kıyısında, karşı konulmaz biçimde suyun parlak yüzeyine çekilerek saatlerce oturur oldum. Hamlet’i oynayan çocuk görüntüye kapıldı ve ihtiraslı ama tehlikeli biçimde geçici bir ilişki yaşadık. Kısa bir süre sonra Ophelia’nın deliliğinde kendimi kaybetmiştim ve oyuncuların geri kalanını da beraberimde sürüklüyordum. Sonuçta göz kamaştırıcı bir performans sergiliyor olabilirdim ama her yeni rol, yeni zorluklar getiriyordu. John Ford’un Ne Yazık ki O Bir Orospu oyununda Annabella’yı oynayacağım zaman iş çığrından çıktı. Oyundaki karakter gibi, kampüste peşimde dolanan bir dizi sadık talibim vardı (ve hepsi de insan değildi). Son perde kapandıktan sonra da beni izlemeye devam ettiklerinde, serbest kalan her neyse kontrol edilemeyeceği belli oldu. Büyünün rolüme nasıl sindiğinden tam olarak emin değildim


14 • Cadıların Keşfi

ancak bunu bilmek de istemiyordum. Saçlarımı kısa kestirdim. Uçuşan etekler ve katlı üstler yerine hukuk fakültesine hazırlanan güvenilir, hırslı öğrenciler gibi siyah balıkçı yaka kazak, koyu bej renkte pantolon ve makosen giymeye başladım. Fazladan enerjim spora gitti. Tiyatro bölümünden ayrıldıktan sonra birkaç bölüm daha denedim. Mantığa dayalı bir alan arıyordum, öyle ki büyü içinde bir parça bile yer bulamamalıydı. Matematik için gereken sabra ve dikkate sahip değildim, biyolojideki çabalarım, zayıf not aldığım sınavlar ve bitmemiş laboratuvar deneylerinden oluşan bir felaketti. İkinci yılımın sonunda kayıt görevlisi bana bir ana bölüm seçmezsem kolejde geçireceğim beşinci yıla hazır olmam gerektiğini söyledi. İngiltere’deki bir yaz eğitim programı bana Bishop olan her şeyden iyice uzaklaşma fırsatını verdi. Oxford’a, sabahleyin sokaklarının sessiz ışıltısına âşık oldum. Tarih derslerim krallar ve kraliçelerin maceralarını da içeriyordu, zihnimdeki tek ses on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda yazılmış kitaplardan fısıldayan seslerdi. Bu da tamamen iyi edebiyata bağlanabilirdi. En iyisi de bu üniversite şehrinde kimsenin beni tanımamasıydı, o yaz orada cadılar varsa bile benden uzak durmuşlardı. Eve döndüm, bölüm olarak tarihi seçtiğimi bildirdim, rekor zamanda bütün dersleri verip yirmi yaşına basmadan dereceyle mezun oldum. Doktora yapmaya karar verdiğimde Oxford, önümdeki programlar arasındaki ilk seçimimdi. Uzmanlık alanım bilim tarihiydi. Araştırmam, bilimin büyünün yerini aldığı döneme, astroloji ve cadı avlarının yerini Newton’a ve onun evrensel yasalarına bıraktığı çağa odaklanıyordu. Doğada, doğaüstü yerine akılcı bir düzen aramak, gizli olandan uzak kalma çabalarımı yansıtıyordu. Zihnimde olup bitenler ile kanımda taşıdığım şey arasına koyduğum sınır hepten kalınlaştı. Sarah teyzem on yedinci yüzyıl kimyası üzerinde uzmanlaşmaya karar verdiğimi duyduğunda burun kıvırdı. Parlak kızıl saçları onun çabuk sinirlenen, sivridilli biri olduğunun göstergesiydi. Açık sözlü ve mantıklı, bulunduğu her yerde hâkimiyetini ilan eden bir cadıydı. Madison toplumunun önde gelen kişilerinden biriydi. Kasabada büyük ya da küçük bir kriz olduğunda çoğu kez çağrılan kişi olurdu. Artık her gün insanların zaafları ve tutarsızlıklarıyla ilgili zekice gözlemlerine maruz kalmadığım için onunla daha iyi geçiniyorduk.


Deborah Harkness • 15

Aramızda yüzlerce kilometre olmasına rağmen Sarah büyüden kaçma çabalarımın gülünç olduğunu düşünüyordu, bunu söyledi de. “Ona eskiden simya derdik,” dedi. “İçinde bolca büyü var.” “Hayır, yok,” diye itiraz ettim şiddetle. Araştırmamın bütün amacı bu uğraşın gerçekte ne kadar bilimsel olduğunu göstermekti. “Simya bize deney yapmanın gelişimi hakkında bilgi veriyor, kurşunu altına dönüştürüp insanı ölümsüzleştirecek sihirli bir iksir arayışını değil.” “Öyle diyorsan öyledir,” dedi Sarah kuşkuyla. “Ama kendisine insan gözüyle bakılmasını isteyen birinin böyle bir konuyu seçmesi oldukça garip.” Lisansımı tamamladıktan sonra Yale’da öğretim üyesi kadrosuna girebilmek için sıkı bir savaş verdim. Burası İngiltere’den daha İngiliz olan tek yerdi. Meslektaşlarım kadroya alınmak için fazla şansım olmadığı konusunda beni uyardılar. İki kitap yayımlattım, bir avuç dolusu ödül ve bazı araştırma bursları kazandım. Sonra kadrolu olup herkesi yalancı çıkardım. Daha da önemlisi, artık hayatım kendi ellerimdeydi. Bölümümde hiç kimse, erken dönem Amerika tarihçileri bile, 1692’de cadılık suçundan infaz edilen Salemli ilk kadın ile soyadım arasında bir bağlantı kurmamıştı. Zor kazandığım bağımsızlığımı korumak için büyüyle ya da cadılıkla ilgili her türlü imayı hayatımdan dışlamaya devam ettim. Elbette istisnalar vardı. Çamaşır makinem su almaya devam ettiği ve Wooster Meydanı’ndaki küçük dairem su basma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı zaman Sarah’nın büyülerinden birinden yararlanmıştım. Eh, hiç kimse kusursuz değildir. Dikkatimi şimdi içinde bulunduğum duruma çevirerek soluğumu tuttum ve el yazmasını iki elimle kavrayarak kütüphanenin ender kitapları korumak için verdiği takoz biçimli kızağa yerleştirdim. Kararımı vermiştim: Ciddi bir akademisyen gibi davranarak Ashmole 782’ye sıradan bir el yazması muamelesi yapacaktım. Yanan parmak uçlarıma, kitabın garip kokusuna aldırış etmeksizin yalnızca içeriğini anlatacaktım. Sonra profesyonel bir tarafsızlıkla, daha uzun bir incelemeye değer olup olmadığına karar verecektim. Yine de pirinç kaplı küçük kancalarını açarken ellerim titredi. El yazması hafifçe iç geçirdi.


16 • Cadıların Keşfi

Omzumun üzerinden çabucak bakmak odanın boş olduğundan emin olmama yetti. Tek ses okuma salonundaki saatin tik taklarıydı. Kitabın “iç çekmesini” kaydetmemeye karar vererek bilgisayarıma döndüm ve yeni bir dosya açtım. Daha önce yüzlerce, hatta binlerce kez yaptığım bu sıradan işlemi yapmak, listemde düzgün sıra halinde görünen kontrol edilmiştir işaretleri kadar rahatlatıcıydı. El yazmasının adını ve numarasını yazıp katalog tanımından başlığını kopyaladım. Boyutunu ve cildini gözden geçirip bunları da ayrıntısıyla tanımladım. Geriye bir tek onu açmak kalıyordu. Kancalar açık olmasına rağmen, kapağı kaldırmak zordu. Altındaki sayfalara yapışmış gibiydi. Bir küfür savurup bir an avucumu deriye koydum, belki de Ashmole 782’nin beni tanıma şansına ihtiyacı vardı. Elinizi bir kitabın üzerine koymak tam olarak büyü sayılmazdı. Avucum, tıpkı bir cadı bana baktığında tenimin karıncalanması gibi karıncalandı ve el yazması yumuşadı. Bundan sonra kapağı açmak zor olmadı. İlk sayfa kaba kâğıttandı. Parşömen olan ikinci sayfada Ashmole’un el yazısıyla “Antropoloji ya da İnsan’ın Kısa Tanımını İçeren Bir Bilimsel İnceleme” yazıyordu. Yuvarlak, düzgün kıvrımlar neredeyse kendi el yazım kadar tanıdıktı. Başlığın ikinci bölümü, “İlki Anatomik, İkincisi Psikolojik Olmak Üzere İki Bölüm” kurşun kalemle ve başka birisi tarafından yazılmıştı. Bu el yazısı da tanıdıktı ama kime ait olduğu bir türlü aklıma gelmiyordu. Yazıya dokunarak bir ipucu bulabilirdim ama bu, kütüphanenin kurallarına aykırıydı ve parmaklarımın topladığı bilgiyi belgelemem imkânsızdı. Bunun yerine, bilgisayar dosyasına mürekkeple ve kurşun kalemle yazılmış yazının iki farklı elden çıkmış olması ihtimali ve yazıların olası tarihiyle ilgili not aldım. İlk sayfayı çevirirken parşömenin anormal bir ağırlığı olduğunu hissettim, el yazmasının tuhaf kokusunun kaynağının da bu olduğunu anladım. Yalnızca eski değildi. Çok daha fazlasıydı; adı olmayan, küf ve misk karışımı bir kokuydu. Ardından ciltten üç yaprağın düzgünce kesilmiş olduğunu fark ettim. En azından bu, tarif edilmesi kolay bir şeydi. Parmaklarım hızla tuşların üzerinde gezindi: “En az üç yaprağı bir maket bıçağı ya da jilet yardımıyla alınmış.” El yazmasının sırtına baktım ama başka kayıp sayfa


Deborah Harkness • 17

olup olmadığını anlayamıyordum. Parşömeni burnuma yaklaştırdıkça el yazmasının gücü ve garip kokusu dikkatimi daha çok dağıtıyordu. Dikkatimi kayıp sayfaların olması gereken boşluğun karşısındaki illüstrasyona çevirdim. Berrak bir cam kap içinde yüzen bir kız bebek resmiydi. Bir elinde gümüş, diğer elindeyse altın gül tutuyordu. Ayaklarında küçük kanatları vardı, uzun siyah saçlarına kırmızı damlalar yağıyordu. Resmin altında, kalın siyah mürekkeple filozof çocuğun tasviri olduğu yazıyordu. Felsefe taşının, sahibi olan kişiyi sağlıklı, varlıklı ve bilge kılmayı vadeden kimyasal maddenin yaratılmasındaki önemli bir adımın alegorisiydi. Renkler parlaktı ve şaşırtıcı derecede iyi korunmuştu. Ressamlar bir zamanlar ezilmiş taş ve cevherleri boyalarına karıştırarak böyle güçlü renkler elde ederdi. Resim de gerçekten sanatsal yeteneği olan birisi tarafından çizilmişti. Oraya buraya dokunarak daha fazla şey öğrenme isteğimi bastırmak için ellerimin üzerine oturmak zorunda kaldım. Ama resmi yapan kişi bütün yeteneğine rağmen ayrıntıları tamamıyla yanlış yapmıştı. Cam kabın aşağıyı değil, yukarıyı işaret etmesi gerekiyordu. Hermafrodit olduğunu göstermek için bebek yarı siyah yarı beyaz olmalıydı. Erkek cinsel organına, kadın göğüslerine ya da en azından iki başa sahip olmalıydı. Simyada imgeler alegorik ve herkesin bildiği gibi aldatıcıydı. Bu yüzden onu araştırıyordum. Periyodik cetvelden önceki günlerde, kimyasal dönüşümlere sistemli, mantıklı bir yaklaşımı ortaya çıkaracak şemalar arıyordum. Örneğin ay imgesi her zaman gümüşü temsil ediyordu, güneş imgesiyse altını. İkisi kimyasal olarak birleştiğinde bu işlem bir evlilik imgesiyle temsil ediliyordu. Zamanla resimlerin yerini sözcükler almıştı. Bu sözcükler de kimyanın gramerine dönüşmüştü. Ama bu el yazması simyacıların mantığına olan inancımı sınıyordu. Her illüstrasyonda en az bir temel hata vardı ve anlayabilmemi sağlayacak açıklayıcı bir metin de bulunmuyordu. Simya bilgimle uyuşacak bir şey, herhangi bir şey bulmaya çalıştım. Yumuşak ışıkta sayfalardan birinde bir el yazısının hafif izleri belirdi. Masa lambasını sayfanın üzerine gelecek şekilde eğdim. Hiçbir şey yoktu. Kırılgan bir yaprakmış gibi sayfayı yavaşça çevirdim.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.