Kriz ve
Direnişler özgürlükçü gençlik dernekleri
İçindekiler
Giriş - Yeni Dönemin Özneleriyiz!
.................................
3
Tarihin Sonundan Devrimin Güncelliğine Foti Benlisoy
....................................
Harvey ile Devrimi Yeniden Düşünmek Üzerine
5
.......... 3 6
Tarih Olarak Bugün Ergin Yıldızoğlu
.................................... 4 9
Avrupa Fırtınaya Doğru, Avrupa Solu Nereye: Seçimlerin Dili*
...................... 5 7
Bir Laboratuvar Olarak Yunanistan Ergin Yıldızoğlu
.................................... 6 2
Bir Laboratuvar Olarak Yunanistan-II Ergin Yıldızoğlu
.................................... 7 1
Yunanistan Temsilî Demokrasinin Tuzağında Korkut Boratav
.................................... 7 8
Syriza Reformizmi Çıkış Yolu Olamaz!*
...................... 82
Yunanistan’da Solun Yenilgisi Alp Kayserilioğlu
.................................... 8 5
Post-Leninizmin Sınavı Sungur Savran
.................................... 9 4
Devrimi “Devrim” Yapan Nedir? Foti Benlisoy
.................................... 8 5
YENİ DÖNEMİN ÖZNELERİYİZ! Özgürlükçü Gençlik Dernekleri’nin 2012 Yaz Etkinliği için hazırladığımız “Kriz ve Direnişler” broşürü, içinden geçmekte olduğumuz dönemde ülke bölge ve dünyadaki gelişmelere ilişkin işaret etme ihtiyacı hissettiğimiz bazı noktaları tartışmak amacıyla hazırlandı. 2009 yılında düzenlenen etkinlik için hazırlanan “Kapitalizm, Kriz, Devrim, Sosyalizm” broşürü vasıtasıyla, 2007’de patlak verip 2008 Eylül’ünde had safhaya çıkan kapitalist krizin gelişim dinamiklerini ve dünya çapında yarattığı ve yaratması muhtemel etkileri incelemiştik.
Krizle birlikte pek çok burjuva ideologu dahi marksizmin tarihsel haklılığının krizle birlikte doğrulandığını dile getirir olmuştu. Uzun yıllardır kapitalizmin uçsuz bucaksız gibi görünen sınırlarının, “dip akıntıları” biçiminde ilerleyen gelişmelerle çıkışsız bir yola gireceği yolundaki öngörülerimiz bu dönemde doğrulanmaya başlamıştı. O tarihlerde ısrarla dile getirdiğimiz bir başka öngörü ise Eylül 2008 sonrasında dünya çapında sınıf mücadelesinin yeni bir evreye gireceğiydi. 2012 yılına geldiğimizde, yıllardır mayalanagelen çelişkilerin her geçen gün kendisini mücadele
Giriş
alanında ortaya koyduğunu, 2011 yılının ve 2012’nin ilk yarısının özellikle bu bakımdan çok zengin mücadele pratikleriyle dolu dolu geçtiğini görüyoruz.
4
Artık en kör gözün bile görmezden gelemeyeceği bir gerçekle karşı karşıyayız; kapitalizmin meşruluğu geniş kitleler çapında sorgulanıyor. Dünya halklarına umut vadeden, güven veren bir alternatif iddia ortaya koyabilmenin; “devrim”in, son 2 on yıldan bu yana çok daha “güncel bir olgu” halini aldığı yeni bir dönem açılıyor. Özgürlükçü Gençler, bu yeni dönemin özneleri olmaya yazgılı bir kuşak olarak, sürecin karakterini ve gerekliliklerini bu broşür aracılığıyla analiz edebilirler. Bu broşür, içinden geçmekte olduğumuz dönemin komünistlere ne gibi görevler yüklediği, içinden geçmekte olduğumuz dönemi nasıl okumamız gerektiği gibi çeşitli sorulara yanıt üreten çeşitli makalelerin derlenmesinden oluşuyor. Makaleler
çeşitli
konularda
farklı görüşleri içerse de hepsinin birleştiği nokta; bu dönemin dünyada gerek emperyalistlerin kendi güç dengelerinde gerekse egemenlerle ezilenler arasındaki güç dengelerinden kartların yeniden karıldığı bir süreç olduğu. Bu süreçte sistemin meşruluğu, kitleler nezdinde -hem de eylemli bir biçimde- alanlarda sorgulanıyor. Ancak bu toplumsal hareketler el yordamıyla kendisine bir yol arıyor. Toplumsal hareketin “toplumsal özgürleşmenin” kanallarına akmasının ve siyasal alanla toplumsal alan arasındaki kopukluğun ortadan kalkmasının tek yolu komünistlerin kendilerini yükselen sınıf mücadelesinin bize yüklediği görevleri benimseyip bunun gereklerini yerine getirmesinden geçiyor. Yükselen harekete öncülük etme iddiası taşıyan bir kuşağın, bunu bilince çıkartarak kendisini yeni dönemin görevlerine hazırlarken temel pusulası kuşkusuz bu gerçek olmalıdır.
Ağustos 2012
Foti Benlisoy - 13 Şubat 2012
Tarihin Sonundan Devrimin Güncelliğine Gyorgi Lukács’a göre Lenin’in düşüncesinin ayırt edici vasfı, emperyalizm ve savaşlar devrinde dünyada ve Rusya’da yaşananları, ‘devrimin güncelliği’ perspektifinden kavramasıdır. Yani kısacası, devrimi sürekli bizimle olan aktüel bir ihtimal olarak ele almasıdır. Lukács açısından Bernstein tipi revizyonistlerle Kautsky tipi ‘ortodoksları’ birleştiren husus, devrimin bu evrensel güncelliğini yadsımalarıdır. “Kaba bir Marksistin gözünde burjuva toplumunun temelleri o kadar sarsılmaz bir sağlamlıktadır ki, bu temellerin
son derece göze çarpan biçimde sarsıldığı anlarda bile yalnızca ‘normal’ duruma dönülmesini diler, burjuva toplumunun bunalımlarını geçici olaylar olarak görür ve böyle zamanlarda bile mücadeleye kesinlikle yenilmez olan bir kapitalizm karşısında akıl dışı ve sorumsuz bir isyan olarak bakar.” Oysa Lenin devrimi bir gün mutlaka varılacak olan güneşli güzel yarınlara dair astronomik bir ufuk olarak değil, aktüel bir mesele olarak kavrar. “Devrimin güncelliği, tek tek her günlük sorunun, toplumsal tarihsel bütünün somut bağ-
5
Tarihin Sonundan Devrimin Güncelliğine
6
lamı içinde ele alınması, bunların proletaryanın kurtuluş momentleri olarak incelenmesi demektir. (…) Bu ise yalnızca, günlük her sorunun –günlük sorun olarak bile- aynı zamanda devrimin temel sorunu olduğu anlamına gelir.”[1] Yani devrim artık bir teorik soyutlama değil, günün meselesidir, her günlük sorun devrimle, devrimci olanakla bağlantılıdır. Lenin’den oldukça farklı bir terminoloji kullanan Walter Benjamin’in deyimiyle, “bu gelecek içerisinde her an, Mesih’in geçebileceği küçük kapı”dır artık.[2] Mesihçi kurtuluş, yani devrim, ancak güncel ve gerçekleşebilir bir mesele olarak kavrandığında onunla günlük mücadeleler arasında somut bağlar kurulabilir. Oysa bu ikisi arasındaki aktüel bağları kesmek, (‘eskilerin’ jargonunu kullanmak gerekirse) sağ oportünizmin evrimciliğine ya da sol oportünizmin maceracılığına varır ancak. Elbette Birinci Dünya Savaşı yıllarında önce Rusya’yı, sonra da hemen bütün dünyayı sarsan devrimci kabarış döneminde değiliz. Dolayısıyla yukarıda Lenin ya da Lukács’a yapılan atıflar çoğumuza kendi güncelliğimizle ilişkisiz ve dolayısıyla da afakî gelebilir. Oysa unutmayalım, ka-
pitalist krizin ekolojik krizle bütünleşerek burjuva medeniyetinin çok boyutlu bir buhranına dönüştüğü keskin bir dönemeçteyiz. Kriz kapitalist siyasal mimariyi alabildiğine kırılganlaştırıyor, geride bıraktığımız bir senede başta Arap coğrafyasında olmak üzere cereyan eden sosyal patlamaları, yığınsal düzeyde keskin radikal siyasallaşma süreçlerini ve kitleler nezdinde ani bilinç sıçramalarını mümkün kılıyor. Geçtiğimiz bir yılda dünyanın birçok bölgesinde kitle mücadelelerinde yaşanan ve yeni bir ‘dalga’ olarak değerlendirilebilecek niteliksel sıçramayı bu bakımdan değerlendirmek ve dikkate almak gerekiyor. Son bir sene içerisinde devrim kelimesinin tekrar tedavüle girmesini de medyatik bir abartma olarak değil, bu arka plan dahilinde, yani radikal bir siyasal-toplumsal dönüşümün geniş yığınlar nezdinde yakıcı bir ihtiyaç olarak hissedilir olmaya başlamasıyla bağlantılı olarak düşünmek gerekiyor. Bu bakımdan devrim sözcüğünü kullanmakta cimrilik etmek yerine Leninist ‘devrimin güncelliği’ perspektifinin yeniden hatırlanması gereken bir döneme giriyoruz, belki girdik bile. Hızla hatırlayalım: Muhammed
KRİZ ve DİRENİŞLER
Buazizi’nin kendini ateşe vermesiyle Tunus’ta başlayan Arap devrimci süreci, ‘devrim’ kelimesini ‘bölgede’ olduğu kadar dünyada da gündelik kullanıma sokuverdi. Sonra, başta İspanya ve Yunanistan olmak üzere bir dizi Avrupa ülkesindeki büyük kitle eylemleri, ‘öfkeliler’ (indignados) hareketi geldi, daha sonra da özellikle ABD’de ‘işgal et’ (occupy) hareketleri. Bu kez bir İspanyol devriminden, bir Avrupa ya da Amerikan devriminden bahsedilir oldu. Şili’deki devasa öğrenci muhalefetine ‘penguen devrimi’ dendi. ‘Avrupa devrimi’ başlığı altında kıta düzeyinde eylemler örgütlenir oldu. Elbette çoğu abartılı tanımlama ve yorumlardı bunlar. Ancak devrimin kendisinin değilse bile lafzının, bir devrimin mümkün ve istenir olduğu fikrinin yaygınlaşması, yeni yüzyılın belki de en önemli, en şaşırtıcı sürpriziydi. Oysa çok değil, daha bundan yirmi küsür yıl önce, 1989’da, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın siyaset planlama ekibinden Francis Fukuyama, The National Interest adlı uluslararası ilişkiler dergisinde “The End of History? (Tarihin Sonu mu?)” adlı makalesini yayımlıyordu. Fukuyama, Sovyet bloğunun çözülmesinin ardın-
dan çalışmasını genişletip makalesinin sonundaki soru işaretini de kaldırarak The End of History and The Last Man (Tarihin Sonu ve Son İnsan) adlı meşhur kitabını yayımlayacaktı. Kitabın tezleri onu okumuş okumamış hemen herkesçe aşağı yukarı bilinmektedir: 1789 ile başlayan modern serüven bin bir felaket ve hayal kırıklığının ardından liberal demokrasinin güvenli sularında nihayete ermiştir. Batı tipi liberal demokrasi ve piyasa ekonomisi, insanlararası ilişkileri düzenlemenin olası en iyi biçimi olarak insanlığın ideolojik evriminin nihai aşamasıdır. Yani sonraki yıllarda çokça anılacak ‘tarihin sonu’ aslında liberalizmin küstah ve nihai bir zaferinden ibarettir. Fukuyama’nın makalesini yayımladığı aynı yıl, Fransız Devrimi’nin 200. yıldönümü görkemli bir biçimde kutlanır. Ünlü tarihçi François Furet’nin öncülüğünü yaptığı revizyonist tarihçiler kutlamalar vesilesiyle Fransız Devrimi’nin artık ‘bitmiş’ olduğunu ilan ederler. Furet aslında devrimin ‘gereksizliğine’ dair genel bir konsensüsü ifade ediyordu. Buna göre devrim, Fransız tarihinde çok da önemli bir değişiklik yaratmamıştı; daha iyi yönde bir değişime yol açtığı ise kesin-
7
Tarihin Sonundan Devrimin Güncelliğine
likle iddia edilemezdi. Devrim, Rousseaucu ‘genel irade’ ve Robespierreci ‘terör’ ile içerisinden modern zamanların aşırılıklarının, totalitarizmlerin, savaşların ve soykırımların çıkacağı Pandora’nın kutusunu açıvermişti. Dönemin hem de ‘sosyalist’ sıfatlı başbakanı Michel Rocard’a göre devrimin 200. yıldönümü, “birçok insanı devrimin tehlikeli olduğuna, şayet devrim olmasaydı her şeyin çok daha iyi gideceğine ikna etme”nin iyi bir vesilesi olarak görülmeliydi.[3] 8
1989 yılında meşum duvar yıkılır, sadece adı ‘sosyalist’ blok çözülmeye başlar ve bu ülkelerdeki anti-bürokratik halk hareketleri sermaye ve piyasa ekonomisinin peygamberleri tarafından Batı düzenine eklemlenecek şekilde soğurulurken tarihin liberal demokrasi ve serbest piyasa ekonomisinin zaferiyle nihayetlenişi kutlanmaktadır. Biten sadece tarih değildir elbette, liberal parlamenter demokrasinin ötesinde her arayışın da beyhudeliği açığa çıkmış, devrim ya da egemen olandan ‘kopuş’ fikrinin kendisi de nihayete ermiştir. Liberal temsili demokrasi, önce faşizmi ardından da ‘komünizmi’ mağlup ederek kendisine karşı olabilecek tüm alternatiflere karşı galibiyetini ve tartışılmaz
üstünlüğünü ilan etmiştir. 1990’lı yıllara ve 2000’lerin büyük bölümüne egemen olacak muzaffer zeitgeist, yani ‘zamanın ruhu’ bütün ihtişamıyla hüküm sürmektedir artık: Kapitalizm demokrasinin bir önkoşulu, gerekli şartıdır; faşizmle komünizm ise liberal demokrasiye doğru doğal ve kaçınılmaz gelişimi sekteye uğratan geçici kazalar, kapanmaya mahkûm parantezlerden ibarettir. Rousseau ve Marx’ın radikal ütopyaları totalitarizme kaynaklık etmiş ve giyotinle Gulag kamplarını doğurmuştur. Devrimci kopuşların, ihtilallerin damgasını vurduğu ‘aşırılıklar çağı’ nihayet kapanmış, kapanırken de devrim, artık bittiği ilan edilen tarihin çöp sepetine fırlatıverilmiştir. İşte yirmi yıl sonra devrim geri geliyor. Tam istediğimiz şekilde ve zamanda olmasa da geniş kitleler nezdinde devrimden, hatta onun arzu edilirliğinden bahsediliyor. Zaten devrim tabiatı icabı ‘beklenmedik’ bir hadise değil midir? Daniel Bensaid’in deyimiyle, “yoktan var olan ya da salt ilahi iradenin ürünü olan dini mucizeden farklı olarak gerekçeleri olan devrimler beklenmedik bir yerde ve zamanda ortaya çıkarlar. Zorunlu olarak
KRİZ ve DİRENİŞLER
uygunsuz bir zamanda gerçekleştikleri için randevularına asla zamanında gelmeyip devrimin baş aktörlerini hazırlıksız yakalama ve onları hiç ummadıkları stratejiler üretmeye zorlama pahasına sürprizler yaparlar.”[4]
Thawra: Devrimin Baharı İlerleyen sayfalarda da vurgulanacağı üzere, Arap ayaklanmaları yerli-yabancı ana akım medya erbabının iştiyakle vurguladığı şekilde yeni bir 1989, yani Sovyet bloğunun çözülmesi misali, liberal (hatta neoliberal) demokrasinin bir başka zaferi ve dolayısıyla da ‘tarihin sonu’nun cümle âleme bir kez daha ilanı için yeni bir vesile değildi. Tam tersine, son otuz yıldır uygulanan neoliberal siyasetlerin bölgedeki otoriter rejimlerin altını nasıl oymuş olduğunun, dahası bilhassa kriz bağlamında mevcut siyasal mimarinin ne ölçüde kırılgan hale geldiğinin bir ifadesiydi. Yanlış anlaşılmasın: Arap devrimci sürecinin ‘mana ve ehemmiyetine’ dair akademik bir tartışma değil bu; tam tersine, bu sürecin nasıl tanımlanması gerektiğine dair ta başından beri cereyan eden kritik bir mücadele söz konusu. Bu çerçevede, ayaklanmaları ve muazzam kitle hareketlerini Asyatik
despotizme karşı Batı değerlerinin bir tasdiki olarak görme ve gösterme çabası sol mahfillerde dahi etkili olabiliyor. Dünya Bankası Başkanı Bob Zoellick, Arap devrimlerinin sembolü Muhammed Buazzizi’nin ölümünü dahi serbest piyasa ekonomisinin bir muştusuna çevirmeyi becerebilmişti örneğin. Zoellick’e göre Buazzizi, “hükümetin aşırı bürokratik engellemelerine karşı mücadele eden bir serbest girişimci” idi. İş ve ekmek için kendini yakan bir seyyar satıcı, aşırı bürokratik düzenlemelere ve girişimciliğin önündeki engellere karşı savaşan bir serbest piyasa mücahidine dönüşüvermiş oluyor böylece. Zoellick’in pervasızlığını aşırı ve istisnai bir örnek olarak görmemek gerek. Söz konusu devrimci sürecin nasıl anlamlandırılıp tanımlanacağı hususu, en az devrimlerin kaderini belirleyecek ‘alandaki’ gerçek mücadeleler kadar önemli. Devrim ezilenlerin elinden sadece emperyalist manipülasyonlar ya da yerli hâkim sınıfların siyasi tertip ve girişimleriyle çalınmak istenmiyor. Arap ayaklanmaları hemen bütün insanlığın kafasına liberalizmin yeni bir zaferi olarak kakılmak isteniyor. İşin kötüsü, yaşananları bir başka ‘renkli devrim’ örneği addeden birçok
9
Tarihin Sonundan Devrimin Güncelliğine
solcu da işte bu anlamlandırma/adlandırma mücadelesinde daha başta teslim bayrağını çekivermiş oluyor.
10
Oysa Tunus’ta, Mısır’da kitlelerin demokratik haklarla beraber sosyal adalet taleplerini kendiliğinden bir biçimde harmanlamaları bir tesadüf değil, otoriterizme itirazın toplumsal kaynakların yağma edilmesine dayalı mevcut iktisadi-sosyal modele itirazı da ister istemez gündeme getirmesinin sonucuydu. Arap devrimci sürecini değerlendirirken bu coğrafyanın neoliberal siyasetlerin hayata geçirilmesinin erken bir örneğini teşkil ettiğini unutmamak gerek. Bölgede neoliberalizmin kökenleri Enver Sedat’ın 197374 yıllarında uygulamaya soktuğu ve Nasır dönemi devletçiliğinden keskin bir kopuşu ifade eden infıtah (açıklık) politikalarına kadar geri götürülebilir. Bölgedeki ayaklanma ve halk hareketlerini tartışırken neoliberalizmin bu coğrafyadaki ‘köklü’ tarihinin yarattığı sonuçları akılda tutmakta yarar var. Bu bakımdan Tahrir, tarihin liberal cennette nihayete erişinin bir başka delili değil, yeni bir tarihin başlangıcına ya da tarihin bir kez daha hızlanmasına dair bir işaretti.
‘Yeni bir tarih’ ibaresi abartılı bir ifade belki; ancak özellikle Arap ayaklanmalarının dünyanın dört bir yanında gelişen çeşitli mücadeleler açısından nasıl bir esin kaynağı olduğu düşünüldüğünde, Arap devrimci sürecinin ezilenlerin tarihini hiç değilse hızlandıran bir katalizör işlevi gördüğünü söyleyebilmek mümkün. Bilhassa Tunus ve Mısır örnekleri, yani kitlesel mücadelelerin otoriter rejimleri devirmesi ya da zorlaması, hiç değilse son yirmi yılda yaşanan bir dizi yenilginin toplumsal mücadelelerin dönüştürücü gücüne, kitlelerin aşağıdan basıncının kazanımlarla taçlanabileceğine dair inancın örselendiği bir devirde hayli tesirli oldu. Yani bu mücadeleler, Margaret Thatcher’ın meşhur TINA argümanının (there is no alternative, yani başka seçenek yok) bütün ağırlığıyla hüküm sürdüğü dünyanın değişik coğrafyalarında mücadele eden, direnen ‘sıradan insanlara’ kolektif eylemlerine dair özgüven kazandıran olumlu timsaller olarak algılandı. Burada kısa bir paranteze izin verilsin: Aslında neoliberal siyasalar bütünü işçi sınıfının, emekçi ve ezilenlerin kendi bağımsız örgütlenme ve kolektif eyleme geçme kapasitesini he-
KRİZ ve DİRENİŞLER
defler. İşçi sınıfının siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel gücünü kırmayı hedefleyen neoliberalizm, ezilenlerin kendi hayatlarını kontrol etmeye dönük enerjilerini, kendi hayatlarına sahip çıkmaya dönük inisiyatiflerini, yaratıcılıklarını, özgüvenlerini törpüler. Sınıf hareketini ve toplumsal mücadeleleri zorla bastırır, parçalar, atomize eder, böler, hareket edemez hale getirir, itibarsızlaştırır. Aşağıdakilerin bağımsız örgütlenmelerini işlevsiz kılar, gayrisiyasallaştırır, emekçi kamusallıklarını ticarileştirerek tahrip eder. Kısacası neoliberalizm kolektif bir mücadeleye kaynaklık edebilecek insani tüm enerjileri zaafa, akamete uğratmaya çalışır. Şirket ya da aile dışında toplumsal eyleme kaynaklık edebilecek kolektif bir özne bırakmamayı hedefler. Bireyci-rekabetçi bir kültürü, kolektivist-dayanışmacı pratikleri ve kamusallıkları tahrip edecek şekilde yaygınlaştırır. İşte kitle mücadelelerinin, üstelik genelde oryantalist zihniyetin atalet, apati ve kadercilikle damgaladığı halklar arasındaki mücadelelerin diktatörleri devirebilmesi, bu kolektif özgüven ve enerjinin onarılması, kendi kaderine sahip çıkmaya dönük enerjinin yeniden kaza-
nılması hususunda anlamlı bir etki yarattı demek hiç de abartı olmaz. Aslında söz konusu devrimci sürecin siyasal imgelemde dünya ölçeğinde bir ‘deprem’ etkisi yarattığından bahsetmek mümkün. Hareketin en görünür yönü olan Tahrir, 21. yüzyılın başına özgürlük mücadelesinin somut bir imgesini hediye etmiş oldu. İşte bu imge son bir küsür yıl içerisinde dünyanın dört bir yanında karşılık buldu. Mısır ve Tunus bayrakları hemen her mücadelede kullanılan birer simge haline geldi, Arapça sloganlar İsrail’den İspanya ve ABD’ye, neredeyse cümle alemde yankılandı. Buazzizi’nin Aralık 2010’da kendisini ateşe vermesiyle başlayan 2011 yılında yaşananlar, her şeyi mümkün kılmadı elbette; ancak yeni ve o Aralık gününden evvel gündemde olmayan ihtimalleri de insanlığın önüne koyuverdi. Devrim, piyasanın doğallık ve nihai rasyonelliğine dair bir önceki devrin kesinliklerini berhava eden kapitalist kriz bağlamında yeniden güncel bir mesele halini aldı. Türkiye sosyalist hareketinin önemli kesimleri ise ‘bölgede’ cereyan eden mücadelelerin bu kışkırtıcı, başka direnişleri ‘tetik-
11
Tarihin Sonundan Devrimin Güncelliğine
12
leyici’ boyutunu maalesef es geçti ve bir önceki dönemin şablonlarına takılı kaldı. İlerleyen sayfalarda hem bu tutum eleştiriliyor hem de bu tavrın nedenleriyle pratik ve politik olası sonuçları tartışılıyor. Bu noktada ‘şablon’ demişken kastedilenin ne olduğuna dair bir hususu kısaca da olsa açıklığa kavuşturmak şart: Şu son bir yıl içerisinde Türkiye’de sosyalistlerin tertip ettiği Mısır ve Tunus devrimleriyle dayanışma eylemlerinin sayısı bir elin parmaklarını aşmadı. Açıkçası Arap halklarıyla dayanışma onlar ayaklandıklarında değil de ancak emperyalist saldırganlığın konusu olduklarında gündeme geldi. Türkiye’de sol ancak o zaman, yani Libya’ya müdahale olduğunda ya da Suriye’ye dönük askeri müdahale tehditleri arttığında daha büyük ve görece kitlesel eylemler düzenleyebildi. Bu sadece solun alışkanlıklarıyla açıklanabilecek bir husus değil: Aslında ‘Araplar’ ancak oryantalist fantezi dünyamıza uygun ‘pasif’ bir konumda olduklarında, fail değil de ‘mağdur nesne’ olduklarında onlarla siyaseten dayanışmayı düşünebildiğimizi söylemek mümkün. Yani solun geniş kesimleri nezdinde Arap halkları, ancak ‘tarihin öznesi’ olan, ‘mütecaviz’,
etkin Batı tarafından müdahaleye uğradığında siyasal bir mesele addediliyor. Emperyalist müdahaleciliğe karşı durmak elbette önemli ve solun olmazsa olmazlarından. Ancak solun önemli bir bölümünün Arap halklarını neredeyse bir siyasal fail addetmediği, onların kitle hareketlerine pek de ehemmiyet vermediği ve onları saldırıya açık masum, zayıf, edilgen kurbanlar olarak görmekle yetindiği açık. ‘Tarih yapan’ Batı ile o tarihin ancak kurbanı olabilecek pasif ve edilgen Şark arasındaki oryantalist dikotomi sosyalist hareket içerisinde de içselleştirmiş durumda maalesef. (…)
Kriz, Jeostratejik Kayma ve Neoliberalizm Bu noktada manzara-i umumiye hakkında birkaç notu aktarmakta yarar var. Bilindiği gibi kriz, 2007 yılında konut piyasalarından başlayarak finansal balonların birbiri ardına patlamasıyla başladı. 2008 yılının Eylül ayında ABD’nin köklü yatırım bankalarından Lehman Brothers’ın batması ve peş peşe sökün eden iflaslar panik havasını her yere yaydı. Tam bu konjonktürde devletin müşfik elinin
KRİZ ve DİRENİŞLER
bankalara uzanması ve finans sistemini kurtarmak adına ardı ardına açılan paketlerle krizin ilk perdesi kapandı. 2010 yılı bir toparlanma yılı gibi görünse de bu ‘toparlanma’ büyümede yaşanan kaybı telafi edecek noktada değildi. 2011yılındaysa ABD ekonomisi tekrar yavaşlamaya geçti, Avrupa ekonomileri ise resesyona saplandı. Japonya’nın ulusal hasılası ülkede yaşanan tsunami ve nükleer felaketinin ardından tekrar düşmeye başladı. Kredi piyasalarındaki çöküşün üretim kapasitelerinde yarattığı yıkım ve devletlerin bankaları kurtarmak adına borç yükünü halkın sırtına yıkmasının yarattığı yoksullaşma devam ediyor. Önümüzdeki döneme, yani 2012 yılına ilişkin büyüme oranı tahminleri ise oldukça düşük. Avrupa ekonomilerinin en iyi ihtimalle durağan bir performans göstereceği, ABD’nin büyümesinin ise yüzde 1 veya 2 civarında kalacağı belli oluyor. Yani özellikle küresel ekonominin merkezlerinde yapısal nitelikli uzun bir daralmayla karşı karşıyayız. Ana kapitalist ülkelerde işsizlik oranları bir hayli yüksek seyretmeye devam ediyor. Resmi rakamlar yüzde 10 veya daha yukarısına işaret ederken işsizliğin gerçek boyutları çok daha yüksek. Özellikle
zaten mevcut toplumsal hiyerarşide dezavantajlı konuma itilmiş olan kadınları, LGBTT bireyleri ve göçmenleri vuran yoksulluk ve toplumsal eşitsizlikler artıyor. Genç işsizliği Mısır’dan İspanya’ya korkutucu boyutlara (yüzde 40) ulaşıyor. Mali teşvik ve kurtarma paketleriyle başlayan yoğun devlet müdahalesi, finansal çöküşü engelleyerek sermayenin kârlarını hızla kriz öncesi seviyelere doğru yükseltti. Bunun maliyeti ise üretken yatırımların daha da yavaşlaması, istihdamın düşmesi ve emek gelirlerinin mutlak olarak azalması oldu. Krizin esas olarak Batı dünyasında etkili olduğu ve Asya ya da Latin Amerika’da bir dizi ekonominin krize rağmen büyüdüğünü söylemek mümkün. Kriz ağırlıkla merkez ülkelerini vururken Çin son yıllarda yüzde 10 civarında bir büyüme hızını muhafaza ediyor. Daha düşük düzeyde olsalar da Hindistan, Endonezya, Güney Afrika ve Brezilya gibi ülkeler de benzer büyüme oranlarına sahipler. Bugün Çin birçok kilit sektörde dünya liderliğini ele geçirmiş durumda. Dünya kapitalist ekonomisinin yeni atölyesi haline gelen Çin, askeri harcamalarını da son yıllarda sürekli artırıyor ve önü-
13
Tarihin Sonundan Devrimin Güncelliğine
14
müzdeki yıllarda kelimenin gerçek anlamında bir süper güç halini almayı hedefliyor. Ancak Çin ve diğer ülkeler dünya ekonomisini yeniden harekete geçirme noktasında değiller. Bu ülkelerin dünya ekonomisine dahil olma biçimi her şeye rağmen kırılgan. Çin GSMH’nın yüzde 42’si hâlâ ihracattan kaynaklanıyor. Dolayısıyla da Çin’in bu büyüme hızını kriz koşullarında sürdürebilmesi ancak bir iç pazar oluşturabilme kapasitesine bağlı olacaktır. Bu da yeni altyapıları, ücret artışlarını ve bir sosyal güvenlik sisteminin yaratılmasını gerektiriyor. Böyle kapsamlı bir dönüşüm ise kısa vadede çok kolay değil ve ancak ülke içi siyasal-sosyal güç dengelerinde ciddi değişiklikler sonucunda gündeme gelebilecek bir şey. Kriz bağlamında daha ‘yayılmacı’ mı yoksa daha ‘içe dönük’ bir siyaset izlenmesi gereği konusunda Çin hâkim sınıfı içerisinde de (kimi zaman ‘kıyı eliti’ ile ‘iç kesimler eliti’ arasında olduğu söylenen) bir çekişme devam ediyor. Dahası bu devasa ülkede ana akım medyanın ilgisine mazhar olmasa da ciddi toplumsal mücadelelerin serpilmekte olduğuna dair işaretler de artıyor. Ülkede sadece son yılda çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve ücret artışları
için on binlerce yerel eylem gerçekleştiği kaydediliyor. Son on yıllardaki muazzam toplumsal ve iktisadi alt üst oluşların sonucunda kırdan kopan milyonlarca Çin emekçisi bugün dünya işçi sınıfının en büyük parçası. Mike Davis’in hatırlattığı üzere, iki yüz milyon Çin sanayi, maden ve inşaat işçisi bugün dünyanın en tehlikeli sınıfı. Onarın ayağa kalkması, sosyalist bir dünyanın mümkün olup olmadığı sorusuna en net yanıtı oluşturacaktır. [5] Kriz ve merkez ülkeler hakkında söylenenler bir yanlış anlamaya sebep olmasın: Yukarıda sayılan ve bazen BRICS bazen de EAGLE olarak anılan kimi istisnalar haricinde çevresel ekonomiler krizden ciddi bir biçimde etkileniyor. G20 haricinde bulunan birçok ülke, kapitalist krizin etkilerine, zaten neo liberalizmin tesiriyle oldukça kırılganlaşmış bir toplumsal-ekonomik bağlam dahilinde maruz kalıyorlar. Bugün 2 milyarı aşkın insan temel sağlık hizmetlerinden faydalanamıyor. Yukarıda da vurgulandığı gibi, 900 milyon insanın temiz içme suyuna ulaşımı yok ve bir milyardan fazla insan açlık tehdidiyle karşı karşıya. Neo liberalizmin otuz yıllık tarihinin bir sonucu olarak artmış top-
KRİZ ve DİRENİŞLER
lumsal eşitsizlikler, sosyal refah uygulamalarının tasfiyesi, toplumsal altyapıların tahrip oluşu, sağlık, sosyal güvenlik ve eğitim sistemlerinin piyasalaşarak ulaşılmaz hale gelişi gibi eğilimler kriz bağlamında daha da pekişiyor. Bu durum, ‘küresel güneyi’ ya da ‘yeryüzünün lanetlilerini’ kriz karşısında daha da savunmasız kılıyor. Bu arada kriz, ABD yegâne süper güç olma pozisyonunu yitiriyor mu tartışmasını yeniden gündeme getiriyor. Aslında ABD siyasi ve iktisadi olarak gerileme halinde olsa da ekonomik ve finansal piyasasının genişliği ve bütünleşik karakteri, doların gücü ve her şeyden öte muazzam askeri-siyasi kapasitesi dolayısıyla uluslararası sistemdeki yerini muhafaza ediyor. Ancak bugün karşımızda 1990’lar ve sonrasındaki ‘tek kutuplu moment’in ABD’si yok. İleride daha detaylı aktarılacağı üzere, giderek daha fazla ‘çok taraflı’ hareket etmeye ve ‘yükselen’ güçleri hesaba katmaya zorlanıyor, hareket kabiliyeti daralıyor. ABD gücünde göreli bir gerileme yaşasa da onun konumuna meydan okumaya hazır bir güç meydanda olmadığından küresel hegemon güç olma konumunu sürdürüyor. İkinci Dünya Sa-
vaşı’nın sonundan itibaren ABD sermayenin dünya ölçeğinde yeniden üretilmesinin politik ve askeri garantörü oldu. Hâkim sınıfları sistemik dengesizliklerden ve popüler ayaklanma ve devrimlerden koruyan polisiye güç olarak hareket etti. Bugün Çin dahil olmak üzere bu işlevi yerine getirebilecek bir başka güç yok. Bu koşullarda ABD askeri kapasitesini yeniden yapılandırmaya dönük geniş kapsamlı bir strateji değişikliğinin ipuçlarını veriyor. Bütçe kesintilerinin basıncı altında kara ordusundan ziyade hava ve özellikle deniz kuvvetlerine yaslanacak ve esas itibariyle Çin’i çevrelemeye dönük olarak AsyaPasifik bölgesine öncelik verecek bir stratejik yönelim yavaş yavaş şekilleniyor. Aslında ABD’nin göreli gerileyişi onun muazzam askeri kapasitesinin önemini azaltmak bir yana artırıyor. Bush sonrasında geçmişin daha ‘dengeli’ emperyal siyaset etme biçimlerine bir dönüş yaşansa da önümüzdeki süreçte, üstelik uluslararası rekabetin kızıştığı ve militarize olduğu koşullarda ABD’nin bu alandaki göreli avantajını daha sık devreye sokması pekâlâ beklenebilir. Kapitalist uluslararası sistemde
15
Tarihin Sonundan Devrimin Güncelliğine
16
jeostratejik bir kaymanın şiddetli sarsıntılar olmaksızın, kendiliğinden (örneğin Çin’in ekonomik gücünün doğrusal artışının devamıyla) gerçekleşeceğini sanmak yanış olacaktır. Böyle bir anlayış, kapitalizmin güç olmaksızın geliştiği yanılsamasına dayanır. Böyle bir jeostratejik kaymanın gerçekleşmesini, uluslararası sistem hiyerarşisinde ‘Batısızlaşmayı’ engellemek için ABD’nin bütün gücünü seferber edeceği aşikâr. ABD’nin 1990’ların başındaki kadir-i mutlak güç olmadığı da ortada. Ancak bu ülkenin dünyadaki askeri harcamaların yarısını gerçekleştirdiğini ve NATO’ya önderlik ettiğini de unutmamak gerek. Yine de bütün bu belirsiz durumun, emperyalizmin müdahale kapasitesinde toplumsal mücadeleler açısından değerlendirilebilecek bir nispi zaafa yol açtığını da not etmeliyiz. Dolayısıyla hâlihazırda iki temel dinamiğin kesiştiğinden bahsedilebilir: Birincisi, yukarıda da vurgulandığı gibi, aktüel ekonomik kriz kapitalizmin konjonktürel bir krizi değil, uluslararası düzlemde güç ilişkilerinde uzun vadeli ve tarihsel değişikliklere neden olacak yapısal bir kriz. Bu ilk dinamik, uluslararası egemenlik ilişkileri bağlamında bir süredir gözlem-
lenen ikinci temel dinamiği oluşturan hegemonya kriziyle kesişiyor. Bu hegemonya krizi, yani bir küresel hegemon güç olarak ABD’nin gerileyişi, ancak başka bir ülke ya da ülkeler bloğunun henüz bu boşluğu dolduracak konumda olmayışı uluslararası sistemi ciddi belirsizliklere sürüklüyor. ‘Yükselen’bir dizi çevresel ekonominin varlığı (bunların önemli bir kesiminin gelişmesinin Çin gibi endüstriyel üretimden değil de piyasalara petrol ya da tarımsal ürünler gibi temel metalar tedarikinden kaynaklandığını da vurgulamak gerek) jeopolitik düzeyde henüz ciddi bir etki yaratmış değil. Çin ve Rusya gibi ülkelerin uluslararası planda otonomisinde göreli bir artış elbette mevcut; ancak aynı şeyi Hindistan ya da Brezilya gibi ülkeler için söylemek güç. Dolayısıyla ‘geleneksel’ olarak dünya düzenini tayin eden büyük güçler karşısında BRICS olarak anılan ülkelerin (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) bir alternatif stratejiyle çıkmasını beklemek pek mümkün değil. Ufukta yeni bir Bandung görülmüyor. Daha çok taraflı bir uluslararası sistemle karşı karşıya olsak da bunun neoliberal küreselleşme-
KRİZ ve DİRENİŞLER
nin temel unsurlarında bir değişikliği gündeme getirmediğini özellike vurgulamak gerekiyor. İki savaş arası dönemden farklı olarak kriz, dünya kaynaklarını paylaşmak üzere gerekirse savaşa girecek korumacı blokların oluşmasına yol açmış değil. Ulusaşırı düzenleyici kurumların gücü yerinde duruyor, hatta artıyor. G20 zirvesinde IMF’nin fonlarının ikiye katlanması ve ulusal ekonomileri denetleme ve kontrol gücündeki artış bu durumun bir ifadesi. Üstelik IMF artık AB’nin kalbinde düzenleyici ve disipline edici bir aktör olarak devreye girmiş durumda. Olası bir çok kutupluluğa ilişkin onca senaryoya rağmen ABD’nin IMF içerisindeki gücünü muhafaza ettiğini de hatırlayalım. Kâr oranlarındaki düşüş, üretim ve kitlesel tüketimle telafi edilemediği için dünya ölçeğinde rekabet özellikle ABD ve Avrupa’da emeğin maliyetini ve toplumsal ve çevresel standartları düşürmeyi sermaye açısından zorunlu hale getiriyor. Kriz sonrasında söz konusu olan toplumsal uzlaşma,‘Keynesyen bir dönüş’ değil, sermayenin cepheden saldırısıdır. Yeni bir neoliberal dalgayla ya da neoliberalizmin kriz bağlamında daha da derinleşmesiyle karşı karşıya bulunduğu-
muz söylenebilir. Bu yeni saldırının ya da sermayenin ‘yukarıdan’ yürüttüğü bu sınıf savaşının küresel bir karakteri var ve işçi sınıfının iktisadi ve sosyal gücünde meydana getirmeyi hedeflediği kırılma çok büyük. Aslında sermayenin krizi patlak verdiğinde, sol çevreler içinde, neoliberalizmin artık iflas ettiği yönünde iyimser bir hava oluşmuştu. Yani krizin neoliberalizmin siyasal, toplumsal ve ahlâki meşruiyetini sıfırladığı ve bundan böyle kamunun düzenleyici rolünün artacağı ve piyasanın kontrolsüz işleyişinin dizginleneceği yeni bir model, yeni bir ‘düzenli kapitalizm’ döneminin eşiğinde bulunulduğu şeklinde iyimser bir beklenti yayılmıştı. Neoliberal uçurumun eşiğinden bir ‘Keynesçi dönüş’ neden olmasındı ki? Oysa bu siyasal anlamda oldukça yanlış bir beklentiydi ve zaten manzaranın kısa sürede tam tersine döndüğü de ortaya çıktı. Beklenti yanlıştı; çünkü neoliberalizm bir ‘iktisadi model’ değil sadece; o aynı zamanda emekçi sınıfların siyasal, sosyal ve iktisadi gücünü kırmaya dönük bir sınıf politikası. Bu siyaset krize rağmen ‘sokakta’ mağlup edilmiş ya da hiç değilse geriletilebilmiş değil. Kriz elbette neoliberalizmin
17
Tarihin Sonundan Devrimin Güncelliğine
meşruiyetinde bir gedik açmıştı ama siyasal alanda, sınıf mücadeleleri alanında, en kaba tabirle sermayenin bir saldırısı olarak düşünülmesi gereken neoliberalizm mağlup edilmemişti. Dolayısıyla kriz, bırakın neoliberalizmin tabusuna çivi çakmayı, sermaye sınıfı açısından toplumsal zenginliğin ve doğanın metalaştırılması, emek piyasasının daha da düzensizleştirilmesi ve esnekleştirilmesi için bir fırsat olarak görülüyor.
18
Kriz bilhassa Avrupa’nın ekonomik ve sosyal yapısında büyük biralt üst oluşu gündeme getiriyor. AB üyesi bir dizi ülkede (Yunanistan, İrlanda, İspanya) kriz vesilesiyle emekçilerin yaşam standardını, muhtemelen İkinci Dünya Savaşı sonrasında görülmemiş bir hız ve şiddetle düşürecek topyekûn bir saldırı, bazen ulusal düzeyde anayasal çerçeveyi dahi ihlal edilerek yürürlüğe sokuluyor. Bazılarının ifade ettiği üzere, söz konusu olan emekçi sınıfların kimi kazanımlarını ortadan kaldıran bir saldırı değil, işçi sınıfının bizzat maddi varlığını hedefleyen bir taarruz bu: İşten çıkarmaların kolaylaştırılması, esnek ve güvencesiz çalışma ilişkilerinin yaygınlaşması, ücretlerin dondurulması, sosyal ödentilerin kesil-
mesi, sosyal güvenlik sisteminin sermaye lehine yeniden yapılandırılması, kamu kesiminde binlerce işten çıkarma, alt gelir gruplarını vuran dolaylı vergilerin artırılması, su ve elektrik de dahil olmak üzere büyük bir özelleştirme dalgası, sağlık ve eğitimde ticarileşmenin derinleşmesi... Daha önce bir tekinin bile gündeme getirilmesi ciddi bir toplumsal tepkiyle karşılaşacak bir dizi ‘reform’ önerisi tek seferde, bir ‘şok terapi’ şeklinde ahalinin karşısına çıkarılıyor. Başta Yunanistan aracılığıyla AB’nin kalbi sayılabilecek Avro bölgesi, ‘Latin Amerika tipi’ neoliberalizmle tanışıyor, hem de ‘kundakçı-itfaiyeci’ IMF eli ve desteğiyle. Bu taarruzun en şiddetli olduğu ülkelerde böylesi paketlerin ancak otoriter bir siyasal irade aracılığıyla dayatılabileceği aşikâr. Bu anlamda neoliberalizmle Pinochet arasındaki illiyetin bir tesadüf eseri olmadığını, ‘bürokratik hantal devlet karşıtı’ neoliberalizmin otoriter bir devleti gerektirdiğini unutmamamız elzem. Bu noktada demokrasiyle neoliberalizm arasındaki rabıta üzerine kısaca bir iki hatırlatmada bulunmak zorunlu: Neoliberalizm geniş yığınlar için hayati önemdeki ekonomik ve sosyal
KRİZ ve DİRENİŞLER
meseleleri demokratik karar alma mekanizmalarının dışına taşır, siyasi değil teknik meseleler haline getirir. Yani neoliberalizm siyaseti teknikleştirir. Teknokrat hükümetlerinin Avrupa’da geçer akçe olmaya başlaması (İtalya’da Mondi, Yunanistan’da Papadimos) bu eğilimin kriz koşularındaki bir tezahürü elbette. Toplumsal dışlama ve iktisadi-sosyal eşitsizliklerin artışı, güvenliğin temel bir siyasal tema haline gelişine neden olur, yani siyaset güvenlikleştirilir. Bu anlamda iç güvenlik aygıtı ordulaşır, şiddet aygıtları özelleşir, özel güvenlikler, kameralar, alt sınıfları kriminalize ve kontrol etmenin bin bir metodu gündelik hayatın alışıldık parçaları oluverir. Neoliberalizm yürütme organını güçlendirerek (kanun hükmünde kararnameler, torba yasalar vs.) parlamenter rejimin klasik işleyişinden bir sapmaya yol açar. Ancak bu ve benzer başka melanetlerine karşın onun demokrasiye yönelttiği esas tehdit, yukarıda da tekrar tekrar tekrarlandığı üzere, aşağıdakilerin kendi kaderlerine sahip çıkmaya dönük enerjilerini soğurması, zayıflatmasıdır. Toplumsal çatışmaları ve siyasal kutuplaşmayı istisna değil kural haline getiren kapitalist kriz
bağlamında neoliberalizmin bu antidemokratik muhtevası daha akut bir otoriterleşmenin ipuçlarını sergiliyor. Bu otoriterizmin bir ucunda artık neoliberal sermaye birikim stratejisinin icaplarını ne pahasına olursa olsun (gerekirse Yunanistan gibi ülkelerüzerinde ‘kolonyal’ bir denetim kurarak) yerine getirmedeki kararlılığını ispatlamış ‘Brükselokrasi’ var. Diğer ucunda ise Macaristan’da Katolisizmi ve miliyetçiliği yeni anayasasına kazıyan faşizan reaksiyonerlik, Fransa’da yaklaşan başkanık seçimlerinde yüzde 20’ye yakın oy alacağı tahmin edilem Marine Le Pen’in medyatik aşırı sağcılığı ya da Yunanistan’da aktive olduğu söylenen sağcı/faşizan paramiliter örgütlenmeler var. Kıta ölçeğinde demokrasi, bir yandan neoiberal AB teknokrasinin diğer yandan da güçlenen popülist muhafazakârlığın ya da radikal/aşırı sağın kuşatması atında.
Kriz ve Devrimci Müdahale Yukarıda da vurgulandığı üzere, kapitalist kriz hemen bütün dünyada burjuva siyasal mimarisini daha kırılgan hale getiriyor ve toplumsal mücadele ve direnişlere yeni alanlar açıyor. Daha
19
Tarihin Sonundan Devrimin Güncelliğine
20
düne kadar sarsılmaz görünen neoliberal mutabakatta hiç değilse ideolojik ve ahlaki anlamda ciddi gedikler açılmakta olduğu aşikâr. 1999’da Seattle eylemleriyle iyice görünürlük kazanan alternatif küreselleşme hareketinin sönümlendiği dönemin ardından, bu kez kapitalist kriz bağlamında ve üstelik yerel mücadele ve direnişlere çok daha sağlam basan bir yeni dalga söz konusu. Hatırlanacağı üzere, 1990’lı yılların sonu ve 2000’lerin ilk yarısı, toplumsal mücadeleler açısından bir önceki dönemin yenilgi ve atalet havasını önemli ölçüde dağıtan bir anti-neoliberal momenti temsil ediyordu. Cenova’dan başlayan, Fransa’da İlk İş Sözleşmesi tasarısının iptalinden, AB Anayasa taslağının reddinden gelen bir silsile içerisinde esas itibariyle neoliberalizme karşı belli savunma mevzileri oluşturmaya çalışan ve bu eksende de solun belli kesimlerinin seferber olup bir araya geldiği bir momentti bu. Aynı dönemde Latin Amerika’da da bazı ülkelerde radikal halkçı-antiemperyalist iktidarların önünü açan ciddi direnişler yaşandı, 2001’de Arjantin neredeyse bir ön devrimci durum yaşadı. Bütün bu direniş ve hareketler, başta Dünya Sosyal Forumu olmak üzere kıtasal ve
bölgesel sosyal forumlar aracılığıyla enternasyonal düzeyde bir etkileşim kanalı da yarattı. Ancak, eksenine neoliberalizme karşı çıkmayı koyan neredeyse küresel bir toplumsal muhalefetin varlığına rağmen, bu damardan bir siyasal alternatif doğmadı, doğamadı. Esasen siyaset, hiç değilse Avrupa ölçeğinde merkez sağ ile merkez solun dönüşümlü olarak iktidar olduğu çeşitlemelerle yürüdü. Bu dönemde neoliberal Avrupa anayasası taslağının reddinden banliyö ayaklanmalarına ve emek piyasasını özellikle gençler açısından esnekleştiren İlk İş Sözleşmesi yasasına karşı direnişe çok önemli kitle mücadelelerinin yaşandığı Fransa örneği bu bakımdan aydınlatıcı. Bunca önemli kitle seferberliği ve direniş birikimine rağmen ülkede radikal solun mevcut siyasal sistemi zorlayan sürekli bir yükselişi söz konusu olmadı, olamadı. Ne merkez solda ciddi bir gedik açılabildi ne de Sarkozy geriletilebildi. Netice itibariyle, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kurumların zirvelerini bloke etmeye dönük eylemlere odaklanan küresel adalet hareketi de siyasal bir alternatifin şekillenemediği koşullarda belli bir doygunluğa ulaşıp geriye çekildi.
KRİZ ve DİRENİŞLER
Netice itibariyle, bir alternatifin şekillenmediği koşullarda, emekçiler, ezilenler açısından, yaşanan hareketlenmeye rağmen, güç ilişkilerinde olumlu bir dönüşüm yaşanmadı. Dahası, geçtiğimiz on, on beş yılda birçok büyük direniş ve mücadeleyle gündeme gelen Latin Amerika’da toplumsal mücadelelerde göreli bir durulma söz konusu oldu. Honduras’taki darbe ya da Haiti’ye dönük ‘insani müdahale’ (yani yeniden sömürgeleştirme sonucunu veren müdahale) örneklerinde olduğu üzere, ABD emperyalizminin ve yerli hâkim sınıfların kıtadaki toplumsal mücadelelere dönük dolaylı ya da doğrudan saldırılarında bir yoğunlaşma söz konusu oldu. Venezüella, Bolivya ve Ekvador gibi toplumsal seferberliklerin ve direnişler sonucu radikalleşen siyasal iktidarların bulunduğu ülkelerde ise uzun zamandır iki seçenek söz konusu: Ya bu ülkelerdeki radikal toplumsal dönüşüm süreçleri daha derinleşerek kamulaştırma, işçi denetimi gibi hususlarda ekonominin ve sosyal güç ilişkilerinin temel mantığını dönüştürmeye dönük adımlar atılacak. (Bu elbette bu ülkelerde demokrasiyi ve aşağıdakilerin siyasal seferberliğini daha da geliştirmek demek) Ya da
rejimlerin Bonapartist ve bir tür ‘devlet kapitalisti’ karakteri derinleşecek. İkinci istikamete ilişkin işaretlerin (özellikle Venezüella’da) daha fazla olduğunu ne yazık ki kabul etmek gerek. Dahası mevcut kriz koşulları bu ülkelerin radikal dönüşümlere dair hareket alanını daha da daraltmakta. İşte geçtiğimiz yıl kitle mücadelelerindeki beklenmedik kabarış böylesi bir art alana sahip. Yaşanan bu göreli durulmanın ardından son bir küsür senede Şili’den Yunanistan’a, ABD’den İtalya’ya dünyanın birçok bölgesinde neoliberalizme ve piyasaların diktatörlüğüne karşı mücadele ve direnişler yoğunlaştı, giderek daha görünür hale geldi. Özellikle ABD’deki Wall Street’i İşgal Edin hareketi, Tahrir ile başlayıp sırasıyla İspanya’da Puarte del Sol, Yunanistan’da Sintagma ve İsrail’de Habima meydanlarında cisimleşen işgal/öfkeliler hareketlerini bir üst düzeye çıkartan, bu hareketi hemen bütün dünyaya yaygınlaştıran yeni bir merhale oldu. Öyle ki, örneğin ana akım medyada gündeme hiç gelmese de ‘işgal et’ hareketleri arasında en kitlesel olanlardan biri, Nijerya’da evlerde kullanılan likit gaz fiyatlarına yapılan desteğin kaldırılması üzerine
21
Tarihin Sonundan Devrimin Güncelliğine
22
gündeme gelen Occupy Nigeria hareketiydi. (Latin Amerika’da Şili haricinde bu dalgaya dahil edilebilecek ciddi eylemliliklerin gerçekleşmediğini, dolayısıyla yukarıda anılan olumsuz eğilimin halen cari olduğu not edilmeli). Bu dalganın bir önceki dönemde toplumsal mücadeleler açısından durağanlık içerisinde olan bir dizi alanı etkiliyor olması ise özellikle vurgulanmalı. Rusya bunlardan en önemlisi elbette. Ülkede seçimlere hile karıştırıldığı iddiaları üzerine harekete geçen ve ülkenin belki de 1990’lı yılların başında SSCB’nin yıkıldığı devirden beri gördüğü en büyük kitle hareketi, rakipsiz olmaya alışmış Putin’i önemli ölçüde sıkıştırdı. Oldukça heterojen olan hareketin Putin’in yeniden seçilmesi sonrasında nasıl bir evrim geçireceği, geleceğe dair anlamlı ve kalıcı izler bırakıp bırakmayacağı bir soru işareti. Ancak Rusya’nın toplumsal mücadeleler açısından bir ‘çöl’ olmaktan çıktığı da aşikâr. Hasılı, karşı karşıya bulunduğumuz eylemlerin coğrafi yaygınlığı, militanlık ve kitleselliği, bir uluslararası dalgayla karşı karşıya olduğumuzu, neoliberal kapitalizme karşı mücadelelerde niteliksel bir sıçramanın söz konusu olduğunu açıkça gösteriyor.
Mısır’dan ABD’ye bu hareketlerin bir dizi ortak karakteristiğini kısaca vurgulamak gerekiyor: Her şeyden önce bütün bu mücadelelerde, emek piyasalarını esnekleştiren, işsizliği yapısallaştıran ve eğitimi ticarileştiren neoliberal siyasetlerin geleceksizlik ve güvencesizlik cenderesine sıkıştırdığı gençlik kesimlerinin, kapitalist krizin yarattığı küresel ‘kayıp kuşağın’ ön planda olduğu görülüyor. Financial Times’tan Wall Street Journal ve Economist’e, burjuva matbuatın küresel ‘amiral gemileri’ dahi bu hususa parmak basıyor.[6] Tunus’un Sidi Bouzid kentinin genç eylemcilerinden Mısır’da devrimi başlatan gençlik örgütlerine, Portekiz ve İspanya’daki prekarite (esnek ve güvencesiz çalışma) karşıtı genç eylemcilerden Londra’da Muhafazakâr Parti merkezini basan öğrencilere benzer sorunlara yanıt arayan bir siyasal-sosyal aktör söz konusu. Bunun ardında, genç insanların topluma entegre olduğu ana kanallar olarak eğitim ve emek piyasasının ticarileşme ve esnekleşme cenderesinde giderek daha dışlayıcı bir karakter edinmesi var. Bunun sonucu da kitlesel düzeyde yaşanan hayal kırıklığı, güvensizlik ve elbette öfke oluyor. Bu halet-i ruhiye ve onu ya-
KRİZ ve DİRENİŞLER
ratan koşulların dünya ölçeğinde gösterdiği benzerlik alarm verici nitelikte. Bu noktada bir öğrenci-gençlik muhalefetinin ulusal çapta bir toplumsal harekete dönüşme kabiliyetinin şaşırtıcı bir örneği olarak Şili’ye kısaca da olsa değinmekte yarar var. Ülkedeki öğrenci hareketi sektörel bir mücadele olmanın sınırların çok ötesine geçerek neoliberalizme ve onu idare eden düşük yoğunluklu ‘demokrasiye’ karşı 1990’lerin başından beri görülmemiş ulusal çapta bir kitle seferberliği halini aldı. Şili, Pinochet döneminden itibaren dünya çapında en ‘özelleşmiş’ ve en eşitsiz eğitim sistemine sahip; öyle ki eğitim sisteminin adaletsizliği bazen ‘eğitsel apartheid’ olarak anılıyor. Eğitimin yeniden kamulaştırılması talebiyle seferber olan öğrenci hareketi hızla ülkedeki siyasal dengelere tesir eden devasa bir hareket halini aldı. Sekiz ayı bulan süreçte kırkı aşkın büyük gösteri düzenlendi (bunlardan bazısı 17 milyonluk ülkede 500 bini aşkın insanı biraraya getirdi). Neredeyse her güne yaratıcılık düzeyleriyle dikkat çeken bir ya da iki eylem sığdı ki böyle bir süreklileşmiş mobilizasyon hali ancak 1980’lerin ortalarındaki Pinoc-
het karşıtı eylemlerle kıyaslanabilir. En önemlisi de, yukarıda da ifade edildiği üzere, hareketin sektörel niteliğini hızla yitirerek bakır madenlerinin kamulaştırılmasından radikal bir vergi reformuna bir dizi sosyal talebi benimseyerek ülkedeki geniş kesimleri (sendikaları, başka toplumsal hareketleri) de kışkırtıp harekete geçirebilmesi oldu. Ağustos sonunda gerçekleştirilen 48 saatlik genel grev de bu yönelimin bir ifadesiydi. Şili’deki hareket Kolombiya ve Arjantin’de de benzer ama görece daha küçük öğrenci-gençlik muhalefetine esin verdi. Hareketin geleceği, sağcı Pinera hükümetinin müzakere teklifleri karşısında nasıl tutum takınılacağı, hareketin yaklaşan seçimlerde merkez sol tarafından yedeklenerek bağımsızlığını mı yitireceği, yoksa daha da radikalize mi olacağı soruları etrafında şekillenecek. Ancak şimdiden öğrenci-gençlik içerisinde merkez sol sosyalistler ve komünistlerden ayrı, bağımsız bir antikapitalist kanadın güçlendiği görülüyor. Bu ülkedeki radikal soldaki son yirmi yıllık dengeleri alt üst eden bir gelişme. Şili’den hareketin daha ‘global’ karakteristiklerine geri dönelim. Tahrir Meydanı’nda cisimleşen
23
Tarihin Sonundan Devrimin Güncelliğine
24
kamu alanlarının zapt edilmesi, aşağıdakiler lehine işgal edilmesi de bütün bu hareketlere özgü ortak bir taktik yönelim. Bu süreçte Tahrir, Mısır’ın çok çok ötesinde bir sembolik güce ulaştı ve uluslararası bir eylem biçiminin adı haline geldi. Keza, çeşitli sivil itaatsizlik formlarının ön plana çıktığını ve sosyal medyanın özellikle etkin bir biçimde kullanıldığı hemen herkesin ortak gözlemi. İnternetin kullanımı eylemcilere formel örgüt ve liderliklere bağımlı olmaksızın yatay ağlar kurma, eylemlerini koordine etme ve çağrılarını yaygınlaştırma imkânı verdi. Sosyal medyanın aktivistçe kullanımını, ‘facebook-twitter devrimi’ gibi medyatik saptırmalardan azade bir şekilde, kamu sahasının piyasalaşmış ve parçalanmış olmasına verilmiş etkili bir yanıt olarak da değerlendirmek gerekiyor. Ancak sosyal medyayı son bir senede yaşanan mücadelelerin ana aktörü haline getirmek arabayı atların önüne koymak gibi bir yere çıkıyor. Aslında söz konusu hareketleri (bilhassa Arap ayaklanmalarını) sosyal medyanın yarattığı şeklindeki indirgemeci medyatik algı, Vietnam Savaşı karşıtı kitle hareketinin müsebbibinin o dönem yaygınlaşan televizyon olduğunu iddia eden
muhafazakâr argümanı yeniden üretiyor. Doğrudan (ya da ‘gerçek’) demokrasinin hem bir talep hem de bir pratik olarak bir hayli popüler olduğunu da belirtmek gerekiyor. Neoliberal devirde mevcut ve müesses demokrasinin itibar yitimi ve yavanlığı karşısında hem İspanya’da hem Yunanistan’da meydanları büyük bir kolektif tartışma alanına çeviren ‘öfkeliler’, ‘gerçek’ ya da ‘doğrudan’ demokrasi talebiyle ortaya çıkıyorlar. Bologna’dan Roma’ya, İtalya’nın bir dizi kentinde büyüyen gençlik hareketi, işsizliği ya da güvencesizliği protesto etmekle yetinmiyor, ‘aşağıdan siyaset’ çağrısında bulunuyor. Demokrasi sorununun, sadece Tunus ya da Mısır gibi ‘azgelişmiş’ ve modernize edilmiş de olsa bir tür şark despotizminin söz konusu olduğu Batı dışı dünyada söz konusu olabileceği varsayımından hareket eden liberal banalliğe inat demokrasi, Avrupa’nın, ABD’nin göbeğinde bir tartışma ve mücadele konusu haline geliyor. ‘Gerçek’ ya da ‘doğrudan’ demokrasi talebi, finans kurumlarının, ‘piyasaların’, medyanın ve profesyonel siyasetçilerin hâkimiyetinin alternatifi olarak hem de kitlesel bir biçimde or-
KRİZ ve DİRENİŞLER
taya konuyor. Bu durum, demokrasi meselesinin önümüzdeki süreçte kapitalist küreselleşmeye karşı direnişlerin önemli bir unsuru olacağı ya da tersinden söylersek demokrasi mücadelesinin neoliberaizme karşı direnişten ayrı düşünülemeyeceği anlamına geliyor. Yine çeşitli ülkelerdeki eylemcilerin, aralarında somut örgütsel bir bağlantı olmasa da, kendilerini farklı ülkelerdeki mücadelelerle ortaklık içerisinde hissettikleri bir enternasyonalist halet-i ruhiyeye sahip oldukları söylenebilir. Dahası, geçtiğimiz yıl 15 Ekim’de 80 ülkede, 950 şehirlerde gerçekeştirilen gösterilerle uluslararası düzeyde bir hareketin belki de temelleri atıdı. Uluslararası alanda böyle başarılı koordine edilmiş bir ortak eylemlilik, 2003 yıında Irak’ın işgaline karşı eylemlerden beri gerçekleşmemişti. Böylesine enternasyonal mahiyeti haiz kitle hareketlerinin daha kısa zaman öncesinde bir hayli tartışılmış sosyal forumlara hiçbir referansta bulunmaması ise bir başka ilgi çekici husus. Bu durum bir önceki mücadele devresinin kapanmış olduğunun ve onun örgütsel formlarının bugünün ihtiyaçlarına tekabül etmediğinin açık bir ifadesi.
Aslında bu noktada, geçtiğimiz yıl uzun müddet gündemde kalan Occupy Wall Street (OWS) hareketine biraz daha yakından bakmak belki söz konusu hareketlerin daha genel anlamda ortaya koyduğu imkân ve kısıtlar hakkında aydınlatıcı olabilir. 1999’da Seattle ile başlayan toplumsal hareketlerdeki canlılık 11 Eylül sonrasında zamanla akamete uğradı. Savaş karşıtı hareketin etkileyici çıkışının ardından tedricen geri çekilmesi, siyasal atmosferin milliyetçi-muhafazakâr bir dalgayla zehirlenmesi ve belki de en önemlisi, toplumsal muhalefetin Bush karşısında Demokrat Parti adaylarını seçimlerde destekleyerek bağımsızlığını yitirmesi, toplumsal muhalefetin geri çekilmesine nedenlerindendi. Özellikle dinamik savaş karşıtı hareketin bir bölümünün ABB- Anybody but Bush, yani “Bush dışında kim olursa olsun” sözleriyle tarif edilen mantık çerçevesinde adeta Demokrat Parti’nin bir seçim aygıtı haline gelmesi, toplumsal muhalefetin paralize olmasıyla neticelendi. OWS hareketi işte bu ataleti dağıtan beklenmedik bir etki yarattı. ‘Sokak siyasetinin’ neredeyse muhafazakâr-sağ popülist Tea Party’nin (Çay Partisi) tekeline alınmış bulunduğu bir konjonktürde OWS, hızla
25
Tarihin Sonundan Devrimin Güncelliğine
26
ülke geneline yaygınlaşarak siyasal gündemin merkezine oturdu. OWS’nin belki de en önemli sonucu, toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliklerin uzun yıllar sonra ülkedeki kamusal tartışmaların ana gündemi haline gelmesini sağlamasıydı. Bir önceki radikalizasyon devresinden farklı olarak krizin açığa çıkardığı toplumsal tepkiler, OWS hareketinin çok daha geniş kesimlere seslenmesine olanak sağladı. Bu da onun görece az zaman içerisinde yaygınlaşıp kitleselleşmesini sağladı. Artık sadece OWS değil, Occupy Detroit, Occupy San Fransisco, Occupy Oakland vs. vardı… Hareket içerisindeki farklı kesimler ‘işgal et’ eylemlerine elbette farklı anlamlar yüklüyor ve ‘durumdan’ çok farklı ‘vazifeler’ çıkarıyorlar. (…)
Sosyal ve Siyasal Arasındaki Asimetri Bir yeni mücadele dalgası karşısındayız. Bu mücadeleler krizin akabinde sermaye lehine uygulanan politikalara karşı ilk kapsamlı meydan okumayı temsil ediyor. 2008’de kriz patlak verdiğinde hâkim olan huzursuz sü-
kûnete nihayet bir son veren direniş ve mücadelelerle karşı karşıyayız. Bunların son otuz yıla damgasını vurmuş sermaye yönelimli tek taraflı sınıf savaşına (neoliberalizme) bir nihayet verecek yeni bir radikalizasyon çevrimine yol açıp açmayacağını şimdiden bilebilmek güç. Ne kadar süreceği belirsiz bu çıkışın da konjonktürel dalgalanmaların neticesinde etkisini yitirmemesi, radikal/devrimci solun kendisini bu yeni dönemin ihtiyaçlarına ne kadar uyarlı kılabileceği ve ekolojik krizle bütünleşerek bir medeniyet krizine dönüşen kapitalist buhrana bütünlüklü bir antikapitalist yanıt geliştirebilme yeteneğine bağlı olacak. Yukarıda da vurgulandığı gibi neoliberalizm, ideolojik ve moral olarak geniş kitlelerce mahkûm edilir olsa da henüz ‘sokakta’ yenilmiş değil. Yaşanan onca mücadeleye karşın, uluslararası bağlamda güçler dengesinin halen emek güçleri aleyhinde olduğunu, ezilenler cephesinin savunma konumunda bulunduğunu vurgulamak gerekiyor. Bu bağlamda, emekçi ve ezilen kesimler nezdinde inandırıcı ve görünür olacak antikapitalist bir siyasal alternatifin şekillenmesi bugün giderek daha acil bir ihtiyaç halini alıyor. Kitle mücadelelerin-
KRİZ ve DİRENİŞLER
deki yükselişe karşın radikal sol örgütlerin üye sayısında ya da seçimlerdeki etkisinde bu yükselişin anlamlı bir karşılık yaratmıyor oluşu önemli bir parametre. Şu ya da bu ülkede radikal solun etkisi, gücü ya da oy oranı bir dönem için yükselişe geçse de bu sürekli bir eğilim halini almıyor. Bir başka radikalizasyon dönemiyle kıyaslarsak, 1968 ve akabinde kitle mücadelelerinin yükselişine kurumsal solun haricinde kalan radikal-devrimci sol akımların yükselişi eşlik etmişti. Oysa bugün böyle bir durumla karşı karşıya değiliz. Sosyal mücadelelerle bunların muhtemel siyasal karşılığı arasında ciddi bir senkronizasyon sorunu söz konusu. Aslında geçmiş dönemde belli bir kitleselliğe ulaşan ve toplumsal mücadelelerde etkin bir konum elde eden birleşik (yani farklı sosyalist-devrimci akımlardan oluşan) parti deneyimleri oluştu. Ancak bunların bir kısmı kurumsal siyasetçe ehlileştirilme ve bürokratikleşme basıncı altında sosyal liberalizme yöneldi ya da burjuva hükümetlerde yer alarak etkisizleşti (Brezilya’da Emekçiler Partisi-PT ya da İtalya’da Komünist Yeniden Kuruluş Partisi-Rifondanzione Communista en kritik örnek-
lerdi). Önemli bir kısmı ise bugün için siyasal özne sorununa dair genel çıkarsamalarda bulunmaya imkân verebilecek şekilde siyasal alanda sürekliliği olan bir büyümeye şahit olmadı ya da ciddi krizlerle sarsıldı (Fransa’da NPA, İskoçya’da Sosyalist Partisi, Portekiz’de Sol Blok, Türkiye’de Özgürlük ve Dayanışma Partisi). Bu durum komünist hareketin yeniden inşası-yapılanması sürecini kesintili bir karakter edinmesine yol açıyor. Toplumsal mücadelelerle siyasal alternatif, toplumsalla siyasal olan arasındaki bu bakışımsızlık nihayete ermek bir yana giderek daha akut bir hal alıyor. Hatırlayalım, Mısır ve Tunus örneklerinde de aslında bu husus, farklı bir bağlamda da olsa gündeme gelmişti. Yani Akdeniz’in güneyindeki iki ülkedeki devrim süreçlerinin en büyük zaafı olarak öne sürülen bir siyasal alternatifin yokluğu, siyasal planda ayaklanmaların daha da radikalleşmesine hizmet edecek siyasal aygıtların eksikliği meselesi aslında Akdeniz’in kuzeyinde de söz konusu. Yukarıda da ifade edildiği üzere, son yıllarda çok ciddi mücadelelerin yaşandığı Fransa ve Yunanistan gibi bir dizi ülkede sorun top-
27
Tarihin Sonundan Devrimin Güncelliğine
28
lumsal mücadelelerin yükselen düzeyiyle siyasal planda bu mücadelelerle etkileşim içerisinde olacak siyasal örgütlerin eksikliği ya da zayıflığı. Yani yükselen toplumsal mücadelelerin yarattığı yeni ihtiyaçlara karşılık verecek siyasal örgütlerin eksikliği Tunus ya da Mısır’a özgü olmaktan ziyade dünya çapında toplumsal muhalefeti karakterize eden ve elbet tartışılmaya muhtaç bir durum. Troçki’nin ‘önderlik krizi’ dediği durumun, yani ezilenlerin bizzat inşa edeceği bir siyasal alternatifin eksikliği meselesinin elbette çok farklı bir bağlamda yeniden gündeme gelişiyle karşı karşıyayız. Kitlelerin kurumsal sola güven duymadığı, sendikal hareketin muazzam bir itibar kaybıyla karşı karşıya olduğu koşullarda, şu an sermaye lehine olan güçler dengesinin ancak aşağıdan ve kurumsal siyasal kanalların dışında olmak manasında ‘spontan’ denebilecek hareketlerin ‘patlak vermesi’ ile değişebileceğini söylemek mümkün. Bu ‘kendiliğinden’ kabarışlara kulak kesilmek; ancak orta ve uzun vadeli bir inşa perspektifi olmaksızın bu patlamaların hızla sönümlenebileceğini de gözönünde bulundurmak gerekiyor. Neticede bu durum, yaşanan
kitle mücadele ve direnişlerinin hayli ‘kesintili’ ve ‘dalgalı’ bir karakter edinmesine de yol açıyor. Bilhassa Avrupa’da belli bir neoliberal karşı-reform paketine karşı bir süre için belki son yirmi yılla kıyaslandığında çok ciddi kitle seferberlikleri yaşanabiliyor. Ancak bu hareketler kalıcılaşamıyor, süreklileşemiyor. Mevcut siyasal güçler dengesi üzerinde kalıcı etkiler bırakamıyor. Böylesi büyük mücadelelerin gündeme geldiği başka tarihsel aralıklarda bunların etkisi ‘merkez’ siyaset nezdinde dahi anlamlı izler bırakabiliyordu. Oysa bugün böylesi bir durumla karşı karşıya değiliz. Örneğin Avrupa’nın bir dizi ülkesinde gündeme gelen küçümsenmemesi gereken kitle mücadeleleri sosyal demokraside görece sola doğru bir kaymayı gündeme getirecek bir basınç oluşturamıyor. Mesela Fransa’da 2010 yılının sonbaharında emeklilik ‘reformuna’ karşı milyonları sokağa döken uzun soluklu mücadelenin Sosyalist Parti’nin başkan adayı belirleme yarışına etkisi çok cılız oluyor ve neticede partinin Sarkozy karşısına çıkartacağı aday ‘sol’ değil, daha fazla ‘rekabet ve esneklik’ amentüsünden zerre taviz vermeyen ‘sağ’ kanattan (François Hollande) çıkıyor yine
KRİZ ve DİRENİŞLER
(adı taciz skandalına karışmasaydı bu aday muhtemelen IMF eski başkanı Kahn da olabilirdi). Yani toplumsal mücadeleler bir reaksiyon, bir ‘patlama’ düzeyinde kalıyorlar. Bu önceki yıllarda Fransa ya da yakın zamanda İngiltere’de görülen ‘banliyö gençliği’ ayaklanmalarıyla sınırlı bir durum değil sadece. Toplumsal muhalefetin siyasal güç dengelerinde ‘kalıcı’ etkilerde bulunamaması önümüzdeki dönemin temel bir sorun alanı olacak gibi görünüyor. Bu bağlamda sosyalist hareketin bütün dünyada bir önceki döneme ait kesinlikleri sorgulaması gerekiyor. Yani radikal solun kendisini kriz ve toplumsal ‘iç savaş’ koşullarına daha uyarlı hale getirmesi gerekiyor. Toplumsal direniş ve mücadelelere kendisini daha fazla bırakması, oralardan neşet edecek yeni deneyimlerle harmanlanması, oraya yaslanması icap ediyor. Bunlar olmadığı takdirde toplumsal mücadele ve direnişler bir siyasal alternatiften yoksun kalacaklar. Dolayısıyla bunlar kendilerini ancak ‘banliyö ayaklanmaları’ misali, patlamalarla ifade edecek ama her patlamanın ardından bir ‘normalleşme’ gelecek, düzen hâkim
olacak. Radikal sol ise sürekli olarak iyice marjinalleşme, etkisizleşme tehdidiyle karşı karşıya kalacak. Yukarıda da ifade edildiği gibi, bir dizi örnek, sol siyasal yapıların ve elbette mevcut haliyle sendikal örgütlenmelerin geniş kitleler nezdinde eyleme geçirici olamadıklarını ortaya koyuyor. Sendikal bürokrasiler bir önceki dönemde kendilerini idare eden ‘sosyal diyalogcu’ çizgilerinde toplumsal dokuyu lime lime eden kriz karşısında da ısrar etmeye devam ederek zaten ciddi bir itibar kaybıyla karşı karşıyalar. Fakat görünen o ki bu bürokrasileri eleştiren radikal sol dahi sermayenin çok şiddetli saldırısı karşısında bir yanıt oluşturamıyor, geniş kitlelere inandırıcı alternatif bir seçenek sunamıyor. Son otuz yılın toplumsal konsensüsünü tarumar eden neoliberal taarruz karşısında anlamlı bir politik yanıt üretemiyor, bir savunma mevzii oluşturamıyor. Dolayısıyla da toplumsal tepki sol siyasetin mevcut kanallarının dışında gelişiyor, sol gelenek ve ritüellerden farklı bir karakter ediniyor. Yanlış anlaşılmasın: Kendini radikal solun mevcut yapıları aracılığıyla ifade etmese de mevcut hareketin kökleri elbette bu solun eksiğiyle gedi-
29
Tarihin Sonundan Devrimin Güncelliğine
ğiyle yarattığı radikal birikimde yatıyor. Hiçbir şey sıfırdan başlamıyor elbette. Ancak kriz ve sermayenin saldırısı karşısında doğan toplumsal öfkenin açığa çıkacağı, kendisini ifade edeceği ‘başka’ kanallar da aradığı aşikâr.
30
Bu bağlamda, radikal solun, hâkim sınıfın temsilcisi olagelmiş siyasal partilerin temsil krizine ve dolayısıyla da mevcut siyasal-sosyal düzenin meşruiyet krizine geniş kesimler nezdinde anlaşılabilir bir alternatifle karşılık vermesi gerekiyor. Gün kuru bir ‘direnişçilik’ ile iktifa edecek gün değil. Hatırlanacağı üzere, 1980’lerdeki neoliberal saldırıya karşı radikal sol derin bir stratejik açmazla karşı karşıya kalmıştı. 1990’ların ortasında ise canlanan toplumsal hareketlerle birlikte direnişlerin, toplumsal hareketlerin ya da ‘hareketlerin hareketi’nin kendi kendisine yeterli olacağı ve ‘siyasal’ olanın göz ardı edebileceği görüşü yaygınlık kazandı. Geçmişin partiyi ya da devrimci iktidarı toplumsal dönüşümün temel dinamiği addeden ‘siyasal yanılsamasına’ simetrik bir ‘sosyal yanılsama’ bu dönemde yaygınlık kazandı. ‘İktidarı almadan dünyayı değiştirme’ formülasyonu bu yanılsamanın belki de
en radikal ifadesiydi. Seattle (1999) ve Porto Allegre’deki ilk sosyal forumun (2001) ardından şekillenen ve Daniel Bensaid’in ‘toplumsal hareketlerin ütopik uğrağı’ dediği süreçte toplumsal hareketlerin kendi kendine yeterliliği hususundaki bu yanılsama iyiden iyiye yaygınlaştı. Oysa siyasal-stratejik olanı göz ardı eden bu toplumsal hareketler/direnişler vurgusu, tam da sosyal hareketlerin kopuşçu bir siyasal perspektif veya strateji yokluğunda karşı karşıya bulunduğu kesintiye uğrama, soğurulma, sisteme eklemlenme, bürokratikleşme ve lobici bir siyaset etme biçiminin esiri olma gibi riskleri göz ardı ediyor. Bu dönemde Latin Amerika’daki kimi siyasal başarılar (Venezüella ve Bolivya) dışında söz konusu mücadelelerin çoğunlukla yenilgiyle sonuçlandığını unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla bugün siyasal olanın ya da ‘stratejik uğrağın’ geri dönüşü anlamına gelecek bir tartışmaya acilen yeniden ihtiyacımız olduğu aşikâr. 1980’lerden itibaren dünyada radikal solun başına musallat olmuş stratejik tutulma aşılamadığı takdirde karşı karşıya olduğumuz kapsamlı saldırıya karşı bütünlüklü bir yanıt verebilmek mümkün olmayacaktır.
KRİZ ve DİRENİŞLER
Kestirmeden ifade etmek gerekirse, mevcut mücadele ve direnişler belli bir siyasal alternatif, yani bir karşı-hegemonya etrafında ortaklaştırılamazsa geri çekilme, hatta yenilgi mukadderdir. Bugün Yunanistan’da uygulanan tipte ‘şok terapilerin’ yerleşikleştiği, başarılı olduğu yerlerde solun ciddi bir yenilgiyle karşılaştığını, siyasal ve toplumsal alandan silindiğini hiç değilse kendi deneyimimizden biliyoruz. Bugün Türkiye’de radikal solun ve işçi sınıfı hareketinin içerisinde bulunduğu sefaletin köklerinin bir kısmını da 2001 krizinden mağlubiyetle çıkmamızda, hatta büyük ölçüde savaşmadan mağlup olmamızda aramak gerekmez mi? Tunus ve Mısır devrimlerinin tetiklediği bölgesel ayaklanmalar süreci, Bahreyn’deki halk hareketinin Suudi desteğiyle bastırılması, Libya’daki ayaklanmanın emperyalist müdahaleyle çarpıtılması ve son olarak Suriye’deki diktatörlük karşıtı meşru ayaklanmanın emperyal merkezler ve bölgesel aktörlerce hızla bir ‘vekâleten savaşa’ dönüştürülmesi tehdidiyle beraber hızını kaybetmiş durumda. Cin bir kez şişeden çıktıktan sonra ne olacağını kestirmek güç elbette; ancak Tunus ve Mısır’da dahi,
halk hareketlerini bastırmak ya da soğurmak gayesindeki düzen güçleri inisiyatif kazanmış görünüyor. Gene de kapitalist kriz bağlamında örneğin Mısır’da Yüksek Askeri Konsey ve Müslüman Kardeşler arasındaki gerçekleşmekte olan güç paylaşımının hareket alanını olduğundan büyük de sanmamak gerek. Tahrir Meydanı’nda her büyük kitlesel gösteri hâlâ ya yeni bir hükümete ya da düzen güçleri adına bir geri adıma yol açabiliyor. Ancak bu iki ülkeden ve onların tetiklediği süreçten yeni devrin her derdine derman olmasını beklemek de abes. Arap ayaklanmaları süreci kapitalist kriz koşullarındaki yeni bir mücadeleler sürecinin işaret fişeği oldular; verdikleri cevaplardan çok gündeme getirdikleri sorularla anılmayı hak ediyorlar. Rosa Luxemburg’un zamanında Ekim devrimi için yazdıklarından hareketle “Tunus ve Mısır’da sorun ancak ortaya konulabilirdi. Sorun Tunus ve Mısır’da çözülemez.” [7] Dolayısıyla bön bir iyimserliğin zamanı değil. Tersine, 1990’lı yıllardan itibaren başımıza musallat edilen ‘liberal iyimserlik’ karşısında bütünüyle kuşkuda olmak gerekiyor. Radikal sol ya da sosyalizm davası adına bir ye-
31
Tarihin Sonundan Devrimin Güncelliğine
32
niden yapılanma döneminin başında olsak da unutmamamız gereken çifte bir yenilgiden çıkıyor, çıkmaya çalışıyor oluşumuz. Yani bir yandan 1917 ile açılan tarihsel sürecin yenilgisi söz konusu, diğer yandan da son yirmi yılın tüm neo-liberal karşı ‘reformları’ karşısında toplumsal hareketlerin ve solun yenilgisi. Son on yılda yaşanan tüm olumlu gelişmelere karşın bu iki yenilgiden tam anlamıyla hâlâ çıkamadık. Bu yenilgilerin etkisi altında geniş kitlelerin, kendi kolektif güçlerine güvenleri önemli ölçüde yitmiş ve dahası kapitalizmin bir alternatifi olabileceğine inancı kalmamış halde. Frederic Jameson’ın artık meşhur olan ifadesiyle hepimiz “insanlığın sonunu düşünebiliyor ama kapitalizmin sonunu tasavvur edemiyoruz.” Dolayısıyla, hele kriz karşısında, tarihin safımızda olduğu, kimi kazaları saymazsak her şeyin olması gerektiği gibi ilerlediği anlayışını süratle terk etmek gerekiyor. Tarihin ‘yasa’larına ya da ‘normal’ akışına bel bağlayan bir iyimserlik ‘felaket’ karşısında elimizi kolumuzu bağlayacaktır. Aşağıdakilerin mücadele gücüne değil de tarihin ‘doğal’ seyrine yaslanan bön bir iyimserliğin karşısında ‘devrimci kötümserlik’ olarak tanımlanabilecek bir
anlayışa dayanmak gerekiyor. Burada kastedilen siyasetten, yani toplumsalı dönüştürme çabasından sarfınazar etmeye götürecek bir kötümserlik değil elbette. Michael Löwy’nin deyimiyle, “bu kötümserlik elbette ki, olabileceklerin en kötüsünü boyun eğerek kabullenmek değildir. ‘Tarihin doğal seyrine’ güvenilmediği, herhangi bir galibiyet güvencesi olmaksızın akıntıya karşı yüzmeye hazırlanıldığı anlamına gelir. Devrimciyi harekete geçiren, hızlı ve kesin bir zafere dönük teleolojik inanç değil, canla başla ve sarsılmaz bir iradeyle mevcut düzenle mücadele edilmeksizin insan adına layık biçimde yaşanamayacağına dair derin kanıdır.”[8] Bu anlamda ‘devrimci kötümserlik’, tarihin ‘doğal’ akıntısına değil de sadece aşağıdakilerin kendi kaderlerine sahip çıkma doğrultusundaki enerjilerine, mücadelelerine dayanır. Felaket yanı başımızda ve ancak hep beraber imdat frenine asılmayı başarabilirsek felaketi önleyebiliriz. Ancak klişe tabirle bardağın dolu tarafı da var. Kapitalizmin krizi toplumsa mücadelelerden bağımsız, steril bir fanusta cereyan etmiyor. Kitlelerin aşağıdan basıncı giderek daha fazla hisse-
KRİZ ve DİRENİŞLER
diliyor. Arap devrimci sürecinin bunca ilham ve özgüven verici oluşunun ardında dünya çapında geniş yığınların mücadeleyi artık ‘gerçekçi’ bir seçenek olarak görmeye başlamasının payı yok mu? Yani son otuz yılda başımıza musallat olmuş yılgınlık atmosferi dağıtılabilir. Son bir küsür yılda edinilmiş çok kıymetli deneyimler var. Bunların üzerine sağlam basmak gerekiyor. ‘Uzun’ 2011’in en büyük kazanımı ise devrimin yeniden bir ‘güncel’ seçenek olarak düşünülür hale gelmesi, devrimin yeniden tahayyül dünyamızın bir parçası haline gelmeye başlamasıdır. Jameson’a dönersek, kapitalizmin nihayet sonunu düşünebilmek dahi devasa bir adımdır.
[2] Walter Benjamin, Pasajlar, çev. Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1992, s. 43. [3] Aktaran Eric J. Hobsbawm, Fransız Devrimi’ne Bakış İki Yüz Yıl Sonra Marseillaise’in Yankıları, çev. Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008, s. x. [4] Daniel Bensaid, Marx Kullanım Kılavuzu, çev. Volkan Yalçıntoklu, Habitus Yayıncılık, 2010, İstanbul, s. 175. [5] Mike Davis, “Spring Cononts Winter”, New Le Review 72, Kasım-Aralık 2011. [6] Örnek olarak bkz. “e jobless summer,” Wall Street Journal, 1 Temmuz 2011; “Youth unemployment: A lost generation,” Economist, 5 Temmuz 2011; Peter Coy, “e youth unemployment bomb,” Bloomberg Businessweek, 2 Şubat 2011; “Why the world’s youth is in a revolting state of mind,” Financial Times, 18 Şubat 2011.
Dipnotlar:
[7] Rosa elbette Tunus ve Mısır değil, Rusya’dan bahsediyor. Bkz. R. Luxemburg, Siyasal Yazılar 1917-1918, çeviren: Zafer Üskül, V Yayınları, Ankara, 1989, s. 96.
[1] György Lukacs, Lenin’in Düşüncesi Devrimin Güncelliği, çev. Ragıp Zarakolu, Belge Yayınları, İstanbul, 1998, s. 7-12.
[8] Michael Löwy, Sabah Yıldızı Gerçeküstücülük ve Marksizm, çev. A. Aydın-U. Aydın, Versus Kitap, İstanbul, 2009, s. 8-9, 52-54.
33
N İ N E Y A M S ER
i Z İ R K
Harvey ile Devrimi Yeniden Düşünmek Üzerine "Sosyal Adalet ve Şehir", "Umut Mekanları" ve "Yeni Emperyalizm" gibi kitapların da yazarı olan Marksist akademisyen-düşünür David Harvey, Mark Fischer ile günümüz ekonomik krizi, krizin geleceği ve bugün devrimci hareketlerin izlemesi gereken yola dair bir söyleşi gerçekleştirdi. Marksizm'e yönelik ilginin şu günlerde arttığını belirten ve "kendiliğinden" hareketlerin önemine vurgu yapan Harvey, krizin olası yeni merkezi olarak da Çin'i işaret ediyor.
- Hem Marksist olan, hem Marksist olmayan bakış açısına sahip olan birçok yorumcu şu anki krizi öngörmüştü. Ancak bu noktada sizi şaşırtan nitelikler var mı? Krizin kendisini sunuşuna dair beni şaşırtan bir şey, insanların krize aşırı dar görüşlü olarak bakması. Sadece kendi arka bahçelerinde oluyormuş gibi görüldü -ve hatta kendi bahçelerinin sadece bazı kısımlarında . ABD'de bazıları krizin bittiğini söylüyor, çünkü borsa dirildi. Bu durumun nedeni, bir sınıfın kri-
KRİZ ve DİRENİŞLER
zin tanımlanmasındaki saptırmasında saklı. Bu, sermayenin başarılı olduğu anlamına geliyor. Ancak örneğin peki ya işsizlik ve eksik istihdam? -Amerika nüfusunun yaklaşık beşte birini etkileyen müsibet.
coğrafi olarak yakınındakilere kaydırıyor, böylece kriz bir görünümden diğer görünüme taşınıyor. Gelişiminin bir evresinde, kriz kârın azalması gibi görünebilir, çünkü sermaye görece olarak emekten zayıftır.
Eee, krizin sona ermesine dair düşünce nereden geliyor? Bunun en ufak bir geçerliliğinin olması şaşırtıcı. Bu durum, ekonomi basınının borsadaki bir yükselişi krizin bitmesi ile eşdeğer tuttuğunda buna gerçekten inanması gibi. Doğrusunu isterseniz, kriz aslında yayılıyor ve derinleşiyor. Bu nedenle beni şaşırtan şey bu krizin niteliğinin açık ve netliği ve -çelişkili bir biçimde- insanların kriz burunlarının dibine geldiğinde dahi ne olduğunu ve neden olduğunu kavramak konusundaki acizliği.
Şimdi aklı başında olan hiç kimse günümüz krizini emeğin çok fazla güçlü olduğu fikrine bağlamayacaktır. 70'lerdekinin aksine, şu sıralar açgözlü birliklerin bu suçlamayı yaptığını duymadım. O zaman, krizin gerçekten emek piyasasında ve işçilerin kontrolünde olduğunu söyleyebilirdiniz. O gün bugündür, üretimin bazı aşamalarının ülke dışına taşınması ve teknolojik değişimler yoluyla işçi sınıfının kitlesel olarak terbiye edilmesinden bıktık. Bu "barışçıl" süreç işlemeseydi, Margaret Thatcher, Ronald Reagan ve general Pinochet gibi insanlar bunu şiddetle yapmayı "keşfedecekti".
- Krizlerin kaynaklarını çoklu çelişkilerde, sermayenin faaliyetinin yabancılaşan bir sosyal yapı olarak kendi kendini çeşitli Emeği terbiye edebilirsiniz, ama biçimlerde sınırlandırmala- bu efektif talepte açık yaratır. rında görme eğilimindesiniz. Sonra ortaya çıkan soru, ücretler Mevcut krizin almış olduğu şe- yükselmezken ürünlerinizi nasıl kille bunun doğruluğunun ka- satacaksınız sorusudur. Tercih nıtlandığını düşünüyor edilen yanıt herkese kredi kartı vermekti. Böylece borç ekonomusunuz? Analiz çalışmalarım bu doğrultuda, aynı şekilde sermaye krizi
misi yaratılmıştır, hane halkı giderek daha fazla borçlu hale gelir. Ancak bu süreci yönetmek
37
Harvey ile Devrimi Yeniden Düşünmek Üzerine
için, borcu idare etmeye başlayacak finansal kuruluşlara ihtiyaç duyarsınız. Bu nedenle şu anda mali güç sorununun perde arkasında etkili bir talep problemi mevcut.
38
Bu sebeple bu kez krizin tezahürü farklı. Benim savım her zaman, krizi "tek kurşun teorisi" (Kennedy suikastine hem Kennedy'nin, hem de vali John Connally'nin tek silahtan çıkan tek bir kurşunla vurulduğuna dair teori, ç.n.) ile inceleyeyeceğiniz. Her zaman onun dinamik gelişimine bakmalısınız, bir alandaki görünümünden bir diğerine hareketine. Bir uğrakta, düşük tüketim sorunu gibi görünebilir (halihazırda tartışma ciddi bir problem olarak düşündüğüm düşük tüketime dair). Devam ediyor ve kendisini bir kâr azalması sorunu olarak sunuyor. Daha sonra, düşen kâr oranı olarak beliriyor (kârlar, etkin talep olmamasının da aralarında olduğu binbir türlü gerekçeyle düşebilse de, alışılagelmiş Marksist teoride kısıtlı, teknik bir anlamı olan). Kriz mefhumunu, sistemin her tarafına yayılmış olarak görüyorum. Bu bağlamda, Marx'ın sınırlar ve engellerden bahsettiği Grundrisse'de kullandığı bazı ifadelerle epey ilgileniyorum. Akıl almaz
derecede dinamik bir sistem olarak sermaye, gelişimi önündeki sınırlara tahammül edemez. Bu sınırları aştığı ve alt ettiği engellere dönüştürür. Kriz teorisinin, hareketli (seyyar) kriz biçimi fikri etrafından yeniden yazılması gerektiğini düşünüyorum. Ben buna, hareketli şölene karşıt olarak hareketli kıtlık diyorum. Bir dakikada bu kredi kıtlığı iken, bir sonraki dakikada emek piyasasasında kıtlıktır. Bu, hammadde kıtlığı da olabilir, bu nedenle teknolojik değişimle aşılması gereken doğa tarafından dayatılan bir sınır da olabilir. Söz konusu durumu tarihsel olarak birçok kez gördük. Benim kriz teorim bu hareketle çok fazla ilgili -Sermayenin Gizemi kitabımda, bunu çok daha fazla belirginleştirdim ve umuyorum ki geniş okuyucu kitlesi için oldukça anlaşılır hale getirdim. Amacım, bir hayli karmaşık kitaplardan çevremizde ne olup bittiğini açıklığa kavuşturacak ve krizlerin ortaya çıkacağı çeşitli biçimleri gösterecek ana fikirleri basit bir yolla su yüzüne çıkarmaktı. Kesinlikle söyleyebileceğimiz şey krizin sistemin kendine özgü hastalığı olduğu. Bu krizin, kapitalizmi topyekün başımızdan atmadığımız sürece bir bakıma bir
KRİZ ve DİRENİŞLER
sonrakine zemin hazırladığını açığa çıkaracağız. Düşündüğüm, hepimizin diriltmesi gereken bir tasarım -uzak değil, yakın gelecek için.
- Bunun zaman çizelgesi, sizin kapitalizmin hangi aşamada olduğunu düşündüğünüze bağlı. Kapitalizmin, üretici güçleri, dünya piyasasını ve küresel bir işçi sınıfını geliştirmek konusunda hâlâ ilerici görevi var mı, yoksa yolun sonunda mı? Kapitalizmin sonundan veya son aşamalarından bahsetmenin her zaman için kötü bir fikir olduğunu düşünüyorum. Sermaye çok akışkan ve yaratıcı bir sistemdir. Tarihte, daimi olarak devrimci güç olmuştur. Dolayısı ile kapitalizme içkin olan devrimci dönüşümler hâlâ dünyayı kökten farklı yöntemlerle yeniden şekillendirmeye muktedir. Bunlar, sizin veya benim memnuniyetle karşılayacağımız ya da üzerinde yaşamayı isteyeceğimiz bir dünyayı yaratacak yöntemler olmayabilir. Bu takdirde, kapitalizm uzun süren bir tarihsel süreçte ayakta kalabilir mi? Cevap: evet, kalabilir, ancak ne pahasına? Örneğin, büyüme hatrına büyümenin giderek daha büyük bir
problem haline geldiğini düşünüyorum. Sermaye, her zaman daha çok değerle neticelendirmeniz gerektiği anlamına gelen artı değer üretimi ile ilgilidir. Daha fazla değer, sistem tarafından kolaylıkla soğrulmak yerine, dolaşımda olmalı. Kapitalizm, büyümenin toplumsal, siyasi ve çevresel bedeline bakılmaksızın iyi ve kaçınılmaz biçimde gerekli olduğunu otomatik olarak düşündürecek kadar çok hegemonik -ekonomik ve kültürel olarak- olagelmiştir. Büyümemiz sıfır olduğunda doğası gereği krizdeyizdir: herkes panikler ve onu yeniden başlatmaya öncelik verir. İnsanların bahsettiği istenilen en küçük büyüme oranı yüzde 3. Tarihsel olarak 1750'den veya o civardaki yıllardan beri, sermaye ortalama olarak yıllık yüzde 2.25 civarında büyümüş. Bunun için göz önüne aldığımız yıllık bileşik büyüme oranı yüzde 3. Bunun, kârlı yatırım fırsatları açısından ne anlama geldiğini kendinize sorun. 1970'te ürün ve hizmetlerin toplam hacmi göz önüne alındığında, bu her yıl muhtemel 0.4 trilyon dolarlık yeni yatırım fırsatları bulmak zorunda olduğunuz anlamına gelirdi. Şimdi bu 1.5 trilyon dolar tutacak. 2030 yılı için yıllık 3 trilyon dolar yeni
39
Harvey ile Devrimi Yeniden Düşünmek Üzerine
yatırım fırsatından söz ediyoruz. Bu üretim fazlaları için kârlı pazarlar bulma olasılığının giderek azalmaya başlıyor göründüğü bir yere hapsolmuş durumdayız.
40
1970'lerden beri, sermaye sonuç olarak zorluklarla karşılaşmıştır. Aslında, insanların ihtiyaç duyduğu gerçek şeyleri yapmak üzere yatırımda bulunmamış, varlık, mülk veya borsalara yatırım yapmıştır. Böyle borsalar garip bir Ponzi (Ponzi Schme: Kısacası, bir nevi saadet zinciri, ç.n.) karakterine sahiptir. Birileri borsaya yatırım yaparak topu yuvarlamaya başlar. Hisse değeri yükseldikçe yükselir, bu nedenle insanlar "Bu, para kazanmak için iyi bir yol -Tekrar yatırım yapacağım" diye düşünür ve borsa daha da yükselir. Aynı kırılgan süreç, emlak piyasasının da gerçeğidir. Bir varlık piyasası, maddi mallar piyasasının olduğu şekilde şeffaf değildir, diyelim ki otomobiller, çok farklı bir karaktere sahiptirler. Böyle piyasalara çok daha fazla sermaye yatırılır, sonuçta bu varlık balonlarına sahip oluruz. Elektroniğe dayanan yeni 1990'lar ekonomisi çakıldığında, çok zenginler sanat piyasalarına ve buna benzer şeylere girerken insanlar emlak piyasasına girdi. Ekonomi, insanlar için
işlevli olan gerçek şeyler yapmak konusunda çok daha az örgütlüdür. Bu, daha fazla bir biçimde gerçekte başka hiçbir şey yapmaksızın, para yaratacak yatırım planlarıyla ilgilidir. Benim özen gösterdiğim nokta, kapitalizmin tarihinde yüzde 3'lük bileşik büyümenin belirsiz süreyle sürdürülmesinin giderek daha az olanaklı olduğu bir dönüm noktası olarak adlandırdığım şey. Bu, tarihi bir tercihle karşı karşıya olduğumuz anlamına geliyor. Kapitalizmi başımızdan atmak üzere örgütlenebiliriz veya kapitalizm zirve yapan, kabaran ve patlayan yeni, daima soyut aktif piyasaları bulmayı sürdürebilir. Bugün bahsettikleri önemli şey karbon piyasası. Vadeli hava işlemlerine yatırım yapabilirsiniz. Olağanüstü, hayali ve kurgusal yatırımlar dünyasında yaşıyoruz. İnsanlar açlık çekerken ya da günde iki dolarla yaşamaya çalışırken, başkaları söz konusu kurgusal yatırım pazarlarında ticaret yaparak inanılmaz miktarlarda paralar kazanıyor. Sadece geçen yıl, beş yatırım fonu yöneticisinin her birinin geliri bir yıl için 3 milyar dolar oldu. Tüm bunlar olurken, Haiti'de buna eşlik eden depremden önce bile tarihteki en korkunç yoksulluğa
KRİZ ve DİRENİŞLER
doğru hızla geriliyordunuz. Ne biçim bir dünyada yaşadığımızı sorgulamalısınız.
bir gelecekte İngiltere için de sınav konusu olacağını düşünüyorum.
Bu nedenle, evet, sermaye tutunabilir, kendini koruyabilir ve hatta geliştirebilir -aslında kriz aracılığıyla ziyadesiyle zenginleşiyorlar. Bununla birlikte, belli bir noktada insanlar gitgide artan sınıfsal kutuplaşmayı göz önüne alacaklar, "artık yeter" diyecekler ve buna dair bir şeyler yapacaklar.
ABD'nin devlet borcu sorgulanacak. ABD ile ilgili gerçekten enterasan olan şeylerden biri şu ki, ülkedeki borçların hepsini -federal, devlet, şirket ve birey borçları- üst üste koysaydık, bunun yüzde 40'ını mortgage piyasası oluşturacaktı. Krizin buraya odaklanmış olmasının nedeni de bu.
- Yakın vadeden orta vadeye kadar yeni bir çöküşten korunmak üzere yeterince sermaye çıkarılmış durumda mı? Bunu söylemek çok zor. Sermaye, krizlerde geziniyor dediğimde bu, bir dahakinde nereye gideceğini görebildiğimiz anlamına gelmiyor. Yunanistan patlak verdiğinde ve büyük bir sorun haline geldiğinde biraz şaşırdım. Ancak bu, bir dereceye kadar bankacılık sektörünün ve finansal kuruluşların sağlamlaştırıldığını belli etti. Söz konusu unsurlar, onlara mali destek veren devlet gücüyle sağlamlaştırıldı. Böylece kriz bankalardan devlet borcuna kaydı. Şimdi bunu Yunanistan, İspanya, Portekiz ve İrlanda'da görüyoruz. Ve dış borcun çok da uzak olmayan
Krizin bir dahaki sefere nereye gideceğini bilmiyorum, ancak gerçekten endişelendiğim yerlerden biri Çin. Bu ülke konusunda uzman değilim, ama hakkında duyduğum her şey geçen yıl Şangay'da emlak fiyatlarının ikiye katlanması gibisorunların mayalandığı belirtisi gösteriyor. Ülkede devam eden bir emlak artışı var; ABD'deki gibi ve son on yıl boyunca İngiltere'de olduğu gibi. Krizi bertaraf etme yöntemlerinden biri, kentleşmeye yapılan büyük çapta yatırımlar. Bunların bazıları sağlam altyapı yatırımları -yüksek hızlı tren, yeni otoyol sistemi, bayındırlık işleri ve buna benzer şeyler. Geri kalan kısmı arazi iyileştirmesi. Çin, yüzde 10'luk büyümeyle gürlüyor ve herkes Çin'in krizden sebeplendiğini söylüyor. Ancak
41
Harvey ile Devrimi Yeniden Düşünmek Üzerine
aslına bakarsanız izlediği yol bana göre çok tehlikeli görünüyor. Çin'de gerçek bir masraf kısma görürsem hiçbir şekilde şaşırmayacağım -özellikle ABD mübadele ilişkisinde ısrar ederse ve böylece piyasaya dengesizlik getirirse. Bu nedenle Doğu Asya'da ne olup bittiğini dikkatle izleyeceğim. Orası, krizin bir başka basamağının başlayabileceği bir yer -kapitalizmin şimdilik toparlanıyor göründüğü yerin ta kendisi.
42
- Solun krize karşı tepkisiyle cesaretleniyor musunuz? Solu bazen çok muhafazakar buluyorum. Krizi yorumlayışındaki çözümsel çerçevede bazı gerçek problemler var. "Gizem"in (yeni kitabı Sermayenin Gizemi'ne göndermede bulunuyor, ç.n.) amaçlarından biri, bir alternatif için çabalamak ve bunu tasarlamak. Burada irdelenecek teorik bir problem var ve buna dair umut veren bazı girişimler görüyorum. Fakat ortada yaygın tepki ve kitle tepkisini neyin üzerine inşa edebileceğimiz sorunu var. Bakacağım tarihsel örnek 1929 ABD'si ve borsanın çöküşü. Toplumsal hareketler, 1933'e dek gerçekten hareketlenmedi. Krize verilen ilk tepki, olduğu yerde
beklemek ve gitmesini ummak oluyor. Ama 1933'te Roosevelt bir şeyler yapmak zorundaydı. İstesin ya da istemesin, harekete geçmeliydi, çünkü çok düzenli sol güçler tarafından sıkıştırılıyordu. Sol, patlamayı bekleyen bir barut fıçısıydı. Bu sürecin ilk aşamalarındayız. Sistemin meşruiyeti, düzlüğe çıktığımıza dair hikâyelerce destekleniyor: çünkü borsa kurtarılmış, en kötüsü atlatılmış durumda. Kriz vurduğu zaman, insanların ellerindeki tutmaya çalışmasının neredeyse kaçınılmaz olduğunu söylüyorum. Sadece, insanlar ellerindekini daha fazla tutamayacaklarına ikna olduklarında yükselen bir politik hareket görürsünüz. Bunun bazı yerlerde başladığını görüyorum. Olasılığı çok heyecan verici, ancak bu Marksistlerin heyecan verici olayın ne olduğunu açık biçimde ifade etmelerine ve uğruna savaşılmasında kullanılması gereken enerjiye bağlı.
- Bu işaretler, aktör sorununu ortaya çıkarıyor. Günümüz dünyasında bu hâlâ işçi sınıfı mı? Sonuç olarak 1930'lar ABD'sinde "toplumsal hareketler"den bahsediyorsunuz, ancak bunun merkezinde sınıfın em-
KRİZ ve DİRENİŞLER
salsiz rolünü vurgulayan Komünist Parti vardı. Aktör sorunu yeninden düşünülmeli. Birçok Marksist düşünüşte, işçi sınıfının aktör olarak yaygın betimlenmesinden hiçbir zaman mutlu olmadım -özellikle işçi sınıfı, fabrika çalışanları ile sınırlandığında. Bana göre, tren yollarını, şehirleri ve benzerlerini yapan bütün insanları bünyenizde barındırmalısınız. Bu sadece eşyaların üretimi ile ilgili değil: aynı zamanda mekânların üretimiyle ilgili. Ben her zaman, Marksist düşünüşte proletaryayı kuşatan yaygın atmosferin çok dar olduğunu düşünmüşümdür. Bunun çok daha geniş, her şeyde ve her yerde çalışan bütün insanlar için çok daha kapsayıcı olmasını istemişimdir -bunların bazılarının örgütlenmesi diğerlerine göre daha kolaydır. Bana göre bu ilk basamak olarak çok önemli, ancak ikincisi bunun sadece işyerinde sömürülmeye dair olmadığı. Komünist Manifesto'da Marx ve Engels, insanların yaşam alanlarında mülk sahipleri ve satıcılar tarafından sömürülmesinden bahseder. Bu nedenle sömürünün bu "ikinci basamağı"nı hesaba katmalıyız, ancak bunun
ötesinde ilkel birikimin devamlılığı da var -veya benim mülksüzleştirme yoluyla birikim şeklinde adlandırmayı sevdiğim şey. Bu artık ilkel değil: süregidiyor. Sermayenin neyle ilgili olduğunun önemli bir parçası: emeklilik hakkını kaybeden insanlar, topraklarından zorla çıkarılan insanlar. Son 30 ya da 40 yıl boyunca, köylü toplulukların kalıntıları üzerine çok büyük taarruz olmuştur ve buna Brezilya'daki Topraksız Köylü Hareketi gibi hareketlerle, bunların çok enerjik, çok Leninist türden örgütleriyle olağanüstü bir yanıt vermek zorundaydınız. Bu nedenle bizim üzerine düşünmemiz gereken bu çok daha geniş işgücünü bir araya getirmektir. Söz gelimi, bankacılıkta istihdam edilen işgücüne ne dersiniz? En güçlü sendikaların bazıları şu anda tabii ki devlet memuru sendikaları. Böyle olunca, tüm bunları daha geniş bir aktörün parçası olarak nasıl düşünürüz? Ayrıca siyasetçiler var. Geleneksel siyasi partilere sahipsiniz, ancak bunlara olan güven yıllar içerisinde azaldı. Bu güveni yeniden canlandırmak için çabalamayı isteyebiliriz, fakat an itibariyle öncü görevi üstlenecek
43
Harvey ile Devrimi Yeniden Düşünmek Üzerine
ve düzlüğe çıkmamıza öncülük edecek durumda olmadıkları gerçeğiyle yüzleşmeliyiz. Daha genel bir ayaklanmanın veya çözümün parçası olabilirler, ancak ben onları bunun tam ortasında yer alacak olarak görmüyorum.
44
Ayrıca sivil toplum örgütleriniz var. Ben bu örgütlere çok şüpheci yaklaşıyorum. Bir şeylerin meydana gelebileceği alanlar yaratabilirler, ancak sivil toplum örgütleri tarafından devrim mi? Bunu unutun. Çoğunun gündeminde insanları kapitalizme entegre etmek için çabalamak olan bağışçılarına fazlasıyla rehin olmuş durumdalar. Sözümona, dünyadaki yoksulluk sorununu çözeceğimizde en önemli yöntemlerden olacak mikro-finans (mikro-finans, küçük ölçekli yatırımcılara düşük faizli krediler de verilmesini içeren bir sermaye-birey ilişkilenmesi biçimidir. Ağırlıklı olarak bütün toplumsal kesimleri kapitalist üretim ilişkileri alanına dahil etmeyi amaçlar, kapitalist kalkınmacılık politikalarını besler; ç.n.) gibi bir şeyi ele alalım. Ancak bu, gerçekte dünyanın en yoksul insanlarından zenginliği emen Washington kuruluşlarınca düzenlenmiş devasa, sömürücü bir sanayiden ibaret. Finans kuruluşları, geri
dönüş oranlarını yüzde 30-40 dolaylarında gösteriyor, bazı durumlarda mikro-finansta söz konusu çok çok yoksul insanlar soyup soğana çevrilerek bu oran yüzde 100 yapılıyor. Onları eleştirdiğinizde ise, "Pekala, bu yüzde 1000 faizle borçlandıran yerel tefecilerinkinden iyi" diyorlar. Düşük gelirlilere yüksek faizli kredi vermek de çok iyi bir örnekti: bu, serveti nispeten düşük gelirli kitlelerden çıkarıyordu. Kriz vurmadan önce bile, ABD'deki Afro-Amerikan topluluk talancı yüksek faiz uygulamaları vasıtasıyla 30-40 milyar dolarlık mülk kaybetmişti. Bu nedenle "aktör" üzerine düşündüğümüz zaman, mülksüzleştirme yoluyla birikim yapmayı da hesaba katmalıyız. Bu durum, kapitalizme karşı çalışma koşulları nedeniyle değil, mülklerini sermayeye kaptırmalarından dolayı öfkeli olan çok memnuniyetsiz dev bir kitle yaratmış durumda. Ben, gerçekten ümüğü sıkılacak olanlarla nasıl ittifak kurabileceğimizi soruyorum. Bana göre şu anda aktör bir soru işareti -Buna dair net bir teorim yok. Aktörün, proletarya devriminin geleneksel tasarımından daha geniş ve büyük olması gerektiğini düşü-
KRİZ ve DİRENİŞLER
nüyorum. Bu, gerçekten üzerine düşünmemiz ve çalışmamız gereken şeylerden biri.
ması ortadan kaldırılmıştı; ç.n.), diğeri yaşam alanı sorununa dair: kiraların ödenmemesi.
Bir şeyler oluyor. Son tahlilde, elinizde geniş bir anketiniz olsaydı ve dünya üzerindeki herkese "Kapitalizmin işleyiş tarzıyla mutlu musunuz" diye sorsaydınız, ezici çoğunluğun "hayır" diyeceğini göreceğinizi düşünüyorum. Bu nedenle "Bununla ilgili bir şeyler yapalım" diyeceksiniz. Bu, sizin bunu yapabileceğinize dair benim fantezim. Herkes, "Evet, buna dair ne yapıyoruz?" diyecek. Bu durumda, aktöre dair soru toplumsal hareketler vasıtasıyla kendi kendisini çözecek.
Paris Komünü'ne katılanlara bakarsanız, katılımcılar yalnız endüstriyel işçi sınıfından çok daha geniştir. Komün'de tam olarak bahsini ettiğim kişilerle, hoşnutsuz ve yabancılaştırılmış orta sınıfla -ressam Gustave Courbet ve benzerleri- birlikte çok sayıda taş ustası vardır. Herhangi bir devrimci harekete bakarsanız, bu hareketler genellikle herhangi bir şekilde bir araya gelen bireylerin karışımıdır. Hareketin mevcut örgüt biçiminde, daha sonra hareketi zapteden ve yönlendiren siyasi parti biçiminde olup olmaması gerektiği konusunda büyük bir mesele var.
Tarihsel olarak, güncel hareketlere baktığınızda bunların proletaryanın geleneksel tasarımından çok daha geniş olduğunu göreceksiniz. İkinci İmparatorluk (Fransa'da İkinci Cumhuriyet ile Üçüncü Cumhuriyet arasında yer alan Charles Louis Napoleon yönetimindeki dönem; ç.n.), Paris ve Paris Komünü'ne dair birçok çalışmam var. Komün'de onaylanan ilk iki kanunu her zaman ilginç bulurum. Biri işçi sorunu -fırınlarda gece çalışmaya dair- (18 Mart 1871'de başlayan komün günlerinin ardından, 20 Nisan 1871'de fırınlarda gece çalış-
Örneğin 1968'de Fransa'da Komünist Parti'nin, devrimci hareketin ilerlemesine yardım etmek yerine onu geride tuttuğunu düşünüyorum. Cevabın, bir siyasi parti oluşturulması gerektiği olduğunu söyleyemem. Bir siyasi partinin doğru şeyleri, doğru yöntemlerle yapması ve devrimi gerçekleştirmesi gerekecek. Ancak siyasi partiler tarihine bakarsanız, durum her zaman bu olmamış. Daha kendiliğinden bir devrim teorisiyle gidersek belki daha iyi durumda olacağımız konusunda fikir değiştirdim, Henri
45
Harvey ile Devrimi Yeniden Düşünmek Üzerine
Lefebvre'in bahsettiği türden bir şey gibi. Bu türden bir ayaklanma, bir siyasi parti tarafından örgütlenmeyen Paris Komünü'nün de dahil olduğu çok kereler iş görmüştür.
46
Sorunu çözmeye dair derli toplu bir formülümün olmasını arzuluyorum ama yok. Bu noktada, tarihteki somut örneklere bakmanız gerektiğini düşünüyorum. Bolivya'daki devrimci hareket, çok belirli özelliklere sahiptir, etnik grup aktivizmine/eylemciliğine çok fazla dayalıdır. İsveç'teki birinin bir miktar baskıcı ve çirkin bulabileceğini düşündüğüm belirli değerleri de bünyesinde bulundurur. Bu şekillenimler boyunca dünyada nasıl bir çeşit ittifağa gireceğiniz üzerine düşünmeye mecbursunuz -dolayısı ile Bolivarcı hareket diyelim ki Almanya'dan Die Linke ile, Nepal'deki ve Hindistan'ın kuzeydoğusundaki Maoistlerle birleşebilir. Tüm bunları nasıl bir araya getirebillirsiniz? Bu noktada yine üzerine çok fazla düşünme ve değerlendirme gerektiren bir şey var.
- Kulağa çok demokratik gelmesine rağmen kendiliğindenliğin tehlikesi, bunun demokrasinin başlıca görünüşlerinden olan
hesap verme zorunluluğundan yoksun olabilmesi. Kitabınızda, gelecekteki toplumun artı değer üzerinde toplumsal kontrolü olan bir demokratik görünüş tanımından bahsediyorsunuz. Ancak bu çoğunluk kararlarını, karara demokratik tartışma vasıtasıyla ulaşmayı beraberinde getiriyor. Bu, kurumsal yapılar olmaksızın ve tamamen ayaklanma sonrasının değil, günümüz demokrasi kültürüyle imkansız. Bugün ve burada, sermayenin bizi yönetme hakkına dair radikal saldırılara başlamak için, bana sadece kendiliğindenlikten daha önemli şeylere ihtiyacımız varmış gibi görünüyor. Aslında bir parti... Kitabımda (Sermayenin Gizemi kitabında; ç.n.) yapmaya gayret ettiğim şeylerden biri geçiş süreçlerinden bahsetmek. Kapitalizmden komünizme geçişte neyin gerekeceğini düşündüğümü anlatmak için Marx'ın feodalizmden kapitalizme geçişten söz etme yöntemini kullandım. Benim için anlaşılır hale gelen şeylerden biri, aslında Marx'ın benim eş-devrim olarak adlandırdığım şeyin teorisine sahip olduğu. Benim bunu biçimlendirdiğim ve Marx'ın Ka-
KRİZ ve DİRENİŞLER
pital'de yazdığından temelini alan yöntem, yedi "uğrak" olduğunu söylüyor. Değişimin meydana gelmesi gereken yer olan teknolojik/örgütsel uğrak var; sürdürülemez ve değişmesi gereken hale gelen doğayla ilişki var; değişmesi gereken toplumsal ilişkiler var; değişmesi gereken üretim biçimleri ve emek süreçleri var; değişmesi gereken gündelik yaşam var; artık uygun olmayan ve değişmesi gereken dünyanın zihinsel kavrayışları var ve değişmesi gereken kurumsal düzenlemeler var.
süreçleri nasıl ilişkilendirilir?
Bunu, sermayenin gücünü yeni teknolojik yapılar üreterek sağlamlaştırma yönteminden bahseden Kapital'in 15. bölümündeki bir dipnottan elde ettim. Bu açıklamaya bakarsanız, Marx benim dillendirdiğim gibi, aslında bu uğrakların hiçbirinin tek başına ana tetikleyici olmadığını, en güçlü nedeni ortaya atıyor. Bunların hepsi, birlikte evriliyordu.
Yapmaya koyulduğum şey, devrimin nasıl sadece bir politik hareket olmadığını göstermekti. Kapitalizmle ilgili inanılmaz şeylerden biri kapitalizmin sürekli devrimci olmasıdır. Yalnızca bu yedi unsur ve 1970'te İngiltere'de nasıl oluştukları hakkında düşünelim. O zamanlar teknolojiler nelerdi ve o zamandan beri nasıl değiştiler? Kimsenin cep telefonu yoktu, kimsenin dizüstü bilgisayarı yoktu -teknolojide dudak uçuklatıcı bir değişim oldu. Ancak bu değişimin toplumsal ilişikiler bakımından ne yaptığına bakın; bununla bağlantılı dair çok büyük değişimler ve sorunlar yaşandı. Doğayla ilişkilerimize ne yaptığına bakın. Şu halde çarpıcı kurumsal değişiklikler var -uluslararası bankalar gibi yeni kuruluşların doğuşu. Bu unsurların bütün biçimleri 1970'te tamamen farklı görünüyordu.
Bu nedenle benim devrim teorim, eş-devrimci hareketi tüm bu uğraklar boyunca düşünmeniz gerektiğini söyler. Teknoloji ve toplumsal ilişkileri aynı anda nasıl değiştiririz ve bu dönüşümler arasındaki ilişki nedir? İnsanlığın doğayla ilişkisi nedir ve bu ilişki diğer alanlarla birlikte nasıl evrilir? Toplumsal üretim
Kapitalizm, bu türden unsurları durmaksızın değiştiriyor. 1930 ile 1970'i karşılaştırırsanız göreceğiniz şey sürekli olarak kapitalizmin içinde ilerleyen bir eş-devrimci harekettir. Benim savım, bir devrimci hareketin farklı unsurlar arasındaki karşıtlıkları ve gerilimleri görmesi ve bunları kullanması gerektiği ola-
47
Harvey ile Devrimi Yeniden Düşünmek Üzerine
caktır. Bazen, bana neredeyse kendiliğinden hareketlerde barikatlara saldırmak kadar önemli gelen sessiz devrimleriniz Gramsci'nin "pasif devrimler" diye bahsettiği- olabilir. Ancak bunlar çok fazla sabır ister ve özel yeteneklere ihtiyaç duyarsınız. Benim özel yeteneğim, insanların dünyayı zihinsel kavrayışlarını değiştirmeye çabalamak, fakat bunun her şeyi kökten değiştirmek olmayacağını çok iyi biliyorum.
48
Devrimci hareket çok önemlidir. Marx, feodalizmden kapitalizme geçişten bahsetmiştir -bu, hayli zaman almıştır; orada burada savaşlar kazanılmış ve kaybedilmiştir. Ancak soru, savaşı kimin kazandığıydı. Eninde sonunda kapitalistler. Kapitalistler, yeni kurumsal düzenlemeler oluşturarak devleti ele geçirdi ve dönüştürdü; yeni teknolojiler bularak toplumsal ilişkileri ve gündelik hayatı değiştirdi. Bu nedenle, kendilerini aynı zamanda diğerleri ile ittifak içerisinde gören kendini adamış bireylere ihtiyaç duyan uzun vadeli bir devrim üzerine düşünüyorum. Doğayla ilişkilere dair kaygı duyan insanların, toplumsal ilişkilere dair kaygıları olan insanlarla ittifak içinde olması gerekir.
Devrim anı, hükümetin devrimci değişim anı, sadece bu süreçte başarılı olabilecek veya olamayacak bir uğraktır. Birçok bakımdan devrimci dönüşüm sorunu -1917 ile ilişkili olan birini de içeren- devrimci değişime ve devrimci hareketin devingenliği nasıl sürdüreceğine dair gerçek bir teori olmamasıydı ve bana göre en önemli şey de bu.
- Marksizm'e yönelik bir ilgi artışı görüyor musunuz? Kendi dersim için Marx'ın Kapital'ini web sayfasına koyduğumda çok şaşırdım: bir milyona yakın giriş oldu ve her tarafta başka biçimlerde yeniden çoğaltılıyor. Bu nedenle kendi adıma yanıtım, herkesin Marksizm'in öldüğünü ilan ettiği ve benim yedi tane sıkılmış öğrencinin bulunduğu-ki bunlar gidecek başka sınıf bulamayan insanlar- bir sınıfa ders verdiğim 1990'ların başındaki durumdan kat kat fazla ilgi olduğu. Ancak şimdi büyük bir başarıyla geri döndü ve büyük ihtimalle dünyaya dair farklı biçimde düşünmeye başlayacak olan gelecek nesiller için temel sunacak.
Ergin Yıldızoğlu - 14 Haziran 2012
Tarih Olarak Bugün Çarşamba akşamı, haberleri izlemek için televizyonu açtığımda karşıma yaz sıcağında kar başlığı giymiş, el yapımı olduğu çok belli bazuka benzeri bir şeylerle, polise rokete benzer bir şeyler atarak savaşan kalabalık bir grup insan çıkınca çok şaşırdım. “Ne oluyor, Irak mı, Suriye mi?” diye dikkat kesilince durumu kavradım. İspanyol maden işçileri, neoliberal kemer sıkma programlarını, toplumsal yardımlarda planlanan kesintileri, işten çıkartmaları protesto ederken müdahale eden polise cevap veriyorlardı. Gerçekten de, “ilginç zamanlarda” yaşıyoruz. Adeta zaman kırıldı, tarih yapıl-
mayı bekliyor diye düşündüm. Bu düşünceden hareketle şu sonuca ulaştım: Sosyalist/komünist hareket strateji ve taktiklerini planlarken, her şeyden önce bugün tarihsel olarak çok özel bir dönüm noktasında olduğumuzun ayırtına varılması gerekiyor. Sosyalist/komünist hareket deyinde de ister istemez, tek bir ülkeyi değil dünya tarihsel hareketin parçası olarak ulusal coğrafyalarda mücadele eden grup, örgüt ve partileri düşünüyorum. Bu açıdan bakınca da, karşıma, bu grup, örgüt ve partilerin
Tarih Olarak Bugün
önündeki en önemli görev (taktik adım) “otuz yıldır izlenen örgüt inşa etme çabalarına hız vermek mi, yoksa, momentin özelliklerine uygun, yeni, hatta belki de daha önce denenmemiş mücadele biçimleri geliştirmeye çalışmak mı olmalıdır?” sorusu geliyor.
“... sürdürülemez bir gelecek bekliyor...”
50
Önce bu “çok özel bir dönüm noktası” olarak nitelediğim momentin üzerinde kısaca duracağım. Bu konuda geçmişte, “küreselleşmeden sonra”, “restorasyon dönemi bitiyor”, “kriz yönetme rejimi tükendi” gibi kavramlar bağlamında epey konuştuğum için bu kez sözü düzenin organik entelektüellerine bırakmak, bu momenti onların ağzından anlatmak istiyorum. IMF başkanı Christine Lagarde’a göre bizi “sürdürülemez bir gelecek” bekliyor. Çünkü, Lagarde, dünyanın “aynı anda üç krizle karşı karşıya olduğuna” inanıyor. Lagarde bu üç krizi şöyle sıralıyor: İnsanların gelirleri düşüyor. Çevre koşullarına verilen zarar artmaya devam ediyor. Toplumsal karışıklıklar artmaya devam ediyor (The Guardian, 12/06/2012).
Dünyada halen 200 milyondan fazla insan işsiz, 75 milyon genç emek piyasasına girmeye çalışıyor. ABD hane halkının gelir düzeyi hızla düşerek 40 yıl öncesine geri dönmüş. Dünya ekonomisi dört yıldır, 1930’lardan bu yana, en sert mali krizini yaşıyor, çıkacak gibi de görünmüyor. Avrupa ekonomileri, negatif ekonomik büyüme, iki haneli işsizlik oranları, batık devlet bütçeleri, yıkılmak üzere banka sistemiyle derin bir depresyonda. Bu sırada Avrupa işçi sınıfı, giderek artan oranda orta sınıflar, mali sermaye adına krizi yönetmeye çalışan Avrupa Merkez Bankası, IMF ve Brüksel Troika’sının dayattığı neoliberal kemer sıkma önlemlerine itiraz ediyorlar, işgal hareketiyle, grevlerle, protesto eylemleriyle, seçimlerde verdikleri oylarla bu itirazlarını birçok biçimde dile getiriyorlar. Bu sürdürülemez geleceğin önemli bir boyutu daha var. O da uluslararası siyasi dengelerle, daha doğrusu gittikçe belirginleşen kutuplaşmalarla ilgili. Bu konuda lafı daha fazla uzatmadan, Suriye-İran bağlamında gündeme gelen senaryolara, bakmak yeterli. Askeri müdahaleyi çabuklaştırmak, ya da muhalefetin daha fazla gelişmesini önle-
KRİZ ve DİRENİŞLER
mek için karşılıklı tezgahlanan katliamlar devam ediyor. Arap Emirlikleri isyancılara silah yardımı yapıyor. Rusya rejime saldırı helikopterleri veriyor. İran bir müdahale olursa ben de misilleme yaparım diyor. Rusya, Çin, İran- Hizbullah bir yanda, ABD-Arap Emirlikleri- Siyasal İslam- Türkiye ekseni öbür yanda, dişinden tırnağına kadar silahlı, silahlanmaya devam eden, nükleer silahlara da sahip kamplar karşı karşıya siyasi diplomatik manevralar yapıyorlar.
“Bu Kez Avrupa Gerçekten Bir Eşikte” Bu iklim ister istemez bir başka karanlık dönemi anımsatıyor. Düzenin iki önde gelen entelektüeli, tarihçi Nial Fergusan ve ekonomist Nouriel Rubini’ye göre, “Avrupa Birliği 1930’larınkine benzer bir felaketin tekrarlanmasını önlemek için yaratılmıştı, ancak şimdi, öncelikle Almanya gereken dersi almamış görünüyor” (Der Spiegel 12/06/2012). Bu iki yazara göre 1931’e kadar Büyük Bunalım’ın, ABD kaynaklı birinci raundu yaşanmıştı. Ondan sonra 1931’de Avrupa banka kriziyle birlikte Büyük Bu-
nalım’ın ikinci raundu başladı, 1933 yılında da demokrasi öldü, altı yıl sonra başlayan savaşta da, 6 milyonu Yahudi soykırımında olmak üzere 60 milyondan fazla insan öldü. Ferguson ve Rubini, hadi bankerler 1931 tarihini anımsamıyorlar, 1939’da ne olduğunu da mı anımsamıyorlar diyorlar. Yazarlar, bugünkü banka kriziyle, 1931’de başlayan banka kriz arasındaki çarpıcı benzerlikleri aktararak devam ediyor, banka mevduatlarına Avrupa çapında garanti vermek, borçları bir merkezde toplamak, mali işlemlere vergi koymak gibi bir seri, neo-liberal paketlerle uyuşmayan, önlem öneriyorlar. Buna karşılık bankaların en büyük korkusu, tam da bu tür önlemlerle karşı karşıya kalmak. Otuz yıldır, “serbest piyasadan başka yol yok” varsayımıyla yetişmiş bir kuşak, mali sermayeden başka bir kesiminin çıkarını anlayamıyor. Düzenin entelektüelleriyse, gereken önlemler alınamazsa daha da artacak olan ekonomik ve siyasi gerginliklerin geçmişte nelere yol açtığını anımsıyor, benzer tehlikelerin ufukta olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. En çok korku yaratan gelişmeler de
51
Tarih Olarak Bugün
Yunanistan’da SYRİZA’nın ve tüm Avrupa'da genel olarak solun yükselmesiyle canlanan anti kapitalist muhalefet.
52
Council on Foreign Relations’un (malum CFR) yayın organı Foreign Affaires’de yayımlanan Stathis N. Kalyvas imzalı “Greece Votes Himsel in the Foot” (Yunanistan kendini oyla ayağından vurdu) başlıklı yazıda bu korkuyu tüm boyutlarıyla görmek olanaklı. Yazara göre 17 Haziran seçimleri yalnızca Yunanistan’ın değil tüm II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa projesinin kaderini belirleyecek. Yazar “nasıl oldu da bir grup deneyimsiz, şaşkın radikal ve neokomünist entelektüel, 37 yaşında ve öğrenci eylemcisi eskisi Çipras’ın liderliğinde, kendilerini Yunanistan’ın siyasi güç yapısının en üstüne çıkarabildiler?” diye soruyor. Yazara göre "Çipras hükümeti kurarsa Yunanistan’ın ekonomik, toplumsal yapısı, kamu düzeni alt üst olacak, hükümet maaşları verecek para bulamayacak" falan filan... Kısacası, yazar açıkça söylemiyor ama, şu noktaya ulaşmaya olanak verecek mantıksal senaryoyu çiziyor: Bu olağan üstü duruma uygun olağan üstü önlemler gerekebilir. Yani, bu ekonomi, toplum,
devlet, bu ne idüğü belirsiz kaçıkların eline bırakılır mı?
Bir “Tarihsel Blok” Dağılırken... Lenin “yönetenlerin artık eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin artık eskisi gibi yönetilmek istemediği” bir durum olarak tanımlayabilirdi yukarda, kabaca özetlediğim görüntüyü. Bu görüntüye bir başka yaklaşımı da Gramsci’nin “tarihsel blok” kavramından yararlanarak geliştirebiliriz. Yaklaşık 30 yıl önce, dünya ekonomisinde, sermayenin etkinliklerini sınırlayan her türlü toplumsal denetim ve mutabakat kurallarını, kurumlarını kaldırmayı amaçlayan, yaşamın düzenlenmesinde tek seçeneğin serbest piyasa modeli olduğuna ilişkin, 19. yüzyılın vahşi kapitalizmini özleyen bir yaklaşımı egemen kılacak bir “restorasyon” projesi başladı. Kapitalizmin uluslararası kurumları, üniversiteleri (epistemik toplulukları) bu projeyi gerçekleştirmeye, buna uygun olmayan her türlü varsayımı toplumsal söylemden silmeye giriştiler. Orta sınıflar, sendika bürokrasisi kısa sürede bu projeye teslim oldu, işçi sınıfı da önceki dönemin anı-
KRİZ Tarih ve Olarak DİRENİŞLER Bugün
larını, bu restorasyona direnme araçlarını, kurumlarını giderek kaybetti. Böylece, neoliberal bir hegemonya ve sermaye sınıfı söz konusu olduğunda, mali sermayemedya kompleksi liderliğinde, serbest piyasa pratiği, organik entelektüellerin işlevi, orta sınıfların da katılımıyla bir “tarihsel blok” oluştu. Bu tarihsel blok gerek küreselleşme düzeyinde, gerekse de ülkeler düzeyinde “reformlar” süreci bağlamında egemen oldu. Bu “tarihsel blok”un 2007 mali kriziyle iç istikrarını kaybetmeye, 2011’den bu yana da AB mali krizinin, derinleşirken tüm dünya mali mimarisini tehdit etmeye başlamasıyla, dağılma sürecine girdiğini görüyoruz. Bu dağılma süreci, farklı ekonomik siyasi coğrafyalarda farklı hızlarda ilerliyor ama, ilerlediği kesin. Birincisi, mali sermaye, bankacılar üzerinden adeta krizin günah keçisi olmuş durumda. Neo-liberal hegemonya (kriz yönetim modeli ve ideolojisi) artık toplumsal muhalefet karşısında kendini koruyamıyor, artık bu hegemonya, tarihsel bloku oluşturan kesimler tarafından da sorgulanıyor. Sermayenin diğer kesimleri, muhalefetin şiddetini
kendi üzerlerinden mali sermayeye yansıtarak, korunma refleksi geliştirmeye başlıyorlar. Buna bağlı olarak organik entelektüeller, krizi sermayenin yalnızca bir kesimini muhalefetin hedefine koyacak, genelini kayıracak söylemleri arıyorlar. Bu tarihsel blokun toplumsal desteğini oluşturan orta sınıflar, ülkelere göre değişen hızlarda neoliberal modele karşı tutum almaya başlıyorlar. Daha önce de vurguladığım gibi bu tarihsel bloku restore edebilmek açısından, bu orta sınıfların yeniden kazanılması sermaye için büyük önem kazanıyor. Burada çok sert, özellikle sağ- popülist (anti finans kapital, yabancı düşmanı, ırkçı, milliyetçi otoriter) seçenekler devreye girmeye başlıyor. Ben bu gözlemlerden şu sonuçları çıkıyorum: Hem verili hegemonya düzeni sarsılırken, hem de tarihsel blok iç uyumunu ve destek sınıflarını kaybederek dağılmaya başlarken, emekçi sınıflarda uzun yıllardır görülmeyen bir siyasallaşma (henüz büyük ölçüde reformist de olsa), hareketlilik, örgütlenme eğilimi ortaya çıkıyor. Böylece sosyalist/komünist hareket açısından, bir karşıt hegemonya oluşturmak, bir “tarihsel blok” kurma projesine başlamak için
53
Tarih Olarak Bugün
bir “fırsat penceresi” açılıyor. Bu tarihsel blok kurma projesi bence emekçi sınıflarla, kapitalizmin verili halinden (serbest piyasa modelinden) hoşnutsuz kesimleri buluşturmayı amaçlamalı. Bunu başarabilmek için de, bu buluşmayı kuracak söylemi, işbirliği, örgütlenme biçimlerini geliştirmek, bir anlamda kapitalizme karşı nefreti, bu nefreti ifade edecek kolektif eylemi taşıyacak toplumsal hareketi inşa etmeyi amaçlamak gerekiyor.
54
Bu tarihsel blok projesinin, bu bağlamda hemen her zaman başlangıçta, ilk aşamasında ortaya çıkacak olan, emperyalizme ve kapitalizme karşı (ırkçılığı ve milliyetçiliği kesinlikle dışlaması koşuluyla) sol popülist, reformist reflekslerden korkmamak bunların potansiyellerini değerlendirmeyi amaçlamak gerekiyor. Ya da şöyle koyabiliriz sorunu: Eğer popülizmi kuran ana söylem ulusalcılık, din, ırkçılık değil de kapitalizm karşıtlığıysa, bir anti kapitalist tarihsel blok ve proletarya hegemonyası bağlamında bunun potansiyellerinden yararlanmadan, içinden siyasi bir süreç olarak geçmeden, üzerinden atlayarak ilerlemeye çalışmak yalnızca boş bir çaba olmayacak, aynı zamanda büyük bir olanağı ziyan etmek
anlamına gelecektir.
Örgüt ve iktidar “Tarihsel blok” her zaman siyasi ve ekonomik iktidara ilişkin bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Bunun kurulmasındaysa sosyalist/komünist hareket açısından en önemli yapıntının örgüt/parti olduğu kuşku götürmez. Siyasal iktidar öncelikle devlette, onun ideolojik aygıtlarında ifadesini buluyor. Ekonomik iktidar ise, üretim, bölüşüm ilişkilerinin (mülkiyetin) özgün biçimlerine dayanıyor. Bu açıdan bakınca, tarihsel blok kurma sürecini yönetmeye çalışan sosyalist/komünist hareketin devletin organlarına ve devletin ideolojik aygıtlarına ulaşmaya başlaması, yürütme, yasama organlarına el atacak düzeye gelmesi, tarihsel blok oluşturma sürecini hızlandıracak yönde yasa yapıcı, bu yasaları uygulamaya koyucu olanaklar elde etmesi büyük önem kazanıyor. Bu açıdan bir noktada eğer gündeme gelmişse, seçimleri kazanmak, hükümeti kurmak sosyalist/komünist hareket açısından, tarihsel blok’un inşası sürecinde, türlü olanakları gün-
KRİZ ve DİRENİŞLER
deme getirebilecek bir fırsat olarak karşımıza çıkıyor. Kapitalist devleti az çok bilen birisi, hükümeti kurmanın, bu tarihsel bloku oluşturmaya yetmeyeceğini kolaylıkla görebilir. Ama bu hükümetin, siyasi gücün dağılımı alanlarında, ekonomik iktidar alanında uygulamaya koyacağı dönüştürücü yasalar, alacağı önlemler, bunları destekleyen, bunlar sayesinde güçlenerek büyüyen kitle hareketi ilerledikçe, ilerlerken kendi yönetim organlarını, alternatif yaşam alanlarını ve biçimlerini oluşturdukça tarihsel blok’un oluşumu süreci de ilerlemeye devam edecek. Burada tarihsel blok inşa etmeyi, ilerleyen, gelişen ve giderek dönüşecek olan bir süreç olarak düşündüğümü vurgulamak isterim. Bu süreç, sürekli bir ideolojik, siyasi mücadeleyi, sınıflar arası ittifakları, enternasyonal dayanışmayı, kendini koruma ve yönetme organlarını, kapitalizme paralel yaşam ve yönetim kurumlarını bulmayı, kurmayı, bu bağlamda sık sık deneme yanılma yoluna da başvurmayı, en çok da kendiliğinden kitle hareketinin yaratıcılığına, inisiyatifine güvenmeyi gerektirecektir diye düşünüyorum. Kendiliğinden kitle hareketinin
yaratıcılığına ve inisiyatifine güvenmek, bundan yararlanabilmek içinse en önemli, olmazsa olmaz koşul, bu yararlanma olgusuna açık, hazır ve uygun yapılara sahip sosyalist/komünist hareketlerin varlığıdır. Bu noktada, “otuz yıldır izlenen örgüt inşa etme çabalarına hız vermek mi, yoksa, momentin özelliklerine uygun, yeni, hatta belki de daha önce denenmemiş mücadele biçimleri geliştirmeye çalışmak mı olmalıdır?” sorusuna geri dönebilirim sanıyorum. Öncelikle, bu sorunun kesin, dogmatik bir cevabı olamayacağını vurgulamak isterim. Bugün Yunanistan’da, gelişkin örgütlere sahip bir solun hükümete gelme olasılığının gündemde olduğu bir momentte, belki de özellikle ve öncelikle “tarihsel blok” oluşturma projesine odaklanmak gerekiyor olabilir. Buna karşılık, böyle bir hükümete ulaşma olasılığının gündemde olmadığı ülkelerde, tarihsel blok inşa etme örgüt/parti inşa etme süreçlerini, diyalektik bir biçimde, kimi ara düzeylerin yardımıyla ilerleyecek bir süreç olarak düşünmek gerekli olabilir. Blok inşa etme süreci işçi hare-
55
Tarih Olarak Bugün
ketini birleştirmeye ve orta sınıf muhalefetiyle (destek sınıflarıyla) buluşturmaya ilişkin bir süreç iken örgütlenme, tek tek üye kazanarak büyümekle değil işçi sınıfının (bir kesiminin) siyasi temsilcisi, onunla arasında temsil ilişkisini bir iddia olarak değil, fiziki (mücadele aracı) ve kültürel olarak kurmakla ilgili olmak durumundadır. Öyle ya örgüt sınıfın içinde inşa edilmiyorsa nerede, hangi tabakalar içinde inşa ediliyor olacaktır acaba? 56
Diğer taraftan, örgüt kurma sürecinde, yalnızca siyasi geleneğin değil, işçi sınıfının da parçalı olmasından kaynaklanan bir çok merkezlilik durumu söz konusudur. Bu gerçeklik göz önüne alınmadan, “yönetilecek bir sorun” olarak üzerinde düşünülmeden, örgüt inşa etme süreciyle “tarihsel blok” oluşturma süreci arasındaki ilişkiyi kurmak mümkün olabilir mi? Bu da bizi, çok merkezli örgüt inşa süreçlerinin, hem sınıfı birleştirme hem de sınıfla “orta sınıflar” arasındaki bağı kurma amacının birleştirilmesi sorununa getiriyor ister istemez: Kendi örgüt inşa projelerini terk etmeden, örgüt inşa etmekte
olan diğer yapılarla birlikte davranmanın, tarihsel blok kurma amacına uygun eşgüdümü oluşturmaya uygun, cephe, kampanya, koordinasyon komitesi, sendikal platformlar ve daha önce hiç düşünülememiş başka ara biçimleri yaratmanın yollarını bulmak gerekiyor. Kapitalizmin tarihi içinde 80100 yılda bir gelen çok özel bir momentte bulunuyoruz. Kapitalizm, yeni bir yapılanmaya geçmeye başlamadan önceki dağılma sürecini yaşıyor. Bu kapitalizmin en kırılgan, egemen sınıfların öz güveninin, ideolojik hegemonyalarının en zayıf, iktidarlarının en istikrarsız olduğu dönemdir. Aynı zamanda yeni şekillenme başlamadan önce, müdahale ederek tarihin okunu başka bir yöne çevirme olanaklarının da oluşmaya başladığı bir dönem. Karşı hegemonya atılımlarının, kapitalist sınıfların dışında bir “tarihsel blok” kurmanın yollarını aramanın zamanıdır. Bu sınırlı bir zamandır, açılan olanaklar penceresi, savaşlar, darbeler, faşist, sağ popülist, dinci hareketlerle kısa sürede, 80-100 yıl için bir siyasi, ekolojik kabusa yol açarak kapanabilir.
Avrupa Fırtınaya Doğru, Avrupa Solu Nereye: Seçimlerin Dili* Nisan sonunda ve Mayıs ayında Avrupa’da ardı ardına yapılan bir dizi seçim, Avrupa burjuvazisinin krizin yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yıkmaya dayanan politikasına karşı büyük halk kitleleri arasında sert bir tepkinin birikmiş olduğunu ortaya koydu. Tabii en çarpıcı sonuç Yunanistan’da ortaya çıktı. Yunan halkı Avrupa Birliği (AB) komutasında barbarca bir kemer sıkma politikası uygulamaktan yana olan iki büyük partiye (Pasok ve Yeni Demokrasi) ağır bir ceza verirken bu programa karşı olan partilerin oyunda dev
bir sıçrama oldu. Muhtıra karşıtı oyların toplamı yüzde 60 dolayına yükseldi. Muhtıra karşıtı solun oyu ise yüzde 40’a yaklaştı. Bu seçimlerden yüzde 17’ye yakın bir oyla ikinci parti olarak çıkan Syriza’nın 17 Haziran’da yapılacak seçimlerden birinci parti olarak çıkması olasılığı çok yüksek. Fransa’da, Alman başbakanı Merkel ile birlikte bütün Avrupa’ya kemer sıktırma programının mimarı olan Sarkozy, en ufak bir pırıltısı olmayan “sosyal demokrat” Hollande karşı-
Avrupa Fırtınaya Doğru, Avrupa Solu Nereye: Seçimlerin Dili
58
sında yenildi. İtalya’da yapılan yerel seçimlerde bir önceki başbakan Berlusconi’nin partisi de, koalisyon ortağı da ağır yenilgiler aldı. Almanya’nın en büyük eyaleti Kuzey Ren Vestfalya’daki seçimlerde Merkel’in partisi İkinci Dünya Savaşı’ndan beri aldığı en düşük oyu toplayarak ağır bir yenilgi tattı. Nihayet, Britanya’da yerel seçimlerde koalisyon partileri çok kötü sonuçlar aldı. Kamuoyu yoklamaları, halkın üçte ikisinin daha iki sene önce seçilen Muhafazakâr Başbakan David Cameron’a karşı olduğunu gösteriyor. Bütün bunlara Mayıs ayı içinde Hollanda’da bütçe açığını AB antlaşmalarının öngördüğü yüzde 3’e indirmek amacıyla kemer sıkma tedbirleri uygulamaya çalışan Hollanda hükümetinin, kendisine dışarıdan destek vermekte olan neofaşist partinin desteğini çekmesiyle düşmesi eklendi. Kemer sıkmaya girişen yanıyor! Avrupa burjuvazisini yakında yeni sınavlar bekliyor. 17 Haziran’da bir yandan Yunanistan’da hayati önem taşıyan yeni seçim yapılacak, bir yandan da Fransa bu sefer parlamento seçimi için sandığa gidecek.
Beş Önemli Sonuç Bütün bu gelişmelerden beş önemli sonuç çıkarmak gerekiyor. Birincisi, büyük arayla en önemlisi: Avrupa işçi sınıfı, öteki emekçi katmanlarla ve gençlikle birlikte kemer sıkmayı siyasi alanda reddediyor. Bugüne kadar sokakta somut olarak ekonomik programa karşı çıkıyordu. Şimdi artık siyasi bir çözüm arayışına giriyor. Ne var ki, sandık aracılığıyla bulabileceği çözüm yok. Bu yüzden bir sonraki aşama, koşullar olgunlaştığında sandık dışında yöntemlerle çözüm aramaya başlamak olabilir. İkincisi, ekonomik krizin gelişimi bütünüyle işçi sınıfının bu tepkisine tâbi hale geldi. Bütün Avrupa’de ekonomik hayat Yunanistan’ın 17 Haziran seçiminden sonra avrodan drahmaya geri dönüp dönmeyeceğine kilitlenmiş durumda. Devrimci İşçi Partisi’nin krizin en başından beri vurguladığı gibi, bu kriz bir Büyük Depresyon’dur ve çözüm siyasi sarsıntılar aracılığıyla oluşuyor. Üçüncüsü, kriz içinde yaşanan mücadeleler, Avrupa parlamenter sistemini köklerinden sarsıyor. Yunanistan’da Albaylar Cuntası’ndan bu yana oyların
KRİZ ve DİRENİŞLER
yüzde 80’inden fazlasını aralarında paylaşan iki parti, şimdilerde yüzde 30’lara gerilemiştir. Türkiye’de 90’lı yıllarda benzer bir güce sahip DYP ve ANAP’ın bugün adının bile olmamasının yeni bir parti sistemi ve AKP hegemonyası anlamına geldiği unutulmamalı. Fransa’da ise üçüncü bir parti, bir faşist parti dengeleri sallıyor. Bu gelişmeyi ABD’de koyu sağcı “Tea Party” hareketinin Cumhuriyetçi Parti’nin dengelerini altüst etmesiyle birleştirirseniz, siyasi alanda derin bir yeniden yapılanmanın eşiğinde olduğumuz anlaşılır. Dördüncüsü, kriz solun değişik renklerini ilk kez test edilecek bir güce kavuşturuyor. Sosyal demokrasinin ötesinde kalan partiler şimdi pratikte gerçek doğalarını ortaya koyacaklar. Bu bakımdan Yunanistan’da Syriza’nın elde ettiği konum muazzam bir önem taşıyor. Nihayet, beşincisi, faşizm iyice
başını kaldırıyor. Fransa’da faşizmin parlak yüzü Marine Le Pen’in beş oydan neredeyse birini almasından sonra Nazi tarzını bile koruyan Altın Şafak’ın oylarındaki patlama (neredeyse sıfırdan yüzde 7’ye), Hollanda’da neofaşistlerin denge unsuruna dönüşmesi, daha önce Hakiki Fin Partisi’nin ve 2009 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde birçok ülkede elde edilen başarının üzerine eklendiğinde sarsıcı bir tablo oluşturuyor. Bu bakımdan 17 Haziran’da Fransa’da yapılacak seçimlerde Marine Le Pen’in Ulusal Cephe’sinin oylarına çok dikkat! Tabii, bugün ağır çekim gelişmekte olan ekonomik kriz zincirlerinden boşanırsa, avro çökerse, bu eğilimler ışık hızıyla gelişecektir. Avrupa’da sınıf mücadelesi sertleşiyor, Avrupa fırtınaya doğru yürüyor. * Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Haziran 2012 tarihli 32. sayısında yayınlanmıştır.
59
e v N A T S İ N YUNA A D L I Y Z Ü Y . 1 2 R A D İ T K İ F İ T ALTERNA I S A M Ş I T R A T
Ergin Yıldızoğlu - 28 Mayıs 2012
Bir Laboratuvar Olarak Yunanistan Yunanistan bugünlerde, sınıf mücadelesi, komünist siyaset konularıyla ilgilenenler, kapitalizmin ufkunu aşmak için mücadele edenler açısından tam anlamıyla bir laboratuvar oluşturuyor. Bu laboratuvardan yeterince yararlanamadığımızı düşünüyorum. Hatta, bende, tartışmaların, esas olarak, adeta “SYRIZA’ya karşı tutum” sorunsalı etrafında, kitlelerin ve proletaryanın talepleri, beklentileri ve olası kazanımları değil de grup ve partilerin kendi beklentileri, olası kazanımları bağlamında sürdüğü izlenimi oluşuyor. Komünist (en genel anlamda) hareketin içindeki, toplumsal mu-
halefetin dalgası yükselmeye başladığında çok daha kolay görülebilir hale gelen, iki kısırlaştırıcı eğilimin Yunanistan’da da dikkat çekmeye, konjonktürü etkilemeye başladığı görülüyor. Halkçılık (popülizm) ve ikamecilik eğilimlerinin özelliklerinin, dinamiklerinin, potansiyel etkilerinin gözlemlenmesi ve anlaşılması açısından da Yunanistan değerli bir laboratuvar oluşturuyor
Laboratuvarın Mekanı, Zamanı, Ufku Yaklaşık üç yıldır Yunanistan’da kapitalizmin var olan kriz yö-
KRİZ ve DİRENİŞLER
netme modeline, neo-liberal küreselleşmeye karşı muhalefet yükseliyor, sınıf çelişkileri sertleşiyor. Yunanistan aynı zamanda Avrupa Birliği’nin üyesi, Avrupa ekonomisinin bir parçası. Bu nedenle Yunanistan’da yükselen toplumsal muhalefet ve sınıf mücadelesi, tüm Avrupa’da yükselmekte olan toplumsal muhalefet ve derinleşmekte olan sınıf çelişkileriyle aynı zamanı paylaşıyor. Bu açıdan, Avrupa çapında bir genel kabarmadan (büyük küme) bir de bunun içinde Yunanistan’daki kabarmadan (büyük kümenin alt kümesi) söz etmek gerekiyor. Dahası, Almanya ve Fransa gibi ülkelerin ekonomilerinin, Yunanistan, İspanya, İtalya, Portekiz gibi ülkelerin ekonomilerine eklemlenme biçimlerinin emperyalist karakteri düşünülerek tüm Avrupa çapında yükselen toplumsal muhalefetin ortak bir kaderi paylaştığı da söylenebilir. Ortak bir kaderi paylaştığını düşündüğüm bu muhalefet karşımıza salt bir yoksullaşmaya işsizliğe karşı bir tepki, direniş olarak çıkmıyor. Bu muhalefet, “işgal hareketlerinde” gündeme gelen demokrasi tartışmalarının sergilediği gibi aynı zamanda, tüm diğer dünya görüşlerine ka-
palı, tüm insanları yalnızca bir tarzda, sermayenin nesneleri olarak var olmaya zorlayan, etkinliklerini verimlilik, karlılık ölçütüne kıyasla değerlendiren, manipüle eden ve denetleyen, doğayı, yaşam dünyalarını sermaye birikimine yakıt yapan, nihilist bir varoluşa karşı da bilinçli, yarı bilinçli ya da içgüdüsel bir tepki olarak şekilleniyor. Tüm bu olaylar aynı zamanda kapitalizmin yapısal krizini düzenleyen mekanizmaların tükendiğini, kapitalizmin yine bir “geçiş sürecine” girdiğini gösteren bir mali kriz içinde yaşanıyor. Bu “durum” Yunanistan’da yaşanmakta olanların sonuçlarının Yunanistan’la sınırlı kalmayacağını gösteriyor.
“Bugün” Durum Yunanistan’da yaklaşık üç yıldır, “halk” sokaklarda, protesto gösterileri düzenliyor meydanları işgal ediyor, polisle çatışıyor, rejimin önlerine getirdiği kemer sıkma politikalarına “hayır benim istediğim bu değil” diyor. Rejimin, tüm itirazlara, imkansızlıklara karşın sürekli aynı şeyleri dayatması karşısında “halk” giderek, karşısında hastalıklı bir yapı olduğunun ayırdına vardı
63
Bir Laboratuvar Olarak Yunanistan
ve ufkunu genişletmeye başladı. Seçimlerle iktidara gelen bir PASOK hükümetinin, halkın oyuna baş vurmaya kalkınca, bir uluslararası mali sermayenin yönetim “komitesi” (AB - Trilateral Komisyon- İMF ve Avrupa Birliği kompleksi) tarafından görevinden alınması, bardağı taşıran son damla oldu. “Halk”, çoktan bir informel (gayri resmi) sömürge haline gelmiş bir ülkede, “örtülü” diktatörlük altında yaşıyor olduklarının ayırdına varmaya başladı. 64
Bu koşullarda gerçekleşen genel seçimler, beklendiği gibi iki düzen partisi PASOK ve Yeni Demokrasi Partisi’ne bir koalisyon kurarak eski politikalarında ısrar etme şansı verseydi, yaklaşık üç yıldır sürmekte olan durum, yukarda değindiğim özellikleriyle devam ediyor olacaktı. Ancak seçimler beklenmedik bir sonuç üretti. Üç yıldır devam eden durum yeni bir “hakikat” (dolayısıyla olasılıklar) üreterek değişti. Egemen sınıf ve kapitalizm Yunanistan’da yönetme kapasitesini kaybetmiştir, neo-liberal hegemonya kırılmıştır. Bu anlamda tarih Yunanistan’da belirsiz bir sürece girmiştir. Bugün durum budur! Bu yeni süreç iki olasılıktan birine açılacak gibi görünüyor. Bi-
rinci olasılıkta, kapitalizm ve egemen sınıf, ya “halkı” yeniden ikna ederek 17 Haziran seçimlerinden yeni hükümeti kuracak bir biçimde çıkacaktır, ya da 17 Haziran seçimlerinden güçlenerek çıkması beklenen SYRIZA’yı eski programın temel bileşenlerini uygulama konusunda yeterince taviz vermiş olarak hükümeti kurmaya zorlayacaktır. Bu olasılıkta, bugün açılmış olan çatlak kapanacak, zaman “dünkü” haline geri dönecektir. İkinci, daha zayıf bir olasılık olarak, SYRIZA seçimlerden taviz vermeyi kabul etmeyerek çıkacak, hükümeti kuracak ve “halka”, yapı içinde kalarak neyin nereye kadar yapılabileceğini gösterecek, “halk” bu hükümeti nereye kadar destekleyeceğine, nereden sonra “halk” olmaktan çıkarak sınıflara bölünmeye, proletarya hareketine dönüşmeye başlayacağına karar verecektir1. Bugünkü durumun belirleyici özelliği bence budur. Bu iki olasılıktan hangisinin şekilleneceğine, “bugünkü” durumun yeni bir duruma mı açılacağına yoksa önceki duruma mi geri döneceğineyse, bugünkü durum içindeki siyasi öznelerin “halk” ve toplumsal muhalefetle ilişkilerinde benim-
KRİZ ve DİRENİŞLER
seyecekleri tutumlar karar verecektir. Bu nedenle, “halkçılık” ve “ikamecilik” eğilimlerinin olası etkilerini gözlemlemek, yakından izlemek ve tartışmak, o deneyleri ortak hafızaya katmak büyük önem taşıyor.
Popülizm (Halkçılık) Konumuz gereği bizi burada “sol” popülizm ilgilendiriyor, faşizm, ya da Siyasal İslam gibi sağ popülizm değil. Popülizm, “bütün sınıflara birden yaslanarak siyaset yapmaya çalışmak” olarak tanımlanabilir. Bu siyasi akım, çelişkili sınıf çıkarlarına sahip sınıflardan oluşan bir insan grubunun (halk) arzularının tümünü birden temsil edecek bir talepler bütününün, programın var olabileceğine inanır. Gerçekte, farklı sınıflardan oluşan bir grubu, yükselen bir toplumsal muhalefet olarak, birlikte hareket etmeye başladıysa, burada aslında bir “hegemonik moment” oluştuğundan, diğer bir deyişle, halkı oluşturan sınıflardan birinin kendi çıkarını halkın çıkarı olarak sunmayı başararak, geri kalanını bir hareket olarak bir araya toplayabilmiş olmasından söz etmek gerekir. Popülizm
bu
hegemonyanın
ürünü olarak bu sınıf çıkarlarını gizleyen bir işlevi bilerek ya da bilmeyerek üstlenir. Sol popülizm esas olarak, büyük sermayeye, yabancı sermayeye, işgale, dinci etnik, ulusal baskıya karşı tepkisini dışa vurmaya başlayan küçük burjuvazinin, kendini sınıf olarak değil, sınıflar çelişkisinin dışında ve üstünde gören öz bilincinin, halk sınıfları arasında yaygınlaşmış egemen bilinç haline gelmiş olmasının ürünüdür. Bu anlamda, sol popülist siyasetin liderliğini kabul etmiş bir halk hareketi, küçük burjuvazinin “çelişkili sınıf pozisyonları” olarak nitelenen istikrarsız ekonomik ideolojik siyası tepkisini yansıtan istikrarsız bir oluşumdur. Bu hareket yükselirken, hedeflerine ulaşır görünürken bütünlüğünü korur. Bu hareket başarısız olmaya, ivmesi kırılmaya başladığı zaman, halk sınıfları üzerindeki hegemonyasını da kaybetmeye başlar. Bu durumda, “halk” hareketi, toplumsal muhalefet de bütünlüğünü, bir sonraki aşamada, proletarya ve sermaye sınıflarından birinin hegemonyası altında yeniden kazanmak üzere, kaybetmeye başlar. Popülizm, toplumsal muhalefeti, içindeki sınıf ayrımlarının üze-
65
Bir Laboratuvar Olarak Yunanistan
rinden aşan bir biçimde yorumlama ve etkileme çabasına ilişkindir. Popülizmle “toplumsal muhalefeti”, “ hareketini” birbirine karıştırmamak gerekir, popülizm bir siyasi projenin, bir akımın adıdır, “halk” hareketi, toplumsal muhalefet de onun ilgi nesnesi.
İkamecilik
66
İkamecilik, gerek siyasi kararları alırken, gerekse de bu kararları almaya açılan düşünsel süreçlerde, siyasi partiyi, ya da hareketi (bilinçli, kararlı bir grup insanın iradesini) sınıfın iradesi ya da eyleminin yerine koymaya çalışmaktır. İkamecilik, pratikte, işçi sınıfının yapacak gücü, örgütlenmesi olmadığı koşullarda, onun adına davranmaya, onun yapamadıklarını yapmaya kalkışmak olarak kendini gösterir. Bu durum, ya siyasi örgütün ya da kendini bu kez siyasi örgütün yerine ikame etmiş bir liderliğin hem sınıftan hem de sınıfın nesnel koşullarından kopmuş, ya da kopuk olduğunun bir göstergesidir. Marx’ın Rus Nardonik devrimcilerinin eylemlerini düşünürken işaret ettiği gibi, işçi sınıfının henüz tarih sahnesine çıkmadığı ya da yeni şekillendiği bir dö-
nemde, “halk” adına gerçekleştirilen Narodnik eylemler, ikamecilikten ziyade, bir grup aydının, tarihin koşullarına onurlu başkaldırısıdır. Ama halk hareketleri bir kez oluştuktan, proletarya mücadelesi tarih sahnesine çıktıktan sonra, onun adına davranmak, tam anlamıyla ikamecilik, hatta siyasi intihar anlamına gelmeye başlamıştır. Düşünsel süreçlerde ortaya çıkan ikamecilik genellikle, siyasi konjonktürleri yorumlarken, projeler tasarlarken, örgütün, partinin özellikleriyle, sınıfların, “halk” hareketlerinin, toplumsal muhalefetin özelliklerini birbirine karıştırmakla ilgili bir durumdur. Bu siyasi analizlerde, ya da taktikleri, projeleri tasarlarken, toplumsal muhalefetin, “halk” hareketinin andaki taleplerinin, yerine örgütün çıkarlarını, taleplerini, ikame ederek düşünmekle ilgilidir. Popülizm, toplumsal muhalefeti, “halk” hareketini, liderliği altına almaya çalışan bir akımdır ve bu bağlamda hem sosyalist hareketin kendini koruması gereken bir akımdır, hem de toplumsal muhalefetin özelliklerinden biri olarak ilişki kurması hatta işbirliği yapması gerekebilecek akımlardan biridir. Muhafazakar partiler, faşist partiler bu kate-
KRİZ ve DİRENİŞLER
goriye girmez ler. Ama sol popülist hareketler, az sonra değineceğim gibi reformist hareketler, toplumsal muhalefete ait oluşumlar olduklarından, bu muhalefetin içindeki hegemonya mücadelelerinden sosyalistlerin kaçınmasının olanaksızlığından dolayı, bu kategoriye girerler. Tam bu noktada Marx ve Engels’in Alman Sosyal-Demokrat İşçi Partisi liderliğine — Bebel, Liebknecht, Fritzsche, Geiser, Hasenclever, Bracke- gönderdikleri 1879 tarihli mektuptaki bir saptamayı anımsamak yararlı olabilir. “Fakat bu baylar (Hochberg, Bernstein, Schramm) daha önce gösterildiği gibi tam anlamıyla küçük burjuva kavramları savunmaktadırlar. Almanya kadar küçük burjuva olan bir ülkede, tabii ki bu kavramların bir geçerliliği vardır, ama yalnızca Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin dışında. Eğer bu baylar bir Sosyal Demokrat Burjuva parti kurmak istiyorlarsa, bunu yapmaya tabii ki hakları vardır. Bundan sonra onlarla pazarlık edilebilir, koşullara göre anlaşmalar yapılabilir. (August Bebel, Wilhelm Liebknecht, Wilhelm Bracke ve diğerlerine mektup, MECW- Bütün eserler- Cilt 24, sd 253)
Burjuva sosyal demokrat akımlara parti içinde yer yoktur. Bunlar, burjuva sosyal demokrat parti kurabilirler, komünistler koşullara bağlı olarak onlarla pazarlık eder. Anlaşmalar yapabilirler. Komünistlerin partisi, başka sınıflara ait görüşlerin temsilcilerini içinde barındıramaz. Ama bunların partileriyle pazarlık yapabilir anlaşmalar yapabilir. Söz konusu popülist ya da reformist bir akımın etkisi altındaki toplumsal muhalefet, “halk” hareketi olduğunda, bunun içindeki farklı sınıf çıkarlarını, bilinç düzeylerini göz önüne almak, bu hareketi etkileyen, sol ya da sosyal demokrat partilerle, bu hareketin, bu konjonktürde önüne koyduğu hedeflerine ve çıkarlarına ulaşmasını kolaylaştırmak amacıyla pazarlıklar, anlaşmalar yapılabilir, yapılmalıdır. Komünist hareketin siyasi bağımsızlığını korumak, işte tam da burada, bu pazarlıkları ve anlaşmaları sağlıklı bir biçimde yapabilmek için gereklidir. Bu bağlamda, Bolşeviklerin, bir aşamada, işçi sınıfı tüm köylükle birlikte hareket ederken, köylülük henüz sınıflar temelinde bölünmemişken, popülist bir köylü partisi olan Trudoviklerin (Sosyalist Devrimcilerin) tarım prog-
67
Bir Laboratuvar Olarak Yunanistan
ramını benimsemekten çekinmemiş olmalarını da anımsayabiliriz. Partinin çıkarlarını (kendini koruma refleksini) “halk” hareketinin, toplumsal muhalefetin, ve bunun içinde işçi sınıfı hareketinin çıkarlarının önüne koymak ikameci bir yaklaşım olmayacak mıdır? Son tahlilde parti sınıfa ve harekete hız vermek, yön vermek, siyasi hedeflerine ulaşmasını sağlamak için mi var yoksa parti olarak var olmaya devam etmek için mi var? 68
Reform ve Devrim Ne zaman, reform ve devrim konusunda düşünecek olsam, aklıma çok saygı duyduğum ama hayattayken bir türlü anlaşamadığım emektar bir komünistin, “fabrika tuvaletinin temizliği için mücadele etmeyen, devrim için mücadele edemez” sözü gelir. Bu komünistin bir de “sosyalistlerin bir yerdeki varlığı ile yokluğu arasında mutlaka fark olmalıdır. Sosyalistin varlığı fark yaratmalıdır” saptaması var. Bu da konuyla ilgili. Bu saptamalardan ben öncelikle şu sonucu çıkarıyorum. Komünist hareketin mücadelesinin bir boyutu, işçi sınıfının günlük yaşamındaki hak ve özgürlüklere
ilişkin kazanımları için mücadele etmektir. Bu bir gün fabrika tuvaletinin bakımı için işi bırakmayı örgütlemek olabilir, bir başka gün fabrikayı işgal etmeyi örgütlemek. Bu anlamda komünistin varlığı günlük mücadelenin sorunlarının çözülmesi açısından bir fark yaratmalıdır. Yoksa bu varlığın anlamı tartışmalıdır. Ama Komünist hareket aynı zamanda siyasi bir harekettir. Diğer bir değişle siyasi iktidarı hedefleyen bir harekettir. Öyleyse varlığı bu alanda da bir fark yaratmalıdır. Yaratamıyorsa, bu varlığın anlamı tartışılmalıdır. Bu kısa saptamalar “devrim ve reform arasındaki ilişki nasıl olmalıdır?” sorusuna açılıyor. İşçi sınıfının, “halkın” yaşamında el atılması, uğruna mücadele edilmesi, kazanılması gereken o kadar haklar sorunu var ki... Nereden başlamalı? Hangi reformları savunmak gerekir? Ben bu soruya cevap verirken iki etkeni birden göz önüne almak gerektiğini düşünüyorum. Birincisi, toplumsal muhalefetin hedef aldığı elde etmeyi amaçladığı haklara ilişkin talepler. İkincisi, ucu açık bir süreç de olsa, şimdilik kaydıyla da olsa, siyasi
KRİZ ve DİRENİŞLER
iktidara açılan devrimci bir proje tasarımı. Belli bir konjonktürde, reformizme düşmeden gündeme alınması gereken reform hedefleri kümesini bence bu devrimci tasarımın hedeflerinin oluşturduğu kümeyle, toplumsal muhalefetin hedeflerinin oluşturduğu kümenin kesiştiği yerde buluyoruz. Bunlar hem olanaklı, hem de kazanım mücadelesi toplumsal muhalefete, halk hareketine ve nihayet onun içinde işçi sınıfı hareketine ivme kazandırabilecek, böylece yeni talepleri gündemine almasına olanak verebilecek reform talepleridir.
Yunanistan’da Durum Bugün (başta sınırlarını tanımladığım haliyle) durumun ana bileşenleri şöyle. Yaklaşık üç yıldır yükselen toplumsal muhalefet son seçimlerde yeni bir durum yarattı, yükselmeye devam ediyor. Bu toplumsal muhalefet Yeni Demokrasi ve Pasok Partilerinden kitlesel bir kopuşa, neo-liberal hegemonyanın kırıldığına işaret ediyor. Bu toplumsal muhalefetin içinde, bir hegemonya mücadelesi sürüyor. Sol taraftan esas
olarak SYRIZA, KKE, ANTARSYA, Sağ tarafta faşist parti ve milliyetçi parti. Bugünkü durum, soldan gelen hegemonya mücadelesinin etkisinin. Sağdan gelenden daha yüksek olduğunu gösteriyor. Sol tarafta, en etkin, hegemonya pozisyonuna yakın merkezin SYRIZA olduğu anlaşılıyor SYRİZA bir “sol blok”, bir taraftan bakınca reformist, diğer taraftan bakınca popülist özellikler sergiliyor. Bu nedenle de, kan kokusu almış sırtlan misali, AB egemen sınıfları, bu popülist, reformist hareketin iç çelişkilerinin, yapısal istikrarsızlığının üzerine giderek toplumsal muhalefeti daha ileri çekmesini, KKE ve ANTARSYA ile güç birliği yapmasını, toplumsal muhalefetin düzen dışına kaçmasını engellemeye, hatta SYRIZA’yı toplumsal muhalefete ihanet etmeye zorlamaya çalışıyorlar. Bunu başarabilmek için, SYRIZA ile diyalog kuruyor, yakınlaşıyor, Marx ve Engels’in mektuplarında değindikleri gibi, pazarlık edip, anlaşma yapmanın yollarını arıyorlar. Bunu başarırlarsa, sol içinde bir işbirliği şansı, bir tarihsel moment kaçmış olacak, toplumsal muhalefet, önüne koyduğu taleplerin hiçbirini elde edemeye-
69
Bir Laboratuvar Olarak Yunanistan
ceği için ivmesi kırılacak, yeniden iktidarsızlık ruhuna geri dönecek. Bu geri dönüş başladıktan sonra meydan, bu süreçte, SYRIZA’yı yalnız bırakmış, birlikte savaşmak yerine hedef almış olan sol örgütlere, yenilginin nedenleri arasında görülecekleri, toplumsal muhalefet sola güvenini kaybettiği için, kalmayacaktır.
70
Reformlar için mücadele etmeyenlere, yenilgiyi engellemek için bir şeyler yapmak yerine sırada bekleyenlere halk itibar etmeyecektir. Uzun yıllar sonra ilk kez, sınıf mücadelesini devletin içine taşıyacak bir iktidar olasılığı ortaya çıktığında, bunu dört elle yakalamaya çalışmayanların, “Hele bir dalalım içine bakalım ne olacak?” cesaretini, basiretini gösteremeyenlerin liderlik iddialarını, toplumsal muhalefet, halk hareketi ciddiye almayacaktır. Sol bir ittifakın, yürütme organının başını, yasamada çoğunluğu ele geçirmesi, tabii ki riskli bir
iştir. Siyaset, hele gerçek, devleti kurcalamaya başlayan, devrimci siyaset, çok daha riskli bir iştir. Ama kısa bir süre için bile olsa, (ki bu sürenin kısa mı olacağı, yoksa başka bir sürece açılan bir başlangıç mı olacağını kimse şimdiden bilemez) devlet alanını doğrudan sınıf mücadelesine açmak, “halk” ile hatta proletarya ile devlet arasındaki diyaframı yırtmak, egemen sınıfların halktan yana reformları engellemek için atacakları taklaları, gündeme getirecekleri komploları teşhir edebilme şansı bu risklere değmez mi? Dipnotlar: 1. Belli bir soyutlama düzeyini koruyabilmek için, “halk”, toplumsal muhalefet kavramlarını, salt “tarihin nesnesi” olarak değil, yaratıcı olasılıkları yaratan potansiyellerine atıfla adeta kendi beyni olan bir şeyin, bilinçli bir varlığın adı gibi kullandım. Daha sonra, siyasi öznelerin tavırlarını konuşmaya başladığımda, bu kez halk ve toplumsal muhalefet kavramlarını, tam anlamıyla nesnel, tarihin nesnesi olarak devinen, kendiliğinden hareketlerin adı olarak kullanacağım.
Ergin Yıldızoğlu - 31 Mayıs 2012
Bir Laboratuvar Olarak Yunanistan-II Tabii yüreğimiz ve gözümüz Yunanistan proletaryasının mücadelesinde, bu mücadeleye önderlik etmeye çalışan siyasi partilerin karşılaştıkları büyük zorluklarda, risklerde ve güçlerde. Tabii ki Yunanistan proletaryasının başarılı olmasını, tarihi kapitalist süper sömürü modelinde dondurmaya çalışan neo-liberalizmin buzlarını kırarak yeni bir yol açmalarını diliyoruz, umuyoruz. Yunanistan’da sınıf mücadelesinin keskinleşmesine paralel derinleşen krizi izlerken, uzun süredir tartışma olanağı bulamadığımız konuları yeniden hem de somut, tarihsel ve sürmekte olan
bir konjonktüre göndermeyle, ya da onun gündeme getirdiği sorunları düşünerek tartışıyoruz. Bu tartışmaların hepimiz için çok yararlı olduğunu düşünüyorum. sol.org.tr sitesinin bize ulaştırdığı KKE Merkez Komitesi açıklaması da bu bağlamda çok yararlı bir katkı oluşturuyor. Tabii ki bizler KKE’nin, SYRIZA’nın, ANTARSYA gibi grupların içinde bulundukları konjonktürü algılama biçimini tam olarak kavrayamayız. Onlar çok yönlü bir mücadelenin içindeler, biz bir anlamda tribünlerden izliyoruz. Tüm Avrupalı sosyalistler ve Avrupa proletaryasının sınıf bilinçli kesimleri gibi... Onların tu-
Bir Laboratuvar Olarak Yunanistan -II
tumları bize en fazla çok değerli veriler sunuyor, kendi tartışmamızı sürdürebilmek için...
72
Bu tartışmayı sürdürmek için, KKE’nin metninin eleştirel bir okumasına başvurabiliriz. Bu hiç de yararsız bir çaba olmaz. Ama KKE’nin açıklamasındaki dilin şiddetinden, ortamın gerginliği üzerine bir fikir edinmek olanaklı. Bu da anlaşılabilir. Ama yavaş ve sağlıklı bir tartışmaya yardımcı olmayan bir şiddet, gerginlik bu. Sanırım, Yunanistan’da da kimsenin, yavaş bir tartışmaya zaten vakti yok. O daha sonra, toz duman yatıştıktan sonra gündeme gelecek. Ama bu gün bizim, burada, o kadar büyük bir acelemiz yok. Bu yüzden ben tartışmaya, Yunanistan deneyiminden öğrenme çabalarıma, başka bir yoldan devam etmeye çalışacağım. Bu yazımda bir adım geri çekilip, KKE, SYRIZA vb., örgütlerin tercihlerinin üzerinden atlayıp, sınıf mücadelesinin, işçi sınıfının iktidara yürüme sürecinin, olasılıklarının, kimi teorik sorunların üzerinde düşünmeye çabalayacağım. Tabii ki “Yunanistan laboratuvarı” her zaman bu düşünce sürecinin arka planında duruyor olacak.
Devrimci Durum/Kriz Lenin’in “devrimci durum” tanımından hareketle bugün Yunanistan’da bir “devrimci durum” olduğu sonucuna ulaşabiliriz: Yönetenler eskisi gibi yönetemiyorlar, yönetilenler eskisi gibi yönetilmek istemiyorlar, bunu da gerek kitlesel eylemlerle gerekse de sandık başında gösteriyorlar. Demek ki egemen sınıfın hegemonyası dağılıyor, halk sınıfları neleri istemediklerinin ayırdına varıyor, bunları açıkça dile getiriyorlar. “Devrimci durum” tarifi gereği istikrarsız, ama daha önce gündemde olmayan olasılıkların da gündeme gelmeye başladığı bir “duruma”, yeniyi doğurmaya aday bir “olay alanının varlığına”, her an yeniden şekillenen, değişken ve plastik (şekillendirilebilen) bir toplumsal sürece işaret eder. Somut tarihsel biçimler açısından, “devrimci durumu” bir devrim olayına, karşı devrime, siyasi iktidar, devlet, rejim biçimlerinde değişikliklere ilişkin olasılıkların gündemde olduğu anlamına geliyor. Ancak bu istikrarsız /kararsız durum uzun süre devam edemez. Sınıflar arası iktidar ilişkileri uzun süre kararsız bir fazda
KRİZ ve DİRENİŞLER
kalamaz. Kırılan hegemonya süreci, şu veya bu biçimde, ya burjuvazi (günümüzde uluslararası mali sermayenin uzantısı olarak) ya da proletarya (işçi sınıfı ve önderlik ettiği sınıf ve tabakalar) tarafından yeniden kurulmak durumundadır. Bu bağlamda “devrimci duruma”, “bu düzensizliğe kim nasıl bir düzen getirecek?” sorusuyla yaklaşmak gerekir. Bu soruya cevap verebilmek için, genelde “yöneten-yönetilen” kavramlarının ötesine geçip, kapitalist toplumun iki temel sınıfını betimleyen, burjuvazi ve işçi kavramlarıyla düşünmek gerekiyor.
İki Sınıf, İki Hegemonya O zaman karşımızda iki soru var: Birincisi “bu devrimci duruma” düzen getirmek, hegemonyasını yeniden kurmak için burjuvazi ne yapmalıdır? İkincisi, bu devrimci durumu, çözülmeye başlayan düzeni bir başkasıyla değiştirerek yeni bir düzen getirmek için proletarya ne yapmalıdır? Yeniden “devrimci durum”a dönerek bu kez bu iki sınıf açısından bakarsak:
Burjuvazi: Uluslararası mali sermayenin uzantısı olan burjuva egemen sınıfı, yönetme kapasitesini kaybetti. Toplumda diğer mülk sahibi sınıflara liderlik yapamıyor. Egemen ideolojinin en temel savları geniş halk sınıfları tarafından, sorgulanıyor, reddediliyor. Yeni bir program üretemiyor. Güçlerini, siyasi partilerini, çeşitli kesimlerini, entelektüellerinin söylemini, kendi programını dayatmak bağlamında birleştiremiyor.
Proletarya: Pratik ve ideolojik anlamda burjuva hegemonyasının dışına çıkıyor. Sınıf şekillenmesinin nesnel yapısı, krizin getirdiği işsizlik, yoksullaşma, mekan değişikliklerinin etkisiyle çözülüyor. Sokaktaki ve sandık başındaki tutumu, ortak bir sınıf bilinci oluşturma eğiliminin güçlendiğini düşündürüyor. Ancak, işçi sınıfı güçlerini (sınıfın farklı kesimlerini, parti, grup, sendika gibi örgütlerini) ortak bir program altına birleştiremiyor. Neye
73
Bir Laboratuvar Olarak Yunanistan -II
karşı çıktığını biliyor, ötesini bilmiyor. Henüz reformist özelliklerinden kurtulduğu söylenemez. Ancak “devrimci durum” tespiti, devrimci söylemlerin, taleplerin, taktiklerin ne kadar aşırı olursa olsun anlam kazanma şansının, var olmaya devam edeceğini söylüyor. Bu durumdan, yeniden bir düzen kurarak çıkmak için burjuvazi ve proletarya ne yapıyor ve daha fazla neler yapabilir?
74
Toplumda iki ana sınıfın, bu sınıfların organik entelektüellerinin, örgütlerinin dışında, başka sınıflar da var. Bu sınıfların kendi örgütleri, organik entelektüelleri var. Dahası ne burjuva sınıfı ne de proletarya homojen bir yapı sergilemiyorlar. Her iki sınıfın birden fazla siyasi partisi, temsil ilişkisi kurmaya çabalayan grupları olabiliyor
Burjuvazi: Üç taktiği birden izliyor. a) Uluslararası mali sermayenin tehditlerini, kendi sınıfının iç ilişkilerini de kullanarak kendi güçlerini birleştirmeye, partilerini entelektüellerini birlikte davrandıracak bir “formül” bulmaya çabalıyor b) İkincisi, toplumda, sınıflar yel-
pazesinde, talepleri ve çıkarları açısından proletarya ile kendisi arasında, ortada duran kesimleri, bu kesimlerin temsilcilerini kendi yanına çekmeye çalışıyor. Bu Gramsci’nin “trasformizmo” olarak nitelediği bir sürece tekabül ediyor. Burjuva sınıfı ortadaki kesimin, kendine en yakın kısmını hemen yanına almak için uygun tavizleri, tehditleri, sözcülerini satın almanın yöntemlerini hızla devreye sokuyor. Ortadaki kesimin “ortasındakini”, kendine en yakın kesim haline getirmeye çalışırken, karşı tarafa yakın kesimleri tarafsızlaştırmaya, ya da kararsızlığa itmeye çalışıyor. Kaos, yıkım, tehdidi, “bunlar sekter, dayatmacı, ne yaptıklarını bilmiyorlar, güvenilmez” propagandası, “bunlar gelir de beceremezlerse o zaman faşizm gelir” şantajı. Bunlar ve moleküler düzeyde, bireyleri, kurumları teker teker kazanarak dönüştürmek, bu orta kesimleri kazanma manevralarında en etkili araçları oluşturuyor. c) Burjuvazi bir toplumsal uzlaşma kuracak, sağduyu temelli, “kaçınılmazlık” iddiası, krizden çıkma vaadi taşıyan bir söylem üretmeye, umut vermeye çalışıyor. Sınıf çelişkilerini bir üçüncü “gösterge” örneğin, “ulusal
KRİZ ve DİRENİŞLER
çıkar” altında kapsamaya ve yönetmeye çalışıyor.
Proletarya: Aslında proletaryanın yapması gerekenler de burjuvazininkinden farklı değil. Hatta proletaryanın yeni bir hegemonya “momenti” oluşturmak açısından, hareketinin momentumunu koruyabilirse, daha avantajlı konumda olduğu dahi söylenebilir. Ancak, işçi sınıfının, burjuva sınıfının taktiklerine benzer taktikleri uygulayarak güçlerini birleştirmekte, örgütlerini birlikte davrandırmakta, ara sınıfları grupları ve entelektüelleri etkilemekte, çok özel durumlar dışında, burjuvazi kadar başarılı olamadığı da görülüyor. Proletaryanın sınıf bilinçli öğelerinin örgütlerinin, sürekli kendilerini burjuva ideolojisinin, propagandasının etkilerinden koruma, bağımsız siyasi çizgi üretme refleksi, çoğu zaman, yanına çekmesi gereken orta kesimleri (trasformizmo) yabancılaştırıcı etki yaratarak burjuvazinin işini kolaylaştırıyor. Bir önceki (1917-1989) döneminin deneyimlerinin yarattığı farklı geleneklerin, parçalanmışlığın mirasının ağırlığı da bu ba-
şarısızlıklara katkı yapıyor; çoğu zaman burjuvazi açısından kurcalamaya, saptırmaya uygun verimli bir alan oluşturuyor. Bu sorunu üç aşamalı (mantıksal süreçler açısından, zaman da değil) bir yaklaşımla ele almak olanaklıdır diye düşünüyorum: Birincisi, işçi sınıfının devrimci geleneğinin gerçek temsilcisi olduğuna inanan siyasi partilerin, bu iddialarını terk etmeden*, işçi sınıfının başka örgütlerinin, geleneklerinin de olacağını kabul etmeleri gerekiyor. İkincisi kendini işçi sınıfının devrimci geleneğinin gerçek temsilcisi olarak gören bir grubun, işçi sınıfının diğer örgütlerinden, partilerinden, birleşmenin teorik tarihsel zemini oluşana kadar (bu zemin çok uzun bir süre, hatta bu ve bundan sonraki dönemlerde de oluşmayabilir), örgütsel olarak ayrı durması, örgütsel bağımsızlığını koruması gerekiyor. Üçüncüsü, kendini işçi sınıfının devrimci geleneğinin gerçek temsilcisi olarak gören bir grubun, somut talepler etrafında, ideolojik farkları, geçmişteki husumetleri arka plana atarak, işçi sınıfının diğer parti ve örgütleriyle, birlikte davranmaya, böylece sınıfın güçlerini birleştirmesini sağlamaya çalışması gerekiyor.
75
Bir Laboratuvar Olarak Yunanistan -II
İşçi sınıfının birliğinin sağlanması konusuna gelince de işçi sınıfının, sınıf bilinçli öğelerinin, siyasi örgütlerinin tutumunu “kitle çizgisi” ilkesine, Komünist Manifesto’da, komünistlerle sınıf arasındaki ilişkiler bağlamında gündeme getirilen ilkelere göre kurmaya çalışması gerekiyor.
76
Sınıf bilinçli kesimin politikası sınıfın andaki “ortak” genel hareketini tanımlayan özelliklere, bilincine, onun önemli bir kesimini peşinden sürükleyebilecek kadar yakın olmalıdır, ama proletarya içindeki bilinç katmanlarının en düşük, burjuva ideolojisine an açık, ortak paydasına da, peşine takılmayacak kadar uzak olmalıdır. İkincisi, sınıfın andaki yöneliminin tarihsel durumunun saptanması, diğer bir deyişle tarihin nesnesinin devinme hızı, şiddeti ve yönü tanımlanarak, bu kitle çizgi onu güçlendirecek ve hızlandıracak biçimde saptanmalıdır. Bu, tercihler, başka gruplarla, ortadaki unsurlarla iş birliği, ittifak yapmaktan, hükümet kurmaktan, hatta onların programlarının kimi unsurlarını benimsemekten, hükümeti bozmaktan, reformcu platformdan aniden devrimci platforma atlayarak isyan çağrısı yapmaya,
gerekirse, bir “cepheyi” herkesten önce terk ederek geri çekilmeyi örgütlemeye kadar geniş bir seçenekler yelpazesini içermelidir. Burada taktik adımlar önceden karara bağlanamaz, konjonktürün seyrine, somut durumun somut tahliline, yalnızca buna göre saptanır. Tüm bunları başarabilmek için, hatta bir şans elde edebilmek için, ülkenin ve sınıfın (sınıfların) içinde olduğu duruma, işçi sınıfının çıkarlarının (hareketi hızlandıracak, iktidara taşıyacak, ya da çekilmeyi düzenleyecek) bakış açısıyla bakarak düşünerek, sınıfın çıkarlarını merkeze koyarak yaklaşmak gerekecektir. Kısacası, amaç, sınıfı birleştirmek, muhalefet hareketinin hızını arttırmak, bunu yapmaya çabalarken de “orta kesimleri” yanına çekerek bir hegemonya olasılığı aramak olmalıdır. Sınıfın siyasi iktidara ulaşma şansı, sınıf örgütlerini koruma olanakları ancak bu hareket içinde sağlanabilecektir. Hareket devam ettiği sürece, , ayakta kalmak, kitleler tarafından korunmak yeni olasılıklar aramak olanaklıdır. Eğer hareket içinde işçi sınıfının muhalefeti hareket, kapitalist sınıfın (Bob Jessop’un bir kavramını ödünç alırsak) olağan zamanlarda kurduğu “ekolo-
KRİZ ve DİRENİŞLER
jik hakimiyeti” zayıflatır. Bu ekolojik hakimiyet, kapitalist sınıfın, işçi sınıfının eylemlerini sınırlama, iradesini denetleme kendi iradesini işçi sınıfına dayatma kapasitesinin, işçi sınıfını,kapitalist sınıfın eylemlerini sınırlama, iradesini denetleme kendi iradesini kapitalist sınıfa dayatma kapasitesinden daha yüksek olduğu anlamına gelir. “Hareket” momentumunu koruya bildiği sürece, işçi sınıfının, kapitalist sınıfın ekolojik hakimiyetini kırma, hatta kendi ekolojik hakimiyetini kurma olasılığı var olmaya devam eder. Burjuvazinin ekolojik hakimiyeti yeniden güçlenmeye başlamışsa, hegemonyasını restore etme çabaları da başarılı olmaya başlamış demektir. Devrimci durumdan bir devrim çıkmayacaksa, en azından hareketin geri çekilmesini düzenlemenin, mevzilerinin yeni başlangıçlara izin verecek bir düzeyde kalmasına olanak verecek uzlaşma noktalarının bulunması ve/veya kurulması gerekir.
Bunu sağlayabilmenin yolu, işçi sınıfının, ona yakın ara tabakaların ve entelektüellerinin oluşturduğu bloku mümkün olduğu kadar dağıtmadan korumaktan geçecektir. Geri çekilme sırasında karşılıklı suçlamalarla, bu süreci “örgüte yazma” çabaları her zaman ters tepecek, dahası geri çekilişin disiplinini bozacaktır. Tarih, bir “devrimci durum”un “kaosu”, burjuvazinin kendi hegemonyasını restore etmesiyle aşıldığı zaman, işçi sınıfının, devrimci hatta reformist kadrolarının, örgütlerinin maddi ve manevi kayıplarının çok büyük olduğunu göstermektedir. Dipnotlar: * Devrimci geleneğin gerçek temsilcisi kim sorusunun cevabını bu gün teorik olarak arayabiliriz. Ama bu sorunun cevabı, siyasi ve tarihsel anlamda, ancak geriye doğru, devrim “olay”ına bağlı olarak ancak ondan sonra, geçmişe bakarken bulunabilecektir. Bugün bu iddiaya sahip olanların bu iddialarını kıskançlıkla korumaktan başka seçenekleri yoktur..
77
Korkut Boratav - 28 Mayıs 2012
Yunanistan Temsilî Demokrasinin Tuzağında 17 Haziran seçimleriyle Yunan trajedisinin son perdesi açılacak. Nasıl kapanacağını öngöremiyoruz ama birkaç haberi sıralayarak olasılıklara bakalım. İlk haber seçim sonuçlarına ilişkin öngörülerle ilgili: Anket sonuçları her an değişmektedir; ama, sağcı Yeni Demokrasi ile sosyalist Syrisa’nın “birinci parti olma yarışını” başabaş sürdürdükleri anlaşılmaktadır. Bu yarış önemlidir; zira seçim sistemi, birinci partiye açıktan elli milletvekili armağan ederek hükümet kuruluşunu kolaylaştırmaktadır.
Yeni Demokrasi, büyük sermaye ve medya desteğiyle geleneksel tabanının “yuvaya dönmesi”ni ummakta ve herhalde aşırı sağ oylara da göz kırpmaktadır. Buna karşılık Komünist Parti’den, ılımlı soldan, önceki seçimde baraj altında kalan sol partilerden, hatta PASOK’tan Syrisa’ya oy kaymaları bu partinin liste başına yerleşme olasılığını güçlendirmektedir. İkinci haber Syrisa’nın seçim kazanma olasılığına karşı AB’nin tepkisiyle ilgili: Avrupa’nın egemen çevreleri, bir kez daha anti-
KRİZ ve DİRENİŞLER
demokratik kimliklerini ortaya koyuyorlar ve seçimlere müdahale ediyorlar. AB’nin ağır topları (Barroso, Draghi, Van Rompuy ve Juncker) seçimlerin olası sonuçları üzerinde Yunan seçmenlerine açık bir mesaj aktarmayı kararlaştırıyorlar. Financial Times’tan (16 Mayıs 2012) aktaralım: “Avrupa’nın önde gelen liderleri, Yunan seçimlerini bu ülkenin avro içinde kalıp kalmayacağı üzerinde bir referanduma, yani çok riskli bir kumar ikilemine dönüştürmeye teşebbüs ediyorlar: Kurtarma operasyonlarının sert koşulları mı? Avro bölgesinde kalmak mı? AB Komisyonu’nun Başkanı Barroso, Yunanistan’ın AB’de ve Avro’da kalmasını istediklerini; ancak, nihai kararın Yunanistan’dan gelmesi gerektiğini söyledi.” Böylece, Barroso, “kemer sıkmaya son verme” seçeneğinin sadece Avro Bölgesi’nden değil; AB üyeliğinden çıkabilme anlamına geleceğini ima ediyor. Avro’yu kullanmayan on AB üyesini göz ardı ederek... “Syrisa iktidara gelirse, Avro Bölgesi’nden çıkacaksınız; AB üyeliğiniz bile tehdit altındadır”... Şantaj budur. Böylece Yunan toplumunun tüm katmanlarının “Avrupa’lılık” konumundan kaynaklanan ayrıcalıkları tehdit al-
tında gösteriliyor. Şantaja Avrupa sosyal demokrasisinin “yükselen yıldızı” Hollande’ın da katıldığını aynı kaynaktan öğreniyoruz: “15 Mayıs akşamı Merkel ve Holland da Yunanistan seçimlerinin avro üyeliğine ilişkin bir referandum olduğunu ifade ettiler.” Üçüncü haber, Syrisa lideri Alexis Çipras’ın bu şantaja tepkisiyle ilgili: Çipras’ın hemen ertesi gün Wall Street Journal’a verdiği bir demeç, aslında bir karşı-şantajdır. Mesajının özü şudur: “Kemer sıkmaya son vereceğiz; avro’dan da çıkmayacağız; bu koşullarda bize fon akımını keserseniz, borç taksitlerini ödemeyiz. Avro çökerse, sorumluluk sizde olur.” Aktaralım: “Ulusal paramız avro’dur; çıkmak istemiyoruz. Ancak Avrupa finansmanımızı keserse, alacaklılarımıza ödentileri askıya almak zorunda kalırız. Borç taksitleri yerine işçilerimize ve emeklilerimize öderiz. Ayrıca, savunma harcamalarını kısar; israf, yolsuzluk ve vergi kaçağıyla mücadele ederiz. Yunanistan’a fonlamanın kesilmesi halinde, işler hem bizim için; hem de Avrupa için güç olacaktır. Avro’nun çöküşüne yol açmadan bir Avrupa çözümü bulmaız gerekiyor.”
79
Yunanistan Temsilî Demokrasinin Tuzağında
80
Çipras, birkaç gün sonra Berlin’de aynı mesajı pekiştirdi. Spiegel’den (21 Mayıs) aktaralım: “Avro Bölgesi’nin patronları yoktur. Biz eşit ortaklardan biriyiz. Andlaşmaya göre hiçbir ülke ihraç edilemez. Üretim tabanını eriten kemer sıkma devam ederse, birkaç ay içinde yeniden kurtarma ve borçların yapılandırılması gerekecek; ulusal paraya (drahmi’ye) dönüş zorunlu olabilecek. Ertesi gün finansal piyasalar diğer ülkeleri de ayrılmaya zorlayacaktır. Bunu önlemenin tarihsel sorumluluğunu taşıyoruz.” Dördüncü haber, Syriza’nın bu karşı-şantajına Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB’nin) yanıtıdır: Yunan zenginleri bir yıl önce likit varlıklarını Avrupa bankalarına aktardılar; finansal çöküntü sonrasının fırsatları için pusuya yattılar. Şimdi de, sıradan Yunanlılar, tasarruflarının değerini korumak için bankalardan mevduat çekmeye başladılar. 21 Mayıs tarihli Financial Times’ta “yangına benzin döken” bir bilgi notu var: “Yunan bankaları ülkenin merkez bankasının sağladığı tahminî 100 milyar avro’luk âcil likidite ile ayakta tutuluyor. Bu likidite AMB’nin gizli bir kararına dayanmaktadır ve bu desteğin son bulması, Yunanistan’ın
Avro Bölgesi’nden çıkmasını da tetikleyecektir.” AMB’den sızdırıldığı anlaşılan bu haberle, finans kapital Yunan seçmenini açıkça tehdit etmiş oluyor: Seçim sonuçlarını bekliyoruz. İstediğimiz sonuç çıkmazsa, AMB’nin bankalara desteğini keseriz. Mevduat karşılıksız hale gelir, çekilemez; bankalarınız çöker. Finansal kargaşa... *** Yunan seçmeni bombardıman altındadır. Temsilî demokrasi, muhafazakârlığı ödüllendirir; kurulu düzeni gözetir. Drahmi’ye dönüş, tasarrufları ve likit servetleri buharlaştıran bir hiperenflasyon senaryosu olarak sunuluyor; orta sınıfların kâbusu oluyor ve felâketlerin ehveni olarak sürekli kemer sıkma pazarlanıyor. Çipras, öyle anlaşılıyor ki bu senaryoyu açıkça göğüslemeyi göze almıyor; kaçak güreşiyor ve “drahmi’ye dönüş”ün bir felâket seçeneği olduğunu örtülü olarak kabul etmiş oluyor. Syriza’ya göre son savunma hattı, “Avro Bölgesi’nden çıkmak zorunda kalsak bile, avro’yu kullanmaya devam edebiliriz” stratejisi midir? Finansal kargaşa ortamında bu bir seçenek değildir.
KRİZ ve DİRENİŞLER
Sağduyulu sağcı iktisatçılar, örneğin Roubini, moratoryum ve avro’dan çıkışın kaçınılmaz olduğunu; bu dönüşümün AMB desteğiyle yapılmasının kayıpları asgarîye indireceğini vurguluyor. Arjantin’den Türkiye’ye, Malezya’dan Kore’ye, Rusya’dan Meksika’ya kadar uzanan çok geniş bir coğrafyada Yunanistan’ın karşılaştığı türden dışsal şoklar karşısında uygulanmış zengin bir deneyimler birikimi vardır. Bu bilançonun içinde hem finans kapitale teslimiyeti reddeden; hem de halk sınıflarını gözeten seçenekler de yer alır. En önem-
lisi, hepsinde ulusal bir para vardır ve bu paranın dış değeri, uygulanan politikaların önemli bir aracı olmuştur. Drahmi’ye geçiş sonrasında, nominal devalüasyonun enflasyona dönüşmesi frenlenirse, Yunan ekonomisinin dört yıllık küçülme süreci son bulabilir; üretim, istihdam artmaya başlayabilir ve dönüşümün maliyeti büyük ölçüde resmî alacaklılara ve banka patronlalarına yıkılabilir. Avro’da ısrar ise, bence, Yunan halkını finans kapitalin şantajına karşı çaresiz bırakacaktır.
81
Syriza Reformizmi Çıkış Yolu Olamaz!* 17 Haziran’da ne sonuç doğacak, kestirmek zor. 6 Mayıs’ın kendisi sürprizlerden örülmüştü. Şimdi anketler burjuvazinin sağ kanat partisi Yeni Demokrasi ile Syriza’nın birinci parti konumu için yarıştığını, Yeni Demokrasi’nin burun farkı ile önde olduğunu ortaya koyuyor. Ama Kathimerini gazetesi adına Mayıs’ın son günlerinde yapılan kamuoyu yoklaması, Syriza’nın oyunu yüzde 31,5 olarak gösteriyor. Bu, partinin, toplam milletvekili sayısının 300 olduğu mecliste yaklaşık 135 sandalye kazanması demek. Syriza’nın en kolay ittifak kurabileceği Demokratik Sol’un da 20 milletvekili
çıkaracağını öngörüyor aynı anket. Etti mi 155, yani çoğunluk! Yani Syriza artık parlamenter sistem çerçevesinde iktidara aday! Bunun anlamı her şeyden önce Yunan halkının AB/Avrupa Merkez Bankası/İMF üçlüsünün (troyka) kendisine dayattığı kemer sıkma programını savunan partileri elinin tersiyle ittiği. Kardeş partimizin saptadığı ön devrimci durum, Yunanistan’da gerçekten de büyük bir toprak kaymasına yol açmıştır. Yunanistan burjuva düzen partilerini reddediyor, yüzünü sola çeviriyor. Syriza’nın büyük başarısının iyi yanı bu. Bir gösterge olarak
KRİZ ve DİRENİŞLER
Syriza’nın başarısı, halkın mücadeleci ruhundaki yükselişe işaret ediyor. Ama bir çözüm olarak Syriza’dan beklenebilecek birşey yok. Çünkü Yunanistan’da iki ana sınıfın, kapitalist sınıf ile işçi sınıfının çıkarları cepheden karşı karşıya gelmiş durumda. Bu durumdan işçi sınıfı ve emekçiler lehine bir çıkış ancak bir işçi iktidarı ve kapitalizmden kopuşla mümkün olabilir. Oysa Syriza böyle bir şeyi önermeyen, öneremeyen reformist bir parti. Syriza’nın burjuva partilerinden daha ilerici olduğu kuşku götürmez. En son 1 Haziran’da Çipras’ın açıkladığı ekonomik program bunu gösteriyor. Burjuva partileri Şubat’ta kabul ettikleri kemer sıkma programına seçimden sonra da uyacaklarına dair imza vermişlerdi. Syriza açıkça bu programı iptal edeceğini söylüyor. Bu program sonucunda asgari ücrette yapılan yüzde 22’lik indirimi derhal kaldıracağını, işsizlik sigortasını bir yıldan iki yıla çıkaracağını, kamu harcamalarını bugünkü yüzde 41’den yüzde 45’e çıkaracağını, bunun kısmen zenginlerin vergilendirilmesiyle gerçekleştirileceğini, yeni sermaye ihtiyacı olan bankaların kamulaştırılacağını vb. açıkladı Çipras. Tartışma, Syriza’nın ile-
rici olup olmadığı değil. Yunan toplumunun karşı karşıya kaldığı büyük sosyo-ekonomik ve politik krizi işçi sınıfı lehine çözüp çözemeyeceği. Burada belirleyici olan nokta, Syriza’nın Yunanistan’ın dış borcuna ilişkin tavrı olacaktır. Dış borcu reddetmeyen herhangi bir hükümet, başta işçileri ve yoksulları rahatlatacak tedbirler alsa bile, zamanla yine aynı girdaba düşecektir. Türkiye solunda Syriza hakkında açıkça yalan söyleniyor. Syriza’nın dış borcu reddedeceği (iptal edeceği) yazılıyor. Oysa Syriza’nın programı açıktır ve Çipras’ın 1 Haziran açıklamasında tekrarlanmıştır: Başlangıçta bir moratoryum ilan edilecek, faiz ödemeleri durdurulacak, ardından bir denetim (“audit”) yapıldıktan ve dış borç bazı kalemleri tasfiye edilerek azaltıldıktan sonra dış borç servisi yeniden pazarlığa tâbi tutulacaktır. Hatta Syriza iktidara yaklaşınca daha önceki tavrından geri adım atmaya başlamıştır. Daha önce moratoryum ve denetim asli öğeler olduğu halde, Çipras “ya yeniden yapılandırma ya moratoryum” demeye başlamıştır. Syriza neden devrimci Marksistler gibi dış borcun iptalini savunmuyor? Çünkü Syriza AB’ye
83
Syriza Reformizmi Çıkış Yolu Olamaz!
gözünü dikmiştir, ondan kopmayı hayal bile edememektedir. Böyle olunca da AB ile sadece daha iyi koşullar için, yani Yunan halkının biraz daha az sefil olması için pazarlık yapabilir. Peki neden AB’den vazgeçememektedir? Çünkü Syriza düzen içinde kalmaya kararlı reformist bir partidir. İçinde bazı daha radikal unsurlar da olsa, esas olarak Yunan solunun “avro-komünist” damarının, yani Stalinizmden koparken post-Leninist hale gelen damarının devamıdır. Bu yüzdendir ki, bir işçi 84
iktidarını öngöremiyor. Programında parlamentonun iktidarının güçlendirileceğini yazıyor. Sosyalizm için ise “stratejik hedefimiz” diyor. Bu, sosyalizmi uzak bir geleceğe havale etmenin tipik reformist formülüdür. Oysa Yunan işçi sınıfının ve halkın şimdi, bugün, hemen sosyalizme, yani işçi sınıfı iktidarına ihtiyacı vardır.
* Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Haziran 2012 tarihli 32. sayısında yayınlanmıştır.
KRİZ ve DİRENİŞLER
Alp Kayserilioğlu - 25 Haziran 2012
Yunanistan’da Solun Yenilgisi Yunanistan’da 17 Haziran seçimleri sonucunda Yeni Demokrasi Partisi (ND), PASOK ve Demokratik Sol Parti’den (DİMAR) oluşan bir “Ulusal İhanet Hükümeti” (Karl Marx) kuruldu. Hükümeti kuran ND, söylediklerinin cilasını çıkartıp gerçek anlamını açık edersek, seçim sonuçlarını, Yunan halkının, Troyka’nın sömürgesi olmayı kabul ettiği olarak yorumluyor. Yunanistan Komünist Partisi’nin (KKE), seçimler öncesindeki sırf sözde kalıp asla gerçek bir denemesi yapılmayan “devrim” söyleminin; seçim sonrasında da, halkı sürekli genel grev veya genel kalkışmaya çağırma gibi
bir militan-devrimci pratik karşılığı olmadı. Ama o “parlak” söylemi devam ettirdiler ve bir sol cephe kurulmasına karşı çıktılar. KKE ve diğer sol güçlerin tümünün, şimdiki güçler dengesini devrimci yönde değişime zorlayacak bir sol emekçi cephesi kurabilmek için gerekli politik güce ve yeteneğe sahip olmadığı görüldü. Yunanistan’ın gerçek durumu ise keskin ve net tutumlar almayı gerektiriyor. Bu somut durumu, mevcut Yunanis-tan sol güçlerinin ağır bir yenilgisi ve beceriksizliği olarak görmeliyiz. KKE, seçimlerin öncesinde ve
85
Yunanistan’da Solun Yenilgisi
sonrasında gayet radikal laflarla kendisini “çok devrimci” bir konuma sokmaya çalıştı. Ancak, KKE’nin radikal söyleminin politik ve sosyal gerçeklikte hiç bir karşılığı görülmüyor. Tam tersine, “gelecekteki görevler” arasında açıkladıkları, SYRIZA’nın seçim programından daha reformistti. Ve, seçim sonuçlarının gösterdiği gibi, sert bir şekilde cezalandırıldı.
KKE Solun Geri Kalanını Düşmanlaştırıyor 86
KKE, bir yandan anti-emperyalist ve anti-tekelci demokratik cephe (AADF) stratejisini sürdürdüğünü iddia ederken, ve çok farklı ideolojik, politik ve sosyal bileşenden oluşması kaçınılmaz olan böylesi bir cephede işçi sınıfının devrimci öncüsü olmak isterken; gerçeklikte KKE, kendi dışındaki bütün solcu hareketleri ağır bir şekilde karalıyor: Anarşistler “Amerikan ajanları”, SYRIZA Avrupa emperyalizminin anti-Almanya fraksiyonunun öncü örgütü, Occupy/Indignad@s “apolitik küçük burjuvazi” oluyor, vs. Eh, bu tavır da eninde sonunda gerçekliğe bürünüyor: KKE, her eylem ve mitingde kendisini öbür kitlelerden ayırıyor ve
kendi yürüyüşünü yapıyor. Bütün öbür solcular Atina’daki Occupy kampında kapitalizmi tartışırken, KKE “apolitizmin yayılması” gerekçesiyle oraya gitmeme kararı alıyor. Böyle tavırlarla nasıl “demokratik-devrimci cephe” kurulacak, bu KKE yönetiminin sırrı olsa gerek. Daha somut olarak, seçimlerin sonunda bir “sol hükümet” hedefini, KKE, SYRIZA tarafından dayatılan saf bir provokasyon ve işçi sınıfına karşı ihanet olarak tanımladı; sert bir şekilde reddetti ve koalisyon görüşmelerine bile katılmadı. Evet, SYRIZA ile kurulacak bir sol hükümet, bugünden yarına hemen devrimi gerçekleştiren ve sosyalizmi kuran devrimci bir hükümet olamaz; sadece, şu an işçi sınıfına karşı yoğunlaşan saldırıları durdurabilen ve işçi sınıfının ekonomik ve politik konumunu koruyup kısmen de güçlendirebilen bir hükümet olabilirdi.
SYRIZA’nın Programı Çelişkili SYRIZA’nın programında, sosyal ve işsizlik yardımının yükseltilmesi, sağlık sigortalarının herkes için garantilenmesi, yüksek gelirlilerin vergilerini yükseltip tüketici vergilerinin indirilmesi
KRİZ ve DİRENİŞLER
gibi Keynesçi-devletçi politikaların yanı sıra; banka sektörünün ve stratejik ekonomik sektörlerin kamulaştırılması ve işçilerin ve toplumun kontrolü altına sokulması gibi devrimci yönelimler de bulunuyordu. Ama SYRIZA, bu programın temellerini sermaye ve emperyalizme karşı militan bir şekilde savunamıyor ve AB’den çıkma tehlikesinden çok korkuyordu. Ki, gerçekten de AB’den çıkmak, KKE’nin iddia ettiği kadar kolay bir iş değil; son derece ağır ekonomik ve politik gerilim ve çatışmalara yol açar. Ve, bu çatışmaları belki senelerce sürdürebilen politik netliği ve örgüt yapısını gerektirir. Öyle,”Haydi biz AB’den çıktık, alın bakalım!“ demekle olmaz.
SYRIZA: Anlaşmalar Gözden Geçirilecek İşte, çıkacağı kesin olan çatışmalardan korkan SYRIZA, durmadan ve fazlasıyla kendisini AB’ye beğendirmeye çalıştı; Troyka anlaşmalarını iptal etmek değil, yeniden tartışmaya sunmak istedi. SYRIZA’nın reform programı ve sadece Troyka anlaşmalarını yeniden tartışmak istemesi bile, Yunanistan ve AB sermayesini
ayağa kaldırdı ve bütün ideolojik devlet aygıtlarının ağır saldırılarına ve tehditlere yol açtı: Bütün medya, eğer SYRIZA seçilirse Yunanistan’da kaos, anarşi, şiddet vs olacağının propagandasını yaptı. Japonya’nın Ulusal Merkez Bankası bile, bir grup başka merkez bankalarıyla beraber, SYRIZA’nın seçilmesi sonrasında beklenen ekonomik şok için önlemler planladı. Merkel, G20’ye 6 saat gecikmeyle gitti. Çünkü başka devlet liderleriyle acil durum telefon görüşmeleri yapıyordu. Hollande ise, sürekli tehditlerde bulunuyordu. İşte, SYRIZA’nın asıl problemi de zaten bu potansiyel reaksiyonlara karşısındaki tutumu olacaktı: Topyekün karşı saldırıya karşı direnebilecek miydi? Yoksa, korkuyla veya gücünün yetersizliği yüzünden çözülüp diz mi çökecekti?
Cephe Mantığı Eğer devrim veya sürekli genel grev gibi isyanı göze alan alternatifler yoksa, ki hiç bir politik gücün böyle bir önerisi yoktu, çözülüşü, diz çökmeyi ve işçi sınıfının çıkarlarına karşı gelişmeleri önlemek ve dahası ilerdeki yeni hamlelere güç toplamak
87
Yunanistan’da Solun Yenilgisi
88
için, sol cephe hükümeti gerekecekti; cephe mantığının temeli budur.
18 Haziran) olarak tanımlayabildi.
Ve, bu cephe mantığını “komünistlerin görevi öbür solcuları kritik anlarda daha da sola çekmek değildir” temelinde reddeden komünistleri, Lenin’in 1921’de, Avrupa’nın hiçbir yerinde devrim gerçekleşmeyince, Komintern’in 3. Kongresi’nde, neden cephe politikasını önerdiğini düşünmeye davet ederim.
Minimal Program Reformizm midir?
KKE’ye göre ama, durum zaten bambaşkaydı. İlginç bir şekilde, sol-sosyal demokrat ya da başka zemindeki reformizmi ve karşıdevrimciliği birbirinden ayıramadığı ve dünyaya şematik baktığı için; SYRIZA’yı, devrim değil de parlamenter reformlara yüklendiği gerekçesiyle “emperyalizmin ve tekellerin çıkarını savunuyor” ithamıyla “eleştirdi”! Bütün Alman medyasının (sol medya dışında) topyekün ND’yi destekleyip SYRIZA’yı “sapık demagoglar, anarşistler, ekstremistler...” olarak tanımlamasına ve bütün AB’nin SYRIZA’nın seçilmesi halinde çok ciddi hamlelerde bulunacağına dair tehditler savurmasına rağmen, yine de KKE, SYRIZA’yı seçimlerden sonra “Alman-ya ile rekabet eden kesimlerin ve ABD’nin kuklası” (KKE Merkez Komite Kararı,
KKE, AB’den çıkış ve işçilerin ekonomi üzerinde kontrolü olmadığı sürece, her hükümetin sadece işçi sınıfının durumunu kötüleştireceğini, onun için her “solcu reformun” işçi sınıfının duruşunu daha da kötüleştireceğini söylüyordu. Bu tutumu, bir de “geçiş yoktur!” argümanıyla birleştiriyor: Kapitalizm ve sosyalizm arasında geçiş dönemi yoktur; onun için (!) ne minimal program ne de parlamenter taktik gerekir, çünkü bu parlamentarizmin veya reformizmin işidir ve işçi sınıfının çıkarına da aykırıdır, diye düşünüyordu. Ama, kapitalizmin içinde sınıflar arası güç dengesinin bir çok farklı seviyelerde gerçekleşebildiği çok bilinen bir gerçeklik değil midir? Eğer minimal bütün politik programlar reformist veya gerici ise, o zaman Karl Marx’ın “Komünistler Birliği” de reformisttir! Hatta, Bolşevikleri devrimi yaparken bile reformist olarak görmeliyiz: Ana sloganları ekmek, barış, 8 saat iş günü vs değil miydi?
KRİZ ve DİRENİŞLER
Taktik ve Strateji Diyalektiği Tabii ki, kapitalizmin toplumsal gerçekliği içinde güç dengeleri sürekli değişir ve o değişim süreçlerinde yaşanan çatışmalar, işçi sınıfına sınıf bilinci ve pratik tecrübe kazandırır. Ve, o çatışmalar şayet ustaca yönetilebilirse, devrimi hazırlayan ya da başlatan hamlelerden birisi de olabilir. Bu, taktiğin ve stratejinin diyalektiğidir, ve hiç bir politik özne taktiksiz (= güncel politika) stratejik savaş (= devrim) sürdüremez. Ve ama, eğer işçi sınıfına karşı, şu an Yunanistan’da olduğu gibi, aşırı bir saldırıda bulunulursa ve devrim yapacak örgütlü güç de yoksa (ki aslında, PAME’deki 850 bin örgütlü işçi ile KKE’nin durumu, Bolşeviklerin 1917’deki durumundan nicel olarak çok daha iyi!), o zaman Komünistle-rin emekçilerin birlik cephesine katılıp, öyle bir cephenin çelişmeli-gerilimli süreci içinde devrimci perspektifi ön plana çıkarmaya çabalaması, bu sürecin risklerini de göze alması gerekir. Çünkü, o riski göze almayıp, soyut ve parlak prensipleri açıklayan söylemlerin arkasına gizlenerek, gerçekte sadece kendisini koruyorsa, politik olarak zaten kaybeder.
Gördüğümüz, KKE’nin gerçek politik dünyadan ve bu dünyanın karmaşıklıkları ve zorluklarından olabildiğince geri çekildiği; gerçek politik dünyanın karmaşasını Engels gibi “çelişkilerin gübresi” olarak göremiyor olması. KKE, gerçek politik güçleri de, sadece birbirinden analitik bir keskinlikle ayırt edilebilecek aktörler olarak görüyor: “Devrimciler” ve “karşı-devrimciler” (ve tabii, bu ikisi de, “KKE’-liler” ve “KKE’li olmayanlar”la eşit).
İyiler ve Kötüler KKE, kendisi için bir kavram dünyası yaratmış. Bu kavram dünyasında bütün kavramlar tertemiz ve birbirlerinden şematik bir netlikte ayrı, hiç bir karmaşa yok, iyiler bir yanda ve kötüler öbür yanda. KKE, gerçekliği bu kavramlar dünyasının içinden değerlendiriyor; ve günlerin güzel birisinde halk nihayet KKE’li olduğunda devrimin olacağını, böylece bir kavramdan öbür kavrama zıplayacağımızı düşünüyor. Bu mantıkla, KKE’nin, biz sıradan insanların yaşadığı gerçek dünyada gayet etkisiz kalması çok şaşırtıcı değil. KKE, sadece söylemde devrimci kalıyor, ger-
89
Yunanistan’da Solun Yenilgisi
çeklikte ama bu söylemin hiç bir pratik karşılığını göremiyoruz. Öbür yandan, Avrupa’nın sol entelektüelleri arasında bir “SYRIZA’cılık” başladı, ve devrimci perspektif git gide gözden çıkartılıyor; işçi sınıfı için yapılacak her hamlenin karşı taraftan gayet sert karşı tepki alacağı kabullenilip önceden hazırlanmak yerine, bütün bu sürecin “demokratik” ve “sancısız” bir şekilde yaşanacağına dair illüzyonlara kapılınıyor.
90
Devrimci Enerji Akacak Kanal Bulacak mı? SYRIZA’cılar ise, seçilmediklerine sanki seviniyorlar gibi: “Biz ulusal[!] muhalefet olacağız“ diyorlar. Sanki, gerçekten iktidarı ele almak ve gerçekten yapısal bir seviyede politika yapmaktan kurtulduklarından gayet mem-
nunlar. Çünkü, o zaman işler karışacaktı; işte o zaman SYRIZA neyin arkasında ne kadar durabiliyor ve ne zaman diz çöküyor, gerilimini yaşayacaktı. Sonuçta, bir yandan “bürokratik öznel-cilik”ten (Lukacs), ve öbür yandan “liberal/ reformist sosyalizmden” kurtulmadığı sürece, Yunanistan (ve dünya) solu, nesnel koşullar onlara zengin fırsatlar verse bile, hiç bir yerde hamle yapamaz, inisiyatif alamaz; gerçekliğin gerçek akışı içinde sürüklenip gider ve etrafında her şey değişirken neden kendisinin bunu hiç kontrol edemediğine şaşırır kalır. Şimdi, seçim sonrasında, Yunanistan halkında biriken devrimci enerjinin ve yaşanan olağanüstü toplumsal süreçlerde edinilen tecrübe ve bilincin neleri nasıl yapabileceğini göreceğiz.
DEVRİM SYON PROVOKA I S A M Ş I T R A T
Sungur Savran - 17 Haziran 2012
Post-Leninizmin Sınavı Dünya solu 20. yüzyılda kendi içinde üç karşı devrim yaşadı. İlki 1914’te sosyal demokrasinin emperyalist burjuvazinin savaş politikasına iltihakı ile ortaya çıktı. Ama 1917 devrimi dünya solunu yeniden ayağa kaldırdı. Hareket sosyal demokrat ve komünist kanatlara bölündü. Marksizmin enternasyonalist ve devrimci proleter hattının bayrağını komünist hareket devraldı. İkinci karşı devrim 1930’lu yıllarda geldi. Sovyet proleter devletinin içinden çıkarak yükselen bir bürokrasi, Stalinizmin yönetiminde devleti kendi hâkimiyet aracı haline getirerek yozlaştırdı. Buna paralel olarak ulus-
lararası komünist hareketi de kendi uzantısı düzeyine indirgedi. Enternasyonalizmi boğdu, devrimciliği iğdiş etti, geriye adı “komünist”, kendi resmi sol partiler bıraktı. Bu “komünist” partiler, emperyalist ülkelerde resmi düzenin sol kanadı haline geldi; Türkiye, Endonezya, Brezilya ve sayısız ülkede ise burjuva devriminin soldaki ayağı… Uluslararası proletaryanın devrimci örgütlenmesinin aldığı bu ikinci darbeye karşı bütünsel ve programatik bir anlamda sadece Lev Trotskiy’in önderlik ettiği IV. Enternasyonal geleneği mücadele ediyordu. Ne var ki, ikinci karşı devrimin
KRİZ ve DİRENİŞLER
ilkinden bir farkı vardı. İlki, kendi düzen yanlılığını ve milliyetçiliğini Marksizmin devrimci ve enternasyonalist kabuğuna sığdıramadığı için kabuğu fırlatıp atmış, anti-Marksist bir kisveye bürünmüştü. İkincisi ise tersine Marksist kabuğu korumuş, ama içeriği bütünüyle reformist ve milliyetçi hale getirmişti. Bu farkın nedeni, Stalinist Sovyet bürokrasisinin (ve onu izleyen Çin vb. ülke bürokrasilerinin) çıkarının o aşamada işçi devletlerinin korunmasında yatması idi. Bürokrasi hem sosyalizme geçiş ekonomisinin hücrelerinde hayat buluyordu, hem de kendini Ekim devriminin mirasçısı gibi göstererek uluslararası proletaryanın içinden tekrar ve tekrar fışkıran devrimci eğilimleri kendi kanallarına akıtarak öğütüyordu. (Küba devriminin evcilleştirilmesinin öyküsü, bunun en olgun ifadesidir.) Kabuk korunmuştu, ama bunun bedeli Marksizmin salt bir kabuk halini almasıydı. 1991’den itibaren Sovyetler Birliği’nde, Doğu Avrupa’da ve başka yerlerde bürokrasi kapitalizme dönüşün öncülüğünü yapmaya başlar başlamaz, sözde “komünist” partiler de Marksizme sırt çevirdi, yüzünü liberalizme döndü, bizim
post-Leninist dediğimiz bir yönelişe girdi. Yeni dünyayı anlamak için “ezber bozmak” gerekiyordu, sosyalizm yenilmişti, Marksizm yetersizdi, yeni partiler, hatta “parti olmayan parti”ler gerekiyordu. Üçüncü karşı devrim başlamıştı. Post-Leninizm, Brezilya’da İşçi Partisi (PT) idi, Almanya’da Sol Parti (Die Linke) idi, İtalya’da Komünist Yeniden Kuruluş Partisi (PRC) idi, İspanya’da Birleşik Sol (IU) idi, İskoçya’da İskoç Sosyalist Partisi (SSP) idi. Brezilya’da Lula ile iktidar oldu, kendini rezil etti, çeyrek yüzyıllık mücadeleyi sattı, sınıf barikatının öteki yanına geçti. İtalya’da burjuvazinin koalisyon ortağı oldu, emperyalizmin Ortadoğu savaşlarına ve kemer sıkma politikalarına destek oldu, sınıf barikatının öteki yanına geçti. Yunanistan’da Syriza da post-Leninizmin temsilcisidir. Ama Yunanistan hem Brezilya’dan hem İtalya’dan farklı bir deneyim yaşıyor. Brezilya’da Lula’yı iktidara getiren zafer sadece parlamenterdi. İtalya’da PRC zaten küçük ortaktı. Syriza ise yükselen bir sınıf mücadelesinin dalgası üzerinde, ön devrimci bir durumda iktidara yaklaşmış bulunuyor. Şimdi onyıllardır Marksistlerin “ezberini bozma”ya çalışanlar,
95
Post-Leninizmin Sınavı
Marx’ın kriz teorisinden başka hiçbir şeyin açıklayamayacağı bir durumla başa çıkmak zorunda. Onyıllardır Lenin’e sırt çevirenler tarihte en iyi Lenin’in anladığı devrim sorunlarıyla başa çıkmak zorunda. Syriza de-
96
neyimi post-Leninizmin hakiki doğasını ortaya koyacak. Düzenden yana mı, devrimden mi? Marksizme sırt çevirenlerin bu çağda devrimci, yani antikapitalist olması mümkün müdür? İşte size sınav. Hep birlikte izleyelim.
Foti Benlisoy - 13 Şubat 2012
Devrimi “Devrim” Yapan Nedir? Arap coğrafyasında yaşanmakta olan alt üst oluşların nasıl adlandırılması gerektiğiyle ilgili hararetli bir tartışma almış başını gidiyor. Dünya düzeyinde radikal solda, bilhassa Tunus ve Mısır örnekleri için, “devrim” adlandırılması kabul görmüş olsa da bizim solda bu tabir yaşanan sürece bir türlü layık görülemiyor. Söz konusu hadiselere devrim adını vermede yaşanan tereddüdün bir dizi nedeni var ve bunlar daha çok Tunus ve Mısır’daki devrimlerin ve onların tetiklediği ayaklanmalar sürecinin yarattığı ve yaratacağı sonuçlara
dair farklı kestirim ve değerlendirmelerin ürünü. Ancak farklı siyasal değerlendirmelerin ötesinde bir devrimden ne anlamamız gerektiğine dair ciddi bir kafa karışıklığının söz konusu olduğunu da itiraf etmek gerek. Bir devrimi “devrim” yapanın ne olduğu konusunda “fırsat bu fırsat” kapsamlı bir tartışma yürütebilmiş değiliz. Oysa devrim sözcüğünün bunca popüler hale geldiği bir devirde, doğru ya da yanlış bu kelimenin tedavüle yeniden girdiği koşullarda, böylesi bir tartışmayı yapmaktan kaçınmamak gerekiyor. Bu yazı, böylesi muhtemel bir
Devrimi “Devrim” Yapan Nedir?
tartışmaya dair kaleme alınmakta olan daha kapsamlı bir çalışmadan alınmış bazı notlardan ibaret. Gayesi de aklımızın bir kenarında daima Arap devrim ve ayaklanmalarını tutarak ya da bu örneklerden hareketle devrimi “devrim” yapanın ne olduğunu tartışabilmek, ya da böylesi bir tartışmaya katkı sunabilmek.
98
Baştan söylemek gerek: Bu yazıda “siyasal” bir devrim tanımı benimseniyor. Sanayi devrimi ya da neolitik devrim gibi on yılları, bazen yüzyılları kapsayan tarihsel süreçlerden bahsedilmiyor. Dahası, klasik tanımını Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirine Katkı’ya önsözde bulduğumuz, üretici güçlerin gelişiminin otomatik olarak üstyapıda radikal dönüşümlere yol açtığını savlayan “ekonomist-objektivist” devrim tanımı baştan reddediliyor. İlgili pasajı hatırlayalım: “Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O
zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder”[1] Bu alıntının ima ettiğinin tersine, gerek Marx gerekse Engels, devrimlerin üretici güçlerin gelişmesinin otomatik bir sonucu olduğu şeklinde özetlenebilecek bu “nesnelci” yorumu reddederler. Marx’ın Fransa üçlemesinde sınıflar arası güç ilişkilerini temel alan çok daha “siyasal” bir devrim anlayışıyla karşılaşırız.
Ezilenlerin Şöleni Aslında Türkiye solunda da bir hayli yaygın olan, bir biçimiyle içselleştirilmiş olan bu nesnelci devrim algısına karşı bu yazıda, “siyasal” terimlerle bir devrim tartışması yapılıyor ve esas itibariyle Lenin’in metinlerinden hareket ediliyor. Arap coğrafyasında yaşanmakta olanlara tabir caizse “Leninist” bir nokta-i nazardan bakılmaya çalışılıyor. Lenin’in meşhur Devlet ve Devrim’i ile başlamak sanırım en iyisi. Şöyle yazıyordu Lenin: “Yirminci yüzyılın başındaki devrimleri örnek alacak olursak, elbette
KRİZ ve DİRENİŞLER
Portekiz ve Türk devrimlerinin her ikisinin de burjuva devrimi olduğunu kabul etmemiz gerekir. Fakat bu devrimler birer ‘halk’ devrimi değildir, zira ikisinde de halk kitleleri, halkın ezici çoğunluğu kendi ekonomik ve siyasal talepleriyle gözle görülür bir ölçüde aktif ve bağımsız olarak sokağa inmemiştir. Halbuki Rusya’daki 1905-1907 burjuva devrimi Portekiz ve Türk devrimlerine ara ara nasip olan ‘parlak’ başarılar elde edememiş olsa da, kuşkusuz ‘gerçek bir halk devrimi’ydi, zira halk kitleleri, halkın çoğunluğu, toplumun baskı ve sömürü altında bunalmış olan en alt katmanları bağımsız olarak ayağa kalkmışlardı ve devrime damgasını vuran şey, kitlelerin kendi talepleri, yıkılmakta olan eski toplumun yerine kendi bildikleri tarzda yeni bir toplum kurma yönündeki kendi çabaları olmuştur.”[2]
Portekiz’de 5 Ekim 1910’da Kral II. Manuel’in bir darbeyle devrilip cumhuriyet ilan edilmesini de rahatlıkla “devrim” tabiriyle tarif edebiliyor. Ancak esas önemli olan, Lenin’in adına yaraşır bir devrimi, gerçek bir “halk devrimi”ni nasıl tanımladığı, hangi kriterleri devreye soktuğu. Her şeyden önce, bizde çoğu kez sanıldığının aksine, bu kriterler devrim hareketinin başarıya ulaşıp ulaşmamasına dair değil. Lenin için Osmanlı’da “devrim”, anayasanın ilanı ve Meclis-i Mebusan’ın toplanmasıyla “başarı” kazanmıştır; ancak bu onu gerçek bir “halk devrimi”, popüler bir devrim saymak için yeterli değildir. Arap devrimci sürecine de aynı şekilde yaklaşmak gerekir. Bu anlamda örneğin Mısır’da yaşananları adlandırırken başvuracağımız ana kıstas, ayaklanmanın, halk hareketinin zaferle taçlanmış olup olmaması değildir.
Lenin’in “devrim” tabirini kullanırken öyle bizde olduğu üzere kılı kırk yaran bir hassaslık içerisinde olmadığı, devrim kavramını dosta düşmana karşı öyle kıskançça müdafaa etmek gibi bir tutum içerisinde olmadığı aşikâr.
Mesela ülkede yönetimin fiilen ordunun eline geçmesi ya da Müslüman Kardeşlerin artan gücü, hadiselerin devrim sayılıp sayılmamasının belirleyicisi değildir.
1908’de Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe sokulmasını ya da
Lenin için önemli olan, “halkın ezici çoğunluğu[nun] kendi eko-
99
Devrimi “Devrim” Yapan Nedir?
nomik ve siyasal talepleriyle gözle görülür bir ölçüde aktif ve bağımsız olarak sokağa inme”si, “halkın çoğunluğu[nun], toplumun baskı ve sömürü altında bunalmış olan en alt katmanları[nın] bağımsız olarak ayağa kalkma”sıdır.
100
Tayin edici faktör, “devrime damgasını vuran şey”, kitlelerin “kendi talepleri” doğrultusunda “kendi çabaları” ile “kendi bildikleri tarzda”, “aktif ve bağımsız” bir biçimde seferber olmalarıdır. Yani Lenin’e göre, aşağıdan bir devrimin tanımlayıcı özelliği, “başarılı” olup olmamasından ziyade alt sınıfları harekete geçirmesiyle açığa çıkardığı kitlesel siyasal enerjidir. Lenin bu kritik hususu, yani ezilenlerin siyasal alanı işgal edişini sıklıkla tekrarlar. Meşhur bir ifadesini kullandığı bir pasajda şöyle yazar: “Devrimler baskı altında tutulanların ve ezilenlerin şölenidir. Ancak devrim zamanlarında insan kitleleri yeni bir toplumsal düzenin yaratıcıları olarak bu kadar aktif bir biçimde öne çıkarlar. Böyle zamanlarda insanlar, evrimci ilerlemenin terazisine vurulduğunda mucize sayılabilecek şeyleri yapma kudretine sahip olurlar.”[3] Bu pasajdan yıllar sonra ve
araya Ekim Devrimi girmişken aynı temayla bir kez daha karşılaşırız: “Böylece bir devrimin olabilmesi için; ilk önce, işçilerin çoğunluğunun (hiç değilse, bilinçlenmiş olan ve aklı eren, siyasi bakımdan etkin işçilerin çoğunluğunun) devrimin gereğini tam olarak anlamış olmaları ve devrim uğruna hayatlarını feda etmeye hazır olmaları gerekir; bundan başka, yönetici sınıfların, en geri yığınları bile siyasi hayata sürükleyen, hükümeti zayıf düşüren ve devrimcilerin onu devirmesini mümkün kılan bir hükümet bunalımından geçmekte olması gerekir”.[4] Tekrarlarsak, Lenin için bir devrimci durumun iki karakteristiği söz konusudur: a) Tunus ve Mısır’da sözkonusu olduğu üzere işçi sınıfının belirleyici bir kesiminin devrimci kitle seferberliğine dahil olması, onu sürüklemesi ve b) geniş ezilen kitleleri siyasal mücadeleye katan bir hükümet bunalımının, bir rejim krizinin yaşanması. Lenin için bilhassa bu ikinci koşul, yani kriz bağlamında gündeme gelen kitle mücadeleleri tayin edici önemdedir. Yukarıdaki pasajın hemen devamında şöyle yazar: “Her gerçek devrimi belirleyen şey, o zamana kadar bilinçsiz olan, ezilen
KRİZ ve DİRENİŞLER
emekçi yığınlar arasında siyasi mücadeleye atılmaya hazır insan sayısının hızla on misline ve belki de yüz misline yükselmesidir.”[5] Troçki de Rus Devriminin Tarihi adlı çalışmasında aynı vurguyu yapar: “Devrimin en tartışma götürmez özelliği kitlelerin tarihsel olaylara doğrudan müdahaleleridir. Normal zamanlarda, ister monarşik ister demokratik olsun, devlet ulusa tepeden bakar; tarih erbaplarınca yapılır: monarklar, bakanlar, bürokratlar, parlamenterler, gazeteciler. Ama keskin dönemeçlerde, eski düzen onlar için katlanılamaz hale geldiğinde, kitleler kendilerini siyaset arenasından ayıran duvarları birer birer yıkarlar, geleneksel temsilcilerini yerlerinden ederler ve bu müdahaleleriyle yeni bir düzenin başlangıç ortamını yaratırlar.”[6] Devrimci süreçlerde tarih öylesine hız kazanır ki siyasi mücadelelere atılmaya hazır kitlelerin sayısı tıpkı Lenin’in vurguladığı üzere kat be kat artar. Tıpkı Tunus ya da Mısır’da olduğu üzere bir önceki dönemin siyasal ataleti berhava olur, geniş emekçi yığınlar çok hızlı bir siyasal deneyim kazanma ve öğrenme sürecine girerler.
Bu bilinç sıçraması, bir partinin ya da öncü örgütün kitlelere dayattığı bir şey değildir; bilakis kitle mücadelelerindeki yükselişin yarattığı ve çok sayıda insanın gündelik hayatından deneyimlediği somut bir durumdur. Troçki bu deneme yanılma yoluyla pratik mücadeleler içerisindeki öğrenme sürecini, “ardışık yaklaşıklıklar yöntemi” diye tanımlar: “Kitleler devrime dört başı mamur bir toplumsal dönüşüm planıyla değil, artık eski rejime tahammül edemeyeceklerini gösteren ham bir duy- 101 guyla girişirler. Yalnızca sınıflarının önder çevreleri siyasal bir programa sahiptir, ama o da olaylar tarafından doğrulanmaya ve kitlerce onaylanmaya muhtaçtır. Bir devrimin aslî siyasal süreci sınıfın, toplumsal krizin ortaya koyduğu sorunların bilincine varması ve kitlelerin aktif olarak ardışık yaklaşıklıklar yöntemi uyarınca yön bulmalarından oluşur.”[7]
Her Devrim Mutlu Sonla mı Biter? Toparlamak için önce Lenin’e, sonra da Ernest Mandel’e başvurmakta yarar var. Lenin, her devrimci durumun illa ki başa-
Devrimi “Devrim” Yapan Nedir?
rıya ulaşmış bir devrim neticesini doğurmayabileceğini hatırlattıktan sonra, bir devrimci durumu karakterize den üç temel “semptom” öne sürer:
102
1) Hâkim sınıflar açısından hâkimiyetlerini herhangi bir değişiklik yapmaksızın sürdürmek imkânsız olduğunda; şu ya da bu biçimde ‘yukarı sınıflar’ arasında bir kriz olduğunda, hâkim sınıfın siyasasında ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve öfkesinin önünü açan bir çatlağa yol açan bir kriz olduğunda. Bir devrimin gerçekleşmesi için genelde ‘aşağı sınıfların’ eskisi gibi yaşamak ‘istememesi’ yetmez, ‘yukarı sınıfların’ da eskisi gibi yaşamaya devam edecek ‘takati olmaması’ gerekir. 2) Ezilen sınıfların çile ve yoksunluğunun normalden daha akut hale gediği zaman. 3) Yukarıda sayılan nedenlerin sonucu olarak, ‘barış zamanı’ şikâyet etmeksizin soyulmaya razı gelen, ancak çalkantılı dönemlerde krizin yarattığı bütün koşullar ve bizzat ‘yukarı sınıflar’ tarafından bağımsız tarihsel eyleme sürüklenen kitlelerin etkinliğinde dikkate değer bir artış olduğu zaman.”[8] Yani Lenin için bir devrim, yönetenlerin eskisi gibi yöneteme-
diği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği bir kriz zamanında geniş kitlelerin eyleme geçmesiyle gündeme gelir. Ernest Mandel ise Lenin ve Troçki’nin yukarıda anılan belirlemelerine paralel olarak bir devrimi karakterize eden iki temel öğe bulunduğunu yazar: a) “hâkim toplumsal ve (veya) politik yapıların ani ve radikal bir biçimde yıkılması” ve b) bu yıkımın da “devasa popüler seferberlikle, geniş sıradan insan yığınlarının siyasal hayat ve siyasal mücadeleye ani, kitlesel ve aktif müdahalesi aracılığıyla” gerçekleşmesi. [9] Hiç değilse Tunus ve Mısır örneklerinde (işçi sınıfının belirleyici rol oynadığı) devasa kitle seferberliklerin hâkim siyasal yapıları devirdiği bir durumla, yani evet devrimle karşı karşıyayız. Her iki ülkedeki devrimlerin tamamlanmamış olması, üstelik karşı devrimci güçlerce sınırlanmaya, bastırılmaya ve soğurulmaya çalışılması ve bunda (şimdilik) belli başarılar elde etmiş olması onların “devrim” adını hak etmediği anlamını taşımaz. Devrimi devrim yapan onun mutlu sona ulaşıp ulaşmaması değildir. Tam tersine bu durum, yani devrimci süreçte gelgitler,
KRİZ ve DİRENİŞLER
devrimlerin genel bir karakteristiği sayılmalıdır. Georg Lukács tam da bu anlamda, “Büyük Fransız İhtilali’nden beri tüm devrimler aynı eğilimi artan bir yoğunlukla sergilemektedir” der.[10] Yani a) devrimci güçlerin, çok farklı toplumsal sınıf ve katmanların, siyasal güçlerin devrimin başındaki birliği, b) karşı devrimin baskısı altında bu güçlerin giderek devrimin radikalleşip derinleşmesini savunanlarla evlinin evine köylünün köyüne dönmesini savunanlar arasında kutuplaşması ve c) devrimin içinde muhafazakâr bir reaksiyon neticesinde nihai stabilizasyon ya da devrimin derinleşmesi, daha da radikalleşmesi şeklindeki gelişmeler, devrimlerin gelişiminde genel bir eğilim olarak ortaya çıkar. Aynı eğilimleri, neticesini ancak somut güçler ilişkilerinin tayin edeceği bu tip gelgitleri Mısır ve Tunus örneklerinde de görebiliyoruz. Dolayısıyla iki ülkede yaşanan ve devrimci süreci, keza devrimin en radikal unsurlarını tehdit eden gelişmelerden hareketle yaşananları “devrim” olarak adlandırmaktan imtina etmek abesle iştigalden başka bir şey değil. Kıstas “mutlu son”
olursa başta 1848 devrimleri olmak üzere çoğu devrim, devrim olmaktan çıkar. Ezcümle politik bir hadise olarak devrimin tayin edici özelliği, neyi devirip neye yol açtığından evvel “kitlelerin tarihsel olaylara doğrudan müdahaleleridir.” Tayin edici öğe, ezilenlerin mevcut siyasal kurumlaşmanın ötesinde, hatta bu kurumsal yapılanışı alt üst ederek siyasete müdahale etmeleridir. Bu müdahale derinleşip ezilenler lehine yeni bir siyasal-sosyal yapılanışın önünü açabileceği gibi, çoğu tarihsel örnekte olduğu üzere, akamete uğrayabilir, geri çekilebilir, müesses nizam güçlerince bastırılabilir ya da soğurulabilir. Önemli olan netice değil, mevcut siyasal kurumlaşmanın ötesinde aşağıdan bir yeni siyasal enerjinin açığa çıkması, bu enerjinin o güne dek düşünülemeyecek tarihsel alternatifleri, kısıtlı bir süre için de olsa, gündeme getirmesidir. Bir devrimci süreç, o güne değin siyasal sistem tarafından dışlanmış, sesi kısılmış geniş yığınların o dışlandıkları siyasal sistemi özgüçleriyle işgal etmeleri, o alanı kendi talepleriyle ele geçirmeleridir ya da buna hamle etmeleridir. Devrimci bir süreç, siyasal alanın yerleşik kalıplarını ani-
103
Devrimi “Devrim” Yapan Nedir?
den sarsan, yeni sosyal aktör ve taleplerin beklenmedik bir şekilde sahneye çıkmasına neden olan bir kırılma, bir kopuşla mümkün olur. Bu anlamda da daha önce gündemde olmayan, tasavvur edilmesi dahi zor ihtimal ve imkânları açığa çıkarırlar.
104
Aslında Arap devrimlerine bakarken binbir dereden su getirerek bunların neden ve nasıl bir devrim olamayacağına dair mazeretler üretmek “saf ” bir toplumsal devrim arayışının ürünü. Yani yenilgisiz, geriye dönüşsüz, gel gitsiz muzaffer bir devrim arayışının, doğrudan doğruya ve dolayımsız sosyalizmi gündeme getiren bir kızıl şafağı bekleyişin ürünü. Lenin, İrlanda’da 1916 yılında cereyan eden Paskalya ayaklanmasını bir tür darbe ve hatta küçük burjuva maceracılığı olarak eleştirenleri, “saf” toplumsal devrim arayışlarından ötürü eleştiriyordu. Ona göre böylesi bir beklenti, “bir ordunun belirlenmiş bir noktada mevziiye girerek ‘biz sosyalizmden yanayız’ ve bir başka ordunun da bir başka noktada saf tutarak ‘biz emperyalizmden yanayız’ diyeceğini ve o zaman toplumsal devrim olacağını sanmak olur! Ancak böylesine ukalâca ve gü-
lünç bir görüş açısından hareket ederek İrlanda ayaklanmasına ‘darbe’ diye sövülebilirdi. ‘Saf’ bir toplumsal devrim bekleyen kimsenin ömrü, bunu görmeye yetmeyecektir. Böylesi, gerçek bir devrimin ne olduğunu hiç anlamayan sözde-devrimcidir.”[11] Bizdeki tepki ve tereddütleri de benzer bir “saf ” devrim beklentisi olarak tasnif etmek mümkün. Bizdeki sol için mesela Mısır’da ordu, Müslüman Kardeşler, Selefiler, mezhebi-etnik gerilimler, emperyalist manipülasyonlar olmasa ancak o zaman devrim “devrim” adını hak edebilecek. Oysa maalesef böyle laboratuar koşullarında imal edilmiş lekesiz bir devrim yok, hiç olmadı, hiç olmayacak.
Devrimin Güncelliği Lukács’a göre Lenin’in düşüncesinin temeli, emperyalizm ve savaşlar devrinde gerek Rusya’ya dair hadiseleri gerekse uluslararası gelişmeleri, “devrimin güncelliği” perspektifinden kavramasıdır. Ona göre Bernstein tipi revizyonistlerle Kautsky tipi ortodoksları birleştiren husus, devrimin evrensel güncelliğini yadsımalarıdır. “Kaba bir Marksistin gözünde burjuva toplumunun temelleri o
KRİZ ve DİRENİŞLER
kadar sarsılmaz bir sağlamlıktadır ki, bu temellerin son derece göze çarpan biçimde sarsıldığı anlarda bile yalnızca ‘normal’ duruma dönülmesini diler, burjuva toplumunun bunalımlarını geçici olaylar olarak görür ve böyle zamanlarda bile mücadeleye kesinlikle yenilmez olan bir kapitalizm karşısında akıl dışı ve sorumsuz bir isyan olarak bakar.” Oysa Lenin devrimi güneşli güzel yarınlara dair bir ufuk olarak değil, aktüel bir mesele olarak kavrar. “Devrimin güncelliği, tek tek her günlük sorunun, toplumsal tarihsel bütünün somut bağlamı içinde ele alınması, bunların proletaryanın kurtuluş momentleri olarak incelenmesi demektir. (...) Bu ise yalnızca, günlük her sorunun -günlük sorun olarak bileaynı zamanda devrimin temel sorunu olduğu anlamına gelir.”[12] Yani devrim artık bir teorik soyutlama değil, günün meselesidir. Lenin’den oldukça farklı bir terminoloji kullanan Walter Benjamin’in deyimiyle, “Bu gelecek içerisinde her an, Mesih’in geçebileceği küçük kapı”dır artık.[13] Mesihçi kurtuluş, yani devrim,
ancak güncel ve gerçekleşebilir bir mesele olarak kavrandığında onunla günlük mücadeleler arasında somut bağlar kurulabilir. Oysa bu ikisi arasındaki aktüel bağları kesmek, (hadi eskilerin dilini kullanalım) sağ oportünizmin evrimciliğine ya da sol oportünizmin maceracılığına varır ancak. Elbette Birinci Dünya Savaşı sonrasında önce Rusya’yı, sonra da hemen bütün dünyayı sarsan devrimci kabarış yıllarında değiliz. Ancak kapitalist krizin ekolojik krizle bütünleşerek burjuva medeniyetinin çok boyutlu bir buhranına dönüştüğü bir dönemeçteyiz. Kriz kapitalist siyasal mimariyi kırılganlaştırıyor, son bir senede başta Arap coğrafyasında olmak üzere sosyal patlamaları, yığınsal düzeyde keskin radikal siyasallaşma süreçlerini ve kitleler nezdinde ani bilinç sıçramalarını mümkün kılıyor. Son bir yılda dünyanın birçok bölgesinde kitle mücadelelerinde yaşanan ve yeni bir dalga olarak değerlendirilebilecek niteliksel sıçramayı bu bakımdan değerlendirmek gerekiyor. Devrim kelimesinin tekrar tedavüle girmesini de medyatik bir abartma olarak değil, bu arka plan dahilinde, yani radikal bir
105
Devrimi “Devrim” Yapan Nedir?
siyasal-toplumsal dönüşümün geniş yığınlar nezdinde hissedilir olmaya başlamasıyla bağlantılı olarak düşünmek gerekiyor. Yani devrim sözcüğünü kullanmakta cimrilik etmek yerine Leninist “devrimin güncelliği” perspektifinin yeniden hatırlanması gereken bir döneme giriyoruz, belki girdik bile. Bırakalım, devrim kelimesi “bizi” değil “onları” afallatsın, “onları” ürkütsün.
106
NOT: Arap dünyası ve “devrim”i durulmuş değil, öyle kısa zamanda da durulacak gibi görünmüyor. Bu nedenle bir “devrim”den değil, bir “devrimci süreç”ten bahsetmek daha isabetli. Mısırlılar kendi devrimlerini, kalkışmanın başladığı tarihten hareketle “25 Ocak Devrimi” diye adlandırıyorlar. Yaşanmakta olanın bir seferde olmuş bitmiş bir hadiseden ziyade bir “süreç” olduğunu belirtiyor olması açısından isabetli bir ifade bu. Arap coğrafyasında tanık olduğumuz şeyin, tamamlanmış bir “devrim” olarak basit bir biçimde eski rejim liderinin devrilmesine indirgenmeyip uzun vadeli devrimci bir süreç olarak tanımlanması gerekiyor. Aslında
Mübarek’in 11 Şubat’taki istifası gibi Ben Ali’nin 14 Ocak’ta kaçışı, örneğin Fransız Devrimi gibi uzun bir süre sürecek olan, hâlihazırda devam eden devrimci sürecin bir aşamasından başka bir şey değildir. Hatırlanacağı üzere, Fransız Devrimi 14 Temmuz 1789’da başlamıştı ve birçok tarihçinin iddia ettiği üzere ancak on yıl sonra Napolyon Bonaparte’ın “18 Brumaire” (9 Kasım 1799) darbesi ile tamamlanmıştı. Bir uluslararası ayaklanmalar süreciyle karşı karşıyayız. Bunun ilerleme devreleri olduğu gibi gerileme, bastırılma, ihanete uğrama, çürüme, yozlaşma devreleri de söz konusu olabiliyor. Burada doğrusal bir evrim beklemek siyasal süreçlere dair ziyadesiyle mekanik bir algının ürünü olabilir ancak. Devrimci bir süreç, tamamlanmamış, ucu açık bir tarihsel dönemi imler. Çok farklı alternatiflerin gündemde olduğu, neticesi ancak güç ilişkilerinde yaşanacak değişimlerle tayin edilebilecek belirsiz bir süreçtir söz konusu olan. (FB/HK) Dipnotlar: [1] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, İstan-
KRİZ ve DİRENİŞLER bul, 1993, s. 23. [2] Lenin, Devlet ve Devrim, çev. F. Burak Aydar, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2009, s. 41. [3] Lenin, Two Tactics of Social-Democracy in the Democratic Revolution, http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1905/tactics/ch 13.htm [4] Lenin, "Sol" Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, çev. Muzaffer Kabagil, Sol Yayınları, İstanbul, 1974, s. 91 [5] Aynı yerde. [6] Lev Troçki, Rus Devriminin Tarihi Şubat Devrimi Çarlığın Devrilmesi, çev. Bülent Tanatar, Yazın Yayıncılık, İstanbul, 1998, s. 7. [7] Troçki, age, s. 8-9. [8] Lenin, e Collapse of the Second Inter-
national, http://www.marxists.org/archive/ lenin/works/1915/csi/ii.htm#v21pp74h-212 [9] Ernest Mandel, "e Marxist Case for Revolution Today", http://www.internationalviewpoint.org/spip.php?article159 [10] Aktaran Neil Davidson, "e French Revolution is not over", International Socialism, 113, Ocak 2007. [11] Lenin, "e Discussion On Self-Determination Summed Up", [12] György Lukacs, Lenin'in Düşüncesi Devrimin Güncelliği, çev. Ragıp Zarakolu, Belge Yayınları, İstanbul, 1998, s. 7-12. [13] Walter Benjamin, Pasajlar, çev. Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1992, s. 43
107