İÇİNDEKİLER Ben Orhan Veli …………………………………………….4 Bir Garibin Hikayesi……………………………………..5 İstanbul’u Dinliyorum………………………………….8 Nedir Bu Garip…………………………………………..10 Anlatamıyorum………………………………………….11 Orhan Veli’nin Ardından…………………………….12 İstanbul Türküsü………………………………………..14
Bir Garibin Hikayesi: Orhan Veli
O
rhan Veli Kanık 13 Nisan 1914 Pazartesi sabahı 7 sıralarında İstanbul'da, Beykoz'da, Yalıköyü, İshak Ağa Yokuşu 9 numaralı konakta doğdu, 14 Kasım 1950 Salı gecesi saat 23.20'de Cerrahpaşa Hastanesi'nde öldü. Annesi Beykoz eşrafından tacı Hacı Ahmet Beyin kızı Fatma Nigâr Hanımdı. İzmirli tacir Fehmi Beyin oğlu olan, Muzika-i Hümayun'da görevli babası Mehmet Veli Bey, cumhuriyet ilanından sonra, 1923'ten 1948'e kadar, 25 yıl Ankara'da Cumhurbaşkanlığı Armoni Orkestrası şefi olarak çalıştı. Musiki Muallim Mektebi'nde öğretmenlik etti, bir ara Ankara Radyosu müdürlüğü de yaptı. Soyadı yasası çıkınca Kanık soyadını aldı. Son yıllarında İstanbul Konservatuarı " İlmî Kurul üyeliği, İstanbul Radyosu tonmaysterliği gibi görevlerde bulundu. Kendisinden küçük Orhan ile Füruzan adlarında iki kardeşi olan Orhan Veli'nin çocukluğu köklü bir
sanat kültürü alabileceği bir ortamda, İstanbul'da geçti. İlköğrenimine Galatasaray'da başladı. Beşinci sınıfı okuyacağı yıl ailece, babasının yanına, Ankara'ya gittiler. Gazi İlkokulunu bitirince Ankara Lisesine yazıldı. Şiir serüvenine birlikte atılacağı arkadaşları Oktay Rıfat’la, Melih Cevdet'le bu okulda tanıştı. 1932'de mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne girdi. 1933'te Edebiyat Fakültesi Talebe Cemiyeti Başkanı seçildi. Bir yandan da Galatasaray Lisesinde muallim muavini olarak çalışıyordu. 1935'te üniversiteden ayrıldı. 1936 - 1942 yılları arasında Ankara'da PTT Genel Müdürlüğünde memurluk etti. Askerlik görevini 1942 - 1945 yılları arasında Gelibolu'da yedek subay olarak tamamladıktan sonra, Ankara'da Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosunda çalışmaya başladı.
Kardeşi Adnan Veli’ye göre Orhan Veli , "Vücudu oldukça kemikli, kollarıyla bacakları epey uzundu. Göğsünü öne doğru eğerek hafifçe yaylanarak yürürdü. Elleri gayet ince, beyazdı. Parmakları adam akıllı uzun, tırnakları pembe, uzun ve yuvarlaktı. Geniş bir alnı, sivri bir çenesi vardı. Dudakları eni konu etliydi. Burnu tümsekliydi. Yüzü gençlikte çıkardığı ergenlik sivilceleri sebebiyle pürtüklüydü."
1967'de bu kurumda kendi deyimiyle "antidemokratik bir hava" estirilince istifa etti. 1 Ocak 1949'da yayımlanmaya başladığı iki sayfalık Yaprak dergisini 15 Haziran 1950'ye değin yirmi sekiz sayı çıkardı. Bir gece Ankara'da belediyenin yola kablo döşemek için kazdırdığı bir çukura düşerek başından yaralandı. İki gün sonra İstanbul'a geldi, bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalaşması üzerine kaldırıldığı Cerrahpaşa Hastanesi'nde beyin kanamasından öldü. Mezarı Rumelihisarı'ndadır. Üç arkadaş, Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet, ilk şiirlerini Aralık 1936'da Varlık dergisinde yayımladılar. Orhan Veli'nin 1936'dan 1940'a değin yazdığı otuz sekiz şiir, genellikle gençlik döneminin ürünü kabul edilir. Orhan Veli bu dönemde hece ölçüsüne, uyağa önem vermiş, duru, akıcı, bir Türkçe kullanmıştı. Ama gençlik dönemi ürünleri sağlığında yayımlanan kitaplarına almadı. Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet, Türk yazınında çığır açacak olan Garip şiirlerine örnek vermeye 1937'den sonra başladılar. Şiiri müzikten, resimden ayırmaya, şairaneliğe bütünüyle sırt çevirmeye, düşlerden, alışılmış benzetmelerden uzaklaşmaya çalışıyorlardı. Bu şiirler yazın çevrelerinde büyük ilgi çekti, tartışmalara yol açtı, öte yandan uzun süre gazetecilerin alay konusu oldu. 1941’de basılan Garip adlı kitapta, Orhan Veli’nin
kapsamlı bir önsözü vardı. Bu önsözde, kitapta Yer alan Melih Cevdet, Oktay Rifat, Orhan Veli’ye ait şiirlerin yaslandığı ilkeler uzun uzadıya açıklanıyordu. Garip’in önsözüne göre şiir “bütün hususiyet edasında olan” ve “insanın beş duyusuna değil kafasına hitap eden bir söz sanatı”ydı. Bu sanat “akalliyeti teşkil eden müreffeh sınıfların zevkine” değil, çoğunluğa seslenmesini bilmeliydi. Bunun yolu ise, şiiri artık ona bir yük olmaya başlayan söz sanatlarından, şairine imgelerden, kısıtlayıcı biçim özelliklerden kurtararak halkın en geniş kesimlerinin malı olan gündelik yalın bir dille yazmaktı. Orhan Veli ve arkadaşları Türk yazın tarihinde “Garip” hareketi diye anılan bu çıkışları, bir yandan,
halkın diline olduğu gibi, yaşamına da sırt çeviren Ahmet Haşim şiir geleneğine; bir yandan, artık kalıplaşmış bir hale gelen hece şiirine; bir yandan da; dönemin siyasal koşulları sonucu yaygınlaşması engellenmiş olan, halkın davalarını eski şiirin kuralları içinde kalarak savunan, bir “beğeni devrimi” yapmamakla suçladıkları toplumcu gerçekçi şiir geleneğine bir tepki niteliğindeydi. Orhan Veli’nin garipten sonra yazdığı şiirlerde ise yeni eğilimler önemli biçimsel değişikler görüldü. Ölçü, uyak yeni bir anlayışla şiirine girerken, şaşırtma, zekâ öğeleri azaldı, duygular ağır basmaya başladı. Daha önce hor görülen lirizme bol bol yer verildi. Bu değişimin yanı sıra toplumsal eğilimler ağırlık kazanmaya, gündelik yaşamın, sokaktaki insanın sorunları ele alınmaya başlandı. Özgürlük dileği, yaşama sevinci, insan sevgisi gibi temalar iyice belirginleşti. Bu anlayış değişikliğinin temelinde İkinci Dünya Savaşı’yla gelen toplumsal sarsıntıların yattığı bir gerçektir. Öte yandan olağanüstü bir ilgiyle karşılanan Garip şiirinin, çoğu özgün olmaktan uzak taklitçilerce alabildiğine sömürülmesi, şiirin küçük, akıllıca buluşlarla kolayca yazılıveren bir söz oyunu gibi görülmesi de bu akımı büyük ölçüde hırpalamış, yozlaştırmıştı. Orhan Veli’nin Vazgeçemediğim ile Yenisi adlı kitaplarda gelişen değişim süreci, Karşı adlı kitapta daha geniş , daha kesin bir düzeye ulaştı. Artık toplumdaki haksızlıkları, bozuklukları ele alan, gericiliğe, çarpıtılmış demokrasi anlayışına karşı şiirler yazan bir şairdi. Kısa süren yaşamının son döneminde Yaprak dergisinde yayımladığı yazılarla toplumsal yönü ağır basan bir eylem adamı kimliğine büründü. Genç yaşta benlenmedik ölümü şiir severler arasında olduğu kadar ilerici aydınlar arasında da büyük üzüntü yarattı.
NEDİR BU GARİP? Garip, Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday'ın öncülüğünü yaptığı şiir akımının adıdır. Türk şiirinde o güne kadar yer etmiş kalıp ve anlayışlardan kurtulmak gerektiğini savunur ve biçimciliğe, duygusallığa karşı çıkıp, söyleyiş güzelliğini esas alır. 1941'de Orhan Veli, M. Cevdet Anday ve Oktay Rifat üçlüsü, şiirde var olan aşırı duygusallığa, şairaneliğe, basmakalıp söyleyişe başkaldıran şiirlerini Garip adıyla bir kitapta topladılar. Kitaba koyulan Garip adı zamanla hem üç şairi yansıtan bir kimlik kazandı hem de Türk şiirinde yeni başlayan akımı yansıttı. Şiirde her türlü kurala ve önceden belirlenmiş kalıplara karşı çıkıp kuralsızlığı kural edindiler. Şiirin ölçü, uyak ve dörtlükle ilgisiz olduğunu, özgür yazılması gerektiğini savundular ve şiirin konularını genişlettiler. O güne kadar "seçkin" bir tür sayılan şiirin her konuda yazılabileceğini savundular. Konuşma dilini şiire dahil ettiler; "nasır" gibi bayağı bir sözcüğün de şiirde kullanılabileceğini gösterdiler. Halk deyişlerini şiire aktardılar. Bütün bu aykırı özellikleriyle şiir gibi görünmeyen ve Türk Edebiyatı içinde tepki toplayan Garip Akımı, ancak günümüzde anlaşılabildi. Garipçiler, Garip adlı kitaplarına yazdıkları önsözde, Türk şiirini katı kurallara bağlı ve doğallıktan uzak bulduklarını belirtmişlerdir. Garipçiler'e göre bu durumun temel nedeni hece, uyak, aruz gibi kalıpların şiirde vazgeçilmez sanılmasıydı. Melih Cevdet,Oktay Rifat ve Orhan Veli'nin ilk kitaplarında yayımladıkları şiirlerin çoğu kısa dizelerle ve 15-20 sözcükle kurulmuştu;yüksek sesle okuma olanağı vermiyorlardı.Gülmece ve ince yergi en önemli öge durumuna gelmişti.Şairler imge ve lirizm öğelerini kullanmaktan özellikle kaçınıyorlardı.Garip önyazısında ölçü ve uyak konusundaki görüşlerini şöyle belirttiler: "Bir şiirde eğer takdir edilmesi lazım gelen bir ahenk mevcutsa onu temin eden vezin ve kafiye
değildir. O ahenk vezin ve kafiyenin haricinde ve vezinle kafiyeye rağmen mevcuttur. Fakat onu şiirde şuurlu hale getiren ve anlayışları en kıt insanlara bile bir ahengin mevcut olduğunu haber veren şey vezinle kafiyedir.Bu suretle farkına varılan,yani vezin ve kafiye ile temin edilen bu ahenkten zevk duyabilmek, yahut da lakırdıyı bu basit ölçüler içinde söylemeyi maharet sayabilmek,saf dilliklerin herhalde en muhteşemi olmalıdır"(Garip,1. bas. S. 6) Appolinaire'den Valery'ye, Picasso'dan Freud'a kadar.batılı düşün ve sanat adamlarının görüşlerinden alıntılarla amaç saptaması yapılan önyazıda "eşyayı olduğundan başka türlü görme zoru" biçiminde tanımlanan "teşbih,istiare,mübalağa" gibi sanatların yarattığı hayal dünyasına son verme zorunluluğu belirtilirken sık sık "yeni zevk" varsayımı üzerinde durulmuştur.Bu varsayımda özetle,yeni şiir eski toplumun yaşamak için çalışmaya ihtiyacı olmayan insanlarının oluşturduğu egemen sınıfların beğenisinden bağımsızdır. Halkın beğenisini arayarak kendi kendine yaratacaktır,düşünüsü temel alınmıştır. Orhan Veli ve arkadaşları 1945'lerden sonra yeniden ölçülü ve uyaklı şiirler yazarak yadsıdıkları şiirsel ögeleri de kullanmaya özen gösterdiler. Yazılarında,toplumcu ve gerçekçi şairlerin daha önce ortaya koydukları savaşım kaygılarını paylaştılar. Oktay Rifat şöyle yazıyordu: "Biz sosyal meselelerden söz açmaya uğraşmanın şiirimiz için yeni bir gelişme kaynağı olacağına,bu araştırmalar sayesinde yeni hamleler yapılabileceğine,üstelik gönlümüzce itibar görmeyen yeni şiirin halk arasında büyük rağbet kazanacağına inanıyoruz. "
ORHAN VELİ’NİN ARDINDAN 1937 yılının yaz aylarında, hangi ay olduğunu şimdi pek kestiremiyorum, güneşli bir gün Orhan’la yan yana Özen’e doğru yürüdüğümüz gözümün önüne geliyor. Melih, Belçika’da. Hava alabildiğine güzel. Özen’de caddeye karşı iskemlelere kuruluyoruz. Orhan ayak ayak üstüne atıyor. Üstteki ayağı yere değiyor. Sırtı kambur. Uzun, ince, badem tırnaklı şehadet parmağı sivilcelerinde. Şiir lafi ediyoruz. Piyasa şairlerinin şiirleri İkimizi de sarmıyor. Başka, bambaşka bir şiir hasreti ikimizin de içinde. Ben yeni bir şiir yazmışım, Orhan’a okumaya pek cesaret edemiyorum. Çünkü ne vezni var, ne kafiyesi. Hem de bir kaç satırlık bişey. Adı: “Saksılar” (bu şiir ilk kitabımda vardır.) Bir ara boş verip okuyuveriyorum. Orhan kolay coşmaz. Coşuyor. Şu işe bakın ki o da cebinden dört satırlık bir şiir çıkarıyor. Adı: “KeIebek”. Raymond Radiguet’den tercüme etmiş. Bu sefer coşma sırası bende. Sarmaş dolaş oluyoruz. O an bambaşka şiire ilk adım attığımızı biliyoruz. Üç dört günün içinde bu çeşit şiirlerden bir sürü yazıyoruz. Yarışırcasına karşılıklı okuyoruz. Bir hafta sonra Varlık dergisinde Yaşar Nabi bize bir sayfa ayırıyor, 1 İlk yeni şiirlerimizi basıyor. Sayfamız Melih’e ithaf edilmiştir. Aradan günler geçiyor, Melih’in Belçika mektuplarından bizimkilere benzer şiirler çıkıyor. Bu hikayenin daha iyi anlaşılabilmesi için biraz daha geriye giderek başka bir hikaye anlatayım. Bir gün, bu sefer Melih’le kahvede karşı karşıyayız. Orhan yanımızda değil galiba. Melih’in “Ukde” şiirini, Orhan’ın gondollu, şamdanlı, in memoriam’lı şiirlerini yazdığı demler. Gel gelelim bizim aklımız fikrimiz o bambaşka şiirde. Şunu da söyleyeyim ki hayal ettiğimiz bu bambaşka şiir bazen sadece bambaşka bir şiir, çoğu zaman da ileri şiir. Melih’le kahvede düşünüyoruz. İleri şiir, diyoruz, nasıl olur? Nasıl olmalıdır? Bazı esaslar kararlaştırdığımızı hatırlıyorum. O gün kullandığımız kelimeyle söylüyorum, ileri şiir, primitf olmalıdır diyoruz. Bize bu vasıf çok önemli görünüyor. Aşk şiiri yazılacak mı, yazılmayacak mı? Uzatmayalım, Melih, Belçika’ya gittiği zaman demek ki içimizde ileri şiire doğru bir hamle yapmak özlemi var. Yeni şiirlerirmiz Varlık dergisinde çıkadursun, yolculuk sırası bu sefer bende. Melih dönüyor, ben
gidiyorum. Nurullah Ataç bizi öven yazılar yazmaya başlamış. Orhan bana bu yazıları kesip gönderiyor. Günün birinde Orhan’dan şiir dolu bir mektup alıyorum. Yarı şaka, yarı ciddi. Biz, diyor, şimdi Türkiye’nin en meşhur şairleriyiz. İnanamıyorum doğrusu. Arkadan bir mektup daha. Bu yeni şiir çığırına bir ad takmayı düşünüyor bizimkiler. Teklif edilen adlar arasında “No Romantisme” adı da var. Ben yazdığımız şiirlere genel bir ad takmayı doğru bulmuyorum. Frenklerin “cole” dedikleri şey, gene Frenkçe söyleyeyim, bana “statique”, yaşamayan bir şey gibi görünüyor. Düşüncelerimi iki arkadaşıma yazıyorum. Orhan, Garip’in önsözünde bir iki satırla bunlardan bahseder. Yıl gene 1937. Zaten ne olduysa o 1937 yılında oldu. Melih, Belçika’dan dönmüş, ben daha Fransa’ya gitmemişim. Bizim evde balkonda amcamın gelini, bize Manftsto du Surrealisme’ı satır satır okuyor, Türkçeye çeviriyor. Bizim Fransızcamız bu kitabı anlayacak kadar kuvvetli değil. Şiir olsa bir kelimeden dünya kadar mana çıkarırız ama bu kitap hem zorlu, hem de şiir değil. Yengem tercüme ediyor etmesine ya, yazarın ne demek istediğini pek kavrayamıyor. “Ötesini siz anlayıverin, çocuklar,” diyor. Bizse her cümlede uçuyoruz. Bu kitaptan Orhan’ın birçok şeyler öğrendiği inkar edilemez. Ama onun “Surrealisme”le ilgisi hemen yok gibidir. Belki bir şiir: Elimi çok dallı bir ağaç gibi Tutarım göğün yüzü ne Ve seyrederim bulutları Bir deve gürültüler içinde koşar koşar koşarken Güneş doğmadan evvel varmak için Ufka... Bir de Varlık’ta çıkan karşılıklı oynadığımız “surrealiste” oyunlar. Gene o sırada Ulus gazetesinde üçümüzün imzasıyla çıkan bir anket cevabını bu bakımdan gözden geçirmek faydalı olur. Bu hatıraları Orhan’ın şiirini aydınlatır düşüncesiyle anlattım. Orhan o zamanlar babasıyla beraber, Yahudi mahallesinde, köşe başında, bir evin üst katında oturuyordu. Odalarını hayal meyal hatırlıyorum. Pencerenin önünde babasının karyolası. Duvar dibinde de Orhan’ınki. Bir gömme dolapta şiir kitapları dururdu. Appolinaire, Eluard,
Soupault, Max Jacob, Radiguet vs, Bunları uzun uzadıya okur muydu pek bilmiyorum. Ama içindeki yeni şiir isteği bu yeni Fransız şairlerinin yaptıkları şeylere o kadar uygundu ki kitabın kapağını açar açmaz şiirlerin biçiminden, satırların dizilişinden bile birtakım doğru sonuçlara vardığını sanıyorum. Sonra kitapları bıraktı. Kendine kitaplardan daha çok inandı. Şunu iddia edebilirim ki Orhan’ın yaşadığı sırada Fransa’da bazı şairler Orhan’ın çektiği şiir çilesine benzer bir çilenin içindeydiler. Bu benzerlik nereden ileri geliyor diye düşündüm. Toplumlarımız arasında bünye bakımından bir yakınlık mı var? Sanmam. Öyleyse? Öyleyse mesele şu: Orhan’ın Türk toplumunda içinden çıktığı sınıf, ta Tanzimattan beri Batılılaşmak için çırpınır. Orhan’ın delikanlılığında ise bu alanda büyük adımlar atılmıştır. Orhan eline kalemi aldığı zaman Baudelaire, Rimbaud, Verlaine gibi şairlerin şiir meselelerini Haşim’den sonra Cahit Sıtkı, Muhip Dranas ve başkaları beş aşağı beş yukarı sanat piyasasına sürmüşlerdir. Biz yetiştiğimiz sırada Baudelaire, Rimbaud, Verlaine çok sevilen şairlerdir. Benim “Çoban Çeşmesi”nden sonra ilk okumaya, sökmeye çalıştığım şiir kitabı “Les Fleurs du Mal”dır dersem inanın. Frenk yazarları Fransa’daki “modernisme” hareketinin Baudelaire’den türediğini söylerler. Bu çağları, çığırları dahilerle izah etmek demek değildir. Baudelaire’in yaşadığı toplum sonraki toplumun başlangıcı da olduğuna göre, Baudelaire’in şiirinde, sonrasıyla ilgili birtakım tohumların, belirtilerin bulunması şaşılacak bir şey sayılmaz. Ne diyorduk? Fransızlar “Modernisme”i Baudelaire’den başlatırlar. Baudelaire’in dahi çömezi Rimbaud ise onlara göre hareketin asıl gelişme noktasıdır. Gide roman kahramanlarını içinde yakaladığı küçük tomurcukları geliştirerek ortaya çıkardığını söyler. Yukarda adlarını saydığım Frenk şairleri ise bu tomurcuklarla doludur. Yeni Fransız şairleri bu tomurcuklardan dallar budaklar çıkaradursunlar Orhan da burada aşağı yukarı aynı işi yaptı. Sonuç
onun için birbirine benziyor. Bu yüzden Orhan’ın şiirini Batılılaşmak hareketine bağlamak doğru olur, sanıyorum. Orhan sadece bu mu? Bu kadar mı? Elbetteki değil. Bizim için onun en önemli tarafı ileri şiire, yani halka çıkmak için harcadığı gayrettir. Gayret deyip de geçmeyin! Şiir insanın yemişidir. ‘Yemişi bütün lezzetleriyle değiştirmek için önce insanın kendi, kendisini kafasıyla, duygularıyla, bütün iç yapısıyla değiştirmesi gerek. Yıllarca deyiş, eda araştırmaları içinde dönüp dolaşmış bir şairin halkın beklediği, aradığı sözü şiirine perçinlemek için çabalaması hatta o ileri söz uğruna eski şiirinden, şairliğinden vazgeçercesine didinmesi ancak hayranlıkla seyredilecek bir olaydı. Öyle ya eski şiirinizi, şiir melekelerinizi inkar edersiniz, yerine bir şey de koyamazsınız. Ya eski alışkanlıklarla savaşmak! Hele bu alışkanlıklar insanın ta kendisi olursa... Halbuki Orhan başka bir yazıda da söylediğim gibi bu kahramanca gayreti gösterdikten sonra ileri şiirin eşiğine vardı. Yani ilk şiirinden yeni şiire, yeni şiirden de ileri şiire, asıl halk şiirine geçti. Ne yazık ki bu çağında uzun uzadıya şiir söyleyecek kadar vakit bulamadı. Sesi biraz kısık, hafiften ama içten geldiği gibi. Zaten link şairdi Orhan. Belki lirizmi ben başka türlü anlıyorum. Bence lirik şiir yaşanmış şiirdir. O kadar sade, o kadar doğru. Orhan şiirlerinde hiç yalan söylemedi. Onun hayatını yazacaklar şiirlerini göz önünden ayırmasınlar. Şiirindeki sevinci de, ıstırabı da hayatında arasınlar. (Son Yaprak, 1 Şubat 1951) Kaynakça. Baskı Ekim 1992, s. 79 - 82 Oktay Rifat, Şiir konuşması, Adam Yay.