G e n ç l i ğ i nd e v r i m c i b i r l i ğ i n i y a r a t a l ı m İ ş g a l , b o y k o t , d i r e n i ş !
S a y f a1 0 1 1
“ İ ş g a l i m i z İ T Ü ’ y ev eg e n ç l i kh a r e k e t i n e u m u t o l d u ! ” S a y f a1 4 1 5
E k i mG e n ç l i ğ i I I . Y a z K a m p ı ’ n d a b u l u ş a l ı m ! K a d ı ns o r u n u n at a r i h s e l ma t e r y a l i s t y a k l a ş ı m
S a y f a2 3 2 7
İ s y a na t e ş i p r o l e t a r y a n ı ne l i n d e . . .
S a y f a3 0 3 1
Ş a i r c e k e t l i , k u m r a l b i r ç o c u ğ u ny a z ö y k ü s ü . . . S a y f a3 4 3 6 Ay l ı kS o s y a l i s tGe n ç l i kDe r g i s i E k i mGe n ç l i ğ i *Ha z i r a n2 0 1 4*S a y ı : 1 5 1 F i y a t ı : 2T L .( KDVd a h i l ) *S a h i b i v eS o r u ml uY.İ ş l .Md . : T a y f u nAl t ı n t a ş E KS E NBa s ı mYa y ı nL t d .Ş t i .* T e l : 02 1 26 2 17 45 2 Ya y ı nt ü r ü : S ü r e l i Ya y g ı n Ba s k ı : Öz d e mi rMa t b a a c ı l ı kDa v u t p a ş aCa d .Gü v e nS a n a y i S i t e s i CBl o kNo : 2 4 2T o p k a p ı / İ s t a n b u l T e l : 02 1 25 7 75 49 2
Yö n e t i mAd r e s i :
E k s e nYa y ı n c ı l ı kMi l l e tCd .S e l ç u kS u l t a nCa mi S k . No : 2 / 9F a t i h / İ s t a n b u l
Y e ni s ay ı mı z ı Haz i r anDi r e ni ş i ’ ni ny ı l dönümünde , Haz i r an’ ı nc oş k us uv edi nami z mi y l eç ı k ary or uz . Budi nami z mS oma’ damade ni ş ç i l e r i ni n k at l e di l me s i y l et e k r ars ok ağadök ül e n, üni v e r s i t e l e r i ni i ş gal e de nge nç l i ği n mi l i t ane y l e ml e r i ni ndi nami z mi di r ay nı z amanda. Buy üz de nde r gi mi z des e r may ede v l e ni n k at l i amı v ebununk ar ş ı s ı ndage r ç e k l e ş e n ge nç l i ke y l e ml e r i ney e rv e r di k . T üm buy aş ananl arHaz i r an’ dak or k uduv ar l ar ı nı y ı k ar aks ok ağadök ül e nge nç l i ği nt aş ı dı ğı de v r i mc i , mi l i t anpot ans i y e l i n hal ay okol madı ğı nı , de v r i mc i pol ik al ar av e e y l e ml e r eaç ı kol duğunuor t ay ak oy mak t adı r . Buy üz de nge nç l i khar e k e ni ngünc e l i hy ac ı ol ange nç l i ği nde v r i mc i bi r l i ği t arş mal ar ı na y ay ı nı mı z day e rv e r mi şbul unmak t ay ı z . Y ay ı nı mı z day e rv e r me ni nöt e s i nde , buy ı l i k i nc i s i ni ge r ç e k l e şr e c e ği mi z E k i m Ge nç l i ği Y azKampı ’ nı da“ Ge nç l i ği n de v r i mc i bi r l i ği ni y ar at maki ç i nbul uş uy or uz ” ş i ar ı y l at opl uy or uz . T üm ok ur l ar ı mı z ı 7 1 3T e mmuzt ar i hl e r i ar as ı ndaİ z mi r S e f e r i hi s ar ’ da ge r ç e k l e şr e c e ği mi zk ampı mı z ak al may a ç ağı r ı y or uz . Ge nç l i ği nbugünt aş ı dı ğı de v r i mc i pot ans i y e l i n aç ı ğaç ı k arl mas ı , de v r i mc i bi rz e mi nev e ör güt l ül üğek av uş mas ı i ç i nadı ml ar ı mı z s ı k l aşr ı y or uz . Üni v e r s i t e l e r i nk apanmas ı i l ebi rdöne mi k apa r k e nönümüz de k i y azdöne mi ndebüt ün e ne r j i mi z i k ampç al ı ş mal ar ı mı z av ege nç l i ği n de v r i mc i bi r l i ği ni y ar at mahe de fine har c ay ac ağı z . Bur adanbi rk e zdahahe r k e s i ge nç l i khar e k e ni n günc e l i hy aç l ar ı nay anı tür e t me y e , ge nç l i ği nde v r i mc i bi r l i ği ni y ar at maki ç i n müc ade l e y eç ağı r ı y or uz .
e ma i l : e k i mg e n c l i g i @g ma i l . c o m www. e k i mg e n c l i g i . n e t
Gençlik hareketinin örgütlenme ihtiyacını karşılamak için
Gençliğin devrimci birliğini yaratalım!
Gençliğin tercihi seçim sandıklarına sığmaz dedik, gençliğin öfkesi bu düzene sığmaz dedik. Bunun böyle olduğunu Haziran’dan sonra tekrar gördük. 1 Mayıs’ta barikatlar kurup işçi sınıfının safında sınıf savaşına katıldık, Soma’da maden işçileri katledildi üniversitelerimizi işgal ettik, 31 Mayıs’ta sokaklara çıktık. Dost-düşman gençliğin taşıdığı potansiyeli, gençliğin öfkesini, gelecek özlemini, militanlığını gördü. Önlemler aldılar, tehditler savurdular, polis operasyonları yaptılar ancak gençliğin taşıdığı devrimci potansiyeli yok edemediler. Evet, yok edemediler; çünkü bu düzenden hiçbir beklentisi olmadığını haykıran gençliğin devrimci potansiyelini yok etme gücü ve olanağından yoksundur egemenler.
Haziran’dan bugüne, gençliğin devrimci potansiyelini yok edemezsiniz!
Haziran Direnişi’nde korku duvarlarını yıkıp sokaklara çıkan gençlik, bu düzenden bir beklentisi olmadığını defalarca gösterdi. Reformistler, Haziran Direnişi’nin tüm yıkıcı, değiştirici, dönüştürücü, yaratıcı gücünü seçim sandıklarına hapsetmeye çalıştı. Sermaye iktidarı ise sömürüye, baskılara ve yasaklamalara seçim sonrasında da pervasızca devam etti. Reformistlerin girişimi gençliğin ufkunu daraltıp düzen sınırlarının içine hapsetmeye hizmet ederken, AKP iktidarı ise, devletin sopasıyla gençliği terbiye etmeyi hedefliyor. Buna karşın
mücadeleden geri durmayan gençlik, geleceğine sahip çıkmaya devam ediyor. Kitlelerin öfkesinin dinmeyeceği, yer yer geri çekilse bile bu kokuşmuş düzen var oldukça, patlamalara yol açan öfkenin kaybolmayacağı açıktır. Bunun en somut göstergesi 1 Mayıslar’dır, fabrikalarını işgal eden, direnişe geçen Greif işçileridir, Yatağan işçileridir, Anteks işçileridir. Soma’da yüzlerce işçinin katledilmesinin ardından sokağa çıkan yüz binlerdir, üniversitelerini işgal eden gençliktir, 31 Mayıs’tır, Haziran’dır…
Gençlik sınıf gündemlerine uzak değildir
İşçi sınıfı, mücadele sahnesine çıktığında tüm dengeleri değiştirebileceğini, emekçi kitleleri, gençliği ve diğer ezilenleri peşinden sürükleyebileceğini, sergilediği direniş örnekleriyle göstermiştir. Greif işgali, Yatağan işçilerinin direnişi, Soma’daki katliam, taşeron işçilik gibi örnekler, gençlik kitlesinde de yankısını bulmuştur. Bu etki, gerçekleştirilen işgal eylemlerinde de kendisini göstermektedir. Gençlik, son yıllarda ortaya koyduğu militan tavrını, toplumsal olaylara gösterdiği duyarlılıkla bir kez daha ortaya koymuştur. Tüm bu gelişmelerin karşısında sermaye iktidarı baskılarını arttırmaktadır. Yeni Geziler’den, yeni Haziranlar’dan korkmaktadır. On binlerce polisi kitlelerin üzerine salmasının, onlarca TOMA’yla, akreplerle saldırmasının,
Kitlelerin öfkesinin dinmeyeceği, yer yer geri çekilse bile bu kokuşmuş düzen var oldukça, patlamalara yol açan öfkenin kaybolmayacağı açıktır. Bunun en somut göstergesi 1 Mayıslar’dır, fabrikalarını işgal eden, direnişe geçen Greif işçileridir, Yatağan işçileridir, Anteks işçileridir. Soma’da yüzlerce işçinin katledilmesinin ardından sokağa çıkan yüz binlerdir, üniversitelerini işgal eden gençliktir, 31 Mayıs’tır, Haziran’dır…
3
Bizler bilmekteyiz ki, mücadelemizin gerçek kazanımları sadece o anki taleplerimizin karşılanması ile ölçülmemektedir. Bundan daha da önemlisi gerçekleştirmiş olduğumuz eylemlerin örgütlülüğümüzü ne kadar geliştirdiğidir. Gerçek kazanımımız örgütlülüğümüzün yaratılmasındadır, güçlendirilmesindedir.
4
günler öncesinden eylem alanlarında önlemler almasının, hedef gözeterek ölüm saçmalarının arkasında bu korkuları vardır. Ancak korkuları ecellerine fayda etmeyecektir. Soma’daki madenci katliamı sadece yüzlerce işçinin katledilmesi ile değil, kapitalizmin vahşi sömürü çarkına, işçileri kömür torbası gibi gören ilkel zihniyetine, sermayenin üniversitelerle kurduğu rezil ilişkiden düzenin işçi sınıfından nasıl da korktuğuna dek, birçok gerçeği gözler önüne sermiştir. Kitleler hümanist duygularla değil, düzene karşı başkaldırı ruhuyla sokaklara çıkmıştır. Ayağa kalkan kitleler düzenin yas ilan etmesinden şehitlik edebiyatına sarılmasına kadar tüm oyunlarını bozmuştur. Yas değil mücadele günü şiarı karşılık bulmuştur. Gençlik bu noktada da militan bir tutum almıştır. Kendi geleceğini işçi sınıfının geleceğiyle bir tutan, kendi geleceğine sahip çıkmayı işçi sınıfının kurtuluşunda gören bir bakış ortaya konmuştur. Bu katliam, hiç bir güvenlik önlemi olmadan, taşeron köleliğine mahkum edilen işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarını gözler önüne sermiştir. Taşeron köleliğinin boyutlarını ve sonuçlarını gözler önüne sermiştir. Düzen güçlerinin ve sözcülerinin, Soma Holding patron ve yöneticilerinin açıklamaları düzenin pervasızlığını ortaya koymuştur. Bu pervasızlık karşısında kitleler sadece katledilen madencileri anmak için değil, düzene karşı öfkelerini haykırmak için de alanlara çıkmıştır. Taşeron köleliğinin ne tür sonuçlar doğuracağını ortaya koyan bu katliam, kapitalist düzende işçilerin hayatlarının bile hiçe sayıldığını ortaya koymuştur. Gençlik tüm bu yaşananlar karşısında sergilediği tutumla sınıf gündemlerine uzak olmadığını göstermiştir.
gösterdiği militan tutumun sınırlarını da belirlemiştir. Gerçekleştirdiği eylemin iradesini güçlendirecek, militanlığını sürdürecek, yarınlara örgütlü gücünü arttıracak olan örgütlülüklerden yoksun olması, gençliğin mücadelesinin sınırlarını belirlemiş, her adımda bu örgütlenmenin ihtiyacı hissedilmiştir. Bizler bilmekteyiz ki, mücadelemizin gerçek kazanımları sadece o anki taleplerimizin karşılanması ile ölçülmemektedir. Bundan daha da önemlisi gerçekleştirmiş olduğumuz eylemlerin örgütlülüğümüzü ne kadar geliştirdiğidir. Gerçek kazanımımız örgütlülüğümüzün yaratılmasındadır, güçlendirilmesindedir. Gençlik hareketinin mevcut tablosu bunu açık bir şekilde göstermektedir. Gençlik politikalarda ortaklaşmış, sözünü söyleyebileceği, karar alma mekanizmasında yer alabileceği örgütlülüklere ihtiyaç duymaktadır. Bu arayışını forumlarla, topluluklarla, öğrenci çalışmalarıyla aşmaya çalışmaktadır. Ancak bunlar, bugünkü politik ve eylem düzeyini karşılamamaktadır. Eylemliliğini ve gücünü güvenceye alacak mekanizmalar yaratamamaktadır. Gençlik hareketinin bu kendiliğindenliğinin ve üzerindeki reformizmin etkisinin kırılması gençlik hareketinin güncel ihtiyacıdır. Tekrar tekrar söylüyoruz. Devrimci politik bir odaklaşma yaratılması; gençliğin dinamizminin, militanlığının ve bugünkü eylem düzeyinin kucaklanması gerekmektedir. Bu politik odaklaşmanın örgütsel karşılığı devrimci politikalarda birleşmiş, politik kitle örgütünün yaratılmasıdır.
Gençliğin dinamizminin, militanlığının eylemsel biçimi: İşgaller
Genç komünistler olarak gençlik hareketini devrimcileştirme, ileriye taşıma; birleşik, kitlesel, devrimci bir gençlik hareketi yaratma hedefimizin güncel sorumluluğu böylesi bir örgütlülüğün yaratılmasıdır. Gençlik hareketinin ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Ortaya koyduğumuz bu politika yakın dönem tartışmalarımıza ve önümüzdeki döneme de yön vermektedir. Bugün gençlik kitleleriyle, özellikle de ileri gençlik kitleleriyle örgütlenme tartışmalarını yürütmek, gençlik hareketinin güncel ihtiyaçlarını tartışmak ve onları harekete geçirmeyi, kapsamayı hedefleyen Devrimci Gençlik Birliği’ni somutlamak gerekmektedir. Devrimci Gençlik Birliği devrimci politik odaklaşmanın, gençliğin devrimci potansiyelinin, dinamizminin, militanlığının örgütlü zemine kavuşması, güvenceye alınmasıdır. Yoksa gençliğin taşıdığı potansiyel heba edilecektir. Dinamizmi, militanlığı devrimci kanallara taşınamayacaktır. Önümüzdeki dönem, bu birliğin sağlanabilmesi için somut adımların atılması gerektiği bir dönemdir. Bu dönemi öncelikle en geniş kesimleri tartışmanın içine çekerek değerlendirebilmeliyiz. Ekim Gençliği 2. Yaz Kampı gençlik hareketinin ihtiyaçlarının tartışılacağı, somut adımların atılacağı bir kamp olacaktır. En geniş kesimleri kampın parçası yapmak, kendi geleceklerini ve örgütlülüklerini tartışmalarını sağlamak gerekmektedir.
Gençlik de üniversitelerinden ses verdi. Ayağa kalktı. Üniversitelerini işgal ederek devrimci, militan eylem biçimlerine sahip çıktı. Haziran’da meydanları, parkları özgürleştiren mücadele ruhu yeniden ortaya çıktı. Yakın dönem işçi eylemlerinden aldıkları güçle de taleplerinin arkasında durdular. Soma katliamının hesabını sormak ve sermayenin üniversite ile ilişkisine son vermek için soruşturmalara, polis terörüne karşı taleplerini ortaya koydular. İTÜ’de taleplerini kabul ettirirlerken, Ege işgal eylemi ancak bir gece operasyonu ile son bulmuştur. İşgal eylemlerinin gençlik kitlelerinin sahiplenmesi gençliğin düzenin sınırlarına sığmadığını bir kez daha göstermiştir. Reformizmin etkisinin kırıldığı bu eylemler gençliğin taşıdığı devrimci potansiyelin kanıtı olmuştur. Tüm bu süreçler ve eylemler gençliğin devrimci politikalara ve yöntemlere yatkınlığını, taleplerinin arkasında militan bir tutum alabildiğini göstermiştir. Polisin tehditlerine karşı işgal eylemleri devam etmiş, binlerce öğrenci sahiplenmiştir.
Gençlik hareketinin örgütlenme ihtiyacı tüm yakıcılığını koruyor
Ancak gençliğin içinde bulunduğu örgütsüzlük,
Gençlik kampımız örgütlenme sorununun aşılmasında bir imkandır
Ekim Gençliği
Yeni Haziranlar’a hazırlanalım!
Geçtiğimiz yıl Haziran’da tutuşturulan yangın, tekrar harlanmayı bekliyor. O günlerde sokaklara dökülen tüm yüreklerin içinde sabırsızlıkla yeni umutlar yeşerirken, bir yandan da öfke ve hesap sorma duygusu içten içe kabarıyor. Yeni Haziranlara gebe günlerdeyiz, yalnızca takvimsel olarak Haziran ayında yaşanabilecek hareketliliklerden ibaret bir kehanet değil bizimkisi. Ethem’i, Abdullah’ı, Medeni’yi, Ali İsmail’i, Mehmet’i, Hasan Ferit’i, Ahmet’i, Berkin’i şehit verdiğimiz kavgamızın sona ermediğini, yeni bedeller ödemek pahasına daha büyük fırtınalara hazırlandığımızı söylemek istiyoruz. Peki, neden ölümü bile göze alarak fırtınalara hazırlık yapıyoruz? Yaşamayı sevmediğimizden mi? Değil elbette, ‘büyük bir ciddiyetle yaşadığımızdan’… ‘Tanımadığımız insanlar için ölebilmeyi göze aldığımızdan’… Bir bildiğimiz var elbet!
Gençlik cürettir!
Haziran Direnişi’nin ardından yapılan değerlendirmelerin tümünde gençliğin rolü özel olarak vurgulanıyordu. Gençlik direnişe kitlesel bir şekilde katılarak cesareti, inisiyatifi ve yaratıcılığıyla Haziran’a damgasını vurmuştu. Öyle ki uzun uzun tartışılmıştı “bu gençlerin derdi ne?” sorusu. Bu sorunun yanıtı için öyle çok kafa yormaya gerek yok. Direnişte şehit düşen en büyüğü 26, en küçüğü 14 yaşında olan 8 güzel insana bakalım. Onların sınıfsal kimliklerine, yaşam koşullarına ve ne uğruna kavgaya atıldıklarına… Sorunun yanıtı burada karşılığını buluyor çünkü. İşçi ve emekçilere ve onların genç kuşaklarına yaşamı dar eden, gençliğin en güzel yıllarını çekilmez hale getiren kapitalist düzenle uzlaşmadı onların genç yürekleri. Bu nedenle tereddüt etmediler, ölürken bile… Onların ardından o kadar çok şey söylendi, o kadar çok şey yazıldı, çizildi ki… Ne söylesek tekrar olacak. Olsun, tekrara düşmek pahasına, yazmalı ve okumalıyız. Çünkü biz sokaklara çıktığımızda kaçacak delik arayanlar yeni Haziranlardan çok korkuyorlar. Biz gücümüzün farkına vardık bir kere. Hani o çok tekrarlanan ifadeyle: Biz bu kavgadan çok şey öğrendik.
Okulumuzun müfredatı emekti
Ne öğrendik biz? Her şeyden önce direnme sanatını. Haksızlıklar karşısında boyun eğmemeyi ve yalnız yürümemeyi. Direnirken savaşmayı, barikat kurmayı, bir taşın bile zırhlıları alt edebileceğini. Saatlerce çarpışırken açlık hissini unutmayı, bir parça ekmeği onlarca kez bölebilmeyi, yorulduğunda yerini başka birinin alacağını bilmeyi, güvenmeyi, paylaşmayı, sevmeyi… Ve kaybetmeyi… Omuz omuza dövüştüğün, hiç tanımadığın ama isminden öte her şeyini bildiğin yoldaşlarını yitirmeyi… Hepsinin harcında emek vardı. Bu yüzden kalıcılaştı öğrendiklerimiz ve bir sonraki sınavlara başımız dik gireceğiz. Bildiklerimizi bir bir söyleyeceğiz, söylemenin yetmediği yerde dövüşeceğiz. ‘Doğru ve haklı bulduğumuz her şey ve herkes için…’. “Üç beş ağacın” kesilmesine razı gelmeyen, internet sansürüne geçit vermeyen, yasakları delen, lise sıralarını, üniversite amfilerini boykot edip meydanlara inen, ezberleri bozan bir kuşağız biz.
“Korkacaklar, titreyecekler, yıkılacaklar!”*
Böyle demişti Ali İsmail Korkmaz, Eskişehir’de düştüğü o hain pusuda aramızdan ayrılmadan önce. Bu kararlılığı iyi okumak gerekiyor. Çünkü 19 yaşın kaleminden dökülen bu sözlerin devrimci iyimserlikten öte bir anlamı var. Güven ve zafere olan inançla kendini sokağa atan Ali İsmail aslında gençlerin neden ve nasıl hareketin en temel unsuru olduğunu gösteriyor. Üniversite eğitimi gördüğü bir dönemde “kendi bacağından asılmak” kaygısıyla değil “ya hep beraber ya hiçbirimiz” erdemiyle milyonların direnişinde yerini alan Ali İsmail’in şu sözü, bu köhnemiş düzenin akıbetine dair düşüncelerini özetliyor: “Korkacaklar, titreyecekler, yıkılacaklar!” Bugün dünden daha güçlüyüz. Haziran’da tek başına sokağa çıkan birçoğumuz bugün örgütlüyüz. Hayal gücümüzün sınırı olmadığı gibi, yapabileceklerimizin de sınırı yok. Bu yüzden genciz. Ve bu yüzden geleceğin tek sahibiyiz!
5
Bir gün için, bir sene... Üzerinden bir sene geçti. Gaz fişeği yüzünden görmeyen gözler, renklerle haşır neşir olamıyor bir senedir. Gözaltında polisin “dostane merhabası” ile tanışanlar için doluyor bir sene. Tutuklanıp F tipi zindanlarında tecrite, yokoluşa karşı direnenler bir senesini dolduruyor ve davalar artarak devam ediyor. Ve bir sene oluyor dostlarımıza veda edeli. “Korkacaksınız, titreyeceksiniz, yıkılacaksınız!” diyen Ali’ye, Güvenpark barikatlarında işçi tulumu ile saraylara meydan okuyan Ethem’e ve on dört yaşında, elinde sapanı yiğitçe zulme direnen Berkin Elvan’a hoşçakal diyeli bir sene oldu. Omuz omuza yürüdüğümüz sokaklarda bir yanımızı soğuk hissedeli bir sene oluyor. “ayağı değince Yılmaz’ ın baktı atacak taşı yoktu eli durmuş, ayağı durmuştu”
Dostlarımızla, yoldaşlarımızla, kardeşimizle 31 Mayıs akşamı özgürlük ve eşitlik için barikatlara taş taşımaya başladık. Her geçen gün büyüdük, hem kendi içimizde hem de hep beraber. Berkin gibi kimi zaman bir çocuk sığdı içimize, umutlu! Bazen Ahmet Atakan doğdu bedenimizde, savaşa ve ezilmişliğe kızgın! Her geçen gün uyuşturucunun arttığı mahallelerde Hasan Ferit oluverdik, zehirlenmesin diye bedenler. OSTİM’de işçilerin ölümüne karşı sermayenin üzerine yürüyen Ethem oluverdik Ankara’da! “çıkardı yüreğini kan içinde vurdu kötülüğün kafasına, kafasına.”
30 Mayıs akşamı yataklarında uyurken kimse düşünmezdi sabaha bir direnişçi olarak uyanacağını. Abdocan nasıl ettiyse kahvaltısını attı kendini sokağa. Mehmet yürüdü yol boyunca Taksim’e, hiç olamadığı kadar özgür girebilmek için. Ankara, İstanbul, Hatay, İzmir ve Türkiye’nin dört bir tarafında birgün içinde “olmayacak” denen ne çok şey oldu. Baskı ve kölelik dayatmalarına isyan eden kadınlar sokağa çıktı, sermayenin saldırılarına hayır diyen işçi, paralı eğitime karşı çıkan öğrenci ve öteki olan herkesi kucaklayacak bir dünya özlemi milyonların öfkesinde dile geldi. Uyandığımız sabah birçok dostumuz ve kardeşimiz oldu. Ve her bir cenazenin ağırlığı eklendi kavgamıza. Ve soluğumuza eklendi her ölenin umudu, yaşamı, kavgası.
Bu bir sene içinde yüzlerce kez sokağa çıktık. Sonsuzluğa uğurladığımız yoldaşlarımızın hesabını sormak için, Greif işçisinin “Bu daha başlangıç” deyip her işçinin umudu olduğu işgal eylemi için, ODTÜ’de yok edilmeye çalışılan doğa için, uyuşturucu ile karanlığa mahkum edilmek istenen mahalleler için, Alevilere karşı uygulanagelen asimilasyon politikalarının devamı olan cami-cemevi projesine karşı… Hiç soluğumuz kesilmedi. Sermaye devleti yarınlarını korumak için saldırdıkça pervasızlaştı. Korkuları büyüdükçe gazının, copunun, TOMA’sının sayısını arttırdı. “Çocuklar ölebilir yarın, hem de ne sıtmadan ne kuşpalazından düşerek de değil kuyulara filân; çocuklar ölebilir yarın, çocuklar sakallı askerler gibi ölebilir yarın, çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında, ne bir santim kemik, ne bir damla kan, çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında arkalarında bir avuç kül bile değil arkalarında gölgelerinden başka bir şey bırakmadan. “
Haziran Direnişi’nin ateşini kuşanan yoldaşlarımız hala onların korkulu rüyaları. Öldürmekle bitirebileceklerini zannedenler bugünlerde ölülerin her fotoğrafında soğuk terler döküyor. Sanayi havzalarında yeni Ethem’ler yürüyor ücretli kölelik düzenine karşı, kampüslerde Ali İsmail’ler her üniversiteyi kavgaya ve sokağa çağırıyor, Kürdistan’daki kirli savaşa karşı mücadelesini ortaklaştırıyor her milleten, her ulustan sınıf kardeşleri ile yeni Medeniler. Liseliler apolitik olmadığını ve kavgalarının yaşlarından büyük olduğunu haykırıyorlar Berkin Elvan boykotlarında. Bir gün, bir yılımızı özetliyor. Bir gün sömürülen her bedenin çığlığını hatırlatıyor. Bir gün kadın cinayetlerine hayır diyenleri hatırlatıyor. Üniversitelerin, liselerin, mahallelerin, sokakların sesini hatırlatıyor. Bir sene geride kaldı. Ethem’in, Ali’nin, Berkin’in, Abdocan’ın, Medeni’nin, Ahmet’in, Mehmet’in, Hasan Ferit’in sesi hala çınlıyor meydanlarda. Korkuyor ‘emri ben verdim’ diyenler. Vuruşarak ölümsüzleşenlerin gölgeleri düşüyor zalimlerin üzerine. Gölgeleri, geçmişleri, kavgaları bizlere umut, onlara korku olamaya devam ediyor! İzmir Ekim Gençliği
Katliamın faili kapitalist sömürü düzenidir…
Hesabını sormak için devrimci sınıf mücadelesine!
Soma katliamı işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki derin uçurumu olabilecek en acı biçimde gözler önüne serdi. İşçi sınıfı ve emekçiler ölülerinin acısıyla feryat ederken, egemenler dört bir koldan kapitalizme tutulan aynayı perdelemeye soyundular. Kimisi pişkince, kimisi ikiyüzlüce, kimisi de içtenlikle vicdan muhasebesi yapsa da gerçekte tümü timsah gözyaşlarıyla yıkadı yüzünü.
AKP’nin ekonomik istikrarının temeli taşeron cumhuriyetidir
12 yıldır sermaye adına iktidar dümenini tutan dinci-gerici partinin çirkefi bir kez daha ortalığa saçıldı. İşçi-emekçi kanına düşkünlüğünü sadece Türkiye değil, dünya alem gördü. Maden şirketiyle olan kirli ilişkileriyle, milletvekillerinin ve bakanlarının pişkinliğiyle, en çok da AKP şefinin zıvanadan çıkmışlığıyla rezaletin sınırlarını aştılar. Adına ekonomik istikrar denilen olgunun taşeron köleliği, güvenliksiz, güvencesiz, sağlıksız çalışma koşulları, ağır sömürü ve kölelik üzerinden kapitalistlerin palazlandırılmasından, yolsuzluk ve hırsızlıktan ibaret olduğu, işçi sınıfının ödediği ağır bir bedelle tarihe kaydedildi. AKP iktidarının her çırpınışı katliamın birinci dereceden sorumlusu olduğunu belgeler nitelikteydi. Katliamdan günler önce madenlerin denetlenmesine dair meclise sunulan önerge karşısındaki tutumuyla, bu dönem yasalaştırmayı planladığı “taşeron yasa tasarısıyla”, yine en çok da şefinin ibretlik açıklamalarıyla AKP suç üstü yakalandı. Türkiye’nin iş cinayetlerinde Avrupa birincisi, dünyanın da başta gelenlerinden olduğu gerçeğini bugün bilmeyen kalmadı. Tıpkı kadın cinayetleri, çocuk ölümleri, trafik terörü gibi örneklerde olduğu üzere, AKP’nin iş cinayetlerinde de Türkiye’ye geriye doğru çağ atlattığı ortaya çıktı. İş başına geldiklerinden bu yana “ölümlü iş kazalarındaki” artış %450’yi aşmış durumdadır. Tüm bunlar ve burada saymakla bitmeyecek çıplak gerçekler nedeniyle dinci-gerici iktidar, her zamanki gibi faşist baskı ve polis terörüne sarılmakta buldu çareyi. 2013 1 Mayısı’ndan ya da Haziran’dan alırsak son bir yıldır devlet teröründe gemi azıya alınmış bulunuyor. Yerel seçimler sonrasında polis teröründe ve faşist baskıda yeni bir tırmanışın yaşanacağı belliydi. Zira emperyalist efendileri nazarında dahi yaldızlı cilaları dökülmüş, gözden çıkarılmış, rezaletleri ortalığa saçılmış despot bir iktidarın ayakta durmak için zorbalıktan başka bir yöntemi kalmış değildir. Fakat Soma katliamını protesto eylemleri karşısındaki polisiye tedbirlerin bir de suçun ikrarı anlamına gelen özel bir yanı var.
Burjuva dünyanın vicdan operasyonu
Nereden bakılırsa bakılsın dinci-gerici iktidarın suçu sabittir ve bunun haber değeri bile kalmamıştır. Düzen cephesinin öteki kuvvetleri buna dayanarak kendi sorumluluklarını ve Soma cinayetindeki ortaklıklarını örtmeye çalışıyorlar. Düzen partileri ve belli başlı kurumları, sanki kendilerinin taşeron sistemi, esnek üretim, ağır sömürü koşulları konusunda farklı politikaları varmış gibi sorumluluktan kurtulabileceklerini sanıyorlar. Burjuvazinin en değme kalemşörleri, renkli ekranlarda aptallaştırma görevini ifa eden programcıları ise günlerdir “köleliğin bu kadarı da çok ağır” türünden bir bombardıman halindeler. Olayı düzenin iktidar koltuğundakilere ve bazı aç gözlü kapitalistlere yıkıp iyileştirme zorunluluğundan bahsediyorlar. Zira Soma’da kapitalist düzenin vahşeti çarptı suratlarına. Dediklerine bakılırsa Avrupa standartlarında olsak mesele kalmayacak. Emperyalist-
kapitalizmin ağır çalışma koşullarını Türkiye’ye, Mısır’a, Çin’e, Hindistan’a, Bangladeş’e ihraç etmiş olması Avrupa’yı ne kadar paklıyorsa, Soma katliamı karşısında vicdanları rahatsız olan burjuva dünyanın tüm öteki güçleri de ancak o kadar temizdir. Kaldı ki bugün AKP’ye verip veriştirenlerin hatırı sayılır bir kısmı, Haziran öncesine kadar şu veya bu ölçüde AKP destekçisiydi. AKP’nin yaldızları döküldükten sonra çark etmiş olmak kendilerini bir nebze de olsa kurtarmıyor. Bunu bir yana bıraksak bile bir şey değişmeyecektir. Bir yandan sermaye düzeninin bekası için çırpınıp, onun işçilerden emdiği kandan nemalananların, diğer yandan kendilerini bu düzenin işlediği suçlardan muaf saymasının ne anlamı var ki? Suç burjuva sömürü düzeninindir, kapitalizmindir. İster Türkiye’de ister Bangladeş’te olsun bu gerçek asla değişmeyecektir. Sendikal bürokrasi şebekesinin günahı da en az AKP kadar ağırdır. Bugüne kadar işçi sınıfını ve emekçileri denetim altında tutup özelleştirmelerin, esnek üretimin, taşeron düzeninin yerleşik hale gelmesinde en az patronlar ve hükümetler kadar pay sahibi olan sendikal korucular, utanmadan veryansın edip duruyorlar. Ne de olsa en kolayı bu. Bu baylara sormak gerekiyor, esnek üretim hayata geçiriliyorken, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları katlanılmaz hale getiriliyorken, Türkiye taşeron cumhuriyetine dönüştürülüyorken ne yaptınız? Sınıf bölükleri bütün bu saldırılar karşısında döne döne örgütlenme ve mücadele girişimlerinde bulundukları halde sendikalarda örgütlü işçi sayıları neden sürekli eridi? Soma Katliam’ının tepkilerin hedefi haline getirdiği taşeron sistemine verip veriştirmek hangi sendika ağasını kurtarabilir? Daha dün Greif işçilerinin taşeron köleliğine karşı gerçekleştirdikleri militan direniş sürecindeki utanç verici tutum orta yerde duruyor.
Soma’nın hesabını sormak için
Açık ki burjuva dünyanın tüm kuvvetleri katliamın sorumluğunu birilerine yıkarak sermaye düzenini aklama uğraşından vazgeçmeyeceklerdir. İşçi sınıfı ve emekçiler bu kez buna izin vermemelidir. Soma katliamında ödediğimiz ağır bedelin hesabı ancak sömürü ve kölelik düzeni kapitalizme karşı devrimci sınıf savaşımı yükseltilerek sorulabilir. Bunun için koşullar ve olanaklar her zamankinden daha elverişlidir. Sermaye adına ülkeyi can pazarına çevirmiş AKP iktidarı, yalan ve aldatma olanaklarını yitirmiş durumdadır. Haziran Direnişi’inden bu yana çöküşün telaşı içindedir. Acımasız bir devlet terörüyle ayakta kalmaya çalışmaktadır, ki başka da bir çaresi-çözümü kalmamıştır. Öte yandan Haziran Direnişi’nden bu yana Türkiye’nin toplumsal siyasal atmosferine sürekli mücadele, ileri işçi bölüklerinin, emekçilerin, gençliğin militan eylemleri damga vuruyor. Haziran Direnişi’nden bu yana geçen bir yıl boyunca direniş havasını, politik ve moral gücünü kıramamış olmak sermaye iktidarının kabusu olmaya devam ediyor. Sahne işçi sınıfını bekliyor. Birleştirici, düzeni felç eden, militanca hesap soran, burjuvazinin kölelik düzeninin karşısına sınıfın devrimci alternatifini koyan siyasal bir sınıf hareketi günün en yakıcı ihtiyacıdır. Haziran’ın yıldönümünü Soma katliamının tüm faillerinden, demek oluyor ki topyekün sermaye düzeninden hesap sormanın dönemecine çevirmek, işçi ve emekçilerin bu ihtiyaca yanıt vermesiyle mümkündür. Bu başarılmadığı müddetçe yeni Soma’ların yaşanması veya işçilerin iş cinayetlerine kurban gitmesi kaçınılmazdır. Bu kapitalizmin “fıtratıdır” ve tek kurtuluş yolu da işçi sınıfının bu düzeni tarihin çöplüğüne göndermek üzere devrimci sınıf mücadelesini yükseltmesinden geçmektedir.
7
Madenci sana sesleniyor:
Ne bekliyorsun? “Kadınlar dönmeyecekler yuvalarına kadınlar ocaklarının başına dönmeyecekler. Bekleyecekler şafak sökene dek, başlayıncaya dek dönmeye çarklar yeniden, getirilinceye dek sedyeler içinde buraya sevdikleri, bağlandıkları erkekleri, güçlü, yumuşak, güzel erkekleri buraya getirilinceye dek bekleyecekler. Saatinden tanıyacaklar kimini, kimini bir düğmeden, kimini bir sezgiyle sadece. Ve üç gün sonra bütün bu ölüler hep birlikte gömülecekler büyük bir çukura.” Joe Corrie
Kadınlarımız bekleşiyor maden ocağının başında. Ölü bedenlerimizi bekliyorlar, teslim almak için, gözleri ağlamaklı. Yüreklerine kor düşmüş, bizim bedenlerimizi tutuşturan yangından bir parça. Bekliyorlar öfkeli bir kalabalığın ortasında. Yeraltını cehenneme çevirenlerin yeryüzünü de gaza boğdukları bir ilçede. Gözleri yaşlı bekliyorlar, yürekleri hınçlı, yumrukları sıkılı... Ya sen? Bizim yerin derinlerinden yükselen çığlığımızı duyuyor musun? Gözlerimize dolan kömür tozlarından kapkara olan gözyaşlarımızın dökülürken çamurlaştığını ve o çamurun bizi boğduğunu biliyor musun? Biliyorsun elbet, duyuyorsun, bizi çok iyi anlıyorsun biliyoruz... Biz yeryüzünün güzelliğini yalnızca geceleri tadan madencileriz. Güneş ilk ışıklarını armağan etmeden dünyaya, kapkaranlık bir dünyaya açılır bizim gözlerimiz. Baretimizin yalnızca birkaç metreyi ışıtan lambası sınırlasa da gördüklerimizi, hayal ettiklerimizin sınırı yoktur bilesin. Sınırsız ve aydınlık koskoca bir yaşamdır bizim özlemimiz. Peki, neden bedenimizi bu zindana hapsederiz? Maden tekelleri, göbekli patronlar daha fazla semirsin diye değil elbet. Kendi evimize, karımıza, çocuklarımıza her akşam bir tas yemek götürebilmek, yarı aç, yarı tok yaşayabilmek için yerin dibine gireriz. Ama bizim “kaderimiz” maden tekellerine ve göbekli patronların ellerindedir. Neden? Çünkü bu işin “fıtratında” vardır ölüm. Ve biz ölürüz: Kozlu’da, Yeni Çeltek’te, Zonguldak’ta, Soma’da... Yüzlerle ölürüz, binlerle... Ardımızdan ağıtlar dizilir. Geride bıraktıklarımız “acıklı hikayelere” dönüşür. Katlimize sebep değillermiş gibi yollara düşer devlet büyükleri, gazeteler günlerce bizi yazar, haberleri sunan spikerin sesi titrer ve milyonlarca insan üzülür bizim için... Kaç gün sürer bu yas havası? Bu duyarlık, bu hassasiyet? Kaderimize boyun eğmediğimizde, ölümümüzü ellerimiz kollarımız bağlı beklemediğimizde, bugün olduğu gibi dört bir yanı yangın yerine çevirdiğimizde... İşte o zaman zehrini akıtacak hepsi üzerimize. O zaman dost ve düşman kim bileceğiz! Sen? Sen genç arkadaş, dost musun, düşman mısın bize? Ölürken değil, savaşırken düşün bizi. Yas tutmaya vaktimiz yok! Sen de yasa değil, kavgaya ortak ol!
Unutma!
8
Yolu yok kurtuluşun, sen isyanı seçmedikçe!
Gençliğin madenciye yanıtı...
Dostuz biz size… Yeryüzünü sarsan bir gürültüyle duyduk adınızı önce. Yüreklerimizin aynı düşler uğruna çarptığından habersiz yerin derinliklerindeydi bedenleriniz. Ama düşleriniz hep bizimleydi. Biz o düşler uğruna savaş verirken, siz suratlarınıza yapışan kömürün karasıyla meydan okurdunuz zalimlere. Bir gün, -kaderiniz öyle yazılmış olacak- ekmeğinizi çıkardığınız kayalıklar mezar oldu size. Biz ise ant içtik. Kanımızı emen, sizin mezarınızı kazan sermayeyi gömeceğiz o çukura. İşçi kanıyla beslenen asalaklara dünyayı dar edeceğiz. Dostuz biz size… Sizin Soma’da attığınız çığlığı duyan, sizinle birlikte canı acıyan, sabır taşı çatlayanlarız biz. Karşılık gözetmeden yangın yerine koşan, toprağı, taşı elimizle, tırnağımızla temizlemeye çalışan, dışarda gözyaşı döken yakınlarınıza yoldaş olanlarız. Aynı anda, tüm ülkeyi Soma’nın ateşiyle tutuşturan ve o ateşi kendi bilinçlerimizde harlayanlarız. İnanın bize. Yalnızca ölürken değil, dövüşürken de sizinleyiz. Çünkü düşmanımız bir. Davamız ortak. Dostuz, ama yas tutmadık ardınızdan. İsyan ettik. Yırtık çoraplarınız, kirli çizmeleriniz, birkaç liralık saatiniz malzeme olurken reyting yarışlarına, bizim kinimiz bilendi kavga barikatlarında. Suratınıza inen yumruklar, yerde sürüklenirken yediğiniz tekmeler, bileğinize ters vurulan kelepçeler, gaza boğulan acılı kentiniz, yangınını tazyikli suyun dahi söndüremediği yiğit yürekleriniz... Hepsi kazındı belleklerimize. Ve biz bu büyük öfkeyle direneceğiz, savaşacağız ve hesap soracağız. Dağıldı sahte yas havası. İşçi kanıyla iktidarını sürdüren o bayrak çekildi yine göndere. Birkaç acıklı hikâye dışında adınız anılmaz oldu. Devlet erkânının lüks seyahatleri kaldığı yerden devam ediyor. Birlik, beraberlik mesajları, “aman provokasyona gelmeyin” uyarıları… Çarklar yeniden dönmeye başladı. Yalnız Soma’da değil, ülkenin dört bir yanında metal canavarlar iş başında yine. Belki yüzlerle değil ama birer birer, sessiz sedasız ölmeye devam ediyoruz. Evet, sessiz sedasız! Büyük kasırgaların hemen öncesindeki gibi. Duyuyor musunuz çelik adımların uğultusunu? Yaklaşıyor fırtına! Biz fırtınanın habercileri, genç yüreklerimizle savaşınızda sizin yanınızdayız! Yolumuz yolunuzdur!
“Burjuvazi bir kez daha kavgaya davet etti bizi. Davetleri kabulümüzdür!”
9
İşgal, boykot, direniş! Ege Üniversitesi’nde gençliğin militan ruhunu kendiliğinden bir sürece bırakmak yerine hatları ve hedefleri tartışılan, belirlenen bir çerçeve üzerinden ilerleme gereği kendini yakıcı olarak hissettiriyordu. Polis baskısının her geçen gün arttığı, iki yüzlü bir şekilde Soma Katliamı bahane edilerek gençliğin anmalarına rektörlük tarafından kısıtlama getirildiği, ÖGB’nin her yerde öğrencileri sivil polisler eşliğinde takip ettiği ve fişlediği bir dönemde militan bir cevap verilmeliydi ve gençliğin Soma Katliamı’na olan öfkesi devrimci yöntemlerle açığa çıkarılmak zorundaydı.
10
Haziran Direnişi ile birlikte üniversite gençliği üzerindeki kara bulutları dağıtmaya başladı. Bir senelik bu kısa yürüyüşte gençlik hareketi ivmelendi. Yarını ile ilgili umudunu yitiren, işsizlik ve geleceksizlik girdabında sürüklenen gençlik, 31 Mayıs günü yeni bir dünya hayali ile sokaklardaki yerini aldı. Bu bir yıl içinde kitlenin geri bilincine yüklenen, kendi dar politik bakışları içinde tutmak isteyen reformist gençlik örgütleri, gençlik hareketinin önünde hamuru gereği barikat olarak durmaktan kendini alamadı. Üniversite gençliği kendisine biçilmek istenen dar politik çerçeveyi aşma iradesini militan direnişleri ile gösterdi. Berkin Elvan’ın sonsuzluğa uğurlanması ile ülke genelinde kendiliğinden kitlesel bir şekilde yıllardır gerçekleşmeyen bir boykot süreci yaşandı. Dersleri boykot sürecinde gençlik hareketi bir yığın olmaktan çıkarak daha devrimci bir düzeye doğru ilerleme potansiyeli taşıdığını ortaya koyuyor. Soma’da gerçekleşen katliamdan sonra üniversite gençliği ‘ders sokakta’ diyerek alanları tekrardan doldurdu. Bu sefer işçi sınıfının dinamikleri üzerinden ilerleyen süreç, gençliği işçi sınıfının gündemlerine yaklaştırdı. Bu ilerleyiş iktidarın her geçen gün artan pervasızlığını doruğa ulaştırdı. Kampüslerinde dersleri boykot eden öğrenciler dersliklerinden çıkarak emekçilerle kucaklaşmaya ve sermayenin kirli yüzünü yakından görmeye başladı. Berkin Elvan ve Soma için boykot eylemlerinden sonra mücadelenin artık daha çetin geçeceği olgusu gözler önüne serildi. Bu şartlar altında Ege Üniversitesi’nde gençliğin militan ruhunu kendiliğinden bir sürece bırakmak yerine hatları ve hedefleri tartışılan, belirlenen bir çerçeve üzerinden ilerleme gereği kendini yakıcı olarak hissettiriyordu. Polis baskısının her geçen gün arttığı, iki yüzlü bir şekilde Soma Katliamı bahane edilerek gençliğin anmalarına rektörlük tarafından kısıtlama getirildiği, ÖGB’nin her yerde öğrencileri sivil polisler eşliğinde takip ettiği ve fişlediği bir dönemde militan bir cevap verilmeliydi ve gençliğin Soma Katliamı’na olan öfkesi devrimci yöntemlerle açığa çıkarılmak zorundaydı. Ayrıca reformizmin sınıf gündemlerine, sınıfa karşı ve uzaklığından kaynaklı Soma Katliamı üzerinden gerçekleşen boykotta dışarıda kalması, yeni dönemde gençliği kısırlaşan basın açıklamaları ve
yürüyüşlere sürüklemeye çalışması engellenmeliydi. Gündemler bu kadar ağır ve toplumsal olarak yakıcı iken devrimci gençlik hareketini oluşturmak isteyen gençlik örgütleri yan yana gelerek ve uzun toplantı süreçleri yaşayarak boykot ve işgal seçeneğini öne çıkarttı. Reformist gençlik örgütleri toplantılar sonucu bu eylemi ya zamansız olarak gördüler ya da gençliği kucaklayacak bir eylem olarak görmediler. Sonuç olarak iki fakültede boykot kararı alınarak kampüse duyuru yapılmaya başlandı. İşgal günü iki fakültede gerçekleştirilmesi planlanan boykot tam katılım ile sonuçlandırıldı. Sınıflara girilerek ‘ders sokakta!’ çağrısı yapıldı. Boykot için yürüyüşe katılmayan öğrenciler de dahil hiçbir öğrenciden ters bir tepki alınmadı. Süreç içinde kimi akademisyen ve gençlik örgütlerinin söylediklerinin aksine hiçbir öğrenci sözlü taciz ya da darba maruz kalmadı. Daha sonra hazırlık binasına geçilerek binanın kapıları kapatılıp önlerine barikat kuruldu. Daha önceden hazırlanan talepler ozalit haline getirilerek kampüsün dört bir yanına asıldı. Eylemin talepleri ise şunlardı; 1 - Başta Ege Üniversitesi olmak üzere üniversitelerdeki polis ablukasının kaldırılması, haftabaşında Canan Kulaksız anma şenliklerine yönelik polis terörü ve şenliğin engellenmesi üzerine rektörlüğün özür dilemesi 2 - Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz’ın Soma’da yüzlerce maden işçisinin hayatını kaybetmesine ilişkin yaşananın kaza değil katliam olduğunu açıkça vurgulayan bir mesaj yayınlaması 3 – Haklı talepleri için işgal eylemi gerçekleştiren hiçbir öğrenci hakkında adli ve idari soruşturma açılmaması. Acil üç talebin kabulü halinde işgal eyleminin bitirileceği ve binaya bir zarar verilmeyeceği Ege Üniversitesi Rektör Yardımcısı’na ilk görüşmede iletildi. İlk görüşmede ikinci talep dışında kalan talepler kabul edilse de Soma Katliamı üzerinden bürünülen sessizlik yüzünden tüm maddeler kabul edilene kadar işgalin devam edeceği söylendi. Bu karar işgalin olduğu binada tüm katılımcıların ortak kararı doğrultusunda alındı. İçeride genel planlamalar yapılarak işgal günü
gerçekleştirilmeye çalışıldı. Fakat film gösterimi, tiyatro atölyesi gibi planlamalar yapılsa da hayata geçirilemedi. Basın komisyonu oluşturularak etkin olarak gündemlere cevap verilmeye çalışıldı. İçeride birliği sağlamak konusunda sıkıntılar çekildi. Boykot komitesi yazılamaları dışında tüm gençlik örgütlerinin yazılamaları duvardaki yerini aldı. Bu durum bağımsız katılımcıları dışlayan bir hal alarak devam etti. İlerleyen saatlerde işgale katılmayan reformist gençlik örgütlerinin eylemi zorba bulduklarını söyleyip kampüsten çıkması ve içeriden çıkan gençlik örgütlerinin neden belirtmemesi hayal kırıklığına neden oldu. Bu iki durum ile ilgili eleştirilerimizi hala gündemde olan işgal eyleminin önüne geçmemesi için bir süreliğine saklı tutuyoruz. Çıkışların yaşanmasından sonra toplantı alınıp işgalin devam etmesi gerektiği içeride kalan tüm gençlik örgütleri tarafından vurgulanarak işgale devam kararı alındı. Sayı düşse de toplantıda işgalin önemi konusunda netlik olması işgal eylemliliğinin iç dinamiğini olumlu yönde etkiledi. Daha sonra genel güvenlik sorunları konuşularak ertesi gün planlaması sabaha bırakıldı. Gece saat 02.30 sularında İzmir Emniyeti 38 öğrenciye bir helikopter, iki TOMA, iki akrep ve 600’den fazla çevik ve özel harekat timleri ile saldırmaya başladı. Saldırının başlaması ile birlikte daha önce kapatılan ilk kat ve merdivenleri iyice güçlendirilerek barikat büyütüldü. Polis içeride yer alan yangın söndürme hortumları ile püskürtülmeye çalışıldı. 600’den fazla çeviğe her kattaki merdivene barikat kurularak cevap verilmeye çalışıldı. Polis kapalı ortamda yoğun gaz kullanarak öğrencileri çatıya kadar sürükledi. Çevik kuvvetin sadece barikatları temizlemesi 45 dakikadan fazla sürdü. Ve çatıya çıkan öğrenciler direnişe başka bir boyut kazandırdı. Çevik kuvvetin çatıyı delme çabasına, hedef alarak attığı gaza ve plastik mermiye, çatı katına basılan yoğun biber gazına rağmen öğrenciler çatıda yaklaşık 2 saat kalarak devrimci gençliğin neler yapabileceğini gösterdi. Helikopterle yapılan tacizlere, yeni Berkinler yaratmak için hedef alınarak atılan gaz fişeklerine karşı gösterilen muazzam militan direniş iki saat sonunda kütüphane çatısından atılan pimli ve ateşleyici gaz fişekleri sonunda son buldu. Daha sonra çatıya çıkan özel harekat timleri plastik mermi yağdırarak öğrencilere saldırdı. Çembere alınan öğrencilere kamera açıkken hiçbir şey yapılmayacağı söylenip, sakin olmaları söylendi. Daha sonra kamera kapattırılarak öğrencilere yakın mesafeden yoğun gaz sıkılması ve öldüresiye darp başladı. Çatıda yaklaşık 15 dakika süren bu işlemin sonunda öğrencilerin hepsine ters kelepçe takılarak ve merdivenlerden sürüklenerek bir aşağı kata indirildi. Her katta oluşturulan çevik koridorlarında işkence artarak devam etti. Bütün öğrenciler yerde üst üste yatırıldı. Bu sırada öğrencilere çokca hakaret ve küfür edildi. Kadın öğrencilere aşağılayıcı hakaretler edildi. Toplamda kesintisiz yarım saatten fazla işkenceye maruz kalan öğrenciler gözaltı aracına bindirildi. Hastaneye gidilince işkence sonrası bilanço ortaya çıktı. Bir öğrencinin bacağı, üç öğrencinin burnu kırıldı, bir öğrencinin kaburgaları ezildi, kolları bacakları sargıda onlarca öğrenci dışarı çıktı. Plastik ve ters
kelepçe yüzünden üç öğrencinin ellerinde sinir sıkışmasından hissizlik başladı. Bütün öğrencilerin bacakları ve kollarında darp izleri, gözlerde morluk olağan bir durum olarak kayıtlara geçti. İşgal Ege Üniversitesi Rektörü Candeğer Yılmaz tarafından Emniyet Müdürlüğüne yazı gönderilerek ve yeni Ali İsmailler yaratmak hedefi ile saldırılarak sonlandırıldı. Gözaltı süreci boyunca genç komünistler tarafından gösterilen tutum işgal eylemindeki militan eylemliliği kucaklar nitelikteydi. TEM polislerine gerekli cevap devrimci tutumla tok bir şekilde verildi. İçeride tuvalet ihtiyacında yapılan özel bekletmeler, su ve şekerin verilmemesi gibi keyfi uygulamalar yaşandı. Üç günün sonunda mahkemeye sevkler başladı. İşgalci öğrencilere “eğitimi durdurma, kamu malına zarar verme, kasten adam yaralama, polise mukavemet, örgütsel yazılama” suçları yöneltildi. 18 kişi savcılıktan, 14 kişi ise adli kontrol ile mahkemeden serbest bırakıldı. Altı kişi tutuklanma talebi ile mahkemeye sevk edildi. Mahkemeye sevk edilenler arasında üç Ekim Gençliği okuru da vardı. Mahkemede savunma boyunca Soma Katliamı üzerinden gerçekleştirilen işgal sahiplenildi. Mahkemeye çıkarılan altı kişi de adli kontrol ile serbest bırakıldı. Böylece işgal eylemine katılan herkes serbest bırakılmış oldu. Üniversitelerde işgal eylemi akademik taleplere ve ülke gündemine söz söyleyebilmek için kullanılacak en güçlü yöntemlerden biri. Bunun yanısıra işçi sınıfının, Türkiye özelinde Kavel Direnişi ile birlikte başlayan militan direniş yöntemi olarak işgal eylemi, gençlik hareketinin bu yeni dönemdeki militan ruhuna da sesleniyor. Eylemden notlar: - İşgal binası içerisinde koşullar netleştikçe kopmalar yaşansa da direnen öğrencilerin tutumu oldukça iyiydi. Hukuki ve fiziki birçok zorluğu göze alan devrimci bir kararlılık göze çarpıyordu. - Bu sene başından itibaren defalarca yakıcı, kitlelerin sessiz kalamayacağı gündemler söz konusu olduğunda hemen her seferinde boykot gerçekleşti. Soma’da yaşananların ardından boykotu boşa düşürmek için neredeyse bütün fakülteler kendiliğinden dersleri iptal etti. Bunun yanında boykot ve işgal eylemliliklerini karşılaştıracak olursak üniversite ve lise gençliği işgal eylemine daha olumlu yanıt verdi. - Aradan günler geçmesine rağmen bütün kampüsün gündemini işgal eylemi tuttu. Her yerde işgal ve polis terörü konuşulmaya devam edildi. - İşgal binası önünde bekleyiş sürerken, üniversite dışındaki insanların da çağrıldığı yaklaşık yetmiş kişinin katıldığı bir forum düzenlendi. Tartışmalar özverili ve canlı geçtiği sıralarda, içeride yaşanan tartışmaların, bölünmelerin yaşanması forumu olumsuz yönde etkiledi. Yaşasın Ege işgalimiz! İşgal, boykot, direniş! Soma işçisi yalnız değildir! Roboski’den Soma’ya hesap sormaya!
İzmir Ekim Gençliği
Üniversitelerde işgal eylemi akademik taleplere ve ülke gündemine söz söyleyebilmek için kullanılacak en güçlü yöntemlerden biri. Bunun yanısıra işçi sınıfının, Türkiye özelinde Kavel Direnişi ile birlikte başlayan militan direniş yöntemi olarak işgal eylemi, gençlik hareketinin bu yeni dönemdeki militan ruhuna da sesleniyor.
11
EÜ öğrencileri polis terörünü protesto etti
12
Ege Üniversitesi öğrencileri Okmeydanı’nda öldürülen Uğur Kurt’un ve Soma Katliamı’nda öldürülenlerin katillerinden hesap sormak, devlet terörünü, üniversiteyi işgal eden öğrencilerin gözaltına alınmasını protesto etmek için 23 Mayıs günü eylem yaptı. Saat 12.00’de Edebiyat Fakültesi önünde toplamaya başlayan öğrenciler saat 12.30’da yürüyüşe geçti. Önde “Uğur Kurt’un ve polis terörünün hesabını soracağız!-Ege Boykot Komitesi” ozaliti açılarak alkış ve sloganlar eşliğinde yüründü. Yemekhanenin önünde ajitasyon konuşmaları yapıldı. Okmeydanı’nda katledilen Uğur Kurt’un katillerinin ve Soma Katliamı’nın sorumlularının yargılanması amacıyla okullarını işgal eden öğrencilerin işkenceyle gözaltına alındıkları söylenerek yürüyüşe destek çağrısı yapıldı. Yürüyüş üniversitedeki yurdun önüne kadar devam etti. Yurdun önünden tekrar geri dönülerek ajitasyon konuşmaları eşliğinde basın açıklaması yapılacak olan yere gelindi. Yürüyüş boyunca devletin katliamcı yüzüne değinilerek, Haziran Direnişi’nden beri 11 kişinin devlet tarafından katledildiği söylendi. Aynı devletin Soma’da da 300’den fazla işçiyi katlettiği vurgulanarak, devletin katliamcı kimliğinin devam ettiği ifade edildi. Meydana gelindiğinde İşgal Komitesi adına basın açıklaması okundu. Basın açıklamasında, “Soma’da katledilenlerin ve Canan Kulaksız Şenliği’ne yapılan saldırının hesabını sormak için Ege Boykot Komitesi çağrı yaparak 22 Mayıs’ta Edebiyat Fakültesi’nde boykot başladı” denildi. İşgalin somut taleplerinin “Rektörlüğün Soma’da yaşananlara kaza değil katliam demesi, şenliğe yapılan saldırıyla ilgili özür dilenmesi ve Ege Üniversitesi başta olmak üzere diğer üniversitelerde süren polis şiddetinin son bulması, boykot ve işgale katılan hiçbir öğrenci hakkında adli-idari soruşturma açılmaması” olduğu ifade edildi. Aynı gün İstanbul Okmeydanı’nda polis tarafından katledilen Uğur Kurt’un katillerinden de hesap sorulması talebinin yer aldığı söylendi. Üniversite ve polis işbirliğiyle gece saat 02.30 sularında üniversiteye giden tüm yolların polis tarafından kapatıldığı söylendi. “Bir buçuk saat boyunca plastik mermi ve gaz fişekleriyle sürdürülen polis saldırısına arkadaşlarımız direnmiştir” denildi. Ayrıca şunlar söylendi: “Polisin içeri girmesiyle işkence görerek, darp edilerek arkadaşlarımız gözaltına alınmışlardır. Gözaltına
alınlar arasında kafa travması, ayağı kırılan, burnu kırılan ve birçok arkadaşımız da darp edilmiştir. 38 öğrenci şu anda İzmir Terörle Mücadele Şubesi’nde Bozyaka’da tutulmaktadırlar. Bugün Soma’da katleden de Okmeydanı’nda kurşun yağdırıp Uğur Kurt’u katleden de Ege Üniversitesi’ni işkencehaneye çeviren de aynı devlettir. Ege Üniversitesi Rektörlüğü, bütün bir ülkede estirilen terörün ortağı olmuştur. Gerçekleşmesi meşru talepler rektörlük tarafından kabul edilmemiş, polis ve üniversite işbirliğiyle saldırı gerçekleştirilmiştir. Son olarak bizler, üniversitelerin öznesi olanlar, üniversitelerimizi özgürleştirip daha rahat sözümüzü söyleyip bilim ürettiğimiz yerler olana kadar mücadele etmeye devam edeceğiz. İşgal eylemiz, bu kararlılığımızın en somut halidir. Hiçbir baskı, gözaltı ve işkenceler bizi yıldıramaz.” Basın açıklamasının okunmasının ardından üniversiteden çıkılıp, yolun bir tarafı trafiğe kapatılarak rektörlüğe doğru yürüyüşe geçildi. Yürüyüş boyunca yoldan geçen arabalar da kornalarını çalarak destek verdiler. Rektörlük önüne gelindiğinde yol trafiğe kapatılarak yarım saatlik oturma eylemi başladı. Burada da devletin katliamcı yüzü teşhir edildi. Oturma eylemi yapılırken, gözaltına alınan Serdar Gür’ün annesi Nesrin Gür özel güvenlikçilere, “Sizler katillerin bekçiliğini yapıyorsunuz, bunların hesabını vereceksiniz” diyerek rektörün yanlarına çağrılmasını istedi. Oldukça öfkeli olan Gür, özel güvenlikçilerin de, rektörün de katilleri koruduğunu, işbirliği yaptıklarını ifade ederek, “Sizler onursuz insanlarsınız” diye tepki gösterdi. Annenin konuşması öğrenciler tarafından alkışlarla ve sloganlarla desteklendi. Oturma eylemi bitirildikten sonra öğrenciler üniversiteye geri döndüler. Oldukça öfkeli olan öğrenciler dönüşte de sloganlarla yolu trafiğe kapatarak Edebiyat Fakültesi’nin önüne geldiler. Burada, gözaltına alınan arkadaşlarına destek olmak, yanlarında olmak için Bozyaka’ya gitme çağrısı yapıldıktan sonra öğrenciler topluca Bozyaka’ya gittiler. Eylem boyunca “Boykot, işgal, direniş!”, “Yaşasın Ege işgalimiz!”, “Somanın hesabı sorulacak!”, “Uğur Kurt onurumuzdur!”, “Katil devlet hesap verecek!”, “Bu daha başlangıç mücadeleye devam!”, “Polis dışarı bilim içeri!”, “Polis idare işbirliğine son!” sloganları atıldı. Ekim Gençliği / İzmir
Üniversitelerde Soma işçileri için işgal!
Maden işçilerinin katledilmesine karşı öğrenciler İTÜ Maden Fakültesi, Galatasaray Üniversitesi, Marmara Güzel Sanatlar, Boğaziçi ve Bahçeşehir Üniversitesi’nde eyleme geçtiler. İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencileri, üniversitenin Ayazağa Kampüsü’nde bulunan Maden Fakültesi binasını işgal etti. İşgal 16 Mayıs’ta fiilen saat 18.00 itibariyle başladı. “Üniversite Sanayi işbirliği adı altında gözünü kar hırsı bürümüş patronlara ve katillere kılavuzluk edenleri üniversitemizde istemiyoruz” diyen işgaldeki İTÜ öğrencileri taleplerini şöyle sıraladı: “Katil Soma A.Ş.’nin İTÜ ile tüm bağının koparılması, Katillerin danışmanlığını yapan Orhan Kural’ın derhal istifa etmesi, başta Soma’da olmak üzere tüm polis saldırılarının durdurulması, sorumluların derhal tutuklanması! İTÜ’nün Ayazağa kampüsünde bulunan Maden Fakültesi binasını işgal eden öğrenciler, fakülte binasını içeriden kapatarak, kapıların önüne barikat kurdular. Fakülte dışında ÖGB’ler bekledi. Polis de fakülte önüne geldi. Öğrenciler ihtiyaç listesi olarak ip, zincir, fener, pil, uzatma kablosu, gıda, bilgisayar ve megafon getirebileceklere çağrı yaptı. İşgal sürerken dışarıda da destek için öğrenciler toplandı. Bu sırada diğer üniversitelerden de eylem haberleri gelmeye başladı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde de işgal başladığı bilgisi ulaştı. İTÜ’ye destek veren öğrenciler okuldan ayrılmadı. Galatasaray Üniversitesi’nde gerçekleştirilen boykotun İTÜ’nün talepleri kabul edilene kadar süreceği açıklandı. GSÜ’de öğrenciler oturma eylemi yaparak tepkileri sürdürdüler. Boğaziçi ve Bahçeşehir üniversitelerinde de destek eylemleri yapıldı. Üniversite eylemleri Ankara’ya da sıçradı. Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü’nde Soma için işgal eylemi yapıldı. Tüm bu gelişmelerin yanında İTÜ’yü işgal eden öğrencilerin taleplerinden biri yerine getirildi. Soma Holding patronları Alp Gürkan ve İsmet Kasapoğlu’nun İTÜ Maden Fakültesi Akademik Danışma Kurulu üyeliklerine son verildi. İTÜ yönetiminin bir komisyon kura-
rak diğer talepleri de değerlendireceği belirtildi. İTÜ’de işgalin 3. günü talepler kabul edildi.
İşgal eylemi yaygınlaşıyor
Demokratik Öğrenci Dernekleri (DÖDEF) “İTÜ ile Mimar Sinan üniversitelerinde başlayan ve Galatasaray, Boğaziçi, Bahçeşehir’de devam eden üniversite işgal eylemlerini sahiplenin” çağrısı yapmıştı. Bu çağrının ardından Siirt Üniversitesi, Botan Demokratik Öğrenci Derneği (BDÖ-DER) üyesi öğrenciler tarafından 20 Mayıs’ta işgal edildi. İşgal eyleminden önce Siirt Üniversitesi Merkez Kampüsü’nde açıklama yapıldı. Eylemde öğrenciler “Unutursak kalbimiz kurusun. Roboskî için adalet istiyoruz” ve “Aydın Erdemler’i unutmadık, unutturmayacağız. Katillerden hesap soracağız” pankartlarını açarak üniversite giriş kapısına yürüdüler. Öğrenciler, Soma’da ve tüm iş cinayetlerinde yaşamını yitiren işçiler adına saygı duruşunda bulunduktan sonra “Çerxa Şoreşê” marşını okudular. Açıklamada Devrimci Yurtsever Öğrenci Kolektifi olarak Siirt Üniversitesi’ni işgal ettiklerini söyleyen öğrenciler, işgal eylemini sona erdirmek için taleplerini dile getirdiler. Erdoğan, Enerji Bakanı Taner Yıldız ve Çalışma Bakanı Faruk Çelik’in istifalarını isteyen öğrenciler şunları söylediler: “Hükümet Soma halkından özür dilemeli, Soma Maden Ocağı derhal kapatılarak, sorumluları en ağır bir biçimde cezalandırılmalıdır. Polis terörü son bulmalı, bütün gözaltılar serbest bırakılmalı ve eylemselliklerde bulunan kişilere soruşturma açılmamalıdır. 16 Mayıs tarihinde üniversitemizde Hizbulşeytanlarla yaşanan olaylarda üniversite tarafından tarafımıza soruşturma açılmamalıdır. Soma, Roboski ve Reyhanlı gibi devletin yaptığı tüm katliamlarla yüzleşilmelidir.” “Kader değil bu bedel. Bizler de bedel ödedik bedel ödeteceğiz. Berxwedan jiyane, üniversiteyi terk etmiyoruz” diyen öğrenciler sloganlarla yeniden kampüse girerek işgal eylemine başladılar..
13
“İşgalimiz İTÜ’ye ve gençlik hareketine umut oldu!”
- İşgal kararını nasıl aldınız, ön çalışması ve örgütlülüğüne dair ne söyleyebilirsin?
İTÜ Maden’in Soma Holding’le de irtibatının olması ve bizim okulun Soma Holding’e danışmanlık yapıyor olması, bir şey yapılacaksa Maden’de yapılsın kararını almamızı sağladı.
14
Mahmut: İşgal kararının çıkması çok uzun bir çaba ve örgütlülük gerektirmedi. Forum dediğimiz toplantı şekillerinde çok fazla insanın konuşması ve orada bir karara varılması durumu oluşuyor, daha doğrusu zorlaşıyor. Bizim işgal kararımızın alınabilmesindeki en büyük artılarımızdan biri o kararı hızlı vermemizin gerekliliği idi. İlk forum işgalin olduğu gün öğlen Taşkışla’da Mimarlık’ta alındı. Orada toplanma amacı Soma işçileri ve genel olarak işçi sınıfı için neler yapabilirizdi. İşgal de bir arkadaşımızın önerisiydi. İTÜ Maden’in Soma Holding’le de irtibatının olması ve bizim okulun Soma Holding’e danışmanlık yapıyor olması, bir şey yapılacaksa Maden’de yapılsın kararını almamızı sağladı. Saat 16.00 gibi Maden’e geçildi. Orada işgal tekrar gündeme geldi. İşgalin nasıl yapılacağı ve ne olduğu üzerine çok fazla konuşamadık. İşgal başlayacaksa eğer Maden’de 15 dakika içinde başlayacak sınavı yaptırmamakla başlasın önerisi geldi ve işgal yapma iradesini gösterenler ön plana çıktı ve işgal yapmak istemeyenler binadan çıktı. 30 kişilik bir ekiple işgal kararı aldık. Örgütlülüğü de spontane bir şekilde gelişti. Sınavın olduğu sınıfları boşalttık. Ardından kapıları kapattık ve işgalimiz 20 dakika içinde başlamış oldu.
- Spontane diyorsun ama bir forumla kararı aldık dedin, forum uzun zamandır mı toplanıyordu?
Mahmut: Haziran ayaklanmasıyla beraber Türkiye’nin hemen her yerinde Gezi’nin boşaltılmasından sonra evrildiği yer oldu forumlar. Kendini ifade edememe hali ile insanlar sokağa çıktı ve kendisini sokaklarda ifade etti. Forumlar da bunun evrilmiş hali oldu. Sokak ve forum irtibatlı bir şekilde çalışmaya başladı. Bu forumlar mahallelerde, üniversitelerde, yer yer iş yerlerinde kuruldu. Bizim İTÜ olarak forumumuz da ilk olarak geçen yaz, Haziran ayaklanmasından hemen sonra kuruldu ve yazın yoğun bir şekilde devam etti. Sonrasında seyrekleşse de, gündem oluştukça forumumuz bir araya gelip ortak hareket ediyordu. Spontaneden kastım sadece o an, o günkü forum içindi. Öncesinde tabii ki de bir İTÜ forum örgütlülüğümüz vardı. - İşgaldeki temel hedefiniz ve talepleriniz neydi?
Mahmut: İşgal sırasında yaptığımız forumlarda talepler ortaya çıkmaya başladı. Aslında işgalden önce şöyle bir genel talebimiz vardı zaten, işgal olsun veya olmasın bizim amacımız, derdimiz işçi
sınıfı için, Soma için bir şeyler yapmaktı. İşgal sürecindeki forumlarda tamamen işçi sınıfının hakları üzerine talepler dile getirildi. Soma’nın ve bir çok diğer iş cinayetlerinin asıl sebebinin taşeron sistemi olduğu, bu sistemin ortadan kaldırılması gerektiği vurgusu yapıldı. Taleplerimizin en önemlisi buydu. Diğer talepler arasında bilimsel bir okul olması gereken üniversitelerimizin bu tür iş alanlarını incelemesi gerektiğiydi. İTÜ dünyada sıralamaya giren üniversitelerden biri. Ve bu bilim yuvasının işçi sınıfının güvenliği için çalışması gerektiğini dile getiren bir talepti. Bir başka talebimiz de Soma Holding’in okulla olan bütün ilişiğinin kesilmesiydi. Çünkü okul Soma Holding’e danışmanlık ünvanı vermiş ve okul Soma Holding’in madenlerine her yaz staj için öğrenci göndermekte, çalışma için de o tür madenleri önermekteydi. Eğer yazın bu katliam gerçekleseydi İTÜ öğrencileri de orada stajda olacaktı ve okul kime hesap verecekti? Öğrencisini göndermese dahi oranın denetimini, güvenliğini bilimsel bir kurum olarak üniversitenin incelemesi gerekir. Taleplerimiz bunlardı. - İşgal günleri nasıl geçti, kararları nasıl aldınız? Nasıl bir yaşam kurdunuz içeride?
Mahmut: İşgal ilk başladığında yaklaşık olarak 30-40 kişiydik. Bütün kapıları kapattık. Hemen ardından ÖGB getirmeye çalıştılar. Tabi kapılar kapalı olduğu için çok da zorlayamayacaklarını anladılar ve geri çekildiler. Sonrasında sosyal medyada ve telefonla haberleşmelerden sonra sayımız bayağı arttı. Gezi’ye katılmış herkesin bir işgal pratiği vardı. Sonuçta Gezi ayaklanması bir işgaldi. Parkı halk olarak işgal ettik ve orada bir yaşam oluşturduk. Ona benzer bir model uygulamaya çalıştık Maden Fakültesi’nde. İşgalin ilk heyecanı aşıldıktan sonra tabi ki. Bina işgali olarak ilk işgal deneyimimizdi çoğumuz için. Gezi Parkı işgalinin bir benzer modelini kurmaya çalıştık. Belirli birimler oluşturduk. İlk oluşturduğumuz birim güvenlik birimiydi. 6 kişilik bir güvenlik birimi oluşturduk. Binanın giriş çıkışlarını denetleyen ve olası bir polis müdahalesinde gerekli planları yapacak bir birim oluşturduk. En gereklisi oydu o an için. Sonrasında gerekli kamulaştırmalar yapıldı. Bina içerisindeki otomatlardaki yiyecekler alındı. Kantinin çaydanlığını, semaverini aldık, kurduk. Uyku odası, temizlik birimi, yiyecek birimi kuruldu. Gezi’dekinin ölçek olarak küçük halini orada yarattık diyebiliriz. Forumlarımız yoğun olarak gerçekleşti. Film gösterimleri yapıldı. Sayımız çok hızlı bir şekilde arttı. İlk işgalin başlama kararını alan forum 30 kişilik bir forumdu. Talepleri belirleyen forum 100 kişilik bir forumdu. İşgale devam edip etmeme kararını almaya geldiğimiz zamanki forum ise 200 kişinin üstünde olduğu bir forumdu ve aslında kararların daha sağlıklı alınabilmesi için bir dezavantaj yaratıyor ister istemez.
- Gençlik hareketinde son yıllarda bir yükseliş ve devrimci bir potansiyel var Haziran’da bu doruk noktasına ulaştı. Gerçekleştirdiğiniz eylemin gençlik hareketi içerisindeki yerine dair ne söyleyebilirsin?
Mahmut: Haziran ayaklanmasının en büyük sebeplerinden biri daha önce de bahsettiğim gibi
bir temsil sorunu. Halkın gözünde şu vardı: Beni temsil eden biri yok. Bir kurum olarak gördüğü TBMM olsun, siyasi partiler olsun. Net olarak beni temsil ediyor diyebileceği bir kurum olmadığı için, gelişen süreçlerde söz sahibi olmak istiyor. Ve bunu yapabileceği yerlerden biriydi, Gezi. Hep denir ya mesele sadece Gezi değil, evet mesele sadece Gezi Parkı değildi. Ama hani derler ya bir ruh vardır bir de beden. Ruh aslında halkın içinde birikmiş bütün ezilmişlik bir karar alınırken ona sorulmama duygusuydu. Gezi ise bu ruhun bedenleşmiş haliydi. Park halka sorulmadan yok edilmeye çalışılıyordu. Halk burada sözünü söylemek istedi. Ve bunu söylerken sadece Gezi Parkı ile sınırlı kalmadı. Sloganlarda da gördük, duvar yazılamalarında da, forumlardaki insanların söylemlerinde de. Okulda da Soma Katliamı’ndan sonra bizler de çok yoğun bir şekilde ‘bir şeyler yapmalıyız’ telaşı vardı. Bunu dile getirmemiz gerekiyordu, eyleme dökmemiz gerekiyordu. O anlamda Gezi’ye benziyor ve bir noktası da yine bahsettiğim gibi işgal olması. - Yakın zamanda Greif işçileri fabrikalarını işgal etti, size de ziyarete geldiler. Greif, Feniş, Yatağan, Anteks işçileri militan eylemler yaptılar. İşgalinizde Haziran’dan bir etkileniş var, bu sınıf eylemlerinden de bir etkileniş olduğunu söyleyebilir miyiz?
Mahmut: Tabii ki de söyleyebiliriz. Aslında bu şekilde işçilerin fabrikalarını işgal etmesi sadece öğrencileri değil toplumun muhalif bütün kesimlerini etkiliyor ve umutlandırıyor aslında. İşçi sınıfı mücadelenin, muhalif kitlenin belkemiğini oluşturan bir sınıftır ve son yıllarda hareketlenmesi muhalefete bir umut kaynağı olmuş durumda. O anlamda etkilendik toplumun her muhalif kesiminin etkilendiği gibi İTÜ öğrencileri olarak bizler de işçilerin fabrika işgallerinden ve mücadelelerinden etkilendik. Greif işçileri sağ olsunlar forumumuza katılarak bizlere tekrar bir umut kaynağı oldular işgal sırasında.
İşgal sürecindeki forumlarda tamamen işçi sınıfının hakları üzerine talepler dile getirildi. Soma’nın ve bir çok diğer iş cinayetlerinin asıl sebebinin taşeron sistemi olduğu, bu sistemin ortadan kaldırılması gerektiği vurgusu yapıldı.
- İşgal eyleminin bir takım talepleri vardı, bunlar karşılandı. Direnişin genel kazanımlarına dair neler söyleyebilirsin?
Mahmut: Şöyle bir şey diyebilirim, bizler İTÜ’de en son 35 yıl önce gerçekleştirilmiş bir eylem gerçekleştirdik. O anlamda İTÜ’ye ve gençlik hareketine bir umut kaynağı olduğunu düşünüyorum aslında. Çünkü son yıllarda gençlik içinde bir hareketlilik var, bizim öğrenciler olarak işgal eylemini yapmamız ve bunu 4 gün sürdürmemizin bir umut kaynağı olduğunu düşünüyorum. Taleplerin karşılanması noktasında şöyle bir durum oldu; bizim taleplerimiz aslında biraz indi. Taşeron sisteminin kaldırılması gerektiği noktasında işgal içerisinde bulunan herkes hemfikirdi. Ancak rektörlükle, okulun yönetimi ile yapılan görüşmelerde bu talebi sunamayacağımız kararı çıktı. Yani şöyle bir şey; taşeron sisteminin kaldırılması talebi rektörlüğün muhatap alınacağı bir talep değil. O anlamda bir İTÜ özeline çekme durumumuz oldu. Bu geri çekme durumunun daha iyi veya daha kötü olduğuna dair birşey şu an söyleyemem, bunu zaman gösterecektir. Rektörlüğe sunduğumuz talep şuydu: taşeron denetleme kurulu. Okuldaki taşeron işçilerin ve diğer tüm çalışanların yaptıkları işte iş güvenliği,
15
Umut kazanımla gelir. Tabi yine daha önce dediğim gibi tamamen bir kazanım, tamamen bir zafer elde ettiğimiz yok ama onun çalışmasını yürütüyoruz. Bu çalışmalar içerisinde bulunmak isteyen bir çok arkadaşımız var.
gereğinden fazla iş yaptırılması, fazla saat çalıştırılması veya kovulmasını engelleme gibi durumları denetleyecek bir kurulun oluşturulması ve bu kurulda biz öğrencilerden de bazı kişilerin bulunması gibi bir talebimiz oldu. Aynı zamanda sendikaların temsilcilerinin de içerisinde bulunduğu, taşeron işçilerin kendi aralarında belirlediği temsilcilerinin bulunduğu bir komisyon kurulması. Buna benzer uygulamalar Koç Üniversitesi’nde de Boğaziçi Üniversitesi’nde de yürürlüğe girmiş. Bu talebimiz kabul gördü. Şu an çalışmaları yürütülüyor. Biz kendi aramızda bir komisyon belirledik ve Boğaziçi’nden aldığımız taslağı rektörlüğe sunduk. Kendileri geçireceklerini söyledi tabi ki de bunu zaman gösterecek ve bizim mücadelemiz gösterecek aslında. Aslında hiçbir zaman talepler ne olursa olsun en basitinden en üst talebine ne rektörlük ne iktidar hiçbir zaman hiçbir talebinizi yerine getirmez. Sizin yapacağınız şey bu taleplerin üstüne gitmektir. Bizler de işgali bitirirken ‘taleplerimiz kabul gördü bu iş bitti haydi tamamdır’ gibisinden bir şey demedik. Bizim eylemliliğimiz her zaman devam edecek. Bu taleplerin yerine gelmesi için de devam ettirilmesi gerekmektedir zaten. Bunun da kararlılığını gösteriyoruz şu an, uğraşıyoruz. Bir diğer kabul gören talebimiz(rektörlüğe sunduğumuz bütün talepler kabul gördü öncelikle onu söyleyeyim) şuydu benim en çok önemsediğim taleplerden biri madenler, tersaneler, inşaatlar kısacası bütün iş alanlarında, iş güvenliği konusunda bilimsel bir kurum olan üniversitenin denetleme yapması. Çalışmalarını yürütmeye devam ediyoruz. Şu an buna benzer bir çalışma herhangi bir üniversitede yok bildiğimiz kadarıyla; o yüzden bir yol ve rota belirlememiz gerekiyor, yöntem belirlememiz gerekiyor. Onun çalışmasını bu yaz tamamlayıp önümüzdeki dönem içerisinde başlatmayı düşünüyoruz. Bir diğer talebimiz de Soma Holding’in İTÜ ile olan bütün ilişkisinin kesilmesiydi. Bu talep de kabul gördü. En son talebimiz de işgale katılan hiçbir öğrenciye soruşturma açılmamasıydı. Rektörlük soruşturma açmayacağını kabul etti. Tabi ki de aksi bir durum olması halinde gerekli reaksiyonu göstereceğimizi düşünüyorum ben. Ancak savcılık işgalden sonra girip okulu incelemiş, parmak izi almış fotoğraflar çekmiş. Sonradan öğrendiğimiz, daha doğrusu işgal sırasında da biliyorduk da resmi bir kurumdan aldığımız bir bilgi. İşgal sırasında da emniyet bilgi topluyormuş zaten işgal hakkında. İçeride neler oluyor, kimler katılıyor gibisinden, fotoğraflar alıyormuş. - İşgalden sonra İTÜ’deki öğrenciler veya gençlik hareketi açısından ne değişti, nasıl bir
16
etkisi var okula?
Mahmut: Aslında her eylemin bazı kesimlere olumlu, bazı kesimlereyse olumsuz etkisi olur. Bu işgalin tabii ki etkisi diğer eylemlere göre çok daha büyük. Çünkü taleplerimizin haklılığı kamuoyu tarafından çok net bir şekilde biliniyor. Yani bu taleplerin işleyecek olması, öyle bir kazanım elde ediyor olmamız gençliği ve İTÜ öğrencilerini umutlandırıyor aslında. Umut kazanımla gelir. Tabii yine daha önce dediğim gibi tamamen bir kazanım, tamamen bir zafer elde ettiğimiz yok ama onun çalışmasını yürütüyoruz. Bu çalışmalar içerisinde bulunmak isteyen bir çok arkadaşımız var. Onun dışında da İTÜ gibi bir yerde üniversite içinde işgal eyleminin gerçekleşmesi bizim dışımızdaki bütün gençliği de umutlandırmıştır tabi ki de. Dediğim gibi taleplerin haklılığı aslında kitleleri arkanıza almak için çok önemli bir şeydir. Solun tarihinde aslında hiçbir zaman hiçbir talebi haksız talep değildi, tarihsel haklılığı her zaman olmuştur. Ancak bu haklılığın kitlelere, kamuoyuna halka yansıtabilmesi, kavratılabilmesi önemlidir. Bizim yaptığımız işgal eyleminde haklılığın çok kolay kavrandığını düşünüyorum, net olarak bizden kaynaklı çok iyi yansıttık diyemeyeceğim tabii ki ama, daha önceki gelişen olaylar ve gündemin çok dolu dolu olması, çok yoğun olması, Soma gibi bir katliamın gerçekleşmesi, 301 insanın hayatını kaybetmesi, bunun belirgin şekilde sorunun sistem sorunu olduğu belirginleşince bizim haklılığımızı kamuoyuna anlatmamız çok daha rahat oldu, öyle bir avantajımız oldu. - Son olarak bir işgal gerçekleşti, bir dizi kazanım var. Toplam sürecin eksikliklerine veya bundan sonra aşmamız gereken noktalarına dair söylemek istediğin bir şey var mı?
Mahmut: İşgal sürecinde kendi kavradığım şöyle bir durum var, daha doğrusu bunu zaten daha önceden yine büyük bir kitle tecrübe etti. Gezi’yi aslında 15 gün boyunca ayakta tutan şey orada bir üretimin olmasıydı. Bir yanda kütüphaneler kuruldu, bir yanda tiyatro oynandı, bir yanda film gösterimleri, sağlık bölümü vardı yani orada tamamen bir hayat kurulmuştu ve sürekli bir üretim vardı, aksamayan bir mekanizma vardı. Hatırlıyorum Gezi’de bir araç yandığı zaman insanlar koştura koştura söndürmeye çalışıyorlardı, bir birliktelik vardı. Bizim işgalimizde birliktelik konusunda çok fazla sıkıntı çekmedik ancak, üretim noktasında sıkıntı çektik. Eylem pratiğiyle bir şeylerin çok daha rahat kavratılabildiğini gördük aslında işgalde. İşgal gerçekleştirildikten sonra işgalin aslında çok haklı bir eylem olduğu daha rahat kavratılabildi.
İşgal ve boykot eylemleri aynasında
‘Devrimci Gençlik Birliği’
Son dönemde gençlik hareketi eylem biçimi olarak boykot ve işgal deneyimlerini yaşadı. Yakın döneme baktığımızda, bu süreci, Tayyip Erdoğan’ın 18 Aralık günü ODTÜ’ye gelişine karşı yapılan eylemin ardından örgütlenen boykotla ve Mimar Sinan Üniversitesi’nde rektör açıklamasına karşı yapılan işgalle başlatabiliriz. Ardından, Haziran Direnişi’nin politikleştirdiği gençlik, Berkin Elvan’ın da yitirilmesiyle boykot eylemlerini daha da yaygınlaştırmış, son olarak Soma madenci katliamı ve devlet terörünün daha da pervasızlaşması, boykot ve işgal eylemlerini gündeme getirmiştir. Gençlik, karşılaştığı sorunların yakıcılaşmasından ve çözümsüzlüğünden dolayı daha ileri eylem biçimleriyle bu sorunlara karşı mücadele etmektedir. Eylemlere yol açan sorunlar benzerdir: Baskı, gericilik, her geçen gün tırmanan devlet terörü ve Soma’da yüzlerce işçinin katledilmesine sebep olan kapitalizmin vahşi sömürü koşulları... Artık insanın bir değerinin kalmadığı herkesin ortak düşüncesidir. Daha doğrusu, sermaye devletinin işlemesi için her şeyini vermek zorundadır insan. Peki insana sunulan nedir? Geleceksizlik... Evet, geleceksizlik ezilen, sömürülen, baskı gören tüm sınıfların ortak sorunudur. Ve bu sorun, kapitalizmin içinde bulunduğu kriz ortamında, sermayenin de sorunudur: İşsizlik artmakta, enflasyon artarken ücretler sabit kalmakta, emperyalist nüfuz mücadeleleri ve buna paralel yaşanan savaşlar Türkiye’nin dört bir yanını sarmakta, geleceksizlik her yönden günün içinde daha çok hissedilir hale gelmektedir.
Sermaye devleti çözüm yolunu, demokratik hakları her alanda kısıtlamakta, bu haklar uğruna mücadele edenleri, polis saldırısı, yasaklamalar ve toplamda da devlet terörüyle azgınca bastırmakta görmektedir. Kendi istediği sınırlarda bireyci çözüm olanakları sunmakta, kendi istediği gibi bir gençlik yetiştirmeye, toplum oluşturmaya çalışmaktadır. Tıpkı kendi istediği gibi Kürt halkını, Alevileri ezdiği, işçileri sömürdüğü, kent yoksullarını oradan oraya sürüp, halkları savaşlarla katlettiği gibi. Bugün devletin kirli yüzü iyice ayyuka çıkmıştır ama buna rağmen, her türlü baskı yöntemi, katliamlar, sömürü yöntemleri, asimilasyon politikaları artarak devam etmektedir. Bu baskı ve terör, geleceğini tehlikede görmesinden ve korkularından kaynaklanmaktadır. Sermaye kendi geleceğini kurtarmak için azgın devlet terörüne başvurmaktadır. Tüm savaşların, baskı ve gericiliğin sebebi kapitalizmin içinde bulunduğu çok yönlü krizdir.
İşgal eylemleri nesnel koşulların ürünüdür
Bütün bu sorunlar biraraya gelince ve gençliğin gündelik yaşamında bu sorunlar yakıcılaştıkça, mücadele eğilimi de artmaktadır. Bir de üstüne bu sorunlara çözüm arayanların şiddetle bastırılması eklenince, gençlik çözümü daha militan eylemlerde aramaya başlamıştır. Tarihe baktığımızda, ‘60’ların gençlik hareketi de öfkesini çeşitli yollardan ortaya koymaya çalışırken, dünyada ve Türkiye’de biriken sorunlar,
17
gençliği ‘68 Haziran işgallerine, ardından Temmuz’da 6. Filo eylemlerine, ‘69 Komer’in arabasının yakılışına ve tekrar üniversite işgallerine yöneltmiştir. İlk işgaller o derece meşrudur ki, dönemin başbakanı Süleyman Demirel tarafından “mesele sosyal meseledir, tüm dünyada vukua gelmektedir” sözleriyle doğal karşılanmıştır. O dönem, FKF’nin gençlik içerisinde bir güç oluşuna tanıklık etmiş ve öncü gençlik kesimlerinin, TİP’in etkisinden koparak Dev-Genç’te birleşmesiyle yeni bir evreye taşınmıştır. ‘68 işgal eylemlerinin taleplerinin çoğu, gençliğin geleceksizlik sorunu dahilinde eğitim sistemi ve iş bulma süreçleri açısından çeşitli reform talepleriydi. Bununla birlikte, gençlik üniversite yönetimine de ortak olmak istiyor, sorunu kendisi çözmek istiyordu. Mücadele büyüdükçe, devlet vahşice mücadeleyi kırmanın yollarını arayacaktı. “Eylemler kanunsuz, barışçıl değil” bahanelerinden, “komünizmle mücadele dernekleri”nin faşist yöntemleriyle mücadeleyi ezme çabasına, polislerin faşist saldırılarından, yargının idam cezalarına kadar her türlü kirli yöntem bu süreçte devreye sokuldu.
İşgallerde olasılıklar ve öncülerin müdahalesi
Mücadelenin sertleşmesinin bir sonucu olarak gündeme gelen işgal eylemleri, dağılma ve geri çekilme olasılıklarını da arttırıyor. Sağlam bir örgütlülüğe sahip olmayan kesimlerin kolay ve çabuk kırılmasına sebep oluyor. Bu nedenle, nesnel koşulların yanında, öznel etkenin de işgalin örgütlenmesindeki rolü önem kazanıyor. Öncülerle kitleler arasındaki bağın sıkılaştırılması daha da yakıcı hale geliyor, ki kitleler düzenin karşı propagandalarına maruz kaldıklarında kırılmasınlar ve kitlelerin enerjisi doğru yönde açığa çıkabilsin. Kitlelerin soruşturma, sınav, sağlık, aile vb. kaygılarını aşacak bir bilinç açıklığı kazanması, somut sorunların yakıcılığını ve mücadelenin gerçek çözüm yolu olduğunu görmesi ihtiyaç oluyor. Ama bir yandan bunların somutta mücadele
EÜ işgali için Ankara’da eylem
Ankara’da Yüksel Caddesi’nde İnsan Hakları Heykeli önünde, Ege Üniversitesi işgaline yönelik polis saldırısına karşı 26 Mayıs’ta basın açıklaması gerçekleştirildi. Basın açıklamasını Ekim Gençliği ve Kaldıraç örgütlerken, Halk Cephesi de açıklamaya destek verdi. Basın açıklamasında geçmişten bugüne katledilenlerin ezilen halklar ve hakları için mücadele edenler olduğu belirtilirken, katledenlerin değişmediği; katledenlerin “yeri geldiğinde polisiyle, gaz bombaları ile, yeri geldiğinde madenlerde, tersanelerde, fabrikalarda iş kazaları adı altında katlettiği” vurgulandı. Sermaye düzeninin gençliğe bireysel kurtuluş yollarını gösterse de, geleceksizlikten başka birşey vaat etmediği, buna karşı gençlik kitlelerinin birlikte mücadeleyi güçlendirmekten başka kurtuluş yolunun olmadığı anlatıldı. Eylemde sık sık sloganlar atılırken Yüksel Caddesi’nden geçen gençler, emekçiler de alkışlayarak ve sloganlarla eyleme destek oldular. Ekim Gençliği / Ankara
18
içerisinde gelişeceğini de unutmamak gerekiyor. Bu açıdan işgaller örgütlü mücadele sürecinin bir parçası olarak düşünülmeli, bu mücadeleyi güçlendirecek tarzda hayata geçirilmelidir. Mücadelenin büyümesi için işgallerin kazanımlarla sonuçlanması da önemlidir. Üniversitenin tüm bileşenlerini taraflaştırmaktan toplumun taraflaştırılmasına, işgal-boykot eylemlerinin güvenliğinden, ihtiyaçların karşılanmasına kadar sürecin birçok yönüyle örgütlenmesini sağlamak ve mümkün olduğunca Türkiye çapında dayanışma vb. süreçleri koordineli bir biçime sokmak başarının temel köşe taşlarıdır.
Gençliğin devrimci birliğine duyulan ihtiyaç
Başarının köşe taşlarının sağlamlaştırılması için en temel halka sağlam bir devrimci politik kitle örgütüdür. Geçmişte FKF, ‘68 işgal eylemlerinin koordinasyonunun sağlanmasında öncülük etmiş, fakat başarıların sınırlı olması, hareketin önünün TİP reformizmiyle kesilmesi, FKF’nin Dev-Genç’e evrilmesindeki en temel neden olmuştur. Bu kopuşta sınırlı da olsa öznel etken MDD’ci akımdır ve kendi politikaları ekseninde gençliğe yön verebilmiştir. Bu tarihsel deneyim, mücadelenin sertleşmesiyle düzen sınırlarının aşılacağını, bunun da örgütlenmeye yansıyacağını göstermektedir. Bu da, içinde bulunduğumuz dönemde, gençliğin, devrimci politikalar ekseninde mücadele eden bir politik gençlik örgütüne duyduğu ihtiyacı göstermektedir. Elbette ki bu örgüt süreç içerisinde gelişecektir. Devrimci politikalar ekseninde gençlik kitlelerini taraflaştırmak, eğitmek, geliştirmek ve örgütlemek bir süreç işidir. Fakat bugün böyle bir örgütlülük ihtiyaçsa, bunun için somut adımlar atmak, gençliğin gündemine bu tartışmaları sokmak, militan eylemlerle birarada bu süreci yürütmek, genç komünistlerin öncelikli görevi olmalıdır.
D. Baran
Genç komünistler DGB’yi tartıştı!
6 Mayıs günü Denizler’in mezarı başında gerçekleştirilen anmanın ardından genç komünistler gençlik hareketinin ihtiyaçları ve genç komünistlerin görevleri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Denizler şahsında tüm devrim şehitleri için yapılan saygı duruşuyla başlayan söyleşinin ana konusunu “Devrimci Gençlik Birliği”nin yaratılması ve bu konuda genç komünistlerin görevleri oluşturdu. Söyleşide ilk olarak, gençlik hareketinin Denizler’den bugüne evrimi üzerine bir sunum yapıldı. Sunumun sonunda gençliğin, devrimci politikalar etrafında birleşmiş bir kitle örgütüne duyduğu ihtiyaç vurgulanarak tartışmalara geçildi. Benzer tartışmaların daha geniş kesimler içerisinde yürütülerek yaz aylarında gerçekleştirilecek Gençlik Kampı’nın planlanması gerektiği belirtilerek söyleşi sona erdi. Tartışmaların yürütüldüğü soru-cevap bölümünde ise ağırlıklı olarak aşağıdaki başlıklar üzerine tartışmalar yürütüldü.
“‘DGB’ federasyon mu, siyasetlerin birliği mi?”
Bir katılımcının yukarıdaki sorusu üzerine, gençliğin devrimci birliğini yaratma politikasının örgütlü-örgütsüz gençlik kesimlerinin duyduğu ihtiyacın bir sonucu olduğu, bu nedenle yaratılacak birliğin, sınırlı bir “siyasi örgütlerin birliği” olmayacağı, farklı sorunlar üzerinden mücadeleye atılan gençlik kesimlerinin devrimci bir hedefe, kapitalizmin yıkılması hedefine örgütlenmesinde bir araç olacağı belirtildi. Gençliğin devrimci bir kitle örgütüne ihtiyaç duymasının, varolan siyasi kitle örgütlerinin gençliği düzen sınırlarına hapsetmesinden de kaynaklandığı, bu nedenle gençliğin devrimci birliğinin düzen sınırlarına hapsolamayacağı, devrimci çizgide yer alan ve bu doğrultuda birliğin ilkelerini kabul eden tüm örgütlerin bu birliğe girmesinin önünde de bir engel olmayacağı belirtildi.
“‘Devrimci’ bir örgüt ne kadar kitlesel olabilir?”
Politik ilkeler ve isim açısından “devrimci” bir örgütle, gençliğin bugünkü politik bilinci arasındaki açıya bağlanarak gelen yukarıdaki soru üzerine ise gençliğin mücadele içerisinde bilincini geliştireceği ve ismini “demokrat” koyan ya da demokratik sınırlarda mücadele eden bir örgütün kendi başına devrimci bir eksene oturamayacağı belirtildi. Bugünkü ihtiyacın düzen sınırları içerisinde mücadele veren bir örgüt olmadığı, bu hedefle mücadele eden ilerici örgütlerin olduğu vurgulandı. Kapitalizmin yıkılması sorunuyla yüzyüze bulunduğumuz ve sorunların da birleşik olarak kendisini bu şekilde dayattığı, içiçe geçen
sorunların dönüp dolaşıp emperyalist-kapitalizmin çelişkilerine dayandığı bir tarihsel dönem içerisinde, gençliği düzen sınırlarına hapsetmeyecek, gençliğe düzenin aşılması için örgütlenme zemini yaratacak bir örgüt ihtiyacı vurgulandı. Bu açıdan Greif fabrika komitesinin ve direnişte ileri sürülen taleplerin, farklı partileri destekleyen, geri-ileri bilinçlere sahip heterojen bir işçi grubunu biraraya getirdiği ve onları ortak bir zeminde buluşturduğu örneği verilerek bu örgütün de kitleselliğini zamanla, mücadele içerisinde kazanacağı belirtildi. Amacın sınırlı bir birlik olmadığı, devrimci politikalar ekseninde gençliği taraflaştırmak olduğu, buna uygun örgütsel zeminin de DGB olacağı belirtildi.
“‘DGB’nin ‘esnek’liği ne olacak?”
“Kitleselleşme” sorusuna paralel olarak gelen yukarıdaki soruya dair ise birliğin esnekliğinin Greif örneğinden anlaşılabileceği belirtilmiş oldu. Birliğin hedefinin, farklı düşüncelerden de olsa belli bir sorun ekseninde birleşen gençleri, devrimci bir mücadeleye, kapitalizmin yıkılması hedefine yöneltmek olacağı belirtildi. Bu açıdan, örgütün, genel olarak farklı düşüncelere sahip olsalar bile, belli bir sorunda ortak bir mücadele yürüten gençlerin birleşebileceği esneklikte olacağı vurgulandı. Ayrıca ‘DGB’nin, örgütsel olarak herhangi bir partiye bağlı olmayan, genç komünistlerin içinde politik çalışma yürüttüğü bağımsız bir örgüt olacağına değinildi.
“‘DGB’den önce komünist gençlik örgütünün kurulması gerekmez mi?”
En uzun tartışmaların yaşandığı yukarıdaki soru üzerine ise, politik kitle örgütü ile komünist gençlik örgütünün birbirine karıştırılmadan düşünülmesi gerektiği, bunun yanında bu ikisinin birbirini geliştiren diyalektik bir ilişki içerisinde olacağına vurgu yapıldı. Bugünkü ‘DGB’ tartışmasının gençlik içerisinde kitlesel devrimci bir taraflaşma yaratma hedefine dayandığı, bunun da komünistlerin gençlik örgütlenmeleri olmadan olamayacağı belirtildi. Bunun yanında, genç komünistlerin, sorunlarıyla birlikte bir faaliyet yürüttüklerine değinildi. Ve genç komünistlerin kendi sorunlarını aşmak için daha sağlam bir irade göstermek zorunda olduğu ama bu sorunları, esas olarak geniş kitleleri devrim mücadelesine kazanma ve örgütlü bir güce dönüştürme hedefini hayata geçirirken aşabileceği vurgulandı. Aksi halde genç komünistlerin sorunlarından bağımsız olarak, devrime gidilen yolda gençlik kitlelerinin düzen sınırları içerisine ya da örgütsüzlüğe mahkum olacağı belirtildi.
Ekim Gençliği / Ankara
Gençlik hareketi için bir örgütlenme tartışması yaparken esasında yaptığımız devrimci politikalar eksenli örgütlenme tartışmasıdır. Gençlik hareketinin ihtiyacı böylesi bir örgütlenmedir.
Genç komünistler olarak bunu son bir yıl içinde tartışmaya
Gençliğin devrimci bir
açmış ve somut adımlar atmaya başlamış
bulunmaktayız. Gerçekleştirdiğimiz bir dizi seminer ve
2. Yaz K
eğitim toplantısı, ileri gençlik güçleriyle yaptığımız tartışmalar bu yöndeki adımlarımızı
tanımlamaktadır. Ve tüm bu tartışmaların
daha ileri bir boyuta taşınacağı, ileri gençlik güçleriyle bir hafta boyunca yoğun bir çalışma programı eşliğinde gençlik
hareketinin tarihsel ve güncel deneyim ve dersleri ışığında örgütlenme sorununun çözümünün somut bir biçim kazanacağı bir kamp gerçekleştireceğiz.
Ekim Gençliği 2. Yaz Kampı
gençliğin devrimci birliğinin
Bu yıl ikincisini gerçekleştireceğimiz kampımız geçen yıl olduğu gibi bu yıl da gençlik hareketinin ihtiyaçlarına yanıt üretebilmek için toplanmaktadır. Gençlik hareketinin son yıllarda içinde barındırdığı devrimci potansiyelin harekete geçirilmesi ve örgütlenmesi eksenli tartışmalarımızın bir ürünü olarak ‘Devrimci Gençlik Birliği’ni oluşturma çabamızda kampımız çok önemli bir yerde durmaktadır. Bu yüzden ‘Gençliğin devrimci birliği için buluşuyoruz!’ şiarını kullanmamız tam da bu hedeflerimizin sonucudur.
Dünyada ve Türkiye’de gelişen süreçler ve gençlik hareketinin tablosu
Gençlik hareketinin içinde barındırdığı potansiyel artık dost-düşman herkesin gözleri önündedir. Gençliğin bu potansiyeli, gençliğin dinamizmi ve militanlığıyla dönüşmelidir. Kampımızın beraber Haziran Direnişi’nde bir kez daha açığa çıkmıştır. Gençlik geleceği ve özgürlüğü için mücadele sahnesine çıkmaktadır. Barikatlar kurmakta, özgürlük ve başarısı gençlik hareketinin geleceği için ölümü göze almaktadır. Haziran direnişinde katledilenlere baktığımızda istisnasız hepsinin genç olması tesadüfi bir durum değildir. Bu gençliğin barikatın en ihtiyaçlarına yanıt üretilmesi önünde dövüştüğünün bir göstergesidir. ve bu doğrultuda somut Genç komünistler olarak 2013 yılının kavga yılı olacağı tespitini yaptığımızda, tekil örnekler olarak kalmış olsa da gençlik güçlerindeki potansiyele dikkat çekildiği gibi asıl adımların atılması vurgumuz içinden geçmekte olduğumuz tarihsel dönemeydi. Komünistler olarak bir dünya görüşümüz, bu görüşe göre şekillenen bir dönem tespitimiz var. Bu da emperyalist-kapitalist anlamına gelecektir. sistemin tüm dünyada bunalımlar ve krizler yaşadığı gerçeğidir. Bizler kampa bu politik Bu gerçek tüm dünyada sınıf ve kitle hareketlerini doğurmakta, halk isyanlarını beslemektedir. Mısır, Tunus başta olmak üzere Arap Dünyası, Yunanistan, İspanya, Portekiz başta olmak üzere eksen, bu tarihsel ve Avrupa ve ABD, Latin Amerika tüm bu hareketliliklerden nasibini almaktadır. Burjuvazi krizlerin faturasını işçilere ödetmekte; ödetmekte zorlandığı yerlerde ise baskı ve zulmü arttırmaktadır. Bunun güncel hedeflerle da çözüm olamadığı her yerde iktidarını korumak adına seçimler veya darbelerle kişileri bakmaktayız. değiştirmektedir. Elbette bunu devrimci alternatif bulunmadığı koşullarda yapabilmektedir, aynı zamanda devrimci alternatif oluşturulamasın diye de yapmaktadır. Tüm bu gelişmelerin Türkiye’yi etkilemeyeceğini düşünmek saflık olacaktır. Meselenin bir diğer yanı da AKP’nin on yılı aşkın zamandır elinde bulundurduğu iktidarla birlikte baskı ve zulmü arttırıyor olması ve gelinen aşamada tüm pervasızlığıyla devletin tüm kurumlarını ele geçirme çabasının sürdürülmesidir. Bu saldırılar işçi ve emekçilerin elindeki kırıntı halindeki hakların gasp edilmesinden yaşam tarzlarına müdahaleye, üniversitelere polisin tam anlamıyla yerleşmesine kadar bir dizi alanı kapsamaktadır. Tüm bunların sonucu olarak 31 Mayıs Patlaması ile birlikte kitleler sokaklara döküldü, Haziran Direnişi tüm ülkeye yayıldı. Gençliğin Dolmabahçe, Başkaldırıyoruz!-ODTÜ eylemleri ile ortaya koyduğu potansiyel Haziran’da tam anlamıyla açığa çıktı.
yaratılmasında somut bir adıma
Gençlik hareketinin örgütlenme ihtiyacı
20
Haziran’dan bugüne gelişen süreçler gençliğin içinde barındırdığı devrimci potansiyeli örgütlenme eğilimini güçlendirmiştir. Haziran’daki kendiliğinden halinin yerini kısa bir sürede kendi geleceğini, yaşadığı süreçleri tartışacağı ve kararlar alacağı mekanizmalar ihtiyacını doğurmuştur. Elbette bu mekanizma gençliğin dinamizmini, devrimci potansiyelini, militanlığını ve coşkusunu kucaklayacak bir örgütlenme olduğu koşullarda gençlik hareketinin ihtiyaçlarına yanıt üretebilecektir. Haziran Direnişi’nin geri çekilmesiyle birlikte gündeme gelen forumlar bu ihtiyacı karşılamaktan çok uzaktılar. Ancak belli bir süre direnişin etkisinin devam etmesini sağlamış olsa da bir süre sonra gerek reformizmin etkisiyle, gerekse de kendiliğinden hareketin sınırlılıklarıyla bu ihtiyaca yanıt üretemez hale gelmiştir. Gençliğin bugün ihtiyaç duyduğu örgütlenme, içinde barındırdığı potansiyeli açığa çıkartacak devrimci politik eksenli bir örgütlenmedir. Bu örgütlenme ihtiyacı Haziran’da yakıcı bir şekilde kendisini
rliğini yaratmak için…
Ekim Gençliği Kampı’nda buluşalım! hissettirmiş, yokluğu ise hareketin hızla geri çekilmesine, geleceğe yeterli sonuçlar bırakamamasına neden olmuştur. Bugün bir yılı geride bırakırken bu devrimci potansiyel, militanlık, dinamizm halen varlığını korumaktadır. Ancak bunun açığa çıkartılacağı devrimci politik odaklaşma ve örgütlenme zemini yoktur. Gençlik hareketinin bunu kendiliğinden açığa çıkarmasını beklemek, süreci kendiliğindenliğe bırakmak anlamına gelmektedir. Bu noktada bekleyiş gençlik hareketine karşı sorumsuzluktur. Bu devrimci potansiyel, en son 1 Mayıs’ta Taksim ve Kızılay yasaklarına karşı, Soma’da katledilen madencilerin hesabını sormak için harekete geçmiştir. İşçi sınıfının safında mücadeleye katılmış, barikatlar kurmuş ve geleceğini kendi elleriyle kurma isteğini haykırmıştır. Bu potansiyel Berkin Elvan’ın cenazesinde milyonlar olmuş sokağa akmıştır. Bu devrimci potansiyel Ege’de, İTÜ’de üniversite binalarını işgal etmiştir. Bu işgal eylemleri hiç de tesadüfi eylemler değildir. Hem Haziran’dan bugüne kitlelerin kendi talepleri için militan eylem biçimlerini tercih etmesinin ve korku duvarlarını yıkmalarının bir sonucudur, hem de Greif ve benzeri sınıf eylemlerinin önünü açtığı taleplerin karşılanması için gerçekleştirilen militan işgal, grev ve direniş eylemlerinin devamıdır. Bu işgal eylemleri gençliğin devrimci potansiyelini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Gerek taleplerinin karşılanması konusundaki kararlılıklarını ortaya koyma biçimi olarak, gerekse de devletin tehditlerine, soruşturma, polis operasyonu vb. saldırılarına karşı baş eğmez duruşuyla düzen sınırlarını aşan eylemlerdir. Elbette ki gençliğin devrimci potansiyeli bu eylemlerle sınırlı değildir. Soma’daki madenci katliamının ardından hesap sorma bilinciyle sokaklara dökülen, boykotlar örgütleyen gençlik eylemleri bu potansiyelin diğer göstergeleridir. Bu devrimci potansiyel örgütlenmelidir. Heba edilmemesi ve tüm sonuçlarına vardırılması buna bağlıdır.
Hareketin örgütlenmesi devrimci politik bir eksende olmalıdır
Bu örgütlenme ihtiyacı soyut bir ihtiyaç değildir. Gençlik hareketinin ihtiyacı olduğu ölçüde ileri gençlik güçleri tarafından da hissedilmektedir. Bu örgütlenme ihtiyacı düzen içi politik bir düzlemde veya düzen içi mücadele biçimleri ve yöntemleri üzerinden değil, aksine devrimci politik bir eksende hissedilmektedir. Zira gençlik hareketi içinde reformizmin etkisi, reformist düzen içi politikaların örgütlenme zeminini zaten yaratmaktadır. Ancak reformizm gençliğin devrimci potansiyelini ve dinamizmini kucaklayabilecek bir politik ve örgütsel bakışa, ufka sahip değildir. Bu yüzdendir ki, gençlik hareketi için bir örgütlenme tartışması yaparken esasında yaptığımız devrimci politikalar eksenli örgütlenme tartışmasıdır. Gençlik hareketinin ihtiyacı böylesi bir örgütlenmedir. Genç komünistler olarak bunu son bir yıl içinde tartışmaya açmış ve somut adımlar atmaya başlamış bulunmaktayız. Gerçekleştirdiğimiz bir dizi seminer ve eğitim toplantısı, ileri gençlik
güçleriyle yaptığımız tartışmalar bu yöndeki adımlarımızı tanımlamaktadır. Ve tüm bu tartışmaların daha ileri bir boyuta taşınacağı, ileri gençlik güçleriyle bir hafta boyunca yoğun bir çalışma programı eşliğinde gençlik hareketinin tarihsel ve güncel deneyim ve dersleri ışığında örgütlenme sorununun çözümünün somut bir biçim kazanacağı bir kamp gerçekleştireceğiz. Ekim Gençliği 2. Yaz Kampı gençliğin devrimci birliğinin yaratılmasında somut bir adıma dönüşmelidir. Kampımızın başarısı gençlik hareketinin ihtiyaçlarına yanıt üretilmesi ve bu doğrultuda somut adımların atılması anlamına gelecektir. Bizler kampa bu politik eksen, bu tarihsel ve güncel hedeflerle bakmaktayız.
Geçmiş yılın kamp deneyimine yaslanalım...
Geçen yıl ilkini örgütlediğimiz kampımızın başarılı geçmesi geçmiş deneyimlerimize yaslanmayı gerektirmektedir. Geçtiğimiz yıl ‘Geleceğimiz ve özgürlüğümüz için buluşuyoruz’ şiarını yükselttiğimiz bir dönemde Haziran Direnişi patlak verdi, kitleler geleceği ve özgürlüğü için sokaklara çıktı, barikat başlarında geleceğine sahip çıktı. Bu yüzden ertelemek durumunda kaldığımız kampımız kısa bir ön hazırlığın ardından gerçekleşti. Özellikle Haziran Direnişi’nin tartışıldığı seminerlerden atölye çalışmalarına ve söyleşilere kadar direnişin ruhu tüm kamp çalışmalarına taşındı. Kampın değiştirici, dönüştürücü etkisini geçtiğimiz yıl tüm katılımcılar yaşadı. Atölyeler kampın en canlı üretim alanlarına dönüştü. Geçtiğimizi yılın deneyimleri bizler için en önemli olanın kolektif yaşam kültürünün oturtulması olduğunu gösterdi. Kamptaki bir dizi aksaklık, eksiklik, deneyimsizlik kolektif bir tarzda çözüdü, bu çaba kampın verimini arttırdı. Yoldaşlık ilişkilerinin geliştiği, yeni yoldaşlık ilişkilerinin şekillendiği kampımız, bir dizi eksikliğine rağmen ‘Geleceğimiz ve özgürlüğümüz için buluşuyoruz’ hedefinin başarıyla gerçekleştiği bir kamp olarak örgütlendi.
Kampımız bir tatil değil, politik bir kitle etkinliğidir!
Kamp denildiği zaman gençlik güçlerinin ve özellikle de reformist solun algısında belli zaman aralıklarında politik etkinliklerin olduğu bir tatil fikri canlanmaktadır. Ancak yukarıda kampımızı yapma temel hedeflerimizi ortaya koyduğumuz üzere kampımız gençlik hareketinin örgütlenme ihtiyacının bir ürünü olarak anlam bulmakta ve başarılı olduğu ölçüde devrimci gençlik hareketini güçlendirecektir. Dolayısıyla tüm katılımcılar tartışmaların bir parçası haline getirilmeli, sadece kamp günlerinden değil, kamp ön hazırlığından kampın sonrasında kampın sonuçlarının kitlelerle buluşturulmasına kadar politik içeriğine uygun bir örgütlenme zeminine dönüştürülmelidir. Kampı bir tatil yöresinde yapıyor olmak, politik içeriğini zayıflatmak bir yana yoğun düşünsel
21
çalışmaların gerçekleşeceği dinlenme ortamının yaratılmasını sağlayacaktır. Günlük koşturmacalardan, bireyci çıkar ilişkilerinden uzak, bir haftalık çalışma kampın ve katılımcıların düşünsel verimini arttıracaktır.
Kampın ön çalışmasına dair...
Gençlik hareketinin ihtiyaçlarına yanıt verebilecek bir örgütlenmenin başarıyla yaratılması için kampın olanakları iyi değerlendirilmelidir. Kampın başarısı gençlik hareketinin ihtiyaçlarının karşılanmasında önemli bir adım olacaktır. Bizler yalnızca bir kamp örgütlemiyoruz. Gençlik hareketinin örgütlenme ihtiyacının karşılanması hedefiyle hareket ediyoruz.
Kampımız gençliğin örgütlenme ihtiyacına yanıt verecek olanakları yaratmak için gerçekleştirilmektedir. Bu yüzden kamp çağrımız gençliği örgütleme çağrısıdır. Devrimci politikalar ekseninde harekete geçme çağrısıdır. Bugüne kadar nasıl kamp çağrımızı politik içeriğinden bağımsız ele almadıysak bugünden sonra da ayrı ele almamalıyız. Kamp çağrımızı bir dizi materyal üzerinden yoğun bir şekilde yaparken iletişime geçtiğimiz herkese örgütlenme çağrımızı ulaştırabilmeliyiz. ‘Gençliğin devrimci birliği için buluşuyoruz!’ şiarı ayakları havada kalan bir şiar olmaktan çıkmalıdır. Bunun anlamı önümüzdeki kampa kadarki süreci gençlik hareketinin ihtiyaçları ve örgütlenme tartışmaları ekseninde bir eğitim çalışmasına da çevirebilmek anlamına gelmektedir. Kampın verimli geçebilmesi tüm katılımcıların gençlik hareketinin tarihsel ve güncel ihtiyaçları üzerine bir ön hazırlık ve tartışma yürütmüş olmasına da bağlıdır. Bu da kamp çalışmasının yoğun bir ön çalışma sürecine dönüştürülmesi demektir. Kampın başarısı ve verimli geçmesi güçlü bir ön hazırlığa bağlıdır. Bu ön hazırlık kamp tartışmalarına dair öncelikle düşünsel hazırlık anlamına gelmektedir. İkinci olarak, tüm sunumlar, atölyeler önden titiz bir hazırlığa konu edilmelidir ki, verilmek ve tartışılmak istenen açıkça ortaya konabilsin, böylece bir haftalık sınırlı zaman en verimli şekilde değerlendirilebilsin. Kampa hazırlık yapan güçlerimizin ön hazırlıklarını tüm katılımcılarla önden paylaşması kampı kolektif bir temelde örgütlemenin imkanlarını yaratacaktır. Bu sadece sunumlar üzerinden değil, atölyeler, söyleşiler için de geçerlidir. Kamp için yapılan tüm hazırlıklar kolektifin bilgisine sunulmalı ve mümkün olduğu kadar ortak örgütlenmelidir ki kampa güçlü bir ön hazırlık sağlanabilsin. Bu nasıl tartışmalara önden başlamak anlamına geliyorsa, mümkün olan tüm atölyeler yerellerde tüm katılımcılarla toplantılar yapabilmelidir. Kampın teknik hazırlığında da boşluk bırakmamalıyız. Ulaşımdan yemeğe, konaklamadan bir dizi günlük ihtiyaca kadar ayrıntılı bir plan çıkartmalıyız. Bu plan sadece merkezi olarak değil, aynı zamanda tüm yereller için de bir sorumluluktur. Bizler amatör bir ruha ve heyecana sahip olabiliriz, ancak bu işleri profesyonelce ele almamıza engel olmamalı. ‘Amatör bir dünya için profesyonelce’ davranabilmeliyiz.
Kampımız, seminerler, atölyeler ve söyleşilerle yoğun bir emeğin ürünü olacaktır
22
Bu yıl ikincisini düzenlediğimiz kampımızın geçen yıla göre çok daha yoğun bir çalışmaya konu olacağı açıktır. Gençlik hareketinin örgütlenme ihtiyacını öncelikle tarihsel deneyimler üzerinden tartışmaya açacak, güncel örneklerle gençlik hareketini tartışarak ihtiyaçlarını ortaya koyacağız. Örgütlenme tartışmaları ekseninde ‘Devrimci
Gençlik Birliği’nin somutlanması, böyle bir birliğin ilkeleri ve nasıl bir işleyişe sahip olması gerektiğinin tüm katılımcılarla tartışılacak olması birlik tartışmalarını kolektifleştirmek bakımından önem taşımaktadır. Tüm bunların yanı sıra gençlik içinde nasıl bir çalışma örgütlenmesi gerektiği üzerine yaratıcı tartışmalar yapmak, gençlik kitlelerine nasıl, hangi zemin ve araçlarla ulaşılacağını belirlemek kampımız ve gençlik hareketinin örgütlenme ihtiyacının karşılanması için önemlidir. Tüm bu sunumların ve tartışmaların yanı sıra kampın önemli bir bileşeni olacak liseli gençliğin kendi çalışmaları üzerinden katkılarını almak, tartışmaların devrimci liseli hareketiyle bağını kurmak ayrıca önem taşımaktadır. Bir dizi atölye çalışması ile birlikte kolektif üretim fabrikaları oluşturacağız. Tiyatro, video kurgu ve yapım, halk oyunu-dans, müzik, dil (Zazaca, Rusça, İtalyanca), imge-resim, fotoğraf, ritim, evrim, felsefe, bilişim ve ilk yardım atölyeleri ile birlikte çok yönlü ve yoğun bir çalışma yürüteceğiz. Tüm bu atölyeler gençlik hareketiyle, mücadeleyle, hayatla bağı içerisinde ele alınacak, teknik bilgilerin yanı sıra hayatın içinde karşılığının ne olduğu tartışma konusu edilecektir. Başta Greif işçileriyle işgal deneyimleri ve sınıf hareketine dair bir dizi toplumsal sorun ve kültürsanat alanında söyleşiler gerçekleştirilecek, film gösterimleri olacaktır.
Kampın başarısı bizlerin ellerindedir!
Tüm bu planlamaların birbiriyle bağı ve bütünlüğü içinde hayata geçmesi bizlerin ellerindedir. Güçlü bir ön hazırlık ve titizlik gerektirmektedir. Bu, bizlerin ve kamp sürecinde kampın örgütlenmesine katılacak tüm güçlerin ortak sorumluluğudur. Gençlik hareketine karşı sorumluluğumuzdur. Gençlik hareketinin ihtiyaçlarına yanıt verebilecek bir örgütlenmenin başarıyla yaratılması için kampın olanakları iyi değerlendirilmelidir. Kampın başarısı gençlik hareketinin ihtiyaçlarının karşılanmasında önemli bir adım olacaktır. Bizler yalnızca bir kamp örgütlemiyoruz. Gençlik hareketinin örgütlenme ihtiyacının karşılanması hedefiyle hareket ediyoruz. Gençlik hareketinin geleceğini örgütlüyoruz. Bu bakışla hareket etmeliyiz. Son olarak tekrar belirtmek gerekirse gençliğin devrimci birliği için buluşuyoruz. Bu hedefe uygun bir ön hazırlık, gençlik hareketinin güncel ihtiyaçlarını karşılayacak bir dinamizm, coşku, militanlık ve kararlılıkla hareket etmeliyiz. Önümüzde tarihsel bir sorumluluk olarak gençliği devrime ve sosyalizme kazanma sorumluluğu bulunuyor. Bu sorumluluğu yerine getirebilmemiz gençlik hareketinin güncel ihtiyaçlarına yanıt üretebilmemize bağlıdır. Gençlik hareketinin güncel ihtiyacı olan örgütlenme ihtiyacının karşılanmasına bağlıdır. Gerçekleştireceğimiz kampımız buna hizmet etmeli, gençlik hareketinin ihtiyaçlarına ve çözümüne katkı sunacak bir zemine dönüşmelidir. Bu da kampı başarıyla örgütlemek anlamına gelmektedir. Bu sorumluluk omuzlarımızdadır. Bunun sorumluluğu ve bilinciyle hareket etmeliyiz. Gençliğin devrimci birliğini yaratmak hedefiyle Ekim Gençliği 2. Yaz Kampı’nı başarıyla örgütlemek için ileri!..
Ekim Gençliği
Kadın sorununa tarihsel materyalist yaklaşım:
Uzlaşmaz olmayan* kadın-erkek çelişkisi ve feminizmin imtihanı - 1
‘İnsan’laşma savaşında ‘cinsiyet’lerini aşan tüm devrim şehitleri ve bunun en pak örneklerinden Hatice Yürekli yoldaş anısına… Toplumsal ilerlemenin tam ölçüsünü veren, kadın cinsinin toplumsal konumudur. Charles Fourier
Bacaklarıyla patronunun cebini karla dolduran bir dansçı kız üretken bir emekçidir. Buna karşılık proleter kadınların ve annelerin evinin dört duvarı arasındaki emeği verimsiz sayılmaktadır. Bu kulağa çok vahşice ve çılgınca gelmektedir, ama tam olarak günümüz kapitalist ekonomisinin vahşiliğine ve çılgınlığına karşılık gelmektedir. Ve bu vahşi gerçekliği tüm açıklığı ve keskinliği ile görmek proleter kadının birincil görevidir. Rosa Luxemburg
Onun için belirleyici anlamı olan, sivrilmiş tek tek kadınların parlak başarıları değildi, daha çok milyonlarca kadının, en yalın ve en alçak gönüllü milyonlarca kadının o görünmeyen günlük çalışmalarıydı. Çünkü Lenin’de, her zaman, küçükte ve en küçükte büyüğü, bütünü gören ve onu bununla bağlantısı içinde vazgeçilmez, önemli bir şey olarak değerlendiren o derine işleyen duyu vardı. Clara Zetkin Kadının adı neydi? Tarihin diyalektiği içinde ele almak gerekir kadın tanımını ki, kadın sorununa yönelik gerçek çözüm ortaya konulabilsin. Kadın kelimesi şu veya bu kadını nitelendirmede yetersizdir. İnsanda bir cinsi niteleyen “kadın” tanımı sadece cins tanımı olmayı aşmaktadır, zira kompleks sosyal ağlarla birbirine bağlı primatlar olan insanların dişi ve eril cinsleri arasındaki ilişkiler “kadın-erkek ilişkileri” başlığı altında izole edilmek için fazla kapsamlı kalmakta ve bu tanımlar içine sığmamaktadır. Çünkü erkek ve kadın, tek başına, şu ya da bu kimse olmadı. Kimdi kadın? Efsaneler boyunca peşine düşülmüş, uğruna dağlar aşılmış, çöller geçilmiş Leyla’ydı bazen, bize sevdanın bin yıllık türküsünü duyuran. Ozanların koruyucusu esin perilerinin sayısı dokuzdur Yunan mitologyasında; o onuncusu oldu, yeryüzünün en büyük şairlerinden Sappho olarak çıktı karşımıza, dizelerinde özgürlüğü haykıran. Mitlerde bir tanrıçaydı, güneşin, güzelliğin hem de savaşın anahtarını elinde tutan. Göklerden yere indi, Antigone oldu, dikildi sonra kralların karşısına; erkek kardeşlerinin hesabını sordu, canı pahasına düştü gerçek adaletin peşine. Can verendi, abı hayat gibi süt verendi; tene nefes, susa ses verendi. Bu yüzden yanına saygıyla oturdu insan kardeşleri, zeval getirmediler hem eş hem kardeş hem de şimdi ana olan bu varlığın saflığına. Evet onu sevdiler, toprağı sevdikleri gibi sevdiler. Çünkü bir ağaçtan bin meyve verir gibi çoğalandı. Toprağa ekilen bir tohum nasıl büyürse öyle büyürdü sıcak karnında yeni hayat. Öylesine güzeldi. Tanrı’ya eş, İsa’ya ana, insanlığa armağan yegâne kutsaldı, Madonna oldu, Meryem oldu adı. İnsanlığa bilgi ağacının yasak meyvesini
yediren ilk günahkâr Âdem değil Havva dediler adına. Bin bir gece boyunca karanlık ayinlerde etrafına dizildiler sonra, yatırdılar mermer sunağın üzerine çırılçıplak; dolunayda kanı döküldü, adaktı, kurban oldu. Terinde gül kokusu, esmerliğinde apak bir aydınlık vardı bu mahlûkun, hem de gülümsüyordu. Buna rağmen kimse sahip olamıyordu ona. O halde yok edilmesi gerekendi o. Zaman sonra cadı dediler adına, cezasını bu sefer yakılarak çekecekti. Elde edilmeli, dizginlenmeli, eskitilmeliydi. Böylece kutsallığı lanete dönüştü, güzelliği çirkine bulandı, takas edildi bir pula, kara çalındı, sevgi ve olumlayan tutku yerini nefrete ve sapkınlığa bıraktı. O her şeye rağmen Curie oldu bilim kuşandı, Jan Dark oldu kılıç kuşandı, Zetkin oldu kalem kuşandı. İdil oldu, Delila oldu, Hatice oldu adı; cellâtların karşısında yürek kuşandı. Kısacası kadının tarih boyunca yalın bir adı olmadı. İnsanlığın kendisine biçilen tüm etiketleri gibi “kadınlık” da tarihsel süreç içinde anlam ve boyut değiştirdi. Dolayısıyle kadın dediğimiz zaman tek bir “kadınlığa” işaret etmeyiz zira kavramın imlediği tek ve değişmez bir nesnesi yoktur. Ezilen cins sorunu cinsiyet tartışmasına sıkıştırılamazdır ve nasıl ki insanlar arası her türlü eşitsizlik durumunun doğal olmadığı yine doğaya bakarak ortaya konulabiliyorsa, bizler de kadın sorununu cinsiyet tartışmasından bir adım öteye taşımak için yine doğaya dönerek, bir primat olan insanda dişil ya da eril özelliklerin anlamlarını inceleyeceğiz. İncelememizde bizlere bugün “toplumsal cinsiyet” başlıkları altında öğretilmeye çalışılan bir dizi rolün tarihsel olarak daha eski toplumlarda ve daha ilkel toplum modellerinde de bugün oldukları şekliyle var
23
olup olmadığını araştırmamız önceliklidir. Bunun için ilkel komünal topluluktan başlayarak ve oradaki durumda yani “doğal durumda” kadının konumunu somutlayarak kadın ve erkek rollerinin geçirdiği bir dizi evrimi konu edeceğiz. Kadının biyolojik olarak kadın olmasından kaynaklanan bir dizi özelliğin kadının itibarı sayılıyorken, belirli tarihsel-toplumsal dönüşüm süreçlerinde yavaş yavaş kadını itibarsızlaştırmak için kullanılmaya başlandığını hep birlikte keşfedeceğiz. Nasıl mı? Elimizdeki somut tarihi verileri anlamlı bir sıraya koyarak, ardışık etmenleri bir bütünlük içinde yani büyük resmin içinde anlamlandırarak, kadının emek tarihini materyalist bir bakış açısıyla ele alarak ve kadın-erkek ilişkilerinin diyalektiğini okuyarak. Bu, Marx’tan devraldığımız mirası, üzerine yeni bilgiyi ekleyerek zenginleştirmektir. Şu çok rahat gözlemlenebilen bir fenomendir ki, kendileri Marx’ı en çok putlaştıranlar bizi bununla en ağır itham edenlerdir. Kendilerinin Marx’ı aştığını, Marx’ın kadın sorununun çözümünde geri kaldığını savunanlar keşke Marx’ı bir yöntembilimci olarak ele almayı başarabilseler. Yahut Marx’ı a’dan z’ye her konuda her soruna çözüm içeren bir sözlük gibi değil de toplumda gözlemlenen genel sorunlara temel yaklaşım tarzını açıklayan bir düşünür olarak okuyabilseler. Marx bir tarih-bilimci olarak tarih çizgisinde insanı konumlandırışıyla ve toplumsal evrim süreçlerini okuması ile bize tarihi çözümlemek için yeterince veri sağlamaktadır. Gerisi, bu okumalar ışığında içinden geçtiğimiz tarihsel süreçleri anlamak, yorumlamak ve değiştirmek için mücadele etmektir. Bu yazıda feminizme yanıtı, öncelikle Marx ve Engels’in tarihsel materyalist yönteminin kadının emek tarihine uygulanışı ile verecek ve feminizme karşı Marksizm’in tezlerini ortaya koyacağız. Clara Zetkin, Rosa Luxemburg, V. Ilyiç Lenin başta olmak üzere Marx ve Engels’in kadın sorunu konusunda ortaya koyduğu çözümün pratiklerine yönelik tahliller yapan sosyalist düşünürlerin fikirlerine referanslarla, sosyalizmin kadının tarihsel yenilgisine nasıl çözüm olabileceğini açıklayacağız.
Feminist kuramın kısa tarihçesi ve temel savunuları
Feminizmin imtihanında ilk ve en önemli sorgulama feminizme yönelik literatürde verili tanımları incelemekle mümkündür; bunun yolu ise temel hatlarıyla feminist ideolojiye hâkim olmaktan geçer. Wollstonecraft’tan De Beaviour’a feminist kuramcıların tarihine kısaca bakmak ve bu teorinin hangi maddi toplumsal zeminde, hangi dönemlerde, hangi düşünce akımlarının etkisi ile ve ne tür siyasal taleplerle yükseldiğini özetlemek gereklidir. Feminizmin kurucu düşünsel öğelerinin felsefi düzlemde eleştirisi en temel hattımız olacağı gibi, feminist hareket tarihinin kilometre taşı olabilecek tarihsel anlara tekrar dönüp bakarak feminizmin devrimci pratik eksenindeki zaafları konusunda da eleştirimizi ortaya koyacağız. Feminist hareketin ilk dalgası Mary Wollstonecraft ile başlayarak 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ilk yarısına kadar sürmüş; ikinci dalga 1960’larda ortaya çıkmış ve 1980’lere kadar devam etmiş; üçüncü dalganın miladı ise 1990’lar olarak kabul edilmektedir.[1] 1960’lı yıllardan itibaren şekillenmeye başlayan radikal feminist teorinin kökleri 17. yüzyıldaki bir dizi kadın hakları tartışmasına dayanmaktadır. Aydınlanmacı-feminizmden sosyalist-feminizme kadar uzanan bu süreçte, o günden bu yana ortaya çıkan bir dizi feminist akım, ‘kadın-erkek savaşımı’ sınırlarını aşamamıştır. Feminist Yazın Eleştirisi dergisi editörlerinden feminist kuramcı Josephine Donovan da bu tezi doğrulamaktadır: “Ulaştığım üzücü bir sonuç feministlerin Amerika’yı yeniden keşfettikleriydi. Daha önceki feminist hareketleri öğrendikçe, 1960’ların sonunda ve 1970’lerin başlarında geliştirilen ve çoğumuza bir çeşit keşif gibi gelen kuramların pek de yeni şeyler olmadıklarını anladık. ‘Radikallerin’ söylediklerinin çoğu, yüzyıldan uzun bir zaman önce söylenmişti.” [2] “Genelde “radikal feminizm” üst başlığında toplanan bu akım ile belli bir ideolojik mücadeleye giren sosyalist feminizm esas olarak aynı arayışın, feminizme maddi bir temel yaratma çabasının başka bir ürünüydü. Farklılık bu
24
temelin, yetersiz bulunmakla birlikte tarihsel materyalizmin kendisinde aranmasından geliyordu.”[3] Feminist teori tarihindeki ilk çalışmaları Mary Wollstonecraft 1792’de ortaya koymuştur ve “Kadın Haklarının Savunusu” adlı eseri feminist düşünce için klasik eser olmuştur. Ancak daha öncesinde Fransız Devrimi’nin erken döneminde “Kadın Hakları” broşürünü yayımlayan ve giyotinle idam edilen Olympe de Gouges ismini de bir kenara not etmek gerekiyor. Gouges özelinde küçük burjuva feminist ideolojinin Fransız Devrimi sırasında takındığı tutumu ve aslen neleri savunduğunu ilerleyen bölümde daha detaylı inceleyeceğiz. Bugün “Aydınlanmacı liberal feminizm” olarak adlandırılan feminizmin bu ilk akımının belkemiğini oturtmak için önce Aydınlanmacı liberalizmin içinde geliştiği düşünsel dünyayı incelememiz gerekir. Aydınlanma çağı olarak adlandırılan 18. yüzyılın düşünsel ve politik atmosferine dönüp baktığımızda, dünyayı kasıp kavuran bir devrimler dalgasını, Amerika’da ve Fransa’da yayımlanan bağımsızlık ve insan hakları bildirilerini ve çağın görüşlerinin temel paradigmasını yani tüm fiziksel evrenin akılcı ve matematiksel kurallarla yönetildiği fikrini ortaya koyan Isaac Newton’u görüyoruz. Dönemin liberal siyaset felsefecilerine göre kadın, akla ve matematiksel ilkelere uygun olarak işlemeyen şeyler kategorisine giriyordu ve bundan dolayı “ikincil ve yetersiz” olarak görülüyordu. Akıl-dışı alanın varlıkları olan kadınların akılcı olan varlıklar tarafından yani erkekler tarafından yönetilmeye ve kontrol edilmeye ihtiyaç duydukları fikri 17. ve 18. yüzyıllar boyunca dönemin felsefi görüşlerine paralel olarak gelişen bir fikirdi. Hal böyleyken, Wollstonecraft başta olmak üzere 18. yüzyıl feministleri, ortaya konulan doğal haklara erkeklerle eşit olarak sahip olacaklarına dair naif bir umut beslediler. Eserini dönemin Fransız bakanı Talleyrand’a ithaf eden Wollstonecraft, bakanı, “kadınları yeni anayasanın dışında tutmaması” konusunda uyarıyordu.[4] Ancak dönemin yükselişe geçen burjuva iktidarı, feministlerin beklentilerini karşılıksız bıraktı. Aydınlanmacı liberal feministlerin bir diğer temsilcisi Sarah Grimke, temel sorunu, kadına hayattaki amacının erkeğe hizmet etmek olduğunu öğreten toplumsallaşma süreci olarak ortaya koyar. Böylece Wollstonecraft ve Grimke kadının ezilmişliğini bir “eğitim sorunu” ekseninde ele alırlar. Özellikle Wallstonecraft kendi deyimiyle “tüylü bir ırk gibi kafeslere hapsedilmiş” olarak gördüğü üst sınıfın zamanı ve rahatı daha bol kadınları yani küçük burjuva kadınları üzerine çalıştı ve tezlerini üretti.[5] Sanayi devrimi başta olmak üzere 19. yüzyıldan itibaren içine girilen tarihsel dönüşümler, kadın sorununda da yeni bir dönemin başlangıcı oldu… Endüstriyel kapitalizm bu çağda kadının üretim süreçlerinden soyutlanmasını hızlandırmış ve böylece kadının eve bağlanması koşullarını sertleştirmiştir. 19. yüzyıl kadın hareketi esas olarak oy hakkı talebi üzerine oturmuştur. Oy hakkının temel amacı vatandaşlık hakkı elde etmek, dolayısıyla kadının sanayi devrimi sonrası hapsolduğu “özel alandan kamusal alana” girmesini sağlamaktı. Oy hakkı için mücadele edenler de (Suffragistler, ileride Sufrajetler olarak anılacak) ailedeki geleneksel iş bölümünü kabul etmişti. [6] Dönemin yeni burjuvazi sınıfının özgürlük ve eşitlik talepleri karşısında kadınların da bu hakları talep etmeye başlamasıyla ortaya çıkan feminist hareket bu nedenle tarihsel olarak küçük burjuva hareketin bir parçası ve yansımasıdır. Feminizm üzerine çalışan Juliet Mitchel feminizmin 17. yüzyıl İngilteresi’nde feodalizmin bitmesi ve kapitalizmin gelişmesi ile kendini yeni toplumdan dışlanmış bir sosyolojik grup olarak hisseden orta sınıf kadınlarının talepleriyle ortaya çıktığını savunuyor. [7] Bugün pek çok kaynak bu tezleri doğrulamaktadır. Aydınlanmacı feminist teorinin kendi içindeki temel problemlerinden biri, kamusal alan-özel alan ayrımını doğrudan kabul etmesine karşın kadının ev ve aile içindeki konumundan bağımsız olarak kamusal alandaki bir dizi düzenleme ile kadının özgürleşeceğini savunmasıdır. Feminist kuramcılardan Zilliah Eisenstein, “Radikal Gelecek” adlı çalışmasında aydınlanmacı feminizmi, kadınların yarışa avantajsız başladıklarını görmezden gelmekle eleştirir. Kültürel feminizm, Birinci Dalga feminizmin bir diğer eğilimini
ifade etmektedir ve liberal feminizmin vurguladığı siyasal ve akılcı değerlere bir tepki olarak “anaerkil” değerler sistemini ortaya koyar ve daha geniş bir kültürel dönüşüm arayışındadır. [8] Margaret Fuller “19. yüzyılda Kadın” (1845) adlı eseriyle kültürel feminist geleneği başlatmıştır. Avrupa romantizminin etkisiyle duygusal ve sezgisel temeller üzerinden tartışmalarını yürütmektedir. Liberal feminizmin, romantik akımın öncülü olan aydınlanmacı feminizmin liberalizmi ile ortak bir özelliği vardır, o da bireycilik fikrine dayanmasıdır. Kültürel feminizmin temel söylemi, “anaerkillik tezi” üzerinde yükselir. Kültürel feminizm sınıfsız toplumdaki anaerkilliği okurken, dişi cinse bir kutsallık atfetmekte ve sosyal Darvinizme karşı duruşun uç bir örneği olarak erkek cinsini mahkûm etmektedir. Anaerkil toplum düşüncesi dönemin antropolojik çalışmaları içinde, daha sonra Engels’in çalışmalarına da kaynaklık eden Morgan ve Bachofen gibi çeşitli araştırmacıların çalışmalarında dile getirilmiştir. Bu döneme ilişkin detayları yazının ilerleyen bölümünde inceleyeceğiz. Burada vurgulamak gerekiyor ki, kültürel feministler anaerkil toplumu değerlendirirken kadınların ve erkeklerin farklı oldukları düşüncesini savunarak kadınlara ayrı bir önem verir ve kadınlara fedakar/barışçıl, erkeklere ise rekabetçi/savaşçı bir yapı atfederler. Kültürel feminizmin en temel sorunu kadın-erkek arası kimliksel, bilgisel ya da sezgisel farklılığın nedenine ilişkin sorudur; bu farklar biyolojik olarak mı temellenmiştir? Yoksa kültürel olarak mı şekillenir? Radikal feministlerden Shulamith Firestone bunun farklı genler ve hormonlara bağlı olduğunu savunurken kültürel feminist kuramcılardan Gina Covina kadınlarda beynin sağ tarafının baskın olmasını vurgular. Bu noktada kültürel feminizm biyolojik belirlenimciliğe döner ve insan özgürlüğünü yok sayar. Tam karşısında, eğer bu farklar tamamen kültür kaynaklı farklarsa o halde kültürel feminizm kadına ve erkeğe atfettiği tüm özellikleri değişebilir olarak görmelidir, bu noktada temel savunusundan vazgeçmesi gerekir. Birinci dalga feminizm, I. Emperyalist Dünya Savaşı ile beraber etkisini kaybetmiştir. Zira kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasını temel alan bu feminist hareket, talebin kabul edilmesi ile giderek sönümlenmiştir. II. Emperyalist Dünya Savaşı ile birlikte erkeklerin savaşa gönderilmeleri kadınların cephe gerisinde gerekli malzemelerin üretilebilmesi için iş hayatına girmelerini gerektirmiştir. “Fakat savaştan sonra erkelerin cephelerden geri dönmeye başlamaları ile özellikle batı devletlerinde kadının eve döndürülebilmesi için bir tür devlet feminizmi olan “refah feminizminin” daha fazla vurgulanmasına sebep olmuştur. Refah feminizmi kadınların ev yaşantılarını övüyor ve bir anne olarak kadınların daha değerli bir varlık olduklarını iddia ediyordu.” [9] Bunun yanında Batı ülkelerinde gittikçe artan özgürlükçü ve eşitlikçi muhalif hareketler kadın özgürlüğü ve kurtuluşu düşüncesinin de gittikçe güçlenmesine sebep olmuştu. Bu koşullar sonrasında ortaya çıkan radikal feminist düşünce “ikinci dalga feminist hareketin” sosyalist feminist akımla beraber en temel yaklaşımlarından birisidir. 1960’lı yılların ortasından itibaren oluşmaya başlayan bu düşünce akımı bazı siyasi ve toplumsal unsurlara tepki olarak ortaya çıkmıştır. Radikal feminist düşünürler kadınlarla erkekler arasında temel farklılıkların olduğunu savunurlar. Bu bağlamda kültürel feminist düşünceye daha yakındırlar. Kate Millett’in “Cinsel Politika” isimli eseri radikal feminist düşüncenin temel eseri olarak görülmektedir. Bunun yanında radikal feminizmin önemli isimlerinden birisi Shulamith Firestone’dur ve temel eseri “Cinselliğin Diyalektiği”dir. Firestone, kadınların ikincilleştirilmesinin temelinin sosyal değil biyolojik unsurlardan kaynaklandığını savunur; ona göre kadının doğurması ve adet görüyor olması onun güçsüzlüğünün temelidir ve insanlık tarihi boyunca da böyle olmuştur. Ve aile, din, cinsellik gibi diğer tüm sosyal-kültürel unsurların bu temel biyolojik varoluş üzerine kurulduğunu iddia eder. Firestone bu durumdan kurtuluş olarak kadınların “biyolojik yeniden üretim araçlarını” ele geçirmeleri gerektiğini öne sürüyordu. Yani tıbbi ve teknolojik olarak kadınları bu biyolojik boyunduruktan kurtaracak olan yenilikler
geliştirilmesi gerektiğini söylüyordu. Feminizmin bu iddiasına yanıtı yine bilimsel temelde vermekteyiz. İnsanbilimci Reed çocuk doğurmanın, dişi cinsin önünde sonsuza dek duracak olan bir engel ve onun ikinci cins olmasının nedeni olarak sunulması üzerinden bunu çürütecek antropolojik verileri araştırmış ve bulmuştur. “Bunu desteklemek için, belli bir olgunun doğal sonucu olduğu öne sürülen gerçek dışı bir mit ortaya atıldı. Erkek cinsinin sonsuz üstünlüğünün kanıtı olarak hayvanlar dünyasındaki “erkek egemenliği” örnek gösterildi. Erkeklerin her zaman için dişilere egemen olduğu, çünkü onların yapısal olarak daha güçlü, daha vurucu, daha iyi savaşçı ve dişilerden daha zeki oldukları söylendi. Bu açıklama cinsler arasındaki ayrılıkların yanlış bir yorumlamasıdır. Toplumumuzun kadının gelişmesi yolunda ciddi engeller koymada onun çocuk doğurma yetisinden yararlandığı yadsınmaz bir gerçektir. Ancak çocuk doğurmanın bir “eksiklik” olarak sunulması bir ölçüde yeni ve tümüyle toplumsal bir olgudur. İlkel toplumlarda bu yoktu, hayvanlar arasında da yoktur.”[10] Varoluşçu feminizm temsilcilerinden Simone De Beauvoir ve temel yapıtı “İkinci Cinsiyet” genel olarak feminist kuram içinde yeni tartışmalar başlatmıştır. Beaviour kendisinden önceki dönemlerden farklı olarak kadının bedenselliğine ek olarak tinsel (ruhsal) varoluşuna vurgu yapar ve bunun nasıl şekillendiğini açıklamaya çalışır. Kadına ait olan değerlerin egemen kültür tarafından ötekileştirildiğini ve ikincil konuma indirgendiğini savunur. İkinci Cinsiyet’in temel savunusu “özel bir kadınlık durumu” olduğudur. Bu durum, “ikinci cinsiyet olma” durumudur. “Kadın doğulmaz, kadın olunur” sözü de sonradan “toplumsal cinsiyet” adını alacak olan fikrin temellerini içerir. Kadın denen yaratığı üreten şey doğa değil, bütünüyle uygarlıktır ve bu özelliklerin biçimlendirilmesi toplumsal ve tarihsel koşulların ürünüdür” şeklindeki tezleri kendini başlangıçta bir sosyalist olarak tanımlayan Beaviour’un materyalist yaklaşımdan etkilendiği görüşleridir ve anlamlı tahliller içermektedir. Ancak Beauvoir bu tarihsel ve toplumsal koşulları yapılandıran şeyi materyalizmden çok farklı tahlil edecek ve buna ise erkek cinsi ile kadın cinsi arasındaki tahakküm ilişkisine bağlayacaktır. İkinci dalga feminizmin temel bir özelliği Beauvoir’un tezlerinde kendini dışarı vurur. O da kadının özgürlüğünü kadının beden özgürlüğüne sıkı sıkıya bağlamasıdır. Ona göre kadının özgürlüğü iki şeye bağlıdır: “Birincisi ekonomik bir özgürlüğünün olması, ikincisi de cinsel hayatını özgürce deneyimleyebilmesi. Ancak bu şekilde kadının bağımsız olacağını düşünür ve bağımsız olduğu zaman da özgürleşeceğine inanır. Dolayısıyla özgür bir cinsellik yaşayan kadın her zaman için özgürdür.”[11] Kadının bedeni üzerinde söz sahibi olması kadının özgürleşmesinin yadsınamaz koşullarındandır ve bu kadın-erkek tüm insanlar için geçerlidir. Ancak bu tek koşul olamaz; zira buna göre bugün kapitalizm koşulları altında “cinsel özgürlüğü” öyle ya da böyle yaşayabilen kadınların özgür sayılması gerekirdi. Fakat tek tek kadınların bu tarz bir “özgürleşme” yaşamalarının, bir cins olarak kadının özgürleşmesiyle bir ilgisi yoktur. Özgürlük, özü itibarıyla bireysel değil toplumsaldır. Beauvoir kendi tanımıyla “kadınlık durumundan” her nasılsa kendini soyutlanmış olarak görür. “Simone de Beauvoir’ın Olgunluk Çağı’ndaki savaş dönemi anıları yer yer bu birlikteliğin, dostlukların ve aidiyetin eleştirel olmayan bir tanıklığına dönüşür. Şaşırtıcı olan şey, bu camiada erkeklerin kadınlara karşı davranışına ilişkin biraz olsun eleştirel bir notun bile yer almamış olmasıdır. Sanki bu festival cemaatinde kadınlar ile erkekler çoktan eşit ve işgal koşullarına ve tüm yoksunluklara inat, bir “festival”, bir “şölen” havası yaşarmışçasına özgürdür.” [12] Yüksek kültüre aidiyet hissi, Sartre ile beraber, bir entelektüeller ve sanatçılar grubunun içinde yer almaları Beauvoir’u kadınlık durumundan kurtarmış gözükmektedir. Bu aidiyet insanı kadınlık durumundan nasıl ve ne kadar muaf tutar? Kamusal yaşamda söz söyleyebilen bir yazar olduğu için mi yoksa yazar olmak ekonomik bir bağımsızlığı sağlayabildiği için mi? Eğer Beaviour kendi teorisinin temeline oturan kadınlık durumdan muaf olabiliyorsa o halde bütün kadınlar bunu başarabilirler. Daha doğrusu bütün küçük burjuva kadınlar… O halde kadınlık durumu yine bütün kadınların koşullarını belirleyen bir durum olmaktan
25
çıkıp yine çifte sömürüye maruz kalan emekçi kadının cinsel sömürüye maruz kalışını nitelemektedir. O halde kadınlık durumu Beauvoir’u takip eden feministlerin savunduğu gibi evrensel olarak kadınları kapsamamakta ve kendi tanımı gereği yine kadının sınıfsal konumuyla bağıntılı olarak ortaya çıkmaktadır. Yok eğer değilse Beauvoir kendi durumunu konuştuğu kadınların durumlarından başka nasıl farklılaştırmaktadır?
Feminizmin patriarka paradoksu ve Marx’ın üst-yapı tahlili
Sosyalist feminizm üzerinde de bir anlam bulanıklığı vardır. Bu bulanıklığı aşmak adına sosyalist feminizmin sosyalizm ile feminizmin basit bir uzlaşması olmadığını vurgulamak gerekmektedir. Sosyalist feministler bugün kendilerini “Sosyalist feministlik sosyalist olduğumuz için, feminist olunca kaçınılmaz olarak edindiğimiz bir etiket değil. Feminizm içindeki bir duruş, yani, sadece kadınların kurtuluşu açısından bir tahlil. Sosyalist feminist duruş, politik bir duruş ama bu politikliği sosyalizmin bir alt başlığı olmasından kaynaklanmıyor. Feminizm politik olduğu için politik bir duruş.”[13] şeklinde ifade ederek kendilerini sosyalist mücadeleden çok feminist mücadelenin bir parçası olarak ortaya koymaktadırlar. Sosyalist feministlerce sıklıkla dile getirilen görüş “toplumsal cinsiyet” hiyerarşisi olarak adlandırdıkları kadın-erkek çelişkisinin toplumları biçimlendiren temel hâkimiyet biçimlerinden biri olduğudur. Kapitalizm ve patriarkayı zaman zaman çelişen zaman zaman birbirini besleyen iki ayrı sistem olarak ortaya koyarlar. “Ekonomik devrim iki cins arasındaki ilişkiler babında bir devrimi garanti etmezken, bir feminist devrim patriarkayı yok ederken kaçınılmaz bir şekilde kapitalist kurumları alaşağı edecektir.” tezini ortaya atmaktadırlar. [14] Bugün bizim tüm hatlarıyla kurguladığımız, birden fazla girişim deneyimi ve Sovyet Devrimi başta olmak üzere, dersleri elimizde bulunan sosyalist devrim modelimize karşı feminizmden etkilenen bir dizi hareketin tarihte hiçbir yere karşılık gelmeyen “Kadın Devrimi” söylemini ortaya atması şaşkınlık uyandırıcıdır. Fakat kadın devrimi olarak adlandırdıkları bu alternatifi nasıl bir devrim modeli olarak kurguladıklarını tam olarak açıklayamıyor oluşları bir yana, bu tezin ele alınması gereken başka bir eksikliği vardır: Tarihsel neden-sonuç ilişkisini tam tersi şekilde okumak. Tarihsel materyalizmin kanıtlarıyla ortaya koyduğu mülkiyet ilişkileri ve kadın sorunu ardışıklığını tam tersiymiş gibi okuyarak sanki patriarka mülkiyet ilişkilerinden önce de varmış ve kadın sorunundan dolayı mülkiyet ilişkileri şekillenmiş gibi ters bir okuma yapmaktadır. Kadın sorunu bir toplumsal sürecin ‘sonucu’ değil de tersine, ‘nedeni’ olan ilk etmense kadın sorunu çözüldüğünde kendisinden kaynaklanan bütün sorunların da çözüleceği varsayımı tutarlıdır. Fakat eğer patriarkal kapitalizmden bağımsız ve ondan çok önce var olan bir sistemse, demek ki kadın sorunu toplumsal mülkiyet ilişkilerinin ya da herhangi bir toplumsal dönüşümün sonucu değil kapitalizm öncesinde de hep var olan patriarkal sistemden kaynaklanan bir sorundu. O halde patriarka, erkeğin kadın üzerine hep var olan sömürü sistemi anlamına gelir ve kendisinden başka bir şeyden kaynaklanmıyor demektir. Mantık ilkelerine göre kendisinden başka bir şeyden kaynaklanmayan şey “kendiliğinden” şeydir ve kendisi dışındaki bir şeyden etkilenmesi mümkün değildir. Bu demektir ki feministler patriarkayı kapitalizmden ayrı ve önce bir yere koyarak bilimsel ve tarihsel bilgilere zıt bir tez iddia ettikleri gibi, mantığın ilkeleri doğrultusunda içinden kolay çıkamayacakları bir paradoks yaratmaktadırlar: Patriarka hep vardır ve o halde hep var olacaktır. Feminizmin felsefi anlamında idealizme sıkı sıkıya bağlı ve maddi temellere oturmayışı, çoğu tezinin sonunda bu tarz olumlu ya da olumsuz idealist çıkarsamalara gebe olmasında ve içerdiği çıkmazlarında kendini göstermektedir. Feminizmin bu açmazı, esas olarak bir burjuva akım olmasından kaynaklanmaktadır. Sosyalist feministler burjuvazinin kendi ihtiyaçlarına göre aile modellerini belirli dönemlerde yaygınlaştırıyor ya da lanetliyor olmasını kapitalizmin patriarka ile ilişkisi ekseninde ele almaktadırlar. Her ne kadar sosyalist feminizm gibi farklı feminist eğilimler patriarkayı farklı içeriklerde tanımlasalar
26
da kavramı feminist literatüre sokan radikal feminizm patriarkayı ideoloji ya da biyoloji ile açıklanan tarih dışı ve evrensel bir yapı olarak tanımlamaktadır. Bizler kapitalizmin dayattığı normların erkek egemen bir kültürle şekillendiğini tahlil etmekteyiz oysa patriarkayı kapitalizmden o ya da bu şekilde ayrı bir sistem olarak tanımlamak bugün sosyalistlerin kabul ettiği bir bakışın ürünü değildir. Metnin ilerleyen bölümünde detaylarını vereceğimiz tarihsel materyalizm ışığında erkek egemenliğinin özel mülkiyetle ilişkisini ve bugünkü modern kapitalist toplumda da ondan hiçbir yönüyle ayrıksı olmayan yapısını bilimsel gerçeklik olduğu için kabul etmekteyiz. Tarihsel okumaya ek olarak Marx temel-yapı ve üst-yapı ilişkisi ile ekonomik temel yapının kültürden ahlaka, aileden eğitime kadar üst yapıları nasıl şekillendirdiğini ayrıntılı şekilde açıklamaktadır. Üretim ilişkileri toplumun ekonomik yapısını meydana getirir ve diğer bütün ilişkilerle arasında rastgele olmayan bir bağıntı vardır. Toplumun üst-yapısını, devlet, hukuksal kurumlar, eğitim kurumları gibi örgütler bir yandan siyasal, ahlaki ve sanatsal görüşler gibi fikirler toplamı oluşturmaktadır. Marx’a göre maddi yaşamın üretilme tarzı sonuçta toplumsal, politik ve manevi yaşam sürecini belirlemektedir. Toplumun üst-yapısı temel yapı tarafından belirlenir ancak üstyapının gelişmesi göreceli bir bağımsızlık gösterebilir de. Örneğin geçmişteki sosyo-ekonomik kuruluşların düşünce ürünlerini yer yer sürdürebilir. Ancak üst-yapının tüm içeriği sonunda yine temel-yapı tarafından belirlenir. Bizim de sosyalistler olarak devrimden sonrası için bir dizi temel toplumsal sorunun çözümüne yönelik politikalar ortaya koymamız bundan dolayı kaçınılmazdır. Kadının ikincil cins olması sorunu bugünkü üst-yapının bir parçası olan erkek egemen kültürün bir yansımasıdır ve sosyalist devlet temel yapısını oturtana kadar eski kapitalist toplumdan miras kalan bu üst-yapı kırıntılarına karşı ideolojik anlamda da bir savaş açmayı öngörür. Bundan dolayı, örneğin ulusal sorun ve kadın sorunu gibi başat problemlere yönelik tartışmalar ve politikalar sosyalist literatürde önemli konu başlıklarını oluşturmaktadır. Sovyet Devrimi feministlerce dönüp dönüp vurulan kısıtlı sayıdaki eksikliğine rağmen tarihte bir ilk sayılabilecek temel pratikleriyle kadın sorununun çözümünde sosyalizmin ne derece olanaklar barındırdığını ve ufkunun ne derece geniş olduğunu göstermeye yetmektedir. Yazının ilerleyen bölümünde bunlara değineceğiz.
Tarihsel olaylar ışığında feminizm ve kadın hareketindeki sınıfsal bölünme
Kadın hareketinin tüm tarihi, sınıfsal sorunun birincil olduğunu ve devrimci bir değişim isteyen ezilen sınıfın kadınları ile, ezilme sorunlarını bireysel kaygılarla öne çıkaran, deyim yerindeyse hali vakti yerinde “ilerici” kadınlar arasında daima keskin bir mücadelenin var olduğunu göstermektedir. Bugün unutulmuş gözüken ama sınıfa ihanet tarihinden asla silinmeyecek olaylara dönüp baktığımızda erkek ya da kadın ayırt etmeksizin işçilerin davasına karşı düşmanca tavır alan burjuva feminizminin gerici rol oynadığı dönemleri görmek mümkün. Fransız Devrimi’nde kadın mücadelesi içinde iyice keskinleşen sınıfsal farklılıklar bunun önemli bir örneğini oluşturur. Devrimci hareket içindeki sınıfsal ayrışmalar, daha ilk andan itibaren görülmeye başlanmıştı. “Hem Fransız hem de Rus devrimlerinde, kadınların önder bir rol oynadıkları genellikle kavranmaz. Fakat biz burada, devrim esnasında ortaya çıkan eğitimli orta sınıf feministlerden değil, sınıflarının ezilmesine karşı ayaklanan, sıradan işçi ve halktan kadınlardan bahsediyoruz. Fransız Devrimi’ni 1789’da başlatan Parisli plebyen ve yarı proleter kadınlar, bizzat devrim sırasında doğal olarak ortaya çıksa da, kadın cinsinin ezilmişlik sorunu yüzünden değil, ekmek sorunu yüzünden ayaklandılar.”[15] Kadınların kurtuluşu talebi devrimde yakıcı bir önem kazanır çünkü devrim tüm ezilen kesimlerin özlemlerini açığa çıkarır. Fakat bu talep, eninde sonunda farklı sınıfsal çıkarlara dayanan farklı eğilimler tarafından, farklı biçimde algılanır. Ve teker teker öncüler olarak değil fakat kitlesel olarak kadın mücadeleleri Paris’teki yoksul proletaryanın ve yarı proletaryanın kadınları gibi, çifte
sömürüye maruz kalan kadınlardan oluşur. Çünkü emekçi kadınlar toplumun en fazla baskıya maruz kalan kesimidirler. George Rude’nin “Fransız Devrimi’nde Halk” adlı eserinde bu kadınların sınıfsal durumu, kime karşı ve ne için savaştıkları ortaya açıklıkla konur. Rude, Parisli yoksul kadınların yani çamaşırcı kadınların, terzilerin, tezgâhtar kızların ve hizmetçilerin kendiliğinden ayaklandıklarını ve ucuz ekmek talebi ile Versailles’a kral ve kraliçeye karşı, kraliçeyi kraldan ayırt etmeksizin, yürüdüklerini ve bu olaylardan sonra ilk talepleri ekmek, ikincisi ise erkekleri için silah ve cephane olarak yeniden yürüdüklerini anlatır. Fransız Devrimi’nde, kadınların devrim dalgasından her anlamda etkilendiğinden ve pek çok siyasal talebi öne sürdüğünden bahsettik. Bununla birlikte, devrimin ayırt edici bir özelliği, partilerin aralıksız devam eden karşılıklı mücadeleleriydi. Görünürdeki parti çekişmeleri daha tabandan bir çekişmenin yani sınıflar arasındaki mücadelenin yansımasıydı. Fransız Devrimi’nde en keskin biçimi alan bu uzlaşmaz sınıf çelişkileri, kadın sorununu da temelden etkilemiştir. Alan Woods’a göre Jirondenler, kitlelerden korkan ve kralla anlaşmaya çalışan burjuva kesimi temsil ediyordu. Paris’in yoksul sınıflarından gelen kadınlarsa güçlü bir devrimci ruhla, sınıf bilinciyle ve zenginlere karşı sonsuz bir nefretle hareket ediyorlardı. Burjuva ailelerden ve ayrıcalıklı orta sınıftan gelen Jironden kadınların acil çıkarları ise, Paris’in yoksul semtlerinden gelen kadınlarla aynı değildi. Jironden kadınlar, kadınların mülkiyet hakları konusunda güçlü bir baskı uyguluyorlardı. Böyle bir talep, ancak mülk sahibi sınıfların kadınlarını iligilendirir. Nitekim Fransız Devrimi sırasında böyle bir talep, kadınların çoğunluğu için yakıcı bir sorun değildi, çünkü ne onlar ne de kocaları mülk sahibiydi. Devrimde çok önemli bir rol oynayan sankülot kadınlar, “kutsal mülkiyet hakkı”na karşıydılar, çünkü devrimi kendi sınıfsal bakış açılarından kavrıyorlardı. Feminizm tarihçesinde kenara not düştüğümüz isim Olympe de Gouges bir Jironden feministiydi. Dönemin devrim dalgasından etkilenen tipik bir orta sınıf kadını olan Gouges burjuva liberal bir ideolojiye sahiptir ve “tahttaki kralın güçlenmesini” savunmaktadır. Kralın idamına karşı çıkan bir çağrı yayınlamış ve bunun sonucunda kendisi de Jakobenler tarafından idam edilmiştir. Yer yer daha ileri tutumlar alan ve bedeller ödeyen kimi örnekleriyle bu kadınların kendi cephelerinden “kadının yazgısını” düzeltmek için mücadele yürütmüş olduğu gerçeğini inkar etmek elbette ki, materyalist bir yaklaşım olmaz. Bununla birlikte burjuva feministlerin ezilen sınıfların devrimci kadınlarından ayrıldığını görmek gereklidir. Bu ayrılık nesnel ve kaçınılmazdır. Zira her toplumsal hareketin sınırları, hareketin dayandığı sosyal sınıfın o andaki tutumuyla çizilir. “Sosyal sınıflarına bakmaksızın tüm kadınları birleştirmek üzere yapılan çağrılar, daha adil bir topluma ulaşmak için erkekleriyle yan yana mücadele veren işçi kadınlar arasında hiçbir yankı bulamaz.”[16] Sosyalizm ve kadın mücadelesinin iç içe geçtiği önemli bir diğer örneği Paris Komünü oluşturur. “Paris Komünü 72 günlük kısa yaşamı boyunca işçi ve emekçiler için birçok düzenlemeye imza atıyordu. Tüm bunlar içerisinde kadınlara yönelik uygulamalar da hayata geçirildi. Savaşta ölen federelerin dul ve yetim aylıklarının ödenmesi, evli olan ve olmayan kadınlarla, meşru olan ve olmayan çocuklar arasında hiçbir ayrım gözetilmemesi, ilkokul öğretmenlerinin aylıklarının yükseltilmesini öngören uygulama ile birlikte ilk olarak erkek ve kadınlar arasında eşit ücretin ilan edilmesi gibi olumlu bir dizi adım atılmıştır.” [17] Hareketin yetersizlikleri ve başarısızlıklarına rağmen bu dönemde örgütlülükle tanışan kadınlar giderek özneleşiyor ve erkek komünarlar ile omuz omuza Komün’ü savunuyorlardı. Oysa aynı anda burjuva ve soylu sınıflara mensup kadınlar, Komün’ün ezilmesinden yana tutum alıyorlardı. 19. yüzyıl sonlarında İngiltere’deki işçi hareketinin yükselişinin ilk yılları, aynı zamanda işçi sınıfı arasında ve kadınlar arasında sürdürülen yoğun bir ajitasyon dönemiydi. Orta sınıf kadınlar arasında, oy hakkı için giderek büyüyen bir ajitasyon söz konusuydu. Pek çok erkeğin de oy hakkının olmadığı bu dönemde orta sınıf süfrajetler, sınıf hareketiyle kıyaslandığında biçimsel bir eşitlik elde etmek sınırını geçemiyorlardı. 1911’de liberal hükümet “mülk sahibi kadınlar” için de oy hakkı vaat ediyordu. Ama liberaller her iki sözlerine de ihanet ettiler. Eyleme çıkmaya çalışan süfrajetlerin payına düşense baskı ve şiddetti.
Kadın hakları hareketini ilerletebilmenin gerçek yolu, o dönemde patronlar sınıfıyla sert bir mücadeleye girişen işçi hareketiyle bağları geliştirmekten geçiyordu. Kadın hareketinin bir kesimi, işçi hareketiyle bağ kurma işini hayli başarılı bir biçimde yapmaya çalıştı ve işçi kadınlar arasında çalışmalar yapılmaya başlandı: “Ücretlerin yükseltilmesi ve oy hakkı” talebiyle işçi kadınlara gidildi. Ekonomik talepler mücadelede politik taleplere bağlanıyordu. Hareket içinde sınıfla bağları güçlendiren kadınlara karşı işçi kadınların süfrajet hareketinden kovulmasını talep eden bir kanat oluşmuştu. Burada da temel olan sınıfsal sorundu. Süfrajet hareketindeki bölünme, o dönemin burjuva feministlerinin, işçi sınıfı kadınlarına ve işçi hareketine karşı gerçek tutumunu göstermektedir. 1914’te patlak veren Birinci Emperyalist Dünya Savaşı, İngiltere’de sınıf mücadelesinin gelişiminin önünü kesti. Feministlerin bir kısmı oldukça şovenist bir tutum aldılar. Şiarları: “Kral, Ülke, Özgürlük”tü. Bu sadece sınıf değil kadın davasını da gerileten bir tutumdu. Dönemin süfrajet hareketinden bazı isimler de var ki onlar savaşa gönderilen erkeklerin arkasından makine sanayini dolduran kadınların yanına, fabrikalara gittiler ve “eşit işe eşit ücret” kampanyalarına destek oldular. Marksizmi ne kadar kavradıklarından bağımsız olarak dönemin keskinleşen tablosunda sınıfsal ayrışmayı görmek ve sınıftan yana tutum almak anlamında bu ayrışmalar önem taşıyordu. Buna rağmen feminist kadınlar, “Son tahlilde proletaryanın erkek ve kadınlarına karşı, kendi sınıflarının –egemen sınıfın– erkekleriyle birleşmeye hazırdılar… 1918’de 30 yaş üstü kadınlara tanınan oy hakkı da Rus Devrimi’nin ve Britanya egemen sınıfını sarsıp taviz vermeye zorlayan 1. Emperyalist Dünya Savaşı’nı takip eden devrimci mayanın bir yan ürünüydü. Burada, reformun ancak devrimin bir yan ürünü olduğu bir kez daha görüldü.”[18] K. Ehram DİPNOTLAR: * Uzlaşmazlık: Diyalektiğin özü ve yapısını açıklayan ‘Karşıtların Birliği ve Birbiriyle Mücadele Yasası’nın temel kavramlarındandır. Lenin’in tanımıyla: “Uzlaşmazlık ve çelişki kesinlikle aynı şeyler değillerdir. Sosyalizmde birincisi kaybolur, ikincisi sürer” Kavramın kadın-erkek çelişkisi ile ilişkilendirilmesi metinde “Kadın-Erkek İlişkisinin Diyalektik Yasalarınca Çözümlenmesi” başlığı altında ayrıntılı olarak yapılmıştır.
KAYNAKÇA: Friedrich Engels. Ailenin,Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni Seçme Yapıtlar, Cilt III, Ankara: Sol Yayınları. 1979. s. 230-300. Vladimir Ilyiç. İ. Lenin. "işçi Sınıfı ve Yeni-Maltusçuluk", Karl Marks-Friedrich Engels, Nüfus Sorunu ve Malthus, Sol Yayınları, Ankara 1976, s. 237-240. 1. Elif Sercen Nurcan. “21. Yüzyılda Feminizm”, Internet, 20 Nisan 2014. <https://www.academia.edu/6663601/21._Yuzyilda_Feminizm> 2. Josephine Donovan. Feminist Teori: Feminizminin Entelektüel Gelenekleri. Çev. Aksu Bora, Meltem Ağduk Gevrek, Fevziye Sayılan, İstanbul: İletişim Yayınları, 2009, s.10. 3. A. Ekin, “Feminizm ve İdeolojik Mücadele Alanındaki Görevlerimiz”, EKİM: Türkiye Komünist İşçi Partisi Merkez Yayın Organı, Sayı:287, Şubat 2013. https://www.tkip.org 4. Mary Wollstonecraft. Kadın Haklarının Savunusu (1792). İngilizce’den Çev. Aksu Bora, İngiltere: Penguen Yayınları, 1975, s.88. 5. Donovan. A.g.y. s.28 6. Ellen Dubois, "Oy Hakkı Hareketinin Radikalizmi: Ondokuzuncu Yüzyıl Feminizminin Yeniden İnşasına Notlar”, Feminism and Equality, Der. Anne Phillips, New York: New York Üniversitesi Yayını, 1987, s. 14. 7.Juliet Mitchell, "Kadın and Eşitlik", Feminizm and Equality, s. 31. 8. Donovan. A.g.y. s.69 9. Tolga Ulusoy. “Feminist Kuramın Tarihsel Seyri”, Internet. 2 Mart 2014. https://www.academia.edu/2454253/Feminist_Kuramin_Tarihsel_Seyri 10. Evelyn Reed. Kadının Evrimi Anaerkil Klandan Ataerkil Aileye-I, Çev. Şemsa Yeğin,İstanbul: Pavel Yayınevi, 1994, s.71 11. Ayşegül Taşıtman, Berül Eyüboğlu. “Kate Millet – Simone De Beaviour”, İstanbulAmargi Feminizm Tartışmaları, Kasım 2011, s.198. 12. Zeynep Direk. “Simone de Beauvoir: Abjeksiyon ve Eros Etiği”, Cogito-Feminizm, YKY Yayınları, Sayı: 58, Bahar 2009. Internet, 2 Mart 2014. http://www.ykykultur.com.tr/dergi/?makale=850&id=134 13. Gülnur Savran. “ Sosyalist Feminizm”, İstanbul Amargi Feminizm Tartışmaları, Kasım 2011, s.218 14. Naomi Braun Rosenthal. “Bilinç Yükseltme: Devrimden Yeniden Değerlendirmeye” Çev. Deniz Saltukoğlu, New York Üniversitesi, 2009. Internet. 20 Nisan 2014. http://www.sosyalistfeministkolektif.org/feminizm/feminizme-giris/15-bilinc-yukseltmedevrimden-yeniden-degerlendirmeye.html 15 ve 16. Alan Woods. “Feminizme Karşı Marksizm: Sınıf Mücadelesi ve Kadının Kurtuluşu”, 2001, s.3,8,10. http://www.marxist.com/languages/turkish/feminism.html 17. “Komün Barikatlarında Kadınlar”, Tarihte Kadın Hareketleri-III, Kızıl Bayrak, 22 Şubat 2013, Internet, 20 Nisan 2014. http://www.kizilbayrak.net/ana-sayfa/makaleler/haber/tarihtekadin-hareketleri-3-kb/ 18. Woods, A.g.y, s.10.
27
Ukrayna’daki krizin arka planı Ukrayna’da iktidarda bulunan faşist koalisyon baskılarını arttırırken, güney ve doğu bölgelerindeki halk da iktidara karşı mücadelelerine “Halk Savunma Komiteleri”yle devam ediyor. Ülke içi çelişkiler ve emperyalist nüfuz mücadelelerinin bir bütün olarak neden olduğu iç savaş, önümüzdeki günlerde daha da kızışacak gibi görünüyor. Bunun nedeni ise paylaşım mücadelesinin aktörleri ABD, AB, Rusya arasında iyice keskinleşen rekabet. Peki bu rekabetin Ukrayna’ya sıçramasının arkasındaki nedenler neler?
Emperyalist rekabette paylaşılamayan ülkeler ve bölgeler
Bugün Ukrayna’nın iç savaşa sürüklenmesi tam da içinde bulunduğumuz dönemin, emperyalist kapitalizmin krizler ve savaşlar dönemi olmasından kaynaklanıyor.
28
Öncelikle içinde bulunduğumuz dönem, emperyalist kapitalist sistemin kendi işleyişinden kaynaklanan sorunların daha da yakıcı hale geldiği, uluslararası ölçekte büyük sermayelerin kendilerini değerlendirebilecekleri alanların sınırlarına dayandığı ve bundan kaynaklı keskinleşen rekabet içerisinde bir hegemonya krizinin yaşandığı bir dönem. Bu kriz somut olarak, Suriye’de hala devam eden savaşta, Orta Afrika’ya sıçrayan, Asya-Pasifik’te sertleşen mücadelelerde, Venezuela’da, vb. örneklerde ve son olarak da Ukrayna halkının iç savaşa sürüklendiği örnekte yaşanıyor. Varolan bütün örneklerde, emperyalistler arasındaki paylaşımda yaşanan çelişkilerin savaşlara yol açtığına tanık oluyoruz. Ukrayna özelinde de bu çelişkiler, Sovyetler’in dağılması ve Ukrayna’nın bağımsızlığını ilan etmesinden bu yana çeşitli biçimler içerisinde üst üste binerek varlığını korudu. Kırım sorunu, Kırım’da Rus askeri üssünün varlığı ve Karadeniz’deki limanda Sovyet filosunun paylaşımı sorunu, bölgede yaşayan farklı milliyetlerin (Rus, Tatar, vb.) arasındaki ilişkiler sorunu, nükleer silah sorunu, Ukrayna ekonomisinin Rusya’ya bağımlılığı ve AB, ABD ile ilişkilerin geliştirilmesi sorunu, bu süreçte krizin birikmesine ve en sonunda da patlak vermesine sebep olan etmenler oldu. Fakat temelde, bu sorunlar, emperyalistler arası hegemonya kriziyle ve birbirleriyle rekabet halindeki sermayelerin büyümelerinin önündeki engellerle bir arada yaşandığı için Ukrayna’daki siyasi kriz, bir iç savaşa dönüşmüş durumda. Yani Ukrayna’da patlak veren savaş, bir bütün olarak içinde bulunduğumuz dönemin krizler ve savaşlar dönemi olmasının bir sonucudur. İçinde bulunduğumuz dönem daha barışçıl, sermayenin rahatça genişleyebildiği, kapitalizmin genişleme evresi olsaydı, belki bu sorunlar kendi içlerinde sınırlı bir çözüme kavuşacaktı. Fakat Ukrayna’ya özgü sorunların tam olarak aşılmamış olmasının da etkisiyle, bugün Ukrayna’nın iç savaşa sürüklenmesi tam da içinde bulunduğumuz
dönemin, emperyalist kapitalizmin krizler ve savaşlar dönemi olmasından kaynaklanıyor.
Ukrayna’da geçmişten bugüne biriken sorunlar
Ukrayna’daki kriz etmenlerine kısa bir göz atmadan önce bu ülkenin önemini belirtmekte fayda var. Ukrayna, SSCB’nin Rusya’dan sonraki en büyük ekonomisi, eğitim ve sosyal alanda en gelişmiş ülkesidir. Ekim Devrimi’nden itibaren Ukrayna, Sovyetler için büyük bir öneme sahiptir. Ukrayna’nın doğusundaki Don havzası Sovyetler’in sanayileşme merkezlerinden biri konumundaydı ve bugün de bu bölge Ukrayna sanayisinin temelini oluşturmaktadır. Ekim Devrimi sonrasında da Ukrayna üzerinden Sovyetler ve emperyalist güçler arasında ciddi bir mücadele sürmüştür. Sovyetler’de devrimden sonra yaşanan iç savaş sırasında Ukrayna’da gericilik Sovyetler’e karşı boy göstermiş ama sonrasında Ukrayna Sovyeti egemenliği sağlayınca ülke Sovyetler’e bağlanmıştır. Fakat Ukrayna’daki gericilik çözülmemiş, NEP döneminde ayrıcalıkları artan kulaklar, yani orta köylülük, mülk sahibi konumlarının ve çıkarlarının kolektivizasyon politikalarıyla çelişmesinden dolayı Sovyetler’e karşı gericiliğin temel toplumsal dayanağı olmuştur. NEP sonrası hızlı kolektivizasyon sürecinde SSCB’nin tümünde yaşanan kıtlık sorununun daha büyüğü Ukrayna’da yaşanmıştır. Tarımda mülk sahibi kulaklar, ürünlerini devlete vermemiş, denize, göllere, nehirlere atmış, kendi sınıfsal ayrıcalıklarının ortadan kalkmasına karşı gerici bir tutum segilemişlerdir. Toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak bir tarımsal üretimin önünde engel olmuşlar ve bu da Sovyet kentlerinde kıtlık sorununun baş göstermesine sebep olmuştur. Daha sonrasında bu gerici kesimler, Naziler’e de destek olmuş, bunun sonucunda da Ukrayna 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda en çok zarar gören bölgelerden biri olmuştur. Bu gerici örgütlenmelere karşı Sovyetler ciddi bir mücadele yürütmüştür. Daha sonrasında Sovyetler’deki bürokratik yozlaşmaya paralel olarak Ukrayna Sovyeti’nin çarpık gelişmişliği, SSCB’nin çözülüş sürecinde de Sovyetler karşıtı milliyetçi hareketlerin güçlenmesine sebep olmuştur. Ukrayna’nın 1991’deki bağımsızlığını Ukrayna toplumunun çoğunluğu desteklerken, Kravçuk ve Kuçma iktidarları milli duyguları istismar edebildiği ölçüde AB ve ABD’yle ilişkileri geliştirmeye çalışmış, esasta da Rusya’yla ekonomik ve siyasi bağımlılığın kırılması için çabalamışlardır. Her ne kadar, iktidar dönemlerinde yer yer “Rusya yanlısı” gözükerek ülkedeki Rus azınlığı dönem dönem arkalarına almayı başarsalar da, Ukrayna, çözülüşten itibaren Rusya’nın
etkisinden çıkmak adına IMF’yle ilişkilerini geliştirmeye, özelleştirmeleri hayata geçirmeye, NATO’ya, AB’ye katılmaya, Bağımsız Devletler Topluluğu’nda (SSCB’nin dağılması sonrası ortaya çıkan devletlerin yer aldığı bir topluluk) Rusya’nın etkisini kırmaya ve GUAM (Gürcistan-UkraynaAzerbaycan-Moldova) birliğiyle Rusya’dan ayrı bir topluluk oluşturmaya yönelik adımlar atmıştır. 2004 yılında gerçekleşen sözde “Turuncu devrimler”, AB ve ABD yöneliminde bir dönüm noktası olmuş, emperyalistler de Ukrayna ilişkilerini meşrulaştırmak ve geliştirmek açısından bu tanımlamaları kullanmışlardır. Bütün bu gelişmeler sırasında Kırım sorunu tam olarak çözülememiş, buradaki Rus çoğunluğa karşı geçmişte Nazilere yardım ettiklerinden dolayı bu topraklardan sürülen Tatarlar’ın Kırım’a geri dönüşü sağlanmıştır. Ayrıca, burada Sovyetler döneminden kalma Rus Askeri üssü ve Rus Karadeniz Filosu’nun Ukrayna ve Rusya arasındaki paylaşımı sorunu 1990’ların ilk yarısında bir sorun teşkil etmiş, bununla aynı anda nükleer silahların paylaşımı ve imhası sorunu ortaya çıkınca gerginlik artmıştır. Bu dönemde, bu sorunlar Rusya lehine çözülüyor gözükse de Ukrayna, bu tavizlere karşılık olarak AB ve NATO’yla ilişkilerini geliştirme imkanı yakalamıştır. Sonuçta bu sorunlar tam olarak çözülememiş ve bugün de devam etmektedir. Önce emperyalistlerle Sovyetler, SSCB’nin dağılması sonrasında da farklı emperyalist odaklar arasında bir mücadele alanı olan Ukrayna, bu mücadelelerin de etkisiyle, kendi içinde bir farklılaşmayla karşı karşıyadır: Doğusunda, Donetsk, Luhansk gibi kentlerin bulunduğu Don havzası olarak anılan bölge - Rusya sınırı - ağır sanayinin geliştiği ve kapitalizmin ücretli emeksermaye çelişkisinin daha açıktan yaşandığı bölgedir. Bunun yanında, Lviv, Kiev kentlerinin bulunduğu kuzey ve batı bölgesi, daha çok tarım alanında gelişmiş bölgelerdir. Bu bölgede hem tarım proletaryası, hem de yarı-proleter, mevsimlik işçilik ve köylülük yaygındır. Bunun yanında Kırım, Odessa gibi liman kentlerinin bulunduğu, güney bölgesi de turizm alanında gelişmiştir. Güney ve doğu bölgelerinde Rus nüfus çoğunluktayken, batı bölgelerde Ukrayna yerel halkı çoğunluktadır. Kısacası güney/doğu ile kuzey/batı arasında bir farklılaşma bulunmaktadır, hem sınıfsal açıdan hem de farklı ulusların çoğunlukta olması yönünden. Bugünkü ayrışmalar da bu bölgeler arasında yaşanmaktadır. Peki bu bölgeler arası farklılaşma çatışmayı zorunlu olarak doğurur mu? İşte burada emperyalist kapitalist sistemin çatlaklarının ve Ukrayna’daki mülk sahibi kapitalistlerin, oligarkların çıkarlarının toplumu savaşa nasıl sürüklediği anlaşılabilir. Toplumun ihtiyaçları yerine kapitalistlerin çıkarlarının egemen olduğu günümüzde, Ukrayna’nın batısını temsil eden Ukraynalı AB, ABD ve NATO yanlısı oligarklar, milli duyguları istismar ederek, Ukraynalı işsiz gençliği, yarıproleterleri, küçük burjuva katmanları güney ve doğudaki Rus halklarına karşı kışkırtmaktadır. Tam da kendi toprak bütünlüğünü sağlamak, kendi mülklerini, sermayelerini genişletmek, Ukrayna’da egemenliğini sağlama almak amacıyla bunu yapmaktadır. Ukrayna’nın bağımsızlık sonrası ekonomik sorunlarını çözememiş olması, işsizliğin yüksek oranlarda seyretmesi, enflasyon gibi sorunlar, toplumda huzursuzluğun mayalanmasına
sebep olmakta, ama bu öfke, şoven milliyetçi bir bakışla Rusya’ya ve Rus azınlıklara karşı yönlendirilmektedir. Diğer yandan doğu bölgesinde yaşayan halk, faşist koalisyona karşı örgütlenmekte, Halk Savunma Komiteleri kurmakta, kendi kaderini kendisi tayin etmek istemektedir. Halkın bu tepkisini de Rusya’ya bağımlı oligarklar dizginlemeye çalışarak, bugün gelişmekte olan ABD, AB, Rusya arasındaki ittifak arayışlarına yedeklemek istemektedir. Geçmişten bugüne Ukrayna’nın, Rusya’nın doğalgazına, nükleer enerjideki kontrolüne bağımlılığı ve Rusya’nın Ukrayna ekonomisindeki etkin rolü, Ukrayna’daki krizi derinleştirmektedir. Bu durum, Ukrayna’da milli duyguların istismar edilmesini kolaylaştırmakta, bir yandan da AB ve ABD’yle işbirliğini geliştirmek için bahane olmaktadır.
Ukrayna neyle karşı karşıya?
Ukrayna’da ezilenlerinin birbirlerine karşı kışkırtılması, faşist hareketlerle Ukraynalı mülk sahiplerinin işbirliği altında gerçekleşmektedir. Bu gidiş, Ukrayna’yı varolan iç savaşın daha da büyümesiyle yüz yüze bırakabilir. Fakat bu AB, ABD ve Rusya’nın doğrudan dahil olacağı bir süreç anlamına gelmekte, bu devletler ise böyle büyük bir savaşa girmeyi bugünden göze alamamaktadır. Bu nedenle Rusya, HSK’ların kurulmasına, bağımsızlık ya da Rusya’ya bağlanma taleplerine sıcak bakmamaktadır. AB tarafı ise faşistleri kollarken, büyüyen bir iç savaşı kaldıramayacağını göz önünde bulundurarak ve temkinli yaklaşarak “masa başı çözüm”leri zorlamaktadır. İç savaşın büyümesinin önündeki engel, emperyalist odakların yaşadıkları ekonomik krizi çözme yolunda hala ittifak ümitlerinin olmasıdır. Fakat buna karşı, Avrupa’da güçlenme eğiliminde olan, büyük savaşları kendi çıkarları için kullanabilecek faşist iktidarlar ve bunun da nedeni olacak, uluslararası ilişkilerin çözülemez boyutlara ulaşarak hegemonya krizlerini büyütmesi, Ukrayna’da da faşizmin güçlenmesi ve savaşın sertleşmesi sonucunu doğuracaktır. Gerçek bir çözüm için Ukrayna proletaryası, ezilenlerin ortak mücadelesini büyütmeli, faşizme yedeklenen küçük-burjuva katmanların, esasta yarı proleterlerin, işsizlerin, yoksul köylülerin, taleplerini kapsayan bir mücadele yürütülmeli ve bunun “AB’ye ya da Rusya’ya bağlı bir bağımsızlık”la gerçekleşemeyeceğini kesin bir şekilde ortaya koymalıdır. Bu açıdan, “mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesi” ilkesiyle, hem Rus, hem de AB yanlısı oligarklara karşı iktidar mücadelesi yürütülmelidir.
Kaynaklar: 1- Bilener, Tolga. “Ulus-Devlet Olma Sürecinde Ukrayna”. Değişen Dünyada Rusya ve Ukrayna. Phoenix Yayınevi, Ankara, 2004. 2- Büyükakıncı, Erhan. “Bağımsızlık Sürecinde Ukrayna-Rusya İlişkileri”. a.g.y. 3- Karadeli, Cem. “Bağımsızlık Sürecinde Ukrayna’da Siyasal Dönüşüm ve Meşruluk Kavramı”. a.g.y. 4- Turan, Günhan. “Bağımsız Ukrayna’nın Dış Politika Seçenekleri”. a.g.y. 5- Turan, Gökhan. “Ukrayna Dış Politikası ve İç Kaynakları” Ocak, 2010.
D. Baran
Gerçek bir çözüm için Ukrayna proletaryası, ezilenlerin ortak mücadelesini büyütmeli, faşizme yedeklenen küçük-burjuva katmanların, esasta yarı proleterlerin, işsizlerin, yoksul köylülerin, taleplerini kapsayan bir mücadele yürütülmeli ve bunun “AB’ye ya da Rusya’ya bağlı bir bağımsızlık”la gerçekleşemeyeceğini kesin bir şekilde ortaya koymalıdır.
29
İsyan ateşi proletaryanın elinde
İsyanın ayak sesi Alanları döv! Biz ikinci Nuh tufanıyla Yıkacağız dünyanın tüm kentlerini…
30
Bu eski bir Yunan hikayesidir. Bu ateş hırsızı Prometheus’un hikayesidir. Eski Yunan efsanelerinin en bilindiklerinden biri ateş hırsızı Prometheus’un hikayesidir. Prometheus ateşten mahrum bırakılan ve ezilen halkın kahramanıdır. İktidara tavır alan, otoriteyi sorgulamaktan geri durmayan bir isyancıdır. İsyanını Olimpos dağında yanan ve tanrılar tarafından insanların elinden alınan ateşi yeryüzüne indirerek taçlandırır. İsyanına karşılık çarptırıldığı ceza; dağda zincire vurulup her gün yenilenen karaciğerinin bir kartal tarafından didiklenmesidir. Fakat Prometheus’un içinde en ufak bir pişmanlık duygusu yoktur ve asla Zeus’tan af dilemeye de niyetli değildir. Çünkü bilir Prometheus; halkı sefalet içinde bırakanlara, gereksiniminden fazlasını tekelinde bulunduranlara, adaletsizliğe, zorbalığa meydan okumak gerekir. Yeni bir düzen kurmak ister Prometheus, çünkü onun amacı sadece isyan etmek değildir. Tanrıların olmadığı, zalimlerin hükmetmediği bir düzen kurmak ister. O yüzden ateşi çalıyor ve tüm insanlığın hizmetine sunuyor, ateşten sadece başkalarının sırtından geçinen bir avuç asalağın değil bütün insanlığın faydalanmasını sağlıyor. Bu eski Yunan efsanesini günümüz modern çağına
uyarlarsak; Prometheus’un günümüzün tek devrimci gücü olan proletaryayı, yani işçi sınıfını, emekçi kitleleri temsil ettiğini görürüz. İnsanlık tarihi otoritelere karşı isyanlarla doludur. Eski Yunan’dan Ortadoğu’ya insanlar isyan etmişlerdir ki insanın yeryüzüne inişi de tanrıya isyanla başlar. Adem ve Havva tanrıya isyan ederler, yasak meyveyi yerler ve cennetten yeryüzüne kovulurlar. Fakat modern medeniyet, insandaki isyan kabiliyetini köreltir ve onu tüketimin kölesi yapar. Dinlerin ortaya çıkışı bile isyan temeli üzerinedir ki, ortaya çıktıkları devirlerdeki toplumsal sınıf yapılarına bakacak olursak bu hareketlerin ezilen kitlelerin hareketleri olduğunu görürüz. Çünkü o zamanlarda da bir tarafta iliklerine kadar sömürülen emekçiler ve diğer tarafta da emekçilerin sırtından geçinerek sömürücü varlıklarını sürdüren asalak zengin sınıf vardır. İnsanların içinde biriken isyan duygusu ve egemen sınıfa karşı alınan muhalif tavır dini bir örtüye bürünüyor ve kitleler isyanlarını bu şekilde dile getiriyorlardı. İslam ve Hristiyanlık gibi iki büyük dinin kutsal kitaplarına bakacak olursak, bu kutsal kitapların ezilenlerin dilinden konuştuğunu görürüz. Öyle ki, İsa bir devenin iğnenin deliğinden geçmesinin bir zenginin cennete gitmesinden daha kolay olduğunu söyler. Yine başka bir ayette “Gelin şimdi, ey zenginler, gelecek olan sefaletlerinize feryat ederek ağlayın. Mallarınız çürümüş ve esvabınızı güveler yemiştir. Altınınız ve gümüşünüz pas tutmuştur ve
onların pası aleyhinize şahitlik edecek ve etinizi ateş gibi yiyecektir. Son günlerde servet edindiniz. Tarlalarınızı biçen işçilerin hileyle alıkoyduğunuz ücretleri işte bağırıyor ve orakçıların feryadı ordular Rabbinin kulaklarına ermiştir. Dünyada zevkle yaşadınız ve eğlendiniz; kıtal gününde yüreklerinizi beslediniz. Din buyruklarına uyanı mahkum ettiniz, öldürdünüz; o size karşı koymaz. O yüzden ey kardeşler Rabbin gelişine kadar sabredin” (Yakub’un mektubu 5:1). Engels bu konuda şöyle yazar: “İlk Hristiyanlık tarihinin modern işçi sınıfı hareketiyle dikkate değer benzer noktaları vardır. Her ikisinde de takipçilerine baskı uygulanmış ve zulmedilmiş, taraftarları hor görülmüş ve birinciler insanlık düşmanı olarak sonuncular ise devlet düşmanı, dinin, ailenin, toplumsal düzenin düşmanı olarak özel yasalara tabi tutulmuştur. Ve tüm bu baskılara karşın, hatta bunların teşvik etmesiyle, onlar muzaffer bir şekilde ağır ağır ilerlerler.” (Marx ve Engels, Din Üzerine, “İlkel Hıristiyanlığın Tarihine Katkı”.) Dinlerin sınıf mücadelesinde emekçilerin safında olunmasına dair ayetler mevcut olduğu gibi tam tersi durumlar da mevcuttur, zira bu hareketlere önderlik edenler daha sonra kendi sınıfsal çıkarlarını gözetmeye bakmışlardır. Öte yandan dine göre sınıfların var olması gereklidir. Çünkü din fakirlerin devrim yapmasından ve malların kollektivizasyonundan değil, sermaye sahiplerinin emekçilerin sırtından kazandıklarıyla hayırseverlik yapmasından bahseder. Eğer herkes gereksinimlerini karşılayabilir ve başkasına muhtaç olmazsa kim kime zekat verecektir. Dine göre dünyaya imtihan olmaya geliriz, öyleyse adaletsizliklerin ve haksızlıkların olması kadar doğal birşey yoktur ve bu dünyadan bir şeyler beklemek dünyayı yaşanılabilir bir yer kılmak yerine umudumuzu ve insanca yaşama dürtümüzü cennete bağlamalıyızdır. Platon gibi herkesin kesesi dolarsa kim çömlek yapacak? Öyleyse çömlekçileri isyana teşvik etmemek için onlara güzel bir neden vermek gerekir o da şudur: “siz de cennete gidebileceksiniz orada eşitleneceğiz”. Eski Mısır’da Firavunlar o görkemli piramitleri kölelere yaptırırken kendilerinin tanrının temsilcisi olduklarını söylüyor, görevlerine kutsallık atfediyor ve kullandıkları argüman yine aynı oluyordu: Ölümden sonraki yaşam. İnsanlık tarihini evrelere ayırıp incelediğimizde insanların zulme karşı isyanlarını dinsel bir çerçeveye oturttuklarını görürüz. Doğaüstü varlıklara tecelli bulan din, o günlerde yükselen isyan hareketlerine önayak olmuştur. Fakat insan nasıl çocukken çocuk gibi davranır ve ona göre
işler yaparsa insan da o günlerde çocukluk çağını yaşıyordu. Fakat artık peri masallarına inanmanın devri çoktan geçmiştir ve insanlık artık erişkinlik çağını yaşamaktadır. Artık dini hareketlerin peşinde isyanını dile getirmenin yerine bilimsel argümanları temel alan sosyalizmin çevresinde birleşme vaktidir. Zira dini hareketler, zamanında egemen güçlere başkaldırmanın yöntemi olsalar da zamanla egemen güçlerin kontrolü altına girmiş ve kitleleri kontrol altında tutan bir mekanizma halini almıştır. Ve şimdi dillendirilecek şiar Lenin’in dediği gibi “İnandığımız tek kutsallık emeğin gücüdür” olmalıdır. Ayrıca dünyada işçi sınıfı içinde bu kadar dinsel, etnik, kültürel ayrılık varken birleştirici güç din değil ortak ezilmişlik ve sömürülmüşlüktür, zira Marx “Dünyanın bütün işçileri birleşin” derken bunu kastediyordu. Bir zamanında, bir Müslümanın da, bir inançsızın da sosyalizmi savunması doğaldır, fakat ortak hareket noktası sınıf savaşımında ezilenin ezene karşı verdiği mücadelede insanların dinsel inançlarını ön plana çıkartmak ve buradan ilham almak değil, sistemli bir çözüm imkanı tanıyan sosyalizmi baz almaktır. Alexander Serafimoviç’in Ekim Devrimi hakkında yazılan ilk romanlardan biri olan Demir Tufanı adlı romanında, kitabın karakterlerinden biri olan yaşlı Gorpina Nine’nin söylediği söz çok manidardır: “Tanrım biliyorsun Bolşevikler sana inanmıyorlar ama sen yine de onlara yardım et”. Bu da devrim sırasında halkın Bolşeviklere olan samimiyetlerini gösterir ki, o dönemde halkın büyük çoğunluğu inançlı köylülerden oluşmaktaydı. Öte yandan Marx ve Engels insanlığı halen ezmekte olan kötülüklerden kurtaracak olanın, yüce duygulu bireylerin iyi niyetli girişimleri değil de, örgütlenmiş proletaryanın sınıf savaşımı olduğunu gösterdiler. (Lenin’in Engels üzerine kaleme aldığı makaleden). Artık vakit proletaryanın getirdiği ateşi harlamanın vaktidir. “Kocaman bir ateş yakacağız. Kağıt paralardan, tahvillerden, vasiyetnamelerden, vergi dosyalarından, kira kontratlarından, borç senetlerinden ve herkes kendi cüzdanını bu ateşin içine atacak” (Wilhelm Weitling). Ve dünyanın lanetlileri, en diptekiler tarih sahnesinde yeniden yerlerini alacaklar, öfke ve nefret büyük gemileri makine dairesinde terden geberenlerle birleşecek, kızıl bayrağın altında güneşin tüm varlığıyla tezahür ettiği, çocukların öldürülmediği şeker de yiyebildikleri sosyalizmin bayrağı altında kızıl bir dünya…
U. Zilal
İnsanlık tarihini evrelere ayırıp incelediğimizde insanların zulme karşı isyanlarını dinsel bir çerçeveye oturttuklarını görürüz. Doğaüstü varlıklara tecelli bulan din, o günlerde yükselen isyan hareketlerine önayak olmuştur. Fakat insan nasıl çocukken çocuk gibi davranır ve ona göre işler yaparsa insan da o günlerde çocukluk çağını yaşıyordu. Fakat artık peri masallarına inanmanın devri çoktan geçmiştir ve insanlık artık erişkinlik çağını yaşamaktadır. Artık dini hareketlerin peşinde isyanını dile getirmenin yerine bilimsel argümanları temel alan sosyalizmin çevresinde birleşme vaktidir. Zira dini hareketler, zamanında egemen güçlere başkaldırmanın yöntemi olsalar da zamanla egemen güçlerin kontrolü altına girmiş ve kitleleri kontrol altında tutan bir mekanizma halini almıştır.
31
Fotoğrafa dair
32
Fotoğraf tarihte bir noktadır. Ancak bu noktanın gerçeği değil, o gerçeklikten fotoğraf karesine yansıyanın gerçekliğidir. 1830’larda ışık yardımıyla görüntünün bir alana yansıtılmasıyla oluşan yansıma-görüntü, ilk ortaya çıktığında insanlar için büyük bir devrimi de beraberinde getireceği hemen hissediliyordu. Gerçekliğin yazıçizi ya da resim (-ki resim daha çok soyutlamadır) gibi çok uğraş ve muazzam bir uzmanlık gerektiren işler dışında da görüntü olarak bir makine yardımıyla kolayca kaydedilebiliyor olması, insanların düşüncesinde tarihin görsel bir birikiminin yapılması fikrini uyandırmıştı. Peki hangi tarihi nasıl kaydetmeliydi? Zaten bir yansıma olan fotoğraf ne yapılırsa yapılsın, çekenin kendisinden bağımsız olamayacağı gibi, tarihi biriktirme hiçbir zaman bağımsız kalamayacaktı. Fotoğrafın gerçekliğin içindeki yeri, elbette yadsınamazdı. Fakat fotoğraftaki ‘nesne, kişi, olay’ın maddesel olarak ya da gelişen bir süreç içinde gerçeklik teşkil etmesi, fotoğrafa ‘tamamen gerçektir’ demek için çok yetersiz kalacaktır. Fotoğraf bize hiçbir zaman gerçeği göstermez, bağımsız değildir ve gerçekliğin parçasıdır, kendisi değil. Gerçek akıcıdır, yaşam, kişi ve nesne de bunun içinde akmaya devam eder, ancak fotoğraf sabitleyicidir. İşte tam da bu yüzden gerçekle çelişik durumdadır. Brecht bunu şöyle teorize eder: “Fotoğraf gerçekliğin yansıması değil, yansımanın gerçekliğidir.” Susan Sontag ise, özellikle kitap, dergi, gazete gibi yerlerde kullanılan fotoğrafları işaret ederek, ‘görüntünün görüntüsü’ demiştir. Gittikçe sanatlaşan fotoğraf, algılarda yenilenme sürecini de beraberinde getiriyordu. İnsanları haberi dahi olmayan ya da bir çok şekilde çarpıtılarak verilen olayların fotoğraflarının, ilk dönem fotoğrafçıları tarafından çekilmesi, insanlarda şok etkisine sebep oluyordu başlarda. Ancak çıkış noktası ve daha sonrası için de orta sınıf kökenli bir sanat olması dolayısıyla her zaman, bu sınıfın çelişkilerinden besleniyordu. Bu sınıfın en bariz özelliği olan, burjuvaziye hayranlıkla, alt sınıfa olan yüzeysel duyarlılık arasında gidip geliyordu fotoğraflar da. (Belgeselciler bu durumun dışında kalıp, toplumsal hayatın dibine bakmayı tercih ediyorlardı.) Buna iki örnek: 1935’te Amerika’da Tarımsal Güvenlik Dairesi tarafından düzenlenen bir fotoğraf projesi alt sınıflara eğiliyordu. Projenin amacı, onlara önemli olduklarını göstermekti. Liberaller her zamanki gibi işlevsel olarak gördükleri dünyada sömürülenleri de sömürünün gerekliliği konusunda ikna etmek ve ‘siz de aslında önemlisiniz’ deyip kendi varlıklarını sürdürmek için bu yola başvurmuşlardı bu sefer de. Avrupa’da ise fotoğrafa şu kavramlar yerleşmişti: ‘pirotesk’
(yoksullar, yabancılar) ve ‘important’ (zenginler, ünlüler, önemliler). Fotoğraflarda da ağırlıklı olarak bu iki kavram arasında tarafsızlık olması gerektiği düşüncesi yaygındı. Ancak tarafsızlık da bir taraf olmayı gerektiriyordu. Sınıflı sömürü düzenini düşünürsek; taraf olmamak, aslında bu düzenin tüm çürümüşlüğüne ses çıkarmamak anlamına gelir ve ‘var olan düzeni’ besler bir nitelik kazanır. İşte Amerika ve Avrupa’daki bu durum üzerinden fotoğrafın orta sınıf çelişkisinden beslendiği saptanabilir. Tabi ki, burjuvazi her sanatta olduğu gibi bu sanatta da hakimiyet oluşturup bir ana akım yaratarak, kendi lehinde kullanmaya başlamıştı. İnsanın görsel algısındaki yenilenme, değişim ve tepki üretme de bu doğrultuda gelişiyordu. “Burjuvazi hoşgörülüdür oysa. İnsanları oldukları gibi sever. Çünkü olabileceklerinden korkmaktadır.” diyordu Theodor Adorno. İnsanları bulundukları sefilliğin içinde bırakmak ve buna karşı bir tepki üretmelerini engelleyebilmek için ‘hoşgörü’ ve ‘algısal bir değişime’ ihtiyaç olduğunu çok iyi bilen burjuvazi, görsel algıyı istediği gibi değiştirmek zorundadır. Burada da elbette fotoğrafa başvurmak doğaldır. Yabancılaşma ya da duyarsızlaşmanın bir destek aracıdır fotoğraf. Geçtiğimiz yıllarda, Irak’ta çekilen üç Amerikan askeri ve sürükledikleri Iraklı’nın özellikle medyada kullanımı bu konuda bir örnek olabilir. Ya da Paris Kömünarlarının canice katledilişinin fotoğrafı, baskı, korku ve muhalefet kontrolünü sağlama aracı olarak kullanılması bir diğer örnektir. İşte buradan doğru bakılan (ana akım olarak) ‘sanat işlevi’ bize nispi bir çerçeve sunmuş olur. Her yeni fotoğraf, ‘çekilen’e yabancılaşmaya atılan ilk adımdır. “Olmak tabii bir şey midir? Hayır bana hiç öyle gelmiyor. Tam aksine kanımca esrarlı, mucizevi ve tamamen doğal dışıdır.” diyen Passolini’ye inat, gerçekliğin uzağına, bireye, topluma ve olaya gittikçe yabancılaşan algı biçimleri, fotoğrafla birlikte olağana, kendine ya da bilinmeyenin bilinir kılınmasıyla genel bir bakış olarak insana yabancılaşmayı beraberinde getiriyordu. Boy boy fotoğraflar; gazetelerde, dergilerde, reklamlarda, sonraları fotoğrafın gelişimiyle birlikte film ve televizyonlarda kullanılıyor, insanları belli normlar içine sokuyordu. Kelimelerin kavramların içi boşaltılıyor ve fotoğraf afyon görevine geliyor, görme etiği de kendini bu doğrultuda evriltiyordu. “Fotoğraflar, salt gerçekliği kayda geçirmenin ötesinde, gerçeklik fikrini, bu gerçeklikten yansıyanı ve gerçekliğin kendisini değiştirmek suretiyle, ‘şey’lerin bizim gözümüze nasıl görüneceği normu haline gelmiştir. ... Modern
sanatın büyük kısmı, ‘korkunç olan şey’in eşiğini alçaltmaya hasredilmiştir” diyordu Susan Sontag. Sanayileşmiş toplumlarda aile kurumunun yeniden oluşturulması konusunda yapılan çalışmaların bir parçası olarak fotoğraf da işlevsel bir konuma gelmiştir. Orta sınıfın nispi büyümesiyle birlikte, özellikle Amerika ve Avrupa’da fotoğraf bir aile ritüeline dönüşmüş durumdadır. Kaldı ki, 1960 sonrası Türkiye’ye bakıldığında yine bunu görmek mümkündür. Her yıl çekilen aile fotoğrafları, albümler oluşturmuş birer hatıra olarak saklanmıştır. Sanayileşmiş toplumlarda gittikçe yalnızlaşıp, kendi içine dönen genel birey için kendinin ve genel olarak o toplumun toplumsal hayatının ‘geçmiş’ fotoğrafları bir özlem konumundadır. Birey de ‘o zamanlar’ın fotoğraflarına bakıp, kendi sıkıntılarından uzaklaşmayı dener. ‘O zamanlar’ daha güzeldir... Şimdinin sıkıntıları içerisinde gittikçe yok olan ve şimdinin sıkıntılarını değiştirme gücünden uzak bırakılmış birey, çözümü ve kendini var etmeyi geçmişe bırakır. Bu öyle bir hal almıştır ki artık fotoğraflar bilinçli olarak eskitilmektedir. Blue Jean’in eskiyip beyazlamasını bir moda haline getirerek taşlanmış jeanlar piyasaya süren sermaye, bir yönüyle geçmişe saklanmayı meşru hale getirmiştir. (Geçmişten kasıt ise yine hakim sınıfın istediği çerçevede oluşturduğu geçmiştir.) Tabi ki, geçmişten günümüze kronoloji oluşturan fotoğraflar, işçi-emekçiler için yaşadığını fark etmek, zamanın ilerlediğini görmek anlamına gelmektedir çoğu zaman. Diğer taraftan teknoloji ve tüketim kültürüyle birlikte, hızlı ve çabuk tüketilen ve ardı arkası kesilmeyen ‘şimdi’ görüntüleri geçmişe bakmayı zorlaştırır. Sürekli olarak, yapay ya da istenilen biçimlerde sunulan yeni bir durum ve olay vardır. Bunu belgeleme konusunda da insanlar yarış halindedir. Yaptığı her işi, gördüğü her olayı kaydeden kişi, geçmişiyle kopuk duruma getirilir. Hatta özel olarak internet siteleri kurulmuş ve buralardan her anını, eğlenceli ya da entelektüel bir bakış açısıyla paylaşan ve sıkıntısını atan büyük bir yığın oluşturulmuştur. Bu elbette birey sorunu değil sistem sorunudur. “Kendi geçmişinden kopmuş kişi, halk ya da sınıf; seçmede ya da eyleme geçmede özgürlüğü kısıtlanmış durumdadır. Bu siyasal bir sorundur.” der John Berger. Elbette bu tür toplumlarda sıkıntıyı azaltmak yalnız bu şekilde gerçekleşmez. Fotoğraf çekmek de, turizm ve eğlence sektörlerindeki muhteşem büyüme ile birlikte, sıkıntı atma yolları haline gelmiştir. Eğlendiğini belgelemenin ya da gidilen yerleri sırt çantasına sığdırabilmenin, sıkıntıyı atmaya denk bir duruma geldiği düşünülmektedir. Sanayileşmiş toplumlarda, özellikle ileri-burjuva devletlerinde verilen kısa tatiller insanları eğlence algısına sevk etmektedir. Böylece burjuvazi, bir yandan eğlence sektörünün devamını sağlamış, bir yandan da kendini zorunluluk içine sokan bireyin yapaylaşmasına neden olmuştur. Bu durumu belgelemek ise, fotoğrafı çekenin gözünde ‘gerçek budur’ algısının oluşumuna hizmet etmiştir. Hissedemediklerini, yaşayamadıklarını, ‘yaşadım, hissettim, yaptım’ görüntüsü ardına gizlemektedir fotoğraflar ile. Turizm ise bunun bir diğer yoldur. Turizmin iç dinamiklerini çoğu zaman stabil tutan bu toplumlarda genel birey yapısı, gittiği yerlerin fotoğraflarını çekmekten bir an olsun çekinmez. Hatta turizmin fotoğrafla bağı çok daha güçlüdür. Neredeyse ikisi bir gelişmiştir. Bu durumun içinde insanlar da birer yer-mekan avcılarına dönüşmüşlerdir. Gittikleri yerleri vurup, başka yerlere kaçıran simsarlar olmuşlardır. Özellikle fotoğrafın yeni yayıldığı zamanlarda, Amerika’da Kızılderililer, fotoğrafçılar için müthiş bir sömürü kaynağı oluşturmuştur. Fotoğrafçılar, sadece onların yaşam tarzlarını çekmenin dışında, para karşılığında onlardan ritüellerini, ayinlerini yeniden canlandırmalarını istemişler ve böylece kültürel yozlaşmaya sebep olmuşlardır. Fotoğraf bir yönüyle de reklam sektörünün vazgeçilmez bir parçası olmaya devam ediyor. Tüketim toplumlarının oluştuğu düzenin içinde bunu perçinlemek elbette reklamcılara düşüyor. Yapay sunularla insanları tüketim normu içine sokmak, görsellerle bunun sağlamasını yapmak, sermayedarların sermayelerini büyütmek ve kendine bir sermaye edinerek durumu sağlamlaştırmak için her türlü tüketim alanının önünü açan reklamcılar tarafından, fotoğraf olabildiğince kullanılıyor. Arabalar, güzel hayatlar, yiyecekler vs. fotoğraflanarak tüketiciye sunuluyor. Her köşe başında, her gazetede, her televizyonda fotoğraflar tüketimi arttırmak için insanları kuşatıyor. Bu yalnızca ürünlerle sınırla kalmayarak artık insanları da tüketiyor. Özellikle kadın vücudunu ve cinselliği kullanarak ürünü cazip hale getirmek
için kadını reklamlarda olabildiğince kullanıyor. Böylece bedene ve insana yabancılaşmanın bir parçası daha gerçekleşiyor. Kodak’ın yeni kurulduğu zamanlarda kendini büyütmek için, gezilecek yerlerin listesini ve fotoğraflarını listeleyerek reklam yapması anlatılanlara bir örnektir. Diğer taraftan her gün her dakika gördüğümüz için kanıksadığımız yiyecek reklamlarında, özellikle cinsel bir duruş sergiletilen kadınlarla, yiyeceği özleştirme ve buradan ürünü çekici hale getirme başka bir örnektir. Fotoğrafın gelişim süreci içinde güzeli aramak, güzele yönelmek ve nihayetinde güzel olanı bulmak genel amaç haline gelmiştir. Kapitalizmle birlikte, kılcal damarlarımıza kadar nüfuz ettirilen modernist düşünce yapısı, (sözde) özgürlüğe, toplumsal ilişkilerin yeniden dizaynına, yeni mimari düzenlemeler ve kentsel dönüşümlere, dilde hızlı bir değişime ve sanat algısının farklılaşmasına işaret eder. Öyle ki, kapitalist gelişim sürecini doğuya göre erken ilerleten batı ülkeleri ekonomik küreselleşme ile birlikte, tüm bunları da dünyanın tamamına kültürel ve ekonomik emperyalizm ile yaymıştır. Bu süreç doğalından ilerler. Tüm bunlar; kapitalizmin modernite kılıfına sokulması ve modernizmin yol açtığı, yıkımlara, deformasyonlara ve yozlaşmalara uydurulan başka bir kılıf ile birleşir. Bu kılıf; gelişme, doğruluk ve güzellik olarak kendini bulur. Buradan çubuk bükülen fotoğraftaki güzellik bulma tutkusunun da aslında, gerçeklikten koparak görüngülerin güzelliğine evrildiği saptanabilir. Öyle bir modernist estetik algısı yerleştirilmiştir ki, yabancılaşan kişilikler ve bunun maddi karşılıkları, hayatın ve şehirlerin kenarına itilmiş mahalleler, varoşlar, buralarda yaşayan insanlar, avurtları çökmüş kadınlar, yüzü güneş yanığı erkekler, sanayi havzaları, buralarda çalışan işçiler veyahut madencilerin o kapkara yüzleri fotoğraf karesine güzelliğin karşılığı olarak girer ve gözlere güzel görünür. Bahsettiğin ölçüde gerçekliğe yabancılaşarak... Bu durum doğalından yeni bir çelişkiyi de beraberinde getirir. Gerçeği yakalamak ve gerçeği güzel görmek... Gerçeği güzel görmek bahsettiğim modernist düşünce algısı (esasen kapitalizmin ta kendisidir) ve ‘gerçeklik fikri’ ile ilişkilidir. Gerçeklik fikri, hakim sınıfın tahakkümleri altında oluşturulan bir dünya görüngüsünün kişi ya da toplumca benimsenmesi ve dünyayı bu çerçevede algılamasıdır. Yani istenilen kalıplar içinde yaratılan bir gerçeklik sanrısıdır. Gerçeklik ise başka bir yerde, bu düzenin gösterdiğinin ya da örttüğünün dışında görülmeyi, keşfedilmeyi beklemektedir. Ancak gerçeklik fikrinin, gerçeğin ta kendisi olduğu düşüncesi hakimdir. Doğal olanın sorgulanamayacağı gerçeğinin verdiği düşünce ile; gerçeklik fikri, bunun ‘doğal ve gerçek’ olduğu sanısıyla sorgulanmaz hale gelir. İşte gerçeği yakalamak da burada devreye girer. Bu doğalından taraflaşmayı ve devrimci bir duruşu beraberinde getirir. Amerika’da Vietnam savaşı sırasında, savaş karşıtı eylemlerin oluşumunda tetikleyiciliği, Vietnamlı bir çocuğun katlediliş fotoğrafı yapmıştır. Bu eylemlerle büyük bir kamuoyu oluşturulup dönem hükümetine baskı uygulanmıştır. 1935’te yapılan fotoğraf projesi sonraları işçi hakları gaspları üzerine, fotoğraflar belgeleme görevi görmüş ve kazanımlar elde edilmiştir. En yakın zamanda Haziran Direnişi’nde, Kırmızılı Kadın fotoğrafı direnişin bir simgesi haline gelmiştir. Greif işgalinde çatıda direnişe devam eden işçiler iradenin bir simgesi ve hafızalarımıza kazınan bir görüntü olmuştur. Gerçekliği sezdirerek, bunun hakkında düşünmeye ve sorgulamaya iterek, teşhir, belgeleme işlevi ile fotoğraf; bu yönüyle oldukça kullanışlı bir konumdadır. Bunun etrafında, bir farkındalık yaratma bilinci ile gerçeği göstermek devrimci duruşun bir gereği ve kendinden fotoğrafın kullanılış yöntemine yol gösterici bir düşünceyi içerir. “Fotoğrafçı yalnız geçmişi kaydeden değil, aynı zamanda geçmişi icat edendir.” diyor Suzan Sontag. Bir ekleme yaparak, bitiyoruz: Geleceği de icat etmek için işlevsel durumdadır fotoğraf: Afişinden, bildirisine; eyleminden, katledilen canlarımıza kadar... Düzenin gerçeğini göstermek için, unutmamak ve unutturmamak için, geleceği çağırıp şimdiyi örgütlemek için... Kaynakça: Sontag, Suzan (2008). Fotoğraf Üzerine. İstanbul: Agora. Parkan, Mutlu (2004). Brecht Estetiği ve Sinema. İstanbul: Don Kişot. Berger, John (1986). Görme Biçimleri. İstanbul: Metis. Hayward, Anthony (2004). Ken Loach ve Filmleri Hangi Taraftasınız? İstanbul: Agora.
33
Şair ceketli, kumral bir çocuğun yaz öyküsü
“Oxoşkva Do Oropa” [1]
Ma A koçi vore Ordo çumanepe nosi gverdi. Si uncire A bere ore, Ğura mekaderi. İttur: “Skida naku yakininna Ğura ti hiku’” [2]
“Kumral bir çocuğun yaz öyküsü”ydü bu. Ve en az bir yaz öyküsü kadar kısa bir hayattı onunkisi. Kısa ama en az bir yaz öyküsü kadar da dopdolu. Kısacık hayatına neler sığdırmadı ki Kazım? Zaten kendisi de söylüyordu: “Ben kendi zekâmla ve felsefemle ölümü, hayatı uzatabilirim, kısaltabilirim, her şeyi yapabilirim.” diye. Kendi hayatını, söyledikleri ve yaptıklarıyla ölümsüzleştirdi o. Kazım, gözlerini Artvin’in küçük bir köyünde, Pançol’da açtı. İsmi resmi kayıtlarda Yeşilköy olarak geçse de Pançolluydu Kazım. “Memleketli olduğum kadar kendimi bildim bileli hep tuhaf bir şekilde dışında durabilen bir ruh halim vardı, çocukken de öyle.” derdi. Memleketini, memleketinin insanlarını, kumar ağaçlarını, kestane ağaçlarının olduğu ormanları, denizi, yağmuru çok severdi. İlkokulu Pançol’da okudu. Müzikle ise henüz ortaokul birinci sınıfta babasının ondan habersiz, onu mandolin kursuna yazdırmasıyla tanıştı. Lise hayatını Hopa’da geçiren Kazım, 17-18 yaşlarında küçücük kentinden çıkıp İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne gitti. “Devrimi düşünebiliriz, düşleyebiliriz. Hatta yetmez bir sistem bile kurarız. Sistemimiz şöyle olsun, böyle olsun. Bunu ne zaman yaparız? Devrimi yaptıktan sonra mı? Şu anda bunu düşünüyorsan yaparsın, yapmaya başlarsın. Sonra da hep öyle yaşarsın. Ve bu böyle böyle çoğalır. Hayatla da böyle anlamlı bir ilişki kurarsın. Yolda yürürken de yürüyüşün ona göre olur, adımların öyle gider. İnsanlara baktığın göz değişir. Herkes de ‘Ulan bu adam ya da bu insan niye böyle bakıyor?’ diye elbette ki seni sorgulamaz ama birileri anlar. Bir şey bulur yani. Birisi farklı yürüyordur orada. Sana bir puan yazmaz da, bir şey verirsin hayata. Bakkala bir şey davranırsın, manavdan bir şey alırken tuhaf bir ilişki kurarsın, ister istemez. Hoş bir ilişki kurarsın. Yani işte, hikâye bu.” Kendi hikâyesini bu şekilde tanımlayan Koyuncu,
34
devrimci kişiliğini hayatının en elzem noktası olarak görüyordu. Bunu düşündükleri, söyledikleri ve yaptıklarıyla birçok kez kanıtladı. Katıldığı çeşitli eylemlerden ötürü hakkında soruşturma açıldıktan sonra üniversiteyi de bırakıp gerçekten yapmak istediği şeyi yapmaya karar verdi. “Yanlış şeyler yapabiliriz, doğru ve güzel şeyler de yapabiliriz ama biz ısrarla müzik yapmaya çalıştık.” Hayatının geri kalan kısmının neredeyse her anında “müzik yapmak istedi” Kazım, nitekim öyle de oldu. Devrimci kişiliği müziğini, müziği ise devrimci kişiliğini şekillendirdi. “Senin için dağları yıkacağım, koşacağım rüzgârlara inat. Şafak vakti çıkacağım dağlarına ve uğrunda öleceğim, ülkem. Sana döneceğim ülkem, Sürgündeki çocukların, Demircinin çıraklarıyla döneceğim… Müzik kariyerine (yaşasaydı ve bu yazıyı okusaydı, bu kelimeyi kullanmama kızardı muhtemelen) Ali Elver’le birlikte kurduğu Grup Dinmeyen’le başladı. Bir şeyler anlatma amacı güden albümde Attila İlhan’ın şiirleri de bestelendi. Kazım, bu albümde “Bir ülkem var, düşlerimde gördüğüm.” dedi. Daha sonra çeşitli nedenlerden ötürü dağılan grup, Dinmeyen’in kapanan Kazım’ınsa yeni bir dünyaya açılan kapısı oldu. 1993 yılında “OGNİ” adında bir dergi çalışmasına başlandı. Lazlarla doğrudan alakalı ilk derginin Türkçe karşılığı “Anlat”dı. Ve Ogni’nin sloganı “Sk’ani Nena!” yani “Senin sesin, senin dilin”di. Ogni’nin çalışmalarında bilfiil yer alan Koyuncu, Mehmedali Barış Beşli ile de burada ortak bir çalışma yürüttü. Ogni, Laz halkını bilinçlendirme amacı güden, Lazların tarihsel misyonunu anlatan, Lazların dillerini ve kültürlerini unutmalarını engellemek isteyen bir dergiydi. Ogni, henüz ilk sayısı yayınlanır yayınlanmaz, iki yazı sebebiyle ‘bölücülük’ iddiasıyla toplatıldı ve dergiye bu iddiadan ötürü dava açıldı. Mehmedali Barış Beşli, bu davalarda Yazı İşleri Müdürü olduğu için yargılandı ve Türkiye’de ilk kez Lazistan ayrımcılığı yapmaktan ötürü yargılanan insan olmuş oldu. Dava kısa sürede beraatle sonuçlansa da Beşli, dergi çalışmalarının devam etmemesine karar verildi. Bu kararı kabul etmeyenler dergi çalışmasına devam etse de altı sayıdan sonra dergi kapatıldı. ‘Hayde!’ misvare Ernesto steri, “Vidat, murunsxepeşi opşa na on a nsa tudeşa.” [3]
Ogni’nin çalışmaları yürütülürken, dergiyi destekleyecek bir çalışma olarak Zuğaşi Berepe’yi [4] kurmayı öneren Beşli’ye destek olmayı kabul eden Koyuncu, beş sene sürecek bir çalışmanın da ilk adımı atmış oldu. 93’te kurulan Zuğaşi Berepe 95’te ilk albümleri Va Mişkunan ile adını duyurmaya başladı. Tam bir başkaldırıydı onlarınkisi. Lazca şarkılar ilk kez bir albüm altında toplandı ve geleneksel Karadeniz Müziği ile Rock’n’Roll müziği sentezlenerek yayınlandı. Daha sonraları Bayar Şahin ve Birol Topaloğlu’nun yayınladığı çeşitli albümler olsa da hiçbiri Va Mişkunan kadar cesur olamadı. Denizin çocuklarına göre rock zaten bir başkaldırıydı, Laz müziğiyle birleşince de Va Mişkunan ortaya çıktı. “Bilmiyoruz” diyerek çıktılar yola. Oysa onlar farkındalardı birçok şeyin. Ayaklarıyla basıyorlar vücutlarımıza her gün, kesiyorlar yollarımızı Görüyorum, her sabah ölüyor dünya Bir şey yapamıyor muyuz böyle mi gidecek yol? Kalkın devirin! Yıkım için birbirinize katılın çocuklar! Bu ve bunun gibi birçok şarkıyı dillendirdiler. Halkın onları sahiplenip sahiplenmeyeceğinden emin olmasalar da, her şeye rağmen Zuğaşi Berepe olacaklarını söylediler. Korktukları gibi olmadı. Halkın yaşadıkları şeyleri alışkın olduklarından farklı bir şekilde duymaları halkı rahatsız etmedi. Zuğaşi Berepe bir çok devrimci örgütün programlarında sahne aldı, 27 Aralık 96’da İstanbul Teknik Üniversitesi’nde “Vicdani Bir Konser” şiarlı konserini verdi. Birçok dayanışma şenliğinin öznesi oldu. 98’de çıkardıkları ikinci albümlerine ‘İgzas’ adını verdiler. “Yürüyoruz!” dediler ve bir kez daha çıktılar yola. “Dadişkimi!” yani “Teyze!” dediler. “Dilimiz ölüyor, dil annedir, dil ölünce anne ölür.” Başkaldırıları burada da devam etti. Fakat İgzas, Va Mişkunan’a nazaran daha ağır bir albüm olduğundan, denizin çocukları yollarına ayrı ayrı devam etmek istediklerinden beş yıllık serüven yavaş yavaş kapılarını kapatmaya başladı. Fakat Zuğaşi Berepe onlar için belki de bir hayat felsefesi olduğundan Kazım’ın geri kalan tüm müzik hayatında Zuğaşi Berepe’nin enerjisi hissedildi. 2001’de solo albümünü çıkaran Koyuncu, Karadeniz Sahil Yolu Projesi’ne tepki olarak albümüne Viya ismini verdi. Viya, kendi değimiyle aletsiz Laz sörfü demekti. Karadeniz sahil yolu projesi Sinop’tan başlayıp Sarp Sınır Kapısı’nda sona eren 604 kilometrelik bir şeridi kapsamaktadır. Yapılış amacı, Karadeniz Karayolu’nu güvenli ve kısa hale getirmek, ticareti ve turizmi artırmaktır. Fakat bu proje bin yıllara dayanan tarihi güzelliklerin yitmesine, artık Viya’nın yapılamamasına neden olmaktadır. Yine günü kurtarmak amacıyla geliştirilen, geleceğe bir şey bırakmayacağı ta o günlerden belli olan bir projedir. Yörede yaşayan birçok insan ve Kazım, bu projeye sonuna kadar karşı çıkar. Bir sahilin boydan boya yol yapılmasını delilik olarak nitelendirir. Bunu imzalayanların da ya akıl sağlıklarının yerinde olmadığını ya da çok kötü insanlar olduklarını dile getirir. “Siz kimsiniz! Binlerce yılda oluşan bir şeyi siz hangi kafayla,
hangi vicdanla yok edebiliyorsunuz?” der. “Heyelanlar oluyor, bu kader mi sanki? Depremler oluyor kader mi? Başka yerde aynı şiddette deprem oluyor iki kişi bayılıyor da Türkiye’de yirmi bin kişi ölüyor kader mi bu? Değil.” 2007 yılında resmen açılan Karadeniz Sahil Yolu, Ulaştırma bakanı Binali Yıldırım’ın yaptığı bir açıklamada projenin yanlış olduğunu ancak yapmak zorunda olduklarını belirterek, 700 trilyonun üzerinde para harcandığı için bitirilmesi gerektiğini savunmuştur. Koyuncu’nun söylediği sözlerin haklılığını kanıtlarcasına, 2010 Ağustos ayında Rize Merkez’e bağlı Gündoğdu beldesinde şiddetli yağış nedeniyle biriken yağmur suları Karadeniz Sahil Yolu’nu aşamamış, oluşan sel ve heyelan nedeniyle 12 kişi yaşamını yitirmiştir. 2011 yılı Eylül ayında yine Rize’de bu kez şehir merkezi sele teslim olmuş, baskın sonucu 1 kişi hayatını yitirmiştir. 2012 yılı Ocak ayının sonunda Sarp bölgesindeki 500 metrelik kısmı çökmüştür. “Baba ben yıkıcıyım Ama Kendini bilmez değilim. Yaşamak istiyorum sadece, Kendi savaşlarım uğrunda.” Viya’da yitip gitmekte olan birçok dilin şarkılarını seslendirmiştir Kazım. Albümde Lazca, Gürcüce, Megrelce, Hemşince ve Türkçe ezgiler barınmaktadır. Kazım, “Ben sadece, ben olmak istiyorum” der albümünde. Kendi olma savaşını hala bitirmemiştir. “Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizliyim, ama hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim.” diyerek anlatır kendini. Devrimci kişiliğinin etkisiyle gördüğü şeyleri söylemekten, inandığı doğruları dillendirmekten asla çekinmeyen Koyuncu, bu albümünde de Lazların yaşadığı birçok zorluğu anlatan şarkılara yer vermiştir. Sarpi Moleni’de, Sarp sınırı çekildikten sonra Sarp’ın ötesinde kalanların hikayesini seslendirir. Domivamis’te Laz kadınlarının çektiği zorlukları, Lazların yaşadığı açlığa, yoksulluğa ve sefalete ses olur. Zuğaşi Berepe kadar sert olmasa da albümleri, daha fazla tanınmaya başlayan Koyuncu, yaptıkları, söyledikleriyle ve devrimci kişiliğiyle adından söz ettirir olmuştur. Popüler olmak istemediğini, tanınsa da tanınmasa da müzik yapacağını ve her zaman aynı Kazım olduğunu sık sık dile getirmiştir. Klip çekmemiştir, popüler kültürün reklam araçlarını kullanmak istememiş ve “Herkesin beni tanıması ve hele herkesin beni sevmesi gibi bir düşüncem asla olamaz. Ki hayatta muhakkak bizleri sevmeyen insanlar olmalı aksi takdirde çok ciddi sorunlar olur diye, düşünüyorum.” demiştir. Çeşitli projelerde yer alan Koyuncu Viya’dan sonra 2004’te Hayde albümünü yayınlamıştır. Ölümünden sonra da “Dünyada Bir Yerdeyim’’ adlı albümü yayınlanmıştır. Müzik hayatı boyunca birçok ülkede ve Türkiye’de yine birçok projeye destek veren Kazım Koyuncu, Amed’de katıldığı bir konserde “Denizin çocuklarından dağların çocuklarına selam getirdim.” diyerek başlamıştır programına. Kürt müziğini de çok sevdiğini dile getiren Koyuncu, “Bizim birbirimizi kabul etmemiz için birbirimize benzememize ihtiyacımız yok. Aynı dili söylememize de gerek yok. Biz birbirimizi kabul edebiliriz.” demiştir. “Oy Trabzon Trabzon yaşa şanınla yaşa, Şampiyon yazacaksın yeniden dağa taşa! Oy Trabzon Trabzon yık yeşil sahaları,
35
36
Çık yukarı ezilsin, İstanbul ağaları!” O dönemlerde koyu bir Trabzonspor taraftarı olan Koyuncu bu taraftar kişiliğinin nedenini “Trabzonspor’u tutmak sadece o yörenin çocuğu olmakla açıklanabilecek milliyetçi bir davranış değildir. Benim için Trabzonspor, en güçlülere karşı koyan ve herkesi yenen hayali kahramandı. Öyle bir kahramandı ki statükoyu bile devirmişti.” sözleriyle açıklıyor. Her zaman ezilenin yanında olduğunu dile getiren Koyuncu, katıldığı programlarda Iraklı, Filistinli kardeşlerine selam gönderirken “Savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu anlamak için savaşmak zorunda değiliz.” der. “Şunu fark ettim ki dünyadaki en önemli değer emek vermektir. Çünkü yaşamak demek, emek demek ve kendimi bildim bileli de hep emekçilerin kenarda kalmışlığının, yoksulların yanında olmayı istedim. İnsanlar kolay para kazanmaya başladıkları zaman günde on saat çalışıp evine anca birkaç parça ekmek peynir götürebilecek parayı kazanabilen milyonlarca insanı unutabiliyorlar.” Emeğin önemine her konuşmasında dikkat çeken Koyuncu, insan olmanın, emekçinin yanında olmanın en güzel nedenini belki şu cümlesiyle kanıtlamıştır: “Emeğe saygı göstermek lazım, yaşayan her şeye saygı göstermek lazım. Ve herkesin bir hikayesi olduğunu bilmek lazım.” Kısacık ömrüne bunca şey sığdırmaya çalışırken, çocukluğunda ellerini açıp başını kaldırdığında gökyüzüne, yüzünü yıkayan yağmurların, kokusunu burnuna çeke çeke içtiği annesinin topladığı çayların onu hasta edeceği aklının ucundan bile geçmemişti. Ölümün iki dudak ve bir çay bardağı arasında olduğu kimin aklına gelirdi ki? 86 yılında Çernobil faciasının Ukrayna’dan getirdiği yağmurlarda ıslanan Kazım, 2004 yılında tanımı çok belli olmayan bir kanser türüne yakalandı. “Çok fiyakalı bir hastalığa yakalandım baba, hiç dert etmeye gerek yok.” dese de artık hayatında birçok şey değişmişti. İsyan ediyordu, her zaman olduğu gibi bu sisteme isyan ediyordu. “Üst yapıda zekâ sorunu olduğunu düşünüyorum. Yani yapacakları bütün hesaplar, provokasyonlar vs. bir zekâ taşımıyor. Zekâ taşısa, toplum yine ilerleyecek. Yani bizim komplo teorilerimiz, tuhaf işlenen cinayetlerimiz vs. zekâ taşımıyor. Üst yapıda zekâ olmayınca oynanan oyunlar da çocuk oyunu gibi oluyor ama çocuklar ölüyor.” Kameralar önünde çay içerek poz veren ANAP’ın kurucularından eski Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral, çaylarda radyasyon olmadığını gönül rahatlığıyla içilebileceğini söyledi. Cahit Aral’ın da kanserden öldüğüne dair söylentilerin gerçekliği var mıdır bilinmez ama Kazım bu hareketin açıklanamaz bir suç olduğunu şu sözleriyle dile getirir. “Bu bir zekâ sorunu değil, zeka sorunu var da bu bir suç. Ve bunu kimse anlamadı. Bunlar kötü niyetli insanlar. Çıkıp televizyonda çay içmek yerine erken teşhisler için rehabilitasyon merkezleri açılsaydı, hastaneler açılsaydı, yüzler ölmezdi. Türkiye’de bilgi sorunu yok, ciddi bir sistem sorunu var. Bilgi işe yaramıyor. Türkiye’de kanser olmayı boş verin, hasta ve insan olmak zor.” “Dünyada bir yerdeyim ben, Yol kenarlarındaki su birikintilerindeyim. Yerim yurdum yoktur benim, Sadece, gökyüzünü göreyim.’’ Konser vermek yerine dinlenmesi gereken
Koyuncu, doktorlarının sözünü dinlemek yerine onu mutlu eden şeyi yapmaya devam etti. Müziğine hiç ara vermedi. Saçları döküldükten sonra taktı başına beresini yine çıktı sahneye. Umudunu hiç kaybetmedi. Duygulandı zaman zaman sahnede, “Şimdi bir şeyler söylemek yerine şarkı söyleyeceğim yoksa kelimeler boğazıma dizilecek” dedi. Şarkılarını söyledi, horonunu oynadı. Sistemi devrimci kişiliğiyle en ince ayrıntısına kadar analiz eden Kazım, sistemin onu öldürdüğünün farkındaydı. “Politika başından sona bir yalan ve çok açık söylüyorum, politika elbette olacak yani sonuna kadar birileri yönetecek de bu elbette var ya hani kader gibi her zaman durduğu için karşımızda, o noktadan itiraz ediyorum. Durmak zorunda değil. Eee, ben reddedeyim, sen reddet. Hedef iktidarsa, hedefte sen varsın, ben varım. Seni yok edebilirler, beni de yok edebilirler. Kimin umurunda yani?” Yaşama sevinci, müzik aşkı sayesinde hastalığa aylarca direnen, sevenlerinin deyimiyle Dina K’aki[5] hastalık ses tellerini etkilemeye başlayıp şarkı söylemesine engel olunca umudunu yitirmeye başladı. Umudunu yitirdikçe, yaşama sevinci çekildi bedeninden ve yaşama sevinciyle birlikte de tüm yaşamı. O hayatını kaybetse de yaptıklarıyla, söyledikleriyle, yazdıklarıyla, gerçek bir devrimci gibi, yaşamının her anıyla bizlere örnek oldu. Bir gün nasıl bir halk otobüsünde çıkabildiyse karşına, başını göğe kaldırdığında bulutların arasından yahut yere eğildiğinde başın bir su birikintisinden bakabilir sana. Şair ceketli, kumral çocuğun yaz öyküsü elbet burada bitmedi. Sayısını bilmediğim belki binlerce kumral çocukta yaşıyor hala. “Bu arada, hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Don Kişotlar’a, ateş hırsızlarına, Ernesto “Che” Guevara’ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölenöldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya.”
Avaşîn
Dipnotlar: [1] “Özgürlük ve Aşk” [2] Ben bir adamım / Erken sabahlarda yarım akıllı / Sen uykusuz bir çocuksun / Ölümle beşik kertmeli / Diyorsun: “Yaşam ne kadar yakınsa ölüm de o kadar yakın.” [3] ‘Hayde!’ diyeceksin Ernesto gibi / “Gidelim, yıldızların çok olduğu bir gökyüzünün altına.” [4] Lazca Denizin Çocukları anlamına gelmektedir. [5] Dina K’ak’i, Kazım Koyuncu’nun kardeşi, Niyazi Koyuncu’nun ona taktığı bir isimdir.
Devrimin ozanlarını saygıyla anıyoruz
Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Orhan Kemal; Selanik’te, Diyarbakır’da ve Adana’da, doğarlar. Şairdirler, romancıdırlar, oyun ve anı yazarıdırlar aynı zamanda. Biri Diyarbakır Lisesi’ni bitirebilir zorluklar içinde, bir diğeri yarıda bırakmak zorunda kalır ortaöğretimini. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’nde okurken biri, Moskova’ya gider ötekisi, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde Siyasal Bilimler ve İktisat okumak için. İşbu üç sanatçı aynı zamanda işçidirler. Kafa emeği ile kol emeğini ayırmıyoruz ama, onlar kafa işçisinden önce kol işçisi olmuşlardır. Belki daha iyi tanımak için toplumu var edenleri, belki açlığın zorluğundan-zorunluluğundan. Bulaşıkçılık da yaparlar matbaa işçiliği de, amelelik, ırgatlık ve hamallık da. Çırçır fabrikalarında çalışarak tanırlar işçi sınıfını, onun bağrında büyütürler sanatını. İşbu üç sanatçı yoksul kesimin, işçilerin, öğrencilerin, dolmuştaki adamın yaşamını anlatan şiir, öykü ve romanlar yazıp insan-toplum ilişkisini gerçekçi bir dille yansıtmışlardır. Eserlerinde hep ezilen insandan yana olup onların kardeşliğine vurgu yapmışlardır. Yukarda bahsettiğimiz sanat algısıyla hareket eden işbu üç sanatçının eserleri ise, değişik alanlardaki sanatçılar arasındaki güçlü etkileşimlere sebebiyet vermiştir. Sanatçıların birçok şiiri farklı kişilerce bestelenip toplumun birçok kesimi tarafından kabul görmüştür. Bunlara birkaç örnek vermek gerekirse: Onlar ki - Ruhi Su; Ay Karanlık (Maviye çalar Gözlerin) Hasretinden Prangalar Eskittim - Ahmet Kaya; Karlı Kayın Ormanı - Zülfü Livaneli; Seviyorum Seni - Onur Akın; Adiloş Bebe - Grup Yorum; Güzel Günler Göreceğiz - Edip Akbayram;
Dağlarına Bahar Gelmiş Memleketimin - Rahmi Saltuk; Ceviz Ağacı - Cem Karaca; De Be Aslan Karam - Grup Ekin; Bu Memleket Bizim - Grup Yorum. Şiir ve tiyatronun yanı sıra sinema sanatı da yoğun bir şekilde beslenmiştir. Nazım Hikmet, Ahmet Arif ve Orhan Kemal’in eserlerinden: “Arkadaş” filminde “Terketmedi Sevdan Beni” şiirini dinleriz Yılmaz Güney’in ağzından. Kızılırmak Karakoyun adlı eserden uyarlanan aynı adlı filmde yine Yılmaz Güney vardır perdede. Tuncel Kurtiz’in başrolde olduğu “Bereketli Topraklar Üzerinde” adlı romandan uyarlanan aynı isimli Erden Kıtal filmi ise Çukurova’daki pamuk işçilerin durumunu anlatır. Yerelde ve uluslararası düzlemde birçok başarıya imza atan bahsi geçen eserler, komünist dünya görüşünün taşıyıcısı ve aktarıcısı olduğu için eserlere hayat veren sanatçılar tüm yaşamları boyunca düzenin baskılarına maruz kalmışlardır. Şiirleri yasaklanmıştır ve yazdıkları yüzünden yaşamları boyunca birçok davadan yargılanmışlardır. Defalarca tutuklanıp yaşamlarının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmek zorunda bırakılmışlardır. Tüm bu saydıklarımızın yanında onları ortaklaştıran son birşey daha vardır: Üç sanatçı da Haziran ayında aramızdan ayrıldılar. Bu üç devrimci sanatçının önünde bir kez daha saygıyla eğiliyor, onlara en içten selamımızı -nitelik olarak onların eserlerinin çok gerisinde de olsa- bir şiirle gönderiyoruz: Yılmayana Çürük toprağı sevip bayat suya âşık ağaçlar Yaşken değil yaşlandıkça eğilirken; Suyu kaynaktan, güneşi cepheden alanlar Kökünü daha derine salıp olgunlaşırmış.
İşbu üç sanatçı yoksul kesimin, işçilerin, öğrencilerin, dolmuştaki adamın yaşamını anlatan şiir, öykü ve romanlar yazıp insan-toplum ilişkisini gerçekçi bir dille yansıtmışlardır. Eserlerinde hep ezilen insandan yana olup onların kardeşliğine vurgu yapmışlardır.
37
Ne yapacaktı ki Berkin? Bu kan ve zulüm düzeninin işkencecilerinden, istihbaratçılarından yüzünü saklamayacaktı, öyle mi? Peki sizler; yüzünüzdeki din, iman, vatan, millet, bayrak maskesi ile neyi saklıyorsunuz. Aynı sınıfa mensup olduğunuz burjuvalara hizmetinizi, emperyalizme kulluğunuzu mu?
38
Tayyip Erdoğan, AKP’nin 22. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı’nın gerçekleştirildiği Güral Otel’de yaptığı kapanış konuşmasında, sözlerini Berkin’in cansız bedenine sapladı. Dedi ki Erdoğan; “İstanbul’da yatıyorlar kalkıyorlar Berkin Elvan. Yüzündeki maskesi, sapanı, cebinde patlayıcılar. Ama kalkıyor bakıyorsun, malum medya ekmek almaya giderken… maskeyle mi gidilir, patlayıcılarla mı gidilir? Her şey ortada.” Ne yapacaktı ki Berkin? Bu kan ve zulüm düzeninin işkencecilerinden, istihbaratçılarından yüzünü saklamayacaktı, öyle mi? Peki sizler; yüzünüzdeki din, iman, vatan, millet, bayrak maskesi ile neyi saklıyorsunuz. Aynı sınıfa mensup olduğunuz burjuvalara hizmetinizi, emperyalizme kulluğunuzu mu? “Elinde sapanı” diyor ve çarpıtarak devam ediyor, “cebinde patlayıcılar var.” Ne bekliyordunuz? Adlarını anarak kirleteceğinizi sandığınız Denizler’in devrimci yaşamlarını örnek alarak büyüyen Berkin gibi çocuklar, sizler ve sizin çocuklarınız gibi çaldıkları ve sıfırlayacakları paraları mı taşıyacaklardı? “Ekmek almaya giderken… maskeyle mi gidilir?” diye cevabını bilerek soruyor Erdoğan. Haklı bir dava için dövüşürken bile, yoksul çocuklarının ailesinin yiyeceği ekmeği düşünmesini elbette anlayamaz onlar. Ekmek, burjuva sınıfa mensup olanların değil, sadece yoksulların en temel besin maddesidir. Zaten Berkin’in mensup olduğu sınıfın beklediği, “gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan” o “gül ve hürriyet günlerinde” bir de “ekmek” vardır. Ve evet, öyle bir terör estirdiniz ki, gaza boğduğunuz Haziran günlerinde insanlar “ekmek” almaya bile “maskeyle” gittiler. Doğrudur, “her şey ortada!” Sizin çocuklarınızın gemiciklerini, “sıfırlayacakları paraları” koruyan tam teçhizatlı katil sürülerinin olduğu bu düzende, elbette emekçi çocuklarının “yüzünde maskesi, elinde sapanı” olacak.
Hepiniz oradaydınız
Erdoğan konuşmasını şöyle sürdürüyor: “Üç genç idam edilirken, 12 Eylül döneminde idam yapılırken, hukuk çiğnenirken, bunlar ve bunların zihniyeti hep oradaydı. 1 Mayıs 77’de işçiler ölürken de oradaydılar.” Kastettiği CHP... Doğru, bu düzenin sebep olduğu tüm tarifsiz acılarımızda, CHP’nin de diğerleri kadar payı var. Peki Erdoğan gibilerinin geçmişini, bu gibi insanlık suçlarından hangi haklı neden alıkoyabilir? Hepiniz oradaydınız, yaşadıklarımız tanıktır. 16 Şubat 1969 günü devrimciler, 6. Filo’ya karşı yürürken, mensubu olduğunuz Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) de Kanlı Pazar’ı tertipliyordu. 16 Şubat günü gazeteleriniz “Kızılları boğmanın vakti geldi”, “Ya tam susturacağız ya kan kusturacağız” manşetleri atıyordu. MTTB içinde Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç, Mehmet Ali Şahin, Cemil Çiçek, Beşir Atalay, Abdülkadir Aksu, Hüseyin Çelik, Ahmet Davutoğlu, Numan Kurtulmuş, Fehmi Koru, Abdurrahman Dilipak, Osman Pepe, Necati Çetinkaya, Kadir Topbaş’ın olduğunu unutturabileceğinizi mi sandınız?
Hiçbirinizin durduğu yer değişmedi
Bu düzende işlenen insanlık suçlarında “devletin bekasını” savunan tümünüzün suçu var. Ne yaparsanız yapın ortaksınız. Ellerinizde birlikte akıttığınız insanların kanı var. Son olarak Erdoğan’ın konuştuğu saatlerde, bir suç da Van’da işlediniz. 10 yaşındaki bir çocuk, polisin attığı gaz fişeğinin boğazına gelmesiyle yaralandı. Birlikte işlediğiniz tüm suçların hesabını yine birlikte vereceksiniz.