E D E B İ YA T VA K T İ 2018
1. Yıl Özel Sayısı
01
Ahmet Demir | Begümhan Varlık | Bülent Kaya | Cansel Mutlu | Cemal Kurnaz | Cengiz Sarışen | Dilan Karakaya | Emrah Aydemir | Emrah Kirişçi | Ferah Dönmez | Gökhan Din | Harun Ceylan | Harun Sarıgül | Hasene Gün | İsmail Giray | Kadriye Özkul | Kaya Türkoğlu | Mahmut Topbaşlı | Mehmet Daldal | Merve Altın | Merve Yıldız | Metin Arpacı | Muhammet Yasin Çakır | Murat Arısoy | Mustafa Bayar | Nida Kolay | Oyhan Hasan Bıldırki | Salih Kalkan | Selda Öztürk | Selin Sabcıoğlu | Sıddıka Zeynep Bozkuş | Tuğba Taşova | Zeliha Şevik
....................................................................................................................................
İÇİNDEKİLER
02
Yayımlanan yazıların tüm sorumluluğu yazarlarına aittir.
........................
30
Türkiye'de Çocuk ve Gençlik Yazını Çevirilerinde Karşılaşılan Sorunlar
Prof. Dr. Cemal Kurnaz ile Divan Şiirine İçeriden Bakmak
28 Gecenin Resmi
06
Gurbet Sürgünü
Gökkuşakları Sevdamızı Kimler, Nasıl Bilecek? Yitik
Mihriban'dan Dost'a Yolculuk Abdurrahim Karakoç ve Aşk
48
13
04 07 08
İlk Sonbahar
Edebiyat Vakti’nden
03
09
Biz Kimdik? Su Yürüdü Gülümüze
12
Vakt-ı şâdî de gelir mevsim-i mihnet de geçer
14
Gazoz Kapakları Fârisî
Okyanus Asla Boğulmaz
15
Yarım Kalan Bakır
Dalgaların İçinde Aşk
18
Yaşam Özü
18
Sessizliğin Tam Ortasındayım Ruhumun Çığlıkları
Işık
19
Uzaktan
19
nazımsı beyrek
23
Ol Kim Ola
24
Yâre Hasret Yalnız Aşk Vakit Manolya Sokağı
33 41 41 47
24
42
34
Yirminci Gün Mutsuz Sonsuz Sil Silebilirsen
10 16 20 25 26 26
Bir Beyit & Bir Sanat
27 27 28
Son Demdeki İtiraar
32
...................................................................................... Genel Yayın Yönetmeni
Emrah Aydemir
......
Yazar ve dergi adı verilerek alıntı yapılabilir.
Ata Topraklarına Kısa Bir Gezi
Tasarım
Baybars Özer ...............................................................................................................
Yayın Kurulu
Bülent Kaya | Emrah Aydemir | Harun Ceylan | Fatih Özer | M. İ. Çolak | Ahmet M. Demir
B
ütün bunların yanında millet olarak okumuyoruz. Okumadan, okumanın kölesi olmadan yazmanın efendisi olunmaz. Edebiyat Vakti dergisi de bu alanda bir eksikliği doldurmak ve ilmi gelecek nesillere aktarmak için kurulmuş ve bu çizgide devam etmeye çalışan bir oluşumdur. Kültürünün bir bütün olduğuna, çağın şartlarına, bilgi ve teknolojinin baş döndüren gelişmelerine kayıtsız kalan bir millet geleceğini yitireceğini ve âtîde yer alamayacağını görmelidir.
D
ergimiz Kasım 2017 yılında internet dergisi olarak kurulmuştur. Bugün internet hayatın her alanında, hepimizin evinde, telefonunda… Her bilgiye, yazıya, konuya ve daha birçok şeye rahatlıkla ulaşılabilmekteyiz. Biz de bu imkânlar dâhilinde e-dergi olarak yayın hayatına geçmiş bulunmaktayız. Şiire, öyküye, kültüre, yazılara; okumaya, yazmaya herkes ulaşabilsin; okuyup yazabilsin diye dergimiz teknolojinin de imkânlarını kullanarak hizmet vermeye devam edecektir.
İlk sayının verdiği heyecan ve umutla herkesi saygıyla selamlar, güzel yazılarda ve okumalarda buluşmak dileğiyle…
Saygılarımızla…
...................................................................................................
03
Vakti
G
ünümüzde bilgiye ulaşmak ne kadar da kolaylaştı. Elektronik ortamda kolayca çoğaltılan ve her an her yerde karşımıza çıkan her türlü bilgiyi çok kolay bir şekilde elde edebiliyoruz. Bu kadar kolaylığın içinde elbette sorunlar da olacaktır. Nedir mi bu sorunlar? Tabii ki en başta gelen bilgi kirliliğidir. Böyle bir zamanda doğru bilgiye ulaşmak için daha çok titiz ve şüpheci olmak gerekir. Eskiler zor ulaştıkları kaynaklara baktıklarında bizim kadar bilgi karmaşıklığı içinde olmuyorlardı. Şimdi ise kolay ulaşıyoruz ve hemen kabulleniyoruz. İyice araştırmadan, emin olmadan paylaşmak bazı sorunlara neden olmaktadır.
Edebiyat
B
ugün Klasik Türk Edebiyatı, Halk Edebiyatı, Yeni Türk Edebiyatı hepsi bir bütünün birer parçalarıdır. Derslerde öğrencilerin daha kolay öğrenmeleri için böyle bir gruplandırılmaya gidilmiş ve ona göre konular ayrılmıştır. Ama bu demek değildir ki her biri birbirinden bağımsız, birbirinden beslenmiyor. Hepsi bir halkanın parçaları, birbirini tamamlayan unsurlardır. Aksini düşünenlerin şiirlerinin, yazılarının hep bir yönünün eksik olduğu her daim görülmektedir.
Edebiyat Vakti’nden
B
inlerce yıllık bir mazisi, sağlam adımlarla gelecekte var olacak bir bilgi ve birikime sahip Türk Edebiyatı, alan açısından çok geniş ve kültür yönünden engin bir edebiyattır. Bu yelpazede sözlü ve yazılı kültürün; mitolojinin, tasavvufun, şiirin, nesrin, öykünün, romanın ve en önemlisi kalemin gücünün yadsınamaz gerçeği kendini göstermektedir. Geçmişten geleceğe engin bir derya olan kültürümüz, edebiyatımızla daha da güçlenmiştir.
.............................................................................................................................................
Marifet iltifata tabidir Müşterisiz meta zayidir
Gökkuşakları Sevdamızı Kimler, Nasıl Bilecek? Ömrümüzün sonunda, isimsiz birer mezar taşının altında Huzura kavuşmuş âşıklar gibi yan yana yatabilsek ikimiz. Her gece gülümsesin bize dolunay, sonsuz uykumuzda; Ağzı sıkı mı sıkı, o sır küpümüz... Bir de her sabah gözlerimize gülümseyen Soylu güneşimiz! Sen yoksun, sevdam gide gide genişliyor Anka kuşunun kanadında Kafdağı'na yükseliyor. Anılarımız ayaklandıkça sevda köprüsüne iniveriyor, Papatya küpelerini takmış sevdiğimin balkonuna konuyor Rüzgâr ol şimdi, ses kesil, söyle bana görüyor musun?
Edebiyat
Vakti
04
Altın atını mahmuzlayan Şehzade'ndesen ufku tutmuş geliyor.
O mazgaldayız şimdi, denizde martılar çığlık çığlığa Masmavi deniz umutlarımızın aynası kesilmiş Ah sevdiğim biliyor musun, sensiz yaşamak, yaşamak değilmiş Karşı kıyıdaki balkonuna sinmiş genç kız, yüreğimi burkuyor. Görüyor musun yine saçlarında ışık ışık yanan papatyalar var Gözlerinde meraklı bekleyişlerinin hüznü parlıyor... Pembe güller rengini utangaç yanaklarımızdan almış sanki Göğsü kınalı bülbüllerin şakıdığı şiirlerimiz mi, ne? Dikenine asılı kalsam da ebedi bülbülünüm bir tanem, Hem gecede hem gündüzde bakabilsem gözlerine... Başım çatlıyor, hasret ateşleri kalbimi kuşatıp bastı yine Yelkenleri birer birer indirilmiş kaptansız gemiler gibiyim. Sanki uçsuz bucaksız lav denizlerinde dolanıyorum... Ne gökte ne yerde göründüğün yok, gözlerim senin öksüzün; Sevdiğim şimdi nerdesin, son kerecik de olsa bana söyler misin?
05
Sensiz geçen her günüm inan ki uzadıkça yüzyıl oluyor “Yazmayı sevgimizden öne çıkardın deli ozan” deyişin aklımda. Oysa iyi bildiğim bir şey daha var bir tanem, bir şey daha var: Yanmasan, yanmasam, biliyor musun şiir olup yağmasak;
Edebiyat
Vakti
Bizim sevdamızı kimler nasıl, nereden bilecek?
Oyhan Hasan Bıldırki
Gecenin Resmi
06
Edebiyat
Vakti
İyi geceler gökyüzü, Hoş geldin hüznün gölgesi Bilinmezliğin simgesi silik yaşam, İyi ki geldiniz... Kuytulara sığınmış hislerin, Yalnızlığa dost olmuş satırların bir zamansız vaktidir... Ey sessizliğin ustası, Gönül yorgunu siyahlar, Gecenin en zifirisinde bile Pırlantayı anımsatan dolunay! Sen de mi bende dinlenmeye geldin? Meşakkatli gidilen yıllardan Yaka silkmeye, Gözlerimden umuda yol eylemeye,
Sonsuz uykuların derinliğinde Göz kapamaya mı geldin?.. Ya da kirpik tanelerinden dökülen yaşların pınarlarını Kurutmaya mı?.. Ben bu geceye, Son yakarışların, yankılarında Kendimi bulmaya geldim... Ben ah yaralım! Kendimi bu sinsi gecenin maviliğinde onarmaya, Elimdeki buketten en sevdiklerime, Armağan sunmaya geldim... Geldiğim yollar çok çetin, O kadar yolu geri dönmektense Ebedî istirahatta olmaya geldim!
Selda Öztürk
Yitik Ezelde toprağımız alınmış bir yerden Biraz dertten katılmış, biraz da kederden Levh-i mahfuzdan bilindi, kaderden
Yazılmış çizilmiş ne varsa aşkına Aşkından zerre almayan döner şaşkına Harfler sele gitti, ifadeler taşkına
Ruhu giydirilmemiş her beden üryan Mana ruh olur, yitiğini arar her can
Hikmetle başlar, hikmetle biter her tufan Nuh rehber olur, yitiğini arar her can
Bezm-i elestte, ruhun ruhuma değmiş Kader, ipliğini ipliğime eğmiş Bela demek, nasip demekten de yeğmiş
Sana çıkar her cihetten altı yön Ey gönül! İster kaç, ister aslına dön Serinliğinde yan bu derdin, külünde sön
Cennetten dünyaya sürgün edilmek bir an Meyve sebep olur, yitiğini arar her can
Bir çift dudaktır senin suyuna kanan Ateşin hâr olur, yitiğini arar her can
Hangi sevda Arafat'ında buluşulur Hangi esmanın niyazında kavuşulur Hangi tepeden, hangisine koşulur
Duruşun asırlık ilahi bir mabet Yokluğunu taşlamak en büyük ibadet Yürüyüşün devri devran, duruşun kıyamet
Âşıktır bu Leyla çöllerinde yorulan Kays Mecnun olur, yitiğini arar her can
Bıçağın kınından çıksa her şey sana kurban İsmailler teslim olur, yitiğini arar her can
Âdem olmaktan kasıt Âdem-i mana Yoktan var olduk, Havva Âdem’e ayna Varlığından nefes üflenmiş bu cana
Andan, zamandan kasıt sana yaklaşmaktır Niyet, yokluğumdan varlığına kavuşmaktır Damla olup nehrine, deryana karışmaktır
Sırra üflenmiş her nefes aslında pinhan Su toprak olur, yitiğini arar her can
Celal ile cemalinin arasındadır hicran Gönül tarumar olur, yitiğini arar her can
Mazlum olmaklığı öğrendik Habil’den Canın cana kastını gördük Kabil’den Lütf-i ilahi duyulur Ebabil’den
Sükût sende, dil sende, kulak sende Sultanlar köle yoluna, âşıklar bende Can seni göreli zor durur tende
Damarlarımızda akan hikmettir kan Kuşlar nefer olur, yitiğini arar her can
Sur’un sesini unutur sesini duyan Ölüler kıyam eder, yitiğini arar her can
07
Edebiyat
Vakti
Harun Sarıgül
İlk Sonbahar Kalsaydın, İlk sonbaharımız olacaktı. Yapraklarımızı ilk defa döküşümüz Gözlerin ilk defa çalacaktı sarıya Ansızın yakalanacaktık belki de Bir akşamüstü sonbahar sağanağına. Kalsaydın, İlk sonbaharımız olacaktı. Camlardan dışarı bakıp Boyuna hüzünlenecektik. Kırlangıçlar göç edecekti, Sardunyalar solacaktı.
08
İnsanlar... Her biri bir yere gidecekti. Bir akşamüstü, Sen tutup bana gelecektin Islak saçlarınla, ılık rüzgârlar misali. Kalsaydın, İlk sonbaharımız olacaktı. Tenin tenime değince bir gece İçimin ormanları yanacaktı. Kalsaydın, İlk sonbaharımız olacaktı. Ama
Edebiyat
Vakti
Beraber yeltendiğimiz ilkbahar Sonumuz oldu.
Mustafa Bayar
Biz Kimdik?
Oturduğumuz bir bank vardı Karşısında iki kedi Biri sen biri ben gibiydi Yalandan sevgili Çok gülerdik ah ne çok Sanki şehirler bombalanmamış gibi Ben sana kaçıp gelirdim Sen gizli gizli Yürürdük yorulmadan Sen kolumdan tutup yavaş derdin Daha da hızlanır uçasım gelirdi Biterdi sancılar dinerdi acılar Sen vardın ya Ölüm yoktu sanki Sevmek vardı Delicesine sevmek Gökkuşağını görmek için Yağmur beklerdik 7 rengi de siyahla maviye boyar Yağmura ihanet ederdik
Birimiz inatçı Birimiz inada âşık Birimiz yara Birimiz yarasına âşık
09
Birimiz tuz Birimiz buz Birimiz siyah Birimiz mavi Birimiz gökyüzü Birimiz toprak Birimiz günah Birimiz günahkâr Biz yoktuk sevgilim Biz, senle benin yalan haliydik Biz rast gelmiş iki kişiydik Biz fazlası olamadık
Nida Kolay
Vakti
Her öpüşünde bu şehrin nüfusu azalır Bir ben bir sen kalırdık Gökyüzü yorgan olurdu üstümüze Maviliğinde uyuyakalırdık
Sahi sevgilim Biz kimdik? Birimiz yalancı Birimiz yalana âşık
Edebiyat
Yağmur tenli adamdın Islak ıslak öper Bir sözünle kalbimi kurutur Sessizce giderdin
Gazoz Kapakları Sene 1978 mevsim ilkbahar. Nişantaşı'nda vakit sabah serinliği. Ne semt şimdi bildiğim esvabına bürünmüş ne sabahın rengi bugünkü değil! Şu gördüğümüz dev binalar anasından doğmamıştır söz gelimi, Nişantaşı henüz bakiredir ve olsa olsa yeni nişanlı, nazlı bir gelindir o vakit. Teneke Mahallesi; bir yanı, yeni yeni beliren zengin apartmanları; karşıda mütevazı ve bahçeli az katlılar... Sonra dik yokuşlar, ağaçlar, ağaçlar, ağaçlar, güzel insanlar... Nişantaşı'nda vakit sabah serinliği. Ayağı terlikli, elinde ekmeğiyle bir yavrucak kapıda. Bakmayın yavrucak dediğime siz. Öyle başına vurup ekmeği alınacak bir velet değil ha!
Edebiyat
Vakti
10
Her gün akşama kadar soğuk taşlarda oturur, o zaman yalnız, zengin çocuklarının gücü yetip alabildiği, kapaklarını da sokağa fırlattığı gazozların bitmesini gözler, biriktirir, taşlarla saatlerce ezer, ezer, ezerdi. Akşam olunca hepsini tek tek sayar, bez bir torbaya büzer, yastığının altına koyduğu hazineleriyle dünyanın en zengin çocuğu olurdu. O sabah da her sabah olduğu gibi bir elinde ekmeği, diğer elinde bez torbasıyla görmüşler onu. Her zamanki gibi ekmeğini yemeden, torbasını döküp saymaya başlamış sabırsızlıkla. Kaç tane Elvan, kaç tane Çamlıca varsa ayırmış kaybolursa bileyim diye. Sonra birden kuş olup uçmuş duvardan. Toprakta kapakların izi kalmış sadece. Gören bilen var mı? diye, sorduklarında: Yağmur olmuş gitmiştir belki, kapaklar ıslanmışsa yerde kalmıştır sureti, demiş, gören. Ama pek de bilemeyen bir komşu. Bilmece olmuş bilememişler bizim oğlanı. Konsolos Mahir Bey'in oğlu, saatlerdir olan biten her şeyi karşı apartmandan, perdenin ardından izlemekteydi. Akşam olacak, yatacağız, kalkacağız, sabah olacak ve ben de zengin bir çocuk olacağım, diye tuhaf hesaplar yapmaktaydı. Siyah ve parlak kramponlarını son bir kez daha okşayarak onlara veda etme vaktiydi artık. Toprağa değmemiş bir kramponun ne kıymeti vardı? Hiç de acımıyordu içi hem. O şimdi, dünyanın tüm servetine dikmişti gözünü; belki de hiçbir zaman sahip olamayacağı, toza toprağa bulanmış bir yığın gazoz kapağı olacaktı.
Kendi kendine de olsa oynayacak ve diğer çocukların diliyle gülümseyecekti pencereden. Ona imrenen; fakat babasından çekinip el bile sallamaya korkan, bodrum katında yaşayan hür çocuklara... Bizim bilmece veledinse kapaklara içi gitmişti gitmesine de; bir ayağındaki terliğe, bir mahalle takımında oynayan çocuklara, bir de kramponlara bakınca çare yok, diye geçirdi içinden. Krampon dediğin akla hayale sığmaz bir pahaymış zamanında. Hoş, bizim velet öyle büyük paradan puldan da bîhaberdir. Zira anca yedi sekiz yaşlarında, o vakitler eline bozuk para ya geçer ya geçmez biridir. Kramponun çivileri, parlak yüzü, hem gözlerini hem fikrini alıp götürecektir başından. Öylece kalakalıp ellemeye korkmuşken omzuna dokunan Mahiroğlu’nun eliyle irkilir bizimki. Bembeyaz dişleriyle tebessüm eder konsolosun oğlu, sınıf farkı nedir bilmeyen penceresinden sevmiştir sokağı, kirlenen çocukları, oyunlarını; uğrun uğrun, belki biraz da kıskanarak izlemiştir?.. Şimdi bir torba hazineyi vermekten vazgeçerse ya bizimki! Ne yapar küçücük, konsolos oğlu yahut koskoca konsolosun oğlu?.. Korkarak sorar:
Tamam mı Hasan, anlaştık mı Olmaz der, Hasan. Böyle olmaz ver elini o zaman, alan veren gavur olsun mu? Olsun. (Gavur da ne demek? Kötü bir şey olmalı, babam bilir kesin, ya biz...) Sözünde durmayan?.. (Elinden kuvvetlice kendine doğru çeker konsolos oğlunu.) Tamam, dedim. Kolum acıyor, ne çekiştiriyorsun gömleğim kırışırsa annem çok kızar bana. Ez kelam, çocukça bir hesapla biterken takas; gün ağarmak üzereyken ikisinin de yüzü güler. Evlinin evine, köylünün köyüne gitme vaktidir, şimdi. Mahiroğlu camdan bakar ve müştemilatın önündeki kalabalığın seyrelmesiyle “haydi” der. “ Haydi, koş git kimse görmeden, babam da geldi gelecek.” Senem Kadın, divana bağdaş kurmuş, alnını bağlamış, iki yana ırgalanarak saatlerdir susmayan bir ezgi tutturmuştur. Dizlerine vura vura, göğsünü döve döve arada kendinden geçiyor,-kendisi gibi kente yeni göç ettiği her hâlinden belli olanhemşerilerinin, burnuna dayadığı soğanın etkisiyle yeniden ayılıyordu. Senem Kadın'ın, kendine her gelişinde -kaldığı yerden, ağıt yakar gibi-
Senem Kadın bunların hiçbirini yapmadı tabii, yapamayacaktı. Zeytin gözlü kara oğlan, kramponları kapının girişine bir somun ekmek gibi bohçalayıp sakladıktan sonra, anasının boynuna sarılıp kaybolduğu için suçlu ve pişman olduğunu bildiren bir nameyle- ağladı. Dayanamadı Senem; kokladı kara kuzusunun -ot kokan, yağ kokan değil- evlat kokan saçlarını. Kalabalık dağılıp gece olunca Zeytin Gözlü Oğlan, aldı simsiyah kramponları yanına, minik yastığının altına sığmayan kramponun uçları ay ışığında siyah inciler gibi parıldıyordu. Kalkıp kalkıp bu bir rüya mı diye yokluyordu. Senem Kadın da yoklama niyetindeydi, kara kuzusunun zeytin gözleri... Anasının sesini duyunca yumdu zeytinlerini yavrucak, çalılığa saklanan bir ceylan ürküntüsüyle nefesini tuttu. Ay ele vermeseydi, parıldamasaydı siyah inciler yastığın altından, anası kıyar mıydı hiç!.. Senem, oğlunun hırsızlık yaptığını sanarak korkmuş , kendini kaybetmişti. Minicik omuzlarından sarstığı kuzusunu hiç acımadan tokatlıyor, bir yandan da kramponların hesabını soruyordu: Nerden geldi bu çivili kunduralar? (Krampon nedir bilmez!..) kimden, nerden aşırdın bunları ? Neden çaldın karam, kuzum, söyle ne ettin sen? Yok, ana çalmadım, yeminle haram getirmedim, vurma n'olursun! Yalan dime bana, ne yise onu deyiver. Yalan demiyom ana vurma yüzüme dur, dinleyiver azcık.
Ne diller dökse de anası onu dinlemeyecek, tutup kulağından hem konsolostan ve oğlundan özür diletecek hem de kramponları iade ettirecekti. Senem dediğini yapmış, kuzusunu önüne katarak kuzu kuzu teslim ettirmişti, emanetleri. Dahası, ne konsolosun ne anasının gözünde değeri olmayan kapakların lafı bile edilmemişti. Hani o büyüklerin: “Lafı bile olmaz” dedikleri şeylerdendi demek… Lafı bile edilmemişti. Ben anlatmaya devam edeyim, sen yaz üstadım, diyerek devam etti: (Ben de olduğu gibi...) Bir ara: –Emanet değil, takas yapmıştık, peki ya gazoz kapaklarım?.. Deyip bas bas bağırmak istedim kimse duymadı. Ertesi gece ve ertesi gecelerde yastığımdaki boşluğu minik yumruklarımla doldurmaya çalışıyor, gizli gizli ağlıyordum. Mahiroğlu elinde gazoz kapaklarımı koyduğum bez torbamla pencereden mahcup; ama mesut beni izlerken ben çoktan, pes etmemeyi, mücadele etmeyi öğrenmiş, yeni kapaklarımı ezmek için uygun bir taş arıyordum.
11
Sıddıka Zeynep Bozkuş
Bir şiirin en güzel mısrası gibi Seni anlamak istiyorum -
Sonunda, yavrucak taaa başından anlatmaya başladı hikâyeyi. Sabaha kadar anlatsa da ikna olmuyordu Senem:
Muhammet İkbal ÇOLAK
Vakti
Bir sürü soru işareti barındıran bir tünel: Anasının dövünmek için hazırladığı yumruklar kalkmışken yavrucağın yüzünde, kolunda bacağında morluklar oluşturacak mıydı? Acı çeken bir anne, öfkeyle hercümerç olmuş acıyı tartabilir miydi? (Bu soruyu hiç anlamamıştı hercümerç de ne demekti eğilip geçti -?- işaretin altından.) Sırtında bir oklava, merdane kırsa yeriydi şimdi... (Bak bu soru çok anlaşılabilir, ayan beyandı mesela, geçerken bu soru işareti başına çarptı hatta.)
– Olmaz ööle şey, kapak nerede krampon nerede? Mahir Bey bilmeyince haram bunlar oğul, diyordu. Mahir Bey bilmeyince haram bunlar oğul, diyordu. Gün ağarıp ışırken zeytinler kararmış; dün gece, ayı kıskandıran ışıltısını kaybetmişti artık. Hasan kendi kendine söyleniyor: Onca yemin ettik, tokalaştık, şimdi bu takası bozunca Allah çarpmaz mı? diye düşünüyor; fakat korkudan söyleyemiyordu.
Edebiyat
daha da acıklı bir sesle doldurduğu zemin katı, şimdi evine dönmek isteyen yavrucak için aşılması zor, korkunç bir tünel gibi uzuyordu.
Su Yürüdü Gülümüze Ay değirmi dolunurken Miskinlik esritir canı Dost mihrabında dururken Unutulur acı anı Varda bile yoğu seçtik Haldaş gerek halimize Nice bir Türkmen Kocası Göyündürdü aşka bizi Yok tutkunun korkucası Gönlüm bir sevgi denizi Dünyada dirlikten geçtik Baş indirdik ulumuza
12
Kalbin içi-dışı göynü Çün dert bize hoş gelir Çağrıların çifte yönlü Muştular hüma kuş gelir Şarabından içirdi aşk Baş eğdirdi delimize Halden hale şu dünyada Tüm varlığım doldu yakım Şarap içtim badya badya Ne sarhoşum ne ayıkım Çok geride kaldı eşik
Edebiyat
Vakti
Su yürüdü gülümüze
Cemal Kurnaz
Gurbet Sürgünü Yıllar ruhuma kızgın demir bastı; Tükenmedi gurbet sürgünüm anne. Gençliğimi darağacına astı;
Dizim dermansız, gözlerim uykusuz;
Tükenmedi gurbet sürgünüm anne.
Kimi aç uyur burda, kimi susuz... Hâlden anlamaz, taş duvar duygusuz!
Yollara düşürdükçe beni kader,
Tükenmedi gurbet sürgünüm anne.
Katran gibi çöktü üstüme günler! İçerimde nakışlandı hüzünler;
Ayaz ayaz, ömrümü, sardı gurbet,
Tükenmedi gurbet sürgünüm anne.
Dallarımı acımadan kırdı gurbet, Oradan oraya savurdu gurbet...
Seni bırakıp nice yol yürüdüm,
Tükenmedi gurbet sürgünüm anne!
Ardım sıra nice keder sürüdüm,
Tükenmedi, gurbet sürgünüm, anne...
Kaç kış gecesinde sensiz üşüdüm;
13
Vakti
İsmail Giray
Edebiyat
Tükenmedi gurbet sürgünüm anne.
Kadriye Özkul Vakt-ı şâdî de gelir mevsim-i mihnet de geçer
14
Gazel Gün olur ey meh-i nâzım bu sabâhat da geçer Bizi hicrânda koyan bu şeb-i hayret de geçer Vâsıl-ı evc-i kabûl ile recâmız yohsa Yerde kalmaz sanemâ âh-ı felâket de geçer Nâ-hudâ Nûh-ı nebî olduğu dem şekk yokdur Gavta-i varta-i tûfân bu nevbet de geçer
Edebiyat
Vakti
Hat gelip leşker-i hüsnü geçicek dildârın Dil muğber eden ol kîne vü nahvet de geçer Sâf kıl âyîne sîneni nîk ü beden Tab’a âmed-şüd eden sûret-i hayret de geçer Çekilenler kalır Es’ad bu cihân içre hemân Vakt-ı şâdî de gelir mevsim-i mihnet de geçer Şeyh Gâlib
Okyanus Asla Boğulmaz
O Nur'u taşıyan bir dalga sonra Duygular kaçarken geride bir şaşkınlık Cesaret sabırsız Sevda hazır Bir güç var, gözlerin bile gördüğü Ufukta bir bayrak Bir zaman…
Gün müjdeler doğumu Bin bakış bir kalbe doğar Yeryüzü sakin Güneş, suya hasret bir gemi Görüş alanında bir kızıllık Okyanusta bir yangın… Ölüm doğar güne ithafen Arşı kucaklar gölgeler Gemi kayıp Okyanus tutmuyor gözyaşlarını Gözlerin üstünde simsiyah perdeler Hisleri tozlanmış yer altında kimseler
Kalabalıkla karışmış hayatlar Pusula yok, yön tek Cesaret sahada Gemi sessiz Tek bir ölüm yok Okyanus boğulmaz
Sesler kısık! Kıyıda bir bekleyiş Okyanus sinirli Kıyıya dargın
15
Gün gemiyi müjdeledi suya Güç zaferi doğurdu An ölümsüz
Edebiyat
Hasene Gün
Vakti
Yelkenlere dokunan alçak bir ıslık Rüzgâr yüzsüz
Fârisî
Edebiyat
Vakti
16
Güneş ışınlarının yakıcı etkisiyle uyandım. Yorgun hissediyordum. Muhtemelen uykumu tam alamamıştım. Yataktan doğruldum ve birkaç mukavemet hareketleri yapmak için yataktan indim. Biraz gerinip mukavemet hareketleri yaparken karşımdaki duvarda asılı duran aynada yansımamı gördüm. Aynada gördüklerimle birden şaşırıp kaldım. Göz altlarım mosmordu, alnım kırışmış ve sakallarım hafiften kırlaşmıştı. İnanamadım. Bir gecede nasıl böyle birden bire yaşlanabilirdim. Aynaya biraz daha yaklaştım. Hafızam yanıltıyor olmalıydı. Şimdiki hâlim bana hatta gençliğime bile hiç benzemiyordu. Hemen üzerimdeki tişörtümü çıkarttım ve sağ omzuma baktım. Yoktu. Sağ omzumda, hafiften hilale benzer doğum lekem yoktu. Nasıl olabilirdi bu? Olamazdı. Rüya görüyor olmalıydım. Peki, uyandığım bu oda gerçekten de benim odam mıydı? Hayır. Benim evim, odam böyle değildi. Odamdaki perdeler saten, pencereler plastik doğramaydı. Oysa bu odada pencereler ahşaptandı. Allah’ım ben nasıl bir hâle düşmüştüm? Böyle bir şeyin olması mümkün müydü? Eşim, çocuklarım neredeydi? Onlar da mı buradaydı? Bu sorular aklımı kurcalarken etrafı incelemeye başladım. Yatağın sağ köşesinde ceviz ağacından yapma bir masanın üzerinde kitap ve defterler vardı. Kitabı elime aldım ve sayfalarını çevirmeye başladım. Kitabın adı Arap alfabesiyle Ferdâ olarak yazılmıştı. Kitap Farsça yazılmış şiirlerden oluşuyordu. Üniversitede Dil Kürsüsü’nde profesördüm. Dil ile aram çok iyidir. Yazıları hemen hemen çözebilme kabiliyetim vardır. Birkaç şiir okuyup kitabı masanın üzerine bıraktım. Salondan sesler geliyordu. Herhalde ailecek koca bir rüyanın içindeydik. Başka ne olabilirdi ki? İnce sesli bir kadının konuşmaları duyuluyordu. Biraz sonra bir ad söyleyerek seslendi. Önce üstüme çekmedim. Ama kadın tekrar seslenmişti. “Mohsen. Mohsen gel”. İrkildim. Hiç tanımadığım bir sesin sahibinin evinde ne işim vardı. Hem Mohsen de kimdi? Odadan çıktım ve sese doğru gittim. Eşime hiç benzemeyen, kumral bir kadınla karşı karşıyaydım. Eşim ise sarışındı. “Kızımız kahvaltıyı sensiz yapmak istemedi. Babam olmadan yemem dedi. E, haklı tabii kaç gündür yüzünü göremiyor.” Kızımız? Artık olanları aklım havsalam almıyordu. Onlara bir şey belli etmemeye çalışıyordum; ama kendime de engel olamıyordum. Birden “Sen uyurken Tabip Nadir aradı. Seninle acil işi varmış. Hemen gelmeni istedi. Yolunda gitmeyen bir şey yoktur İnşaallah”
Biraz bekledim. Kendime zaman kolladım. Tabii ya hususi bir mevzu vardı öyle mühim bir şey değil diyerek kestirip attım. Bir iki şey yiyip masadan kalktım ve dışarı çıktım. Hem buraları bilmeyip hem de kendimden emin bir şekilde nasıl gidebiliyordum. Bilmiyordum. Bildiğim sanki daha önce buraları bir yerlerden hatırladığım. Sanki burada daha önce yaşamıştım. Apartmandan inip caddeye çıktım. Sokaklar kalabalıktı. Seyyar satıcılar geziniyor, insanlar bir oraya bir buraya koşturuyorlardı. Bazı bazı naralar atılıyor, çığlıklar yükseliyordu. Dükkânlarda ve sokaklarda Farsça tabelalar asılıydı. İran’daydım, artık buna şüphe yoktu. Bermurad Caddesi’ne saptım ve yürümeye devam ettim. Birkaç yüz metre gittikten sonra Aşiyan Apartmanı’na girdim. Tabip Nadir’in üçüncü katta oturduğuna dair bir yazı vardı. Merdivenleri ikişer ikişer çıkmaya başladım. Üçüncü kata geldiğimde kalbimin yerinden çıkacağını hissettim. Beynim karışıyordu. Başımda bir şeyler zonklamaya başladı. Kapının tokmağını vurdum. Biraz sonra kapı açıldı ve küçük bir çocuk çıktı. Buyurun dedi, Tabip Nadir sizi bekliyor. Allah’ım bu çocuk da mı beni tanıyor? Bu durum gittikçe karmaşıklaşmaya başlamıştı. Kapının tokmağını vurdum. Biraz sonra kapı açıldı ve küçük bir çocuk çıktı. Buyurun dedi, Tabip Nadir sizi bekliyor. Allah’ım bu çocuk da mı beni tanıyor? Bu durum gittikçe karmaşıklaşmaya başlamıştı. “Aman azizim. Sana ulaşmaya çalışıyorum. Nerelerde kaldın? Çok mühim bir husus var. Şah tehlikede. Bu gidişat iyi değil. Yakında İran çok karışacak. Sana düşen vazifeyi artık icra etmen gerek. Şah’ı korumak için oluşturulan grubun içinde yer alacaksın. Bu gece Naziflerin evinde toplanacağız.” demişti Tabip Nadir. Nadir dedim. Ben, ben değilim. Bende bir hâl var. Uyandığımda kendime yabancılık çektim. Hem hiç kimseyi, hiçbir yeri tanımıyorum hem de her yeri tanıyor gibi hissediyorum. Bu nasıl bir hâl Nadir? Bunun meâli nedir? Söylediklerim Nadir’e tesir etmişti. Tuhaf tuhaf baktı, elini alnına koyup düşünmeye başladı. Mohsen, dostum. Herhalde uykusuzluk sana böyle tesir etmiş. Bir haftadır seferiydin. Vazife başındaydın unuttun mu? Sen düşünme bunları, artık kendimizi sağlama almalıyız. Eğer ki Şah düşerse biz de düşeriz, hâlimiz yaman olur. Hadi daha fazla durup kendini yorma. Evine git iyice dinlen. Büyük vazifeye az zaman kaldı dedi.
İçinde kaybolduğum labirenttin Selda Öztürk
Lakin olmaz işte… Bana da bu biçilmiş bir kere Göçer yürek durmaz bir köşede…
17
Kaya Türkoğlu
Sahiden Aşk mıdır? Dillere pelesenk olan
Hilal H.
Vakti
Kaya Türkoğlu
Çünkü sen Benim yitiğim Sen Benim son durağım
Edebiyat
Tamam, Nadir, gece Nazif’in evindeyiz, geliyorum dedim. Kapıdan çıktım ve merdivenleri yavaş yavaş inmeye başladım. Düşünüyordum. Ama işin içinden çıkamıyordum. Hem aynı anda her şeye yabancı hem de nasıl aşinaydım? Yokuş yukarı tırmanmaya başladım. Evin tersi istikametine doğru gitmekteydim. Nedense eve gitmek istemiyordum. Hiç tanımadığım bir kadın ve bir çocuğun olduğu evde ne yapacaktım ki zaten. Hem ben daha evleneli sekiz ay olmuştu. Evde ise on yaşlarında Şirin adında bir kız vardı. Şirin, nasıl benim kızım olabiliyordu? Hava birden soğumaya başlamıştı. Alt sokaklardan bağıran insanların sesi gelmekteydi. Büyük bir çınar ağacının altında biraz oturup sessizliği dinlemek istedim. On on beş dakika sonra büyük bir kalabalık caddeye çıkmaya başladı. Gittikçe daha da fazlalaşan insan seli ile karşı karşıya kalmıştım. Aynı zamanda diğer caddeden başka bir grup geldi. İki grup arasında sözlü atışmalarla başlayıp kavgaya dönüşen bir durum vuku buldu. Hemen oradan gitmek istedim. Şah’ı savunanalar ve Şah’a karşı olanların attıkları sloganlar kulaklarımda çınlıyor ve beynimde yankılanıyordu. Oradan uzaklaştığım için bir sevinç duydum içimde. Tam sokağa saparken bir uğultu duydum…….. ve tüm sesler sustu. Bir koku duymaya başladım. Tuzlu su kokusu. Evet. Deniz, deniz kokusu. Ama ben hiç deniz görmemiştim. Ben, Mohsen hiç deniz kenarına gitmeyen, denizi bilmeyen Mohsen. Nasıl oluyordu da denizin kokusunu duyabiliyordum. Ses yoktu. Her şey durmuştu. Kumların üstüne uzanmış, denizin nefesini içime çekiyordum. Deniz dalga dalgaydı, coştukça coşuyordu. Hiç deniz görmeyen ben şimdi deniz görmüştüm. Sol tarafım soğumaya başlamıştı. Kanım çekiliyordu sanki… Uyandığımda etrafımda insan topluluğu vardı. Nefeslerini hissediyordum. Aralarından biri şöyle demişti İhsan Bey, başardık. Uzun zamandır bunun üzerinde çalışıyorduk. Sonunda muradımıza erdik. Sizi İran’da sokak olaylarında hayatını yitirmiş önemli bir kişinin, Şair Mohsen’in bedenine göndermeyi başardık. Bunu başardıysak sizin önemli çalışmalarınız sayesindedir. Her şey şimdi yerine oturmaya başlamıştı. Ben Doktor İhsan Nadir, yirmi yıllık doktorum. Doktor Şirin ile sekiz aylık evliyim. Demek nihayet başarmıştık. Peki, neden bu transfer sürecinde olanların farkında değildim. Peki, neden kendimi farklı biri olarak hissettim. Kendimi Dil Profesörü olarak addetmiştim, hekimdim oysa. Anlamlandıramadığım bir durumdu bu. Ama Mohsen. Evet, Şair Mohsen. Gazete haberinde başına gelenleri okuyup üzüldüğüm, şiirlerini severek okuduğum Şair Mohsen Elfârisî. Onun bir nebze kadar hissettiklerini anlayabildiysem, o olabildiysem bu işi başardık, demektir. Belki de ben Mohsen’im, o da İhsan Nadir’dir. Belli mi olur? Hayat…
Dalgaların İçinde Aşk Aşkın tılsımını, gecelerde aradım. Takip ettiğim yollarda, Uçurumdan kaçtım. Sessiz kaldığım günlere seslenirken Vücudumu saran kokunu hissettim. Işıkların altında saklanırken Adımlarını, karanlık izlerde buldum. Kalpsiz bir adamı gördüğüm anda, Bana sarılan kollarını, kumsala bıraktım. Yıldızlar geçmişim gibi kayarken Geleceği, dalgaların arasında gördüm. Begümhan Varlık
18 Yaşam Özü Yaşayacaksınız. Ve Öleceksiniz. Toprağa bir cemre düşecek. Ağlayacaksınız. Ve
Edebiyat
Vakti
Tekrar nefes alacaksınız.
Mehmet Daldal
Işık Işıklar söndü Sen geldin aklıma Tuttum dileğimi hemen Parlayan gözlerini yıldız sandım Işıklar açıldı Bir siyah bulut esir aldı beni Şimdi ya hapsolma zamanı Ya da gözyaşı olup damla damla akmalı Cansel Mutlu
19 Uzaktan Sonbaharlar dökülürdü yüzüne Uzaktan seslenen bir eylül olurdun Çevrilmeyen yaprak gibi takvimde
On yedisinde, öylece dururdun Mavilikler haykırırdı, kirpiklerinin ardından Uzaktan dalgalanan bir deniz gibi Ayrı bir âlem gezinen içinde Dünyadan koşar adım, gözlerinde dururdum
Cehennem sıcağı çökerken biz, üşür dururduk. Tuğba Taşova
Edebiyat
Koparılmış çığlıklar taşıyan koynunda
Vakti
Yangınlar çökerdi ormanlarına Uzaktan dokunan bir alev topuzu ayrılık
Yarım Kalan Bakır Sert kış akşamlarından biriydi. Henüz yönlerini bulamamış olan iki arkadaş, şaşkın şaşkın etrafa bakıyorlardı. Uzun süredir ikisi de tek kelime etmemişti. Etrafta adeta ölüm sessizliği vardı. Beyaza bürünmüş bu doğa harikası yeri, yeşil dalları üzerinde ince ince işlenmiş beyaz kar taneli onlarca ağaç süslüyordu. Yere düşen bu her kar tanesine gökyüzünden binlerce el feneri ışık tutuyordu. İşte bu manzara altındaki sessizliği Ali’nin o toy sesi dağıtmıştı. -Ali: Şimdi ne tarafa gideceğiz? Saatlerdir yürüyoruz, açlıktan ölmek üzereyim. -Mehmet: Sana söyledim o kadar bizimkilere haber verelim diye bak kaybolduk koskoca ormanda.
Edebiyat
Vakti
20
-Ali: Olmaz! Babam asla izin vermez. Bu ağacı bulmadan büyürsem de çocukluğum yol vermez. -Mehmet: Yok işte! Bak ortada ne ağaç var ne de söyledikleri gibi dev bir salıncak… Sana söyledim yalan Hasan'ın ağzına yuva yapmış dedim, yalanı ana dili gibi konuşuyor o çocuk dedim; ama dinlemedin. İlle de salıncak salıncak. Evdekiler her yerde bizi arıyordur. Donup ölmeden bizi bulurlarsa evde dayaktan öldürecekler. -Ali: Aaa… Bak şuradaki küçük evi görüyor musun? -Mehmet: Çabuk koş bakalım bize yardım edecek birileri var mı?Ali ve Mehmet koşarak eve yaklaştı. Kapıya dokunmalarıyla kapının açılması bir oldu. Bu ürkütücü eve önce kimin gireceğiyle ilgili kısa bir münakaşadan sonra Ali kendini içeri doğru savurdu. Hava gitgide karardığından bu tek göz harabenin içi pek iyi görünmüyordu. Her yanı örümcek ağlarıyla kaplı bu odanın içinde pek fazla eşya yoktu. Odanın dört yanında bakır yapımında kullanılan çekiçler, örsler, kalemler ve bir de Mehmet'in dikkatini çeken bakır güğüm vardı. Odanın köşesinde duran bu bakır güğüm karanlığa sessizce bir şeyler haykırıyordu sanki. Bu örümcek ağları onu bastırdıkça o inadına direniyor, kendini Mehmet'e göstermeye çalışıyordu. O zifiri karanlığa düşen bir kar tanesi gibi ışıldıyordu ve amacına ulaşmıştı. Sonunda Mehmet’in ellerindeydi. Mehmet ise çocuk aklıyla anlam veremediği bu güğüme bakarken kulağını dışarıdan gelen seslere kabarttı. Dışarıda bir uğultu vardı. Ali hemen kendini dışarı attı. Bu ses onları aramaya çıkan köy halkının sesiydi. Hemen köylülere karşılık verdiler. Köylüler de hemen onların sesine yönelerek onları buldular. Ali'nin babası hemen Ali'nin kulaklarına yapışarak bağırıp çağırdı.
Tabii Mehmet'in babası da boş durmadı. Saatlerdir onları aradıklarını, onların burada ne aradığını sordu. Babalarından korkan çocuklar ses çıkaramadan düştüler köylülerin önüne. Uzun bir yol yürüdükten sonra evlerine vardılar. Mehmet'in bakır güğümü elinde, babasının karşısında hesap veriyordu. Babası biraz daha sakinleşmiş ve saatlerdir sinirden fark etmediği güğümü fark etmişti. -Mehmet'in Babası: “O güğüm ne öyle elinde, nerden buldun onu?” diye çıkıştı sert bir ses tonuyla. Mehmet bu ses tonu karşısında öylesine korkmuştu ki sadece “O evden” diye iki kelimeyi zor söyleyebilmişti ses telleri. Bu cevap karşısında hiddetle köpüren dev dalgalar gibi Mehmet'in üzerine doğru atlayan babası güğümü kaptığı gibi dışarı fırlattı. “Evi de pisleteceksin git çabuk banyoya” diye kükremesine devam etti. Peki, o güğüm gerçekten pis miydi? Yoksa bizim kendi hislerinden başka hissi tanımayan hislerimiz mi pisleşmişti? Mehmet'in hiç mi hissi yoktu? O bakır güğümü eline aldığında hissettiği sıcaklığın nereden geldiğinin hiç mi önemi yoktu? Belki de bu sıcaklık o bakır güğümün içine nakış nakış işlenmiş bir aşkın sıcaklığıydı. Maalesef ki bu aşkın sıcaklığıyla çepeçevre sarılmış bu bakır güğüm şimdi bu soğukta dışarı fırlatılmıştı. Oysaki Veli Usta'nın çırağı o bakır güğümü ilk işlemeye başladığında ne hayaller kurmuştu. 1966 yılının güzel bir yaz günüydü. Güneş, her yeri yakmaya çalışan bir ejderha gibi gökyüzünün tepesinden ateşler savuruyordu. Veli Usta bakır atölyesinde sıcaktan bunalmış, bir taraftan bakırını işliyor bir taraftan çırağına bakırcılığın inceliklerini anlatıyordu. -Veli Usta: Bak evladım. Bakır önemlidir. Her şeyin başında bakır bizim ekmek teknemizdir, alın terimizdir. Bu bakırın öyle hisleri vardır ki en kral şaire el- aman dedirtir. Ona öyle rastgele vuruşlar yapmaya gelmez, ince ince tane tane vuracaksın çekici, kalemi öyle kıvıracaksın ki adeta üzerinde dans edecek. -Çırak: Aldım ustam bilgileri; ama merak ettiğim bir şey var. Çocukluğumdan beri yanında çıraklık yapıyorum. Allah razı olsun beni bu yaşıma kadar büyüttün, besledin. Yaşım 22'ye geldi; ama hâlâ tek bakır işletmedin. -Veli Usta: Olacak evlat olacak, senin de bakıra hislerini işleyeceğin günler gelecek elbet. Hele dur bakalım bu kadar aceleci olma. Çırak bir türlü ustasının bu sözlerine anlam veremiyordu. Yıllardır ustasının yanında işin bütün inceliklerini öğrenmişti.
21
Vakti
Günler geçiyor, genç kız her gün su doldurma bahanesiyle güğümünü eline alıp çırağı görmeye gidiyordu. Çırak da artık kızın kaçamak bakışlarından aşkının karşılıksız olmadığını anlamıştı. Bir gece çırak yine genç kız için hazırladığı bakır güğümü eline almış dertleşiyordu. Aynı zamanda kalemi öyle bir işliyordu ki ustası görecek olsa ustalığına şaşkınlıktan dili tutulurdu. Çırak kendi kendine: “Olacak tabi. Bir gün pınarın yanındayken varacağım yanı başına, konuşmaya cesaret edemem; ama seni bırakacağım yanına usulca. Ertesi gün seni eline almış pınarın başına gelirse dünyalar benimle şahlanır. Başka ihtimali düşünmek bile ölüm tabii gelir. Tabi öncelikle seni bitirmek lazım gelir. Böyle yavaş yavaş işlersek, zor bitirip veririm seni.” dedi ve güğümü bir köşeye bırakıp uykuya daldı. Sabah olduğundan etraf cıvıl cıvıl tam bir yaz günüydü. Aşk adeta şiir olmuş, mısra mısra çırağın üzerine yağıyordu. Çırak öyle bir neşeyle doluydu ki henüz tamamlayamadığı, ustasından gizli evde yaptığı bu bakır güğümü kaptığı gibi soluğu atölyede aldı. Ustası bakır güğümü gördüğünde hayretler içinde kaldı. Bu motiflerin çırağın elinden çıktığına inanamadı. Çırak karşıdan gelen sevdiğini görünce heyecanla bakır güğümü ustasının elinden kaptı. Kız çeşme başında ağır hareketlerle su dolduruyordu. Çırak, korkak bir o kadar da heyecanlı adımlarla kızın yanına vardı. Tek kelime edemeden güğümü kızın yanına bırakıp hızlı adımlarla geri döndü. Kız bu hareket karşısında ne yapacağını şaşırmış vaziyette güğüme baktı. Yarısı işlenmiş, yarısı işlenmemiş bakır güğümü yanına neden bıraktığını anlayamamıştı. Ama üzerindeki işlemeler dikkatle bakınca anladı ki bakırın üzerine adeta binlerce beyit harf harf işlenmişti. Bakır beni al diye kızın gözlerine feryat ediyordu. Kız ise bakır güğümü almak için can atıyor; ama kara kara annesine ne diyeceğini düşünüyordu. Ama bir anda bütün sorulardan kaçarak bakır güğüme sarıldı. Çırak artık aşkının karşılıksız olmadığından emindi. “Hele birde yarın elinde sevdamızın nişanesiyle gelsin işte o zaman tamamdır” diyordu. Ertesi gün sabahın erken saatinde atölyeyi açan çırak dört gözle kızın gelmesini bekliyordu. Ancak o gün kız ortalarda görünmedi. Çırağın artık dertleşecek bir bakır güğümü de yoktu. O yüzden sabırsızlığı ve heyecanı günden güne artıyordu. Ancak güğümü vermesinin üzerinden bir hafta geçmesine rağmen kız hâlâ görünürde yoktu. Çırak bu işe anlam veremiyordu.
Edebiyat
Ama buna rağmen ustası hâlâ çekici eline vermemişti. İşte o bunları düşünürken günler hızla gelip geçiyordu. Ejderha kılıklı güneş gün geçtikçe sıcaklığını artırıyordu. Günlerden bir gün Veli Usta, çırağına yine bir şeyler anlatırken çırağın gözleri kapının önünden annesiyle geçmekte olan bir kıza takılıp gitmişti. Kalbi daha önce hiç böyle atmamıştı, içi içine sığmadı o an. Ustasının sözlerine aldırış etmeden kapının önüne attı kendini. Giden kızın arkasından uzun uzun baktı. Ustasının sesiyle beyni irkildi; ama vücudunu, ellerini kontrol edemiyordu. Ama ustasına sezdirmemeye çalıştı. Zaman geçti, artık her gece gözlerinin önünde bir yüz vardı. Bu hisler içine sığmıyordu, elleri yerinde duramıyordu. Bir gece yarısı kalktı, ayakları kendisini atölyeye doğru götüren hızlı hızlı adımlar atıyordu. Atölyeye girdiğinde önceleri tutmaya çekindiği çekici hiç tereddütsüz eline aldı. Sabaha kadar ustasının bıraktığı işi tamamlamış bakır başında uyuya kalmıştı. Günler ilerliyor, çırak dört gözle kızın oradan geçmesini bekliyordu. Kızın geleceğinden emindi. Çünkü köyün pınarı atölyenin ilerisinde idi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra elinde bakır güğümüyle kız belirdi. Çırak aynı hislerle kapının önüne yöneldi. Kız güğümünü suyun altına koydu ve etrafa göz atarken çırağı fark etti. İkisi de ani utangaç tavırla bakışlarını farklı yönlere savurdular. Genç kızın içine de anlam veremediği bir heyecan düşmüştü. Güğümü hızla doldurdu ve seri adımlarla evin yolunu tuttu. Bu utangaç bakışlar gece iki gencin de gözlerinin önünde idi. Sabah olduğunda genç kız evde duramadı. Bir an önce gidip çırağı tekrar görmek istiyordu; ama annesine ne diyecekti. Sonunda dayanamadı ve eline güğümünü alıp su doldurma bahanesiyle yola koyuldu. Çırak elinde güğümü genç kızı görünce yine heyecandan yerinde duramadı. Bu heyecanını yatıştırabildiği tek yer yaptığı bakır güğümün yanıydı. Çünkü bu bakır güğüm, henüz ismini bile bilmediği bu kızdan bir şeyler taşıyordu. O bakır güğümü yapmaya başladığı günden beri gönlünü biraz olsun sakinleştirebiliyordu. Çünkü tek sırdaşı, tek dert ortağı bu bakır güğümdü. Her gece bu bakır güğümü eline alıyor, ona uzun uzun sevdiği kızı anlatıyordu ve bakıra her gün ufak ufak aşkını işliyordu. Aşkı her geçen gün nasıl büyüyorsa, bbakır güğümün üzerindeki işlemelerde o denli büyüyordu.
“Sevmiyorsa, gelmeyecekse neden güğümü alsın ki?” diye gönlüne cevapsız sorular sorup duruyordu. Aylar geçti, yıllar geçti. Çırak artık umudunu kesmişti ve tabii hayatla bağlarını da. Sekiz yıldır sevdiği kızı görememişti. Çırağın bu hâline üzülen ustası değişik bir ortamın ona iyi geleceğini düşünerek köyden göç etme kararı aldı. Çırak her ne kadar gitmek istemese de ustasına itiraz edemedi ve köylerinden çıkıp soluğu şehirde aldılar. Çırağın aklı yıllar geçmesine rağmen hâlâ genç kızdaydı ve günden güne eriyordu. Ne olmuştu da o kadar zamandır gelmemişti? Peki ya o güğümü eline aldığında, yüzündeki o utangaç gülümseme neydi? Hiç mi mutlu olmamıştı? Mutlu olmuştu tabii. Genç kız o gün elinde o bakır güğüm, kalbinde o heyecanla eve gittiğinde annesi güğümü nereden bulduğunu sormuştu; ama genç kız panik yaparak buna cevap verememişti. Genç kızın annesi onun her gün su doldurmaya gitmesinden şüphe duymuştu ve kızı bir daha oraya göndermemişti. Kız da annesinin ve ağabeylerinin korkusundan bir daha o yola adım atmamıştı. Aradan geçen on yıl boyunca da hep o çırağı düşünmüştü.
Edebiyat
Vakti
22
Ama artık annesi kızı evlendirmeye kararlıydı. Genç kıza ona bu akşam görücü geleceklerini söyledi. Genç kız annesine görünmeden, on yıldır sakladığı güğümü eline aldı ve bir yandan ağlayıp bir yandan koşarak atölyenin yolunu tuttu. Ama atölyeye vardığında gördüğü manzara onu şok etmişti. Kapısı açık bırakılan atölyede hiç kimseler yoktu. Her taraf örümcek ağlarıyla kaplanmış, her hatıra terk edilmeye yüz tutmuştu. Kız atölyede saatlerce ağladı. Oysa ne güzel hayaller kurmuştu. Genç kız yarım kalmış bakır güğümü aşklarının doğduğu yere, atölyeye aşklarıyla birlikte gömüp sonsuzluğa doğru yola çıktı. Bakır güğüm atölyenin bir köşesinde yıllarca derdini anlayacak birinin gelmesini bekledi. Ancak artık orada ne köy kalmıştı, ne de insan. Atölyenin çevresi koskoca bir ormana dönüşmüştü. Etrafta tek tük evler, biraz uzakta da küçük bir köy daha kalmıştı. İşte o evlerin birinden çıkan Ali ve Mehmet kayboldukları için yolları bu atölyeye düşmüştü. Ama bakırın beklediği zihniyet kalmamıştı artık insanlarda. Artık insanlar ne bakır biliyor, ne de aşk biliyorlardı. Aslında çok değil bundan elli yıl önce aşkla işlenen, dertlere ortak olandı bakır güğümler. Âşıkların birbirini görme bahanesiydi, evlere götürülen suydu, hayattı. Ama şimdi öyle mi? Salonun bir köşesine konulmuş, ruhsuz bir varlık olarak görüyordu insanlar onu. İşte Mehmet'in babası da onlardan biriydi. Kalpleri körelmişti bir kere insanların.
Artık para etmeyen her şey pisti, sokağa atılmalıydı. Oysa çırak bu güğümü ne hayallerle işlemişti. Oysa o genç kız bu güğümü aldığında neler hissetmişti. Peki böyle bir aşka tanıklık eden bakır güğüm sokağa atılınca neler hissetti? İşte bunu ne Mehmet’in babası anlayabilecek ne de biz anlayabileceğiz. Anlayamayacağız! Çünkü artık bu bakırlar böyle aşklara tanıklık etmiyor. Anlayamayacağız! Çünkü artık bu bakıra o genç kızların eli değmiyor veya pardon pardon onlara da haksızlık etmeyelim. Salonun köşesindeki masanın tozunu alırken mecburen o “süs eşyası” olan bakırı kaldırmak zorunda kalıyor, elleri değiyor. Şimdi 5 saniyeliğine okşanıyor bakırın kalbi… Ya ev hanımı masanın tozunu alırken ya da Mehmet’in babası sokağa fırlatırken…
Muhammet Yasin Çakır
Çığlıklar, Ezilen kalbimde yankılanırken Duygularım, Bilinmeyen köşelerde asılıyor. Begümhan Varlık
nazımsı beyrek yok-su(l)-ama-gururlu gurultulu gururlu yoksul nedir zaten TDK gıcığım ayrıca varsıl'a yoksu'yum aynı zamanda
ama teyzeler amcalar beklemişler 65 yaş kaybolmuş yüzlerinde telaş ben ve gençler
varsı'ya yakın var'a çook uzak
boynu bükükler
kedi olamayan kedicik
İ iken ters J olduk
gururlu kedicik
iyi mi olduk
mundar ciğerci kedicik
aklımızı aldı akıllı çipler
söyleme böyle A9
bir tatlı huzuru artık kim ipler
düşmanı K9 tilki'ymiş moda bu ara kümesin batması haktır canım ülkem batmayacaktır
kalamış bize uzay tesisi bu arada amir kimdir o bir kuş, hayır
bunu da atlatacaktır
o bir uçak, hayır hayır
cebimde kredi kartları
o süpermen
para desen hazıra dağ
Süpermen koltuk sevseydi
günlük limitim simitim
olur muydu muhabir
kır börtü böcek neyime
bizde kumdur ekabir
simit sarayım var benim kış geliyor, her zaman gelir
23
daha savaştan bahsedecektim bitsin de öyle bahsedeyim
tutamıyoruz zamanı ince ince de kar yağmıyor ki karac'oğlan seferî
hiç bitmiyor ki kahrolası ah çocuklar, nebi İsa'ya koşan çocuklar
kaldırımlar içimde yaşamış bir insandı
havariler hep kızgın, çocuklar
kart-vizitlere düşen hayatlar olmasaydı
göklerin egemeni çocuklar
bir günün sonunda arzu
bu çocuk bir tek size ağlar
otobüsün boş olması
Ceylan
Edebiyat
Harun
Vakti
Ankara Kasım'ı 2017
Ol İlim, irfan, hikmet Nerede kadim maharet? Artık uyan fark et! Kalksın üstümüzdeki kasvet. İstiyorsan rahat uyusun Hem Ali hem de Gazali Melikşah ol, Nizamülmülk ol.
Gönül aynasından ufka bakarım, Yollarını beklediğim biri var. Selamıyla ummanlara akarım, Mektubunu sakladığım biri var.
Sinan ol, Fuzuli ol. Rumeli’de Fatih Sina’da Selim ol. Mezopotamya’da Murad
24
Kim Ola
Horosan’da Ahmed ol. İstiyorsan sana Yaradan etsin rahmet Artık uyan fark et! Kalksın üstümüzdeki kasvet. Murat Arısoy
Gafleti gönlüme memnu kılarım, Sanırlar ki hayallere dalarım, Aşk ufkuna turnaları salarım, Beş vakitte yokladığım biri var. Ruhum sensin tenim sensin mutluyum, Çevrem yörem yanım sensin mutluyum, Can diyorum canım sensin mutluyum, Mısralara yüklediğim biri var…
Edebiyat
Vakti
Hiç naz etmem, sitem olmaz sözümde, Ümit saçar gam taşımam gözümde, Karlar örtse bile iz var özümde, Baharlara eklediğim biri var. Mahmut Topbaşlı
Sessizliğin Tam Ortasındayım
Selin Sabcıoğlu
25
Vakti
Arabayı almıyorum bugün. Yürümeyi tercih ediyorum. Büyük bir yürüyüşün öcüsü gibiyim. Birken beş, beşken on, onken milyonlar olacağız sanki. Öyle kararlı, öyle başı dik yürüyorum. Pes etmemeli insan çiçekli yollarda yürümüyoruz hiçbirimiz. Kimi zaman dikenli, kimi zaman taşlıklı... Ama değil çiçek bir ot bile bitmiyor yollarda.
Şu an vardığım yer sessizliğin tam ortası. Güneş yavaş yavaş gözlerini ovuşturarak açıyor. Sessizlik birazdan rüzgârla birlikte uçup gidecek. Onun yerine insan, araba... Sesleri bütün gürültüsüyle günün başladığının habercisi olacak. Oysa ben severim sessizliği. Ama bazen de sevmem. Korkutucu gelir. Ölümü fısıldar sanki. Bu aralar sessizlik hiç iyi değil. Hiç değil. Çünkü ölümü fısıldıyor her yerden. Şehrin gürültüsü bastırıyor bu fısıltıyı. Ya da bastırdığını sanıyor. Fısıltılar arttıkça gürültü de artıyor. Bitmeyen bir savaşın içindeler. Çok kayıp var. İki tarafta da. İkisinin tam ortasında duruyorum. Ya gürültüye kapılıp gideceğim ya da fısıltıya katılıp bir fısıldayan da ben olacağım. Ölüme mi fısıldayacağım yoksa ölüme karşı mı fısıldayacağım, bilinmez. Tek bildiğim bir direnişin simgesi gibi durduğum. Tarafsız olmayı seçiyorum. İkiye ayrılmış sessizlik. O bile .ı aratBir tarafı sessizliği seviyor. Onu kovalıyor hayatı boyunca. Diğer tarafta sessizliği sevmiyor. Hatta nefret ediyor. Haykırıyor “Susma, sessiz kalma. Sesimizi duyur bütün dünyaya” diyor. Ben sessizliği seviyorum. Ama kovalamıyorum da. Sessizlik hem huzur verici; ama bir o kadar da karanlık bir orman gibi korkutucu. Ben tam ortasındayım; ama ortada olmak bile taraflı ve aslında hiçbir şey tam ortasında değil, ben bile.
Edebiyat
Karbon kâğıdıyla kopyalanmış sanki günler. Dünden hiçbir farkı yok. Karbon kâğıdını bilen bilir. Siyah ve mavi renkleri vardır. En üstte kopyalanmasını istediğiniz resmi koyarsınız sonra karbon kâğıdını en alta da boş kâğıdı koyarsın. Sonra kaydırmadan çizgilerin üzerinden geçerek deseni boş kâğıda geçirirsin ya hani, işte günlerde öyle kopyalanmış sanki. Gülüşler her defasında biraz daha silikleşmiş. Robot resim gibi ifadesiz suretler dolaşmakta. Dünden farklı olmayan ve hayattan daha çok sevdiğiniz şeyden yani uykudan fedakârlık yapıp uyanmak ne kadar anlamlı? Güneş bile tam anlamıyla gözlerini açıp şu manasız güne şöyle bir bakmamışken insanoğlunun gözlerini boş bir karanlığa açar gibi açması... Kahve koydum hayatım kadar boş fincanıma; ama aslında kahveyi güneşin yerine koymalı. Güneşten önce uyandırıyor. Ya da güneşe kahve içirmeli. Ya da bulutlara vermeli. Yağmalı bütün ülkeye. Herkes uyanmalı. Günler artık bir anlam kazanmalı. Uyanmanın bir anlamı olmalı.
Ruhumun Çığlıkları Her aktarılan düşünce aslında ispatin paslanmaz çelik kokusunu taşıyordu. Bilerek yapılan bir şey değildi, mantık ve kalbin savaşında kurban gitmişti düşünceler... Biri diğerine ispatlamaya çalışıyordu kendini; ama her defasında tezlerini çürütüyordu bir diğeri, arada yıpranan fikirlerdi belki de sesini çıkarmadığı sanılan ruhtu! Fakat en büyük çığlıklar ona aitti, o yıprandıkça yüzdeki tebessümü siliyor beyindeki mantığı sıfıra indirgeyip kalpteki heyecanı un ufak ediyordu ve en kötüsü beden bunu fark edemeyecek kadar körelmişti; çünkü aşk denilen illet bir hastalığın pencerelerine düşmüştü! Yapılacak tek bir şey vardı sonun gelene kadar savaşmak ya da teslim bayraklarını çekip bir nebze huzur bulmak… Zeliha Şevik
26 Yirminci Gün Yazmaktan kaçtım. Aynaya bakmaktan kaçtım. Durup kendi hayatımla ilgili bir şeyler düşünmekten kaçtım. Hep onu düşünürken birden bana kalan sadece kendim olunca yadırgadım. Ben benden kaçtım. Sonra bir an durup ben üzülürken bana destek olanın kendim olduğunu fark edince kendimden defalarca özür diledim. İçim fısıldadı: “Kendi kendine sarılabilmeyi unutma.”
Edebiyat
Vakti
Önceleri o adam için mavi renkle yazdığım bir günlüktün sen. Bu ne inanç böyle? Yanındaki gerçek insanları nasıl anlar insan sorusunun cevabını buldum. Düştüğünde kafanı kaldırdığında kimler varsa gerçek olanlar onlar işte. İterken eli havada kalmış insanla yerden kaldırmak için elini uzatan insanı mı karıştırdım ben? Artık cevabını da istemem, soruyu da. Merve Altın
Mutsuz Sonsuz Yazıyoooorrr yazıyoooorrrr Rapunzel’i kulesinden kurtarmaya giden yakışıklı prensin kuleye tırmanırken Rapunzel’in peruğuyla düştüğünü yazıyor. Pinokyo ver bakalım bir gazete. Bugün burnun uzamamış. Heidi üçüncü sayfa haberlerine düşmüş. Büyük babası mirastan mahrum edince uçurumdan ittirmiş zavallı adamı. Ekonomide de Hansel ve Gratel var. Tatlı cadıyı kazana atıp sabun üretimine başlamışlar. Cadı şekerlerinden alana sabun bedavaaaaaa. Pamuk Prenses de magazin sayfalarında yerini almış. Yedi cücelerin hepsine mavi boncuk dağıtıp prensine âşık olan prenses şok bir gelişme ile Ormancı Cüce ile kaçmış. Ormancı Cüce’nin baltasını Amazon yakınlarında bulduklarından o civarda tatil yaptıkları düşünülüyormuş. Spor sayfasında Külkedisi var. Prensini dolandırmak için gittiği baloda ifşa edilince topuklu ayakkabıları ile kilometrelerce koşmuş. Köşe yazılarında Çizmeli Kedi ve Bremen Mızıkacıları’nın yazıları var. Veee birinci sayfada uyuyan güzel... İçtiği antidepresanlar yüzünden sürekli uyuduğu babasının ona istediği iğneyi almadığı için depresyona girdiği yazıyor. Ne kadar gazete? Üç akide şekeri. Al bakalım.
27
Ferah Dönmez
Emrah Kirişçi
Edebiyat
Kadın bavulunu toplamış eşikte dikiliyordu. İçeriye seslendi: “Bir daha beni göremeyeceksin.” Öfkeyle çantasından telefonunu çıkardı. Kendi kendine söyleniyor, parmakları ekranda hızla kayıyordu. Bağırdı: “Seni arkadaş listemden de siliyorum. Adam elleri ceplerinde antreye geldi. Pişkin pişkin sırıtıyordu.“ Paylaşımlarını benden başka kim beğenecek?” Kadın duraksadı.
Vakti
Sil Silebilirsen
Ne hevâ vü ne kemân ü ne kemân-keş ancak Erdiren menziline tîri nidâ-yı “yâ Hak” Şeyh Gâlib
Merve Yıldız Oku, hedene ulaştıran ne hava ne yay ne de oku atandır
Ancak, oku hedene ulaştıran “yâ Hakk” seslenişidir.
Ne hevâ vü ne kemân ü ne kemân-keş ancak Erdiren menziline tîri nidâ-yı “yâ Hak” Şeyh Gâlib
Müslüman Türk ordularında yay, “Bismillah” denilerek gerilir ve ok da “Yâ Hakk” ifadesiyle hedene doğru bırakılırdı. Çünkü ok da kılıç da Allah'a hizmet etmek, cihat için kullanılırdı. O yüzden hedefe ulaştıracak olan Allah'tır. Bu düşünceden dolayı “Yâ Hakk, Yâ Allah” ifadesi her ok atışında söylenirdi.
“Yâ Hakk” ifadesi, okçuluk yarışmalarındaki mesafe atışlarında okçular ayakta ok atarlardı. Mesafenin ölçülebilmesi için havacılar adı verilen bir ekip beklerdi. Okçu, birkaç adım ilerledikten sonra “Yâ Hakk” diyerek okunu fırlatırdı. Bu sesleniş hem oku menzile ulaşması için bir dua hem de havacılara okun atıldığını haber vermek için bir nidaydı. Havacılar da ileride okun varıp varmadığını haber vermek için ellerinde “salaşpur” denilen bir bezle beklerlerdi.
29
Eğer ok, mesafeye ulaşmışsa salaşpuru açarlardı; ama ulaşmamışsa bir işaret vermezlerdi. Şeyh Galip de bu olaya gönderme yaparak bu durumu beyitinde son derece güzel ve manidar bir şekilde ifade ederek oku asıl hedefe ulaştıranın
:
1. Hava. 2. Hafif rüzgâr.
Kemân
:
1. Yay. 2. Kavis. 3. Keman.
Kemân-keş :
1. Yay çeken, ok atan. 2. Keman çalan.
Nidâ
:
1. Çağırma, bağırma, seslenme. 2. Ses verme.
Salaşpur
:
Avrupa’da üretilen astarlık seyrek bez.
Tîr
:
Ok.
ü/vü
:
“ve” bağlacı.
Yâ Hakk
:
Ya Allah.
Vezin
:
fe’ilâtün/ fe’ilâtün/ fe’ilâtün/ fe’ilün
Edebiyat
Havâ
Vakti
“Ya Hakk, Ya Allah” duası olduğunu dile getirmiştir.
Emrah Aydemir
Ata Topraklarına Kısa Bir Gezi Uçsuz bucaksız bozkırlar ve zaman zaman çölü andıran alabildiğince uzanan geniş düzlükler. Tanrı Dağları, Türkistan, Orta Asya... Kazakistan'a gitmek için son hazırlıklarımı yapıyordum. İlk defa yurt dışına çıkacaktım. Gideceğim yerler ata topraklarıydı. Pir -i Türkistan'ın, Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri'nin zuhur ettiği yerlerdi. Hoca Ahmet Yesevi bu topraklarda bir çınar gibi boy vermiş, o çınarın dalları ta Anadolu'ya uzanmıştı. O dallar kimi zaman Yunus, kimi zaman Mevlana olmuştu.
30
Sıcak bir yaz akşamında Ankara'dan aktarmalı uçakla İstanbul'a geldim. Yazın artık son günleriydi. Ruhumda tari imkânsız hisler vardı, bir gariplik çökmüştü üstüme. Gurbeti şimdiden yaşamaya başlamıştım. Uçağı beklerken ve havalimanında son çayımı yudumlarken çok sevdiğim güzel vatanıma kısa süreliğine de olsa veda edecek olmanın burukluğunu taşıyordum. Son kez süzdüm insanları, binaları ve buraya ait olan her şeyi. Nihayet uçak gelmişti. Demirden gövdesi ve heybetiyle pençelerini yere koymuştu.
Edebiyat
Vakti
Gecenin ilerleyen saatlerinde havalandık. Uçak yükseldikçe İstanbul'dan yansıyan ışıklar gitgide belirsizleşiyor, sönmek üzere olan bir mumu andırıyordu. Uçağın küçük penceresinden İstanbul'un son ışıklarını da seyrettikten sonra uyudum. Uyandığımda sabah olmak üzereydi. Güneşin ilk ışıkları camdan yüzüme vurmaya başlamıştı. Bulutların üstündeydik. Aşağıya baktığımda bulutların arasından seçebildiğim kadarıyla dağlar, yeşillikler ve bir nokta gibi evleri
görebiliyordum. Yollar ise ince bir çizgi gibi zaman zaman kıvrılarak uzanıyordu. Birkaç saat sonra pencereden baktığımda bambaşka bir manzara gördüm. Sapsarı bir toprak gözün görebildiği en uç noktaya kadar uzanmaktaydı. Sanki aşağısını sarı bir sonsuzluk kaplamıştı. Bu düzlükler, insanın hayal dünyasını derinleştiriyor, insanı bambaşka yerlere sürüklüyordu. Güneş adeta yeryüzüne inmiş, inmemişse bile rengiyle her yeri boyamıştı. Bu manzaranın keyni çıkarırken bana göre sol tarafta oturan Türk yolcular pencereden Aral Gölü'nü seyrediyorlardı. Bir an kalkıp kendilerinden rica ettim ve diğer pencere tarafından kısa süreliğine de olsa bu manzarayı seyrettim. Aral Gölü parça parça olmuş gölcükler şeklinde bir nazar boncuğu gibi sapsarı toprağa yayılmıştı. Belli ki gölün bir kısmı kurumuştu, coğrafya bilgimden de olsa gerek bu kanıya varmıştım. Şimkent Havalimanı'na kadar bu sarı düzlüklerle yer yer haf yükseltiler bize eşlik etmişti. Uçak Şimkent'e yaklaştığında vadiler arasında kıvrım kıvrım akan Sırderya Nehri seçilmeye başlamıştı. Kuzey-güney doğrultusunda uzanıyordu. Şimkent Havalimanı'ndan karayoluyla Türkistan'a geçtim. Türkistan, yani Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri'nin kabrinin bulunduğu şehir, çok küçük olmamasına rağmen, büyük bir köyü andırıyordu. Çok katlı binalardan tek tük görmüştüm. Meraklı gözlerle arabanın tozlu camından Pir-i Türkistan'ın
türbesini aramaya başlamıştım. Görebildiğim her yere dikkatli gözlerle bakıyordum. Orayı daha önce resimlerde ve televizyonda görmüştüm. Yesevi Hazretleri'nin ebedî istirahatgâhı büyük ve görkemli olmalıydı. Benim için belki de bu şehri değerli yapan en önemli şey buraydı. Nihayet çok uzaktan da olsa bu yapıyı görebilmiştim. Hoca Ahmet Yesevi Türbesi'ne yöresel deyişle Kesene'ye yaptığım ziyaret beni çok duygulandırmıştı. Yesevi Hazretleri'nin manevi ışığı hâlâ buralardaydı. Türkistan, yaklaşık yüz bin nüfuslu genellikle tek katlı evlerden oluşan bir şehir. Yer yer yüksek binalar olmakla birlikte şehrin silüetini, genellikle köy evlerini andıran çatıları sac kaplamalı evler teşkil etmekte. Evlerin bahçeleri yüksek duvarlarla çevrili. Türkistan'ın hemen yanında yer alan Botanik Bahçesi şehre ayrı bir güzellik katmakta. Bahçe boyunca kısa bir gezinti yaptığınızda kendinizi bol oksijenli tropikal bir iklime gelmiş gibi hissedebilirsiniz. Nitekim bu bahçe şehrin iklimine önemli oranda etki etmekteymiş. Türkistan'a ayrı bir renk katan yerlerden birisi.
girişinde at çiftlikleri bulunmakta. Çiftliklerdeki atlardan birinin yolunuzun üstüne aniden çıkması mümkün. Şehirde büyük oranda Rus mimarisi hâkim. Yer yer eski Alman evlerinden de görebilirsiniz. Yolları büyük bir metropolde bile olmayacak ölçüde geniş. Bu küçük şehirde dolaşırken farklı bir ruh hâline bürünebilirsiniz. İlk zamanlar şehir bende bir labirent izlenimi bırakmıştı. Nereye baksam sanki aynı yapıyı görüyordum. Bu şaşkınlık yalnızca üç dört gün sürdü. Daha sonraları akşam saatlerinde bile dışarıda dolaştıktan sonra kaldığım yeri rahatlıkla buluyordum. Buralara veda ettiğimde içimi kaplayan hüznü tarif edemem. Bizi havalimanına götüren eski model bir midibüsün camından o sonsuz bozkırları son kez izlediğimde duygulanmıştım. Uçak havalandığında ise gece karanlığında son kez selamlayarak veda etmiştim bu topraklara. O sarı toprakları gece karanlığında görmesem de hissedebiliyordum.
Bülent Kaya
31
Edebiyat
Türkistan'a yaklaşık otuz kilometre mesafede olan Kentavise eski bir maden kasabası. Şehrin
Vakti
Şehirdeki pazar gezip görülebilecek yerlerden. Pazarda ihtiyacınız olan birçok şeyi bulmanız mümkün. Yöreye ait geleneksel ürünlerden de alabilirsiniz.
Son Demdeki İtiraflar
Edebiyat
Vakti
32
Bizi sevmeyenler için hep sevenleri üzdük. Oysa sevecek bir yüreği kaybetmenin dayanılmaz büyüklüğünü anlasaydık ne çok kazancımız olacaktı. Pişman olmasını bile beceremedik, hep kibir hep bencillik hep tek taraflı eylemlere mahpus kıldık nefsimizi. Evet, yenildik; kazandıklarımız ezildi kaybettiklerimizin ağırlığı altında. Bir gün dahi tebessüm edemedik hayallerimizin imkânsızlığına. İnanmışlık değildi bizi yıkan, inanmaya muhtaç edindiklerimizdi ve kendimizi acizliğin ateşine atmamızdı bir çırpıda. Yorulmak bilmedik yanlış yollara sapmaktan, o yollar yüreğimizi aşındırdı durdu. Kan ağlarken gözlerimiz, ellerimiz ulaşamayacağı ellerin âşığıydı. Aşınan yürekte yanan ateşlerin feryadını duyacak kadar cesur değildi, kulaklarımız. Aklımızı başımıza alamadık ki asıl suçlu o değil miydi? Niye komutayı veriyordu, gönle hiç düşünmeden! Şikâyet de etmek olmazdı yürekte onca ateş varken ruhun üşümelerinden. Macera peşinde koşmak değildi niyetimiz. Akıbetimizi görünce bile kaçmayışımız delilik miydi, yoksa acıya hasret miydik o kadar? Uçurumun kenarına varıncaya dek açmadık gözlerimizi. Evet, açmadık; açamadık değil. Seyirtti garip duygular gönülden ruha, aklın devreye girmeye niyeti yoktu daha. Yana yana tükenmek bilmiyorduk, deselerdi güler geçerdik bunca güçlü çıkacağımıza.
Kuvvetimiz bizi yok etmeye meyilli imiş nereden bilecektik. Adını koyamadık ilk başta sonra isimler taktık ona; ama “son” anlamını içerdiğini çok geç idrak ettik. Ha bir de her gözyaşıyla o yangına su serpmek lazımken bir damlayla okyanuslar kadar benzin ekledik. Amaçsızca beklemelere dayadık sırtımızı, ah ettikçe o nefesler fırtına oldu savurdu bizi sonsuz ikilemlere. Kaskatı kesildi umutlarımız yeni bir ufka dönünce anlaşılan alışkın değildik yabancı iklimlere. Su alıyorken gemimiz biz geleceğimizi delik deşik edenlere methiyeler düzüyorduk. Vefasızlığın karanlık denizlerinde yüzüyorduk, boğulmak işten değildi kurtulmak gayesi o kadar soğuk ve uzaktı ki anlatmak ne mümkün. Neydi ki mümkün olan bunca bitişler içinde, kalmıştık ölümle yaşamın o incecik geçidinde. Yükümüz de kâinat kadar ağırdı, mutluluk ağacımız kuytulara mahkûm idi nasıl verirdi sürgün. Güneş yerine koyduğumuz kapkara etti gündüzümüzü, küskün kıldı yüzümüzü aynalara. İnanmazdık daha önce bu illetle yananlara, ne kadar da aç imişiz bir efsunlu bakışlının yaldızlı yalanlarına. Karşılıksız aşk dediler kestirip attılar olanca hislerimizi, oysa biz teslim etmiştik tereddüt etmeden yüreğimizi. Kaybolduk artık bu besbelli, kendimizi aramakla harcayacağız kalan nefeslerimizi. Ahmet Demir
Yâre Hasret Bir buzun içindeyim
Bir bulutun içindeyim
Bakma, göremezsin!
Bakma, göremezsin!
Donmuşum
Kaybolmuşum
Ateş ol da gel
Şimşek ol da gel
Erit beni
Düşür beni
Bir dağın tepesindeyim
Bir okyanusun ortasındayım
Bakma, göremezsin!
Bakma, göremezsin
Küçülmüşüm
Uzaklaşmışım
Kartal ol da gel
Ada ol da gel
Götür beni
Kurtar beni
Bir toprağın altındayım
Ateş ol
Bakma, göremezsin!
Kartal ol
Boğulmuşum
Rüzgâr ol
Rüzgâr ol da gel
Şimşek ol
Çıkar beni
Ada ol
33
Yeter ki bul beni!
Edebiyat
Vakti
Bülent Kaya
PROF. DR. CEMAL KURNAZ 1956 Antalya'nın Akseki kazasına bağlı Taşlıca Köyü'nde doğdu. 1979 Aksu İlköğretmen Okulu'nu (1.7.1974), Ankara Yüksek Öğretmen Okulu (Haziran 1979) Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi (26.6.1979). 1980 14.3.1980'de mezun olduğu bölümde uzman olarak görev aldı. Aynı üniversitede görev aldı. Mezuniyet tezi Ali Zelilî-Niyâzü'l-Müznibîn (1979), yüksek lisans tezi Taşlıcalı Yahyâ Bey Divanı'nda Kozmik Unsurlar (1981), doktora tezi Hayâlî Bey Divanı'nın Tahlili (1984) adını taşır.
34
1995 30.6.1981'de yüksek lisans, 3.4.1984'te doktor, 14.5.1986'da yardımcı doçent, 28.7.1990'da doçent, 6. 9. 1995'de profesör ünvanını aldı. 26. 9. 1996'da bölüm başkanı oldu. 1986'dan beri Gazi Eğitim Fakültesi'nde öğretim üyesidir. 1974 Cemâl Kurnaz'ın 1974 yılından itibaren Hareket, Divan, Doğuş, Yedi İklim, Türk Kültürü, Millî Kültür, Türk Kültürü Araştırmaları, Âh eden dillere mevzûn nice kâmet görünür Journal of Turkish Studies, Millî Eğitim Mâh-ı tâbân ile zülfündeki âfet görünür dergilerinde şiir ve makaleleri yayınlandı. 1990 Halk ve Divan Şiirinin Müşterekleri Üzerine Denemeler (Ankara1990) isimli eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği Deneme Ödülü'nü kazandı.
Ne bir an gamze-i fettân bu cefâdan usanır Kereminden ne de ümmîde nihâyet görünür
2012
Deli Rüzgâr Osman Yüksel Serdengeçti isimli eseriyle, Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER)'nin 2012 yılı biyogra ödülüne layık görüldü.
Bu kadar bilmez idim ben kaşının inceliğin Mushafın üzre dizilmiş iki âyet görünür
2013
Türk Ocakları Genel Merkezi tarafından, 2013 Yılı “Hamdullah Suphi Tanrıöver, Türk Ocakları, Kültür Armağanı” verildi.
Ey Cemal, bütleri tasvir değil elbette murâd Her kelâmında gören gözlere ibret görünür
Vakti Edebiyat
Tâ ezelden bize düşmüş nidelim derd ü belâ Reh-i sevdâda hemân-dem göze gurbet görünür
Prof. Dr. Cemal Kurnaz ile Divan Şiirine İçeriden Bakmak Emrah Aydemir-Cengiz Sarışen Divan Edebiyatı'yla tanışmanız nasıl oldu? Özellikle Divan Edebiyatı'na ilgi duymanızda hangi tecrübeleriniz ve kimler etkili oldu?
Ben, tercihim olan Urfa’ya tayin oldum. Çok idealistik, bir mum gibi eriyecek etrafı aydınlatacaktık. Belki gittiğimiz köyde bir okul bile olmayacaktı; ahırı temizleyecektik, kendimiz sıraları çakıp okul yapacaktık. Böyle ideal duygularla gittik. Urfa’ya varınca bir şok yaşadım, ben. Urfa’da dilencilerin Fuzûlî’den gazeller okuyarak dilendiklerini gördüm. Çok şaşırdım. Bu bana öğretilenlerle uyuşmuyordu. Ben orayı bir mum gibi eriyip aydınlatmaya gidiyordum; ama bu ne ola ki diye kendi kendime sordum bir anlam veremedim. Cumhuriyetin ellinci yılında Ankara’dan, İstanbul’dan bu kadar uzakta Urfa’da bu dilencilere bunu kim öğretmiş olabilir ki? Ben onları bilmiyordum. Onların bilebileceğine de ihtimal vermiyordum. Biraz gezdik, dolaştık birkaç gün. Bir tuvalet bekçisiyle tanıştım. Adı Mustafa, soyadını söylemeyelim. Yirmi altı yaşında bir genç.
35
Vakti
Urfa'da dilencilerin Fuzûlî'den gazeller okuyarak dilendiklerini gördüm. Çok şaşırdım.
On üç yaşında bir kızla evlendirmişler, kız bir hafta sonra ölmüş. Mustafa’yla ahbap olduk. Çıkarıyor cüzdandan fotoğrafını gösteriyor, ağlıyor Mustafa: “Her perşembe boy abdestimi alırım, elbisemi giyerim, tıraşımı olurum, ziyaret ederim.” hocam diyor, ağlıyor Mustafa. Mustafa bana peş peşe Nâbî’den bir gazeller okudu. Bir gazeller okudu. Yer yarılsa girecektim. Mustafa, sen bunları nereden biliyorsun yahu dedim. “Hocam, burada herkes bilir bunları.” dedi. Şaştım kaldım. Ben onları bilmiyordum. Halkın bilebileceğine de ihtimal vermiyordum. Bana öğretilenlerle çelişiyordu. Sonra kader ağlarını ördü. Ben ilk tercihim olan Hacettepe edebiyat bölümünü kazandım. Edebiyat bölümünü okurken hep aklımda Urfa’daki bu yaşadıklarım vardı. Bu sorulara cevap aradım. Hacettepe edebiyat bölümünde çok değerli hocalarımız oldu. Rahmetli Âmil Çelebioğlu bize Divan Edebiyatı’nın kapılarını açtı. Sevdirdi… Divan Edebiyatı’yla tanışmam Âmil Çelebioğlu sayesinde oldu. Mezun olunca okulu birincilikle bitirdin dediler. 600 sayfalık bir mezuniyet tezi yapmıştım yazmalara dayalı. Beni Osmanlıca okutmak üzere bölüme aldılar. Bölüm başkanımız Şükrü Elçin’di. Rahmetle ve minnetle anıyorum. Ondan sonra Âmil Çelebioğlu’yla master ve doktora tezleri yaparken aradığım soruların cevaplarını bulamaya başladım. Bir yandan okuyor idim. Türk Edebiyatı bir bütündü. Gayet tabii ki kendi içinde değişik dönemlerin alt başlıklar oluşturacak, alt edebiyat gruplarının oluşması bir gerçeklikti. Ama bir Anonim Halk Edebiyatı vardı, bir Âşık Edebiyatı vardı, bir İkinci Yeni Edebiyatı vardı, Tanzimat Edebiyatı vardı; ama bunlar, diyelim ki bir Fransız Edebiyatı’yla karşı karşıya geldiğinde aralarındaki farklılıklar ortadan kalkıp yekpare bütün bir Türk Edebiyatı olarak görünüyordu. Halk Edebiyatı ile
Edebiyat
Ben bir köy çocuğuyum, on bir yaşında Antalya, Aksu İlköğretmen Okulu’na yatılı olarak başladım. O yıllarda bize öğretilen edebiyat şu idi: Osmanlı Dönemi’nde bir büyük halk kitlesi vardı, bir de halk olmayanlar, yöneticiler vardır. Bu yöneticiler sarayda yatıp kalkarlardı. Onlara kasideler yazan, onları övmekle yükümlü olan Divan şairleri de sarayda yatıp kalkarlardı, asla surların dışına çıkıp halk ile görüşmezlerdi. Onların edebiyatı Arapça, Farsça, Türkçe karışık yapay bir dil olan Osmanlıca idi. Halk bunları anlamazdı. Bizim edebiyatımız büyük kitle olan halkımızın edebiyatı idi. Halk olmayanların edebiyatlarından bize neydi, biz böyle yetişmiştik öğretmen okulunda. Ben, 1974 Haziran’ında Urfa’ya ilkokul öğretmeni olarak tayin oldum. Çok idealist bir öğretmendim. Bütün arkadaşlarım gibi. Son sınıfta üç tercih hakkı verilmişti. Cetveli İskenderun ve Sinop üzerine koyup doğudan üç il seçmek için yarışmıştık, bir karnaval havası içinde.
Edebiyat
Vakti
36
Divan Edebiyatı arasında bir husumet yoktu, aralarında bir uçurum yoktu. Ben, bunun açıklamasını ilerleyen dönemlerde Yahya Kemal’de, Erol Güngör’de, Cemil Meriç’te gördüm. Düşüncelerimi, duygularımı netleştirdim. Türk Edebiyatı bir bütündü. Ama zaman içinde halk ile klasik kültür arasında karşılıklı etkileşimler oldu. Alışverişler oldu ve ara örnekler ortaya çıktı. Mesela şöyle düşünelim: Mahalli –yöresel- inşaat ustası – mimar- gitti İstanbul’daki yalıları, konakları gördü. Onun benzerini döndüğü yerde şehrinde yapmak istedi. Cami gördü, Sinan’ı gördü yapmak istedi. Ama o bir Sinan değildi. O, o yöreye ait bir sanatçı idi. Kendi yöresinin kültürünü, alışkanlıklarını, geleneklerini, malzemesini kullanarak Sinan’a özenen eserler yaptı. Yalılara, köşklere benzer mimari eserler yaptı. O, Safranbolu oldu, Safranbolu evleri oldu; Kütahya evleri oldu, Edirne evleri oldu. Bunlar aynı zamanda musikide de kendini gösterdi. Diyarbakır türküsü oldu, Erzurum türküsü oldu, Harput türküsü oldu, Edirne türküsü oldu, Kütahya türküsü oldu. Mesela Yılmaz Öztuna diyor ki: “Rumeli türkülerinin her birisi, Dede Efendi gibi bir sanatçı elinden çıkmış kadar güçlü bestelerdir.” Bu nasıl oldu? Tanpınar, bunlara mahalli klasik diyor. Mahalli klasik, o zaman Urfa’da yaşadıklarımı ben anlamaya başladım. Yani anonim halk türküleri var; halk şiirleri, manileri, bilmeceleri var; türküleri var. Bunlar dağ başlarında kendiliğinden yetişmiş sevimli kır çiçekleri gibi. Ama bir de o yörede şehirli türküler var, şehirli mimari olduğu gibi. Bunlar o şehrin üslubunu yansıtan mahalli klasik diyebileceğimiz ara örneklerdir. O zaman anlıyoruz ki klasik ile halk arasında büyük bir uçurum yok. Ara örneklerle birbirine bağlanan, geçişkenliği sağlayan bir kültür söz konusu. Yani edebiyatımız bir bütün. Bunu ben bir büyük şehir gibi tasavvur ediyorum. Meydanları var, ana caddeleri var, ara sokakları var, vesaire var. Aynı anda hem şehrin bütününü görüyoruz hem de yakından bakınca bunları görüyoruz. Yani Türk Edebiyatı’nın dönemlerini, alt gruplarını, alt başlıklarını bu şekilde açıklayabiliyoruz. Burada gayet tabii ki Divan Edebiyatı’nın çok büyük bir ağırlığı var ve ben onu Türkçenin gürül gürül aktığı bir büyük nehir gibi görüyorum. Türkçe orada işlenmiş, orada geliştirilmiş, orada en mükemmel şekilde ifadesini bulmuş. Bir an için Divan Edebiyatı’na ait bütün eserleri yakmış olsak, hafızamızdan silmiş olsak elimizde çok cılız, çok zayıf bir edebiyat kalır. Evet, onlar da çok değerlidir: Âşık Edebiyatı’mız da Anonim Edebiyatı’mız da çok değerlidir.
Ama bir Divan Edebiyatı, Klasik Edebiyat olmadan Türk Edebiyatı’nı ifade etmek fevkalade zordur, diye düşünmekteyim. Divan Edebiyatı bundan sonra bizim için Âmil Çelebioğlu’yla tanıştıktan sonra master, doktora aşamasında çok daha öncelikli, daha önemli bir hâle geldi. Ama bana Urfa’nın o kısa sürelik hayatımızda öğrettiği çok şey oldu. Orada yaşadıklarım beni yönlendirdi. Urfa’nın o kısa sürelik hayatımızda öğrettiği çok şey oldu
Çalışmalarınız arasında sizin için özel bir yere sahip olan hangisidir? Benim eserlerim arasında “Halk ve Divan Şiirinin Müşterekleri” çok özel bir yere sahiptir. Ben, Urfa’nın bana öğrettiği o bilgileri bu kitabımda topladım. Daha önce resmi bir bakış açısı olarak Divan Edebiyatı biraz hor görülen, bizim asıl edebiyatımız halkın edebiyatıdır, diyen bir yaklaşımı yansıyordu. Benim bu kitabımdan sonra bizim neslimiz diyelim çalışmalarımızda Divan Edebiyatı’nın itibarını iade etmiş olduk. Bu ancak eser vererek somut çalışmalarla olabilecek bir şeydir. Nutuk atarak şöyle böyle diyerek bunu halledemeyiz.
Akademik yayınlarınız içerisinde üzerinde en çok mesai harcadığınız hangisi oldu? Akademik yayımlarım içerisinde en çok mesai harcadığım mutlaka doktora tezim olmuştur. Hayâlî Bey Divân’ın Tahlili’ni çalıştım ben. O günlerde bilgisayar teknolojisi yoktu maalesef. Beyitin içinde geçen unsurları tekrar tekrar her birisi için beyiti ve madde başını fişlemek gerekiyordu. 30.000 kadar fiş birikmişti. Bunları yazmak çok sıkıcı, çok zaman alıcı bir şeydir. Bu teknik bir çalışmadır. Bu tamamladıktan sonra bunları tasnif etmek gerekir. Önümüzde Ali Nihad Tarlan merhumun başlattığı ve Mehmet Çavuşoğlu, Harun Tolasa gibi öğrencileriyle daha da işleyip geliştirdiği bir sistematik divan tahlili planı, modeli vardı. Biz de onu esas alarak geliştirmeye gayret ettik. Tasniften sonra işimiz oturup onu metne dönüştürmek ve o unsurları kaynaklar ışığında açıklamaya gelmişti. Bu çok yorucu ve çok mesai harcamamı gerektiren bir çalışma oldu.
Akademik hayatımızda bizi en çok zorlayan unsurlar neler oldu? Sorusuna verebileceğim cevap şu olabilir: Maalesef günümüzde eski büyük hocalarımızın donanımlarına sahip değiliz. Onlar; Arapçayı, Farsçayı ve bir Batı dilini hakkıyla biliyorlardı ve onların kaynaklarına hâkimlerdi. Şimdilerde ise çok kolay master, çok kolay doktora, çok kolay yardımcı doçent olunuyor. Doçentlerimiz, profesörlerimiz çok; ama artık eskisi kadar yetkin âlimlerimiz yok. Bunun içine kendimi de katarak söylüyorum. Eski Türk Edebiyatı’nda âlimlere ihtiyacımız var. Çok aceleye gelmeden, aceleye getirmeden, unvan peşinden koşmadan dizini kırıp çalışacak Arapça, Farsça yabancı dil Batı dili gibi enstrümanları, donanımları elde etmiş çalışacak âlimlere ihtiyacımız var. Bu konuda kendi eksikliğimi zaman zaman hissettim. Bazı meslektaşlarımdan yardım aldım. Onların desteğine ihtiyaç duydum. Burada disiplinler arası çalışmanın, yardımlaşmanın önemi ortaya çıktı; ama keşke eski büyük hocalarımız kadar alt yapı donanım olarak hazırlıklı olabilseydik. Bunu söyleyebilirim.
Akademik yönünüz yanında şiirler yazdığınızı da bilmekteyiz. Gelecekte aruz/hece vezniyle şiirlerinizin yer aldığı yeni bir kitabınızı bekleyebilir miyiz? Bizim kültürümüzde şiirin bir okulu yok. Bana göre şiirin okulu gurbettir. Türk milleti kadar gurbet duygusunu yoğun yaşayan başka bir millet olduğunu zannetmiyorum. Biz Orta Asya’dan, Moğolistan’dan, Ötüken’den yola çıktık, yüzyıllar boyunca yürüye yürüye nice coğrafyaları çiğneyerek Anadolu’ya geldik; Bosna’ya gittik, Viyana kapılarına dayandık.
Şiirin mektebi gurbettir. Mevlânâ’nın, Mesnevi’nin başındaki o ney metaforunu anladık. Gurbeti bizim kadar kim bilebilirdi? Bu dünya gurbetini, metafizik boyutunu, yorumunu da anlamakta zorlanmadık. Şiirin mektebi gurbettir. Her yatılı okul öğrencisi biraz şairdir, onun için. Biz de yatılı okulda karalayarak başladık işe. Şiirde benim bir hocam olmadı. Kütüphaneye dadanmıştım. Orada Cahit Öztelli’nin bir Yunus Divan’ı neşrettiğini gördüm. Yunus’un şiirlerini okudum. Onlardaki birtakım arkaik kelimelerin tadı bana değişik geldi. Onları bir köşeye not ettim. Onların geçtiği şiirler yazmaya çalıştım. 7’li ve 8’li hece ile Yunus yolunda şiirler yazdım. Yunus’u kendime örnek aldım. O tarihlerde Bahattin Karakoç’un Hareket Yayınları’ndan Seyran diye bir şiir kitabı çıkmıştı. Baktım 7’li ve 8’li hece ile koşmaya benzeyen; ama koşma gibi değil yedekli koşma gibi dörtlüklerin arasına ikişer mısra ilave ettiği, koşma üslubunda değil benzeyen; ama daha modern bir şiirler yazdığını gördüm. Ondan etkilendim. Ben de o yolda Yunus’un çeşnisini taşıyan yedekli koşmaya benzeyen veya koşmayı andıran dörtlüklerle şiirler denedim. Öğretmen okulunda idim. Bunlar Hareket dergisinde yayımlandı. Hareket dergisi, Nurettin Topçu’nun kurduğu, öğrencilerinin devam ettirdiği çok kaliteli bir dergiydi. Orada şiirlerim yayımlanınca baya havalı oldu. Yıllık şiir değerlendirmelerinde Yunus yolunda modern, yeni arayışların olduğuna dair değerlendirmeler, yorumlar oldu.
Divan şiirini öğrenmenin yolu onu yazmaktır
37
Vakti
Akademisyenlik hayatınızda sizi edebiyat araştırmaları açısından en çok zorlayan unsurlar neler oldu?
Bu şu demekti: Biz yurt edindiğimiz yerleri bıraka bıraka, arkamıza baka baka, İlahi kader öyle takdir ettiği için biz hep batıya doğru bir yürüyüş hâlinde geldik ve dolayısıyla o isimler koyduğumuz, hatıralarımızın olduğu, türküler yaktığımız o coğrafyaları, vatanları bıraka bıraka çekildik. İçimizde hep bir gurbet, ayrılık duygusu oldu. Onun için bizim gurbet türkülerimiz çok içlidir ve çok zengindir. Sonra imparatorluk tasfiye olunca o yurtları bırakarak Anadolu yaylasına çekildik. Yine orada hatıralarımız kaldı. Yine ağıtlarımız, ayrılık türkülerimiz oldu. Yine gurbet yine gurbet… Cumhuriyet… Yoksulluk, iş bulmak için gurbete gidenler, bu duyguyu hep besledi. Anadolu’da her evin kapısı gurbete bakar. “Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun?” diye başlayan türküler budur ya. Sonra Almanya… Böyle olunca: “Vatanımdan ayırdılar bu dünyaya düştü gönül” diyen Yunus Emre’yi biz çok kolay anladık.
Edebiyat
Ama çok öğretici oldu. Divan şiirine içinden bakmak, o kelimelerle, kavramlarla onların kullanışlarıyla yüzleşmek, karşılaşmak; arka planlarını öğrenmek, sormak, soruşturmak ve kaynaklara gitmek orada Divan şiirini tanımamıza çok yardımcı oldu, çok öğretici oldu.
Edebiyat
Vakti
38
Onlar beni doğrusu çok heveslendirdi, şevklendirdi. Şiire çok zaman ayırdım. Üniversiteye gelince rahmetli Âmil Hoca: “Divan şiirinin öğrenmenin yolu onu yazmaktır.” dedi. “Ben bu gece bir gazel yazdım, bir bakın bakalım nasıl olmuş?” dedi. Biz utana, sıkıla efendim çok güzel olmuş, dedik. “Haftaya siz de birer gazel yazıp gelin bakalım.” dedi. Biz hiç öyle bir şey yapmamıştık. Acemi acemi uğraştık, ettik orta mektep çocuğunun ev ödevi gibi getirip utana sıkıla. “İyi iyi fena değil, çalışırsan daha iyi olur.” diye bizi teşvik etti. Hakikaten bir süre sonra biz de eli ayağı düzgün gazeller yazmaya başladık. Hocanın ev ödevleriydi, bunlar. Böylece aruz nasıl kullanılır; kafiye nedir, nasıl kullanılır; edebî sanatlar nasıl kullanılır; Divan şiirinin mecazlar dünyası şiirde nasıl yer alır gibi bunları uygulayarak deneyerek yapmaya çalıştık. Böylece aruzla yazılmış şiirlerim ortaya çıktı. Benim hayatımda önemli bir yeri var, Osman Yüksel Serdengeçti merhumun. Bir gün Hacı Bayram’da bir kitapçıda oturuyorduk. Ben, Hacettepe’de öğrenciydim. “Niyâzî-i Mısrî’yi okudun mu?” dedi. Hayır, okumadım henüz oraya gelmedi müfredat, dedim. “Yunus’tan sonra çok çoşkun bir şairdir.” dedi. Bana bazı şiirlerini okudu. Çok etkilendim. Onun üzerine bir Niyâzî Divan’ı aldım. Başladım ve çize çize okudum. Orada bir iki gazel beni çok etkiledi. Bir ev ödevi gibi Divan şiiri öğrenme çalışması gibi onları tahmis ettim. Bir tanesini Sergengeçti’ye ithaf ettim, onun için. “Varlığından soyunup üryan olan anlar bizi” diyor mesela. Bu çok müthiş, çarpıcı bir şey. “Yıkılır her yaneden viran olan anlar bizi” diyor mesela. Bunları tahmis ettim, böylece aruzla biraz haşır neşir olduk. Diğer taraftan biraz dergi çalışmaları oldu. Önce Ülkü Pınarı daha sonra Divan diye bir dergi çıkarıldı. Katkı sağladık, oralar çok öğretici oldu. Dergi çıkarmak iyi bir şeydir. İkinci bir okul oldu bizim için. Hecenin ritminden, söyleyişlerinden yararlanan serbest şiir çalışmalarım oldu. Böylece şiirle bir süre yolculuğumuz oldu. Ama akademik hayata başladıktan sonra şiir bana küstü. Ben ona yeteri kadar zaman ayıramadım. Akademik çalışmalar ağır bastı ve şiir bir hatıra olarak kaldı. İlk gençlik aşkı gibi kaldı. O bakımdan şiire dair gelecekte bir vaatte bulunamıyorum kendime. Zaman ne gösterir bilemiyorum; ama. Türkü dediğimiz şey millet korosudur. Orada konuşan millettir.
Edebiyat dışında ilgilendiğiniz bir sanat dalı var mı?
Edebiyat dışında ilgilendiğim bir sanat dalı yok maalesef. Keşke olabilseydi. Yani türküleri çok seviyorum. Onları adeta kutsal metinleri dinler gibi dinliyorum. Onlara çok değer veriyorum. Bir türkü dinlediğimde çok çarpıyor, yoruyor beni. Oradaki duygu yoğunluğunu her şeyi içinde hissediyorum sanki ilk defa o türkü zuhur ediyormuş gibi bir duygu ile dinliyorum. Onlardan çok şey öğreniyorum. Çünkü türkü dediğimiz şey millet korosudur. Orada konuşan millettir. “Halk denilen büyük denilen usta ne buyurmuş bu hususta” diye büyük bir söz var ya. Onlara kulak vermek gerekiyor. Umduğumuzdan çok daha zengin, öğretici bir kaynaktır türküler. Birazcık bağlama çalmaya gayret ediyorum. Ama çok amatörce.
Divan şiirinin klasik yönleri üzerinde durulur daha çok. Sizce Divan şiirinin alışılmışın dışında ilgi çekici yönleri nelerdir, Divan Edebiyatı'nın şu konusu/alanı üzerinde pek durulmuyor dediğiniz bir yönü var mı ve Divan şiiri adına çok isteyip de yapamadığınız bir çalışmanız veya hayaliniz oldu mu? Divan şiirinin üstünde durulacak çok yönleri var. Hâlâ yapılacak çok iş var. Asıl metinlere yoğunlaşmak gerektiğini düşünüyorum. Divan şiirinin dili konusunda yapılacak çok şey olduğunu düşünüyorum. Dijital teknoloji, bilgisayar imkânları bu konuda çok kapsamlı, sistematik çalışmalara imkân verebilir. Benim yapmak isteyip de yapamadığım konulardan birisi budur. Kafamda birçok konu vardı. Bir kısmını tez olarak yaptı öğrencilerim. Onlar beni çok mutlu etti. Mesela “Divan şiirinde sosyal hayat” diye bir şey benim çok önemsediğim konulardan birisiydi. Çünkü bizim gençliğimizde Divan Edebiyatı halktan kopuktur, halkla ilişkisi yoktur, diye öğretmişlerdi. Oysaki böyle olmadığını görüyorduk. Bunun somut, elle tutulur çalışmalarla ortaya konması gerekiyordu. Hem benim öğrencilerim hem de İstanbul’da bazı arkadaşlar bu konuda çok güzel tezler yaptırdılar. Divan şiirinin toplum hayatı ile ilişkisini gösterdiler. Divan şiirinde tasavvuf konusu aklımda olan bir konuydu. Bir öğrencim onu çalıştı. Divan şiirinin ses dünyası; Divan şiirinde ses, ahenk, ritim meselesi… Benim çalışmak istediğim konulardan birisiydi.
Divan şiirinin yeni nesillere sevdirilmesi çok kolay görünmüyor. Çünkü yeni nesiller onlara haksızlık yapmak istemem; ama edebiyatla çok iş dışlı değiller. Cumhuriyet Dönemi’nde yazılmış romanları bile artık sözlük yardımı olmadan okuyamaz hâle geldik. Bunun için yeni nesilleri suçlayabilir miyiz? Onları kim bu hâle getirdi? Bizler, neyi yanlış yaptık, eksik yaptık da bu böyle oldu? Bir öz eleştiri yapmamız gerekiyor. Önce edebiyatı sevdirmeliyiz. Yani o gençler; bir Cahit Sıtkı’yı, bir Tanpınar’ı ezberleyip seviyor mu ki? Önce edebiyatın zevkine vardırmalı. Ana dilin zevkine vardırmalı. Onun inceliklerini, güzelliklerini, onun estetik hazzını tattırmalı ki çocuk birkaç şiir ezberlemeyi; Sait Faik okumayı, Mustafa Kutlu okumayı bir zevk hâline getirsin.
Günümüzdeki ve yakın zamandaki modern şairleri düşündüğümüzde tarz ve üslup olarak Fuzûlî, Nedîm, Şeyh Gâlib vb. şairlerden beslendiklerini düşündüğünüz oldu mu? Divan şiirinin engin deryasından istifade edenler hangileridir? Yeni şairler, genç şairler; istiyoruz ki eski şairleri okusun ve onlardan beslensin. Bunun belli bir yolu, yöntemi yok. Bunu yapmaya çalışanların belki Sezai Karakoç gibi istisna olabilir. Onun dışındakilerin daha çok artistik olsun kabilinden bir iki unsuru alıp dekoratif unsur gibi şiire yerleştirdiğini, bir sentetik göz boyama çalışması gibi olduğunu, insanları içeriden kavramadığını yani bir zihni kurgu, çalışma sonucu olduğunu düşünüyorum. Onların da çok etkili olmadığı kanaatindeyim. Önemli olan içimize o kültürü koymaktır. İçimizi onunla beslemektir. Onu besleyeceksin ki içinde onu güncel, çağdaş, yeni bir şiire dönüştürürken bu içinden çıkacak, içinde olmadığı zaman ne çıkacak? İşte ne varsa o çıkıyor. Bunun belli bir yolu yok; ama asıl olan bugüne, yarına hitap edecek güncel, çağdaş, yeni şiirin geçmişle bağ kurmasını istiyorsak şairlerin önce içini iyi inşa etmek, iyi beslemek gerekiyor. Onlara bu zor yolu tarif etmek lazım. Önce kronolojik olarak Türk şiirini iyi okuyun. Hatmedin. İçinizi besleyin. O gelenek dönüşerek sizi çağdaş, modern, yepyeni bir şiire götürür. Ama eskiden esintiler olur, eskiye süreklilik duygusu olur. O, size güç katar. Demek gerekiyor. Bunu yapmaya çalışan şairler de vardır. İnşaallah onlar kalıcı olur.
Eskiyi unutmadan yeni yollar tutmanın çaresine bakmalıdır
İnsanları içeriden kavramak
39
Vakti
Divan şiirinin yeni nesillere sevdirilmesi noktasında neler yapılabilir? Bu husustaki düşünceleriniz nelerdir?
Bir ders zorunluluğu olmaktan çıkarak kendiliğinden yani işlendiği zaman elini kulağına atıp bir uzun hava okur gibi peş peşe bir iki şiir okuma ihtiyacı duysun. Bunu başarmamız gerekiyor. Bunun için edebiyata önem verildiğini göstermemiz gerekir. Edebiyatçının, edebiyatın bir itibarı yok ki… Çocuk bakıyor ki televizyona, hayata, bilmem neye… İyi ki arada bir şiir okuyan bir Cumhurbaşkanı’mız var. Onun dışında kim var? Yani şiirin hayatımızda bir yeri yok. Şairin bir değeri yok. Onlara önem verir hâle gelirsek, yeni nesiller de bunun hayatta bir karşılığı olduğunu görürse böylece ben de onlar gibi olayım duygusu oluşur. Bu sadece edebiyat öğretmenlerinin, edebiyat bölümlerinin başaracağı bir şey değil. Bu genel bir atmosferdir. Bunu herkes soluyor ve maalesef bu sonuç ortaya çıkıyor.
Edebiyat
Ama bunun için eski enerjim, eski heyecanım, eski zamanım kalmadığı için bunu bir öğrencim yaptı, “Bâkî’nin Ses Dünyası” adlı doktora tezi. Beni çok tatmin etti. Eminim ki bu model çalışma başka çalışacakların önünü açacaktır. Çalışılmasını istediğim, çalıştırmak istediğim disiplinler arası bir çalışma olarak “Divan şiirinin dili” meselesi var. Bize Divan şairinin dilini, halk dilinden kopuk bir dil olduğu öğretildi. Oysaki bu çok doğru değildi. Bunun somut örneklerle ayrıntılı olarak ortaya koyulması gerekiyordu. Bizim dilimiz nasıl bir dil, kendimizin dili? Biz de herkes gibi bu çağdaki insanların konuştuğu dili konuşuyoruz. Ama bir makama gittiğimizde orada konuşurken önümüzü ilikliyoruz, üsluba dikkat ediyoruz. Daha farklı bir şekilde konuşuyoruz. Ama kahveye gidince dost meclisinde daha samimi, daha farklı bir dil tercih ediyoruz. Dilekçe yazarken farklı bir dil tercih ediyoruz. Özel mektupta başka bir dil tercih ediyoruz. Böyle… Divan şairi de “dibace”de farklı bir dil tercihine sahip kasidede farklı bir dil tercihine sahip hatta nesibi ayrı; maksudu, methiyesi ayrı; fahriyesi, duası ayrı bir dil tercihiyle karşımıza çıkıyor. Gazeller ayrı; murabbalar, şarkılar ayrı… O hâlde tek bir dil yok. O zaman bunun sistematik, ayrıntılı örnekleriyle, istatistiğiyle ortaya konması gerekiyor. Keşke böyle bir çalışma yapsanız. Ben de ölmeden görsem ne mutlu olurdum. Demek ki çok isteyip de yapamadığım konulardan birisi bu.
40
Asıl şiirin hayatımızdaki eski ağırlığı kalmadı. Edebiyatın eski ağırlığı kalmadı. Bu iletişim teknolojisi, medya, popüler olan birçok şey maalesef şiirin, edebiyatın gücünü biraz ikinci plana itti gibi. Ümit ederim ki eskiyi bilen, yeniyi inşa eden bilinçli, güçlü şairlerimiz olsun. Bizim ilkokul çağımızda Hasan Ali Yücel’in bir şiirini okurduk: “Eskiyi unut, yeni yolu tut, Türklüğe umut sen ol çocuğum” diye çocuk aklıyla biz ayaklarımızı yere vurarak heyecanla bağırarak bunları okurduk. Sonraki okumalarımızda öğrendik ki eskiyi unutmak mümkün değildir. Eski her adımda bize kendini hatırlatıp durur. Onun için eskiyi unutmadan yeni yollar tutmanın çaresine bakmalıdır. Eskiyi unutmadan… Bosna’ya bir ateş düşüyor, Bosna dönüp Ankara bakıyor. Nasıl unutacaksın eskiyi? Ben Osmanlı’dan hoşlanmıyorum. Divan şiirini sevmiyorum. Onları okumak istemiyorum. Osmanlı camilerini sevmiyorum. Süleymaniye’yi sevmiyorum. Önünden geçerken başını çevirip gidiyorum, diyebilir birisi. Süleymaniye’nin çok mu umurundaydı sanki. Sen başını çevirdiğinde o yok olmuyor, o duruyor dağ gibi. Gelen turiste, eşe dosta, yabancıya göğsünü gere gere onu gösteriyorsun. Dolayısıyla Divan Edebiyatı da böyledir. O dağ gibi duruyor orada. Onun içine girecek anlayacak, işleyecek; bugüne, yarına güncelleyecek, ondan beslenecek insanlara ihtiyacımız var. En azından bu ihtiyacı, bu birlik ve süreklilik duygusunu verebilirsek İnşaallah gençler kendi yolunu kendisi bulacaktır, diye ümit ediyorum.
Dolayısıyla Divan edebiyatı da böyledir. O dağ gibi duruyor orada.
Edebiyat
Vakti
Gençlere, genç araştırmacılara bu alandaki çalışmalarında neler tavsiye edersiniz? Ben yiyecek ekmeği olmayan yoksul bir aile çocuğuydum. 11 yaşında yatılı okula gittim ve bu yoksul, alicenap millet beni okuttu… Okuttu ve buralara kadar getirdi. Dolayısıyla ona karşı minnettarım. Ben, akademik hayatımda gece gündüz çalışarak milletime olan borcumu ödemeye çalıştım. Cezbeye kapılmış gibi sabahın köründe masama oturdum. Mesai bitinceye kadar akşam olmasın istedim. Mesai bitmesin istedim, severek çalıştım. Elimden geleni yapmaya çalıştım. Şunu olayım, bunu olayım; doçent olayım, profesör olayım derdim olmadı. Çok çalışınca sürekli çalışınca zaten öyle bir derdin de olmuyor.
Her makale, bir soruya verilmiş cevaptır.
Yani vakti geldiğinde her şeyin hazır oluyor. Asıl olan çalışmaktır, millete hizmet duygusudur. İhlas ile samimiyetle çalıştığınız takdirde hem edebiyatı anlamak, anlatmak yolunda hizmet etmiş oluruz hem de kültürümüze, milletimize borcumuzu ödemiş oluruz. Genç arkadaşlarımın, bu işe heves eden genç akademisyenlerin yapması gereken bana göre eskilerin izine basarak yürümektir. Eskiler ne yapmış, nasıl yapmış, neden yapmış? Bu sorulara cevap arayarak onları tek tek okuyarak karıştırarak kitaplarını eline alarak sağlam bir bibliyografya bilgisine ulaşmaktır. Burada eski nesilden bize rehberlik yapanlar. Ne demek istiyoruz? Ali Nihad Tarlan öncü isimlerden olan, akademinin kurucularından. Neler yapmış? Onları incelemek, okumak öğretici olur. İlk defa elinde bir model olmadığı hâlde edisyon kritik tenkitli neşir diye bir şey ortaya koymuş. Sistematik divan tahlili ihtiyacı duymuş. O zaman sonraki nesiller ne yapmış? Onlara sırasıyla baktığımızda görüyoruz ki her neslin imkânları farklıdır, ihtiyaçları farklıdır, öncelikleri farklıdır. Onların ayak izine basarak ilerlediğimizde günümüze geliriz. O zaman deriz ki acaba benim neslime düşen hizmet nedir? Onlar, bunları yaparak buraya kadar gelmişler bugün benim imkânlarım onlardan çok farklı, bilgiye ulaşmak bu kadar kolay. Bilgisayar, internet var. Bilgi imtiyaz olmaktan çıkmış. Bir tıkla ulaşıyorsun. Eskiden parası olan, koleksiyon sahipleri ancak dinleyebiliyordu Tanburi Cemil’i, taş plakları. Şimdi dağdaki çoban giriyor Youtube’dan dinliyor. Bunun gibi bilgiye ulaşmak, imkânlar çok değişti. Ben ne yapabilirim? Bu soruya cevap bulup yeni bir şey yapmak. Ona katkı sağlamak. Bu mümkündür. Bana bir çalışma konusu verir misiniz, dememek lazım. Kendi sorularının peşine düşüp kendi cevaplarını bulmak peşinde olmalı kişi. Her makale, bir soruya verilmiş cevaptır. Her kitap, sorulara verilmiş cevaptır. Bunu ben araştırmalıyım ihtiyacıyla ortaya çıkmıştır. Sizler de eminim ki bu nesillerin rehberliğiyle bu yolu takip ederek ne yapmanız gerektiği konusunda kendi cevaplarınızı bulacaksınız ve İnşaallah bizden daha iyisini yapacaksınız.
Hocam röportaj için teşekkür eder, saygılarımızı sunarız. Söylemek istediğiniz veya eklemek istediğiniz bir husus var mıdır? Çok teşekkür ederim. Başarılar dilerim. Sağ olun, var olun Türk gençliği…
Her kitap, sorulara verilmiş cevaptır.
Yalnız Aşk
Yaşamadıklarım var Seni arıyorum her gözden kaybedişimde Seni olmadığın yerlerde Amansız eksiğimsin gibi Bende başka ben daha var Manzaramın ufuklarında batıyorsun Beyazın eline su döken masumiyet Güneşi aratmayan yıldızlarcasına Yalnızlık diğeri olmayan kanat Özgürlük ve esaret arasında Unutulmuş, maziye dair… Yokluğunla yarım kalan varlığım Aşk dediğin nedir ki? Onu da vardır yaradan Metin Arpacı
Vakit Su gibi ömrün olacak Ya da vuslat gibi vaktin Kaybolup gideceksin derinlere Mazidekiler yeşerecek gittiğin yerde Kim bilir ne diyecekler senin için Artık ne önemi var ki gitmişsin Unut artık dönüş yok geriye Servi misali gittiğin o yerde Geride bıraktıkların çıkmayacak aklından Ama eskisi olmayacak candan Unutma sendeki manevi bir beden Sahibini bulacaktır sonunda eden
41
Tan vakti ağarırken güneş doğar ufuktan Sanma ki yeniden doğmuşsun baştan İşte gelmiş bekliyor başında Yavaş yavaş veriyorsun vakit tamam Gökhan Din
Vakti
Kelimelere küsüp ardından
Edebiyat
Yazamadıklarım var biliyorum
Türkiye’de Çocuk ve Gençlik Yazını Çevirilerinde Karşılaşılan Sorunlar Salih KALKAN1
GİRİŞ
Edebiyat
Vakti
42
Toplumun geleceği olan çocuk ve gençler; duygu, düşünce ve hayal dünyalarının gelişip şekillenmesinde Çeviri Çocuk ve Gençlik Yazını eserleri önemli bir işleve sahiptir. Çünkü çocuk ve gençlerin gelişim çağlarında edindikleri okuma alışkanlığı duygu ve düşünce dünyalarının şekillenip oluşmasında önemli bir rol oynamaktadır. Çeviri Çocuk ve Gençlik Yazını eserleri çevirmenler tarafından yeniden kaleme alınırken çeviri sürecini etkileyen toplumsal ve kültürel nedenlere bağlı birçok etmenden söz etmek mümkündür. Ancak çalışmanın kapsamı açısından hepsini ele almak Bunun için mümkün değildir. çalışmamızda kültürel, yöntemsel ve çevirmenden kaynaklanan sorunlar üzerinde durulacaktır. Yazınsal metinlerin çevirisi diğer metin türlerine oranla daha zor bir süreçtir. Çünkü yazınsal metinler de çeviri sürecini etkileyen etmenler yani yazarın kullandığı dil, biçem ve biçim de söz konusu olduğu için, çevirmenin dikkat etmesi gereken hususlar daha fazladır. Yazınsal metinlerin çevirisini zorlaştıran, yazın metinlerinin kurgusal, duygulara hitap eden dil kullanımı ve yazarın biçemi gibi özellikleridir. Söz konusu çocuk kitapları olduğunda bu durum çevirmen ve çeviri süreci açısından daha da zor bir durum olabilmektedir. Çünkü çocuk yazınında, kültürel algıları ve deneyimleri sınırlı olan hedef okuyucu için kültürel motifleri çevirmek bütünüyle karmaşık bir hâl almaktadır. Yazın çevirisinin doğasında bulunan ve çeviriyi neredeyse olanaksız hâle getiren unsurlar bir yana, yalnızca ifadenin başındaki ‘çocuk’ sözcüğü bile türün çevirisini güçleştirmektedir. 1Öğr.
Çocuk ve Gençlik Yazınındaki Çeviri Sorunları Çevirmenin bir yetişkin olduğunu kabul edersek, çocuk perspektifinden kaynak metnin yorumlanması zordur. Oysa Nord (1997) yazın çevirisinde metinlerin işlevsel olması için, erek kitlenin yorumlayabileceği gibi kaynak metinin yorumlanmasından bahsetmektedir. Belirli bir ölçüde bu mümkün olabilir; ancak hiçbir yetişkin, çocuğun gözünden tam anlamıyla dünyaya bakmayı başaramayacaktır. Yazın çevirisinin zorluklarının üzerine, bir de çocuk ve gençler için, onların yorumlama evrenleriyle paralel bir yorumlama yaparak kaynak metni çevirmek kelimenin tam anlamıyla zordur. Aslında çeviriden önce, daha metnin yaratılmasında çocuk ve gençlik yazını için üretim sorunu ortaya çıkmaktadır; nitekim kaynak metni ele alan yazarın dahi çocuk ve gencin duygu ve düşünce dünyasına girmesi pek olası değildir. Kocaman, çeviri çocuk ve gençlik edebiyatında yabancı dil öğelerin bulunmasındaki soruna şöyle dikkat çekiyor:
Gör. KSÜ Sosyal Hizmet ve Danışmanlık Bölümü. salihkalkan@ksu.edu.tr
Türkçenin son yıllarda yabancılaşması göz önüne alındığında, çocuk yazınında kullanılan dil konusunda daha çok duyarlı olma gereği açıktır. Çocukların çoğu zaman ders kitapların ötesinde değer verdikleri, zaman ayırdıkları bu kitapların dilinden, örtük biçimde de olsa, etkilenmedikleri söylenemez (Kocaman, 2009: 233).
Kültürel Sorunlar Çocukların ana dilinin gelişiminde yazar kadar çevirmen de sorumluluk taşır. Çocuk kitapları çevirmeninin her iki dili de çok iyi bilmesi yeterli değildir. Çevirmenin aynı zamanda çocuk gerçekliğine yakın olması ve her iki kültürü de yakından tanıması gerekmektedir. Çocuk kitaplarında çeviri aracılığıyla aktarılan kültürel değerler o kültürü tanımayan çocuk okuyucuya yabancı gelir. Bu yabancılığı önlemek için çevirmenin metne, açıklayıcı eklemeler yapması gerekmektedir. Çevirmen, yabancı bir kültüre ait öğeleri (deyimler, kelime oyunları, alışkanlıklar vs.) aktarmak istediğinde, seçim yapmasını ve belli bir karara varmasını gerektiren durumlar çıkabilir. Kültüre özgü olan ve diğer bir kültürde bulunmayan ifadelerin aktarılması esnasında bire bir yapılan çeviride, yani orijinal metne sadık kalınarak yapılan çeviride orijinaldeki anlam kaybolabilir ve eser anlaşılırlığını yitirebilir. Çeviri bilim kuramlarına göre çevirmenin kaynak metnin dışına çıkması, diğer bir ifadeyle hedef metinde, kaynak metinde bulunmayan eklemeler, çıkarmalar yapması veya yorum belirtmesi onaylanmaz. Çocuk yazını çevirisinde ise çevirmen, anlaşılırlık ve çeviri bilim kuramları arasında bir seçim yapmak durumundadır.
43
Vakti
Çeviri çocuk ve gençlik yazınında, Schleiermacher’in yabancılaştırıcı çeviri yönteminin oluşturacağı bir sorun ise, yabancılaştırıcı yöntemle çevrilen eserlerde erek dil normlarıyla uyuşmayan yapısal değişikliklere gidilmesidir.
Bu durumda ise, erek dil ve kültür normlarına sıkı sıkıya bağlı olan özellikle çocuk ve genç okur kitlesinin ancak zihinsel süreçleri işletmek suretiyle anlamsal değer çıkarmalarının mümkün olmasıdır. Fakat çocuk ve gençlerin özellikle bu bağlamda daha fazla hazır olanı almaya yatkın olmaları sayesinde yabancılaştırıcı yöntemle çevrilmiş metinleri algılamada sorun yaşama olasılıklarını arttıracaktır (Kurultay, 1994: 197).
Edebiyat
Kocaman, dil duyarlılığı kapsamında çevirilerin erek metin okurun Türkçe dil duyarlılığını olumsuz etkileme sorununa dikkat çekmektedir. Ancak Schleiermacher’in yabancılaştırıcı çeviri yöntemini benimseyen bir çevirmenin, yabancı kültürü tanıtma amacıyla kaynak dile ait öğelerin erek metnin içerisine koyması kaçınılmazdır. Bu bağlamda aslında kimi zaman bunun bir çeviri sorunu olmadığını, bizzat çeviri sürecini etkileyen kimselerin kararı olabileceğini de göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Diğer taraftan, çocuk ve gençlik edebiyatı için özellikle benimsenen bir yöntem olarak yazarın buyurgan bir tavır alması söz konusudur. Yazar, otoriter bir üslup ile çocuğa öğüt verici bir yaklaşım sergiler. Oysa tam da edebiyatın estetiksel niteliği bu noktada kırılmaktadır. Neydim, buyurgan ve didaktik amaçlı bir çocuk kitabının, edebiyatın anladığı değerde bir estetik anlayıştan yoksun olduğunu ve bu tür kitapların sadece bilgi verici metinler olabileceğini vurgular (Neydim, 2003: 19). Önemli bir sorun da kaynak kültürde anlamsal bir değere sahip olan metin içerisindeki bir olgunun erek metinde özellikle çocuk ve gençlerin zihninde anlamsal bir değere ulaşmamasıdır. Yetişkinlerin belki böyle durumlarda, art alan bilgilerine başvurarak metni çözümleme ihtimali olduğundan böyle bir sorundan daha nadir bahsetmek mümkündür; ancak çocukların erek kültür normları kapsamında herhangi (olumlu veya olumsuz) bir anlama ulaşmamış öğeleri çözümleme problemleri bulunacaktır.
Koller, “Einführung in die Übersetzungswissenschaft (Çeviribilime Giriş)” adlı eserinde çocuk yazınını, yazının özel türlerinden biri olarak tanımlar ve bu özel türlerin de çevirisinin kendine özgü olması gerektiğini belirtir. Bu türlerin çevirisinde edebi çeviride yeri olmayan ancak çocuk yazınında kabul gören ekleme, çıkarma veya yorumlamaların olabileceğini savunur. Tıpkı yazın çevirisinde olduğu gibi, çeviri çocuk ve gençlik yazınının da kültürler arası iletişim olgusu vardır. Çocuk ve gençlik evresinde insanlar bilişsel, kültürel ve sosyal gelişimlerini tamamlanmasa dahi, en önemli ve etkin evresini yaşamaktadır. Bu nedenle, çeviri çocuk ve gençlik yazınının, kültürler arası iletişim olgusu açısından önemi yadsınamaz konumdadır.
Edebiyat
Vakti
44
Çeviri bağlamında, çevirmenin bu eserleri çevirmeden önce, erek kültürdeki çocuğun toplum içerisindeki konumunu belirlemesidir. Nitekim bu olgu, çocuğun hangi iletişimsel düzlemde durduğunu ve çeviri yöntemi açısından nasıl bir yol izlenmesi gerekliliğini ortaya koyacak, bu sayede hedef kitle ile doğru bir iletişim kurulmuş olacaktır. Göz önünde bulundurulması gereken bir gerçek ise, konumu gereği çocuk ve genç, yetişkinler tarafından gerek okulda, gerek sokakta ve gerekse evinde yaşamının özellikle bu evresi içerisinde baskı ve denetim altındadır. Bu sayede kendi kültürünün varlığını yoğun bir şekilde hissetme ve onun dışındaki farklı anlayışlara da kolaylıkla yönelememektedir. Çevirmen bu durumu göz önünde bulundurmalı ve çeviri stratejisini buna göre belirlemelidir. Aksi hâlde çevirinin iletişimsel boyutu yerine getirilememiş olacaktır.
Çevirmenin Karşılaştığı Sorunlar Çalışmanın bütününde bahsedildiği gibi yazınsal metinlerin çevirisinde, çevirmen gerek erek kültür bağlamında gerekse kaynak kültür bağlamında pek çok sorunla karşılaşabilmektedir. Bunun nedeni de yazınsal metinlerin kendilerine has özelliklerinin olmasıdır. Yazınsal metinler bilgi içerikli metinler gibi sadece bilgi vermek amacıyla oluşturulmayabilirler. Eserin yazarının hayatından, çevresinden, yaşadığı iyi veya kötü deneyimlerden oluşabilir ki bu tamamen yazarın kendi seçimidir. Yazar neyi anlatmak istiyorsa eserinde yalnızca ona yer verir. Buradan hareketle çocuk ve gençlik yazını eserlerine bakıldığında çevirmen yine buna benzer sorunlarla karşılaşacaktır. Erek dildeki bir çocuğun veya gencin yaşam tarzı, kültürel değerleri, toplum yaşamı kaynak dildeki çocuk veya gencinkinden elbette farklı olacaktır. İşte, çevirmen tüm bunların bilincinde olmalı göz önünde bulundurulmalı ve erek dilde kaynak metni yeniden yazarken bu çerçevede hareket etmelidir. Çevirmenin sadece metni değil içinde bulunduğu durumu da çözümlemesi gerekir. Çeviride hep şu sorular öne çıkar: Ne, kim tarafından, kim için, ne zaman, nerede ve ne için çevrilir? Yetişkinler için kaleme alınmış bir roman çevirisinde belki bu kadar titiz davranmak zorunda kalmayabilir. Çünkü erek kitlesi belli bir kapasitede ve her şeyi anlayabilecek konumdadır. Ama bu durum çocuk ve gençlik yazını açısından geçerli olmayacaktır. Çocuğun sosyal ve kültürel olarak savunmasız bir konumda olması, ayrıca kültürel ve ahlaksal normlardaki farklılıklar, ulusal değerler, çocuğun alımlama koşulları, çocuk edebiyatı çevirisinin göz önüne alınması gereken noktalarından bazılarıdır.
Çocuk ve Gençlik Yazını Çevirilerinde Karşılaşılan Sorunları Aşma Yolları
Çalışmanın temel sonucu şu olmuştur: çeviri çocuk ve gençlik yazını eserleri okuyan çocuk ve gençlerin eseri algılamalarında çevirmenin rolü oldukça büyüktür. Çevirmen bunun bilincinde olduğu için bu tür yazın çevirilerinde çevirmene daha fazla iş düşmektedir. Buradan hareketle çevirmenin işini zorlaştıran ya da çevirmenin çeviri sürecini etkileyen sadece eserin yazınsal özellikleri değil aynı zamanda hedef kitlenin özellikleri de çeviri sürecine dâhil olmaktadır. Hangi türden bir çeviri olursa olsun çevirmen olarak eseri okuyup inceledikten sonra çeviri sürecinde ilk akla gelen ‘‘ben bunu kendi dilimde/kültürümde/yazınımda nasıl ifade ederim?’’ sorusuna yanıt aramak olacaktır. Bu sorunun yanıtını ararken hem kaynak eserdeki biçime, biçeme bağlı kalarak hem de kaynak kitledeki etkiyi erek kitlede de uyandırmak önemlidir. Kaynak esere sadık/bağlı kalmak konusu çeviri bilimde yıllardır tartışıla gelen bir konu olmuştur.
“Çevirmen çocuk okuyucuların metni nasıl anlayacağı ve yorumlayacağını tahmin etmek durumundadır. Bir başka deyişle, kaynak metni çocuk perspektifinden yorumlamalıdır” (Erten, 2009: 156). Bunun bir adım daha ötesinde, kaynak metni çocuk perspektifinden yorumlamanın zorlukları göz önünde bulundurulduğunda, kaynak metni olabildiğince çocuk perspektifinden çevirdikten sonra hedef kitleden denetlemeci okuyucular seçerek onların yorumlarını dinleyip kaynak metindeki yoruma tersten doğru bir çeviri gerçekleştirmek yoluyla aslında hedef çocuk okurun kaynak metinin yorumuna ulaşıp ulaşmadığı denenmiş olabilir. Bu sayede yorum farklılıkların tekrar gözden geçirilerek ürün piyasaya sürülmeden gerekli düzeltmelere fırsat verilmiş olunur. Nitekim bir metnin hedef kitlesi o metnin yorumunu kendi yorumuyla anlayacaksa, bu kitlenin bir ölçüde de editörlük görevini üstlenebileceğini savunabiliriz.
SONUÇ
45
Vakti
Diğer taraftan çeviri metnin estetiksel sorun yaşamaması adına üslupsal bir takım koşulları yerine getirmesi gerekir. Buyurgan olan; ancak onu çeviri yöntemi sayesinde izole edebilen bir tutum sergileyebilmelidir çevirmen. Nitekim çocuk ve gençlik yazınının estetiksel değerleri taşıması, onun çocuk ve gençlere, okudukları metin içerisinde yorum fırsatı vermesiyle sağlanabilir (Neydim, 2003: 19). Özellikle kaynak kültüre ait öğelerin erek çocuk okurunda anlamsal değer kazanmaması durumunda iki yönteme başvurulabilir. Birincisi, anlamsal değer kazandırma yolu; yani kaynak kültüre ait olguların erek kültürde karşılığı olmasa dahi, en yakın benzerlikteki anlamsal değerlere yaklaştırma yoluyla çeviri gerçekleştirmektir. İkinci bir yöntem ise, çevirmenin kaynak metnin o anlamsal değer taşıyan kısmı nötralize ederek anlam yükünü taşımadan, okurun üzerinden okuyup herhangi bir rahatsızlık duymayacağı şekle onu sokmak olacaktır.
Edebiyat
Ancak burada üzerinde durulması gereken bir nokta daha vardır. Kaynak metnin bütünü hedef kitle için çok yeni düşünceler oluşturabilir. Çevirmen ve yayıncı bu düşüncelerin kendi hedef kitlesi için de önemli olduğunu düşünüyorsa o zaman metnin bütünsel değeri ön plana çıkacaktır. Yine de metnin içinde kendi hedef kitlesi açısından alımlama sorunları yaratabileceğini, metnin bütünsel anlamının kaymasına yol açabileceğini düşündüğü bölümler varsa çevirmen bu noktada karar vermek durumundadır (Neydim, 2003: 117). Bütün bunlardan yola çıkarsak çocuk edebiyatı çevirisinde metne müdahalenin, uyarlama ve kısaltmaların mümkün olabileceğini söylemek tarihsel bir gerçeklik olduğu kadar bilimsel bir gerekliliktir. Ancak bu müdahaleler çevirmenin keyfine göre değil yukarıda sayılan gerekçeler çerçevesinde yapıldığında haklılık kazanır. Çevirmen metne değil, metin içerisinde okuru etkileyecek, onun okumasını tökezletecek yerlerde metnin bütünlüğünü bozmaksızın müdahalede bulunur. Bu aynı zamanda metni okunur kılmak için yapılır ve metne sadakatsizlik değil, tersine ona duyulan saygıdır.
46
Toparlamak gerekirse, çeviri çocuk ve gençlik yazınının okurla buluşması, buluşup okurun özgür algısıyla reaksiyona girmesi çok karmaşık ve çok etmenli bir süreçtir. Bu süreç içerisinde metin içi kadar metin dışı etmenler de bulunmaktadır. Çevirmene düşen görevse tüm bu etmenleri tespit edip onları aşma yoluna gitmesidir. Aksi hâlde çeviri çocuk ve gençlik yazını gerçek hedef kitlesine ulaşamayabilir, ulaşmış olsa dahi metin dışı etmenler dolayısıyla çocuk ve gençlerin özgür algılamalarını etkileyebilir. Tüm bunlar olmadı, metin içi etmenler devreye girebilir, bunlar çevirinin işlevselliğini, estetik zevkini, eğlenceli olmasını ve öğreticiliğini ve aynı zamanda özgürleştiriciliğini kaybetmesine neden olabilir. Bu anlamda çevirmene düşen görev, çeviriyi tüm bu ortaya koyulan nedenler çerçevesinde dikkate alarak ve benzer problemlerin ortaya çıkabileceği düşüncesiyle gerekli çalışmayı yapmaktır.
KAYNAKÇA ERTEN, Asalet (2009), “Fantastik Çocuk Yazını ve Çeviri”, Editörler: DURMAN, Derya ve KANSUYETKİNER, Neslihan, Çeviribilim Dilbilim ve Dil Eğitimi Araştırmaları, İzmir Ekonomi Üniversitesi Yayıncılık, İzmir, s. 152-159. KOCAMAN, Ahmet (2009), “Çocuk Kitapları Çevirilerinde Türkçe Kullanımı Üzerine Notlar”, Editörler: DURMAN, Derya ve KANSUYETKİNER, Neslihan,Çeviribilim Dilbilim ve Dil Eğitimi Araştırmaları, İzmir Ekonomi ÜniversitesiYayıncılık, İzmir, s.231-236. KOLLER, Werner (1979), Einführung in die Übersetzungswissenschaft, Heidelberg, Quelle & Meyer. KURULTAY, Turgay (1994), “Probleme und Strategienbei der kinderliterarischen Übersetzung im Rahmen der interkulturellen Kommunikation”, Editörler: Ewers H.H./ Lehnert G./ O'Sullivan E., Kinderliteratur im interkulturellenProzess. MetzlerVerlagMünchen, S.191-201.
Edebiyat
Vakti
NEYDİM, Necdet (2003), “Çocuk Edebiyatı”, Bu Yayınevi, İstanbul. NORD, Christiane (1997), “Translatingfor a Purposeful Avtivity- Functionalist Approches Explained”, Manchaster: St. Jerome.
Manolya Sokağı Dışardan bir ses geldi. İnsanlar arıyormuş galiba, Kaybolmuş sokak ışıklarını. İnsanların endişesi, Karlara dökülmüş, yamalı paçalarından. Zaman ceketlerinin ceplerinde, Saklanmış bir kalem gibi. Susarsa bir akşamüstü, Geceleri dikmiş kargalar, Belki giderler evlerine. Kapanırsa kapılar dar sokaklarda, Ben de kanepe altlarından çıkar, Dışarılara atılırım, Yuvasına girmiş serçe gibi.
Dilan Karakaya
Edebiyat
Varsa hâlâ sahaflarda inatçı ayaklar, Masaldan masala atlayan çocuk atlılar, Kahvehanelerde uçuşuyorsa sisler, Ciğerleri sökülmüş yaşlı masalara, Varsa hâlâ kiremit taşları ile, Efkâr kesen genç tahtalar, Kalırım içeride tüyleri elektriklenmiş, Kuşlara küsmüş ev kedisiyle. Serçe parmağım havada, Ben içine gömülmüş, Kanepenin üstündeyim. Dertleşirim bir kahve fincanıyla, Hüküm sürmüş yalnızlığa.
Vakti
47
Mihriban’dan Dost’a Yolculuk Abdurrahim Karakoç ve Aşk Harun CEYLAN1
Edebiyat
Vakti
48
Abdurrahim Karakoç (1932-2012), 20. yy. Türk şiirinin öne çıkan isimlerinden birisidir. İnsanî duygularını, öfkesini, fikir çilelelerini, aşklarını, davasını, sosyal ve kişisel boyuttaki tepkilerini halk şiiri şekillerini ustaca kullanarak dile getirmiştir. Hayatı boyunca, dürüstlüğü, mertliği, doğru bildiklerini savunmadaki yürekliliği, fikir namusluluğu ile tam bir Anadolu insanı gibi davranmış ve bu duruşuyla Türk aydını için örnek bir tavır sergilemiştir. Bağlı olduğu millî ve manevî değerleri, geleneksel birikimi ve kendine has imaj dünyasıyla harmanlayarak savunan Karakoç, böylece insanımıza öze dönüş çağrısı yapmıştır. Dünya üzerinde acı çeken, haksızlığa uğrayan, zulüm gören Türklere ve Müslümanlara şiirleriyle her zaman birlik mesajı vermiştir. Evrensel birliğe yaptığı vurgularla beraber ülkemizdeki aksaklıkları, ahlaksızlıkları, sözde aydınların millî değerlere aykırı düşüncelerini de şiirleriyle hicvetmiştir. Karakoç’un bu hassasiyet çerçevesinde daha fazla şiir yazması, onun daha çok toplumsal meseleleri ele aldığı hicivleriyle olmuştur. Halbuki tanınmasına sebep Karakoç’un lirik şiirleri de okuyucuda/ dinleyicide kuvvetli bir estetik haz duygusu uyandırır. En çok, bestelenmiş olan “Mihriban” şiiri ile tanınmış olmasına rağmen, Karakoç’un “Eremi Yok Saati Yok”, “Garibin Garip Türküsü”, “Beşinci Mevsim”, “Dosta Doğru”, “İsyanlı Sükût”, “İncinmesin”, “Sevgi Yetmiyor” gibi daha birçok şiiri de bestelenmiş ve beğeni toplamıştır. Bu beğeninin sebebini, şairin lirizm ile hece vezninden gelen âhengi başarıyla birleştirebilmesinde aramak gerekir. Sadık Tural, Karakoç’un şiirlerini şu şekilde gruplandırır: “Abdurrahim Karakoç’un şiirlerini aşk, gurbet, tabiat şiirleri; dinî-hamasî şiirler ve içtimaî yergiler olarak üç ana grupta toplayabiliriz. Hicivlerinin içinde de bülbülce aşklara, güllerce tabiata, Yunusça garipliğe hasretin ifadesi olan yergiler bulunmasına rağmen, birinci gruba soktuğumuz şiirler ferdî karakterlidir. Şair, bunlarda da gerçekten çok başarılıdır.”2 1
Sadık Tural’ın, bu gruplandırmayı yapmakla beraber, Karakoç’un ele aldığı temaların iç içe yer alabildiğine dikkat çekmesi önemlidir. Gerçekten de Karakoç’ta aşkla gurbet acısı çekmek, sevgiliye aşkla birlikte tüm yaratılmışlara ve yaratılan tabiata, kâinata karşı aşk beslemek, dinî duygularından dolayı Allah’a sevgi beslemek ve bütün sevgilerin kaynağı olarak O’nu gördüğü için beşerî aşkını da bu çerçevede yaşamaya çalışmak hep iç içedir. Karakoç’un insanları tenkit etmesindeki ana etken de, onların ilahî sevgi kavramından uzaklaşmaları ve beşerî aşkı da şehvet duygularına indirgemeleridir. Yani Karakoç’un hicivlerinde de aşk duygusunu kaybetmekten doğan problemlere işaretler vardır. İnsanî özelliklere, yani fıtrata dönmenin en önemli aracı aşk duygusudur. Karakoç, bu aşka ulaşmada en büyük engelin insanların “benlik”lerinin olduğu görüşündedir. Bu “benlik” engelini aşabilenler, tüm varlığa ve onu yaratana aşk duygusuyla bağlı olmak zorundadırlar. Karakoç’un aşk şiirlerine bu gözle bakmak yerinde olur. Karakoç, değişik zamanlarda kaleme aldığı lirik şiirlerini 1984 yılında “Dosta Doğru” adlı kitabında toplamıştır. Daha sonra, bu kitabın ilavelerle başka baskıları da yapılmıştır. Bu yazıda, “Dosta Doğru” kitabındaki şiirler esas alınmıştır3. Şairin kitabına “Dosta Doğru” adını vermesi anlamlıdır. Dosttan kasıt, Allah’tır. Yunus Emre, bir şiirinde gönlüne hitap ederek Dost’a yönelme çağrısı yapar. Gönlüne söz geçirebildiği, onu ikna edebildiği takdirde Dost’a yöneliş gerçekleşirse hasret ile ölmeyecektir:
“Bir nazarda kalmayalım Gel dosta gidelim gönül Hasret ile ölmeyelim Gel dosta gidelim gönül”
Yeni Türk Edebiyatı Bilim Uzmanı, www.harunceylan.wixsite.com/harunceylan
2
Sadık Tural, Zamanın Elinden Tutmak,5. bs., Yüce Erek yay., Ankara, 2006, s.136.
3Abdurrahim
Karakoç, Dosta Doğru,2. bs., Alperen yay., Ankara, 2006. Bu kitabından alıntılanan şiirlerin adları ve yer aldığı sayfalar, parantez içerisinde belirtilmiştir.
Allah aşkına kavuşmak ile aşka talip olan arasındaki en büyük engel, benliktir. Karakoç da bu engelden kurtulmak ister. Bu engel kalktıktan sonra, benliğini, nefsin isteklerini bir tarafa attıktan sonra şair için Allah yoluna girmek mümkün olacaktır: “Gözüm yaşlı, gönlüm garip, Yalvarayım, dedim varıp, Benliği benden çıkarıp Attım, sana geliyorum.” (Dönüş, s.32).
Aşk ile düşülen hâller, aşkın âşık üzerindeki etkileri de akıl ile açıklanabilecek bir durum değildir. Aşkın bu özelliğini bilen âşıklar, kendi yollarına çağırdıklarına ya da bu yola girmişlere tavsiyede bulunurken akıl ile hakikî aşka varılamayacağını özellikle vurgularlar. Karakoç da sevgiliye aklı bir tarafa bırakmasını, aklın koyduğu sınırlara aldırmamasını öğütler: “Aşk denince aklı bırak, deli ol, Işık ışık gökten inen dolu ol, Boz-bulanık akan yağmur seli ol, Durulursan ben ölürüm, unutma…” (Hatırlatma, s.8)
“Alev alev ruhta, canda bu ateş Bakmakla görülmez bende bu ateş Bırakılsa hangi günde bu ateş Yıl yanmazsa ben yanarım sultanım.” (İkinin Biri, s.6)
Şair için aşksız yaşamanın bir anlamı yoktur. Fakat ruhta alev alev yanan aşk ateşi, şaire sıkıntı da vermektedir. Aşk; ıstırabı, çileyi, meşakkati de beraberinde getirir: “Aşk koymuşlar ıstırabın adını; Alamadım yaşamanın tadını. Yapacaksan eğer bana yardımı, Öldür kurtar, ilâç verme boşuna.” (Bambaşka, s.66)
49
Şair, “Ey hanlar hanını halkeden Hancı! /Bir yudum aşkınla doğdu bu sancı.” (Yalvarış, s.38) diyerek bu ıstırapların Allah’ın var ettiği aşk ile başladığını ifade eder. Şaire göre, aşk derdinin bir devası yoktur. Erzurumlu Emrah’ın,
“El çek tabip, el çek yaram üstünden Sen benim derdime deva bilmezsin. Sen nasıl tabipsin, yoktur ilacın Yaram yürektedir sarabilmezsin.” söyleyişine benzer bir şekilde Karakoç da, “Doktor, benim derdim bambaşka bir dert, Ağrıyan yerimi sorma boşuna. Yazdığın reçete, değer mi zahmet ? Kağıtla kalemi, yorma boşuna.” (Bambaşka, s.65)
diyerek çekilen acının fizikî bir yönü bulunmadığını, bu derdin bir ilacı bulunmadığını ifade eder.
Vakti
“Ne saklarım, ne gizlerim Yalnızca O’nu özlerim Tabutta bile gözlerim Bakar gider dosta doğru.” (Dosta Doğru, s.2)
Karakoç, birçok şiirinde aşk ile ateş ve yanma arasındaki ilgiye işaret eden ifadeler kullanır. Karakoç’a göre, “Yürek ateş düşmüş kuru bir harmandır.” (Noktada Zaman, s.3) Yürek, kuru bir harmana benzetildiğinden en ufak bir aşk kıvılcımında alev alabilecek özelliğe sahiptir. Yüreğin aşk ateşine düşmesi an meselesidir. Şair, “Beynim fırın, bağrım tandır/Yanarım hayli zamandır.” (Dosta Doğru, s.2) derken hem fikirler, şüpheler ve ikilemlerle dolu aklındaki yangını hem de aşkın asıl merkezi olan kalpteki yangını ifade etmektedir. Şairin duyduğu aşkın ateşi, ruhunda yanmaya devam etmektedir:
Edebiyat
Âşığın dünyada tattığı mecazî sevgisi de sonunda yine Dost’a çıkacaktır. Âşık, gerçek özlemini, yalnızca O’na adamıştır. İnsanın bu dünyadaki yolculuğu, insan ne kadar engel olmaya çalışırsa çalışsın, Dost’ta son bulacaktır. Ölüm, dünyada, Allah’a kavuşmanın özlemini çekenler için kutlu bir hadisedir. Karakoç’un gönlü de gözleri de özlemin son bulacağı ölümünde Dost’a yönelmiş olacaktır:
Karakoç, ilahî aşka tutulduktan sonra, âşığın gözünde artık beşere duyduğu aşkın bir değerinin kalmayacağını, sevgilinin âşık için bir yabancı mesabesine düşeceğini şu şekilde belirtir: “Mecnunlar Mevlâ’yı bulursa canda, El olur Leylâlar elâ gözlü yâr” (Aynaların Ötesi, s. 17)
Hakikaten, “Tarife sığmıyor aşkın anlamı/Ancak çeken bilir bu derdi, gamı” (Mihriban, s.46) diyen Karakoç, çektiklerini hep iç dünyasında hapsetmiş, “Mihriban”ı en yakın bildiklerine dahi açıklamayarak bu özel duyguyu kendisine saklamıştır. Bahaettin Karakoç, “Mihriban” hakkında şunları söyler:
“Soran ‘Mihriban’ı sorar bana. Gerçek veya hayal olup olmadığını merak ederler. ‘Hangisini soruyorsunuz?’ derim. ‘Kara gözlüm bu ayrılık yetişir/İki gözüm pınar oldu gel gayri/Elim deyse akan sular tutuşur/İçim-dışım yanar oldu gel gayri.’ dediği gibi Mihriban mı, yoksa ‘Bozhöyük’e vardım Güllü kadına/Fal açtırdım Ülker’imin adına/Gelin olmuş, bak şu işin tadına/Bizim kısmet ele düştü bu gece’ dediği Mihriban mı? Birisi daha var. O da: ‘Sarı saçlarına deli gönlümü/Bağlamışım, çözülmüyor Mihriban/Ayrılıktan zor belleme ölümü/Görmeyince sezilmiyor Mihriban/Yâr deyince kalem elden düşüyor/Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor/Lambada titreyen alev üşüyor/Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban’ yüreğini ateşe verdiği Mihriban mı? Üçü de gerçek, üçünün de kutsallığı var bana göre.”5
Edebiyat
Vakti
50
Karakoç, kendi hayatında da bu gerçeği tecrübe etmiştir. Birçok güzele tutulmuş; ama gönlüne düşen sevgiliye kavuşması mümkün olmamıştır. Gönlündeki Allah aşkı, muradına eremediği aşkları için bir arınma vesilesi olmuştur. Özellikle “Mihriban” olarak tesmiye ettiği sevdiğine ulaşamamanın verdiği ıstırabı çok derinden yaşamış ve bu yaşadıklarının neticesi, lirizmin doruklarında şiirlere dönüşmüştür. Karakoç’un kendisi gibi şair olan ağabeyi Bahaettin Karakoç, kardeşinin durumunu şu şekilde anlatır: “Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde en güzel, en çarpıcı aşk şiirlerini kuşkusuz Abdurrahim Karakoç yazmıştır. Çünkü aşkı özünde yaşamıştır. Yazmakla, yaşayarak yazmak arasında elbette büyük bir farklılık olacaktır.”4
4Bahaettin
5A.g.y.,
Buna göre, “Mihriban” şiirini yazdığı sevdiği, şairin gönlünde en özel yere sahip olmasına rağmen şairin başka sevdikleri de olmuştur. Şair, aşkı değişik biçimlerde, farklı güzeller için hissederek yaşamıştır. Fakat şair bir gönle bu kadar sevgi sığmayacağının da farkındadır. “Gönül Bir” adlı şiirinde “Zor şeydir bir gönlü üçe bölmesi/Dünya güzel, güzel iki gönül bir” ve “Kış gelse de kar bulutsuz yağmıyor/İki sevgi bir gönüle sığmıyor/Meyva birdir iki dalı eğmiyor/Dallar güzel, güzel iki gönül bir” (s.11-12) diyerek içinde bulunduğu müşkül durumu aktarmaktadır. Karakoç’un şiirlerinde aşkın çok kapsamlı bir anlamı vardır. Şair, önce Yaratıcı’ya, sonra insanlığa, tabiata ve tüm varolmuşlara karşı aşk beslemektedir: “Gösterir gün gibi düşüncelerin Derinden derine âşıksın gönül Çıkla kadın desem yalan söylerim Sen başka birine âşıksın gönül.” (Gide Gide, s.95)
Gönlünde sadece kadına duyulan aşkın olmadığını belirten şair, “tarlada çift süren köylü kızının terine”, “Kars’ın yaylasına, Van’ın gölüne, Ağrı’nın karına” yani Türkiye’nin her köşesine, Anadolu’nun “kekik kokusuna, çam gölgesine” de âşıktır. Şair, birçok şiirinde Anadolu coğrafyasına olan sevgisini dile getirir. Bu topraklar, onun için özeldir. Burada sevmiştir, Türklük ve İslam bilinciyle yoğrulduğu memleketine karşı derin bir sevgi beslemektedir. Şair, böylece aşkın kapsamını olabildiğince genişletir ve Yunus’un ifadesi ile tüm “Yaradılan’ı Yaradan’dan ötürü” sever. Şairin, “Aşka hudut çizilmiyor.” mısrası, kâinatta bulunan her bir varlığın aşkın öznesi olabileceği şeklinde de yorumlanabilir. Bu geniş perspektif sayesinde, şairin aşk şiirleri çok değişik okumalara açıktır. İlahî aşkı işlemiş gibi gözüktüğü şiirleri beşerî aşka uyarlanabileceği gibi, bunun tersi de birçok şiiri için mümkün gözükmektedir. Mesela “Saati Yok Eremi Yok” adlı şiirinde, Hz. Muhammed’e olan sevgisinin yüceliği aşka dönüşmüştür: “Aşktan yana söz duyunca/Ben hep seni düşünürüm.” (s.49) Bu şiir, sevgili için yazılmış bir şiir şeklinde de okunabilir.
Karakoç, “Abdurrahim Karakoç’u Çekiştirir Bu Yazı”, Genç Kardelen Dergisi, S. 9, 1998, s. 4. s. 5.
“Dua” adlı şiirinde, “Aşk diyorlar en mukaddes hayale/ Ve sen de düşesin bu sonsuz hâle.” (s.33) diyen Karakoç, sevgilinin de gönlüne aşkın düşmesini dilemektedir. İçten içe bu dilekte bulunan şair, sevgilinin aşka gereken önemi vermeyeceğinden de endişelidir. Şair, hayatı aşk olmadığı takdirde bir hiç olarak görmekte iken sevgilide aşkın herhangi bir karşılığı yoktur. Bu âşığı kahreden bir durumdur: “Sen aşka hiç dersin, bense hayata, Kimbilir, belki de bendedir hata. Bu dalgalı deniz, bu yanlış rota, Beni benden…Beni senden ayırır.” (Hudut Taşları, s.54)
Bu ifadeler, âşık ile sevgili arasındaki anlayış farkını ortaya koymaktadır. Sevgili, âşığın derinden hissettiği duygulara hep yabancı kalacaktır. Âşık, hayata hiç gözüyle bakarken sevgili için âşığın duyduğu aşk bir hiçtir. Âşık ve sevgili, bu anlamda farklı yolların yolcularıdırlar: “Sen: ‘Ben’sin, gel gör ki ben ‘sen’ değilim. Sen: Benim düşüncem, ruhum ve dilim. Sen: Benim gözlerim, ayağım, elim Emin ol, sen bana benden berisin.” (Sen, s.24)
Sonuç olarak Abdurrahim Karakoç için aşk, her varlığı saran yüce bir sevgidir. İlahî aşkla bezenen her insan, canlı cansız tüm varlıklarda aşkın izlerini bulacaktır. Şair, beşerî aşkı işlediği şiirlerinde genellikle aşkın âşığa çektirdiği ıstıraplardan, sevgili ile aralarındaki fizikî ve manevî mesafelerden doğan ayrılıklardan ile vuslatın şikâyetçi olur. Sevgili gerçekleşmemesinden doğan sıkıntılarından ve sevgilinin kendisini anlamayacağından dem vurur. Şairin aşk ile ilgili bazı şiirlerini, hem ilahî aşk yönünden hem de beşerî aşk açısından okumak mümkündür. Şair, aşkı “Mihriban”da bırakmamış, “Dost”a hakkını teslim etmiştir. Bunu yaparken mecazî aşk ile hakikî aşk arasındaki bağı, iki kavramı birbirinin içine geçirerek kuvvetlendirmiştir. Böylece Abdurrahim Karakoç, aşkın içeriğini zenginleştirmiş, okur için aşkın iki yüzünü de zevkle okuma imkânı sağlamıştır.
51
Vakti
“Ezelde ebedde aşkı gördüm ben Mezarda mabette aşkı gördüm ben Gazapta rahmette aşkı gördüm ben Aşk ile karıldım doğmadan önce.” (Doğmadan Önce, s.131)
Bu dörtlükte aşkı yaşayan şair, sevgili ile neredeyse özdeşleştiğini ifade eder. Sevgilide ise, sen-ben ilişkisinde bir ötekileşme, bir fedakârlık görülmemektedir. Âşık, sevgiliyi benliğinde hissederken “Sen bensin.” demektedir. Sevgili ise âşıkla özdeşleşmeyi başaramamakta, onun ruh dünyasını kavrayamamaktadır. Böylece aşk yükü, âşık ile sevgili arasında paylaşılamadığından, âşığın omuzlarında kalmaktadır.
Edebiyat
Karakoç için aşk her yerde, her ortamda ve her düşünce hâlinde duyulabilecek veya müşahede edilebilecek bir histir: