Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'ani Dayanakları... DİVANI
MEHMET ALI EKIZ January 1, 2006 Authored by: dshine
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... DİVANI
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları...
".....Ey Talip ! Tanrı'nın bu sözünü anlayıp inanan, ehli inkâr olmaz. Çünkü bir kişi Ehlibeyt'i inkâr etse haleti nezdinde dünyadan imansız gider. Hz şahlar Şahı buyuruyor ki ; Bir kişi Hakka Ermez, Ta ki delili Pir'ler olmayınca, Pir'ler Ehli Marifettir. Bu dünyada cahil emel, ahireti Pirlerinden öğrenmek gerekir...." Virani Risalesi (DİVANI)
Degerli Canlar... Kur'an-ı Kerim'de,
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
"...Ey iman edenler! Allah karşısında takvaya sarılın ve ona varmak için vesileler arayın, vesileyi kullanın..." (Maide suresi 5/35) denmektedir..
1
" ...Kendi yüzünü görmek için bile bir aynaya muhtaç olan insan, iç yüzünü görmek için gönlü Hakk'la cilalanmış bir rehbere nasıl muhtaç olmaz. Bir hadiste ise, "Mümin, Müminin aynasıdır" denilmektedir. İnsanın mürşit aynasında kefş edeceği yine kendisidir. Mürşit sadece vesilesidir. Vesilenin meydana gelmesi ise, Ancak Allah'ın inayeti iledir. Çünkü bütün varlıkların çıkış yeri Allah'ın zatından başka bir yer değildir. (Bektaşi Erkannamesi'nden) " "... Sana bağlılıklarını bildirenler, Allah'a bağlılıklarını göstermiş olurlar: Allah'ın eli onların elleri üzerinedir. O halde, kim ahdini bozarsa yanlızca kendi alehine bozmuş olur. Ve kim Allah'a karşı taahüdüne uyarsa, Allah ona büyük bir ödül ihsan edecektir. ( Fetih Suresi 48/10)" İMAM CAFERİ SADIK'IN BUYRUĞUNDA PİRLİK MAKAMI VE TALİPLİK
PİRLİK VE TALİPLİK ***Ezelden hırka ve meftul ve irşad ve tövbe ve pirlik ve seccade bunun cümlesi Şahı Merdan Ali’ye gelmiştir. Şimdi sah evladı ve nesli olmayan kimseye pirlik etmek caiz değildir. Evlad-ı Muhammed-Ali’den ola ki pirliği caiz ola. İlmi ile iş yapa. Dört kapı, kırk makamdan on iki erkândan , on yedi kemerbestten, üç sünnetten, yedi farzdan, bir şarttan, meşayihi kübra ilminden haberdar ola. Ve tarikat ile otura, dura ki hakikat ile yola vara ki pirliği caiz ola. Çünkü talip ve yol mürşidindir...." ***Ve talip dahi öyle ola ki rehbere ve müsahibe kail ola ve dahi bir talip rehberinin ve müsahibinin nüfusun tutmasa ve buyurduğuna gitmese ol talip, talip olamaz, kalıp olur. Onların ikrarı caiz ve kurbanı kabul değildir. Yedi Tamunun kapısı ol kimselere açıktır. Ve Sekiz Uçmak kapısı onlar için bağlıdır.
Ve İmam Cafer Sadık Hazretleri bir kavilde, öyle buyurmuştur ki, cemi yol ehli olan pir ve talip ola. Bir pir, talibi irşad eylemese ve talip de irşad olmasa o nasıl pir olur. ."..Ve dahi talip de pirin sözüne kail olmadı, rehbere ve müsahibe kail olmadı ve teslimi rıza kapısında olmadılar, tarikatı, hakikâti hal bilmediler; yoldan erkândan dışarı çıktılar. Ol taliplerin ikrarları caiz olmaz. Ol kimseler tarikatte ve hakikatte dönek sayılır Eğer, evladı Resule ikrar getirmeyip biat kılmayan ve iradet getirmeyen, gerek pir, gerek talip her kim olursa olsun; yedikleri haram ve yudukları murdar, ikrarları caiz değildir. Tacı delik, tarikatta dönek, yüzleri karadır. Erkâna, tarikata ve hakikata sığmazlar. Zira ki evladı Resulden reddolmuşlar ve hem onlar sermayesiz kalmışlardır. Evladı Resule biat kıldığı zaman serçeşmeye ermiş ola...."..." PİR OLAN NELER BİLMELİ
İmam Cafer Sadık Hazretleri buyurur ki: 1-Pir olan kimseler kamil olalar. Dört kapı nedir,bileler. 2-Evvel şeriatı, ikinci tarikatı, üçüncü marifeti, dördüncü hakikâtı bilmek gerekir ki bunlar nereden geldi, neden hasıl oldu, aslı nedir, bunların edebi nedir, udu nedir, hayası nedir, erkânı nedir, tövbesi nedir, farzı nedir, sünneti nedir, nafilesi nedir ,işlemesi nedir, bunları bile.
Degerli Canlar.. Alevi-Bektaşilikte Ayin-i Cem'lerde ikrar verirken, Pire niyaz... ve Pir huzurunda ikrar verme yukarıdaki Ayeti Kerime'ye dayanır... (Niyaz ise, bir başka değişle Dede-Baba'nın yada mürşidin önünde eğilmek) Burada ki eğilme, mürşitte tecilli eden Hakk'adır, yoksa kendisi de fani olan bir bedene değildir. Bu Alevi- Bektaşi inancında "El Ele, El Hakk'a" desturuyla bilinir.. Burada şunu da belirtmek gerekir ki buradaki Pir ya da mürşitler... 12 İmam nesli Ehl-i Beyt Dede-Baba'larıdır... Secere-i Nur zinciri soyu Ehl-i Beyt'e dayanmayan dede-baba önünde niyaz olunmaz... Savm-ı salat ü hac sanma biter zahit işin, İnsan-ı kamil olmaya lazım olan irfan imiş. Mürşit gerektir bildire hakk'ı sana Hakk'el yakin, Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş. Her mürşide dil verme kim kimi yolunu sarpa uğradır, Mürşidi kamil olanın gayet yolu asan imiş (Niyazi Mısri) Evliyadan gelen kelam,
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
3-Şimdi, pir olan kimselere gerekir ki şeriat gemisine gireler, tarikat denizinde yüzeler, marifet dalgıcı olup hakikat incisine erişip çıkaralar. Onun üzere amel edeler ki onların ikrarları caiz ola...."
2
Okunan Kur'an değil mi? Gerçek evliyanın sözü Sureyi Rahman değil mi? (Kaygusuz Abdal) Dedelik Makamı hakkkında Bu özlü bilgileri verdikten sonra .. dede'liğın olmazsa olmazları üzerinde durmak istedim... 1-Dede Tarikatın en ulusudur... Görev itibariyle Muhammed ile Ali'yi, Pir Hacı Bektaş-ı Veli'yi temsil edendir. 2- Ol kimseler adına ikrar alan ve nasip verendir 3- Dede-baba'nın olmazsa olmaz koşulu Nesli-Saada olmasıdır... yani seyid olması diğer bir değişle Hz. Muhammed ile Hz. Ali'nin soyundan olmalıdır.. Nitekem Kur'an-ı Kerim'de "... Peygamber ve emir sahiplerine itaat, Allah'a itaattir" (Nisa Suresi, 59, 69, 80, Maide 92) Burada bahsedilen "Emir sahipleri" Peygamber'in vekili ve Nübevvetin devamı olan "İmamet" Aliel Mürteza ve sonrasında gelen 12 İmam'lar ve onların soyundan gelen seyid Dede-baba'lardır.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
4- Dede-baba'lığın diğer bir şartı ise "ARINMIŞ" olmasıdır. dede-baba'lık makamını bir çıkarı amacı için kullanmaması, Toplumun çıkarlarını koruması ve kollamasıdır.. Diğer bir değişle nefsine hakim olmasıdır. kendi öz nefsi için çalışmaması, dünyevi isteklerinden arınmış olması ez-cümle.. "Ölmeden ölmek" makamına erişmesi gerekir.
3
5- Dede-baba evvel emirde.. 4 Hakk kitabını bilmeli, Dört Kapı Kırk makam sırrına ermelidir.. Tasavvuf tabiriyle söylersek... ilim sahibi olmalı "İlmel yakın" ve hakkı görmeye "Aynel yakın" yani Hakk içinde eriyip yok olmaya, Hakk ile Hakk olmaya "Hakkel yakın" olmalıdır... İmam Cafer Buyruğuna göre: Dede-baba'lık postuna, Ehli Beyt neslinden olmayan oturamaz... Hakk-Muhammed-Ali adına İkrar ve Biat alamaz... Muhammed-Ali soyunda nasibi olmayana yapılan ikrar ve biat haramdır... Bu ez Cümle Kur'an Emridir... Kur'an-ı Azimüsan Buyuruyorki... " Deki; Ben bu tebliğime karşılık sizden Allah'a ve Ehl-i Beyt'ime sevginizden başka bir şey istemiyorum.." Yani ez-cümle Peygamber'in ümmetinden istediği tek şey; soyuma sahip çıkın! Ben Peygamber'im nübüvvet bende biter... Benden sonra vasiim ve halifem, nübüvvetin devamı benim soyumla olacaktır.... Benim adıma ikrarı biatı'da benim soyumdan gelen imamlar gerçekleştirecektir. diyor... Allah hepimizi..." Doğru bildiği insanların yoluna iletsin yanlış bildiklerinin, yoldan çıkanların, s
apıkların değil..." Bizler Halaci Mansurun ,Nesiminin,Dersi oluruz QNEL HAKK DERIZ;Vede Darina duruz, Mürşütten bizlere feyzi ilahi Erişti de gördük Hak Didarını Sonsuz ferraşına düşer billahi Enel Hak deyüp de çeken darını Terkedüben külli vardan geçenler Helalini haramını seçenler Pir elinden dolu bade içenler Verir cananına külli varını Zümrei Naciden al feyzi ilham Olagör yolunda kemleri gülam İkrara düşenler kalırlar müdam Kalbinle açıkla bahtı yarini
Daimi'yi fehmet Hak ile Hak'tır Sülbi mevalidir kemliği yoktur Bu yollarda uğru harami çoktur Enginlerden yürüt ol katarını.
2. Enel Hak Diyenler Dara Dolaştı Ömrüm baharının gülşen çağında Gönlüm bir cefakar yara dolaştı Goncalar açılmış yarin bağında Gönül bülbüllerim hara dolaştı Bu imiş aşıkın bahtı karası Açılmaz tabibe gönül yarası Bir an tutuşunca aşkın çırası Döndü pervanemiz nara dolaştı Daimi'yim gitti dostların göçü Elem ile doldu gönlümün içi Hallac'ı Mansur'un ne idi suçu Enel Hak diyenler dara dolaştı.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Kendine nevsini eyleme rehber Akibet yolunda olur bir ejder Gayen bu esrare ermekse eğer Teslim ol pirine bil ecvarını
4
Hak İle Hak Olan Bir Cana Vardım Erenler babında içtim bir dolu Hakikatli ulu meydana vardım Mümin müslim hepsi sürer bu yolu Bendine bend olup erkana vardım Ben bir bezirganım her ilde gezmem Her olur olmaza metanım çözmem İlme hizmet edip okuyup yazmam Hak ile Hak olan bir cana vardıım Mürşüdüm emretti çırağım yaktım Açtı can gözümü didara baktım Katre olup her dem engine aktım Dürrü meknıın saçan bir kana vardım Bu bir sırrı haktır erebilene Hakikat gülünü derebilene Hak bendedir benim görebilene Enel Hak deyuben urgana geldim
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Ey Daimi ne ustasın malın var Arı gibi her çiçekten balın var Hümdülillah edep erkan yolun var Kırkların Cemi'nde Selman'a vardım.
5
Bakin bizim ozanlarimiz ne Demis Sayin Dede baba.
Hak İle Birlikte Bir Oldu Gitti Hakikat rumzundan mana seçenler Hak ile birlikte bir oldu gitti Pirler meydanında serden geçenler Karıştı katere nur oldu gitti Evvela Kur'anı enzal eyledi Onun manasını cim dal eyledi Ademi kendine timsal eyledi Noktayı gönülde sır oldu gitti Marifet mülküne göçemeyenler Helal haramını seçemeyenler Gözünü gafletten açamayanlar
Hakkın dergahından dür oldu gitti Münkürün delili nevs emmaredir Bir menzil alamaz o avaredir Ol Ulu Divanda yüzü karadır Yeri tamu ile nar oldu gitti Daimi'yim minnetim var Hazrete Fehmeyle nevsini düşme gaflete Çek postunu yat köşeyi vahdete Şimdiki insanlar şer oldu gitti...>>
Her Aşık İçemez Kevserimizi Şol alem üstünde mahi tabanız Ama olan görmez enverimizi Aşıklar bezminde kutbu devranız Her kişi alamaz gevherimizi
Meftunem sevdiğim kaşında yaya Cemalin benziyor gökteki aya Yüzümüzü sürdük ol haki paya Hamdülillah bulduk rehberimizi İlmi hakikate amil olanlar Farkeyler bizleri kamil olanlar Surette görüşür cahil olanlar Fakat görmez gizli peykerimizi Daimi özümü Mansur eyledim Küfrü delaletten menfur eyledim Gönül sarayını mamur eyledim Kadem mehman ettik serverimizi.
Külli Vardan Geçmeyince Her kişi aşık olamaz Pir dolusun içmeyince
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Almak isterisen eğer bir murat Bağlan pendi yare eyleme inat Kimin abat eyler kimini berbat Her aşık içemez kevserimizi
6
Arasa didar bulamaz Külli vardan geçmeyince Ta ezelden adetimiz Yare yar muhabbetimiz İzhar olmaz vahdetimiz Hakikate göçmeyince Aşık olan ar mı eyler Şol alemde kar mı eyler Sefil bülbül zar mı eyler Gonca güller açmayınca Helal karım haram yemem Yolumda kemlik eylemem Her kişiye beli demem Müşkülümü seçmeyince Daimi'yim der erilmez Bu sır ağyara verilmez Meydanda Pazar görülmez İnci gevher saçmayınca.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Mademki Ben Bir İnsanım
7
Kainatın aynasıyım Mademki ben bir insanım Hakkın varlık deryasıyım Mademki ben bir insanım İnsan hakta hak insanda Arıyorsan bak insanda Hiç eksiklik yok insanda Mademki ben bir insanım İlim bende kelam bende Nice nice alem bende Yazar levhi kalem bende Mademki ben bir insanım Bunca temenni dilekler Vız gelir çarkı felekler Bana eğilsin melekler Mademki ben bir insanım Tevrat'ı yazabilirim İncil'i dizebilirim
Kuran'ım sezebilirim Mademki ben bir insanım Enel Hakkım ismim ile Hakka erdim cismim ile Benziyorum resmim ile Mademki ben bir insanım Daimi'yim harap benim Ayaklarda türap benim Aşıklara şarap benim Mademki ben bir insanım.
Arap ve şii islam anlayışında görülmeyen ancak Alevi-bektaşi islam terminolojisinde görülen "DEDE" ve "BABA" kelimelerinin aslı "ATA" kelimesinden gelir..
Türkler içerisinde tasavvuf akımının yayılmasıyla; bu tür nitelikte olan kişilere, şeyh ve dervişlere, "ATA" lakabıyla birlikte "BABA" da denilmeye başlanmıştır. Böylece asya coğrafyasında ve Şamanilik döneminde "ATA" adı, Anadolu coğrafyasına yerleşme ve İslamileşme döneminde "BABA" adına dönüşmüştür. Kısaca, Anadolulaşma ve İslamileşme dönemi olan bu ikinci evrede "BABA" , "ATA"nın yerini almış ve onun yerine kullanılmıştır. Yeseviliğin içerisinde yetişen ve Harzem-Türkistan bölgesinin önemli Alevi-Bektaşi Erenleri yada Horasan Erenlerinden olan; Çoban Ata, Hakim Ata, Zengi Ata ve Mansur Atalar... tümüyle "ATA" adıyla anılmışlardır. Anadolulaşıldıktan sonra "ATA", "BABA"ya dönüşmüştür. Örneğin Mansur Ata, Anadoluda Baba Mansur adıyla bilinmekte ve anılmaktadır. Baba Mansur'un Asyada iken adı Mansur ATA olup... oradaki kaynaklarda Mansur Ata olarak anılmaktadır... Anadoluda ayrıca bir süre sonra Türk ve Türkmen boyları İslamiyetle birlikte dini ruhani lider anlamına gelen "BABA" ile birlikte aynı anlamda "DEDE" sözü de kullanılacaktır.... örneğin "DEDE KORKUT" islamiyet sonrası Türklerin kutsal hüvviyet taşıyan önderlerine verdikleri isimlere örnek gösterilebilir...
(Kaynak: Ata ve babaya ilişkin geniş açıklamalar için bkz. Fuad Köprülü: Ata İslam Ansiklopedisi, C. I: s. 711 ) Degerli Can, Öncelikle elbetteki farklı görüşler olacak, Herkesin düşüncesine saygı göstermek mecburuiyeti vardır... Bende Bu bağlamda kendi düşüncemi, belirteyim... 1- Öncelikle, dede yada baba, Ehli-Beyt neslinden olmalıdır... Ehl-i Beyt'en gayrısına biat verilmez..
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Ata kelimesi eski ve yeni Türk lehçelerin de "BABA" anlamında kullanılmış olup soy anlamına da gelmektedir... Eski Türk'lerde ve Horasan'da halk arasında saygınlığı olan dahası kutsallık kazanmış kimseler "ATA" adıyla anılırdı... eski Türk Oğuz efsanelerinde geçen "Korkut Ata", "İRKİL ATA", buna örnek gösterilebilir...
8
önünde secdeye varılmaz.. 2- Ehli Beyt'e tabi olma, Kur'an'ın emri, Peygamber'in sünneti, İmam Cafer-i Sadık'ın Buyruğudur... ve Bu konudaki Kur'an emri nedir?
"... Peygamber ve emir sahiplerine itaat, Allah'a itaattir" (Nisa Suresi, 59, 69, 80, Maide 92) [/color] Peki bu emir sahiplerinden kimler anlaşılmalı, Kur'an-ı Azimüsan Buyuruyorki... " Deki; Ben bu tebliğime karşılık sizden Allah'a ve Ehl-i Beyt'ime sevginizden başka bir şey istemiyorum.." Kur'an açık açık, Ehl-i Beyt'ine sevgi ve bağlılık istiyor, Kur'an evvel ve Ahir olan değil mi* Kur'an ın bu hükmünü, sadece, Hz. Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatıma olarak algılarsak, sonrası Ehl-i Beyt değildir dersek, 12 İmam 'ı ne yapacağız.. Onlar Ehl-i Beyt değil miydi.. yine ayeti sadece, Pençe-i Ala olarak algılarsak, Ayet acaba hükmünü yitirmiş, ayetlerden midir.. Ve bu Ayet günümüzdeki, Evlad-ı Resul dedeleri pirleri kapsar mı kapsamaz mı?
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Ben, Kapsadığını düşünüyorum, Ve Bundan sonrası için, Hz. Muhammed'den be İmam Caferi Sadık'tan, delil Getirelim...
9
Peygamber bu haberi aldığında, sel sularından oluşmuş bir gölün etrafına varmıştı... Bu gölün adı Humm'dur. Bu nedenle buraya Gadir-i Humm Türkçe'siyle Humm Gölü denir... Peygamber burada ibadet ve ayet'in duyurulması için mola verdi. Gün öğlen vakti idi yakıcı bir sıcaklık vardı... Hz. Peygamber... Veda Hac'ından sonra...Medineye doğru kalabalık bir toplulukla ilerliyordu( Zilhicce ayının 18. günü idi)... Bu sırada Cibril-i Emin gelir. ve ayet nazil olur... ".... Ey Peygamber! Allah'tan sana indirilen emri bildir! Şayet bu emri bildirmezsen elçikiğini eda etmemiş olursun ve Allah seni insanların şerrinden korur! Allah küfre batmış topluluğa kılavuzluk etmez." Maide suresi 67. ayet) Peygamber, kendisi için deve hamutlarından yapılan yüksek bir yere çıkar ve yanına Hz. Ali'yi alır... Herkesin O'nu görebilmesi ve duyabilmesini ister. Peygamber Efendimiz Allah'a hamd ve sena ettikten sonra... Hz. Ali'nin Vasi ve velayetini İlan eder... ve akabinde, gerek sünni gerek şii ve gerekse alevi-bektaşi herkesin, doğruluğuna şüphe getirmediği, aşağıdaki Hadis-i Şerifi söyler, Hz. Muhammed (sav.): "..... Ey insanlar! Ben sizleri Kevser havuzunun başı ucunda bekleyeceğim! Bu havuzun genişliği
Busra (Şam'a yakın bir yerin adı) ve San' (yemendeki şehir) arasındaki mesafe kadardır! Bu havuzun etrafında yıldızların sayısı kadar kadeh vardır. Sizin aranızda bırakacağım değeri ağır iki emanete karşı tutumunuzu göreyim!.. Toplum arasından iki kişi ayağa kalkarak şöylke dedi: " Bu değeri ağır olan iki emanet nedir? Peygamber: " Emanetlerin biri Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerim'dir. Bir tarafı şanı yüce ALLAH'ın elinde ve Öbür tarafı sizin elinizdedir. Diğer emanetim ise... EHL-İ BEYT'imdir! İkisine tutunursanız asla yoldan
ve haberdar olan Allah bana, iki emanet husunda; İkisinin bana Kevser havuzuna ulaşıncaya kadar asla birbirinden ayrılmayacaklarını bildirdi!... Aksi takdirde yok olup gidersiniz!.. çıkmazsınız... Latif
Peygamber'in ümmetinden istediği tek şey; soyuma sahip çıkın! Ben Peygamber'im nübüvvet bende biter... Benden sonra vasiim ve halifem, nübüvvetin devamı benim soyumla olacaktır.... Benim adıma ikrarı biatı'da benim soyumdan gelen imamlar gerçekleştirecektir. diyor... Degerli can, Ehl-i Beyt'e tabi olunmasını, ve Bu tabi olmanın, Kıyamete kadar sürdürülmesini Allah ve peygamber emrediyor... Sizce yoruma açık değil mi? Şüphe ve tereddüte gerek var mı?
Peki, İmam Caferi Sadık Ne Buyuruyor... Ezelden hırka ve meftul ve irşad ve tövbe ve pirlik ve seccade bunun cümlesi Şahı Merdan Ali’ye gelmiştir. Şimdi
sah evladı ve nesli olmayan kimseye pirlik etmek caiz değildir. Evlad-ı Muhammed-Ali’den ola ki pirliği caiz ola. İlmi ile iş yapa. Evladı Resule ikrar getirmeyip biat kılmayan ve iradet getirmeyen, gerek pir, gerek talip her kim olursa olsun; yedikleri haram ve yudukları murdar, ikrarları caiz değildir. Tacı delik, tarikatta dönek, yüzleri karadır. Erkâna, tarikata ve hakikata sığmazlar. Zira ki evladı Resulden reddolmuşlar ve hem onlar sermayesiz kalmışlardır. Degerli Can... son olarak şunu söylemeliyim 1 - Dede ve babalar kesinlikle Evlad-ı Resul yani Soyu Hz. Muhammed'e dayanmalıdır 2- Ancak dede olmak için tek başına soy yeterli değildir.. dede yada baba olmak için bir önceki mesajda değindiğim Olmazsa olmaz şartlarında yerine gelmesi gerekir..
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Peki hepimiz İmam Caferi sadık'ın Buyruğuna tabi değil miyiz.. Yolumuz Erkanımız İmam caferi sadık'ın Buyruğu üzre değil mi? Buyruğu inkar edersek, Alevilikten Geriye ne kalır..
10
"... Peygamber ve emir sahiplerine itaat, Allah'a itaattir" (Nisa Suresi, 59, 69, 80, Maide 92)
Yukardaki ayet'te gecen "Emir sahipleri" ifadesi iki Türlüdür.. 1- "Emir Sahipleri" hükmü, Dünyevi işleri ilgilendiren yani ülke yönetimi, hukuk ve sosyal yaşam gibi işlerde, halkın kendi seçtiği, kendi içinden çıkacak yöneticiler anlamındadır.. Bu bağlamdada, Bu "emir sahipleri" Liyakat kriteri gözetilerek, seçilir Kur'an bunu bu şekilde emreder.. 2- "Emir sahipleri" Hükmünün ikinci anlamı ise, manevi önderlik bağlamındadır,, bu anlamda dini boyutta önderlik, tabiyet yani biat sadece, Evlad-ı Resul dede ve baba'yadır.. Bu alevi-bektaşi islam ekolünde hep böyledir.. Evlad-ı Resul Dede ve Babalar asla ülke yönetmemiş, idare etmemiş, ve bu heveste olmamıştır... aksine nasihat veren, öğütler veren olmuşlardır.. 3- Alevi-bektaşi geleneğinde, hiçbir evliya yada Pir , siyaset ve iktidar hırsı peşinde koşmamış, aksine sadece halkın inançları başta olmak üzere halka yapılan zulümlere, baskılara dur diyebilmek, için halkı uyandırmış, ülke yöneticilerine nasihatlerde bulunmuş, buda olmadığı zaman, halkın gören gözü, duyan kulağı olmuş, baş kaldırmış, isyan etmiştir.. fakat bu haksızlıklar bittikten sonra, Yüce makamına çekilmeyi bilmiştir. (öğüt ve Nasihat manevi Önderlik) Allah için verilen yardım demektir.... Kaynağını Kur'an'ın Enfal suresinin 41.ayetinden alır...
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Doğru ile yanlışın ayrıldığı gün, O iki topluluğun karşılaştığı gün,
11
Kulumuza indirmiş olduğumuza inanın Ganimet, kazanç olarak elde ettiklerinizin Beşte biri Allah'ın, Resul'un ve Ehl-i beyt'inindir. Hem yetimlerin, yolsulların, yolda kalmışlarındır. Resul'a indirdiklerimize İnciniyorsanız, Tanrı herşeye kadirdir, bilmelisiniz. (ENFAL SURESİ-41)
Ocağa bağlı talipler Her sene gelen Dede-baba'larına o yılki gelirlerinin masraf dışında kalan kazançlarının 1/5 'ni verirlerdi...dede'lerce toplanan bu Çıralık /Hakullahlar'ın bir kısmı, ....(Sadece geçimliklerini sağlayacak) kadar Peygamber soyundan gelenlere verilir. Diğer yarısı ise Dergah'a yada Dede-baba evine sığınan muhtaç olanlara, yoksullara, yetimlere, esirlere ve yolda kalmış garip kimselere verilirdi... Osmanlı İmparatorluğu Enfal suresi 41.ayeti uyarınca Hacı Bektaş Veli Dergahına yardım etmiştir. Bu yardımın adı '"Gaziler Hakka'"dır. Bu yardıma özgü olmak üzere 28 Haziran 1363 tarihinde, Sultan Murad Hüdaverdigar zamanında (Penç a yek) beşte bir adıyla bir Ferman çıkarılır.
Çıkartılan bu yasa ile 1826 tarihine kadar -zaman zaman aksamasına rağmen, Osmanlı hazinesi tarafından bu yardım devam etmiştir...Toplanan gelirler, gelir defterine kayıt edilirdi....
Haşa Evladı Resule Asi Olunmaz.. ama yoldan çıkan dedelere de mahsuniden bir taşlama DEDE OLMANIN ŞARTLARI: 1-Dede-baba'nın olmazsa olmaz koşulu Nesli-Saada olmasıdır... yani seyid olması diğer bir değişle Hz. Muhammed ile Hz. Ali'nin soyundan olmalıdır. 2- Dede-baba'lığın diğer bir şartı ise "ARINMIŞ" olmasıdır. dede-baba'lık makamını bir çıkarı amacı için kullanmaması, Toplumun çıkarlarını koruması ve kollamasıdır.. Diğer bir değişle nefsine hakim olmasıdır. kendi öz nefsi için çalışmaması, dünyevi isteklerinden arınmış olması ez-cümle.. "Ölmeden ölmek" makamına erişmesi gerekir. 3- Dede-baba evvel emirde.. 4 Hakk kitabını bilmeli, Dört Kapı Kırk makam sırrına ermelidir.. Tasavvuf tabiriyle söylersek... ilim sahibi olmalı "İlmel yakın" ve hakkı görmeye "Aynel yakın" yani Hakk içinde eriyip yok olmaya, Hakk ile Hakk olmaya "Hakkel yakın" olmalıdır... İMAM CAFER'İN DEDİĞİ GİBİ DEDE YADA PİR..
-Şimdi, pir olan kimselere gerekir ki şeriat gemisine gireler, tarikat denizinde yüzeler, marifet dalgıcı olup hakikat incisine erişip çıkaralar. Onun üzere amel edeler ki onların ikrarları caiz ola.... Asik Mahzuni Serif dedelik sistemi hakkinda söyle bir türkü okumustur. Bir ceketim vardi onu da verdim Dede kurban nettin bizim heybeyi Hakkullah altinda ömrümü yedin Dede kurban nettin bizim heybeyi Kuruldun da sol köseye oturdun Koca köyde tavuk culuk bitirdin Velhasili hanemizi batirdin Dede kurban nettin bizim heybeyi Elmalari soktun ciplak koynuna El etek düsürdün baci kaynina Alinin kilici deysin boynuna Dede kurban nettin bizim heybeyi Acikcasi nezaketle dösürdün
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
"...Evvel şeriatı, ikinci tarikatı, üçüncü marifeti, dördüncü hakikâtı bilmek gerekir ki bunlar nereden geldi, neden hasıl oldu, aslı nedir, bunların edebi nedir, udu nedir, hayası nedir, erkânı nedir, tövbesi nedir, farzı nedir, sünneti nedir, nafilesi nedir ,işlemesi nedir, bunları bile.
12
Birem birem yolumuzu sasirdin Ne verdiysek cupur cupur asirdin Dede kurban nettin bizim heybeyi Olsaydi söylerdim Bektasi Veli Vallah aklimizi del ettin deli Heybemi hirsizlar Muhammed Ali Dede kurban nettin bizim heybeyi Mahzuni Serifim yattim uzandim Dedeler elinden derde bezendim Bu bizim lokmayi sen mi kazandin Dede kurban nettin bizim heybeyi Kur'an-ı Kerim Seyid Nesli Dede ve Pirler
İsmişah! Bismişah Allah Allah... Ber-Cemal-i Muhammed, Kemal-i İmam Hasan, İmam Hüseyin, Ali ra Bülende salavat... Allahümme salli ala seyyidina Muhammed-in ve ala Ali Muhammed...
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
" Şüphe yok ki Yüce Hak, Adem ile Nuh'u İbrahim'in soyunu hem İmran'ın soyunu
13
Ne kadar ulus varsa üzerlerine seçti Cümle tüm varlıklara, Aleme üstün kıldı Al-i İmran Suresi 33 Birbirinden türeyen yüce bir soydur onlar Tanrı her şeyi bilir, bilicidir. Hem duyar" (Al-i İmran Suresi 34)
İmam Muhammed Bakır Buyurdu ki: 33. ve 34. ayetler deki.. soyun geri kalan zürriyeti bizleriz.. Resulullah Efendimiz HZ İbrahim Aleyhisselamın soyundandır... "....Bir gün Peygamberimiz ashabıyla otururken, bilinmeyen bir dille “Ne güzel üzüm” dedi. Sahabe anlamayarak “Ya Muhammed Arapça konuş” dediler.
Yüce Peygamber: “Durun yakınmayın, ben köküm olan Hz. İbrahim’in dili ile konuşuyorum, Arap benden ama ben Arap’tan değilim” diye yanıt verdi… Yüve Allah Şura Ayetinde buyurdu ki... "... Deki; Ben bu tebliğime karşılık sizden Allah'a ve Ehl-i Beyt'ime sevginizden başka bir şey istemiyorum.." Hz. Muhammed (sav.): "..... Ey insanlar! Ben sizleri Kevser havuzunun başı ucunda bekleyeceğim! Bu havuzun genişliği Busra (Şam'a yakın bir yerin adı) ve San' (yemendeki şehir) arasındaki mesafe kadardır! Bu havuzun etrafında yıldızların sayısı kadar kadeh vardır. Sizin aranızda bırakacağım değeri ağır iki emanete karşı tutumunuzu göreyim!.. Toplum arasından iki kişi ayağa kalkarak şöylke dedi: " Bu değeri ağır olan iki emanet nedir? Peygamber: " Emanetlerin biri Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerim'dir. Bir tarafı şanı yüce ALLAH'ın elinde ve Öbür tarafı sizin elinizdedir. Diğer emanetim ise... EHL-İ BEYT'imdir! İkisine tutunursanız asla yoldan çıkmazsınız... Latif ve haberdar olan Allah bana, iki emanet husunda; İkisinin bana Kevser havuzuna ulaşıncaya kadar asla birbirinden ayrılmayacaklarını bildirdi!...
Ehl-i Beyt; Hz. Muhammed Mustafa Efendimizin ailesi ve evlâtlarıdır. Mü’minlerin anneleri, Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin , Ehl-i Beytin şerefli ferdleridir.( Râzî, Tefsir-i Kebir, XXV, 181) Peygamber'imizin şerefli nesebi Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin vasıtasıyla devam ettiği için, onların kıyamete kadar gelecek olan evlâtları da Ehl-i Beyt’in birer parçasıdır. Onları sevmek ben müsmanım diyen her inanna Kur2an emri ile farzdır. Bu sevgi çok şerefli ve gereklidir. Kalbinde azıcık Ehl-i Beyt sevgisi bulunmayan kimse, Hz. Rasûlullah’ın sevgisinde yalancıdır... Aşağıda verilen ayet ve hadislerde görüleceği üzere, Ehli beyt Peygamber'in amcaları ve onların çocukları da Ehl-i Beyt’ten sayılmıştır.( Bkz:Ibn Atıyye, el-Muharraru’l-Veciz, IV, 384. (Beyrut, 1993)) Yüce Allah, Hz. Peygamber'in Ehl-i Beytini bizzat Kur’an’da zikretmiş ve onlara şu şekilde iltifatta bulunmuştur: İsmişah! Bismişah Allah Allah... Ber-Cemal-i Muhammed, Kemal-i İmam Hasan, İmam Hüseyin, Ali ra Bülende salavat...
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Aksi takdirde yok olup gidersiniz!..
14
Allahümme salli ala seyyidina Muhammed-in ve ala Ali Muhammed...
“...Ey Peygamber hanımları! Salata devam edin, zekâtı verin; ALLAH’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! ALLAH sizden sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzab/33)
Ümmü Seleme validemiz demiştir ki: “...Bu âyet-i kerime benim evimde indi. Hz Rasûlullah (s.a.v) Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’i çağırdı. Onları Hayber yapımı geniş bir elbisenin altına topladı, kendisi de içine girdi ve: “İşte bunlar benim ehl-i beytimdir” buyurdu. Sonra inen ayet-i kerimeyi okudu ve: “ALLAHım! Onlardan kötülükleri gider. Onları tertemiz et!” diye duâ etti. Ben: “Yâ Rasûlullah, ben Ehl-i Beytten değil miyim? dedim.” Hz. Rasûlullah , “Sen benim ehlimsin. Sen zaten hayır içindesin” buyurdu.( Taberî, Câmiü’l-Beyân, Cüz:XXII, Shf:7; Ibnu Kesir, Tefsir, VI, 412-413.).." Zeyd b. Erkam (r.a) anlatıyor:
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
ALLAH Rasûlü (s.a.v), Mekke ile Medine arasında Hummen ( Gadir Humm) denilen suyun başında bir hutbe verdi. ALLAH’a hamd, sena ve zikirden sonra şöyle buyurdu:
15
“Ey insanlar! Dikkat ediniz; ben bir beşerim. Rabbimin ölüm elçisinin gelmesi ve benim ona icabet edip aranızdan gitmem yakındır. Sizlere hukuku ağır iki kıymetli emanet bırakıyorum. Birincisi ALLAH’ın Kitabı’dır. Onda nur ve hidayet vardır. ALLAH’ın Kitabına sımsıkı sarılın. Onunla meşgul olun, onu öğrenin, öğretin; hükümlerini anlayın. İkinci emanet Ehl-i beytimdir.
Ehl-i Beytim hakkında ALLAH’tan korkmanızı hatırlatırım. Ehl-i Beytim hakkında ALLAH’tan korkmanızı hatırlatırım. Ehl-i Beytim hakkında ALLAH’tan korkmanızı hatırlatırım. ” Erkam’ı dinleyenler arasında bulunan Husayn b. Sebre; --- Ehli beyt kimlerdir? diye sordu
Ehl-i Beyt, kendilerine sadakanın haram olduğu kimselerdir” dedi. Husayn, “Onlar kimdir?” diye sorunca Zeyd b. Erkam (r.a),
“Ali’nin ailesi, Akîl’in ailesi, Cafer ve Abbas’ın âilesidir” dedi. Husayn, “Bunlara sadaka haram mıdır?” diye sorunca, Zeyd (r.a), “Evet” dedi. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 36; Nesâî, Sünen-i Kübrâ, Menâkıb, 9.) Âlimlerin ekseriyetine göre Ehl-i Beyt, Peygamber Efendimizin şerefli aileleri, kızı Hz. Fâtıma, damadı Hz. Ali, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ve kıyamete kadar oların sulbünden gelen zürriyetleridir. Yani Hz. Hüseyin’in torunları olan seyitler ve Hz. Hasan’ın torunları olan şerifler Ehl-i Beyt’in günümüzdeki şerefli mensuplarıdır. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in şerefli nesli, kıyamete kadar hiç kesilmeyecektir... Selam olsun o nurlu soya selam olsun Seyid nesli Pirlerimize, dedelerimize, babalarımıza..
Ehl-i Sünnet'in Müslim, Buhari, Tirmizi, Ahmed, Nesei ve diğerleri gibi büyük hadisçileri dahi, fazilet ve menkıbet bölümünde Ehl-i Beyt'in faziletlerini Resulullah'ın zevceleri ve diğerlerinkinden ayırmışlardır?[1]
"...Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum. Onlardan birisi Allah'ın Kitabıdır. O Allah'ın ipidir. Ona uyan hidayete kavuşur, onu terkeden ise sapıtır. Diğeri ise Ehl-i Beyt'imdir. Sizlere Ehl-i Beyt'imi tavsiye ediyorum; Sizlere Ehl-i Beyt'imi tavsiye ediyorum; Sizlere Ehl-i Beyt'imi tavsiye ediyorum." Zeyd bin Erkam'a; "Resulullah'ın hanımları da Ehl-i Beyt'inden sayılırlar mı?" diye sorulunca şöyle dedi: "...Vallahi hayır. Kadın kocasıyla bir müddet yaşar. Sonra kocası onu boşadığında babasının evine ve kavmine geri döner. Ama Ehl-i Beyti, onun ailesinin asıl fertleri olup, sadaka almaları haram olan insanlardır." [2] Ayrıca Buhari ve Müslim, Aişe'nin Resulullah'ın (s.a.a.) Ehl-i Beyt'inden olmayıp halife Ebu Bekir'in ailesinden oluşuna tanıklık ederler. Bu konuda teyemmüm ayetinin nüzulu bölümüne bakınız. [3] Şu halde, neden bazıları ne pahasına olursa olsun gerçekleri tersine göstermek istiyorlar acaba? Aişe'nin böyle bir fazileti olmadığını yalnız Şiiler ve Aleviler değil, Buhari ve Müslim de söylemekteler. Şimdi bundan dolayı Şiilere ve Alevilere çirkin sözler söyleyenler, Buhari ve Müslim'e de sövecekler mi?! "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki, Allah da işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah ve Resulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur." Ahzab Suresi / 70 - 71.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Ayrıca, Sahih-i Müslim'de, "Ali bin Ebi Talib'in Faziletleri Babı"nda, Zeyd bin Erkam'dan Resulullah'ın (s.a.a.) şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
16
Sevgili Canlar Aleviligi Kuranin su ayetinde Gizlidir bu ayetinde gizli diyen hele hele birde bizler Evladi Resulluz diyenlerden,ne hikmetse Camilerde degilde bizlere hikaye anlatmaktan bir türlü vaz gecmiyorlar.Cünkü Camilerde bun gibi leri kapi disari atiklarina cok sahit olduk.Yukarida bir cok siirde de ifade etigimiz gibi bizim Kuraniz Kamil insanin agzindan cikandir,gerktiginde bizler Alahi bile gerden gere furuyoruz,Harabinde belirtigi daha alah ile cihan yok idi biz ona sekil verdik insan eyledik.Simdi soruyorum Bir Hoca efendi siz kendinizi camide vazmi veriyorsunuzda ikide bir su ayete söyle demis bu ayete böyle demis.Islami kaynaklardan kopyala yapistir ,sizce etikmidir bunlar.Yol ile ne alaksai var onca Ozanimiz demis , Aman Allah şaşılacak işin var, Bu gökler ne, bu yerler ne, bu hal ne. Yazın var güzün var karın kışın var, Bu afat ne, bu yağmur ne, bu sel ne. İsa ta yanına varmak istedi, Musa cemalini görmek istedi, Alçak Nemrut seni vurmak istedi, Bu şeytan ne, bu fitne ne, bu kul ne.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Korkutursun cehennemden kulları, Sen gösterdin doğru eğri yolları, Yıkarsın yaparsın sen bu illeri, Bu şimşek ne, bu hışım ne, bu yel ne.
17
Kulun ne suçu var emreden sensin, Her işi yap deyip seyreden sensin, Yine bu şerleri hayreden sensin, Bu ağu ne, bu zehir ne, bu bal ne. Şu gökleri Amerika yapmadı, Şu yerleri Urusuya yapmadı, Al’İzzet’i hiçbir üstat yapmadı, Yapan sensin, yıkan sensin, bu el ne.
Siz halen ayetlerden sürelerden bizlere kaynak veriyorsunuz,siz gidin bunlari Camide anlatin bakayimsize ne diyecekler onlar bile sizi kabul etmiyor siz utanmadan Aleviler saten ahmaktir ne desek yutarlar dönemi coktan kapanmistir.Sizin gibi bir kac isbirlikci ihanetci imamkilikli Hocalari Corumda gördük,tunacaginiz dal kalmadi cünkü siz bindiginiz dallari teker teker kestiniz dedebaba.Site sakinlerinde bir sitemim olacak bu tür asimlasyon politikasi yapan imamlari burda barindirmak ne kadar etik olur.Bizler bunlarin sitesinde bir yazimizi bile almiyorlar bizler bu tür imamkilikli Hoca efendilere bunca topik acmasini müsade etmemiz ne kadar etik.Alevi sitesi degilde her hangi bir islami site olsa burasi anlayacagiz canlarda ama burasi Alevi sitesi. Dedebabain onca almis oldugu alintilari okudum ne Alevilikle ilgili bir ifade gördüm nede Yolumuzla ilgili bir makale ,Bakin sevgili Deli dervis sizin gibi misyonerlere ne demis.
sizin asliniz böyle miydi şuna buna köle miyidi böyle cehalette miydi yoluna dön dede efendi insan degi lmi varligin kime senin agyarligin nedir bu gaddarligin yoluna dön dede efendi biraz derince düsünsen bosalip dolacak kesen ahirette yok bir hissen yoluna dön dede efendi sen nefsine uymuşsun çalismamis uyumuşsun üretmeden büyümüssün yoluna dön dede efendi
gönlündeki pasi bir sil kendini tani kendin bil tabiatta sir insanda dil yoluna dön dede efendi pir muhabbettir insana demdir ask ile der cana uymayin ışıksız seytana yoluna dön dede efendi "d.dervis"aşka yaniyor pir olanlar haldan anliyor dede cöl yarasini sariyor yoluna dön dede efendi
Siz gidin Tanriniza kuluk edin,Biz Yolumuzla Demimizle Pirimizle Semahimizla Sazimizla Ozanlarimizla Erkanlarimizla bas basa burakin. Birde ne bicim anlayis ki onca Katliyamlardan Sonra halen de utanmadan bizleri beli kaliplarin icinde Asimle etmeniz.800 üzerinde irili ufakli Alevi Katliyami olmus siz halen nasil olurda bizleri keni düsüncenizde,olan Yobaz larla ayni seyi savunmamizi beklersiniz.daha dün Alahi ekber sesleriyle diri diri insan yakanlari ne cabuk unutunuz.sivasta corumda ,marasta cuma namazindan sonra alininan kararlari
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
yol zarar vermez size yakismaz inkarcilik size enel- hak yeter bize yoluna dön dede efendi
18
ne cabuk unutunuz,Gazide sahkulu isyaninda Dersimde ,yozgata,hangi biri sayalim Alah adina insan yakanlar,Kuran adina Idam sehbasinda insan asanlari ne cabuk unutuk.Halaciyi,Nesimiyi,ne cabuk unutunuz kimin adina yaptilar bunlari.Pir Sultani ,Böklüceyi ,Bedertini,unutukmu aniyorsunuz bir Imam efendi. Bakin gine etik olmayan bir sey daha var siz kendiniz Tanrinin Kulu olarak görüyorsunuz,vede Alah sizi 6 günde yaratiyor vede Ademin Kaburgasindan Havayi yaratiyor bu kadarmi zavali Ademi yaratan tanri birde kadin yartmiyorda ,Ama bizler Aleviler Kizilbaslar Ana yoluyla geldigimizi söylüyoruz.bizi yaradan beli ama siz kendiniz ilimden irfandan uzak görüyorsunuz. Hakin emri Rizasi ile gelmisiz Anamizdan ved Babamizdan rizalik ile gelmisiz.Bakin etik olmayan sizler Evladi Resuluz diyenler Yani H.z Muhametin soyundan geldiginizi ifade ediyorsunuz,neden arapca degilde türkce yazi yaziyorsunuz sizce celiski yokmu,Tanri size sart kosmus vede Kurani Arapca okumanizi ifade etmis neden Tanriya karsi cikiyorsunuz. Bakin bizim Ne Kuranla nede müslümanlikla bir sorunumuz var,yalniz bizleri asimle etmek isin yapmis oldugunuz misyonerlik hos degil.siz gidin Camilerde kendiniz ifade edin,Biz ne bir mesepiz nede her hangi bir dine Bagliyiz.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Bizim Kabemiz insan ,Mesebizim yok biz mesepbilmeyiz bizim yolumuz vardir, Bizler Kabeye dönmeyiz yüzümüzü insana döneriz,Kamil insanin sözü Kuranin özü deriz.Sazimiz vardir neme neme döker dile gelir dilenir Kuranmizi sazimizdir.Biz apdes almayiz icimiz tertemiz,bu yüzden apdese gerksin duymayiz,ben beyaz ter temiz ruhumuz,Biz hacada gitmeyiz,namazda kilmayiz,Hakk askina Semah döneriz Hakka pervez oluruz,Sormayiz bizde ermi Kadinmi diye muhabetin dilinde sorulmaz erimiz de kadinmizda bir.Kadin olmadan Cem olmaz Müsahiplik olmaz,Semah olmaz .ama siz Kadini her dayim insan yerine koymayan bir zihniyetsiniz,Bakin hic bir yerde sizinle bir degiliz . Halaci mansurun söyledigibi Qnel Hakk deriz idam sehbasinda vucut bukuruz vede darina duraraiz,Nesimin Deris oluruz ginede Qnel Hakk Deriz.
19
Bakin size benzemiyoruz Kamil olan insan Tanri katina cikar Cahil olan insan Kuluktan kurulamaz,istedigin kadar haca git namaz kil bin kere kurani oku ama sen cikmasin Hakk katina,Bakin size bizim deli Dervis ne demis bakin Dedebaba. gözün var göremiyorsan sen alevi olsan ne yazar hak izini süremiyorsan sen alevi olsan ne yazar postun var dostun yoksa gönülde mekanin yoksa edebin ile erkanin yoksa sen alevi olsan ne yazar gülün kadrini bilmiyorsan dik durusta durmuyorsan yar yolun gözetmiyorsan sen alevi olsan ne yazar muhabbette aciysa sözün hakikatte nahak ise özün
gercege kapaliysa gözün sen alevi olsan ne yazar ikiligi kalpten silmediysen el,bel,dile sahip degilsen yol ikrarda durmadiysan sen alevi olsan ne yazar ashka hizmet etmiyorsan günesten ishik almiyorsan karanliga hizmet ediyorsan sen alevi olsan ne yazar halin bilmeze danisiyorsan yarsiz miraca ulasiyorsan ashkin sirrini tanimiyorsan sen alevi olsan ne yazar ates-i pervane olmamissan cikan feryadi duymamissan diplomali bir cahil olmussan sen alevi olsan ne yazar
Son olarak gine Deli Dervisetn örnek ile bizInsana deger veriz Kamil insanin sözü Kuranin özü.Dedelerimizde Kamil insandir Gercegin Demine Hüü. pervane oldum hak ashkina döndüm pirin yolunda erenlerle dara durdum gül oldum bülbül oldum ikrar verdim mürsit darinda mürside rehber oldum ashkin eshigini mirac ettim yoluma masuklara sohbet ettim hak ashkina serden sirra cem duaz-i pir ashkina pirin darina gözcü iken cerag oldum destur eyledi üzümü kirka payladim ya xizir ashkina shah dedim döndüm yana yana yanarken ask ile söndüm mürsit darinda saka ile zakir oldum ikrar cemiydi riyakarlara yol vermez yolunu yol bilen yolu cöllere götürmez dört kapi hak ise sheriatla yürünmez
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
kishiler aslini inkar edioyrsa düsünceye mayin dösüyorsa "deli dervis"yazmasin diyorsa bunlar alevi olsa ne yazar
20
pirin darina ask ile meydanci oldum hak evrenda insandir xizirin ismi ile telli kitabimizdir baglamanin telli ile ashik deme gelir sercesme pinari ile mürsit darina lokmaci peyikci oldum
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
"deli dervis"pirimin darinda aklandim shah shaha gider yolumuz paklandim can evimde cem dem oldum haklandim pirin darina ibrikci,kapici dervis oldum
21
Tasavvuf (İslâm): Bireysel dincilik… İslâmsal disiplin içinde oluşmuş bulunan tasavvuf deyimi, genel olarak, iki öğeyle açıklanmaktadır. Bunlardan birincisi varlıkbirliği (Ar. Vahdet-i vücut) felsefesi, ikincisi dinin yüzeyiyle yetinmeyerek derinliklerine inme eğilimidir. Ne var ki bu öğelerin ikisi de İslâmsal tasavvufun başlangıcında geçerli değildiler, akıma zamanla katılmışlardır. İslâmsal tasavvuf, ilkin, Batı’da da görüldüğü gibi, dinsel yaşamın aşırı, ama zorunlu bir sonucu olan gizemcilik (Fr. Mysticisme)’le başlamıştır. İlk mutasavvıflar dinsel yaşamı, içlerine kapanarak, bireysel olarak ve ruhsal yanlarıyla yaşamak isteyen aşırı sofulardı. Bu sofular, varlıkbirliği felsefesinden habersiz oldukları gibi kutsal kitabın açık anlamlarının altındaki gerçek anlamlarını bulup çıkarmak isteğini de duymamışlardı. Amaçları, sadece, aşırı bir Müslüman olarak, dünya işlerinden el etek çekip bütün gün ve gecelerini dinsel bir yaşama vermekti. Nitekim İslâm peygamberi de peygamberliğe hazırlanırken böylesine bir yaşam sürmüştü. İlk mutasavvıfların dileği, belki de, sadece ona benzemekten başka bir şey değildi. Günlerini ve gecelerini örneğin Hasan Basri tanrı korkusuyla titreyerek (Bkz. ElIsfahânî, Hilyet-ül Evliyâ, cilt II, s. 131), Rabia Adeviyye tanrı aşkıyla ağlayarak (Bkz. Şa’rânî, El Tabakat-ül-Kübrâ, cilt I, s. 72) geçiriyordu; varlıkbirliğini düşünerek ya da dinsel sözcüklerde gizli anlamlar arayarak değil. O zamanlar aşırı dincilikte peygamberi ve yakınlarını taklit eden ehl-i sünnet’e de mutasavvıf deniyordu. Arap bilgini İbni Haldun, ünlü Mukaddime’sinde şöyle der (s.328): Tasavvuf, bir şeriat bilimidir. Temeli,
Tasavvuf, güzel ahlâktır. (İ. Kettânî) Tasavvuf, nefsin kötü isteklerini terk etmektir. (Ebû Hüseyn Nûrî) Tasavvuf, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmaktır. (Cüneyd-i Bağdâdî) Tasavvuf, kimseye ezâ ve cefâ vermemek, herkese lütûf ve ihsânda bulunmak, hastalık ve musîbetleri herkese izhâr etmemek, düşmanlarını affetmek, insanlık mertebesinin en yüksek derecesine kavuşmayı usûl ittihaz etmektir. (Ahmed Şirbâhî) Mevlana Celalettin Rumi hazretleri Mesnevi Şerifi’nde : Tasavvuf nedir diye bir uluya sordular: “Gam ve keder zamanında ferah bulmaktır.” ifadesini kullandı. Cüneyd Bağdadi Hazretleri tasavvufu,” Hakkın seni sende ifna edip kendisiyle ihya etmesidir.” ifadesiyle tarif etmiştir. Ebu Said Miheni : Tasavvuf Vasıtasız olarak kalbin Hakk ile kaim olmasıdır.
Tasavvuf Nedir:
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
ashâb (peygamberin yakın dostları) ve tâbiin (bu yakın dostların dostları) ile onlardan sonra gelenlerin hak ve hidâyete uyan hâlleridir ki kendini Allah’a vermek, tapımla uğraşmak, dünyanın her türlü işlerinden ve süslerinden yüz çevirmek, çoğunluğun önem verdiği mal ve mülkten el etek çekmek, halktan ayrılarak ve yalnızlığa çekilerek ibâdete dalmaktır”. Bir başka İslâm bilgini Sühreverdî de Avârif-el-Maarif adlı yapıtında mutasavvıfların ehl-i sünnet’ten olduklarını, tapımı şeriata uygun olarak yaptıklarını, dinin kural ve temellerini araştırmakta derinleşerek dinin gerçek amacına doğru yürüdüklerini ve böylelikle tam ve gerçek bir inana kavuştuklarını yazmaktadır. İslâmsal bilgilerde çok yetkili bir kişi olan ve mutasavvıflara karşı olduğunu hemen her yapıtında açıkça söyleyen Abdülbâki Gölpınarlı bile bir yapıtında: “Hiç şüphe yok ki Sûfîler içinde şeriata harfi harfine riayet edenler vardır” demektedir (Bkz. A. Gölpınarlı, Tasavvuf, 1969, s.97). Zamanla tasavvufa katılmış bulunan panteist (Yunan kamu tanrıcılığı…) Bâtınîlik (İslâm dinini usçu bir açıdan yorumlayanların yolu…), bu akıma, iki temel özelliği olan varlıkbirliği anlayışıyla yoruma dayanan içrekçiliği getirmişlerdir. Bu katışma sonunda tasavvuf şu aşamalara ulaşmıştır: İlmelyakîn aşamasında dini olduğu gibi, eşdeyişle, herkes gibi görür, uygular. Aynelyakîn aşamasında görünenden görünmeyene, dinin derinliklerine inmeye çalışır. Hakkalyakîn aşamasında dinin gerçek amacına varır ve tam bir inan içinde ölüp tanrıda ölümsüzleşir. Bu son aşamayı Cüneyd-i Bağdâdî şöyle tanımlamaktadır: “Tasavvuf, tanrının seni senden öldürüp kendisiyle yaşatmasıdır”. Tasavvuf sözcüğünün de hangi kökten türediği de tartışılmalıdır. Genel olarak bilgi anlamına gelen Yunanca sophia sözcüğünden türediği ileri sürülür. Deyimin ilkin ne zaman kullanıldığı kesin olarak bilinmemekle beraber, Yunan felsefesiyle ilişki kuran ilk İslâm düşünürlerinden çok önce kullanıldığı sanılmaktadır. Bîrûnî’nin Tahkik-i ma lil-Hind adlı yapıtında ileri sürdüğü (s.16) bu sav, doğru olması gerektir. Yoksulluğu yeğlemeleri dolayısıyla Arapça yünlü dokuma anlamına gelen sof giymeleri yüzünden bu adı almış olmaları olanaklıdır.
22
Cömertliktir, zariflik ve temizliktir. Uyanık ve muteyakkız olmaktır. Kirlerden temizlenmek, kinlerden kurtulmaktır. Şehvet ve arzuyu terk etmektir. Mütevazi olmak, yedirmek, içirmek, ikramda bulunmaktır. Bilmektir. Sadakattir, cömertliktir, ahlaktır. Hakk ile muvafakat, halk ile gülüşmektir. Cömertlik ve vefadır. Tasavvuf, incinmemek ve incitmemektir. Tasavvuf gönül bilgisidir. Tasavvuf hikmetleşmektir. Tasavvuf sevmeyi ve sevilmeyi öğrenmektir. Tasavvuf zıtları birleştirmektir.
Bu tarifleri gördükten sonra, sonuç olarak tasavvuf hakkında şunları söylemek mümkündür :
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
İnsan; görünen, bilinen suretin dışında öz varlığı itibariyle bütün mahlukatın en şereflisidir. İnsanın kendinde gizli bir hakikat vardır. Bu hakikat onda daima bir tatminsizlik meydana getirir. Ne servet, ne saman, ne mevki, ne makam, ne şan ne de şöhret ona huzur vermez. Huzuru bulmak ve sükunete erişmek isteyen insan büyük bir arayışın içine girer. İşte tasavvuf eğitimi ihtiyacı bu noktada ortaya çıkar.
23
Tasavvuf yolunda olmak ve bu yola girmek isteyen kişiler başkalarının yazdığı kitapları okumakla sadece tasavvuf hakkında bilgi edinebilirler. Ancak tasavvuf eğitimi için bu tür bilgiler yeterli olmaz. Çünkü tasavvuf kulluk yoludur. Aczimizi itiraf etmemiz gerekir. Bu konuda kamil bir veli şöyle söylemektedir: “Tasavvuf öğrencisi eğitiminin başlangıcında şu iki ilmi öğrenmek zorundadır. Birincisi acz ilmi ikincisi sükut ilmi.” Kişi aslında varlığın Allah’a ait olduğunu Allah dışında bir varlık davasında bulunmanın vehim olduğunu kavramalıdır. Tasavvuf eğitiminde öğrenci bu kavrayış noktasına gelebilmek için sükut etmeli, susmalı ve dinlemelidir. Acz ilmi, sükut ilmi kavranmaya başladığında hakikat kapısı da aralanmaya başlar.
Şeytanın Vesvesesi Cüneyd-i Bağdâdî’nin talebelerinden biri şeytanın vesvesesine kapılıp; “Artık ben kemâle geldim. Sohbete devâm etmeme lüzum kalmadı.” deyip kendi başına bir yere çekildi. Benlik ve gururundan dolayı şeytânî bir rüyâ gördü. Rüyâsında, bağlık bahçelik içinde güzel nehirler ve çok lezzetli yemekler yediğini gördü. Bu rüyâyı hakîkat zannedip, kibiri daha da arttı ve bu hâlini arkadaşlarına anlattı. Onlar da Cüneyd-i Bağdâdî’ye arzettiklerinde, Cüneyd-i Bağdâdî çok üzüldü ve anlatılan kimsenin yanına gitti. Baktı ki o kimseyi şeytan aldatmış, Ona; “Seni bu gece Cennet’e götürürlerse, Cennet’e vardığında üç defâ Lâ havle oku.” buyurdu. Hakîkaten o kimseyi rüyâsında Cennet’e götürdüler. O kimse Cennet’e
vardığında üç defâ Lâ havle okudu. Gördüklerini ve kendisinde hâsıl olan şeytânî hâllerin hepsini unuttu. Bir anda kendisinin pislik ve çöplük içerisinde olduğunu gördü.Uyandığında gördüklerini hatırladı ve içine düştüğü hatâyı anladı. Çok pişman olup tövbe etti ve Cüneyd-i Bağdâdî’nin elini öptü. Sohbetlere devâm edip, talebeler arasındaki yerini aldı. Hazret-i Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki: “Herkese bir mürşid-i kâmil lâzımdır. Aksi halde mel’ûn şeytan gelip kendisine musallat olur ve insan maazallah ona tâbi olur.”
TASAVVUF Bu bölümde amacımız, sûfiliği eksiksiz bir tarzda ve bütün ayrıntılarıyla ele alıp incelemek değil, -başka yazarlar bunu az ya da çok başarıyla yapmışlardır- fakat "tasavvuf"u genel görünümü ve çerçevesi ya da evrenselliği içinde ele alıp incelemektir. Dolayısıyla burada sadece İslam'a özgü bir dil kullanmayacağız. Bu çok genel açıdan bakılınca, "tasavvuf" herşeyden önce "öğreti" ve "yöntem" kutupsallığı olarak ya da temaşa ve tefekkür yoğunluğunun eşlik ettiği metafiziksel bir hakikat olarak görünmektedir. Kısacası herşey şu iki ögeye indirgenebilmektedir: Taakkul ve tecemmu' (intellection et concentration), yani Akletme ve yoğunlaşma; ya da basiret ve tevhid, yani ileriyi görme ve birlik. Metafiziksel hakikat bizim için, -biz ki nisbilik içindeyiz, çünkü varız ve düşünüyoruz- herşeyden önce Reel ile irreel ya da "en az Reel" arasındaki ayrımdır. Yoğunlaşma ya da ruhun fiili, -yani en geniş anlamıyla dua- bir bakıma bize sunulan hakikate bizim verdiğimiz cevaptır; bilincimize giren ve belli bir derecede varlığımızca özümlenen Vahiydir. İslam'a göre ya da daha açıkçası İslam'ın özü olan sufiliğe göre, metafiziksel öğreti, birçok kez söylediğimiz gibi şudur: "Tek Hakikatten başka hakikat yoktur"; ayrıca, alemin ve kendimizin varlığını hesaba katmak zorunda olduğumuza göre, "Kozmos hakikatin tezahürüdür" Bir kez daha tekrar edelim, Vedantistler "Bu dünya yalandır, Brahma hakikidir", fakat "herşey Atma'dır" derler. Uhrevi bütün hakikatler ikinci ifadede bulunmaktadır. Biz bu ikinci ifade gereğince kurtuluruz. Birinci ifadeye göre, mümkünün yansımalar alanında "varolsak" bile, biz "var" değiliz, sanki önceden kurtulmuş gibiyiz, çünkü biz var değiliz, yani faniyiz ve gene çünkü "sadece Vechullah baki kalacaktır." Reel ile irreel arasındaki fark bir anlamda Cevherle arazlar arasındaki farkla çakışır. Bu cevher-araz ilgisi dünyanın "daha az reel" -ya da irrel- özelliğini kolayca anlaşılır kılar ve fenomenlere mutlaklık atfetme yanlışlığının yararsız olduğunu, bunu anlayabilecek düzeyde olanlara gösterir. Üstelik "cevher" sözcüğünün günlük kullanımı da "ara cevherler" olduğunu açıkça göstermektedir, ki bunlar saf Cevhere göre "arızi cevherler"dir, fakat bununla birlikte kendi arazlarına cevher rolünü üstlenirler: bunlar da aşağıdan yukarıya doğru giden bir sıraya göre şunlardır: Madde, esir, hayat cevheri, supra-formel ve makrokozmik cevher-"meleki" denilebilir- son olarak da evrensel ve metakozmik cevher gelir, ki Varlığın kutuplarından biridir veya Varlığın "ufki boyutu" ya
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
I.
24
da "dişil görünümü"dür. Asura'ların antimetafiziksel yanılgısının nedeni, arazları "gerçek" zannetmeleri ve cevheri "irrel" ya da "soyut" olarak niteleyerek onu inkar etmeleridir. Dünyanın irreel -ya da "en az reel" ya da nisbi reel- olduğunu görmek demek, aynı anda fenomenlerin sembolizmini görmek demektir. Sadece "Cevherlerin Cevheri"nin mutlak reel olduğunu bilmek demek -kesin olarak söyliyecek olursak, dolayısıyla tek gerçek odur-, bütün arazlarda Cevheri görmek demektir. Realite hakkında edinilen bu ilk bilgi sayesinde, dünya metafiziksel olarak "saydamlaşır". "Bodisatva" sadece mekana bakar, muhtevalarına değil; ya da mekan olarak şunlara bakar denilince, bu "O sadece Cevheri görür" anlamına gelir. Cevher ise dünyaya göre, bir "boşluk" gibi gözükür. Burada sürekli olarak birbirine ters düşen iki "boşluk" ya da iki "bütünlük" vardır, tıpkı kum saatindeki iki bölmenin aynı anda boş ya da dolu olmadığı gibi.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Su ile su damlaları arasındaki ilginin, Cevher ile dünyanın muhtevaları olan arazlar arasındaki ilgiyi dile getirdiği anlaşılırsa, arazların "aldatıcı" özelliği hiç bir kuşkuya yer bırakmaz ve hiçbir zorluk arz etmez. Eğer İslam'da, yaratıklar Tanrı'yı kanıtlamaktadır denilmişse, bu, fenomenlerin mahiyeti "arazlar"ın mahiyetinin aynısıdır, buna göre de onlar nihai Cevherin belirtileridir, demektir. Su ile yapılan bu benzetmenin şu kötü yanı vardır: Su Cevherin aşkınlığını göz önünde bulundurmaz; fakat madde bundan daha az eksiksiz bir imge sağlayamaz, çünkü aşkınlık, yansımalarda ele alınan plan arazlık içine girdiği ölçüde silinmekte, belirsiz olmaktadır.
25
Arazlarla Cevher arasında bir kopukluk vardır, gerçi Cevherden arazlara doğru giden çok ince bir süreklilik vardır, şu anlamda söylüyoruz, tamamen reel olan sadece Cevher olduğundan arazlar zorunlu olarak onun görünümleri olmaktadır. Fakat bu durumda onlar bir başka ilgi altında değil sadece sebeplerine bağlı olarak değerlendirilir ve böylece ilgi değişmez ve bozulmaz olarak kalır. Bir başka ifadeyle, o zaman araz cevhere indirgenir; araz olarak o "Cevherin dışa vurması"dır; nitekim Allah'ın ez-Zahir ismi de buna tekabül eder. Dünya ve Tanrı hakkındaki tüm yanılgılar ya bu kopukluğun dolayısıyla aşkınlığın "natüralist" inkarında yatar -oysa ki bütün bilimleri bu aşkınlık üzerine bina etmek gerekir- ya da metafiziksel ve "yukarıdan aşağıya doğru inen" sürekliliğin anlaşılmasında yatar. Bu metafiziksel süreklilik, nisbiden gelen kopukluğu hiçbir şekilde ortadan kaldırmaz. "Brahma dünyada değildir." fakat "herşey Atma'dır." "Brahma baki, dünya fanidir" ve "O Brahma'dır" Bütün irfan bu ifadelerde gizlidir, tıpkı irfanın şehadet kelimesinde ya da hem kelime-i şehadette hem de kelime-i tevhidde ya da Hıristiyan misterlerinde saklı olduğu gibi. Ayrıca bu kavram çok önemlidir: Bütün kapsamıyla metafiziksel hakikat bizzat akıl cevherindedir; hakikatı inkar etmek ya da taklit etmek demek, her zaman için aklı inkar etmek ya da taklik etmek demektir. Aklı tanımak demek, aklın eştözlü (hem cevheri, consubstantiel) muhtevasını ve böylece eşyanın tabiatını tanımak demektir. İşte bunun için şöyle denilmiştir: "Sen kendini tanı" (Yunan irfanı); ayrıca "Tanrı'nın mülkü sizin içinizdedir" (İncil) ve aynı şekilde "Kim kendini tanırsa, Rabbini tanır" (İslam) Vahiy aklın nesnelleştirilmesidir. İşte bunun içindir ki Vahiy Aklı, günahla kararmış -fakat ortadan silinmemiş- aklı diriltme gücüne sahiptir. Bu kararma ancak arızi olabilir, temel
Zahircilik, Tanrı hakkında olsun, evren ya da insan hakkında olsun, metafiziksel hakikatten görünümler ya da fragmalar aktarır. Metafiziksel hakikat külli hakikatten başka birşey değildir. Zahircilik insanda, herşeyden önce hırs sahibi ve sosyal bireyi görür. (Kainatta da sadece bu bireyi ilgilendiren şeyi farkeder) Tanrı'da ise, dünyayı, yaratılışı, insanı ve selameti ilgilendiren hususları görür. Durum böyle olunca, -bunu çok tekrar etmiş olsak da ısrarla diyoruz ki- zahircilik ne insanı aşan ve ilahi alanda insanın önündeki engelleri aşan saf aklı, ne beşer öncesi ya da sonrası kozmik çevrimleri, ne de her tür nisbiliğin ötesinde olan, dolayısıyla Muhalefetün li'l-havâdis olan Varlık-üstü Varlığı hesaba katacaktır. Böyle bir bakış açısı, gökyüzüne kare, yuvarlak ya da daha başka bir şekil veren bir pencereyi düşündürmektedir: Bu görüş içinde göğün görünüşü eksiktir, ama bu durum gene de odanın içini gökyüzünün ışıkla ve hayatla doldurmasını engellemez. "İradecilik" üzerine temellendirilmiş dini görüş açısının tehlikesi şudur: Bu görüş açısı, neredeyse imanın maksimum bir irade ve minimum bir akıl ihtiva ettiğini ileri sürmektedir. Gerçekten de akıl, hem bizzat kendi tabiatıyla değeri küçülttüğünden dolayı hem de altadıcı olarak değerin öneminimi ve aynı zamanda gerçekte ulaşılamayan bir bilgiyi kendine mal ettiğinden dolayı, eleştirilir. Ne olursa olsun, dinler konusunda şunu söyleyebiliyoruz: "Böyle insanın böyle Tanrı'sı olur" yani insanı ele alma biçimi Tanrı'yı ele alma biçimini etkilemektedir; duruma göre tersini de söyliyebiliriz. Burada belirtilmesi gereken bir diğer husus da şudur: Metafiziksel hakikatin ya da bu hakikatin derinliğinin ölçüsü, ifadenin karmaşalığında ya da zorluğunda değil fakat özel bir anlayış kapasitesini ve düşünce stilini göz önünde bulundurarak o ifadenin sembolizminin niteliğinde ve etkililiğinde yatar. Hikmet kelimelerin anlaşılmazlığında değil, niyetin derinliğindedir; ifade zor ve güç anlaşılabilir olabilir ya da olmayabilir de. Bu noktaya geldikten sonra da daha ileriye gitmeden önce, biraz konumuzun dışına çıkacağız, şöyle ki: Bugünkü gençliğin büyük bir kısmı artık ne dinden ne felsefeden ne de herhangi bir öğretiden söz edilmesini istiyorlar, denilmektedir. Bütün bunların artık tükenmiş ve değerini kaybetmiş olduğu duygusu ifade edilmektedir. Bugünkü gençliğin "somut" olan ve "yaşanılacak" şeylere hatta "yeni" olan şeylere karşı duyarlı olduğu söylenmektedir. Bu zihinsel çarpıklığa karşı verilecek cevap çok basittir: Eğer "somut"un bir değeri varsa, bu değer ne sahte bir tutum ve davranışla -yani her tür öğretiyi elinin tersiyle geri tepmeden ibaret olan davranışla- uyuşabilir ne de tamamen yeni olabilir. Daima dinler ve öğretiler olmuştur, bu durum dinlerin ve öğretilerin varlığının insan tabiatında olduğunu kanıtlamaktadır. Binlerce yıldan beri, insanların en iyileri öğretiler ilan etmişler, bu öğretileri yaymışlar, onlar için yaşamışlar ve onlar için ölmüşlerdir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
olamaz ve bu durumda akıl, ilke olarak irfana yönelir. Eğer temel inanç bilinçli olarak ve açıkça külli hakikate ulaşamıyorsa, bunun nedeni, onun da kendine göre aklı sınırlamış olmasıdır. Nitekim o, zorunlu olarak ve hatta paradoksal olarak belli bir rasyonalizme katılır; -bu konuda Vişnuizm de Batı gibi aynı durumu arz eder- ama gene de bizzat imandan kopmadıkça rasyonalizmin içinde eriyip kaybolmaz. Durum ne olursa olsun, nisbi durumlara mutlak özellikler atfeden bir bakış açısı -Semitik zahircilikte olduğu gibizihin yönündem tam olamaz; fakat zahirden söz etmek aynı zamanda batından söz etmek demektir yani zahirin açıklamaları batının simgeleridir.
26
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
27
Hastalık kuşkusuz her öğretinin farazi hiçliğinde değil, fakat sadece pek çok insanın ya hakiki öğretileri geçmişte izlememiş ya da şu anda izlemiyor olmaları gerçeğinde ya da tam tersi, pek çok insanın sahte öğretileri izlemiş ya da şu anda izliyor olmaları gerçeğinde yatmaktadır. Öyle ki pek çok tutarsız ve yanıltıcı kuramlarla beyinler iyiden iyiye kızışmış, kalbler düş kırıklığına uğramış. Geveze ve zararlı sayısız yanlışlıklar hakikatin üzerine çullanmış, onu değerden düşürmeye çalışmıştır. Hakikat da tabii ki kelimelerle ifade edilir; hakikat her zaman meydandadır; ama hiç kimsenin ona baktığı yok. Hatta pek çok insan, düşünce nedir, düşüncenin değeri ya da işlevi nedir, bunu bile bilmiyor. Her zaman için mükemmel ve kesin dolayısıyla kendi içinde eksiksiz ve etkili kuramların olduğunu ve eski bilgelere, onları anlamaktan ve çaba göstermekten başka ekleyecek hiçbir şey olmadığını akıllarına bile getirmiyorlar. Eğer biz de beşeri varlıklarsak, düşünmeden edemeyiz ve eğer düşünüyorsak mutlaka bir öğretiyi seçeriz. Umudu kırılmış ve materyalist bir gençliğin bezginliği, hayal gücünden yoksunluğu ve çocuksu küstahlığı, kendini beğenmişliği bu konuda hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Eğer bugünkü gençliğin acı çektiği anormal ve düş kırıcı, aldatıcı durumları modern bilim doğurmuşsa, bunun nedeni bizzat modern bilimin anormal ve düş kırıcı, aldatıcı olmasıdır. Kuşkusuz bize, "İnsan nihilizminden sorumlu değildir, tanrıları bilim öldürdü" denilecektir, fakat burada da bir zafer, bir şeref payesi değil de bir zihinsel güçsüzlük itirazı bulunmaktadır, çünkü tanrıların ne ifade ettiğini bilen kişi fiziksel keşiflerle ve ayrıca temelsiz varsayımlarla ve psikolojinin yanlışlarıyla kendinin yoldan çıkmasına izin vermeyecektir. -Bu fiziksel keşifler sadece hissedilebilen simgelerin yerlerini değiştirir, fakat onları tümden ortadan kaldırmaz -Varlık, bazı açılardan, canlı bir organizmaya benzeyen bir realitedir. İnsanların bilincinde ve hareket tarzlarında zarara uğramadan kendi tabiatını ihlal edecek ölçülere indirgenemez. "Akıl dışı" alanın kalb atışları her yandan onu kuşatır. Demek ki, din ve hikmetin her türü15 bu "akıl dışı" alana aittir, eğer bir matematikçinin önyargısıyla basiretimiz körleşmemişse, bu "akıl dışı" alanın varlığını her yerde saptayabiliriz. Varlığı salt matematiksel ve fiziksel bir realite olarak ele almak istemek, onu bize göre ve kendi içimizde değiştirmek, kısacası onu paramparça etmek demektir. Buna yakın bir düşünce alanında, akıl kavramı konusunda yapılan bir yanlışlığı da burada belirtmemiz gerekiyor. Bize göre, nasıl ki aşkın konusu sadece güzellik ve iyilikse, aklın konusu da sadece hakikattir. Kuşkusuz yanlışda da akıl olabilir -çünkü akıl mümkünle karıştırılır ve mümkünle tabiatı bozulur; ve gene çünkü yanlış kendi içinde hiçbir şey değildir; bu yüzden ruha daima ihtiyacı vardır- ama her halükarda aklın kendi içinde ne olduğunu asla gözden kaçırmamak gerekir ve yanlışlıkla yapılan bir işin sağlıklı ve hatta aşkın bir aklın ürünü olabileceğini zannetmemelidir. Hele hele hile ve kurnazlığı saf akıl ve saf tefekkürle asla karıştırmamak gerekir. Akıllılık özünde bir "samimiyet" görünümü içerir. Öyleyse aklın mükemmel samimiyeti çıkar gözetmemezlikten ayrı olarak düşünülemez. Tanımak görmektir; görmek ise süjenin objeye, öznenin nesneye tam bir uygunluğudur, yoksa tutkusal bir edim değildir. "İman" ya da hakikatin kabulü samimi, yani kalbi olmalıdır: Çünkü, doğru olsun yanlış olsun, insanın maddesel olarak ya da duygusal olarak bir çıkarı olduğu zaman bir düşünceyi kabul etmesi başka şey; o düşüncenin doğru olduğunu bildiği ya da ona inandığı zaman onu kabul etmesi başka şey.
TASAVVUF II.
Bu öğretinin bütününü birkaç cümlede özetlemek istiyoruz. Kutsal kitap olarak Kur'an'ın anlamını anlayabilmek için, Kur'an'ın kelam nimetinin yaratılmamış bir prototipi olduğunu ve Allah'ın ezeli ve ebedi kelamı (Kelamullah) olduğunu ve Allah ve insanın vahyedilmiş kitapta yani "Logos"da kelamda biraraya geldiğini bilmek gerekir. Logos, beşeri dil aracılığıyla insanın, Ezeli ve Ebedi olan Varlığın Mutlak ve kurtarıcı Kelamını yeniden bulması beşeri dilin farklılaşmış şeklini üstlenmiştir. Bütün bunlar "Tanrı kelamı"nın sonsuz, kurtarıcı ve ilahi kudreti yansıtacak ve bir yığın günahı yok edecek kapasitesini açıklamaktadır. Bu bölümün başında da değindiğimiz gibi, tasavvufun ikinci temeli tefekkür ve murakabenin yoğunlaşmasıdır ya da bütün şekilleriyle ve her derecedeki ibadettir yani duadır. Bu tefekkür yoğunlaşmasının ya da temel özle ilgili duanın, ibadetin dayağı İslam'da "zikir"dir. Zikrin Kur'an tilavetinden tutun da Allah isminin son harfi olan "hu" ya da "hüve" zamirinin ilk harfi olan "hu" ya kadar geniş bir kapsamı vardır. İlahi isim olarak söylenebilen herşey -Örneğin, "Allah'ın zikrinden başka, yeryüzünde herşey lanetlidir" ya da "Allah'ın gazabından, insanı zikirden başka hiçbir şey uzaklaştıramaz" gibi ifadeler- kalbden, içinden ve aklından ayrıca metafiziksel düşünceyle veya derin bir tefekkürle söylenebilir. Biz kalbde Saf Varlıkla, akılda ise Külli Hakikatle birleşmiş durumdayız; her ikisi de Mutlak Varlık'ta çakışır. İslam'da tefekkürün yoğunlaşması dua ve ibadette "ihlas" olarak gözükür. İbadet ancak "ihlaslı" olmak koşuluyla geçerli olur; zikri "başlatan" bu ihlastır, dolayısıyla tefekkürün
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Bu kitabın başında gördük ki, İslam eşyanın tabiatı üzerine kurulmuştur; şu anlamda söylüyoruz, İslam kurtuluş koşulunu bizim Tanrı suretinde oluşumuzda yani beşeri aklın bütünsel niteliğinde, sonra da irade hürriyetinde ve son olarak da kelam nimetinde görmektedir, ancak "nesnel" ilahi bir müdahale sayesinde, bu melekelerin karşılıklı olarak itmi'nanı, ahlaki dengeyi ve tevhide ulaştıracak duayı yansıtmaları koşuluyla. Gene aynı şekilde gördük ki, Tanrı suretinde olmanın bu üç şekli ve bunların muhtevaları İslam geleneğinde kısaca şu üç terimle ifade edilmiştir: İman-İslam-İhsan. Demek ki, Tanrı suretinde olmadan söz etmek, İlahi Tabiata özgü niteliklere ait olmak demektir. Gerçekten de Tanrı "Nur"dur, "Hayat"dır ya da "İrade"dir ve "Kelam"dır. Bu Kelam, Yaratıcı "Kün", "Ol!" kelimesidir. Fakat Tanrı katında yaratıcı güç olan, insan katında şekil değiştirici ve yüceltici (defiante) bir güç olacaktır. Eğer İlahi Kelam yaratırsa, ona cevap veren beşeri kelam, yani "Allah" adını zikretmek de tekrar Tanrı'ya döndürmektedir. İlahi Kelam, bir şeyi önce yaratır, daha sonra meydana çıkarır, haber verir; beşeri kelam ise, birşeyi önce ortaya çıkarır daha sonra onun şeklini değiştirir; beşeri kelam hakikati ortaya getirir ve Tanrı'ya başvurarak, yönelerek, insanın biçimini değiştirir ve Onun Tanrı suretinde varlık olmasını sağlar. Beşeri iletim İlahi Vahye, Tanrı suretine çıkarış da Yaratışa tekabül eder. Demek ki, insan katındaki kelamın tek fonksiyonu hakikatin iletilmesi ve insanı Tanrı suretine çıkarmasıdır, ister hakikat bildirisi ister dua olsun böyledir.
28
temerküzüdür, yani zikrin sınırsız bir etkisi olmasını ihlas sağlar. Zikir şeklinde yapılan dua kolaydır ve ağızdan yapılan bir şeydir, dolayısıyla ne binlerce günahı silebilir ne de binlerce iyi amel değeri taşıyabilir, diye bir itiraz yapılacak olursa, gelenek buna şöyle cevap verir: İnsan açısından duanın bütün değeri önce bize duayı yaptıran niyetin içinde -çünkü bu niyet olmasa, duayı yapamayız sonra da murakabeye dalmamızda, dolayısıyla Tanrı'nın Huzurunda duyduğumuz "huzur" içinde gizlidir. Fakat nimet karşısında bu değer hiçbir şey değildir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
İnsanın "Tanrı'yı zikretmesi" aynı zamanda kendisini unutmasıdır. Tersinden söyleyecek olursak, ego, Tanrı'nın unutulmasının bir tür kristalleşmesi, netleşmesidir. Beyin bu unutmanın organı gibidir. Beyin egonun hem dağıtıcı hem de karartıcı eğilimlerinin dünyası olan dağılma ve ağırlık dünyasının resimleriyle, hayalleriyle dopdolu bir sünger gibidir. Kalb ise "ben"imizin en derin yerinde saklı olan, Tanrı'nın gizli zikridir. Duada adeta kalb su yüzüne çıkmış halde beynin yerini alır; ve o andan itibaren insanı tevhide ulaştıran ve hafifletip huzur veren rahat bir uykuya dalar. Bunun en açık belirtisi o anda insanda meydana gelen huzur ve sükundur. "Ben uyurum ama kalbim uyanıktır" der Hz. Peygamber.
29
Eğer İbn Arabi ve daha başkaları -Kur'an ve Sünnete uygun olarak- zikir öncesinde ve sonrasında "Allah'ın azametine dalınmasını" istiyorlarsa, burada sadece kökü muhayyilede olan bir saygı hareketi ve duygusu değil fakat aynı zamanda bütün varlığımızla "Hareketsiz hareket ettirici güç"de bütünleşme, yani kısaca normatif arketipimize "Tanrı suretinde yaratılmış" saf insani maddemize bir dönüş söz konusudur. Bu da doğrudan doğruya saygınlıkla ilgilidir. Ayrıca, bu işlev kralların ve papazların işlevlerinde açık olarak gözükür: Papaz ve kral, her ikisi de ilahi Varlığın huzurunda, halkın üstünde dururlar, eğer deyim uygun düşerse onlar aynı zamanda "Tanrı'nın herhangi bir şeyi"dir. Bir anlamda, zakirin yani zikredenin saygınlığı Tanrı'nın, onun hesabına üstlendiği "suret" ile birleşir; bir başka deyişle bu saygınlık, -bu "Kutsal sessizlik" ya da bu "hareketsizlik" -aynı zamanda İlahi İlkenin de bir imgesidir. Budizm bu imgenin özellikle somut bir örneğini sunmaktadır: Buda'nın kutsal imgesi hem "ilahi şekil"dir hem de "beşeri mükemmellik"tir. Buda'nın kutsal sureti dünyevi varlıkla semavi varlık arasındaki birleşmeyi belirtir. Ama bütün bunlar sadece ve sadece tefekküri duayla ilgilidir yani bütün bunlar ancak sufilerin zikirleri söz konusu olduğunda söz konusudur. Kur'an'da bulunan bütün ifadelerin özünü oluşturan Allah ismi şeddeli lam ile birleştirilen iki heceden meydana gelir. Bu iki hece tıpkı ötedünya öncesi meydana gelen bedensel ölüm ile öldükten sonraki diriliş gibidir ya da aydınlatmayı başlatan manevi ölüm ve velilik gibidir. Bu benzetme, ister ontolojik, varlıkbilimsel olsun ister çevrimsel olsun evrene uyarlanabilir: Gerçekliğin iki derecesi arasında, -bunlar ister bir silsile bakımından ister ardarda geliş bakımından ele alınsın- her zaman bir tür yok olma vardır. Şehadet kelimesindeki "illa" sözcüğünün de ifade ettiği şey budur. Allah isminin ilk hecesi, kabul edilen bir yoruma göre, ilahi tezahürler olarak, dünya ve hayatla ilgilidir; ikinci heceyse Tanrı ve ötedünyayla ya da ölümsüzlükle ilgilidir. Oysa ki Allah ismi sükunla hemze arası bir boşlukla başlıyor, tıpkı "creatio ex nihilo", yoktan yaratılış, gibi simgesel olarak Sonsuz varlık üzerine açılan sınırsız bir nefes çıkışıyla bitiyor, yani son
harf olarak "he" varlık üstü bir "ikiliksizlik"i belirtmektedir. Ayrıca bu, eşyanın ilk yokluğuyla aşkın Yok-Varlık arasında simetri olmadığını da göstermektedir. Öyleyse "Allah" adı, Mutlak Varlık'tan tutun da en küçük bir toz parçasına kadar "var olan" herşeyi kapsamaktadır. Oysa ki "hüvet" zamiri yani "O" Allah kelimesindeki son "he"yi zamir olarak belirtmektedir; sözde anlatılamaz aşkınlığı ve akıl ermez sırrı içinde, o şekliyle Mutlak Varlığı belirtmektedir.
Az önce Allah isminin anlamının "La ilahe İllallah" olduğunu söyledik. Şöyle ki: Kozmik tezahür hayalidir, metakozmik ilke ise reeldir. Söylediklerimizi daha açık anlatmak için, Kitabımızın Kur'an bölümünde değindiğimiz bir hakikati burada tekrar etmemiz gerekiyor: çünkü zuhur açısından -var olduğumuza göre bizim açımızdır- dünya hiç kuşkusuz belli bir realiteye sahiptir; onu olumlu yönde ilgilendiren hakikatin birinci Şehadetin içinde olması gerekir. Oysa ki ikinci Şehadette yani "Muhammedü'r Resulullah" da bulunmaktadır. Bu da birinci kısma ait "illa" kelimesinden çıkmaktadır. Zuhurun ilkeyi yansıtan nisbi bir gerçekliği olduğunu göstermektedir. Bu şehadet fani, geçici şeylerin -deyim yerindeyse "arazlar"ın -toptan inkarının karşısına nisbi bir tasdik koyar; bu tasdik de ilahi yansıma olarak zuhurun, bir başka ifadeyle ilahi tezahür olarak dünyanın tasdikidir. "Muhammed" mükemmellik bakımından ele alınan dünyayı temsil eder. "Resül" ise nedensellik ilgisini belirtir ve böylece dünyayı Tanrı'ya bağlar. Akıl Mutlak realite düzeyine konunca, nisbi hakikat adeta külli hakikat tarafından emilir: Sözlü simgeler açısından, o zaman nisbi hakikat kendini metafiziksel bir "şart kipi" içinde bulur, ki bu da "illa" kelimesidir. Allah'ın dışında hiçbir şey olmadığına göre, dünya da O'nda anlaşılmalıdır ve "O'ndan başkası" (gayruhu) olamaz: İşte bu nedenle zuhur "İlkedir", İlke bu haliyle "ez-Zahirdir"; öte yandan İlke aynı zamanda "el-Bâtındır" Böylece Allah ismi var olan her şeyi ve ayrıca var olan her şeyi aşan her şeyi içermektedir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Bizzat ilahi isimlerde zorunlu olarak bir etkililik garantisi vardır. Amidizm'de büyü yapmanın kurtarıcı inancı Amida'nın "İlk dileği"nden ileri gelir; bu da temelde şu anlama gelir: Başka geleneksel şekillerde benzeri bir uygulamada bu inanç "mantra"nın ya da İlahi İsmin kapsadığı anlamda çıkar. Böylece eğer Şehadet, Amida'nın "ilk dilek"iyle hidayeti kapsıyorsa, bizzat içeriği gereğince öyledir, çünkü şehadet Hakikatin en üstün şekilde ifade edilişidir ve gene çünkü Hakikat bizzat tabiatı gereği insanı kurtarır. Hakikatle özdeş olmak, onu varlığımıza akıtmak, varlığımızı ona aktarmak; hatanın, günahın ve kötülüğün etkisinden kurtulmak demektir. Demek ki Şehadet, Allah isminin öğretisel dışa vurumundan başka birşey değildir. Tevrat'taki "Alevli Çalı"nun "Eheieh esher Eheieh" ine, (Tevrat Çıkış III, 14; Ve Musa Allah'a dedi: Ben, BEN olanım; veya Ben, O, olanım) tam olarak tekabül eder. Bu tür ifadelerle Tanrı "kim olduğunu" dolayısıyla kendi adının ne anlama geldiğini bildirmektedir. İşte bunun için benzeri ifadeler -böyle "mantra"lar -Tanrı'nın isimleri kadar çoktur.
30
4 KAPIDA HZ. ALİ (8)
4 KAPIDA HZ. ALİ
“Her kim ki şeriatın on makamından birisini dahi yerine getirememişse Tarikat makamına, Tarikatın on makamından birisi dahi eksik olsa Marifet makamına, Marifetin on makamından birisi dahi eksik olsa, Hakikat makamına eremez. Ol kişi dört kapı kırk makamı eksiksiz olarak yerine getirirse ancak sırrı Hakikat’a ulaşır”. (9)
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
HACI BEKTAŞ VELİ
31
Dört Kapı şunlardır: 1. Şeriat 2. Tarikat 3. Marifet 4. Hakikat Bu her kapının on makamı vardır. (10)
4 KAPI 40 MAKAMIN ÖZELLİKLERİ
ŞERİAT TARİKAT MARİFET HAKİKAT 1. İman etmek Tövbe etmek, EDEB’li olmak Alçakgönüllü olmak, 2. İlim öğrenmek Mürşid öğüdüne uymak Bencillik, Kimsenin ayıbını görmemek, kinden uzak olmak
3. İbadet etmek Temiz giyinmek, Perhizkarlık Yapabileceğin iyiği esirgememek, 4. Haramdan uzaklaşmak İyilik için savaşmak, Sabır ve kanaat 5. Nikah/Ailesine faydalı olma Hizmet etmeyi sevmek, Haya (Utanma) Tüm insanları bir görmek, 6. Çevreye zarar vermemek Haksızlıktan korkmak, Cömertlik Birliğe yönelmek 7. Peygamberin emrine uymak Ümitsizliğe düşmemek İlim, Gerçeği gizlememek 8. Şefkatli olmak İbret almak, Hoşgörü, Manayı bilmek 9. Temizliğe dikkat etmek Nimet/cömert olmak) Özünü bilmek ve Tanrısal sırrı öğrenmek 10. Yaramaz işlerden sakınmak Özünü fakir görmek. Ariflik. Tanrısal varlığa ulaşmak ve Hakla bir olmak. (11)
4 KAPININ GÜZELLİKLERİ
ŞERİAT TARİKAT MARİFET HAKİKAT 1. Rüzgâr Ateş Su Toprak
3. Kul Bilim Erme Görme 4. Et / Kemik Damar Beyin Can / Ruh 5. İşitme Görme Duyma Bilme 6. Lamba Fitil Yağ Işık 7. Kapı Eşik Anahtar Kilit 8. Nadas Tohum Hasat Ürün 9. Niyet İkrar Yol Durak 10. Göz Kulak Ağız Cemal 11. Ağaç Kökü Dal Çiçek Meyve 12. Köy Ülke Dünya Evren 13. Doğum Nişan Evlilik Hakka Ulaşma
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
2. Derya Gemi Dalgıç Cevahir
32
14. İlk Okul Orta Okul Lise Üniversite 15. Peygamberler Çağı Evliya / Erenler Çağı Şimdiki Zaman Gelecek Çağ Şeriat kapısının makamları: 1. İman etmek, 2. Ilim öğrenmek, 3. İbadet etmek, 4. Haramdan uzaklaşmak, 5. Nikahlanıp evlenerek Ailesine faydalı olmak, 6. Çevreye zarar vermemek, 7. Peygamberin emirlerine uymak, 8. Şefkatli olmak, 9. Temizliğe dikkat etmek ve
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
10. Yaramaz işlerden sakınmak.
33
Şeriat, insanın kendi öz benliğini kötülükten arıtmaya, yeterince gelişmemiş olgunlaşmamış hali ile din kurallarını, şekil biçiminde uygulamasıdır. Bu kapı kişinin yaşama başladığı ilk okul olarak kabul edilebilir. Esasta toplum ve onu şekillendiren değerlere uyumu içerir. Şeriat kapısında Allahın Aslanı Hz. Ali Hz. Ali, Müslümanlığı ilk kabul ve ilk İman eden kişidir. Hz. Muhammed bir Hadisinde “Benden sonra fitne (huzursuzluk) olacaktır. Bu oldu mu, Ebu Talip oğlu Ali tarafını tutun. Çünkü O bana ilk iman edendir. Kıyamettede benimle ilk dostluk edecek odur. O Sıddık-ı Ekber’ dir. O bu ümmetin Faruk’udur. O müminlerin ulusudur, reisidir.” Diyerek onun ilk iman eden olduğunu beyan etmiştir. Ayrıca kendisi “Allah Elçisi Muhammed, bir Pazartesi günü peygamber olduğunu açıkladı. Aynı günün ertesi Salı günü ben İslam Dini’ne girdim, onun Peygamberliğine inandım” diyerek bunu teyit etmiştir. Hz. Ali’nin İslamiyeti ilk benimseyen insan olması, onun diğer kapılarda göreceğimiz gibi “Evvel Ali, Ahir Ali” tanımlamaları ile çelişmez, tam tersine yerinde bir tespit olur. Zira Alevilik diğer semavi dinleri de benimser ve onları Hak kabul eder. Ancak kavimlerin sürekli inanç ve toplumsal ahlâk ihlalleri yaşaması sonucu, bu dinlerin gerek içerik ve gerekse motivasyon olarak özellikleri yitirdiğini ve Allahın yeni Elçiler ve Kutal kitaplar gönderdiğine inanır. Bu vesile ile inançlarda ve Allahın gönderdiği Kitap ve Peygamberlerde bir uyum ve devamlılık vardır.
Bu vesile ile Hz. Ali’nin ilk müslüman olması zahiri yani dünyevi bir olgudur. “Evvel Ali, Ahir Ali” durumları ile batini , yani bir insanın yaşamının olgunlaşmasının en üst seviyesinde görüp varabileceği bir durumdur. Bu vesile ile burada bir kavram karışıklığı olmamasına dşkkat etmek gerekir. Her zaman Hz. Muhammed’in yanında bulunmuş ve onun sohbetinden yararlanmış, onunla birleşmiş, bütünleşmiş ve onunla Hak olmuştur. Ondan büyük İlim öğrenmiş ve Hz. Muhammed onun için ‚” Ali benim ilmimin haznedarıdır” hadisini söyleyerek onun ne kadar bilgili ve alim olduğunu vurgulamıştır. Hz. Ali süreki ibadet eden ve oruç tutan bir insandır. Hatta 3 gün üst üste oruç tutuğu, 3 gün üst üste tam orucunu açmak istediği zaman kapısına yoksul veya kölelerin gelip sadaka istediklerini, Hz. Ali’nin de bu rızkını onlara vererek orucuna devam ettiği bilinir. Hz. Ali haramdan hep kaçınmıştır. Hz. Muhammed onun için‚” Ya Ali benden sonra yola gidenler, Senin gösterdin yoldan giderlerse selamete ererler” diyerek fena işlerden uzak olduğunu beyan etmiştir. Tüm ömrü boyunca iyilik, insanlık ve İslamiyet için çalışmıştır. Etrafına ve ailesine sürekli faydalı olmuş ve bunu her fırsatta vurgulamıştır. Onun Gerek oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’e yaptığı öğütlerde ve gerekse hutbelerinde, Mısır’a tayin ettiği Vali Malik Ejder’e göderdiği mektupta bu görüşleri defalarca vurgulanmıştır. O hiç bir savaşta yenilmemiştir. Hz. Muhammed tarafından ona hediye edilen ve Zülfikâr adı verilen efsanevi çift ağızlı kılıç ve Düldül adı verilen atı ile savaş meydanlarında büyük kahramanlıklar göstermiştir.
Bu vesile ile ona Aleviliğin ilk kapısı olan Şeriat kapısında Allahın Aslanı unvanı takılmıştır. Hz. Ali son derece güvenilir ve yiğit bir insan olduğu için 622 yılında Hz. Muhammed ve diğer iman edenler Mekke’den Medine’ye göç (Hicret) ettiklerinde, Hz. Muhammed onu kendi yatağına yatırmış ve Mekke’lileri oyalamasını sağlamıştır. Hz. Ali yüzyıllarca mazlumun dostu, haksızın ve zalimin korkulu rüyası olarak zihinlerde yer edinmiştir. Onun hakkında bu vesile ile yüzlerce Cenk (Kahramanlık) kitabı yazılmış, bilhassa Hayber kalesinde gösteriği olağanüstü kahramanlıkları yüzyıllarca dilden dile aktarılmıştır. Ona savaş meydanlarında boyun eğmek zorunda kalan düşmanları pusuya yatarak fırsatlar kollamış ve gerek Hz. Muhammed’in Hakka yürümesi sonrasında ve gerekse Hz. Ali’nin şehadetinden sonra intikamlarını ondan, onun ailesinden ve onu sevenlerden almaya kalkışmışlardır. Bu vesile ile ellerine geçen fırsatları çok zalimce kullanmış, gerek Kerbela ve gerekse daha sonraları çocukları ve torunlarından intikam almışlardır. Hz. Ali ise İslam içinde kan dökülmemesi Hz. Muhammed’in “Müslümanlar benden sonra birbirine kılıç çekmesinler” Hadisine bağlı kalarak ilk yıllarda uğradığı haksızlıklara rağmen şiddet kullanmamış, taraftarlarını şiddet kullanmaktan men etmiştir. Bütün bunlara rağmen Ehli Beyt ve 12 İmam’ların uğradığı zulüm ve haksızlık adeta tarihte eşine az raslanan zulümler arasına girmiştir. Hz. Ali’den sonra onun torunlarından İmam Cafer Sadık ve son İmam Mehdi dışında tüm soyu kesilerek, vurularak, zehirlenerek, sürülerek yok edilmişlerdir. Sadece kendileri değil, diğer aile bireyleri ve sevenleri de bu zulümden paylarında düşeni almışlardır.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Onun olağanüsüt cesareti, yiğitliği, kahramanlığı yüzyıllardır sevenlerinin gönlünde taht kurmuştur.
34
Hakkında Camilerde, meydanlarda, kamu kurumların da sövme ve küfür etme fasılları oluşturulmuş, bilhassa Emeviler devrinde Camiler de Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’e sövmek ve hakaret etmek zorunluluk haline getirilmiş, buna uymayanlar ise şiddetli bir şekilde cezalandırılmışlardır. Hz. Ali için ayrıca Hz. Muhammed şunu söylemiştir. “Ali’den üstün yiğit (feta), zülfikardan üstün kılıç yoktur”. Bütün bunlardan dolayı Hz. Ali’ye Allahın Aslanı adı verilmiştir. Hz. Ali’yi temsil eden fotoğrafların çoğunda bu işlenmiş ve Hz. Ali bir Aslan ile birlikte sembolize edilmiştir. Ancak bu sembolize sadece Hz. Ali’nin kuvvet ve kudretini temsil etmek için değil, aynı zaman da Hz. Muhammed’in Mirac’a giderken karşısına çıkan Aslan’nın ağzına yüzük atarak ve daha sonra Hz. Ali’nin bu yüzüğü kendisine iade etmesi ile de ispatlanmıştır. Hz. Ali çevresine sürekli yararlı olduğu, onun “Adalet, halkın dirliği ve düzeni, idarecilerin ise süsü ve güzelliğidir.” veya “Yakınlarına yardımı bırakan, düşmanlarına yardım etmiş olur” sözlerinden de anlaşılmaktadır. Hz. Ali, Hz. Peygamberin emirlerine, sözlerine ve icraatlarına sürekli uymuştur. Peygamber onun için “Ali benim bilgimin kapısıdır. Tebliğe memur olarak gönderdiğim şeyleri benden sonra ümmetime bildiren, açıklayan kişidir. O’nu dinleyin. O’na baş kaldırmak nifaktır” diyerek bunu teyit etmiştir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Hz. Ali sadece şefkatli değil aynı zamanda “Merhamet ve ibâdetlerin en hayırlısı, gizli sadaka vermek ve inzivâ köşesinde ibâdet etmektir.” Diyerek yoksulları korumanın da merhametlerin en iyisi olduğunu vurgulamıştır.
35
Hz. Ali son derece temiz bir zattır. Bu temizliği sadece dış görünüşü, elbiselerinin temiz olması değil, beden ve ruh temizliğde içerir. Onun “ Bedenin orucu, irâde ve ihtiyarla azaptan korkup sevâba girmeyi, ecre nâil olmayı dileyerek yemekten kesilmektir. Nefsin orucu, beş duyuyu öbür suçlardan çekmek, kalbi de bütün şer sebeplerinden ayırmaktır. Kalbin orucu, dil orucundan; dilin orucu, karnın orucundan hayırlıdır. Veya “Dilini küfre alıştırma. Tatli dilli ol. Yoksa önüne gelene havlayan köpeklere dönersin. Halkı zorla kendine nefret ettirirsin.” Sözleri bunun kanıtıdır. O bu sözleri ile yaramaz işlerden de kaçınmayı da öğütlemektedir . Haksızlık önünde eğilmeyiniz. Çünkü haksızlıkla beraber şerefinizi de kaybedersiniz. Haksızlıklara isyan etmeyenler, onlardan gelecek her musibete katlanmalıdır. Tarikat kapısının makamları 1. Tövbe etmek, 2. Mürşidin öğütlerine uymak, 3. Temiz giyinmek, 4. İyilik yolunda savaşmak, 5. Hizmet etmeyi sevmek,
6. Haksızlıktan korkmak, 7. Ümitsizliğe düşmemek, 8. İbret almak, 9. Nimet dağıtmak (cömert olmak) ve 10. Özünü fakir görmek. Tarikat kapısı, İnsanın dünyevi işlerde kendine özgü ve tamamen bağımsız iradesiyle nefsini kontrol altına alarak, her türlü kötülüğü kendinden uzaklaştırmak için bir yola girmeye denir. Bu kapıda kötülükler kişiden uzaklaştırılırken aynı zamanda iyi huyların ve iyiliklerin o kişide bir araya getirilmesi demektir. Şöyle bir benzetme de yapabiliriz. Kişinin bir meslek okuluna girerek (örneğin tornacılık, elektrik teknisyenliği… gibi) orada yetenek ve becerilerinin geliştirilmesi ve aynı zamanda olgunlaşması ve olgun bir kişilik elde etmesidir. Tarikat Kapısında Şahı Merdan Ali
etmenin ve insanların kötülüklerden uzak durmalarının önemine dikkat çeker. Sadece tövbe ederek insanların ruhlarını temizlemelerini değil aynı zamanda hiç günaha girmemelerini sürekli telkin ederdi. Onun “Günah işlememek, tövbe etmekten daha iyidir.” Veya “Kötü alışkanlıkları terketmek en büyük ibadetlerdendir” sözleri bunun kanıtıdır. O büyük zat aynı zamanda yüzlerce güzel sözünde halka hep güzel öğütlerde bulunmuş ve bilgeliğini halkı ile paylaşmıştır. Üstelik öğüt ve nasihatlarda bulunurken de sonsuz tevazu göstermekte ve öğütlerin başkalarının yanında verilmemesini talkin etmektedir. “Bir insana başkaları yanında verilen öğüt, öğüt değil, hakarettir.” Sözü onun ne kadar ulu bir insan olduğunun kanıtıdır. Öğütlerinde her türlü güzelliği sıralayan ve iyiliği telkin eden Hz. Ali, “En akıllı insan, öğütleri dinlemekten vazgeçmeyen insandır” sözü ile insanları öğüt dinlemeye davet eden bir mürşittir. Kendisinin de, Hz. Muhammed’den çok şey öğrendiğini ifade ederek “Ben Peygambere bir şey sorunca beni bilgilendiriyordu. Ben sessiz kalınca da O konuşmaya başlıyordu” diyerek bir Mürşide bağlanmanın öneminden bahs etmektedir. “Söyleyene değil, söylenene bak” sözleri ile bilginin önemine vurgu yaparken aynı zamanda “En faydalı bilgi, uygulanabilendir.” Diyerek insanları yararlı bilgi vermene teşvik etmektedir. Hz. Ali, temiz giyinen, temizliğe itina gösteren bir ulu zattı. Ancak her zaman iç temizliğin çok daha gerekli ve önemli olduğunu ifade etmiş, yaşamını adeta buna endekslemiştir. Hz. Ali haksızlıktan sürekli kaçınmış ve kimseye özellikle haksızlık etmemeye çalışmış, gerek öğütlerinde ve gerekse Valilerine gönderdiği genelgelerde İyilliği ve iyilik yolunda savaşmayı önermiştir. “Haksızlık önünde eğilmeyiniz. Çünkü haksızlıkla beraber şerefinizi de kaybedersiniz.” ve “Haksızlıklara isyan etmeyenler, onlardan gelecek her musibete katlanmalıdır.” Diyerek iyilik yolunda başkaldırıyı teşvik etmiştir. Zaten onun savaş meydanlarında gösterdiği kahramanlıklar iyilik yolunda savaşmanın gerekleridirler.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Hz. Ali olağanüstü güzelliklerinin yanında sürekli nefsini tevbe /tövbe etmeyi savunur ve bunu herkese önerirdi. Bir sözünde “Tövbe etmek elindeyken, ümidini kesene şaşarım” diyerek tövbe
36
Özellikle Hayber’in fethi sırasında Hz. Ali’nin iyilik yolunda nasıl büyük kahramanlıklar gösterdiği bilinmektedir. Hz. Muahmmed, Hayber savaşında şöyle der “Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki, Allahü Teala onu sever. Ben de, onu çok severim” ve Hz. Muhammed sancağı ertesi gün Hz. Aliye verir. Sancağı alan Hz. Ali askerleri ile beraber kaleye yürür ve en başta da kendisi bulunur. Onun Hayber kalesi kahramanlıkları, bir tutuşta kale kapısını koparması, orada yarattığı olağanüstü direnç yiğitlik ve iyilik yolunda savaş için güzel bir örnektir. Kaldı ki Hz. Ali sadece orada değil, diğer yerlerde de en önde savaşmış ve zaman zaman yaralanmıştır. Sadece Uhud savaşında 16 yerinden yaralanmış fakat gerek Hendek ve gerekse diğer savaşlarda görüldiği gibi en önde savaşmaktan geri durmamıştır. Hayber kapısında Merhab adlı bir Yahudi savaşçıyı yenip onlarca insanın zor oynattığı kale kapısını sökünce, orada bulunan bir asker Hz. Ali’ye kimliğini sorunca ulu zat: Ben Ebu Talib oğlu Ali’yim, sizin Tevrat’ta ismim “İlya”dır”, der. Yahudi asker derhal orada secdeye kapanıp iman eder Kuran-ı Kerim de Hayber’i fetih olayı şöyle anlatlıır: “Onlar, husunlarının (Kalelerinin) kendilerini Allah’tan koruyacağını zannetmişlerdi. Halbuki Allah, onlara hesaba katmadıkları yerden gelince kalplerine korku saldı. Kendi evlerini kendi elleriyle yıkmaya başladılar, müminlerde aynı tahribatı yaptılar. İbret alın ey basiret sahipleri. (Haşr: 2-3) Şair Kumru”…Hayber Kalesi’ni yıkmak senin için zor bir iş değil, senin saçının her bir teli isterse bin tane Hayber kalesi yıkar ya Ali. Eğer Cebrail kanadını yeryüzüne açmasa idi, Merciyik savaşında senin kılıcın ile dünya bölünüp parçalanacaktı. Senin kılıcından çıkan kıvılcım eğer şimşek olsaydı, İslam düşmanlarını yakıp kavurur, evlerini harap ederdi…” diyerek Hz. Ali’nin yiğitliğini övmüştür:
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Hz. Ali tüm yaşamı boyunca bildiklerini halk ile paylaşan, halka hizmet etmeyi ibadet olarak gören ve hizmeti paylaştıran bir zattır. Onun için Hz. Muhammed Hadislerinde “Ali benim bilgimin kapısıdır. Tebliğe memur olarak gönderdiğim şeyleri benden sonra ümmetime bildiren, açıklayan kişidir. O’nu dinleyin. O’na baş kaldırmak nifaktır” diyerek insanların yüzlerini Hz. Ali’ye dönmelerini ister.
37
Onun en çok önem verdiği şey bilimdir. İnsana hizmetin en doğru yolunun Alimlerin düzeyli bilgilerini halka sunma ve onlara kullandrmaya yöneliktir. Hz. Ali haksızlıklara karşı son derece hassastır. Onun “Adalet için en büyük talihsizlik, devleti idare edenin zalimliğidir.” sözleri kendisinin adalet konusunda ne kadar kapsamlı düşündüğünün bir ifadesidir. Tüm yaşamı boyunca adaletten sapmamış ve yaşamı ile de buna örnek olmuş bir büyük Veliullahtır. Bu konuda o kadar net konuşmuştur ki “Adalet ve eşitliği gözetme, siyasetlerin en iyisidir.” Diyecek kadar adaleti gözetir ve haksızlıklardan kaçınır. Adaletli davranmayı yayınladıkları genelgelerde de sürekli vurgulayan Hz. Ali, yöneticilere yönelik “Adalet, halkın dirliği ve düzeni, idarecilerin ise süsü ve güzelliğidir.” Sözleri ile adaletli davranmayı sürekli teşvik etmiştir. Hz. Ali son derece sabırlıydı, bu sabrı herkesde görülemeyecek kadar fazlaydı. Bu konuda “Kendini güçlükler karşısında sabretmeye alıştır, çünkü haksızlık karşısında Hak için sabretmek en iyi ahlâktır.” Sözleri bunu çok iyi yansıtır. Keza “..Sabrediniz, çünkü sabır îmana nispetle cesetteki baş gibidir. Başı olmayan bedenden hayır, sabır olmadıkça da imandan hayır gelmez” sözlerinden de anlaşılacağı gibi sabrı imanın bir boyutu olarak yansıtır.
Hz. Muhammed’in Hakka yürümesinden sonra babası Hz. Peygamber tarafından eşi Hz. Fatıma’ya verilen Fedek hurmalığının, Halife Ömer tarafından zorla alınması, Babasının Hakka yürümesi vesile ile zaten acılı olan eşi Hz. Fatıma’nın dövülerek kaburga kemiklerinin kırılması ve benzeri son derece büyük haksızlıklara dahi sabır göstererek katlanır. Aslında haksızlıklara karşı son derece hassas olan Allahın Aslanı ünvanlı, gücü ve kuvveti destanlara sığmayan Hz. Ali’nin şahsına ve ailesine yapılan bu zulümler karşısında sessiz kalmasının nedenlerinden bir tanesi de sabrını göstermeye yöneliktir.
Hz. Ali Insanlara sabırlı olmalarını telkin ederken, aynı zamanda onların ümitsizliğe düşmemelerini, her olgunun koşullarının kendisine uygun elverişli duruma gelmelerini, bununda azim ve çaba gösterilerek elde edilebileceğini göstermektedir. Onun “Azim ve sebat, insanların en büyük yardımcısıdır” sözleri bunu açıkça göstermektedir. Yaşanılan şeylerden ders çıkarılmasını, bunun yaşam için önemli olduğunu “Her şeye ibretle bakınız. Ve gördüklerinizden ibret alınız” sözleri ile vurgulamaktadır. Yaşamın ibretlerle dolu olduğunu, yeteri kadar ibret alınacak konunun bulunduğunu, ancak insanların genellikle bundan ders çıkarmadıklarını dahiyane bir şekilde izah ederek “İbret alınacak şeyler ne çok, ibret alanlarsa ne az” sözleri ile bunu açıklamaktadır. Onun ayrıca “Çok akıllı kimseler, başkalarının hatalarından öğrenirler ve hata yapmazlar, akıllı insanlar hata yapar ve ders çıkararak bir daha yapmazlar. Ahmak insanlar da sürekli hata yapar gene ders çıkarmazlar” sözleri yaşamdan ders çıkarma konusunda ne kadar derin bir sınıflandırmaya sahip olduğunu ortaya koyar. Hz. Ali imkânların sosyal bir biçimde paylaşılmasından yanadır. Bu yüzden elindeki tüm imkânların / nimetlerin adil dağılımını savunur, söyler ve uygular . “Akıllı olan kemal, cahil olan mal ister” sözünde görüldüğü gibi dünya malını fazla tasarruf etmenin erdem olmadığını vurgular ve Kemaletin maldan daha hayırlı olduğunu telkin eder. Bu şu anlama da gelebilir. Dünya malına fazla yatırım yapmaktan ise sosyal ilişkilere ve bilime, adalete yatırım yapılması anlamındadır. Yoksul ile dayanışmayı savunurken de, onun onurunu son derece gözetir. “Yoksula yardımı dilenmeden yap. Sen onu el açmak zorunda bırakırsan, verdiğin sadaka ile, onun sadakadan daha değerli olan haysiyetini satmaktan kurtarırsın” sözlerinde ki büyük erdem de gösteriyor ki, yoksula yardım edilirken başa kakılmamasını ve karşılıksız biçimde yoksul onuru gözetilerek yapılmalıdır. Hz. Ali insanların dünya malı için çok fazla tasarrufta bulunmasına hoş bakmaz. Kimsenin yerin altına fazla bir şey götüremiyeceğinden hareketle “Ey Âdemoğlu, ihtiyacından fazla kazandığın şeyi, başkası için biriktirmedesin” diyerek buna özellikle dikkat çeker. Cömertliğin, paylaşmacılığın çok büyük erdem olduğuna dikkat çekmek için “Kendini cömertliğe alıştır ve her ahlakın en iyisini seç; çünkü iyilik alışkanlık haline gelir.” Veya “Dünyada yoksulu doyurmak kadar büyük iyilik yoktur. Bunu yapanlar, âhirette mutlaka mükafatını bulur” sözleri ile insanları elindeki nimetleri, olanakları
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Bir Hadisinde “Benden sonra Islam kanı dökülmesin” diyen Hz. Muhamammed’in sözleri doğrultusunda bu sorunu şahsileştirmeyerek büyük bir tevazu göstermiştir. Onun “Sabır iki türlüdür. İstemediğin, hoşlanmadığın şeye sabretmek; Sevdiğin, istediğin şeye sabretmek.” Sözlerinde sabrı ikiye ayırarak bunu çok güzel açıklamaktadır. “Sabır en güzel huy, ilim de en şerefli süs eşyasıdır” sözlerinde Hz. Ali, Sabrı en güzel huy olarak göstermekte ve insanların karşılaştıkları olaylar karşısında sabır göstermelerini önermektedir. Gene “Kendini güçlükler karşısında sabretmeye alıştır, çünkü haksızlık karşısında Hak için sabretmek en iyi ahlâktır” sözlerinden de anlaşıldığı gibi Hz. Ali insanlar hem zorluklar karşısında sabırlı olmayı, aynı zamanda da sabrın adaletle karşılık bulmasının doğruluk olduğunu beyan etmektedir.
38
başkaları ile yaplaşmayı önerir. Tabii eldeki olanak veya nimetleri sadece dünya malı ile de sınıflandırmez. Onun gözünde bilgi de bir servettir ve bunu defalarca belirtmiştir. Onun için bilginin de paylaşılmasından yanadır ve bunu “Bildiği halde susmak, bilmediği halde konuşmak kadar çirkindir” sözleri ile açıklamıştır. Ayrıca nimetlerin ve olanakların paylaşılması konusunda da dikkatli olmakta ve son derece temkinli önerilerde bulunmaktadır. “ Bilgiyi ehli olmayana veren, o bilgiye zulmetmiştir” sözleri buna çok önemli örnektir. Hz. Ali son derece büyük bir alim, saygın ve dinlenilir kişi olmasına ve bir ara Halife olmasına rağmen son derece mütevazidir. Alçakgönüllüdür. Tevazu sahibidir. Özünü fakir gören Şahı Merdan’dır. Bu tevazuluğunda “Akıllı insanlar az konuşur. Çok söyleyenler, yalnız ahmaktırlar” diyerek alimlerin dahi çok fazla konuşmamalarını, az ve öz, ayrıca yerine göre konuşmalarını önerir. Alçakgönüllüğün bir erdem olduğuna dair söylediği “Alçak gönüllülük, ilimin meyvesidir” sözleri alimlerin dahi bu konuda tevazu göstermelerini talep etmeye yöneliktir. Onun “Alçak gönüllülük, en büyük şereftir” sözleri ile kişinin özünü fakir görmesine yönelik ciddi bir göstergedir. Hz. Ali’nin “Bilmediğin şey hakkında konuşmayı ve üzerine düşmediği halde söz söylemeyi terk et” sözleri insanları alçakgönüllüğe ve tavazuya davet eden beyanlarıdır.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Şahı Merdan Ali’nin özünü fakir görme konusunda son derece belirgindir. “Bin kapıdan, yüz bin kaleden içeri girebilirsin de küçücük bir gönülden içeri giremezsin” sözlerinden anlaşılacağı gibi gönül yapmanın, özünü fakir görmenin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu vurgular. Ayrıca bunu sağlarken adaletten vaz geçilmemesini de özellikle vurgular. Onun “Bin defa mazlum olsan da bir defa zalim olma” sözleri bunu bir ön koşul olarak gösterir.
39
Hz. Ali için söylenen Şahı Merdan, mertlerin, doğruların Şahı anlamına gelir. O Tarikat kapısında Mürşüt olan Hz. Muhammed’den sonra ki en önemli kapının eridir. Orada ki yeri ve makamı Pir’lik makamıdır. O Pir’lerin Piri, Şah’ların Şahı’dır. Hz. Ali, Peygamberin bir çok Hadisinde ve Gadirhum da yerine vekil tayin ettiği Halife’dir. Tarikatta ona erkânı ve ilkelerini gözeten de denir. O Ulu zat Hz. Muhammed ile defalarca Cem’e girmiş Can ile Canan, bütünleşen olmuştur. Marifet kapısının makamları 1. Edepli (EDEB) olmak, 2. Bencillik, kin ve garezden uzak olmak, 3. Perhizkarlık, 4. Sabır ve kanaat, 5. Haya (Utanma), 6. Cömertlik,
7. İlim, 8. Hoşgörü, 9. Özünü bilmek ve 10. Ariflik. Marifet Kapısı, kişinin Tarikat kapısında öğrendikleri ve ulaştıkları ile duygu ve ilimde en üst düzeye ulaşmak. Ve Tanrısal sırlara erişmektir. Bildiklerini özümseyerek bunu Tanrının sunduğu verilerle derleyip yorumlama ve sunabilmektir. Basit bir dille ve anlatmak gerekirse örneğin Tornacık Mesleğini başarı ile öğrenen bir ustanın hünerlerini ortaya koyarak sanatını sergilemesidir. Demiri ateşte döverek ondan tabak, kaşık yapmaktır. Marifet Kapısında Evliyalar Şahı Hz. Ali Hz. Ali, 18 bin Alemi var eden nura gösterdiği tam rızâdan olayıda ona “Mürteza” adı da verilmiştir.
Hz. Muhammed bu vasiyeti elbette sadece akrabası olduğu için yapmamıştır. Bu vasiyet Allahın emridir. Maide Sûresi’nin 55. ayeti olan ve “Velâyet Ayeti” diye adlandırılan, “Sizin veliniz, yalnız Allah, O’nun Peygamberi ve iman eden, ibadet eden ve rükû halinde zekât verenlerdir. ” Ayette kast edilen Evliyalar Şahı Hz. Ali’dir. Hz. Muhammed dönemi Evliyaları ve İslam dini uğruna canlarını feda etmekten çekinmeyen inanan ulu zatlar varken inen şu sure bir anlam ifade edebilir. “(Ey Peygamber!) Sen ancak bir uyarıcısın ve her topluluk için bir hidayet önderi vardır.” (Ra’d: 7). Hz. Muhammed bu ayeti kast ederek “ Hidayet önderi sensin ya Ali! Benden sonra hidayet arayanlar seninle hidayeti bulacaklar” buyurmuşlardır. Keza “Acaba Rabbinden apaçık bir delile sahip bulunan, onu yine ondan bir şahit izleyen (...) kimse mi (yalanlanacak)?” (Hûd: 17) için de, Ayette zikredilen “Rabbinden apaçık bir delile sahip bulunan” kimse Ulu Peygamber, “onu izleyen şahit” ise Hz. Ali’dir. “İman edenler ve iyi işlerde bulunanlarsa, işte onlardır yaratılmışların en hayırlıları.” (Beyyine: 7) nail olduğunda Hz. Peygamber, Hz. Ali’ye dönerek şöyle buyururlar “Ya Ali! Ayette sözü edilen kişiler, sen ve seni sevenlerdir (yolundan gidenlerdir).”
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Hz. Muhammed, 23 Şubat 632 tarihinde Veda Hutbesinde 100 bin civarına ulaşan Ashaba dönerek şöyle demiştir. Ey Ümmetim, Size 2 emanet bırakıyorum. 1- Allahın kelamı Kuran-ı Kerim, 2- Ehl-i Beyt’i. “Kuran ve Ehl-i Beyt ipine sım sıkı sarılın. Kevser Havuzunda her iki emanet bir birinden ayrılmadan bana ulaşacaktır. Ehl-i Beyt’im, Nuh’un gemisi gibidir. Gemiye binenler kurtuldular, binmeyenler helak oldular”. (Ehl-i Beyt, Hz. Muhammed’in ailesi demektir ve 1- Hz. Muhammed, 2(13) Hz. Ali, 3- Hz. Fatma, 4- Hz. Hasan ve 5- Hz. Hüseyin olmak üzere toplam 5 kişidirler.
40
Kuranı Kerim de Hz. Ali üzerine inen çok sayıda ayetler vardır. Bu vesile ile Hz. İmam Murteza’ya ilgileri, onun için söylediği “Ali’nin eti benim etimdir. Ali’nin canı benim canımdır. Ali’nin kanı benim kanımdır. Her kim ki Ali’yi severse, beni sever, Beni seven de Allahı sever. Her kim ki Ali’ye düşman olur, bana da düşman olur, Bana düşman olan Allaha da düşman olur. Ali’nin dostluğunu kazanan benim dostluğumu, benim dostluğumu kazanan da Allahın dostluğunu kazanır” sözleri sadece akrabalık bağları ile açıklanamaz. O Ulu zat Yüce Allahın da sevgili bir kuludur. Hz. Ali’yi anlatmak için okyanus kadar çok mürekkeplerin dahi yazmaya yetmeyeceği erdemleri, Hz. Muhammed’in onu meth eden sayısız Hadisleri vardır. Bu Hadislerin birinde Hz. Muhammed şöyle buyururlar. “Ali dinin direğidir”
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Hz. Ali’nin uğruna canlarını seve seve verenler, onun eşiğine yüz sürmek için bir birlerini adeta ezenler, kabri olduğuna inanılan Necef’te sırf bu aşk için gönüllü turap olanların hikmetlerinde aradığı Ali tüm Evliyaların Şahı oluşudur. Tüm Evliyalar Hz. Ali’nin aşkı ile tutuşur ona sevgi ve bağlılıklarını söz ve şiirlerinde büyük bir coşku ile aktarırlar. Tüm Erenlerin, Babaların, Dedelerin, Dedebabaların, Alp Erenlerinin Evliyalar Şahı diye bahsettikleri ve “onu anmak ibadettir” dedikleri, tüm dualarında adı geçen Hz. Ali, son derece huyu güzel bir zattır.
41
Adına “Adı güzel, kendi güzel” denilerek deyişler okunan, mersiyeler dizilen Hz. Ali, edebi ciddiyetle önemseyen bir Evliyadır . “Akil kişi, kemâl taleb eder” sözünde gördüğümüz gibi Hz. Ali Kemalete önem vermektedir. “Başkasında gördüğün fena bir huyu hemen nefsinde ara ve ondan kaçın” diyerek insanlara bunu başka bir şekilde daha aktarmaktadır. “Cehalet ve gaflet alimin kalbinde olmaz. Fakat alimler, zengin cahillerin karşısında, ancak ilim sayesinde yükselirler” beyanları ile ve “Ayıbın en büyüğü , ona benzer bir ayıp sende de varken, başkasını ayıplamandır” diyerek insanları iyi huylu olmaya ve edepli olmaya davet etmektedir. Hz. Ali insanları Bencillik, kin ve garezden uzak tutmak için son derece anlamlı sözler buyurmuşlardır. “Affetmekten utanmayın. Cezalandırmada acele etmeyin. Emriniz altında bulunanların hataları karşısında hemen öfkelenip kendinizi kaybetmeyiniz” sözlerinden de anlaşılacağı gibi bu alışkanlıklardan caydırmaya davet eder. “Amellerin en zoru üçtür. Bunlar; nefsin hakkını verebilmek, her halde Allah’u Teâlâ’yı hatırlayabilmek, kardeşine bol bol ikramda bulunabilmektir” diyerek insanların hoş olmayan alışkanlıklarından caymaları hakkında yol gösterir. Burada nefsin kontrol altına alınması, başka bir deyim ile nefse perhiz uygulamayı önerir. Onun “Cenabı Hak, Kibir edenleri bayağı ve aşağılık kılar” deyimleri nefsine gem vurmaya yönelik beyanlarıdır. “Geçimini mertce kazanmaya çalış. Nefsini alçaklıktan koru ki, fakir olsan bile şerefli kalasın” sözleri nefsini kontrol altına almaya yönelik örneklerdir. Hz. Ali yaşamında her zaman sabır göstermiş ve kanaatkâr olmuştur. “Hayatın, karşısına çıkardığı müşkül hadiselere sabır ve tahammül et. Onları, hiç kimseden bilme ve hiç kimseye karşı kalbinde bir buğz ve adâvet besleme; hiç kimseye hiddet ve şiddet gösterme. Bu suretle hareket edersen, en büyük müşkülleri bile yenersin ve sen de “İnsân-ı kâmil” mertebesine erersin” diyerek insanlara erdemli olmanın güzel örneklerini sunar.Bu söylemlerini gene doğruluk ve doğru bilgi ile güçlendirir. “Doğruluk en iyi yol, bilgi en iyi kılavuzdur” ve “Doğru söz söyleyenin delili kuvvetli olur” açıklamalarından görüldüğü gibi sürekli doğruluğu ve iyiliği rehber edinilmesini salık verir.
O Ulu zat sadece tek tek bireyleri değil, yöneticileri ve yönetici adaylarının da dikkatini çok yönlü erdemli olmalarını telkin eder. Aleviliğin en temel yaşam değerleri ve güncel kavramları olan edep ve haya konusunda bakınız neler buyuruyorlar . “Halkın önderi olmak isteyen biri önce kendisini ıslah etmeli, daha sonra başkalarını ıslah etmeye başlamalı ve söz ile diğerlerine edep öğretmeden önce güzel davranışı ile onlara edep öğretmelidir” demektedir. Burada Hz. Ali insanlara öncelikli olarak yasalarla değil güzel davranışlarla örnek olunması gereketiğini anımsatmaktadır. “İnsandaki edep, onun altınından daha iyidir” ve “İnsanların güzel edebe, altın ve gümüşten daha çok ihtiyaçları vardır” beyanlarından anlaşılacağı gibi edepli olmanın varlık olmaktan çok daha önemli ve gerekli olduğunu izah etmiştir. Gerçekten insanoğlu sadece kendi kantarına çektiği iyi amellerden vefa bulabilir. “Hacı (Hace) Bektaş Veli’nin buyurduğu EDEP (Eline, Diline ve Beline sahip olma) kavramları önce onun tarafından dile getirilmiş, aynı inancın devamı olan Anadolu Evliyaları da bu söylemi yüzyıllardır devam ettirmişlerdir. Hz. Ali biraz da bu söylemlerin öncüsü olarak Evliyalar Şahı’dır. Deyişlerde okunan Güzeller Sultanıdır.
Hz. Ali ilim konusunda zamanının en büyük alimlerindendir. O sadece Kuran, Hadis ve din bilimi konusunda değil, zamanın en ileri Matematikçisi, Fen bilimcisi, Tarihçisidir. Onda var olan bilginin derinliği karşısında onu incelemeye çalışan araştırmacılar adeta bir birleri ile yarışırlar. O büyük zat mütevazi ve Kemaleti ile insanları gelip kendisinden ihtiyaç durdukları alanlarda bilgi edinmesi için defalarca çağrılarda bulunmuştur. Onun derin bilgisinden sadece dostları ve sevenleri değil, ona bir türlü mesafeli olan kişiler de yararlanmış ve bunu da kendileri gene açıkça ifade etmişlerdir. Hz. Ali bir mübarek sözünde “Hz. Peygamber’den duyduğum hiçbir şeyi unutmadım” diyerek açıklamışlardır. Ayrıca “Allah’a yemin olsun ki, inen bütün ayetlerin ne hakkında, nerede ve kimin hakkında nazil olduğunu biliyorum. Allah bana düşünen, sorgulayan bir kalp ve açık bir dil vermiştir” ve “Allah’ın Resulü bana her birisinden bin kapı açılan tam bin ilim kapısı öğretti” sözleri ile de beyan etmektedirler. O ulu zat bir çok defalar “Sorun bana bilmediğiniz konuları” anlamında yaptığı çağrılar ile bilgisinden insanları yararlandırmaya çalışmışlardır. Hutbelerinde ve yayınladıkları genelgelerde, Valilere yazdığı mektuplardan anlaşıldığı gibi o bilgi donanımı bakımından gerçek bir dehadır. Onun en büyük özelliklerinden biri de bilgiyi insanların yararına kullanmaya gösterdiği olağan üstü çabasıdır. “İlim bütün iyiliklerin anahtarıdır.” Sözleri bunu çok açık ifade etmektedir. İlme yaptığı vurgularda alimi sürekli gözeten, kollayan ve bilgiye yatırımı teşvik eden özellikleri görülür. “İlim maldan hayırlıdır: İlim seni korur, malı sen korursun. Mal vermekle azalır, ilim öğretmekle artar. İlim
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Hz. Ali efendimiz “Cömertlik alışkanlıkların en üstünüdür” derken sadece maddi bir bedeli olan malı değil, bilgiyi, iyi huyu, acılara ortak olmayı ve toplumu çok yönlü ilgilendiren her şeyin paylaşımını esas almaktadır. “Kendini cömertliğe alıştır ve her ahlakın en iyisini seç; çünkü iyilik alışkanlık haline gelir” sözleri ve “Sizler mallarınızla halkı kuşatamazsınız (onların gönüllerini hoş edemezsiniz); öyleyse açık yüzlülük ve güzel davranışınızla o nları kuşatınız; çünkü ben Allah Resulünün şöyle buyurduğunu duydum: “sizler, mallarınızla halkın gönüllerini hoş edemezsiniz; o halde ahlakınızla onların gönüllerini hoş edin” beyanları bu konuda ne kadar geniş ve çok yönlü düşündüğünün en açık kanıtıdır.
42
hakimdir, mal ise mahkum. İlim sahibi cömert olur, mal sahibi cimri olur. İlim ruhun hakimidir. İlim sahibi cömert olur, mal sahibi cimri olur. İlim ruhun gıdasıdır, mal ise cesedin gıdasıdır. Mal uzun zaman sürecinde tükenir, ilim uzun zaman sürecinde tükenmez ve eksilmez. İlim kalbi aydınlatır, mal ise kalbi katılaştırır. İlim peygamberlerin mirasıdır, mal ise eşkıyaların mirasıdır” sözleri ile insanları dünya malı yerine bilgiye yatırım yapmaları ve bunu insanların yararına kullanmaları konusunda sürekli çağrıda bulunur. “İlimden başka her şey azaldıkça değeri yükselir. İlim ise çoğaldıkça değeri yükselir” tespitleri de gene onun deyimleridir. Hz. Ali son derece hoşgürülür. Bunu güncel yaşamına sürekli uyarlıyan, insanları da buna davet eden bir kişiliktir. “Gerçek karşısında öfkelenmek ayıptır” “Güler yüz göstermek, cömertlik yerine geçer” beyanları ile insanları hoşgörülü olmaya, tevazu göstermeye, mütezavi olmaya davet eder. Hoşgörüşünden sadece yol ve inanç konusunda taviz vermez ve diğer insanları buna riayet etmeye davet eder “Yol cümleden uludur” beyanları bunu açık şekilde izah eder. “Hizmetçiniz Allah’a itaat etmezse onu cezalandırınız, ama eğer size itaat etmezse onu bağışlayabilirsiniz” açıklamalarında görüldüğü üzere sadece yol konusunda tavizkâr değildir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Hz. Ali özünü bilen ve buna riayet edendir. “Haddini bilen kimse, hakaret görmez” açıklamaları ile insanları özünü bilmeleri, haddi olmayan konularda süküt göstermelerini, bilmedikleri konularda konuşmamaları, gerekli olmayan yerlerde konuşmamalarını, telkin eder. “İnanan insanın yüzünde güleçlik vardır, kalbindeyse hüzün. Gönlü her şeyden geniştir, nefsi her şeyden alçak. Yücelikten nefret eder, şöhrete düşmandır, gamı gussası uzundur, düşünmesi derin, susması fazladır. Vakti yoktur, çok şükreder, çok sabreder, düşünceye dalmıştır. İhtiyacı olanları görünce, kendi ihtiyacını hatırlamaz bile. Hûyu güzeldir, geçinmesi hoş ve yumuşak. Şeref ve din bakımından serttir, hûy bakımından alçak” tanımlamaları ile insanların hem özünü tanımalarını, hem de her konuda diğerlerine örnek olmaları gerektiğini açıklar.
43
İnsanların konuşurken bir birlerine saygılı olmalarını, bir birlerinin sözlerini kesmemelerini, sohbetlerini bir muhabbet ortamında sürdürmelerine yönelik şöyle bir örnek sunar “Ben Peygambere bir şey sorunca beni bilgilendiriyordu. Ben sessiz kalınca da O konuşmaya başlıyordu” Elbette Hz. Ali bu misali, diğer insanların örnek almaları için açıklamıştır. Burada elbette gözetilen ayrıntı, bilindiği gibi kişinin kendini bilmesidir. Anadolu Alevileri arasında söylenen bir söz vardır. ‚’ Sen, seni bil ki, alem de seni bilsin”. Kişi kendini bilmek istiyorsa özünü bilecek ve Arif olacak. Hz. Ali’nin “Hiç kimsenin hatasını yüzüne vurmayınız. O hatayı işleyene hatasını, başka birini misal göstererek anlatınız” örneği, gene “İnsanlarla öyle güzel geçinin ki öldünüz mü ağlasınlar size; sağ kaldınız mı sevgiyle çağırsınlar sizi” beyanları onun ne denli İnsan-ı Kamil olduğuna örnektir. Gene “Ben mü’minlerin emîriyim; onların en yoksulunun geçindiği gibi geçinmek zorundayım” açıklamasında, Halife olduğu ve devletin tüm olanaklarından yararlanma imkânlarına rağmen bunu kişisel imtiyazlar olarak kabul etmediği, tam tersine Halkın en yoksulunun yaşadığı düzeyde yaşamayı hedeflemesidir. Kurani Kerim de Cenabı Allah “Bana kul olarak yaptığınız kusurlarınızı af edebilirim, ama karşıma kul hakkı ile gelmeyiniz” demektedir. Bu anlamda Allah bile kul hakkına karışmamakta ve sorumluluğu muhatabına havale etmektedir.
Ebu Hureyre’den aktarılan bir Hadis de Hz. Peygamber, “... üzerinde kul hakkı bulunan kişilerin kendilerini mazlumlara bağışlatmalarını...” öğütler. Böyle ulvi değerler ve inançlar manzumesinde Hz. Ali’nin yada aynı görüşleri paylaşan başka bir Ulu insanın kul hakkına riayet etmemesi düşünülemez. İşte Hz. Ali’nin buyurduğu, “...onların en yoksulunun geçindiği gibi geçinmek..” deyimi hem dünya malı, hem de itibar ve diğer nimetlerin palaşılmasını içermektedir. Onun bu saygın duruş ve söylemi ile günümüz varlıklılarının ve devlet erkânının bu konuda ki sorumsuzlukları kıyaslandığında ne kadar büyük bir fark olduğu açıkça görülebilmektedir. Onun geçen bunca Çağlara ve yüzyıllara damgasını vuran, bunca zamana rağmen tarihe karışmak yerine daha büyük bir sevgi ve saygı ile anılmasının hikmetlerinden biri de bu olsa gerektir. “Halka hürmet edenler, hürmete mazhar, halkı tahrik edenler hakarete layık olurlar. Hakiki dost; sıkıntılı zamanlarda, senin gurur ve izzet-i nefsini kırmadan, sana yardım edenlerdir” Hz. Ali ayrıca Hz. Muhammed’in vahiy katipleri arasındadır. Kendisinden aktarıldığına inanılan Hadis sayısı 586’dır. Büyük ilim sahibi olmasının, Hz. Muhammed’in tüm sırlarına vakıf olmasının hikmetlerinden biride budur. Cemlerde, Dem’lerde, Ayin’lerde, her türlü aşkı niyazlarda Erenler, Evliyalar, Ulu’lar onun için, “Elim erde, yüzüm yerde,
Hak yolunda, Muhammed Ali Divanı’nda...” diyerek yakarmış, aşkı niyazlarını sunmuş, eşiğine yüzler sürmeyi niyet edinmiş, duaların kabul edilmelerini temenni etmiş ve şefaat dilemişlerdir. Bütün bu söylemler, yol göstericilikler, örnek duruş ve beyanlar, olağanüstü çaba ve özellikleri onu tüm Evliyaların Şahı yapmıştır. Evliyalar onu öyle görmüş ve inanmışlardır. Hz. Ali ismi tüm Evliyaların gözünde büyük bir Şah, Ulu’ların en Ulu’sudur. Hakikat kapısının makamları 1. Alçakgönüllü olmak, 2. Kimsenin ayıbını görmemek, 3. Yapabileceğin hiçbir iyiliği esirgememek, 4. Allah’ın her yarattığını sevmek, 5. Tüm insanları bir görmek,
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Ererenlerin dâr-ı ma’sûnunda,
44
6. Birliğe yönelmek ve yöneltmek, 7. Gerceği gizlememek, 8. Manayı bilmek, 9. Tanrısal sırrı öğrenmek ve 0. Tanrısal varlığa ulaşmak ve Hakla bir olmak. HAKİKAT: Hakkı görmek, zaman ve mekan içinde Tanrısal alemin gücü içerisinde erimektir. Hakikat Kapısında Varlığın Nuru Hz. Ali Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’ye bir Hadisinde iltifatta bulunarak “Ebû Türâb” demiştir. Hakikat kapısının dört anasıra göre karşılığı Turab olmak, ona ermektir. Toprak her şeyi karşılıksız verir, karşılıksız alır. Her zaman ayaklar altındadır yani en alçak gönüllüdür. Herkes tarafından çiğnenmiş olmasına rağmen kimseye dert yanmaz. Herkese hoşgörü ile, sevgi ve şevkat ile yaklaşır. Toprak cömerttir. Toprak berekettir. Toprak, onla başlayıp onla bitmektir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Ebu Türap, Alevilikte Hz. Ali şahsında toprağın babası anlamına gelir. Bu onun mütevaziliği yanında evrenin – Her şey doğadan gelir, doğaya gider- felsefesinden kaynaklanır. İnsanoğlu doğar, büyür, yaşar, ölür ve toprak olur. İnsan günü gelince toprak olur, toprakla birleşir ve bütünleşir. Ona karışır.
45
Turab, bitki, hayvan ve insanda gizli olan gerçek öz hep Hakk’ın kendisidir. Kendini kendisine ancak dördüncü kapıdan sonra anlatabilmiştir. Eba Turab’ın anlamı da, bütün varlık alemi Hz. Ali’nin nurundan olmuştur. Bütün bu aşamaları yaşayan, bilinmesini isteyen Ali’nin kendisidir. Hz. Ali, İslamiyette, Hz. Peygamberden sonra en büyük temsilcisidir. Onun bu Ulu zat hakkında buyurduğu “Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır, şehri dileyen kapıya gelsin, Ben hikmetin şehriyim, Ali kapısıdır hikmetin dileyen kapıya gelsin” deyimi bunu doğrulamaktadır. Diğer bir Hadislerinde de: “Ali bendendir ben ondanım, ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlâsıdır. Ali insanların hayırlısıdır. Kim bu kabul etmezse, gerçektende kafir olmuştur...” buyurmuşlardır. Hz. Muhammed, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Ali ilişkisini şöyle anlatıyorlar. “Ali, Kur’an iledir ve Kur’an Ali ile; ikisi havuz kenarında benimle buluşuncaya kadar ayrılmazlar.” Buhari’den aktarılan bir Hadise göre ise şöyle buyurmuşlardır. “Ya Ali, bana, Harun’un Musa’ya yakınlığı gibisin. Yalnız benden sonra peygamberlik yoktur” Asbağ bin Nebate’den aktarıldığına göre “ “Kuranın çeyreği Ehl-i Beyt’i kapsamaktadır. Hz. Ali de Ehl-i Beyt’in reisi konumundadır. Yalnız Hz. Ali için özel olarak inen ayetler üç yüzün üstündedir”
Hz. Muhammed’den Hz. Ali üzerine bir kaç Hadis: • • • •
•
? “Ey Ali, Allah bana buyurdu ki: Ben Ali’yi peygamberlerle gizli olarak, seninle de olarak beraber gönderdim” ? “Hikmet, on parçaya bölündü, dokuzu Ali’ye verildi, kalanı da diğer insanlara pay edildi” ? “Ben hikmet eviyim; Ali de o evin kapısıdır” ? “İnsanlar, Ali bin Ebi Talib’in ne zamandan beri “Emir’ül Müminin” olarak adlandırıldığını bilselerdi, onun faziletlerini inkar etmezlerdi: Adem, ruh ve ceset arasındayken. Allah o zaman hazır bulunanlara şöyle buyurmuştu: “Rabbin Adem oğullarından onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve Rabbiniz değil miyim? dedi, onlar da (Ruh âlemi): Evet şahidiz (Kalü belâ) dediler” (Araf: 172). Allah da onlara şöyle buyurdu: Ben Rabbinizim, Muhammed Peygamberiniz, Ali de Emir’inizdir” ? “Ya Ali, doğumuna şahit olmasaydım, hikmetinin sırrına ben de akıl erdiremezdim”
Selmân-i Fârisî’den rivayet edilen bir Hadis’e göre Hz. Muhammed şöyle buyurmuşlardır. “Sırrımın sahibi Ali bin Ebî Tâlib’dir.” İslam dininin Peygamberi Hz. Muhammed tarafından Hz. Ali’nin özellikleri ve kudsi güzelliklerini beyan eden ve saymakla bitmeyecek kadar çok olan tanımlamalar onun Nur’u hakkında bir fikir verebilir.
Bizim burada yaptığımız tanımlama sadece göremediğimiz ama kısmen hissetmeye çabaladığımız, bir bakıma adeta karanlıkta el yordamı ile bir şeyleri analize etmeye benzer. Hz. Ali’nin şu sözleri belki analizmize kısmi bir daha katkı sunabilir. • • • • • • • • •
Bizim emrimiz güçtür, güçleştirilmiştir, çetindir çetinleştirilmiştir, gizlidir, perde altına alınmıştır, ona Allah’a yakın bir melek, veyahut gönderilmiş bir peygamber veyahut Allahın kalbini imanla sınadığı bir müminden başkası tahammül edemez. Yâ Rabbî! Ben sana cennet için değil, cehennem korkusu için de ibâdet etmiyorum. Belki seni tapınmağa lâyık olarak tanıdığım için ibâdetimi yapıyorum. Yâ Rabbî! Ben sana cennet için değil, cehennem korkusu için de ibâdet etmiyorum. Belki seni tapınmağa lâyık olarak tanıdığım için ibâdetimi yapıyorum. Allahu Teala hiçbir peygamber göndermemiş ki ben onun borcunu ve vad ettiğini yerine getirmiş olmayayım. Allah’a ant olsun ki, Hayber kapısını cismani kuvvetle değil, Rabbani kuvvetle söktüm. ? Sorun bana beni kaybetmeden! Ölümlerin, belaların ve neseplerin ilmini bilen kimseye sormak istemez misiniz. Ey insanlar, sorun bana beni kaybetmeden; hiç şüphesiz ben göğün yolları hakkında, yerin yollarından daha çok bilgi sahibiyim. Sorun bana, beni kaybetmeden. Hiç şüphesiz ben Arş’ın altında sorulduğum her şeyden haber verebilirim” Sorun bana, beni kaybetmeden. Taneyi yaran ve insanı yaratan (Allah’a) andolsun ki ben Tevrat’ı, Tevrat ehlinden, İncil’i, İncil ehlinden ve Kur’ân’ı, Kur’ân ehlinden daha iyi bilirim”
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Elbette Hz. Ali hakkında inen Ayetler, Hz. Muhammed tarafından aktarılan Hadisler , binlerce ve onbinlerce Ulu Evliyanın anlatımı veya aktarımı onu anlamaya yetmez. Kişi burada dünya gözü ile değil, onu Alevilikte sürekli anlatılan batın gözü açık olduğu ve buna vakıf olduğu kudret ölçüsünde hikmetini anlayabilir. Onu anlamanın, ona kısmen de olsa hikmetine nail olmanın esas yolu, onu görebilecek gözlere ve gönüllere sahip olmakla mümkündür.
46
O Ulu zat bir başka sözünde şöyle buyurmaktadır. “Resulullah, dilini benim ağzıma koydu; bununla kalbimde bin ilim kapısı açıldı ki her birisinden de bin kapı açılmaktadır” Elbette o yüce Nur, “Resulullah, dilini benim ağzıma koydu..” derken bildiğimiz dili değil, Ondan aldığı ilham ve hikmeti kast etmektedir. Ariflik, söyleneni, yüklendiği anlam itibarı ile anlamaktan geçer. Gene Hz. Ali, Hutbetül Beyan’da şöyle buyurmuşlardır. “Ben sırların sırrıyım...ben harflerin sırrıyım...” Bu konuda aşağıda belirttiğimiz alıntı dikkatle okunmalıdır. “Harflerin sırrından maksat Kuranı Kerimde bazı süre başlarında bulunan mukatta (kesik) harfleridir. Bu Harfler Allah ile Peygamberi arasında bir şifredir. Hz. Ali bu sırların ne olduğunu bildirmişlerdir. Bunlar: “Elif, Lâm, Mim, Râ, Kêf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd, Tâ, Sin, Hî, Kâf, Nûn” Bu harflerin sayısı 14’tür. Hiç bir harf eksilmeden bu harfler bir araya geldiği zaman, şöyle bir cümle oluşturmaktadır: “ALİ SIRAT HAK, NEMSİKÜHÜ” VE “SIRAT ALİ HAK, NEMSİKÜHÜ” Türkçe Anlamı şöyledir: “ALİ HAK YOLUDUR, ONU TUTUYORUZ” ve “ALİ’NİN YOLU HAKTIR, ONU TUTUYORUZ(14)
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Gene şu alıntı dikkatle okunursa gerek Kuran ve gerekse Hz. Ali’nin hikmeti konusunda bir fikir verebilir. “Bil ki tüm Semavi kitapların esrarı Kur’an’da toplanmıştır, Kur’an’ın tüm esrarı Fatiha’dadır, Fatiha’nın tüm esrarı Besmelededir, Besmelenin tüm esrarı ‘B’ harfindedir, ‘B’ harfinin tüm esrarı da onun altındaki noktadadır.” Emir’ül Müminin Hz. Ali şöyle buyurdu: “‘B’ harfinin altındaki nokta (15) benim.”
47
Abdurrahman bin Kesir’den aktarıldığına göre, İmam Cafer-i Sadık ‘a: “Onlar birbirlerine neyi soruyorlar, o büyük haberi mi, onda ihtilafa düşmüşlerdir.” (Nebe: 1, 2 ve 3), ve “Velayet hak olan Allah içindir.” (Kehf: 44) hakkında sorulmuş. Buyurmuşlar ki: Emir’ül Müminin Hz. Ali’nin velayetidir..” Bütün bunlar yan yana getirildiğinde Hz. Ali hakkında Uluların, Evliyaların, Alimlerin neden döne dolaşa “Hikmetinin manasına varamadık Ya Ali” diye yakarıp niyaz ettikleri bizlere bir fikir verebilir. Hz. Muhammed gene bir Hadisi Şeriflerinde onun için şöyle buyururlar. “Ali’nin on sekiz özelliği var ki, bunların hiç biri bu ümmetten hiç kimsede yoktur” Bu Hadisin içeriğine ulaşmaya çalıştığımızda aşağıda saydığımız özelliklerin başka birisinde olmadığını görürüz.(16) •
1. Hz. Ali Kâbe’de doğan ilk ve tek insandır. Hz. Ali’nin annesi Fatima binti Esed’in doğum sancıları geldiğinde Kabe civarlarındadır. Fatima binti Esed, Allah’a el açarak “Allah’ım benim doğumumu kolaylaştır” diye dua eder. Allah’ın emri ile Kabe’nin duvarı yarılır ve Fatima binti Esed, Kâbe’ye girerek Hz. Ali’yi, Kabe’de dünyaya getirir. Hz. Ali doğduktan sonra annesi kucağına alarak onu Hz. Muhammed’e vermiştir. Annesinden sonra onu kucağına alan ilk kişi Hz. Muhammed’dir.
• • • • •
•
• • • •
2. Hz. Muhammed’in Musahibidir. “.(Resûlüm! Onlara) de ki: Size bir tek öğüt vereceğim: Allah için ikişer ikişer ve teker teker ayağa kalkın, sonra da düşünün! Arkadaşınızda hiçbir delilik yoktur! O ancak şiddetli bir azap gelip çatmadan evvel sizi uyaran bir peygamberdir” (Sebe: 46), Yeminlerinizin “akid ile) bağladığı kimselere de kendi paylarını verin...” (Nisa: 33), İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. “Daha sonradan hicret edip sizinle beraber savaşa katılanlar da sizdendirler. Bir de akraba ( musahip) olanlar, Allah’ın kitabına göre, birbirlerine daha yakındırlar. Şüphe yok ki, Allah her şeyi bilir. (Enfal: 74, 75), İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur. (Tevbe: 100),. Andolsun ki Allah, müslümanlardan bir gurubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Peygamberi ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle ensarı affetti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, pek merhametlidir. (Tevbe: 117), Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. (Hasr: 9), Peygamber efendimiz, Muhacirlerle Ensarı birbirleriyle kardeş yapmıştı. Hz. Ali “Ya Resulallah, Eshâb-ı kirâmı birbirleriyle kardeş yaptın. Beni kimseyle kardeş yapmadın” dedi. Resulullah buyurdular: “Ya Ali, sen benim dünya ve (17) ahirette kardeşimsin.” 3. İlim Şehrinin kapısıdır. (Ben ilim şehriyim ve Ali onun kapısıdır. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Evlere kapılarından girin. O halde, kim ilim istiyorsa, ona kapısından girsin. (Hz. Muhammed) 4. Zülfikâr’ın sahibidir. (Ali’den üstün yiğit (feta),, Zülfikârdan üstün kılıç yoktur. Hz. Muhammed) Peygamber bunu Uhud savaşında ordunun sancağını verdiği Hz. Ali için söylemiştir. 5. Allah’ın Arslanıdır. (Ali dinin direğidir. Hz. Muhammed ), (Eğer Ali’nin Zülfikâr’ının darbesi olmasaydı, İslâm ayakta kalamazdı. Hz. Muhammed) 6. Fatıma’tüz Zehra’nın eşidir. (Ya Ali, Resulüllah’tan işittim. Kızı Fatıma’yı sana verdiği gün, “Kadınların en iyisini, erkeklerin en iyisine verdim” buyurdu. İlk Halife Ebu Bekir) 7. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in dedesidir. (De ki: Sizden, yakın akrabalarımı sevip saymanızdan başka hiçbir karşılık ve mükafaat beklemiyorum” (Şûrâ: 23), Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden her nevi pislik, kötülük ve olumsuzluktan arındırıp, tertemiz kılmak ister (Ahzâb: 33), Resulüllah buyurdu ki: “... köşesindeki de temizlerin üstünü Hasan ve Hüseyin’dir.” İlk Halife Ebu Bekir) 8. Hz. Peygamberin sırrıdır. (Benim sırrımın sahibi Ebu Talip oğlu Ali’dir. Hz. Muhammed),(Ben hikmet eviyim; Ali ise kapısıdır. Hz. Muhammed), (Yâ Ali, kâlellâhu li, be’astü Aliyyen me’al enbiyâi batinen ve me’ak zâhiren”. Türkçe Meali: “Ey Ali, Allah bana buyurdu ki: Ben Ali’yi peygamberlerle gizli olarak, seninle de açık olarak beraber gönderdim Hz. Muhammed). 9. İslam dinini ilk kabul edendir. (“Benimle ilk selat kılan Ali’dir. Hz. Muhammed), “Allah Elçisi Muhammed, bir Pazartesi günü Peygamber olduğunu açıkladı. Aynı günün ertesi Salı günü ben İslam Dini’ne girdim, onun Peygamberliğine inandım. Hz. Ali) 10. Hayber Kalesi fatihidir. (Yarın sancağı öyle bir kimseye veririm ki, Allahü Teala onu sever. Ben de, onu çok severim. Hz. Muhammed) Peygamber bu sözü Hayber Kalesinin fethi öncesi söylemiş ve ertesi günü sancağı Hz. Ali’ye devretmiştir. Ve Hz. Ali Hayber kalesini feth etmiştir. 11. Kuran ile beraberdir. (Ali her hususta KuraniIle Beraberdir. O Kuran dışı bir söz söylemez. Ve bir iş işlemez. Kuran da Ali’den asla ayrılmaz. Hz. Muhammed), Ya Ali. Kur’an da sözü edilen kişiler, mümin kişiler sen ve seni sevenlerdir. Hz. Muhammed) 12. Dünya’da Cennetle müjdelenen ilk kişidir. (Kıyamet günü Ali cennet hayvanlarından birine binmiş olarak gelir. Cenab-ı Hak buyurur ki ‘Ya Muhammed Senin baban İbrahim Halil, ne güzel babadır. Senin kardeşin Ali Bin Ebi Talib ne güzel kardeştir. -Hz. Muhammed)
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
•
48
•
•
•
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
•
49
•
• •
• • • • •
13. Hz. Muhammed’in yatağına yatandır. (İnsanlardan öyleleri de var ki, Allah’ın rızasını almak için kendini ve malını feda eder. Allah da kullarına şefkatlidir.(Bakara: 207), (İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (hicret eden eshâbı) barındırıp yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin dostlarıdır. (Enfal: 72). Hz. Muhammed Medine’ye hicret edeceği gece, Hz..Ali’ye “Bu gece Rabbimin emriyle Mekke’den göç edeceğim ve Sevr mağarasında gizleneceğim; sende benim yatağıma yatacaksın, ne dersin?” buyurmuşlardır. Hz. Ali, onun evinde gezinerek ve yatağına girerek Peygamber’in yokluğunu hissettirmemiş ve Mekke’lileri oyalamıştır. Ve zaman kazanan Hz. Muhammed, Mekke, Ustan, Emec, Kudayd, Harre, Ebva, Erc, Kuba güzergahını kullanarak Nisan 622 tarihinde Medine’ye Hicret eylemiş, daha sonraları da Hz. Ali, Medine’ye göç etmişlerdir. 14. Peygamberin’in Sancaktarıdır. Hz. Muhammed, Hz. Aliyi yatağına bırakarak Mekke’den Medine’ye Hicret ettikten sonra, Hz. Peygamberin buyruğu ile, İslam dinini temsilen Mekke’de kalan müslümanların sancaktarı ve orada kalanların lideri oldu. Hz. Muhammed ve diğer bazı inananlar hicret ettikleri için zayıf kalan ve tedirgin olan müslümanlara bir nevi umut oldu. Onlara cesaret ve moral verdi. Bir arada tutu. Onlara ışık oldu, güç oldu. Ve geride kalanların tümünü selâmet içinde örgütleyerek sağ- salim Medine’ye ulaştırdı. (Ya Ali, sen benim dünyada ve ahirette sancaktarımsın. (Hz. Muhammed) 15. Hz. Muhammed’in omuzuna çıkan tek kişidir. 1 Ocak 630 günü Mekke, Medine’li müslümanlar tarafından feth edili. 11 Ocak 630 tarihinde Kabe’nin etrafında bulunan 360 civarında ki putlar oradan kaldırılır. Buvane, Uzza, Lât gibi en önemli Putlar ise Hz. Muhammed’in isteği ile kırılır. Yüksekteki putların kırılması için Hz.Muhammed, “Yâ Ali! Omuzlarıma bas çık, şunları indir, kır” diye buyururlar. Hz. Ali, “Senin mübarek omzuna çıkamam, sen benim omuzuma çık.” derer. Hz. Muhammed ısrar ettiler ve Hz. Ali, Hz.Peygamberin omuzlarına çıkarak, putları kırarlar. 16. Miraç’ta Hz. Muhammed ile konuşandır ve 40’lar meclisinde girendir. (Ey Ademoğulları! Her ibadet evine gidişinizde güzel giysilerinizi giyin ve (getirilen lokmaları) yiyin, için, fakat israf etmeyin, Çünkü Allah israf edenleri sevmez.(Araf: 31). Resulullah Miraca çıktığında Allahu Teala onunla birlikte bütün peygamberleri bir araya topladı ve şöyle buyurdu: “Ey Muhammed, ‘Senden önceki peygamberlere sor,’ ne üzere gönderildiniz?”. Hz. Peygamber sorunca dediler ki: Biz, Lâ ilâhe illallâh şehadeti, senin peygamberliğinin ikrarı ve Ali bin Ebi Talib’in velayeti üzerine gönderildik. 17. Peygamberin Vasisi ve Velisi’dir. (Ben kimin Mevlası isem Ali’de onun Mevlasıdır. Gadirhum’da Hz. Muhammed), Benden sonra imam olarak halka doğru yolu göstermek üzere seni seçtim. Senden razı oldum.”Allah’ım O’nu seveni sev, O’ na düşman olana düşman ol. (Hz. Muhammed), 18. Bütüm ilimlerin sahibi, bilenidir. (İlmin onda dokuzu Ali’ye verildi. Yemin ederim ki, onda birine de ortak oldu. (Hz. Muhammed), 19. Emir’ül Mümin’indir. (“Eğer halk Hz. Ali’ye Emir’ül Mümin’in ismini ne zaman bilselerdi faziletini inkar etmezlerdi. Adem Can ile Ten arasında iken Cenab-ı Hakk buyurdu:Ben sizin Rabbiniz’im. Muhammed Nebiniz, Ali de Emirinizdir.” (16) (Hz. Muhammed) Ben kimin efendisi isem, Ali de onun efendisidir. Allah’ım, Ali’ye dost olana dost ol, ona düşman olana (18) da düşman ol. (Hz. Muhammed), 20. En iyi hüküm verendir. (En iyi hüküm vereniniz Ali’dir. Hz. Muhammed) 21. Hz. Muhammed ile açıkça gelendir. Hiçbir peygamber yoktur ki, onunla Ali gizli olarak gönderilmiş olmasın, benimle ise açık olarak gönderilmiştir. Arapça Meali: “Me min nebi illâ ve büisa meahü Ali bâtinen ve mai zâhiren” 22. Ümmetin en bilgilisi ve en iyi hüküm verenidir. (Ali bin Ebî Tâlib, benden sonra ümmetimin en bilgilisi ve ihtilaf ettikleri konularda en iyi hüküm verenidir. Hz. Muhammed) 23. Adının anılması ibadet olandır. (Ali’yi anmak ibadettir. Hz. Muhammed) 24. Kendi Tabutunu çekendir.. (Ben öldüğüm vakit, yıkayın ve kefene sarın. Tabuta koyup, namâzımı kılınız. Âlem-i gaybdan bir deve gelip önünüzde çöker. Beni o devenin üzerine koyun. Benim ardımca Kûfe kapısına kadar gelin. Ondan sonra beni koyun. Siz geri dönün (Hz. Ali). İmam Ali şehit olarak Hakka yürümeden önce Ali oğullarına yaptığı vasiyeti üzerine
•
•
Hakikat Kapısında Varlığın Nuru olan Hz. Ali hakkında, Hz. Muhammed’in bahsettiği “Ali’nin 18 özelliği vardır, bunlar başkalarında bulunmaz” özellikleri tam olarak nelerdir bilemiyoruz. O sırra vakıf olabilmek için onu gören gözlerin yardımına ihtiyaç var. Bu konuda Evliyaların, Uluların, Erenlerin Hz. Ali hakkında söyledikleri “Sırrına vakıf olamadık ya Ali” sözleri hatırlatılırsa ne demek istediğimiz biraz daha iyi anlaşılır. O Ulu zatı bir de 7 Ulu Ozan gözü ile irdeleyelim.(23)
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
•
cenazesi ile başkasının ilgileneceğini ve cenazesinin evden almak üzere gelen kişiye verilmesini ister. Hz. Ali’nin cenazesini devenin üzerine yükleyip, oradan uzaklaşan yüzü örtülü yabancıyı Hz. Ali’nin oğulları gizlice takip ederler. Bir ara yüzündeki örtünün açılmasıyla, cenazeyi alıp götürenin de Hz. Ali olduğunu görürler. Bu keramet birçok Alevi-Bektaşi deyişine de kaynaklık etmektedir. Şah Hatai, bir deyişinde “Ali’dir cesetin kendisi yuyan, Yuyup kefeniyle tabuta koyan, Ali’dir devesin kendisi yeden, Hak ile Hak olan Arslan Ali’dir“ derler. Daha sonra İmam Cafer-i Sadık. kabrin Necef’te olduğunu beyan etmiş ve bugün Necef’te olduğu kabul (19) edilen Hz. Ali’nin türbesi yaklaşık 100 sene sonra ortaya çıkarılmıştır. 25. Darda kalan Peygamberin kavuşanıdır. Hz Ali gözlerinin rahatsız olduğu için Uhud Savaşına katılamamıştır. Özellikle okçulardan oluşan Müslüman askerlerin bir kısmı, Peygamberin emrine itaat etmeyip savaşı kazandıkları varsayımı ıle ganimet peşine düşünce Mekke’liler toparlanır ve karşı saldırıya geçerler. Zor dumda kalan müslümanlar büyük kayıp verirler. Hz. Muhammed’in amcası Hz. Hamza şehid edilir. Savaşta Hz. Muhammed’in dişleri kırılır ve bir çukura yuvarlanır. Hz. Peygamber o sırada “Yetiş Ya Ali” diye Hz. Ali’yi çağırır. Ve o ulu zat anında oraya yetişir. Hz. Muhammed’in kanayan dişinden kanlar akmaktadır. Hz. Ali o kanı alıp başına sürer. İlk Kızılbaş kavramı orada ortaya çıkar ve Hayber savaşında başlara (12) kırmızı sancakların bağlanması ile İslamiyete yerleşir. Hz. Muhammed belindeki Zülfikâr adlı kılıcı orada Hz. Ali’ye hediye eder ve ordu sancağını kendisine verir. Hz. Ali Uhud savaşında bir aslan gibi kükrer ve ortalığı dağıtır. O Ulu zat bu savaşta tam 16 yerinden yaralanır. Hz. Muhammed onun için şöyle buyurur. “Ali Allahın Aslanıdır”. 26. Güneş ile konuşandır. Resulullah, İmam Ali bin Ebi Talib’e şöyle buyurur: “Ey Hasan’ın babası! Güneş ile konuş, kendisi sana cevap verecektir.”İmam Ali şöyle buyurdu: “Sana selam olsun, ey salih ve Allah’a itaatkar olan kul” Bunun üzerine güneşten şöyle bir nida geldi: “Sana da selam olsun ey Müminlerin Emiri, takva ehlinin imamı, ak yüzlülerin komutanı. Ey Ali, sen ve yandaşların cennettesiniz. Ey Ali, toprak ilk olarak Muhammed’in üzerinden yarılacak, sonra da senin üzerinden, ilk gelecek olan Muhammed’tir, sonra da sen, ilk olarak giydirilecek olan Muhammed’tir, sonra sen.” Bunun üzerine İmam Ali secdeye kapanır ve ağlamaya başlar. Bunu gören Resulullah, İmam Ali’nin yanına gelip şöyle buyurdu: “Ey (20) kardeşim ve habibim, başını kaldır, Allah seninle yedi gök ehline övünür.” 27. Hz. Muhammed’in cenaze namazını kılan İmamdır. Hz. Muhammed bir hadislerinde “Ben dünyayı değiştirdiğimde burada bulunup da benim cenazeme katılmayanlara benim (21) şefaatim yoktur.” , Buyururlar. Hz. Peygamber Hakka yürüyünce toplam 17 kişiden oluşan, başta Hz. Ali, Selmani Farisi, Peygamberin amcası Abbas ve diğer Ehli Beyt mensupları, Peygamberin defin işleri ile uğraşırken, Hz. Muhammed’in Gadirhum’da yaptığı vasiyet doğrultusunda bazı kişiler Hz. Ali’ye gelip biat etmek isterler. Hz. Ali onlara “Ben Resulullah’ın cenazesi ile meşgulüm” diyerek ilgi göstermez. Hattap oğlu Ömer baskı ile halkı Ebu Bekir’e biat etmeye zorlar ve 3 gün süreyle Halifelik seçimi ile ilgilenirler. Peygamberin “Ben dünyayı değiştirdiğimde burada bulunup da benim cenazeme katılmayanlara benim şefaatim yoktur” sözünü düşünerek 3 gün sonra Peygamber’i kabirden çıkarıp tekrar tören yapma girişiminde bulunmak isterler. Hz. Ali bu işe çok sinirlenir. Kabrin başına geçerek şiddetle karşı çıkar ve bu işlem gerçekleşmez. İslam dini içinde Ehli Beyte ilk haksızlık bu olayla başlar ve giderek yeni çelişkiler eklenerek, Ehli Beyte ve onu sevenlere yeni (22) haksızlıklar ve zulüm yapılarak bu günlere kadar devam eder.
50
PİR SULTAN ABDAL’IN GÖZÜ İLE Gözleyi gözleyi gözüm dört oldu Ali’ m ne yatarsın günlerin geldi Korular kalmadı kara yurt oldu Ali’m ne yatarsın günlerim geldi. SEYYİT NESİMİ’NİN GÖZÜ İLE Ey benim Şahım, sığınağım, Fazlı Rahmanım Ali, Selam ey Şah-ı Merdan Ali Selam ey Fazl-ı Yezdan Ali! ŞAH İSMAİL’İN (ŞAH HATAYİ) GÖZÜ İLE Daima fikrimde zikrim ya Muhammed ya Ali.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Gönlümün evinde şükrüm ya Muhammed ya Ali.
51
Kendi özün tanıyamaz seni yakın bilmeyen. Alemi ayinesisin ya Muahmmed ya Ali. FUZULİ’NİN GÖZÜ İLE Düştü Hüseyin Sahra-i Kerbelaya, Cibril koş haber ver Sultanı Enbiyaya. YEMİNİ’NİN GÖZÜ İLE Hoş keramet madeni Şah’ı velayettir Ali, Ahmed’in nurudur, Ay gibi hidayettir Ali Mucizesin Musa gibi ağaçta gösterir Şöyle bel sapı ile umman keramettir Ali VİRANİ’NİN GÖZÜ İLE
Ali İncil, Ali Tevrat, Ali Zebur, Ali Kur’an, Ali Fazl’ur – Rahman, Ali’dir sümme vech’ul-lah.” KUL HİMMET’İN GÖZÜ İLE Hiç kesmezem eteğinden elimi, Hak katında kabul ettim ölümü, Doğru sürün evliyanın yolun, Ol mümin kulların görsem Ya Ali. Anadolu Aleviliği İnanç önderlerinin Hz. Ali’yi nasıl gördüklerine dair bir kaç örnek alalım. HACI BEKTAŞ VELİ’NİN GÖZÜ İLE
Nitekim ol fahri din çerağı (ışığı) Muhammed Mustafa buyurur....”(24), Bir gün Tanrı Aslanı Ali keremullahi veçheye sordular: Tanrıyı görürmüsün ki taparsın? Ali eder. (cevap verir? Görmesem (25) tapmayıdım (tapmaz idim) , SERÇEŞME HACE BEKTAŞ VELİ’NİN SOY SECERESİ İmam Ali İmam Hüseyin İmam Zeynelâbidîn İmam Ca’fer Sadık İmam Mûsa Kâzım Es-Seyyid İbrahim El-Mükerrem El-Mücab Es-Seyyid Hasan El-Mücab Es-Seyyid Muhammed Es-Seyyid Mehdî
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
“Ama can anınçün (onun için) dirilir. Zirakim, dördüncü can marifettir, Beşinci can aşktır.
52
Es-Seyyid İbrahim Es-Seyyid Hasan Es-Seyyid İbrahim Es-Seyyid Muhammed Es-Seyyid İshak Es-Seyyid Mûsa Es-Seyyid İbrahim Es-Sânî Es-Seyyid Hacı Bektaş Veli BEKTAŞİ BABA VE BABADEDELERDEN BİR GÜLBENK DUASI Allah Allah illallah Baş uryan, sine püryan, kılıç alkan Bu meydanda nice başlar kesilir
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Olmaz hiç duyan.
53
Eyvallah, eyvallah Kahrımız, kılıcımız, düşmana ziyan Kulluğumuz padişaha ayan Üçler, yediler, kırklar Gülbeng-i Muhammedî, nur-ı Nebî Kerem-i Ali Pirimiz, sultanımız Hacı Bektaş-ı Veli Demine devranına hû diyelim hû... MEVLANA’NIN GÖZÜ İLE Ey efendi, benimle boşuna kavga etme. Bu böyledir. Hakikat budur ki, hepimiz bir zerreyiz, güneş odur. Biz hepimiz damlayız, deniz O’dur.”
YUNUS EMRE’NİN GÖZÜ İLE Kırkların birisine çalmışidim nişteri Kırkından kan akıdıp ibret gösteren menem Muhammed’i yarattı mahlûka şefkatinden Hem Ali’yi yarattı müminlere fazlıdan. ABDAL MUSA’NIN GÖZÜNDEN, KAYGUSUZ ABDAL’IN DİLİNDEN Ali geldi adım bahane Güvercin donunda kondum cihana Abdal Musa oldum geldim zemana Arif anlar bizi nice sırdanuz.
Yerler, gökler yok iken biz var idik, Varın emriyle sır gömleğini giydik, Nikâhımız kılındı ervahı ezzele erdik, Rahmetler deryasında gayrı yok dediler. Dünyayı bizler yaptık, yoğurduk, Muhammed Ali ervahların doğurduk, İki Cihana tellâl edip duyurduk, Haktan gayri ikrarınız yok dediler. Hz. Ali Varlık ile bütünleşmiş, varlığın ve ikrarın kendisi olmuştur. İmam Cafer Buyruğunda Hz. Ademin başını kaldırıp yukarı baktığında (Türkçesi) “Allah birdir, Muhammed onun elçisidir” yazısını gördüğünü yazılıdır. O yazı bir nurdur. O ikrardır. O varlıktır.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
BAŞKÖYLÜ HASAN EFENDİNİN GÖZÜ İLE
54
Tüm Nebilerin, Velilerin, Uluların, Kerem sahiplerinin, Alimlerin kabul ettiği, inandığı ve eyvallah dediği nur Hak Muhammed Ali nurudur. Hz. Ali evvelden ahire kadar her varlığın nurudur. Dünyayı, ve tüm doğayı var eden bu nurdur. Allah kendi nurundan Hz. Muhammed ve Hz. Ali’yi yaratmıştır. Hz. Ali ölümsüzdür. O sadece don değiştirmiş varlığın içine girmiştir. Doğanın var olma ve toprak olma kanunu bunun üzerinedir. Alevilikte bu nur “Kalü Beli’den (ezelden) bu yana vardır ve devam eder” denilir. Allah, Kentü Kenz (yaradılış) döneminde kendi güzelliğini görmek istedi ve kendi nurundan bu nuru yarattı. “Südur” teorisi olarak da adlandırılan bu olayda, O nur Allahın bir parçasıdır. Hz. Ali o Nur’dur. ‘Küntü Kenz” dediğimiz yani Tanrının ilk durumu anlamında bir yorum içeren kavram ile, gizli hazine denilen tanrı, sevgi ve aşk nedeniyle yaratıldı. Bu durum özellikle Tasavvufta vahdeti vücut kavramını meydana getiriyor ki Alevilikte Tanrı, doğa ilişkisini –Südur- teorisi çerçevesinde algılıyoruz. Bu öğreti de Tanrıdan çıkıp yeniden Tanrıya dönen bir devir vardır. •
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
•
55
• • • • • • •
Birinci aşamada muâlaktır (muğlaktır), yani Tanrıyı kendi bilincinin farkına varması veya yabancılaşması ile başlar. İkinci aşamada kişiliği vardır. Evrenin bütün ruhsal ve maddesel olgularının yaratılışı için gerekli kaynağı kendi özünde taşımaktadır. Bu aşama da Hak ve Hakikat olarak algılanır. Alevilikte Tanrının tercih edilen tasavvufunun adı da Haktır. Üçüncü aşamada ise Hak’tan aklı ererek gelir, Dördüncü aşamada – Akıl - gelir. Beşinci aşamada – Ruh - vardır. Altıncı aşamada – Gök- vardır. Yedinci aşamada – Nitelik- gelir. (Toprak, Hava, Su ve Aşk kavramları gibi) Sekizinci aşamada Adem ile – İnsan- ı Kamil - yaratılır ve Tanrıya dönüş gerçekleşir. Son aşama ise –Tanrı, Evren, İnsan– kavramı üzerindedir ve bu nedenle oluşumun ileriye doğru gelişimi zorunludur.
Hz. Ali evreni yaratan Allahın gücünün nuru olduğu için de ona “Evvel Ali, Ahir Ali” denir ve “Sırlarının sırrına” erilmez
YUNUS EMRE’NİN SEVGİ ANLAYIŞI İnsan, sevgi yoluyla Tanrı’ya ulaşır, çünkü insanla Tanrı arasında özdeşlik vardır. Ancak, insanın bu madde evreninde bulunması, ruhun Tanrısal kaynaktan uzak kalması bir ayrılıktır. Bu ayrılık insanı, yaşamı boyunca Tanrı’yı düşünme, ona özlem duyma olaylarıyla karşı karşıya getirmiştir. Gerçekte, insan-Tanrı-evren üçlüsü birlik içindedir, var olan yalnız Tanrı’dır, türlülük bir görünüş’tür. Çünkü Tanrı, kendi özü gereği, bütün varlık türlerini kapsar, her varlıkta yansır.
Dost kişi gerçek seven kişidir. Dost başka bir anlamda da Tanrı’dır, kişinin gönlünde ışıyan özdür. Yunus Emre’de yaşamak Tanrısal özün bir yansıması olarak evrende sevinç duymaktır. Çünkü bütün varlık türlerinde Tanrı görünmektedir, bu nedenle severek, düşünerek yaşamayı bilen kimse her yerde Tanrı ile karşı karşıyadır. Yaşamak belli nesnelere bağlanmak, yalnız gelip geçici varlıkları edinmek için çırpınmak değildir. Böyle bir yaşama biçimi kişiyi Tanrısal özden uzaklaştırdığı gibi yetkinlikten, bilgelikten de yoksun kılar.
Yunus Emre’nin dilinde bilge kişinin adı eren’dir. Eren barış içinde yaşamayı, bütün insanları kardeş görmeyi, kendini sevmeyeni bile seven kişidir. Onun gönlü yalnız sevgiyle, dostluk duygularıyla doludur. Evreni bir Tanrısal görüş alanı olarak bildiğinden, erenin evrene karşı da sevgisi, saygısı vardır. Eren’in gözünde insan, bir küçük evrendir, büyük evren ise Tanrısal özün kuşattığı sonsuz varlık alanıdır. Eren olma aşamasına ulaşmış kişide erdem, alçakgönüllülük, eli açıklık, yetkinlik, olgunluk bir bütünlük içinde bulunur.
Ölüm ruhun gövdeden ayrılıp tanrısal kaynağa dönmesiyle gerçekleşir. Bu nedenle
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Evreni kuran öğelerle insanın gövdesini oluşturan ilkeler özdeştir. Bu özdeşlik Tanrısal özün bütün varlık türlerinde, biçimlendirici bir öğe olarak bulunmasından dolayıdır. Tanrısal özün nesnel varlıklarda bulunması bir yansıma niteliğindedir. Çünkü Tanrı yarattığı nesnede yansıyınca oluş gerçekleşir. Sevgi insanda birleştirici, bütünleyici bir eğitim niteliğindedir. Yunus Emre, sevgiyi Tanrı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlık, bir eğilim diye anlar. Sevginin ereği yüce Tanrı’ya ölümsüz olana kavuşmak, onun varlığında bütüne ulaşmaktır. Tanrı insanla özdeş olduğundan “kendini seven Tanrı’yı, Tanrı’yı seven kendini sever”. Çünkü sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. Sevginin olmadığı yerde öfke, kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. Sevginin değerini yalnız seven bilir, sevmekte bir bilgelik, bir olgunluk işidir. Yeterince aydınlanmamış, Tanrı ışığından yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Bütün varlık türlerini birbirine bağlayan, onları Tanrısal evrene yönelten sevgidir. Sevgi bir çıkar amacı olmadığından seven karşılık beklemez.
56
ölüm ruhla gövde arasında bir ayrılıktır. Gerçekte ölüm yoktur, ruhun ölümsüzlüğe ulaşması, yüce kaynağa dönüşü vardır. Çünkü bütün varlık türleri Tanrısal özün yansıması olduğundan, salt ölüm de söz konusu değildir.
Ölümün bir başka anlamı da bilgiden, erdemden, yetkinlikten, sevgiden yoksun kalmaktır. Bu nedenle sözün, boş bir kavram olmaması, bir varlık sorununu, bir düşünceyi dile getirmesi gerekir. İnsan ancak söz söyleme yetisiyle insandır; konuşan Tanrı durumundadır.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Günümüzde onun asıl büyük değerinin ise her dinden, her inançtan insanlara aynı gözle bakan insan sevgisinden kaynaklandığı kabul edilmektedir.
57
HÜNKÂR HACI BEKTAŞ VELİ'NİN VECİZELERİNİN BİR KISMI Abdal, Hak’ka hayran olandır. Adâlet her işte, Hak’kı bilmektir. Âdem suretinde olan herkes, Âdem değildir. Âdem’in Âdemliği; akıl, hayâ ve ilim iledir. Âlimlere ve kendini bilenlere, alçak gönüllülük yaraşır. Allah ile gönül arasında perde yoktur. Ara, bul. Araştırma, açık bir sınavdır. Ârifler hem arıdır, hem arıtıcı. Âriflerin içinde, murdar nesne (kötülük) eğlenmez. Aşk meydanı, erenlerin ve bilenlerindir. Bilim, gerçeğe giden yolları aydınlatan ışıktır. Bir olalım, iri olalım, diri olalım., Bizi sevenlerin gönüllerinde biz oturur, dillerinde de biz konuşuruz.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Bizim erkânımız; ahlâkı Muhammed’i ve edebi Ali’dir. Cahiller ve hak tanımazlara, sükût ile karşılık veriniz. Cennet için ibâdet geçersizdir. Çalışan insan kötülük düşünmez. Çalışmadan geçinenler, bizden değildir. Dâimâ iyiyi, güzeli, doğruyu öğrenebilmek için okuyunuz, okutunuz. Devletli odur ki; cehli sile, gafletten uyanıp kendini bile. Dil mızraktan, daha derin yaralar. Dili, dini, rengi ne olursa olsun iyiler iyidir. Dînine dizlerinle değil, kalbinle bağlan. Doğruluk dost kapısıdır. Düşmanınızın bile, insan olduğunu unutmayınız. Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu. Düşünce, davranış ve sevgiyi, Allah lezzeti olarak tadın. Edeb elbisesini, sırtınızdan ölünceye kadar çıkartmayınız. Elden gelen her iyiliği, herkese yapınız. Eline, diline, beline sahip ol. En büyük kerâmet çalışmaktır. En yüce servet, ilimdir. Hak’ka erişebilmek için, büyüklere ve doğrulara yaklaşın. Hakikatın ilk makamı, toprak olacağımızın bilinmesidir. Hamı pişiremezsen bari, pişmişi ham etme. Her ne arar isen, kendinde ara. Hiçbir milleti ve insanı ayıplamayınız. Hükümdar (idareci), ancak adâleti ile başarılı olur. İbâdetin yeri başkadır, işin yeri başkadır. İçi murdar kimseyi ne kadar dıştan yıkarsan arınmaz. İlim, hakikate giden yolları aydınlatan ışıktır. İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. İlmi ve bilgiyi yüce tutan kimse hiçbir zaman küçülmez, alçalmaz. Îmanın kemâli, âhlak güzelliğidir. İncinsen de, incitme. İnsan dilinin arkasında gizlidir. İnsanın kemâli, ahlâk güzelliğidir. İnsanın olgunluğu, davranışlarının doğruluğundadır. İslâmın temeli güzel ahlâk; ahlâkın özü bilgi; bilginin özü akıldır. Kadınlarınızı okutunuz, kadınları okumayan millet yükselemez. Kanâatkâr olanlar, en büyük zenginliğe sahiptir. Karşısındaki insanın iyi olmasını isteyen, önce kendisi iyi olmalıdır. Kendini tanımayan, Yaratan’ı da bilemez. Kibrin aslı şeytan, tevazûnun aslı Rahmân’dır. Kimsenin ayıbını arama, kendi ayıbını görür ol. Mevki hırsı, koğu, gıybet, edebsizlik, hıyânet Hak’kı inkâr eder. Murada ermek, sabır iledir. Mürüvvet hoş görme ve affetmektir. Nebîler, Velîler, insanlığa Tanrı’nın hediyesidir. Nefsine ağır geleni, kimseye tatbik etme.
58
Oturduğun yeri pâk et, kazandığın lokmayı hak et. Özünde ve sözünde temiz olmayanların, îmanı tam değildir. Sevgi ve acıma, insanlık; hiddet ve şehvet ise hayvanlık vasfıdır. Yolumuz; ilim, irfân ve insanlık sevgisi üzerine kurulmuştur. HÜNKÂR HACI BEKTAŞ VELİ'NİN İNANÇ SİSTEMİ Hacı Bektaş Velî’de Allah sevgisi esastır. Allah’ı seven, yaratılmış kulları sever; yaratılmışları bu sevgiden dolayı kucaklar. Bu inancı benimseyen kişi, kendisinin yücelmesi için fedakarlıkta bulunur. Hacı Bektaş Velî’nin inanç yapısında mutlak bir hoşgörü, samimiyet ve sevgi vardır. İyilik etmek, hüsn-i niyyet sahibi olmak, tevâzu ve edeb içinde olmak, kulun mutlak varlığa karşı başlıca sorumluluklarındandır. Yoksa insan gerçek kimliğini bulamaz, hayvanî davranışlardan kurtulamaz. Hacı Bektaş Velî’nin en fazla değer verdiği şey; “Fazîlet ve bilgidir”. Fazîletli bir insan tipi oluşturmak için tek bir yol vardır. O da ilimdir. İlmi pek bir üstün değer kabul eden Hacı Bektaş Velî, Makâlât’ında şöyle der: “Her kim ki ilme yakın olsa, öğrenmelikten mahrum kalmaya.” Elbette ki başta; “Allah ilmi” gelir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Türk ve Dünya İslâm tarihinde derin ve benzersiz izler bırakan Hünkâr Hacı Bektaş Velî’nin, felsefi düşüncelerinin temelinde Allah ve insan sevgisi vardır.
59
Hacı Bektaş Velî’nin şu sözleri, felsefesini en iyi ve en güzel bir biçimde açıklamaktadır: Araştırma açık bir sınavdır. Eline, diline, beline sahip ol. Her ne arar isen kendinde ara. Kadınlarınızı okutunuz. İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayınız. Hünkâr Hacı Bektaş Velî’nin bu dünya görüşü, asırlar sonra 1948 yılında yayınlanan; “İnsan Hakları Evrensel Beyânnamesi”nin temelini oluşturmuştur ve aynı anlayışı aksettirmektedir. Hacı Bektaş Velî’nin bu düşüncelerinin bir kısmı, kendisinden yaklaşık 600 yıl sonra 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından hayata geçirilmiştir. Atatürk’te kadınları okutmuş, ilme büyük değer vermiştir. Hacı Bektaş Velî’nin aradan geçen bunca zamana karşın, düşünceleri hâlen güncelliğini korumakta, bütün insanlığın yolunu da aydınlatmaya devam etmektedir. Hünkâr Hacı Bektaş Velî’nin verdiği eğitimde dört devre bulunmaktaydı. Bunlar: 1. Allah aşkı: İnsan gerçek olgunluğa ve huzûra ancak Allah aşkı ile ulaşabilir. Başka
hiçbir şey bunu sağlayamaz. 2. Maddeden manaya geçme: Gizli ilimler ve Allah ile ilgili şeylerin ilmi; ancak Allah’ın kendi istediği kişilere tanıdığı özel bir lütûftur. Allah hiçbir zaman sizin davranışlarınızın dış görünüşüne bakmaz, onları yaparken ki niyetinize bakar. 3. İnsanlar arası sevgi ve birlik: Dünya malı insana, eğer kullanmasını bilmezse hiçbir şey kazandırmaz. Allah aşkı ve insan sevgisi ise insanın yolunu aydınlatır. Âhiret âlemine gidenler bu gerçeği orada görürler ama, dünyadakiler neyin orada kıymetli olduğunu burada bilemezler. Ancak erenler bilir. En yüce mertebe, seven gönülün ulaştığı mertebedir. 4. İnsandaki enerjinin ortaya çıkarılması (Kerâmet): İnsanlar, Allah’ı doğuda, batıda aramaktan vazgeçmelidirler. Eğer kişi yeteri kadar olgunlaştığına inanıyorsa, gözünün kudretine güveniyorsa, dalgın müneccim gibi göklere bakmamalıdır. Aranılan yukarıda değil, kişinin dış görünüşünün altındadır, kişinin içindedir. Bütün bunların yanında Hacı Bektaş Velî’nin inanç sistemi, gönül birliğine dayanır. Kimseyi ayıplamayan, her türlü varlığı en üstün vasıflarla görmeye çalışan, sohbet ve muhabbeti toplumun birliğinde kesin ilke kabul eden bu görüş; Vefalı, sabırlı, çalışkan, vatansever bir insan modelinin gerçek temsilcisidir. Kadına, toplumun kutsal varlıkları olan analarımıza, kardeşlerimize Hünkâr Hacı Bektaş Velî kadar değer veren pek nadir gönül er’i vardır Hacı Bektaş-ı Veli kimdir?
İnsan sevgisini ve insana saygıyı en büyük düstur kabul etmiştir. "Benim kıblem insandır" sözü ile bunu gösterir. anadolu'da eşitlikçi, paylaşımcı ve ayrımcılığa karşı düşüncenin tohumlarını yeşertmiştir. İbadette şekilciliğe karşı oluşunu, "Her ne ararsan kendinde ara/ Kudüs'te, Mekke'de, Hac'da değildir" sözü ile göstermiştir. Anadolu insanı üzerinde büyük etkisi olan Hacı Bektaş Veli, yetiştirdiği dervişler ile Anadolu'nun dört bir yanına kollarını uzatmış, fikirleri ile kendinden yüzlerce yıl sonra gelenleri bile etkilemiştir. Osmanlı Beyliği'nin ilk yıllarında Yeniçeri Ocağı Hacı Bektaş dergahına bağlanmıştır.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Anadolu'da Aleviliğin en büyük piri olan Hacı Bektaş-ı Veli, Anadolu Selçuklu devleti'nin son yıllarında Anadolu'ya kardeşi Mintas ile birlikte gelmiş ancak Baba İlyas'ın müridi olduğu halde Babailer isyanına katılmamıştır.
60
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
61
Pir Sultan Abdal kimdir? Pir Sultan'ın kimliği üzerine araştırmacılar henüz fikir birliğine varmış değiller. Pir Sultan bir kişi mi, birden fazla kişi mi? ne zaman doğdu, ne zaman öldü? Kendisini astıran Hızır Paşa hangi Hızır Paşa? Herhangi bir isyana katıldı mı? Katıldı ise hangisi? Bu sorular henüz cevap bulamadı. Ama çok önemli değil belki de... Pir Sultan Abdal bir tane de osa, birden fazla da olsa, şu ya da bu tarihte ölmüş, şu ya da bu isyana katılmış da olsa adı her zaman Anadolu`nun Alevi halkı arasında bir Pir olarak dolaşmış, deyişleri, semahları ile halkın gönlünde yer etmiş, her zaman Kuygusuz Abdal, Nesimi, Hatayi, Harabi gibi AleviBektaşilerce sevilen ve sayılan ozanların yanında anılmış biri. Hem derviş, hem abdal, hem ozan. Ama aynı zamanda sade bir Anadolu köylüsü. Hakkındaki bilgilerin emin olduğumuz yani şu; Sivas'ın Banaz köyünde yaşamış, halk ayaklanmasına katılmış ya da önderlik etmiş veya desteklemiş ve bunun için de Sivas Valisi Hızır Paşa tarafından astırılmış. Ölüm tarihi, büyük olasılıkla 1548-1551 arası.
Pir Sultan, dostuna ve davasına sonuna kadar bağlı, dostunun en küçük bir hareketinde incinen, zalime ödün vermez, yolundan dönmez birisi olarak bilinir.
Pir Sultan Abdal,insan Allah ilişkisini bakın anlatıyor:
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
"Sen Hakk'ı yabanda arama sakın Kalbini pak eyle Hak sana yakın İnsan hor bakma gözünü sakın Cümlesin insanda bulduk erenler..."
62
63
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Gerçek ismi, Seyyid Muhammed bin İbrahim Ata olan , Hacı Bektaş-ı Veli Horasan'ın Nişabûr şehrinde 1281 senesinde doğdu. İlk eğitimini Şeyh Lokman-ı Perende'den aldı. Lokman-ı Perende, Ahmed-i Yesevi' nin halifelerinden olup, zahir ve batın ilimlerinde derin bilgilere sahipti. Bektaş Veli Lokman-ı Perende'nin gözdesiydi. Ve rivayetlere göre kendinde olağanüstü haller gerçekleşiyordu. Hacı Bektaş-ı Veli, eğitimini tamamladıktan sonra Anadolu'ya geldi. Halka doğru yolu göstermeye başlayan ve kıymetli talebeler yetiştiren Hacı Bektaş-ı Veli, kısa zamanda tanınarak büyük rağbet gördü. Bu sırada Anadolu'da dini, iktisadi, askeri ve sosyal teşekkül olan ve kendisinin de bağlı olduğu "Ahilik Teşkilatı" ile büyük hizmetler
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Hacı Bektaş-ı Veli
64
yapan Hacı Bektaş-ı Veli ve talebeleri, Osmanlı sultanları tarafından da sevildi ve hürmet gördü. Bu sıralarda kuruluş devrinde olan Osmanlı Devleti'nin sağlam temeller üzerine oturmasında büyük hizmetleri oldu. Sultan Orhan zamanında teşkil edilen Yeniçeri Ordusu ' na dua ederek, askerlerin sırtlarını sıvazladı. Böylece Hacı Bektaş-ı Veli'yi kendilerine manevi pir olarak kabul eden Yeniçeri Ordusu, manevi hayatını ve disiplinini ona bağladı. Hacı Bektaş-ı Veli, asırlarca Yeniçeriliğin piri, üstadı ve manevi hamisi olarak bilindi. Bu bağlılık ve muhabbet, Yeniçerilerin sulh zamanındaki talimleri ve harplerdeki gayret ve kahramanlıklarında çok müsbet neticeler verdi. Bütün bunlar, halk ile Yeniçeriler arasındaki yakınlığı kuvvetlendirdi. Yeniçeriler, dervişler gibi cihad azmiyle dolu ve görülmemiş derecede kahraman ve fedakar oluşlarında, bu hadiseler müsbet tesirler gösterdi. Yeniçerilerin; "Allah, Allah! İllallah! Baş uryan, sine püryan, kılıç al kan. Bu meydanda nice başlar kesilir. Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan! Kulluğumuz padişaha ayan! Üçler, yediler, kırklar! Gülbang-i Muhammedi, Nûr-i Nebi, Kerem-i Ali... Pirimiz, sultanımız Hacı Bektaş-ı Veli..." diyerek savaşa başlamaları, bunun manidar bir ifadesidir. Hacı Bektaşı Veli'nin Makalat adlı Arapça bir eseri vardır. 1338 senesinde vefat eden Hacı Bektaş-ı Veli'nin derslerini ve sohbetlerini takip ederek onun tarikatına bağlananlara, tasavvuftaki usûle uyularak "Bektaşi" denildi. Makalat'ın asıl nüshaları tetkik edildiğinde, onun; İslam dinine sıkı sıkıya ve sağlam bir şekilde bağlı, İslamiyete uymayan davranışlara şiddetle karşı çıkar.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
YUNUS ve HACI BEKTAŞ
65
Hacı Bektaşi Veli
O bölge köylerinden birinde,Yunus adında,rençberlikle geçinir,çok fakir bir adam vardı.Bir yıl kıtlık oldu.Yunus'un fakirliği büsbütün arttı.Nihayet birçok keramet ve inayetlerini duyduğu Hacı Bektaş'a gelip yardım etmeyi düşündü.Sığırının üstüne bir miktar alıç (yabani elma) koyup dergaha gitti.Pirin ayağına yüz sürerken hediyesini verdi;bir miktar buğday istedi.Hacı Bektaş ona lütufla muamele ederek,bir kaç gün dergahta misafir etti.Yunus geri dönmek için acele ediyordu.Dervişler Pir'e Yunus'un acelesini anlattılar.O da: "Buğday mı ister,yoksa erenler himmeti mi?" diye haber gönderdi.O buğday istedi.Bunu duyan Hacı Bektaş tekrar haber gönderdi: "İsterse o alıcın her tanesince nefes edeyim!" dedi.Yunus buğdayda ısrar ediyordu.Hacı Bektaş üçüncü defa haber gönderdi: "İsterse her çekirdek sayısınca himmet edeyim" dedi.Yunus yine buğdayda ısrar edince;emretti,buğdayı verdiler.Yunus dergahtan uzaklaştı.Yolda yaptığı kusurun büyüklüğünü anladı.Pişman oldu.Geri dönerek kusurunu itiraf etti.O vakit Hacı Bektaş,onun kilidi Taptuk Emre'ye verildiğini isterse ona gitmesini söyledi. Yunus bu cevabı alır almaz hemen Taptuk dergahına koşarak kendisini YUNUS yapacak manevi eğitimine başladı.
Salihli kazası civarında Emre adlı,yetmiş evlik bir köyde.taştan bir
YUNUS EMRE VE TASAVVUF Yunus EMRE, İslam tarihinin en büyük bilgelerinden olup yaşadığı ve yaşattığı inanç sistemi; Kuran'ın özüne ulaşarak, Tek olan gerçeğin (Allah) sırlarını keşfetme ilmi olan tasavvuf ve Vahdet-i Vücud tur. Bu inanç sisteminde tek varlık Allah'dır. Allah bütün bilinen ve bilinmeyen alemleri kapsamıştır, tektir, önsüz sonsuzdur, yaratıcıdır. Eşi, benzeri ve zıddı yoktur.Bilinen ve bilinmeyen tüm evren ve alemler onun zatından sıfatlarına tecellisidir.Alemlerdeki tüm oluşlar ise onun isimlerinin tecellisidir. Her bir hareket,iş,oluş(fiil) onun güzel isimlerinden birinin belirişidir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
türbenin içinde,Taptuk Emre ve çocukları ile torunları yatmaktadır.Türbenin eşiğinde de,bir başka mezar vardır.Bu,Yunus'un bir çok mezarlarından biridir.Yunus Emre kapı eşiğine kendisinin gömülmesini vasiyet etmiş...Şeyhini ziyaret edecekler,kendi mezarını çiğneyerek geçsinler diye.
66
Hak cihana doludur, kimseler Hakkı bilmez *** Baştan ayağa değin, Haktır ki seni tutmuş Haktan ayrı ne vardır, Kalma guman içinde
Dolayısıyla evrende var saydığımız tüm varlıklar onun varlığının değişik suretlerde tecellileri olup kendi başlarına varlıkları yoktur. Bu çokluğu, ayrı ayrı varlıklar var zannetmenin sebebi ise beş duyudur. Beş duyunun tabiatında olan eksik, kısıtlı algılama kapasitesi, bizi yanıltır ve çoklukta yaşadığımızı var sandırır. Ayrı ayrıymış gibi algılanan bu nesnelerin, ve herşeyin kaynağı Allah'ın esmasının (isimlerinin) manalarıdır. Manaların yoğunlaşmasıyla bu "Efal Alemi" dediğimiz çokluk oluşmuştur. Bir adı da "Şehadet Alemi" olan, ayrı ayrı varlıkların var sanıldığı; gerçekte ise Allah isimlerinin manalarının müşahede edildiği alemdeki çokluk Tek'in yansıması,belirişidir. Bu izaha tasavvufta Vahdet-i vücud (Varlıkların birliği,tekliği) denir. Cenab-ı hak varlığını zuhura çıkarmadan evvel gizli bir varlıktı.Bilinmeyen bu varlığa, Gaybı Mutlak (Mutlak Görünmezlik),La taayyün (Belirmemişlik),Itlak (Serbestlik),Yalnız vücud, Ümmül Kitap (Kitabın Anası),Mutlak Beyan ve Lahut (Uluhiyet) Alemi de denir. Çarh-ı felek yoğidi canlarımız var iken Biz ol vaktin dost idik, Azrâil ağyar iken. Çalap aşkı candaydı, bu bilişlik andaydı, Âdem, Havva kandaydı, biz onunla yâr iken.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Ne gök varıdı ne yer, ne zeber vardı ne zir Konşuyuduk cümlemiz, nûr dağın yaylar iken."
67
"Aklın ererse sor bana, ben evvelde kandayıdım Dilerisen deyüverem, ezelî vatandayıdım. Kâlû belâ söylenmeden, tertip-düzen eylenmeden Hakk'dan ayrı değil idim, ol ulu dîvândayıdım."
"Bu cihana gelmeden sultan-ı cihandayıdım Sözü gerçek, hükm-i revan ol hükm-i sultandayıdım." *** ADEM yaratılmadan can kalıba girmeden Şeytan lanet olmadan arş idi seyran bana Sonra Allah bilinmekliğini istemiş ve varlığını üç isimle belirlemiş taayyün ve tecelli ettirmiştir. 1.Ceberut (İlahi Kudret) Alemi: Birinci taayyün,Birinci tecelli,İlk cevher ve Hakikat-ı MUHAMMEDİYE olarak da bilinir. Yaratıldı MUSTAFA, yüzü gül gönlü safa Ol kıldı bize vefa, ondandır ihsan bana Şeriat ehli ırak eremez bu menzile
Ben kuş dilin bilirim, söyler SÜLEYMAN bana 2.Melekut (Melekler) Alemi: İkinci taayyün,İkinci Tecelli,Misal ve Hayal Alemi,Emir ve Tafsil Alemi,Sidre-i Münteha (Sınır Ağacı) ve BERZAH da denir. 3.Şehadet (Şahitlik) ve Mülk Alemi:Üçüncü taayyün,Nasut(İnsanlık),His ve Unsurlar Alemi,Yıldızlar,Felekler (Gökler),Mevalid (Doğumlar) ve Cisimler Alemi diye bilindiği gibi,Arş-ı Azam da bu makamdan sayılır. Tüm bu oluşlar Kuran'ı Kerimde "Altı günde yaratıldı" ayetiyle beyan edilirken Altı günden maksadın mutasavvıflarca ,gün değil hal'e ait olduğu kabul edilir.Bu haller Allahın insanlara lutfettiği görünmeyen şeylerden altı sıfatıdır: Semi,Basar,İdrak,İrade,Kelam ve Tekvin(İşitme,Görme,Kavrama, İrade,Konuşma ve yaratma). Cenab-ı Hakkın Zatına ait bu sıfatların Ademin kutsal varlığında belirmesi,"İnsan benim sırrımdır" sözünün bir hükmüdür.Varlığın başlangıcı ve son sınırı ise Aşk'tır.O yuzdendir ki sayılan bu alemler Aşkın cezbesiyle pervane haldedir. Cenab-ı Hak varlığını,kudret eliyle zuhura getirmiş ve üç isimle taayyün,tecelli ve tenezzül etmiştir.Buna yaratış sanatı (Cenab-ı hakkın kuvvetinden,kudretine hükmederek cemalini ve celalini eserlerinde yani varlık yüzünde göstermesi), Belirme cilvesi (Aşık olması sonucunda batının zahire çıkıp,alemlerin nurlarının ve olayların bilinmesi) ve Birlik oyunu (Zatından sıfatına tecelli etmesi ile kendi varlığını kendinde zuhura getirip,birlik ve vahdetini ahadiyet(teklik) sırrına meylettirmesi) denir. Bunda zaman ve mekan kaydı yoktur.Ancak "An" vardır.Çünki mutlak zaman içersinde batın(gizli),zahire(görünen) cıkıp farkedildikten sonra,alemlerin nurları (ışıkları) ve ilahi olaylar bilinmiştir.Daha sonra şekil ve renkler görülüp,ayrı ayrı unsurları oluşturacak şekilde birleştiğinde isimler meydana çıkmıştır(Mülk mertebeleri ,Cisimler alemi).Ve böylece zahir alem belli olup mutlak varlık bilinmiştir.
Cebnab-ı Hakkın bu alemi yaratmaktan maksadı bilinmekliğini istemesidir. Ortaya çıkan şeylerin belirişine sebebse Adem(İnsan) 'i dilemektir. Varlığa ilahi sıfatlar,sırrına ise Adem denir. Adem-insan, mevcudattın bir özetidir. Tevrat ile incili, Furkan ile Zeburu Bunlardan beyanı cümle vücudda bulduk Yunusun sözleri hak, cümlemiz dedik saddak Kanda istersen anda HAK, cümle vücudda bulduk
Büyük mutasavvıflardan Sunullah Gaybi divanında geçen Keşfül Gıta kasidesinde ; "Bir vücuttur cümle eşya, ayni eşyadır Huda, Hep hüviyettir görünen, yok Huda’dan maada... " mısralarıyla ,Evvel ve ahirin izafiliğini, meydana gelen her şeyin ilahi tecelliden ibaret olduğunu anlattığı bu şiirde, Hüviyetin zuhurunu dile getirir ve Zâtına duyduğu aşkla güzelliğini seyretmek isteyen o Tek ve Mutlak olanın zuhura gelme muradıyla, gizli hazinesinin fetholup sırrın keşfedilir hale gelmesi için, Arşı, Kürsiyi, unsurları, nebat, ve hayvanı geçtikten sonra, en kemal haliyle kendini ancak insanda seyrettiğini anlatır. Cisimler alemi dört ruhdan (aslında tek) oluşmuştur.1-İnsani Ruh,2-Hayvani Ruh,3-Nebati Ruh, 4-Madeni(Cemadi) Ruh. Bu alem cereyan ve deveran üzerine kurulmuştur.Deverandan
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Mani evine daldık, vücuda seyran kıldık İki cihan seyrini, cümle vücudda bulduk Yedi gök yedi yeri, dağları denizleri Cenneti cehennemi, cümle vücudda bulduk
68
cereyan,cereyandan ise hayat meydana gelmektedir. Bu bir kanundur.Böylece varlıkların her biri esmanın(isimlerin) mazharı olup,Külli iradenin hükmünü yerine getirmekte ve nefsine yani zannına göre Rabbini bilmektedir. Bu durumlar dunyada ilahi bir duzen,değişmez bir kuraldır.Allahın tezahürü böyle gerektirmekte olup,bütün varlıklar onun kader çizgisi içinde kulluk görevini yerine getirmekle yükümlüdür. “Her bir birim varoluş gayesinin gereğini meydana getirmek üzere görevlendirilmiştir. Ve kişi ilm-i ilahide, şu anda hangi hareket üzere ise o biçimde programlanmış olarak vardır. ” Hz.Muhammed(s.a.v).Aslında varlıklar bir bütündür. Fakat parçaları ile karakter taşırlar.Bütün eşya ve varlıklar insanda biraraya gelir. Evrenin başlangıç ve bitiş noktası insandır. Sonsuz varlıkların ayetleri,secdegah ve kıblesi de her an için insandır. Kelime-i tevhid de bu durum bir sır olarak ifade edilmektedir.Cenab-ı Hak : La ilahe illallah diyerek varlığını ve birliğini ortaya koymuş Muhammedün Resulullah demekle de anlam ve maksadı açıklamıştır.Biraz daha açarsak; "La ilahe" demekle sıfatının belirişinden önceki varlığını gizli olan Rablığını açıklamış,"illallah" demekle de varlığı tecelli ettikten sonraki durumu yani yaratılmışlar alemini ifade edilmiştir. Burada eşyadaki varlığı ve ilahi sıfatları ispat edilmekte olup bu da aslının yansıması olan Ceberrut, Melekut ve Mülk alemleridir.Bu alemlerdeki beliriş fanidir fakat bunların aslı bakidir.Kısaca bilinmekliğine sebebtir.Aslında bütün bu bolümlemeler ve izahatlar anlatım içindir.Aslında ayrı gayrı yoktur. "Muhammedün Resulullah" ile de varlığına delil olarak bilinmesi ve tasdik edilmesini istemiştir.Hükmünün icrasının onunla olduğu anlatılmış oluyor.Bu da onun rahmet ve şefaat edici olduğunu müjdeleyerek sanatındaki hikmeti beyan etmiş oluyor. Zatı ve şahsıyla tanıyamadığımız Allah'ı, tecellileriyle ve sıfatları ile tanırız. Allah'ın zatı sıfatlarla, sıfatlar da varlıklar, hareketler ve olaylarla perdelidir. Varlık perdesini aralayan bir kişi hareketleri, hareketler perdesini geçen sıfatların sırlarını, sıfatlar perdesini aralayan da zatın nurunu görür ve orada erir. "Kim bildi efalini Ol bildi sıfatını
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Anda gördü Zatını Sen seni bil seni
69
Görünen sıfatındır Anı gören Zatındır Gayrı ne hacetindir Sen seni bil sen seni " ( Hacı Bayram-ı Veli) Ayrı ayrı manalar izhar eden varlıkların kendilerine ait bir varlığı olmadığı, varlığın Allah'a ait olduğunu idrak Tevhid, bunu yaşam biçimine dönüştürmek ise Vahdet'tir. İnsanı Allah'a karşı perdeleyen en büyük şey, onun kendi varlığıdır. Allah, apaçık olan bir gizli ve büsbütün gizli olan bir apaçıktır! Allah'ın zatı sıfatlarda, sıfatlar fiillerde, fiiller varlıklarda ve olaylarda ortaya çıkmaktadır. Allah bütün yarattıklarının her zerresinde her an hazır ve onları sürekli yönlendirmektedir. O "göklerin ve yerlerin nuru" (Kurân-ı Kerim 24/349) olarak her an her yerdedir. O, her an, her yerde tecelli etmektedir. "O her an yeni bir şe'ndedir." (Kur'ân-ı Kerim 55/29). Her şey her an değişmektedir ve değişim onun kudreti ve iradesinin açılımıdır. Allah bütün evrende, bir taraftan her varlığın en küçük zerresinin içinde, bir taraftan bütün evrende en büyük olayların her anını idare eden bir mutlak varlık halinde bulunmaktadır. Allah ismiyle işaret olunan, sonsuz ve sınırsız bir varlıktır Orijin yapı... Mânâ, enerji ve madde platformlarında değişik isimler alır. Allah kavramı, mânânın bile özünde mütalaa edilmelidir. Bu idrâke, Kelime-i Tevhid ile ulaşılır ve Allah isminin mânâsı rastgele bir şekilde değil, Kur'an'da ifade edildiği gibi anlaşılmalıdır;
"Feeynema tuvellu fesemme vechullah" (Bakara/115) (Her ne yana dönerseniz Allah'ın Vech'i oradadır.) Allah'ın Vech'i yani yüzü, bildiğimiz şekil, suret anlamına gelmemektedir. Zahir göz ile bu
yüzü tesbit etmek mümkün değildir. Zira, Allah'ın yüzü Vahid (tek) olan mânâdır. Mânâ ise, beş duyunun ötesinde, basiretle algılanabilir. Basir isminin mânâsı, bireyin kendi Vech'ini görebilmesine vesile olur. "Hu vel Evvelu vel Ahiru ve'z- Zahiru vel Batın” (Hadid 3) (Sonsuz bir öncelik ve sonsuz bir gelecek sahibidir, beş duyu ile tesbit edebildiğiniz veya edemediğiniz tüm varlık O'dur) "Ve nahnu ekrabu ileyhi min habliveriyd" (Biz O'na (insana) şah damarıdan daha yakınız) "Ve fiy enfisukim efela tubsirun"(Zariyat 21) (Nefislerinizde, hâlâ görmüyor musunuz!) Allah isminin işaret ettiği mânânın en güzel tarifini, İhlas Suresi yapmaktadır; "De ki, O Allah Ahâd'dır. Allah Samed'dir. Lem yelid ve lem yuled'dir. Ve lem yekun lehu küfüven Ahad'dır." .Yani sonsuz, sınırsız, bölünmesi parçalanması, cüzlere ayrılması mümkün olmayan Tek.. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ihtiyaçtan beridir. O, ancak Mahlûkatın ihtiyacını karşılar. Doğmamıştır, herhangi bir varlık O'nu doğurmamıştır. O da herhangi bir şeyi doğurmamıştır. Allah'ın benzeri ve misli yoktur, çünkü O; VAHİDÜ'L-AHAD olan varlıktır. Gelelim Kelime-i Tevhid'in diğer yönlerine; Birinci mânâda "la ilahe" "tanrı yoktur ", ikinci mânâda ise, var olduğunu kabullendiğin varlıklar ancak Allah'ın vücuduyla kâimdir. Ayrı ayrı varlıklar görme. "Ayrı ayrı varlıklar yok, Allah var!.." demektir.
***
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Onsekizbin alemin cümlesi BiR içinde Kimse yok BiR den ayruk, söylenir BiR içinde Cümle BiR onu BiRler, cümle ona giderler Cümle dil onu söyler, her BiR tebdil içinde
70
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
“Her nereye baksam Allahı görürüm” Hz.Ali(r.a) , “Görmediğim Allaha ibadet etmem” Hz.Ali(r.a)
71
“Aşk imiş her ne var alemde, ilim bir kıyl-ü kal imiş ancak” Sizin her daim buyurduğunuz gibi,her zerreden zikreden Allah’tır, her fiilin faili Allah’tır. Her sıfatta mevcut olan Allah’tır, her vücutta mevcut olan Allah’tır. Bu hakikati kavramak, Hz.Ali Efendimiz'in buyurduğu Besmelenin "be" harfinin altındaki nokta olmak, yani Rahman ve Rahim olan Allah'ın varlığında yok olmak. "..Ve iz kale rabbiküm lil melaiketi inniy cailun fil ard halife.." (Bakara 30) (Ben yeryüzünde bir halife meydana getireceğim). Halife olan varlık, vasfını ötede bir tanrıdan almamaktadır. Bu idrak, O'nun özünden gelmektedir. Esma-ül Hüsna'nın yoğunlaşması ve zuhura çıkması ile ‘Halife’ adını almıştır. Halifenin müstakil bir varlığı yoktur. Bundan ötürü, aslında mevcut olan tüm özellikler onda mevcuttur. Bu âyeti ve yapılan yorumları Et-Tin Suresindeki bir bölüm âyetle özdeşleştirebiliriz. Şöyle ki; "Lekad halaknel insane fiy ahseni takvim sümme redetnahü esfele safiliyn" (95/4-5) (Biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına indirdik). Esma'nın ilk zuhura çıkışı ile var olan; mükemmel şekilde yaratılan varlık, Ruhu Azam (Muhammedi cevher), diğer adıyla İnsan-ı Kâmil'dir. Bizim bildiğimiz mânâda, bir suretle var olan ve ‘beşer’ ismini alan insan değildir. Öz Ruh'un, (İnsan-ı Kâmil'in) yoğunlaşmasıyla birimlilik âlemi ve insan meydana gelmiştir. Bilinen anlamdaki insanın, bu Ruhu tüm kemâlâtı ile algılaması, "Halife" adını almasına neden olmuştur.
Bayram özüni bildi Bileni anda buldu Bulan ol kendi oldu Sen seni bil sen seni. (Hacı Bayram-ı Veli) Niyazi Mısri: Sağı solu gözler idim, DOST yüzün görsem deyu, Ben taşrada arar idim, ol can içinde CAN imiş!.. Öyle sanırdım, ayrıyem; DOST ayrıdır, ben gayrıyem Benden görüp işiteni, bildim ol canan imiş!.. derken, benzer ifadeler aşağıdaki satırlarda, Yunus Emre tarafından dile getirilmiştir. "Her kancaru bakar isem O'ldur gözüme görünen “ görmezem."
ve "Kancaru bakar isem onsuz yer
"Cümle yerde Hakk hazır, göz gerektir göresi" *** "Ey dün ü gün Hakk isteyen, bilmez misin Hakk nerdedir? Her nerdeysem orda hazır, nere bakarsam ordadır”.
"Hakk cihana doludur, kimseler Hakk'ı bilmez Onu sen senden iste, o senden ayrı kalmaz." *** "Çün ki gördüm ben Hakk'ımı, Hakk ile olmuşum biliş Her kancaru baktım ise hep görünendir cümle Hakk”. *** "Nereye bakarısam dopdolusun Seni nere koyam benden içeri?" *** Baştan ayağa değin, Haktır ki seni tutmuş Haktan ayrı ne vardır, Kalma guman içinde Konunun anlaşılması için bugünün bilimsel bulgu ve verilerinden de yararlanabiliriz.Şöyleki; Bugün, bilim çevrelerince, Evrenin yapısı ve bununla direkt bağlantılı olarak, Evreni algılayan yorumlayan insan beyninin işleyiş tarzı hakkında bir takım görüşler ortaya atılmaktadır. 1940'lı yıllarda fareler üzerinde bir takım deneyler yapıldı. Farelerin beyninin bir kısmı alındı ve göstereceği tavırlar izlendi. Sonuçta fare, kendisine öğretilen yolu, beyninin bir kısmı alınmadan önceki gibi bulabilmekteydi. Yine görme merkezinin yüzde 98'i alınmış bir kedi, görme
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
***
72
fonksiyonunu eskisi gibi yerine getirebilmekteydi. Bu durum, bilimadamlarını şaşırttı. Nörofizikçi Karl Pribram, beynin holografik özellik gösterdiğini düşünerek, bu husustaki çalışmalarına ağırlık verdi. 1960'lı yıllarda hologram prensibi ile ilgili okuduğu bir yazı, kendisinin düşündükleriyle paraleldi. Pribram'a göre, beyin fonksiyonları holografik olarak çalışmaktaydı. Beyinde görüntü yoktu, peki o zaman neyin hologramı oluşmaktaydı. Gerçek olan neydi? Görünen dünya mı, beynin algıladığı dalgalar mı, yoksa bundan da öte bir şey mi? Bugünkü fizik anlayışımıza göre Evren, birbirini kesen pek çok elektromanyetik dalgalardan meydana gelmiştir. Bu tanıma göre, uzayda boşluk yoktur, her yer doluluktur. Ünlü fizikçi David Bohm, atomaltı parçacıklarla ilgili araştırmaları neticesinde Evren'in de dev bir hologram olduğu kanısına vardı. Bohm'un en önemli tesbitlerinden biri, günlük yaşantımızın gerçekte bir holografik görüntü olduğudur. Ona göre Evren, sonsuz ve sınırsız "TEK" bir holografik yapıdır ve parçalardan söz etmek anlamsızdır. Bilim bu tesbitleri henüz yapmamış iken, Tasavvuf ehli kişilerin çok uzun yıllardan beri, dille getirdiklerini düşündüğümüzde, esasında çok farklı şeyler söylemediklerini görüyoruz. Üstelik, onlar bunu bir hal olarak yaşarlarken, bir kısmı yaşadıkları bu hakikatı dışarıya aksettirmemiş, bazıları ise, içinde bulundukları toplumun anlayış seviyesine uygun, bir tarzda açıklamaya çalışmıştır.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Bu bir acaip haldir bu hale kimse ermez Alimle davi kılar, Veli değme göz görmez İlm ile hikmet ile, kimse ermez bu sırra Bu bir acaib sırdır, ilme kitaba sığmaz
73
Alem ilmi okuyan, dört mezhep sırrın duyan Aciz kaldı bu yolda, bu aşka el uramaz Yunus canını terk et, bildiklerini terk et Fena olmayan suret, şahına vasıl olmaz *** Unuttum din diyanet, kaldı benden Bu ne mezheptir, dinden içeri Dinin terk edenin küfürdür işi Bu ne küfürdür imandan içeri Geçer iken Yunus şeş oldu dosta Ki kaldı kapıda andan içeri *** Yunus bu cezbe sözlerin cahillere söylemegil Bilmezmisin cahillerin nice geçer zamanesi *** Ey sözlerin aslın bilen, gel de bu söz kandan gelir Söz aslını anlamayan, sanır bu söz benden gelir Söz karadan aktan değil, yazıp okumaktan değil Bu yürüyen halktan değil, halık avazından gelir
Şimdi biz bir takım bilimsel verilerin ışığı altında, onların bir zamanlar ne demek istediklerini daha iyi anlayabilmekteyiz. Hologram prensibi, tasavvufun anlatmak istediğinin, kısmen de olsa daha iyi anlaşılabilmesini sağlamıştır. Genel anlamda TÜM'ün sahip olduğu bütün özelliklerin boyutsal olarak her birimde nasıl mevcut olabildiğini açıklar. Bu ifade tarzının anlaşılması ile, bizden ayrı, ötelerde olduğu düşünülen Tanrı imajı yıkılarak, gerçek "Allah" kavramı ortaya çıkmaktadır. Bu noktada tasavvuf ile hologramın ne olduğu hakkında kısa bir bilgi verelim, sonra da birleştikleri noktaları tespit etmeye çalışalım.
Tasavvuf, tek bir varlığı ve bir hakikatı tüm boyutları ile inceleyen bir felsefedir diyebiliriz. Bu felsefenin temeli düşünceye dayanır, Düşünme neticesi tespit edilenler ise, bizzat yaşanır. Kur'an'ın ve hadislerin anlaşılabilmesi, tasavvuf erlerinin, verdikleri ipuçlarının çözülebilmesi,
değerlendirilebilmesi için, bu felsefenin bilinmesi mutlak olarak zorunludur. Hologram ise, en kısa tanımıyla üç boyutlu görüntü kaydetme yöntemi'dir. Hologram tekniğinin en önemli özelliği, hologram plakasına cisimlerin görüntüsünün değil; o görüntünün elde edilmesi için gerekli bilgilerin kaydedilmesi, dolayısıyla hologram plakasının en küçük parçasının bile, Bütün'ün tüm bilgilerini içerebilecek kapasiteye sahip olmasıdır. Bu tekniği kısaca şu şekilde anlatabiliriz:
Bu açıklayıcı bilgilerden sonra, dini verilerin de ışığı altında beynin nasıl programlandığını düşünelim... Kişinin "Ayan-ı Sabite" denilen, sabitleşmiş ana programını oluşturan yüz yirminci gündeki kozmik ışınlar, meleki tesirler ile yedinci ve dokuzuncu aylarda ve nihayet doğum anında alınan tesirler ile beyin programlanmaktadır. Zaten insan, Allah isimlerinin manalarının bir terkip halinde oluşmasıyla meydana gelmiş bir birim. Ve bu kemalatın genetik verilerle insandan insana nakledilmiş olması dolayısıyla, bu doksan dokuz isim her insanda mevcut. (Bakara 30-31) Ayrıca İnsan, Zat, Sıfat, Esma ve Ef'al boyutlarını özünde bulunduran bir birim. Hologram prensibinin en önemli özelliği, her noktasının bütün cismin görüntüsünü verebilmesidir. Hologramın her noktasına cismin her tarafından ışın dalgaları gelmekte ve orada kaydedilmektedir. Bu nedenle, hologram plakası ne kadar koparılsa, kırılsa bile her parça bütünün bilgisini içinde taşımakta ve gerektiğinde bütünün tam görüntüsünü tek başına vermektedir. Şimdi, bu verilerle şu sonuçlara ulaşabiliriz: Görüntülenmesi istenen cisimden yansıyarak gelen lazer ışınının hologram plakasına cismin görüntüsünü kaydetmesi gibi, insan beyinleri de, doğum öncesi ve doğum anında, kökeni meleklere dayanan burçlar olarak tabir ettiğimiz sayısız takım yıldızlardan gelen kozmik ışınlarla programlanmış oluyor. Nasıl benzer frekanstaki ışınları plakaya gönderdiğiniz zaman cisim üç boyutlu olarak ortaya çıkıyorsa, Burçlardan ve Güneş sistemindeki planetlerden gelen ışınlar da, o programlanmış olan insan beyinlerini etkilemekte ve kişilerden programları doğrultusunda çeşitli fiillerin, davranışların ve düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar.
Aslında plaka üzerinde görülen üç boyutlu cismin gerçekte bir varlığı yoktur, dalga boylarının oluşturduğu bir modeldir (ya da hayaldir) biz onu var gibi görmekteyiz. Bunun gibi, insan beyni de bu noktada tıpkı bir hologram gibi çalışmaktadır ve biz beş duyumuzun kapasitesi gereğince kendimizi bir birim gibi kabul edip, çevremizde gördüğümüz her şeyin de varolduğunu sanırız. Gerçekte, o hologram plakasındaki görüntünün bir gerçekliği olmadığı gibi, çevremizde görüp var kabul ettiğimiz bir takım şeylerin de bir varlığı yoktur. Fiil diye algılananlar tamamiyle manalardır. Tasavvuf erleri bu anlamda "eşyanın menşe-i"ni düşünmek tevhiddir demiştir. Her mana ise, belli frekanstaki bir dalga boyudur. Böylece beyin holografik olarak evreni algılamaktadır. Buradan hareketle, makro plandaki Evren de tıpkı beyin hücreleri gibi, kökeni kuantsal enerjiden ibaret bir hologramik yapıdır. Mutlak manadaki Evreni bir an için, hologram plakası gibi
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Bir lazer kaynağından gelen ışın, yarı geçirgen bir ayna tarafından ikiye ayrılır. Bu ışınlardan biri, hologram plakasına doğrudan ulaşır, öbürü ise görüntülenmek istenen cisme yöneltilir ve oradan yansıyarak hologram plakasına varır. Hologram plakasına doğrudan gelen lazer ışını ile cisimden yansıyarak gelen lazer ışını, bu plaka üzerinde bir girişim modeli oluşturur. Böylece cismin görüntüsü kaydedilmiş olur. Daha sonra, kayıt sırasında kullanılan frekansta ve aynı açıdan yeni bir lazer ışını ile hologram plakası aydınlatılacak olursa, görüntülenen cisim, üç boyutlu olarak odanın içinde canlanır. Plaka, kendisine gelen ışınları tıpkı görüntüsü saptanan cisim gibi yansıtacağı için, görüntü net ve eksiksiz olacaktır. Beyin hücreleri dediğimiz nöronlar da, tek tek birer mini hologram gibidirler ve gelen impalsları frekanslarına ayırarak algılarlar. Her bir hücrenin etkinliği, kendi içinde bir dalga boyu oluşturmaktadır. Bir sürü hücrenin dalga boylarının birbiriyle girişim yapmalarından oluşan holografik model, bizim beş duyuyla algıladığımız görüntüyü ortaya koymaktadır. İnsan beyni de pek çok mini hologramdan oluşmuş büyük bir hologram olarak düşünülebilir. Çünkü beyindeki her hücre, esasında her işlevi yapabilecek yetenek ve kabiliyette var olmuştur. Ancak, kozmik programlanmadan sonradır ki, hücreler özelleşerek kendilerine ait işlevleri meydana getirirler.
74
düşünün. Sonsuz, sınırsız tek olan Allah, kendindeki manaları seyretmeyi dilemiş ve bu manaları çeşitli şekillerde terkiplendirerek sonsuz sayıda varlıkları meydana getirmiştir. Fakat bu varlıklar, o tek varlığın ilmiyle ve ilminde yoktan var ettiği ilmi suretlerdir. Bu yoktan var ettiği bütün birimler, O'nun ilmiyle, O'nun ilminden ve O'nun varlığından meydana gelmiş olması nedeniyle, o varlıklarda kendi varlığının dışında hiçbir şey mevcut değildir. Tasavvufi anlatımla da olsa evren tek bir ruhtan meydana gelmiştir ve evrende mevcut olan herşey hayatiyetini bu ruhtan alır. Ve bu ruh, aynı zamanda şuurlu bir yapı olması nedeniyle, ilme, iradeye ve kudrete sahiptir. İşte bu evrensel ilim, güç ve irade hologramik bir şekilde Evrenin her katmanındaki her birimin, her noktasında mevcuttur. Bu gerçeğe ermişlerin, "Zerre küllün aynasıdır" şeklinde anlatmaya çalıştığı konu, mutlak bir iradenin yanında bir de irade-i cüz'iyenin var oluşu şeklinde anlaşılmıştır.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Sizin vücudunuzun her zerresinde o kozmik güç, ilim ve irade aynı orijinal yapısıyla mevcut bulunmaktadır. Ve siz bir şeylerin olmasını istediğiniz zaman, ötelerdeki bir varlıktan talep etmiyorsunuz, kendi varlığınızdakinden, Öz'ünüzden istiyorsunuz. Yani Öz'ünüzde mevcut olan Allah ilmi, kendi dilemesiyle ve kendi kudretiyle isteğinizi açığa çıkarıyor. Holografik yapının önemli bir diğer özelliği ise, zaman ve mekan kavramları olmaksızın, geçmiş, şimdi ve gelecek diye bildiğimiz her şeyi yani tüm bilgileri bir arada bulundurmasıdır. Zaman, mekan, geçmiş, gelecek diye algılananların hepsinin algılayanın kapasitesinden kaynaklanan göreceli değerler olduğu, bir kez de hologram prensibi ile destek görmüştür. Tüm'ün bilgisi, her zerrede özü itibariyle mevcuttur ancak: zerrenin de o tüm bilgiyi değerlendirebilmesi, mevcut kapasiteyi kullanabildiği ya da açığa çıkartabildiği orandadır. Levh-i Mahfuz, "kesreti" yani çokluk kavramlarını meydana getiren Esma Terkiplerinin "kaza ve hüküm", bilgi ve bilinç boyutudur. Allah ilmindeki "hüküm ve takdirin" fiiller alemine yansımasıdır.
75
Bu platformda her şey bilgi olarak, tasarım olarak tüm varoluş gerekçesiyle mevcuttur. Burada zaman ve mekan kavramı olmaksızın ezelden ebede kadar her şey bilgi olarak mevcuttur. İşte bu Levh-i Mahfuz alemlerin aynasıdır ve evrenin geni hükmündedir. Evrende ve onun boyutsal tüm katmanlarında meydana gelmiş olan tüm varlıklar, Levh-i Mahfuz diye bilinen bir üst boyutun tafsiliyle meydana gelmişlerdir. Burada mevcut olan her birim, galaksiler, burçlar, güneşler, planetler ve dünya üzerindeki her şey varlığını Allah'ın varlığı ile vardır. Ve her biri kendi boyutunun algılayıcısına göre vardır. Gerçekte var olan, sadece ve sadece tek'tir, varlık Vahidül Ahad olan Allah'dır. Evrende mevcut olan bu mana suretlerinin hepsinin de tek'in tüm özelliklerini içermesi ve müstakil bir varlıklarının, mevcudiyetlerinin olmaması ve Allah her zerrede zatıyla, sıfatlarıyla ve esmasıyla mevcut olduğu içindir ki, evren de holografik özellik göstermektedir. Bunu tespit eden ermişler de "Alemlerin aslı hayaldir" diyerek bu gerçekliğe temas etmişlerdir. (Bu yazıda Hologram ile ilgili bilgiler, Michael Tablot’un Holografik Evren isimli kitabı ile Bilim ve Teknik dergisinden alınmıştır.)
Bu arada bir günlük gazetemizin yazarından (Türker Alkan)konuyla ilgili olduğu için alıntı yapmak istiyorum. " Kuantum fiziği atomaltı parçacıkların incelendiği bir alan. Son yıllarda bu alanda yapılan çalışmalar şaşırtıcı sonuçlar veriyor. Evrene bakışımızı kökünden değiştirecek önermelerle karşılaşıyoruz. Bildiğiniz gibi dört boyutlu bir dünyada yaşıyoruz. En, boy, yükseklik ve zaman. Olayın çarpıcı niteliğini göstermek için şöyle düşünebiliriz: Sadece iki boyutun bulunduğu ve zamanın olmadığı bir dünyada yaşayanlara üçüncü boyutu ve zamanı nasıl anlatabilirdik? İki boyutlu dünyanın insanları ne kadar 'Olmaz öyle şey' diyecekse şimdi biz de benzer bir şaşkınlık içindeyiz. Bitmedi. Kuantum fizikçilerine göre evrende 11 boyut varmış! Daha 'zaman' kavramının 'boyut' olarak ne anlama geldiğini kavrayamadan yeni boyutlarla nasıl baş edeceğiz, bilmiyorum.Kuantum fizikçilerine göre bir cisim aynı anda birden fazla yerde bulunabiliyor. Hayır, iki veya üç değil, tam 3 bin yerde bulunabiliyor! Evreni sağduyularımızla algılamanın getirdiği sınırlamaları düşünmemiz gerekiyor. Daha çarpıcı iddiaları var kuantumcuların. En şaşırtıcı önermelerden birisi, insan düşüncesiyle maddelerin
etkilenebileceği, biçimlenebileceği önermesidir. Japonya'da yapılan bir araştırmada, iyi ya da kötü sözlere muhatap olan su moleküllerinin, söylenenlere paralel olarak, güzel veya çirkin biçimler aldığı görüldü. İnsanın düşüncesiyle evrenler yaratacağını, paralel evrenler olabileceğini ileri sürenler bile var. Teolojik bakımdan da önem taşıyan bir iddiaya göre ise tüm evren bir tek varlıktır! Tek bir zihindir. Bu görüşe göre 'başkasının zihnini okumak' anlamında 'telepati' yoktur. Çünkü insan zihni zaten ortaklaşa bir zihnin parçasıdır. Evrende olup bitenleri bilmektedir! İlginç buluşlardan birisi, bilim adamları tarafından gözlenen elektronların, gözlenmeyen elektronlardan farklı davrandıklarıdır. Elektronlar sanki gözlendiklerini biliyormuş gibi hareket ediyorlar! Bir atomaltı parçacığını ikiye ayırıp evrenin iki ucuna yerleştirsek, iddiaya göre, bu iki parçacık sanki ayrılmamışlar gibi, aynı hareketleri yapacaktır. Çünkü evreni oluşturan mesafe görünüşten ibarettir. Ve tabii zaman izafidir, zaman içinde seyahat mümkündür. Bunları söyleyenler rastgele kişiler olsa güler geçersiniz. Ama karşımızdakiler dünyanın en saygın bilim adamlarıdır. Kuantum fiziğinin düşündürdüğü birkaç nokta önemli. Birincisi, evrenin 'birliği' fikri ki bizi Doğu felsefesinin binlerce yıl önce söylediği düşüncelere geri götürmektedir. İkincisi, geleneksel 'materyalist' düşünceye karşı, 'idealizmin' destek bulduğu bir evreni betimlemektedir. Ki kimse fizikten böyle bir sonuç beklemezdi"
Alemdeki varlıkların oluşumu her an devam etmektedir. Allah katında zamanın ve mekânın bir anlamı yoktur; Tek bir an vardır ve o an devr-i daim ederek, Allah'ın kudret ve iradesine göre şekillenmektedir. Başlangıç ve bitiş zamanı aynıdır. Oluşlar noktanın sürekli deveranıdır. Var oluş konusunda üç durum söz konusudur; Birincisi mutlak varlıktır. “Var olmak” kendisidir. Onun yüce zati sıfatıdır. İkincisi mutlak yokluktur. Sadece mutlak varlığın bilinmesi için mefhum olarak ortaya çıkarılmış durumdur. Yoktur. Üçüncüsü mümkünattır yani mevcudattır. Varlık verilenlerdir ki; var olabilirde, var olmayabilirde. Bu mevcudatın varlığı, kendinden menkul değil, varlığını verene aittir.Bu mevcudatın iki yönü söz konusudur. Birincisi varlıktan gelen ve ona ait olan varlık yönüdür. ikincisi ise varlığı kendinden olmamakla kendisine ait olan hiçlik - yokluk - çirkinlik - ayıp - terslik yönüdür. Bu mevcudatın benzeri, eşi, dengi veya zıddı olur. İlim şehrinin tanıtımı burdadır.Yokluğun ortaya çıkarılması, varlığın bilinmesi içindir. Çünkü bu boyutta (mevcudat içinde) her anlam karşıtı ile bilinir. Tasavvufta nokta, ahadiyete işaret eder. Vahidiyetin batını AHADİYET, zahiri RAHMANİYET'tir. Ne dün vardır ne de yarın! Evren her an oluş halindedir. "O her an yeni bir şe'ndedir" (Kur'ân-ı Kerim 55/29). Varlıkların özünde Allah olunca, tabiatta iyi-kötü, hayır-şer olamayacağı gibi, ölüm diye bir şey de yoktur. Var olmak ve yok olmak aslında bir değişimdir. Varlık ve yokluk da bize göredir. Gerçek anlamda ölüm yoktur. Koğıl ölüm endişesin, Aşıklar ölmez bakidir Ölüm aşıkın nesidir cun nur-u ilahidir
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Aşk ile ister idik yine bulduk ol canı Gömlek edinmiş giyer suret ile bu teni ** Yunus imdi sen senden, ayrı değilsin candan Sen sende bulmaz isen, nerde bulasın anı
76
Ölümden ne korkarsın çünkü hakka yararsın Bil ki ebedi varsın, Ölmek fasid işidir *** Kal u bela denmeden, Kadimde bile idik Biz bir uçar kuş idik , vücut can budağıdır Yunus beşaret sana, gel derler dosttan yana Ol kimseye ol ana KULLUN YERCİ (Herşey döner -Haktan gelen hakka dönecektir-) aslıdır
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Bütün oluşların temelinde Allah vardır; bize bizden yakın olması, yaptığımız her şeyi bilmesi bundandır. Bizim her şeyi kendimiz yapıyormuşuz gibi, başka varlıkların başka şeyler yapıyormuş gibi görünmeleri sadece bir hayaldir. Aslında herşeyi yapan Allah'tır; Kur'ân'da Hz. Muhammed(S.A.V) 'e "Attığın zaman sen atmadın, lâkin Allah attı." (22/17) ifadesi vardır. Burada da sûreten Hz. Peygamberin attığı, ama gerçekte işi yapanın Allah olduğu ifade edilmektedir.
77
Tasavvuf'da ; yaratılmış olan herşey insan içindir. Mutasavvıflar, evrenlerin yaratılışını sadece Allah'ın var olup hiç bir şeyin olmadığı "lâ taayyün" devresinden (Hz Ali “Sadece Allah vardı başka hiçbir şey yoktu"), evrenlerin kademe kademe yaratılıp insaniyet mertebesine gelinceye kadarki evrelere kadar incelerler. İnsanın yaratılmasına kadar evrende çeşitli tabiî olaylar olmuş, birçok canlı türleri gelmiş geçmiş ve tam insanın yaşayabileceği bir ortam oluşturulduktan sonra Hz. Âdem yaratılmıştır. Hz. Muhammed(S.A.V) 'in bedenen gelişi de gene insanların belli bir olgunluk düzeyinden sonradır. İnsandan önceki varlık evrenin gayesi, insanın özünü taşıyacak olan bir bedenin hazırlanması idi. İnsanlığın gayesi olan bu İnsan-ı Kamil ( Yani Hakk'ın Zahir yönünün aldığı isim ) beden peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) dir. İnsanın yaratılmasına gelince, bu hem ilk insanın hem de daha sonraki tek tek her insanın yaratılmasında önemli bir konudur. Evrenler için yer küresi (arz), onun içinde maden-bitki-hayvan üçlüsü diğerlerine göre ayrılmıştır. "Asıl"dan madenler, madenlerden bitkiler, bitkilerden hayvanlar seçilerek geliştirilmiştir ("ıstıfa"). Hayvanlar içinde birçok grup vardır ve insan da ayrı bir varlık katmanı olarak bunlardan seçilip yaratılmıştır. Bu, ilk yaratılmış insan olan Âdem'de böyle olduğu gibi, şimdi yaratılmakta olan her insanda da böyledir.("Hiçbir şeyden haberi olmayan cansızlardan gelişip boy atan bitkiye, bitkiden yaşayış, derde uğrayış varlığına, sonra da güzelim akıl,fikir, ayırt ediş varlığına geldin" Hz.Mevlana). Yeryüzündeki insan, "Allah'ın halifesi" olarak yaratılmıştır (Kur'ân-ı Kerim 2/30). Allah'ın halifesi demek, onun iradesiyle onun çok şanlı ve hayırlı yaratmalarına onu temsilen vesile olmak demektir ki bu yetkinin doğru kullanılıp kullanılmaması melekleri bile endişeye sevketmiştir. Ama Allah, "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" diyerek insanın önemini göstermiştir. Varlık evreninin gayesinin insanı yaratmak olduğunu Yüce Allah,peygamberimiz vasıtasıyla bir Hadis-i Kutsi ile bildirmiştir.”Ben gizli bir hazine idim,bilinmek istedim. Sevdim ve bütün cevherlerimi bu alemlere saçtım.(Ademi yarattım)” .Bu hadisle Allah tüm evren ve alemleri bilinmek için yarattığını ifade etmektedir. Bu sözle varoluş şekli açıklanırken, gizli olanın evrensellik ve adem adı altında zahir olduğu da anlatılmaktadır. Evren yaratıldıktan sonra ise sıra kendisini bilebilecek özellikte bir varlığın yaratılmasındaydı. Sıradan bir varlık onu bilemeyeceğine göre ,Bu çok üstün bir varlık olmalıydı.Ve kendi özelliklerini taşıyan (Yeryüzündeki halifesi) bir varlık olarak insanı yarattı (“İnnallahe halake Ademe ala suretihi” – Allah Ademi kendi suretinde yarattı.) Tabii buradaki insan ile Insan-ı Kamil kastedilmektedir. Kişiliği yönü ile İnsan-ı Kâmil, hayatiyeti ile Ruhu Azam adını alan bu muhteşem varlık, Hazreti Muhammed(sav)’in hakikatidir. O zat, genel anlamda Rasullerinin tümünü temsil eder. O zat, tüm rasullerin temsil ettiği yüce değerlerin en üst seviyede kendisinde toplandığı, insan için zirve olan ve insanın yaratılış GAYESİNİ temsil eden bir büyük yaratılıştır. Onun hakikati, tam manası ile, “Allah için” olan, Allahtan ve Allahın olan bir Gaye ve Ruh-Rasuldür.
Canım kurban olsun senin yoluna Adı güzel kendi güzel Muhammed Şefaat eyle bu kemter kuluna Adı güzel kendi güzel Muhammed
Aşık Yunus nider dünyayı sensiz Sen hak Peygambersin şeksiz şüphesiz Sana uymayanlar gider imansız Adı güzel kendi güzel Muhammed
Ferişteler geldiler,saf saf olup durdu Beş vakt namaz kıldılar,aşkına Muh Havada uçan kuşlar,yaşarıp dağ ü t Yemiş verir ağaçlar,aşkına Muhamm
Dört caryar anun gökçek yaridur Anı seven günahlardan beridur
Hak yarattı alemi,aşkına Muhammed'in Ay ü günü yarattı,şevkine Muhammed'in
İmansızlar geldiler,andan iman aldıl
On sekiz bin alemin sultanıdur Adı güzel kendi güzel Muhammed
Ol! dedi oldu alem,yazıldı levh ü kalem Okundu hatm-i kelam,şanına Muhammed'in
Beş vakt namaz kıldılar,aşkına Muh Yunus kim ede methi,över Kur'an ay An! vergil salavatı,aşkına Muhamme
Tüm rasullerin özelliği, onda toplanan özelliklerden birinin temsili ve ifadesidir. O zulümsüz, bütün bir nur ve mana olan asli gayedir. O, tüm mevcudatın Rasulü, sebebi, mevcudatın ve mevcudatın bir özü olan ademin yaratılış gayesidir. O, güzelin mazharı ve “Allah için” olan SEVGİLİDİR. Allah ona, “seni yaratmasaydım eflaki yaratmazdım” demiştir. Et-Tin Sûresinde, “Ahsen-i Takvim” olarak belirtilen O’dur. Yeryüzü İnsan-ı Kâmilleri ise, O’nun vekilleridir. Ve insanlara bu ozelliğe erişme yeteneği verilmiştir. Tasavvufi eğitim işte bu yeteneği geliştirerek talipleri,kendi yetenekleri ölçüsünde İnsan-ı Kamil yapma eğitimidir. Böylece bütün evrenin, Allah isimlerinin manaları olduğunu anlayan bir mutasavvıf için, cana yönelerek Allah'ı kendi içinde bulmak, en doğru yoldur.Yunus, "İstediğimi buldum eşkere can içinde Taşra isteyen kendi, kendi nihân içinde." diye başlayan şiirinde, özümüzde Allah'ın bulunduğunu şöyle ifade ediyor: "Sayrı olmuş iniler, Kur'ân ününü dinler Kur'ân okuyan kendi, kendi Kur'ân içinde.
Girdim gönül şehrine, daldım onun bahrına Aşk ile gider iken iz buldum cân içinde." İnsanın kendi benliğindeki Allah'a ulaşabilmesi için kendi benliğinde "seyretmesi" gerekir. Bu, çok güzel bir yoldur . İnsana da şah damarından daha yakın, ruhunun, canının tâ içindedir.
"İstemegil Hakk'ı ırak, gönüldedir Hakk'a durak Sen senliği elden bırak, tenden içeri candadır." "Yunus sen diler isen, dostu görem der isen Aynadır görenlere ol gönüller içinde." Yunus Emre, gizli ve örtülü olanın Allah değil insan olduğunu şöyle ifade ediyor: "Yunus'tur eşkere nihan, Hakk doludur iki cihan Gelsin beri dosta giden; hûr-u kusur Burak nedir?" "Bende baktım bende gördüm benim ile bir olanı Sûretime cân olanı kimdurur (ben) bildim ahi. ... İsteyüben bulımazam, ol benisem ya ben hani Seçmedin ondan beni, bir kezden ol oldum ahi.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Baştan ayağa değin Hakk'tır ki seni tutmuş Hakk'tan ayrı ne vardır, kalma gümân içinde
78
... Ma'şuk bizimledir bile, ayrı değil kıldan kıla Irak sefer bizden kala, dostu yakın buldum ahi. Nitekim ben beni buldum, bu oldu kim Hakk'ı buldum Korkum onu buluncaydı, korkudan kurtuldum ahi. ... Yunus kim öldürür seni, veren alır gene cânı Bu canlara hükm'edenin, kim idiğim bildim ahi" Kişinin gönlünde HAK'kı görebilmesi için cezbe, muhabbet, sırr-ı ilahi denen üç ilke vardır. Bunlardan birincisi bütün varlıklardan yüz çevirip Allah a yönelme, İkincisi Allah'dan başka bir varlığı sevmeme, Allah ın ancak sevgiyle bilinebileceğine inanmaktır. Üçüncüsü de Allah gerçeği sırrına varmadır. Bunun da üç kuralı vardır. a) Bütün eylemleri yok sayarak yalnız Allah ı düşünmek, bütün eylemlerde Allah dan başka bir varlık olmadığına inanmak. b) Bütün niteliklerin Allah dan geldiğini kavramak, Allah dışında bir niteliğin bulunamayacağı kanısına ulaşmak.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
c) Allah özünden başka bir öz bulunmadığı sonucuna vararak kendi varlığının yokluk olduğunu bilmek.
79
Benim canım uyanıktır dost yüzüne bakan benem Hem denize karışmağa ırmak olup akan benem *** Ben hazrete tutum yüzüm ol aşk eri açtı gözüm Gösterdi bana kendozum ayet-i kul denen benem *** Şah didarın gördüm ayan hiç gumansuz belli beyan Kafir ola inanmayan ol didara bakan benem *** Bu cümle canda oynayan damarlarımda kaynayan Kulli dillerde söyleyen kulli dili diyen benem
Yunus, evrenle kaynaşmıştır, her nereye baksa orada Hak'kı müşahade eder. Orada son derece dinamik, canlı, sürekli bir oluş vardır. O oluşa katılma, Allah'ın tecellilerini bir başka gözle görmektir.Evrende asıl olan aşktır, sevgidir. Aşkın kaynağı Allah katındadır ve oradan bir parça aşk bütün evrenlere yayılmıştır. Allah'ın oluşu idare eden sevgisi bütün varlık ve olaylarının en içine, onu karakterize edecek şekilde yerleşmiştir. Varlıkların ve olayların gerçek anlamına, oradan evrenin anlamına ve Allah gerçeğine ulaşmak için, her şeyin özüne doğru gidilmelidir. "Fenâ mertebesi"ne ulaşan mutasavvıf, ancak o mertebede kendisini Allah'ın halifesi gibi görüp bütün oluşa, Allah'ın bu evren ve evrendeki varlıklara çizdiği boyutlar içerisinde, ama bütün zaman ve mekânlarda, bütün varlık katmanlarında ve hallerinde katılır. Nihayet , "sonun başlangıçla birleştiği safha" ya geçilir. "Beli" kavlin dedik evvelki demde Henuz bir demdir, ol vakt u bu saat **
O Makam zaman ve mekanın olmadığı hiçlik , yokluk makamıdır ki ,orada sadece Allah vardır. Benden benliğim gitti hep mülkümü dost yuttu La-mekana kavm oldum mekanım yağma olsun Anlaşılır ki bilinen tüm mekan ve zamanlar izafi ve zan imiş sadece tek bir "An" varmış. “Sadece Allah vardı başka hiçbir şey yoktu işte bu an da o andır” Hz Ali. ÖZETLERSEK;
O sevgi ve bilgi olduğu için, kâinatı da sevgi ve bilgi ile yönetti. Big Bang'den sonra her şey sonsuzca dağılıp yok olacağına, kümelenerek maddeyi ve enerjiyi oluşturdu. Zâten madde ile enerji denen yaratıklar aynı şeydiler. En küçük zerrelerden sonsuz bütünlüğe kadar bütün evren bilginin düzeni içerisinde sevgiyle birbirine yaklaştı. Bâzıları buna gravite, zayıf güç, çekirdek gücü gibi isimler taktılar; Einstein diye birisi hepsinin aynı gücün yansımaları olduğunu göstermeye çalıştı, hattâ “Tanrı’nın formülünü bulmak üzereyim” gibi, bâzılarına çok ters gelen lâflar etti. Nötronlar, atomlar, moleküller, gök cisimleri, yıldızlar, gezegenler oluştu. Bâzıları bunlara kapalı ve açık sistemler dediler. En azından bir tânesinin varlığından emin olduğumuz bâzı gezegenlerde oksijen, karbon ve azot denen elemanlar öylesine sevgiyle ve bilgiyle birleştiler ki, organik moleküller teşekkül etti, sonradan bunlar bâzılarının kozervat dedikleri canlılık öncesi oluşumlar hâline geldiler. Daha sonra bunlara sevginin kaçınılmaz gereği olarak can verildi. Bâzıları buna ruh, bâzıları soul, bâzıları spirit, bâzıları başka isimler verdiler; bu isimlerin hemen hepsi soluk, rüzgâr veya gölge anlamına gelen köklerden türedi çünkü canın uçucu, ölümle cesedi terk edip giden bir cevher olduğu düşünüldü. Can, O'nun mahlûkatın bir kısmına bahşettiği bir ayrıcalıktı âdeta ama, evrimin kaçınılmaz özelliği olarak, canlılıkla cansızlığın sınırları da kesin değildi. Bâzılarının virüs, prion gibi isimler taktıkları yaratıklar bu belirsiz sınırda yerlerini aldılar. Bâzılarının canlıları en mütekâmil açık sistemler olarak tanımlamaları, yâni entropiye karşı çıkarken (negentropi yaparken) çevredeki entropiyi arttırdıklarını söylemeleri pratik açıdan çoğu kişinin işine yaradı ama ekserîsi düşünemedi ki, kâinatın kendisi en büyük açık sistemdi ve eğer canlılığın târifi buysa, hareketlilikse, reaktiviteyse, malzemeyi alıp kendi işine yarayacak şekilde kullanıp artıkları atmaksa ve eninde
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Sadece O vardı. Bilinmeyi istedi bunu sevgiyle varlık hâline getirmeye karar verdi ve uyguladı. Bütün âlem, maddesi ve mânâsıyla var oldu. Mekânın yaratılışıyla zaman da yaratılmış oldu. Bâzıları buna genesis, bâzıları yaratılış, bâzıları da Big Bang der. Bu ilk yaratılış belli bir yerde olmadı çünkü ondan evvel mekân yoktu; belli bir zamanda da olmadı çünkü ondan evvel zaman yoktu. Bu sebepledir ki, bizim ölçülerimize göre değerlendirmek için zihnimizi zorlarsak, yaratılış her yerde ve her zaman oldu, olmakta ve olacak; Big Bang aslâ bitmedi, bitmeyecek, tâ ki yaratılanların farklılıkları bitip de her şey aynı hâle gelinceye kadar. Bâzıları bu farklılıkların azalması, her şeyin sürekli dağılıp gitmesi vâkıâsına entropi der. Çünkü var oluş ancak farklılıkla, izafiyetle mümkün ve farklılıklar ortadan kalkınca ne zaman kalacak, ne de mekân. Bâzıları bu mukadder hadiseye kıyamet der; ne zaman kopacağı sorulduğunda "ölçülemeyecek kadar uzun bir süre sonra" cevabını verirler çünkü o olduğunda ölçülecek zaman kalmayacaktır. Üstelik Big Bang de, kıyamet de hep var olmakta. Bütün madde ve mânâ âlemi her an yeniden yok olup varlığa kavuşmakta. Böyle olduğu için de mâzî, hâl ve âtî hep aynı, O hepsini biliyor ve her şey zâten O'nda. Bâzıları "yaratılışa ne gerek vardı, O'nun ihtiyacı mı vardı" diye sordular zaman zaman; halbuki yaratılış kaçınılmazdı çünkü bütün bu olup bitenler akl-ı hikmet, kudret ve güzellikle dolu O'nun bu vasıflarının bir yansıması, bir yanılsaması sâdece; hakikatte ne yaratılış var, ne de yaratılmış. Zâten her şey O! Bu mutlak hakikati kâlbinde hisseden Hallâc-ı Mansûr diye birisini, yaşadığı ruh hâlini konuşma lisanının kifayetsizliği içinde dile getirdi diye, dini-dar olanlar yaktılar.
80
sonunda gene entropiye mağlûp düşüp dezorganize olmaksa, bütün bu kıstaslara en mükemmel şekilde uyan yaratık kâinatın ta kendisiydi. Yâni can her yerdeydi, ruh her şeydeydi. Canın ne olduğu, mâhiyeti gibi suâller pek çok zihni binlerce yıl meşgûl etti. Halbuki can, mutlak hakikât olan O’ndan, sâdece ve sâdece O’ndan başka bir şey değildi. Bunu insan beyninin kavraması mümkün olmadığı için, gönderdiği kutsal kitaplarda değişik isimlerle candan bahsetti ama ne olduğunu anlatmadı; Kur’an-ı Kerîm isimli kitabında ise insanların bu mes’eleyi kavrayamayacaklarını açıkça beyan etti.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Daha güzele ve bilgiliye doğru yolculuk devam etmeliydi tabiî ki, öyle de oldu çünkü O, kendinin sûretini, yansımasını yaratmak istiyordu. Tek hücreliler, zamanla, birleşerek daha karmaşık çok hücreli canlıları, onlar da, zamanla, muhafaza edilmesi daha zor ama gelişmiş büyük canlıları husûle getirdiler. Güzelliğin ve bilginin gereği, her şeyin hep zıddıyla kâim olması gerekiyordu. Elektronun pozitronu, cansızın canlısı, dirinin ölüsü, erkeğin dişisi, hayvanın bitkisi... gibi sonsuz sayıda zıtlıklar oluştu. Bâzıları buna diyalektik dediler.
81
O’nun sevgi ve bilgisinin karşıtı olarak nefret ve cehâlet, hikmetinin karşıtı olarak da taassup ister istemez oluştu. Doğum ölümle, iyilik kötülükle, merhamet zulümle, sıhhât hastalıkla, barış savaşla zıtlaştı. Bütün bu kötü gibi görünen var oluşlar aslında evrimin devamı, daha iyiye ve güzele akışın temini için gerekliydi. Bu temel espriyi fark edemeyen bâzıları şeytanı O’nun rakibi zannedip perestiş ettiler, hattâ tapındılar. Halbuki bütün bunlar sâdece ve sâdece insan için mevcuttu; insansız âlemde her şey biteviyeydi, şeytan da kötülük de yoktu. Hepsi, kendi kendini aşmaya mahkûm ve muktedir tek yaratık olan insanla beraber var oldu. Bâzıları Mekke isimli şehirde taşlar atarken orada gerçekten şeytan diye bir varlığın bulunduğunu, bu sûretle onu zayıf düşürdüklerini sandılar; halbuki kendi içlerindeki kötülükleri taşlıyorlardı, kendi ruhlarını temizliyorlardı. O, aynı şehirdeki çok eski bir mâbedi (Kâbe) bütün kendisine inananların teveccüh edecekleri, ibâdet ederken yönelecekleri merkez ilân etti. Mevlâna gibi mutasavvıf denen bâzıları hâricindeki kişiler düşünemediler ki, bir an için o bina ortadan kalksa, milyarlarca kişi birbirlerine teveccüh etmekteydiler günde beş kez... Yâni insana, O’nun sûretine, yansımasına; O’na! Bâzıları bu aşkın fikir ve gönül zâviyesini, her şeyin başının ve sonunun insan olduğunu, insandan başka kıymet hükmünün bulunmadığını vehmeden hümanizm isimli felsefî akımla karıştırıp kızdılar; zâten, bu nüansı farkında olmayan pek çok kişi, bu terimi basitçe insanı sevmek anlamında kullanmaktaydı. Bu zıtlıklar birbirlerini tamamladılar, yeni güzellikler oluşturdular. Hayvanlar âlemindeki gelişme, aynı minvâl üzre, bâzılarının memeliler, primatlar, hominidler dedikleri yaratıklara kadar ilerledi ve, sonunda, beyni bilinen bütün diğer canlılardan daha çok gelişmş, soyut düşünme kaâbiliyetine hâiz, kendi kendini aşmaya mecbur ve mahkûm, O'nun hakkında tefekkür etme mazhariyetine sahip bir varlık gelişti; bâzıları ona insan, bâzıları eşref-i mahlûkat, bâzıları homo erektus, homo sapiens, homo faber, homo ekonomikus... gibi isimler taktılar. O, sevgi ile birbirlerine yaklaşsınlar diye onları ırklara, milletlere, dinlere... böldü; farklılıklar olacaktı ki tekâmül sürsün. Hep O'nun hikmeti, kudreti ve bilgisiyle oluşan, sevgisiyle süslenen, tâ ilk yaratılıştan insana kadar mevcut olan bu tekâmülü Darwin ismindeki bir bilim (ve, ne ilginçtir ki din) adamı gibi bâzıları kör tesadüflerle izah etmeye çalıştı, bâzıları da kutsal kitapları hatâlı tefsir edip, bağnazlıkla reddetmeye kalkıştılar. O'nun varlığı idrak edilebilecek, kavranabilecek bir şey olmadığı için, ancak sezilebilirdi, hissedilebilirdi, özel bir hâlet-i ruhiye ile daha yakından irtıbat kurulabilirdi. Buna bâzısı mistik yaşantı, bâzısı nirvanah, bâzısı erme, bâzısı başka şey der. Bâzılarının peygamber, nebî, velî, ermiş gibi isimler taktıkları insanlar bu irtıbatan manevî kudretlerince nasiplerini aldılar. Çok özel bâzılarına ise, insanlar O’nu bâri bilgi yoluyla bilsinler diye, O’nun kelâmı olan, yazılı hâle getirildiği için de kutsal kitaplar denen bilgiler gönderildi. Bâzıları bu seçilmiş kulların ortaya koyduğu akâide din adını taktılar. Bütün bu kişilerin arkasından asırlar boyunca milyarlarca insan yürüdü; çünkü insanın özünde, hamurunda iman ihtiyacı vardı, kendini yâni O’nu arıyordu. Bütün yolların O’na, sâdece O’na çıktığını fark edemeyen, çokluktaki birliği göremeyen pek çok insan
toplulukları asırlarca birbirleriyle beyhude harbetti. Çünkü dinlerin O’na ulaşmak için birer vâsıta olduğunu idrak edemeyip, birer gâye hâline getirilmesi hatâsına düştüler! Öyle olunca da, O’nun akıl, hikmet ve güzelliğine ters düşen taassup, yâni yobazlık doğdu. Şeytanın ta kendisi olan bu illet sırf din plânında tecahür etmedi zâten; bâzılarının ideoloji, bâzılarının felsefe, bâzılarının dünya görüşü dediği çeşitli inanç sistemlerinin de mutaassıpları, yobazları oluştu birbirlerinin ve kendilerinden farklı gördükleri herkesin gözlerini oymak üzere... O, aklın, müsbet ilmin ve hikmetin rehberliğini emretti insana. “Maddî âlemin icaplarını yerine getirin, sonuna kadar mücadele edin, ne zaman ki kudretinizin sonuna gelirsiniz, o zaman bana sığının, duâ edin dedi. Bâzılarının kader, bâzılarının Karma, bâzılarının başka şey dedikleri şeyin O’nun bilgisi ve sevgisiyle oluştuğunu, O’nun kavranamaz ilmiyle düzenlendiğini, ümitsizliğe kapı olmadığını anlattı kullarına. Bâzıları bunu yanlış anladılar, ahmakça bir tevekkülle sâdece duâya, ibâdete sığındılar ve bu dünyanın gereklerini yerine getirmediler. Yenilik ve inkişaftan kaçındılar, aklın önderliğini bir tarafa atıp nakilcilik batağına düştüler. Her zerresi tekâmül için yaratılmış bu kâinatta en ufak bir terakkîye dahi karşı çıkar oldular. Bu gibilerin elinde, O’nun insana bahşettiği en ulvî ve hakikî huzur aracı olan din bir işkence mekanizmasına dönüştürüldü. Din nâmı altında sevgiden yoksun, içtihad nâmı altında tıkanmış tefsir yumaklarına dayandırılmış kör bilgiye istinad eden, hikmetten mahrum bir zulüm sistemi ortaya çıktı. Buna tepki verenlerin bir kısmı ne yazık ki din düşmanı oldular, sahte peygamberlere kapılandılar veya ümitlerini kaybettiler. Ama O her şeyi bilendi, her zehirin panzehirini de hâlk etmişti. Akılla imânı taassup batağına düşmeden birleştirebilen kullarını hep yarattı, görevlendirdi.
Tekâmül hep sürüyordu, sürmekte ve sürecek; her şey aslına, O’na dönünceye kadar. Ve bu dönüş çoktan oldu, oluyor, olacak. Çünkü “önce”, “şimdi” ve “sonra” hep aynı.
Hallac-ı Mansur Hallac-ı Mansur veya Mansur el-Hallac (858, Tur - 26 Mart 922, Bağdat) (Farsça: حالج منصــــور نیحسHüseyn Mansur Hallac) Tam adı Ebu el-Muğiz el-Hüseyn ibn Mansur el-Hallac, İranlı sûfî ve yazar. Hayatı 858 yılında Tur şehrinde doğdu. Hallac "pamuk atan" demektir. Hallac'ın büyükbabası Zerdüşt inancına mensuptu. Hallac genç yaşında Kur'an'ı ezberlemişti ve sık sık kendini dünyevi meşgalelerden uzaklaştırıp diğer sûfîlerin eserlerini incelemeye adamaktaydı. Evlendikten sonra bir sene kalacağı Mekke'ye Hac ziyaretinde bulundu. Daha sonra uzun seyahatlere çıktı ve eserini kaleme aldı. Hindistan ve Orta Asya'ya da ziyaretlerde bulundu. Abbasilerin başkenti Bağdat'ta ikamet etti.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Zaman içerisinde zaman, mekân içerisinde mekân, sürekli yaratılış ve mahvoluş, hiçlikte heplik, her şeyin sâdece ve sâdece O olması hakikatinin kâlbden idraki ile titreyen gönül gözleri açık kişiler çalışmayı, tekâmüle ve ilme hizmeti en büyük ibâdet kabûl ettiler. Zâten O'’un da mesajı açık ve netti! En son gönderdiği ve değiştirilemezliği O’nun garantisi altında olan kitap OKU diye başlıyordu ve peygamberinin âlimlerin mürekkeplerinin şehitlerin kanından daha kıymetli olduğunu, ilmin dünyanın öte tarafında da olsa gidilip alınmasını tavsiye eden sözleriyle süsleniyordu.
82
Hallac yaşamının ilk dönemlerinde sûfî üstadları olan Cüneyd-i Bağdadi ve Emr elMekki'nin talebeliğinde bulunduğu fakat daha sonra onlar tarafından reddedildiği söylenmektedir. Ancak Hallac'ın da dahil olduğu Bağdat tasavvuf okulu tevhid konusundaki öğretilerinde ileri bir seviyeye ulaşmışlardı ve halk tarafından yanlış yorumlanacağı endişesiyle öğretilerini bizzat kendileri gizlemekteydiler. Nitekim bir söylentiye göre bu okulun ileri gelenlerinden biri olan Cüneyd-i Bağdadi tasavvuf'un esrarını sadece yakın çevresiyle konuşmakta, başkaları duymasın diye de evinin kapılarını örtmekteydi. Cüneyd'in yakınlarından birine yazdığı ve ilk tasavvuf teorisyen ve tarihçilerinden Serrac'ın Luma adlı eserinde aktardığı mektubundaki ifadeler de bunu kanıtlamaktadır: "Seninle mektuplaşmama engel olan şey, mektubumun, senin bilgine mâlik olmayan birinin eline geçmesi endişesidir. Çünkü ben bir müddet önce Isfahan halkından bazı kimselere bir mektup yazmıştım, mektubum açılmış, kopyası alınmış. Onda yazılan bazı şeyler o insanlara yabancı gelmiş. Bu insanlara acımak lazımdır. İnsanlara bilmediklerini söylemek, onlara anlamadıklarıyla hitabetmek, onlara acıma gereklerinden değildir." Öğretisi Hallac
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Hallac diğer sûfîlerin halkla paylaşmayı uygun bulmadığı sûfî öğretilerini halkın önünde ve yazılarında açıkça ifade etmekten çekinmezdi. Bu tavrı düşman kazanmasına yol açtı ve yöneticiler tarafından varlığı tehdit olarak algılandı. Yaşadığı vecd hallerinden birinde "Enel Hakk" (الحق انــا , Anā l-Ḥaqq), "Ben Hakkım" anlamına gelen ()الحــق أنــا ّ ifadeler sarfetti. Enel Hakk ifadesindeki Hakk'ın Allah'ın doksan dokuz isminden biri olması onun ilahlık iddiasında bulunduğu kanaatini doğurmuştu.
83
Abbasi yöneticileri Hallac'ın sözlerinin devletin güvenliğini tehdit ettiğini düşündüklerinden uzun bir mahkemeden ve onbir yıl Bağdat'da bir hapishanede tutulduktan sonra halkın gözü önünde işkence edilip öldürüldü. Bazı kayıtlar elleri ve ayaklarının kesildiğinden söz ederler. Yine bazı kaynaklarda Hallac'ın işkence sırasında bile sükûnetini bozmadığı ve kendisine işkence yapanlar için af dilediği yazılıdır.Hatta bazı kaynaklarda infaz gerçekleştikten sora akan kanların yerde "Enel Hak" şekline büründügünü belirtmektedirler.İnfazı 26 Mart 922'de gerçekleştirilmiştir. Eserleri [değiştir] * Tavasin-ül Kur'an * Ta Sin Al Azal * Tasavvuf Kaynaklar * Wikipedia Hallaj maddesi * Süleyman Ateş, Cüneyd-i Bağdadi: Hayatı, Eserleri ve Mektupları, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1969.
* The Tawasin Of Mansur Al-Hallaj, Translated By Aisha Abd Ar-rahman At-Tarjumana (Author)Diwan Press (1974) * Louis Massignon, La Pasion De Hallaj Ediciones Paidos Iberica (December 23, 1999) * Louis Massignon, Hallacı Mansur'un Çilesi: İslamın Mistik Çilesi, çev. İsmet Birkan, Ardıç Yayınları, 2006. * Louis Massignon and Herbert W. Mason, Hallaj: Mystic and Martyr [ABRIDGED] Princeton University Press; Abridged edition (June 19, 1994) * Herbert Mason, Al-Hallaj (Curzon Sufi), RoutledgeCurzon; 1 edition (July 20, 1995) * Yaşar Nuri Öztürk, Hallac-ı Mansur ve Eseri, Yeni Boyut, 1997.
Kaygusuz Abdal'ın gerçek kişiliğiyle, yaşamıyla ilgili bilgiler yetersizdir, birtakım söylencelerle karışmıştır. Bu söylenceler arasından onun gerçek yanını bulup çıkarmak kolay değildir, bu konuda en önemli kaynak, bir "divan" da toplanan şiirleridir. Kaynaklarda, Alaiye (Alanya) Beyi'nin oğlu olduğu, gerçek adının Alaeddin Gaybi diye bilindiği, 1341-1444 yılları arasında yaşadığı söylenir.
Menkıbelerin en tanınmışı onun Abdal Musa'ya bağlanışını anlatan hikayedir: Alaiye (Alanya) beyinin oğlu Gaybi, avlanırken attığı okla bir geyiği koltuğundan vurur. Yaralı geyik kaçar, Gaybi arkasından koşar. Geyik Abdal Musa'nın tekkesine girer, arkasından avcı da girer, dervişlerden geyiği sorar. Dervişler görmediklerini söylerler. Abdal Musa Gaybi'nin tekkeye girmesine izin verir. Gaybi yanına geldiğinde, koltuğu altından kanlı oku çıkararak Gaybi'ye gösterir. Gaybi okunu tanır ve Abdal Musa'ya bağlanır. Alanya beyi oğlunu tekkeden kurtarmak ister ama Gaybi, Abdal Musa'dan ayrılmaz. Bey, Tekke (Antalya) beyine başvurarak oğlunun kurtarılmasını ister. Tekke beyinin gönderdiği ordu Musa'ya yenilir, Gaybi tekkede kalır.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Kaygusuz Abdal (1341-1444)
84
Kırk yıl tekkede Abdal Musa 'ya hizmet ettikten sonra şeyhi tarafından Mısır'a gönderilen Kaygusuz Abdal, orada bir tekke kurar. Bu tekke, İslam dünyasında büyük bir ün kazanır ve hastalarla başı dara düşenlerin sığınağı olur. Kaygusuz Mısır'da ölür. Türbesi, Kahire yakınlarında bulunan bir mağaradadır. Ayrıca Tekke Köyünde de makamı bulunmaktadır. Hece ve aruzla şiirler söyleyen Kaygusuz'un nesirle yazılmış eserleri de var. Aruzla yazılmış şiirleri divanında toplanmıştır. Hece ile yazdıklarına ise cönklerde ve şiir mecmualarında rastlanıyor. Nesir eserleri: Budala-name, Sarây-nâme, Muglâta-nâme, Dil-güsâ, Vücûd-nâme, Mağlataname ve Esrar-ı huruf adlarını taşıyan eserleri vardır.
NEFES Beylerimiz elvan gülün üstüne Ağlar gelir şahım Abdal Musa'ya Urm abdalları postun eğnine Bağlar gelir şahım Abdal Musa'ya
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Urum abdalları gelir dost deyü Hırka giyer aba deyü post deyü Hastaları gelir derman isteyü Sağlar gelir bizim Abdal Musa'ya
85
Hind'den bezirganlar gelir yayınur Aşık olan bu meydanda soyunur Pişer lokmaları açlar duyunur Toklar gelür pirim Abdal Musa'ya İkrarıdır koç yiğidin yuları Fakjhleri çeksem gelmez İleri Akpınar'ın yeşil güllü suları Çağlar gelir pirim Abdal Musa'ya
Meydanında dare durmuş köçekler Çalınır koç kurbanlara bıçaklar Döğülür kudüm açılır sancaklar Erler gelir pirim Abdal Musa'ya Kılıç sallar Yezidlerin kasdına Ali Zülfikar'ın almış destine Tümen tümen genç Ali'nin üstüne Erler gelir şahım Abdal Musa'ya Her matem ayında kanlar dökülür Demine Hü deyü gülbank çekilir
Uyandırıp Hak çırağı yakılır Erler gelir şahım Abdal Musa'ya Benim bir isteğim vardır Kerim'den Yezit bilmez erenlerin sırrından KAYGUSUZ'um cüda düştüm pirimden Erler gelir şahım Abdal Musa'ya NEFES Maksut cihâna gelmekten Kişi Rab’bin bilmek imiş Rab’bini bilmekten murat Evliyâsın bulmak imiş Anın ile olur devlet Anı beyan kılar âyet Hak’ka yalvarmaktan murat Gerçeğe yol varmak imiş
Onlar durur Hak’kı bilen Gayrısı yalandır yalan Dervişlikte murat olan Külliyen yok olmak imiş KAYGUSUZ aşk pervânesi Oldu Hak’kın divânesi Ehli aşkın sermâyesi Aşk od’una yanmak imiş YUNUS EMRE VE FELSEFESİ Gönüller Sultanı, sevgi ve hoşgörü aşığı Yunus Emre, XIII. y.y’da yaşamış bir Türkmen dervişidir. Anadolu’da birliğin bozulduğu, Moğol ordularının yakıp yıktığı, insanların umutsuzluğa kapıldığı bir dönemde, şiirleriyle bir sevgi seli oluşturmuş, insanlara manevi huzuru, sevgi ve hoşgörü gibi evrensel değerleri anlatmıştır. XIII. ve XIV. y.y.’lar Anadolu’nun büyük siyasal çalkantılar geçirdiği dönemlerdir. Bu dönemde Ahmet YESEVİ ile başlayan Türk Tasavvuf Harekatı, aynı dönemde ve aynı bölgede yaşayan Mevlana ve Yunus Emre ile doruk noktasına ulaşmıştır. YAŞAM FELSEFESİ Yunus Emre, insanları doğru yola çağıran bir derviş, gerçeğin ardı sıra dolaşan bir
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Bulmak değil imiş bilmek Bilmek değil imiş bulmak Evliyâya gönül vermek Rengine boyanmak imiş
86
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
87
mistiktir. Bu gerçek varlığın birliği ve herşeyin Tanrı’dan oluşudur. Kainatta var olan herşey bu görüntü yokken de vardı. “Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm” dizelerinde anlatmak istediği, bu Tanrısal gerçekliktir. Tanrı’ya kulluk etmenin asıl amacı, kendini O’na beğendirmek olup, bu da gönülleri kırmamakla, onları onarmakla mümkün olabilir. İnsana gösterilen saygı ve sevgi, bir bakıma Tanrı’ya gösterilmiş demektir. “Nazar eyle itiri, Bazar eyle götürü, Yaradılanı hoş gör, Yaradandan ötürü” dizeleri, bu konudaki düşüncelerini ne de güzel ifade etmektedir. Gönül kırmamalı, hiçbir canlıyı incitmemeli, gönül almalı, büyükl taslamamalı, geçimli olmalı, bilgili olmalı, O’nun üzerinde durduğu başlıca konulardır. herkes ayıbını ve kötülüğünü görebilmeli ve bunları düzeltmek için çaba göstermelidir. “Bir kez gönül yıktın ise, Bu kıldığın namaz değil, Yetmiş iki millet dahi Elin yüzün yumaz değil” Yunus, dervişlik felsefesini benimsemiştir. Dervişlik, belli kuralları olmayan bir töre okulu, bir insanlık disiplinidir. Derviş olabilmek için duygulardan, kötü düşüncelerden arınmak, ölüm korkusunu yenip, Tanrı ve insanlık yolunda çaba göstermek gerekir. Elde tesbih, dilde dua, herşeyden elini ayağını çekmiş insanlara yakıştırılan bu dervişlik, sonraları ortaya çıkan bir sapmadır. Nitekim Yunus, bu softalara şiddetle karşı çıkmış ve şiirlerinde bunları sürekli yermiştir. “Dervişlik dedikleri, Hırka ile taç değil Gönlünü derviş eden Hırkaya muhtaç değil -------------------------Çeşmelerden bardağın Doldurmadan kor isen, Bin yıl dahi beklesen Kendi dolası değil” diyerek bağnazlığı ve tevekkülcülüğü, gerçek din düşüncesiyle bağdaştırmamıştır. Anadolu’nun karışıklık dönemlerinde Horasan’da birçok bilim adamı Anadolu’ya gelmiş ve bu karışık döneme, bir güneş gibi doğmuşlardır. Bunlardan biri de önce Karaman’da yaşayan daha sonra Konya’ya göç edip Mevleviliği kuran Mevlana’dır. Yunus, çağdaşı olan Mevlana’yı şiirlerinde sık sık anmıştır: Mevlana Hüdavendigar bize nazar kıldı Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdur. Yunus Emre, sanıldığı gibi okuma-yazması olmayan cahil bir kişi değildir. Eldeki belgelerin incelenmesi sonucunda, şeyh soyundan olduğu, kendisinin de bu bilgili, mal mülk sahibi aile içinde yetiştiği gibi, Karamanoğulları sarayında hatırı sayılır bir kişi olduğu, Toroslarda yaşayan Türkmenlerin, O’nu “Şeyh” olarak kabul ettikleri
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
anlaşılmaktadır. Karaman Tarihi’ni yazan Şikari de, O’ndan şeyh olarak söz etmektedir. GÖRÜŞLERİ ve SANATI Yunus Emre, çeşitli görüşlerini, felsefenin belli kavramalrına ve kurallarına uymasa da, yapıtlarında ortaya koymuştur. Bilim, bilgi, gerçek, Tanrı, ölüm, aşk gibi konularda ki düşüncelerini bir potada eritmiştir. Ermişler aşamasına ulaşmak ve yetkin insan olmak için çalışmış, sonunda da en yüksek aşamaya ulaşmıştır. Yunus’a göre bilim bir amaç değil, araçtır. Çünkü bilimi kendilerine amaç edinenler, kendilerini dünyanın merkezi sanırlar ve bu bilgileriyle üstünlük taslarlar. Oysa Yunus’a göre, mutlak varlıktan başka varlık yoktur ve bütün var olanlar Tanrı’nın (Mutlak Varlığın) çeşitli görüntülerinden başka bir şey değildir. Kendisine tanıdığı varlık ise sadece bir kurgudur. Gerçek varlığa ulaşma, bu kurgudan kurtulmadır, yoklukta yok olmadır. Yunus’un öğütlediği töre, mistik ve gerçek yaşamın zorunlu kıldığı çilecilik ve aşktır. İnsan, ateş, hava, su ve toprak olmak üzere dört ögeden oluşur. Bu dört öge, can ile birleşerek birlik ve yücelik kaynağı olur. Yunus, tevekkülcü anlayışa karşı çıkar. O’nda yaşamın coşkusu ve sevinci görülür. O’na göre insan, sürekli bir değişim içindedir ve buna yeniden doğma denilmektedir. Ölmek de bir bakıma yeniden doğmaktır. Ölmek ve böylece sonsuzda yaşamak “mukadder” olduğuna göre, yaşadığı sürece faydalı işler yapmak; yapıtlar bırakmak gerekir. Ömür, yeryüzünde yaşamak, bu amacın gerçekleştirilmesi için bir araçtır. Yunus Emre, ulusumuzun değerlerini, görüşlerini yansıtan büyük bir sanatçıdır. O’nun deyişlerinde, geçmişteki kültürümüzün izleri görülür. Bunun yanında, biçim, dil, söyleyiş ve ölçü bakımından da ulusal sanatçımızdır. Dizelerinde yalınlık, arılık, açıklık ve içtenlik vardır. Hiç bir yapmacık öge bulunmaz O’nun şiirlerinde. İçini bütünüyle bize açar, anlaşılmaz birçok felsefe kavramını, çok açık ve yalın bir dille, en anlaşılır bir dille bize anlatıverir. Yunus’ta halk zevkine yakınlık ve derin bir lirizm görülür. Bu nedenle, halkın içinde yüzyıllar boyunca yaşayagelmiştir. Bir bakıma, tekke şiirinin, dinsel kökenli şiirin de kurucusu sayılabilir. Şiirlerine koyduğu büyük öz nedeniyle, bütün tarikatlarca benimsenmiş, insanlığı saran duygu ve düşünceleriyle, her anlayıştaki insanın en yakın dostu, duygu arkadaşı olmuştur. Tarikatlarla ilgisi olmayanlar da, Yunus’u bu özünden, içeriğinden dolayı sevmişlerdir. Yunus’un şiirleri incelendiğinde, mesajın, duru bir Türkçe olduğu görülür. Ama bazı şiirlerinde İran, Hint ve Yunan mitolojilerinden gelen terimler, din yoluyla giren bir çok yabancı sözcüler de rastlanır. Bu da, Yunus’un yüksek kültür ve bilgi birikiminin bir göstergesidir. Yabancı sözcüklerle, ya da bazı terimlerle süslenen söyleyişlerinde de doğaldır ve halka yakındır. Yabancı dil ögelerini, yerli yerinde kullanmış olduğundan, yadırganmamıştır. Söyleyiş bakımından, halkın diline çok yakındır. Halk deyimlerinden yararlanırken; halkın benzetmelerini kullanırken, hiç bir yadırgama görülmez şiirlerinde. Yunus genellikle hece ölçüsünü kullanmıştır. Zaman zaman da aruz ölçüsünü kullandığı görülür.Abdulbaki Gülpınarlı, O’nun şiirlerinin 66 tanesinin aruzla yazılmış olduğunu belirtmektedir. Şiirlerinde uyağa fazla önem vermemiştir. Söz gelişi, “baldan”, “sözden”, “dilden” sözcüklerini uyak olarak kullanırken, O’nun için “den” veya “dan” ekleri ve O’nun yarattığı ses, Yunus için yeterlidir. Bu nedenle uyak anlayışı, özgür bir temele
88
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
89
dayanmaktadır. Şiirlerinde biçim bakımından ya dörtlüklerden oluşan, ya da mesnevi düzenine uyan bir biçim görülür. Dörtlüklerden oluşan şiirleri daha çok koşma türündedir. Yunus’un temalarında “gurbet” ayrı bir yer tutar, o yıllarda kültürlü din uluları, ulusu aydınlatmak için kentten kente, ülkeden ülkeye dolaşırlardı. Bu nedenle sıla özlemi ve gurbet acısı, her ulunun yüreğinde var olmuştur. Acep şu yerde var m’ola şöyle garip bencileyin Bağrı başlı, gözü yaşlı şöyle garip bencileyin. Yunus Emre sözün gücünü, kudretini çok iyi kavramıştır. İyilik ve kötülüğün sözden geldiğini, ifadesini doğru bulmayan sözün, nelere yolaçabileceğini görmüştür. O’na göre söz, insanları dost da, düşman da eden bir araçtır. İnsanları kırmamak için, iyi ve tatlı sözler söylenmesinden yanadır. Mevlana gibi Yunus da insana önem verir. Din, tarikat, görünüşte farklı olan yollardır. Hepsinin amacı iyi insan olmak ve insanlık hedefine ulaşmaktır. Yunus aslında, her insanın bir hedefi olduğu inancındadır. Doğduğunda da bazı yüce değerler taşır insan... yaşamı boyunca toplum onu baskı altında tutar ve kendi istediği yöne götürür. Bu baskıdan kurtulup özgür olmak, ancak “tarikat” ile olur. Yunus bilgilidir, usta bir sanatçıdır. Sözün değerini bilir, şiirin nasıl söyleneceğini nağme gibi işler. Bir derviş olarak, insanlık anlayışının en yüce noktasına erişmiştir. Bununla birlikte, dünyadan kopmaz. Dünya, güzellikleri, dağları ve ovaları, bitki ve hayvanlarıyla O’nu hep çekmiştir. Yunus’un şiir ve ilahilerini içine alan iki eser, bizlere ulaşabilmiştir. Bunlar Yunus Divanı ve Risalet-ün Nushiyye adlı eserlerdir. Yunus bütün şiirlerini “meleklerde bilmez ola” dediği, insan üstü, şairler üstü bir perdeden söylemiştir, deha perdesinden seslenmiştir. Her şeyi ancak Yunus’un söyleyebileceği kudretle söylemiştir. O’nun için ister Tarikat’tan, Şeriatten veya Hakikatten dem vursun; ister Tanrı’yı, doğayı, güzelliği veya insanlığı anlatsın; O, şiirlerin hepsinde Yunus’tur. Türk sofilerinden hiç kimse, O’nun söyleyiş makamına çıkamamıştır. MEVLANA VE FELSEFESİ Bir şeb-i aruz sonrası, "Yabancı değil, sizin köyün halkından Bir dostum, semtinizde bir yer arayan!. Düşman da görünse çehrem, olamam düşman, Acemce söylesem de Türküm aslen." Diyen ve bir Türk mutasavvıfı olan Mevlana Celaleddin-i Rumi yi bir nebze olsun tanıyabilmek ,düşüncelerini anlayabilmek için öncelikle onun yaşamış olduğu zaman dilimini, bu zaman içinde yaşadığı hayatı, hayatındaki safhaları bu safhalarda verip aldıklarını, kısaca gözden geçirmenin uygun olacağı inancındayım. İlk olarak MEVLANA sıfatı üzerinde durmak istiyorum. Mevlana Arapça da MEVLA'dan anlamına gelen ve sarıklı ulemaya hitap da kullanılan bir kelimedir. Bir çok mevlana
mevcuttur. Ancak Celaleddin-i Rumi ile bu sıfat o kadar iç içedir ki MEVLANA denilince cümlemizin aklına Celaleddin-i Rumi gelmektedir. Doğum tarihi bir miktar tartışmalı ise de genellikle kabul edilen; 1207 tarihinde HORASAN'ın BELH şehrinde doğmuş olduğunu söyleyebiliriz. Onun doğduğu ve büyüdüğü tarihlerde dünyanın yaşadığımız bölgesi ve yakın çevresi büyük bir istikrarsızlığı yaşamaktadır. MOĞOL istilası insanlarda korku ve güvensizlik dolu bir yaşam tarzı geliştirmiş, göç, sürgün ve ümitsizlik bu tarzın ayrılmaz bir parçasını teşkil etmiştir. Bu zor duruma Mevlana’nın hayatının büyük kısmını geçirdiği Selçuklu İmparatorluğu'nun da yıkılmak üzere olduğunu eklemek gerekecektir. İşte böyle bir dünyaya 1207 tarihinde gözlerini açan Mevlananın Babası Sultan ül ulema namıyla anılan Bahaeddin Veled bin Hüseyin Bin Hatibi, Annesi ise, BELH Emiri Sultan Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur. Hz. Mevlana anne ve babası tarafından devrinin ve bulunduğu yerin seçkin ve kültürlü bir ailesine mensuptur.
Bahaeddin Veled Bağdat dan hac görevini ifa için ayrılır, daha sonra Şam, Halep ve Erzincan'a uğrayarak Akşehir üzerinden Larende'ye bugünkü ismi ile Karaman'a gelir ve yerleşir. Bütün bu yol boyunca babası ile beraber olan Mevlana, hem geçtikleri yerlerden hem de babasının yakın çevresinde bulunan kişilerden etkilenmiş görgü ve bilgisini arttırmıştır. Bu arada evlenme çağına gelen Mevlana Karaman da Belh şehrinden beri beraber oldukları Şemseddin Lala Semerkandi'nin kızı Gevher Hatun ile evlenmiş, bu evlilikten iki erkek çocuğu Sultan Veled ile Alaaddin Mehmet dünyaya gelmiştir. Devrin hükümdarı Alaaddin Keykubat'ın ısrarlı davetini sonunda kabul eden Sultan-ül Ulema , Mevlana, eşi ve çocukları dahil olmak üzere ailesi ile beraber yedi yıl kaldığı Karaman'dan ayrılır ve Konya'ya yerleşir. Konya'da babasının etrafında büyük bir ilim muhiti bulan Celaleddin-i Rumi asrın alimleri ile beraber olmanın mutluluğu içinde onlardan çok şey öğrenmeye çalışmış, babasının 1231 yılında ölümü üzerine onun yolundan yürümeğe başlamıştır. Babasının eski öğrencilerinden Tirmizli Seyyid Burhaneddin Muhakkik ile buluşuncaya kadar tam bir şeriat insanı olarak vaaz vermiş, fetva çıkarmış ve şeriat hükümlerini uygulamıştır. Seyyid Burhaneddin Şeyhini aramak için Konya'ya geldiğinde Onun öldüğünü yerini de oğlu Celaleddin'in aldığını öğrenir, bundan mutluluk duyar ve 9 yıl kadar bir süre Mevlana'nın yanında kalır. Bu süre içerisinde Mevlana kendisinden çok şey öğrenir. Gene bu süre içerisinde Seyyid Burhaneddin'in de etkisi ile Şam ve Haleb'e giden Mevlana, Halavi'ye medresesine devam eder ve Konya'ya döner. Artık Camilerde vaaz veriyor, Medrese de
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Bahaeddin Veled kimine göre Moğol istilasından, kimine göre ise kayınpederinin Harzem Şahı ile arasının açılmasından dolayı ailesi ve müritleri ile beraber Belh şehrinden göçe karar verir ve önce Bağdat'a gelirler.
90
fıkıh ve din hakkında dersler anlatıyordur. Mevlana'nın bu düzenli hayatı Seyyid Burhaneddin'in Konya'dan ayrılarak Kayseri'ye dönmesinden sonra da devam etmiştir. Ancak 1244 yılında günlerden bir gün Konya'ya gezgin bir derviş gelir ve Şekerciler hanına yerleşir. Bu derviş Tebrizli Şems adıyla tanınan Şemseddin Muhammed Tebrizidir. İster iplikçi camiinin önünde olsun; isterse Şekerciler hanındaki peykede bu iki veli bir vesile ile karşılaşırlar. Şems-i Tebrizi bir sual sorar, Mevlana cevaplar; Bu cevabı takiben kucaklaşan bu iki insan altı ay kadar sürecek bir dost sohbetine çekilirler. İşte bundan sonra Hz. Mevlananın daha önceki düzenli yaşantısı tamamen değişir. Artık medresede ders vermiyor. Camide Vaaz etmiyor. Müritleri ile ilgilenmiyordur. Tek ilgi noktası Şems'dir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
İbdida - name de oğlu Sultan Veled; "Şemsin yüzünü görünce aydın gibi sırlar ona açıldı, görülmemiş şeyleri gördü, kimsenin duymadıklarını duydu. Ona görül verdi, elden çıktı. Yanında yücelik ile aşağılık bir oldu." diyor.
91
Abdülbaki Gölpınarlı ise buluşma ve sonrasını şöyle anlatır. "Mevlana Şems ile buluştuğu zaman adeta yıkanmış, arınmış suyu, zeytinyağı konmuş, fitili bükülüp yerleştirilmiş ve yeri neresi ise oraya asılmış bir kandildi. Yanarsa bütün dünyayı aydınlatacak ne ışığı azalacak, ne yağı tükenecek, nuru günden, güne parlayacak, ıssılığı andan, ana artacaktı. Fakat bir kibrit, bir alev, bir şule lazımdı kandili yakmağa. Ve işte Şems bu görevi yapmıştır. Ama o kandil yanınca kendisi de bir pervane kesilmiş varlığından geçip gitmişti." Mevlana'daki bu değişiklik halk tarafından hoş karşılanmaz. Bu hoşnutsuzluk nedeni ile Şems-i Tebrizi 1246'da Konya'dan ayrılır. Bu ayrılık Hz. Mevlana'yı, içine kapalı kimse ile görüşmez bir kişi yapar. Bir süre sonra Şems'in Şam'da olduğunu öğrenir. Oğlunu Şam'a gönderir. Oğlu Şems-i yeniden Konya'ya dönmeye razı eder. Dönüşü müteakip Hz. Mevlana eski coşkulu yapısına kavuşur. Ancak halkın hoşnutsuzluğu yeniden şehri sarar. Bu sefer hoşnutsuzlar arasına Mevlana'nın küçük oğlu Alaaddin Çelebi de katılmıştır. Günlerden, bir gün Şems Sultan Veled'e : "Bir gün öyle bir suretle kaybolacağım ki kimse beni bulamayacak." der. Ve 1247 yılında aniden ortadan kaybolur. Bir daha da bulunamaz. Bu ortadan kaybolma hakkında muhtelif rivayetler mevcuttur.
Hz. Mevlana Şems-i tamamen kaybettiğini anlayınca eskisi gibi derslerine döner. Artık Şems-i kendi mevcudiyetinde aramaktadır. Bir gün kuyumcular çarşısından geçerken bir dükkanın içerisinden gelen ritmik bir ses onu dükkanın önünde durdurur. Bu ritme uyarak sema etmeye başlar. Dükkan Selahaddini Zerkubinin dükkanıdır. İçeride çırak altın varak dövmektedir. Zerbuki çırağına devam etmesini, ritmi bozmamasını tembihler dükkanın önüne çıkar. Ve semaya katılır. Hz. Mevlana bu sefer, onda Şems-i bulmuştur. Böylece başlayan sohbet dostluğu Zerkubi'nin ölümüne kadar 10 yıl devam eder bu arada oğlu ile Zerkubi'nin kızını evlendirir. Zerkubinin ölümünden sonra halifelik makamını Urmiyeli Çelebi Hüsameddin Bin Ali Türk'e verir. Hüsameddin Çelebi Hz. Mevlana'nın ölümüne kadar 10 yıl süre ile onun yanında bulunur. Bu 10 yıllık süre Mevlana'nın en verimli dönemidir. En büyük eseri olan MESNEVİ bu dönemde Mevlana'nın söylediklerinin Hüsameddin Çelebi tarafından kaleme alınması suretiyle tamamlanmıştır.
Bu hayat serüveni içerisinde başlıca beş eser vermiş olup. Bunlar; 1. Fihi Ma Fih (Ne varsa içindedir) Mevlana'nın çeşitli yerlerde verdiği derslerde yaptığı sohbetlerin toplanmasından meydana gelmiştir. 2. Divan-ı Kebir Şems'in ilk kayboluşundan sonra söylediği gazel ve rubaileri kapsar 40.000 civarın da beyiti havidir. 3. Meclis-i Saba (Yedi öğüt) Mevlana'nın kürsüden verdiği vaazlar ile sohbetlerinin toplanmasından meydana gelmiştir. 4. Mektubat Devrin yöneticilerine, kadı ve müritlerine yazdığı mektuplardır. 147 civarında mektubu ihtiva eder. 5. Mesnevi 26.000 beyiti havi 6 ciltlik en büyük eseridir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
İlk 18 beyit ise Mevlana tarafından yazıya alınmıştır. Mevlana Mesnevi tamamlandıktan kısa bir süre sonra 17 Aralık 1273'de varlık alemine göçmüştür.
92
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız hayat yolunda yürürken meydana getirdiği beş eseri ile; gününün insanları üzerinden, kıyamete kadar yeryüzüne gelecek bütün insanlara hitap eden bu büyük mutasavvıf; Hayatını Kur'an ve Peygamber sözüne endekslemiştir Ancak O, yaşarken, günü yaşayan, dünya nimetlerini de göz ardı etmeyen: Beyni ve elleri ile Allah'a ulaşmaya çalışırken, ayakları ile yaşadığı dünyayı hisseden bir alimdir. Tasavvufta, İNSAN, varlığın gayesi ve sonudur. Her şey Tanrıdan gelir ve Tanrıya dönecektir. İnsan aşk merdiveninden Tanrıya basamak, basamak yükselir Mevlana'ya göre aşk yaratıcının vasıflarındandır. İnsan, neyi, kimi severse sevsin bu sevgi aslında gerçek varlığadır. Bu sevgi insanı hırstan, benlikden kurtaracak tek yoldur. Gerçeğe ancak bu yolla ulaşılabilir. Celaleddin'e göre aşk bir haldir. Anlatılamaz, ancak yaşanır. Bu nedenle; Aşk, diyorsunuz nedir bu aşk dediğiniz diye soran bir müridine sadece: "Ben ol da bil" demiştir. Divan-ı Kebir Mevlana'nın yaşadığı bu aşk halinin şiirleri ile doludur. Ancak Mevlana'ya göre gerçeği arayan kişinin dünyadan, dünya nimetlerinden kaçmasına gerek de yoktur. Çünkü, dünya Tanrının tezahürüdür. Kaçınılması gereken ise sadece gaflettir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
"Bizde riyazat yoktur. Yolumuz baştan başa yaşayış yoludur. Huzur ve Barıştır." der.
93
Bütün yaşantısı bu bakımdan diğer sufilerin dışındadır. Mevlana ayakları yerde olan gerçekçi bir mutasavvıftır. Dünyayı, görerek, duyarak yaşamıştır. Bütün söyledikleri Dünya ile yeryüzü ile ilgilidir. Mevlana'da tasavvuf yaşayan bir ahlak sistemidir. Ona göre dinlerin gayesi birdir. Ayrı olan sadece gidiş yollarıdır. O, sadece tevekkül ile yaşanan bir hayatı da kabullenmez ve Peygamberin bir hadisine işaret ile; "Dedi Peygamber yüksek haykırışla, Tevekkülle beraber, devenin dizini bağla." Onu tanımak, onun fikirlerini anlamakla ancak mümkündür. O da sadece onun satırlarında gizlidir. HACI BEKAŞ-I VELİ Hacı Bektaş Veli'nin 13.yüzyılda temellerini attığı ve günümüzde de geçerliliğini koruyan düşüncelerinin ışığını; O'nun (yada O'na atfedilen) şiirleri ve özdeyişlerinde; hakkında anlatılan söylencelerin satır aralarında buluyoruz. Bu şiir ve özdeyişlerle, söylencelerin satır aralarında; Hacı Bektaş Veli'nin, sevgi, eşitlik, tanrı, din, paylaşım, hoşgörü, bilim, eğitim gibi kavramlara bakışını yakalıyoruz. Felsefesini insan sevgisi, hoşgörü, paylaşım ve toplumsal eşitlik ilkeleri üzerine oluşturduğunu görüyoruz.
Hacı Bektaş Veli’nin, Hoca Ahmed Yesevi Dergahı’ndaki eğitim ve öğrenimini tamamladıktan sonra; 12. ve 13. yüzyılın savaş ve kargaşa ortamında, barışın simgesi olan bir güvercin donuyla Anadolu'ya geldiği söylencesi oldukça anlamlıdır. (Velayetname'de her ne kadar Hacı Bektaş Veli’nin Hoca Ahmed Yesevi’den emanetlerini aldığı ifade edilerek, Hacı Bektaş Veli onun çağdaşıymış gibi gösterilmekte ise de, aslında ikisinin yaşamı arasında bir asırlık fark vardır. Bu ilişki, sadece manevi bir ilişkidir.) Anadolu’ya geldiğinde, mazlumun ve yoksul Anadolu halkının safında yerini alan, bir süre Amasya’da Baba İlyas'la birlikte hizmet veren Hacı Bektaş Veli; daha sonra güvercin donunda Sulucakarahöyük’e, bugünkü Hacıbektaş ilçesine yerleşerek, Anadolu insanının yaşam biçimleri, inançları ve kültürel değerlerinin sentezinden oluşturduğu, Anadolu Alevi ve Bektaşi inancını ve yaşam felsefesini burada yeşertmiştir. Hacı Bektaş Veli'nin, savaş yerine barışı; düşmanlık yerine dostluğu; kin yerine sevgiyi ve hoşgörüyü benimseyen, hümanist bir anlayışa sahip olduğunu görmekteyiz.
diyen Hacı Bektaş Veli, her şeyi insanda arayan; Hakk’ı kendi özünde, kendi özünü Hakk’ta bulan anlayışıyla, sevgiyi ve bilimi kendisine rehber kılmıştır. Hacı Bektaş Veli’ye duyulan ilgi, saygı ve sevgi, Alevi-Bektaşi öğretisinin temelini oluşturan İnsanTanrı-Doğa sevgisine dayanan hümanist yaşam felsefesi ve öğretisinden kaynaklanmaktadır. O'nun anlayışında dinin kaynağı tanrı korkusuna değil, tanrı sevgisine dayanır. "Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır", " kadınları okutunuz", " okunacak en büyük kitap insandır" diyen Hacı Bektaş Veli, inancı hurafelerden arındıran; akla, mantığa ve sevgi temeline dayandıran; kadın ve erkek eşitliğini savunan ve döneminde Hatun Ana (Kadıncık Ana) önderliğinde kurulan Anadolu Bacıları teşkilatına büyük destek veren bir düşünce adamıdır. Halk kültürüne ve eğitimine önem veren; üretimde ve paylaşımda sosyal adalet ilkesini benimseyen; "insanın alnı açık ve cesur dolaşması için her şeyden önce adaletli olması gerektiğini" savunan bir düşünürdür. Hacı Bektaş Veli Dergahı, Alevi-Bektaşi inancının bir merkezi olduğu gibi; sosyoekonomik, kültürel ve politik dayanışmanın da bir merkezi olmuştur. Bir kültür merkezi olan bu dergahta, halkı aydınlatacak ve halkın sorunlarıyla ilgilenecek dervişler, mürşitler, dedeler, dede-babalar yetişmiştir. Ahi kurumlarıyla (meslek loncalarıyla)
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Bir çok medeniyetlere evsahipliği yapmış olan Anadolu; 13.yüzyıldan itibaren, Hacı Bektaş Veli'nin "düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu", "nefsine ağır geleni kimseye uygulamayınız" , "eline, beline, diline sahip ol" , "yetmişiki milleti bir gör" anlayışı ile yoğurulur. "Yolumuz, ilim, irfan ve insanlık sevgisi üzerine kurulmuştur" diyen Hacı Bektaş Veli; öğretisinin temel ilkelerini oluşturan bu dizeleriyle, günümüz insanının ulaşmaya çalıştığı hedeflere işaret ettiği anlaşılmaktadır. Hararet nardadır, sac'da değildir, Keramet baştadır, tac'da değildir, Her ne arar isen, kendinde ara, Kudüs'te, Mekke'de, Hac'da değildir.
94
birlikte, çeşitli meslek dallarında eğitim verilmiştir. "Hiç bir milleti ve insanı ayıplamayınız!" diyen Hacı Bektaş Veli; Anadolu’nun sosyal, siyasal, ekonomik, etnik ve dinsel yapısını dikkate alarak, sevgi ve hoşgörü kültürünün temellerini atmıştır. Uygarlıklar beşiği Anadolu’nun zengin kültür mozaiğini, bozmadan; parçalamadan; farklılıklarıyla; sevgi ve hoşgörü temelinde biraraya getirerek ve tasavvufla yoğurarak, Anadolu Alevi ve Bektaşiliği'nin doğmasına öncülük etmiştir. Farklı dillerden, farklı kökenlerden ve kültürlerden gelen insanları bir bilen; ceylanla arslanı dost olarak kucaklayan, bu anlayıştır. Bu anlayışın, Evrensel İnsan Hakları Beyannamesinde ifade edilen düşüncelerin temeli olduğu; günümüz insanının, hala bu anlayışa ulaşma çabası içinde olduğu yadsınamaz.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
İBN-İ SİNA (980-1037)
95
İslam filozofu. Aristotelesçi felsefe anlayışını İslam düşüncesine göre yorumlayarak, yaymaya çalışmış, görgücü-usçu bir yöntemin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Buhara yakınlarında Hormisen'de doğdu, 21 Haziran 1037'de Hemedan'da öldü. Gerçek adı Ebu'l-Ali el-Hüseyin b. Abdullah İbn Sina'dır. Babası, Belh'ten göçerek Buhara'ya yerleşmiş, Samanoğulları hükümdarlarından II. Nuh döneminde sarayla ilişki kurmuş, yüksek görevler almış olan Abdullah adlı birisidir. İbn-i Sina, önce babasından, sonra çağın önde gelen bilginlerinden Natilî ve İsmail Zahid'den mantık, matematik, gökbilim öğrenimi gördü. Bir süre tıpla ilgilendi, özellikle, hastalıkların ortaya çıkış ve yayılış nedenlerini araştırdı, sağıltımla uğraştı. Bu alandaki başarısı nedeniyle, II. Nuh'un özel hekimi olarak görevlendirildi, onu sağlığa kavuşturunca, dönemin önde gelen tıp bilginlerinden biri olarak önem kazandı. İbn-i Sina'nın felsefeye karşı ilgisi deney bilimleriyle başlamış, Aristoteles ve YeniPlatoncu görüşleri incelemekle gelişmiştir. İslam ve Yunan filozoflarının görüşlerini yorumlayan ve eleştiren İbn-i Sina'nın ele aldığı sorunlar genellikle, Aristoteles ve Farabi'nin düşünceleriyle bağımlıdır. Bunlar da, bilgi, mantık, evren (fizik), ruhbilim, metafizik, ahlak, tanrıbilim ve bilimlerin sınıflandırılmasıdır. Belli bir düşünce dizgesine göre yapılan bu düzenlemede her sorun bağımsız olarak ele alınıp çözümüne çalışılır. Bilgi, sezgi ile kazanılan kesin ilkelere göre, sonuçlama yoluyla sağlanır. Bu nedenle, bilginin gerçek kaynağı sezgidir. Bilginin oluşmasında deneyin de etkisi vardır, ancak bu etki usun genel geçerlik taşıyan kurallarına uygundur. Ona göre "bütün bilgi türleri usa uygun biçimlerden oluşur." Bilginin kesinliği ve doğruluğu usun genel kurallarıyla olan uygunluğuna bağlıdır. Us kuralları, insanın anlığında doğuştan bulunan, değişmez ve genel geçerlik taşıyan ilkelerdir. Sonradan, duyularla kazanılan bilgi için de bu kurallara uygunluk geçerlidir. Deney verileri us ilkelerine göre, yeni bir işlemden geçirilerek biçimlenir, onların bundan öte bir önem ve anlamı yoktur. Çelişmezlik, özdeşlik ve öteki varlık ilkeleri, usta bulunur, deneyden gelmez.
Tümeller, bütün varlık türlerinin oluşumundan önce, Tanrı düşüncesinde, birer tanrısal kavram olarak vardır. Varlıkların oluş nedeni ve onlara biçim kazandıran tümellerdir. Tümeller Tanrı'da ussal olarak bulunan, nesnelerde ve bireylerde içkin olan, öteki de nesnelerin dışında ve anlıkla birlikte olan mantıksal tümel diye üçe ayrılır. Birinci türe giren tümel, metafiziği ilgilendirir. İbn-i Sina fiziği, metafiziğe giriş olarak düşünür. Fiziğin konusu madde ve biçimden oluşan nesnelerdir. Biçim, maddeden önce yaratılmıştır. Maddeye bir töz özelliği kazandıran biçimdir. Maddeden sonra ilinek gelir. Biçimler maddeye, ilinekler ise, töze katılır. Doğal nesneler kendi öz ve nitelikleriyle bilinir. Bütün nitelikler de birinci nitelikler ve ikinci nitelikler olmak üzere ikiye ayrılır. Birinci nitelikler nesnelere bağlıdır, ikinciler ise, nesnelerden ayrı olarak varlığını
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
İbn-i Sina'ya göre varlık, tasarlamakla bağlantılıdır. Bütün düşünülenler vardır ve var olanlar tasarlanabilen düşünülür biçimlerdir (makuller). Bu nedenle, düşünmekle var olmak özdeştir. Atomcu görüşün ileri sürdüğü nitelikte bir boşluk yoktur. Uzay ise, bir nesnenin kapladığı yerin iç yüzüdür. Varlık kavramı altında toplanan bütün nesnelerin değişmeyen, sınır ve niteliklerini koruyan belli bir yeri vardır. Devinme, bir nesnenin uzayda eyleme geçişidir. Mantık insanı gerçeklere ulaştırmaz, yalnız birtakım yanılmalardan korur. Düşünme yetisi gerçeği kavramak için mantıktan geçici bir araç olarak yararlanır. Düşünme eyleminin sağlıklı olması için mantık, ilkeler ve kurallar koyabilir, anlıkta bulunan ve bilinen bilgilerden yola çıkarak, bilinmeyenleri saptama olanağı sağlar. Bu özelliği nedeniyle, mantık, düşünmenin genel kurallarını bulan, düzenleyen, bu kurallar arasındaki gerekli bağlantıyı ve birliği kuran bir bilimdir. Mantık kuralları, genel geçerlik taşıyan ve değişmeyen kesin kurallardır. Mantığın kavramlar ve yargılar olmak üzere iki alanı vardır. Her bilimsel bilgi ya kavram ya da yargılara dayanır. Kavram, ilk bilgidir ve terim ya da terim yerine geçen bir nesneyle kazanılır. Yargı ise, tasımla kazanılır. Mantığın konusu incelenirken, tanım temel alınmalıdır. Tanımlar birbirlerine bağlandıklarında, kanıt ve çıkarıma varılır. Kavram, önce tekil bir algıdır (sezgi). Yargı ise, iki tekil terim arasındaki ilişkidir. Kavramlar, açık ve kapalı belirleme olarak ikiye ayrılır. Varlığın, töz, nicelik, nitelik, ilişki, yer, zaman, durum, iyelik, etki, edilgi gibi on kategorisi vardır. İbn-i Sina mantığında en önemli yeri tanım tutar. Bir kavramı tanımlamak için, bu kavramın bireylerinden biri göz önüne alınmalıdır. Tikelin belirlenmesi tümelden kolaydır. Eksiksiz bir tanım yakın cins ile yapılmalıdır. En yetkin tanımsa, kavramın yakın cinsi ile türsel ayrımdan oluşur. Tanım ikiye ayrılır; Gerçek tanım ve sözcük tanımları. Önermeler, yüklemli ve koşullu olabilirler. Yüklemli önerme, bir düşünce ötekine yüklendiği zaman ya onaylanır ya da yadsınır. Koşullu önermeler, bir ötekinin koşulu ya da sonucu olarak bağlanan terimlerde görülür. Önermeler varsayımlı, nitelik ve nicelikleri bakımından, tekil, belirsiz ve belirli olur. Tasım, bitişik ve ayrık olmak üzere ikiye ayrılır. Bitişik tasımların öncüleri anlam bakımından, sonuç önermesini içerir. Ayrık tasımlarda ise sonuç önermesi öncüllerde bulunabilir.
96
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
sürdürür. İbn-i Sina'ya göre, nesnel evrende bulunan güç ve devinimin temelini ikinci nitelikler oluşturur. Nesneler, kendilerinde bulunan gizli güçle devinime geçerler. Bu güç ise, doğal güç, öznel güç, tinsel güç olmak üzere üç türlüdür. Doğal güç, nesnede doğal biçim ve yerlerle ilgili nitelikleri taşır. Çekim ve ağırlık bu türdendir. Öznel güç, nesneyi devingen ya da durağan duruma getirir. Bunda da, bilinçli ya da bilinçsiz olma özelliği bulunur. Tinsel güç, herhangi bir organın, aracın yardımı olmaksızın doğrudan doğruya bir istençle eylemde bulunmaktadır. Buna, gökkatlarının özleri adı da verilir. İbn-i Sina'nın geliştirdiği bu güç kuramının kaynağı Aristoteles ve Yeni-Platonculuk'tur. Ancak, o bu güçlerin sonsuz olduğu kanısında değildir. Ona göre, zaman ve devinim kavramları da birbirine bağlıdır, çünkü, devinimin bulunmadığı, algılanmadığı bir yerde zaman da yoktur. İbn-i Sina'nın felsefesinde, Aristotelesi'in geliştirdiği düşünce dizgesine uygun olarak, ruh kavramının önemli bir yer tuttuğu görülür. Ona göre, biri bitkisel, öteki insanla ilgili olmak üzere, iki türlü ruh vardır. İnsan ruhu, gövdeye gereksinme duymadan, doğrudan doğruya kendini bilir, bu nedenle, tinsel bir tözdür. Gövdeyi devindiren, ona dirilik kazandıran bu tözün başka bir özelliği de, yetkin düşünme yeteneği anlık olmasıdır. Düşünme eylemi yaratan ruhtur, o gövdeyi gerektirmez, ancak gövde var olabilmek için tini gereksinir. İnsan ruhu gövde biçiminde değildir, usa uygun biçimleri kavramaya elverişli bir töz olduğundan, gövdesel yapıda yer alamaz. Gövde, bölünebilen öğelerden oluşmuş bir bütündür, oysa tin, bir birliktir, bölünmeye elverişli değildir, sürekli olarak özünü ve birliğini korur. Tin, bütün izlenimleri gövde aracılığıyla alır, anlık yoluyla kavramları, kavramlara dayanarak usa vurmayı oluşturur. Bu yüzden, gövdeyle dolaylı bir bağlantısı vardır. Ancak, bu bağlantı tin için bir oluş koşulu değildir.
97
Canlı sorununa, gözleme dayalı bir ruhbilim anlayışıyla çözüm arayan İbn Sina'ya göre dirilik bir bileşimdir. Doğal organların, göksel güçler yardımıyla bileşmesinden canlılar ortaya çıkar. Bu olay da, belli aşamalara uygun olarak gerçekleşir. İlk ortaya çıkan canlı bitkidir. Bitkide tohumla üreme, beslenme ve büyüme güçleri vardır. İkinci aşamada ortaya çıkan hayvanda ise, kendi kendine devinme ve algı güçleri bulunur. Devinme gücünden isteme ve öfke doğar. Algı gücü de, iç ve dış algı olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan özü doğal evrim sürecinde en üst düzeyde gerçekleşmiş bir oluşumdur, bu nedenle, öteki varlıklardan ayrılır. İnsanda dış algı duyumlarla, iç algı da , beynin ön boşluğunda bulunan ortak duyu ile sağlanır. Duyularla alınan izlenimler bu ortak duyu ile beyne gider. Beynin, ön boşluğunda sonunda, tasarlama yetisi bulunur. Bu yeti duyu izlenimlerini sağlamaya yarar. İnsan için en önemli olan düşünen öz yapıcı ve bilici güçlerle donatılmıştır. Yapıcı güç (us) gerekli ve özel eylemler için gövdeyi uyarır. Bilici güç ise, yapıcı gücü yönlendirir. Özdekten ayrılan tümel biçimlerin izlerini alır. Bu biçimler soyutsa onları kavrar, değilse soyutlayarak kavrar. İnsanda iyiyi kötüden, yararlıyı yararsızdan ayıran yapıcı güçtür, bu nedenle bir istenç niteliğindedir. Us konusunda İbn-i Sina ayrı bir düşünce ortaya atmıştır. Ona göre us beş türlüdür. Özdeksel us, bütün insanlarda ortak olup, kavramayı, bilmeyi sağlayan bir yetenektir. Bir yeti olarak işlek us, yalın, açık ve seçik olanı bilir, eyleme yöneliktir, durağan bir güç niteliğinde değildir. Eylemsel us, kazanılmış verileri kavrar ve ikinci aşamada bulunan
ustan daha üstündür. Kazanılmış us, kendisine verilen ve düşünebilen nesneleri bilir. Aşama bakımından usun olgunluk basamağında bulunur. Bu aşamada usun kavrayabileceği konular kendi özünde de vardır. Kutsal us, usun en yüksek aşamasıdır. Bütün varlık türlerinin özünü, kaynağını, onları oluşturan gücü, başka bir aracıya gereksinme duymadan, bir bütünlük içinde kavrar. İnsan, ayrıntıları duyularla algılar, tümelleri usla kavrar. Tümelleri kavrayan yetkin us, nesneleri anlama yeteneği olan etkin usa olanak sağlar. İnsan usunun algıladığı ayrıntılar, kendi varlıkları dolayısıyla değil, nedenleri yüzünden vardır. Us, bu kavranabilir nesneleri kazanabilmek için ilkin duyu verilerinden yararlanır. Sonra duyu verilerini usun genel kurallarına göre işlemden geçirir, yargıları ortaya koymada onları aşar.
Evrenin varlığı, zorunlu olan, Tanrı'yı gerektirir. Başka bir varlığın etkisiyle var olan evren sonsuz olamaz. Devinme, nesnenin özünde saklı güçten doğar. Her nesnenin özünde devindirici bir güç vardır. Nesne kendini kendinin etkin öznesi değildir. Bu güç, nesneye biçim de kazandırır. İbn-i Sina metafiziği genelde Aristoteles metafiziği ile Yeni-Platonculuk ve Kelam'ın bireşimidir. Konusu, ilkler ilki, tüm oluşların, yaratışların, varlık bütününün kaynağı olan Tanrı'dır. Tanrı, bütünlüğü nedeniyle nesnelerde, olay ve eylemlerde görünüş alanına çıkar. Varlık vardır, yok olamaz. Varlık üç bölüme ayrılır: 1- Olanaklı varlık, nesnelerle ilgili değişimin, oluş ve bozulmanın egemen olduğu varlıktır. Bu varlık ortamında görülen ne varsa belli bir süre içinde başlar ve biter. 2- Kendiliğinden olanaklı varlık. Olanaklı olmasına karşın, ilk nedenle ilişkilerinden dolayı zorunluluk kazanır. Tümellerin, yasaların bulunduğu evren. Gökkürelerin usları böyledir. 3- Kendiliğinden zorunlu varlık, ilk neden ya da Tanrı'dır. Değişmez ve çoğalmaz. Çokluklar ondadır. Tanrısal zorunluluk illkesi tüm yaratılanların da temel ilkesidir. İbn-i Sina'nın benimsediği tanrıbilim dört ana konuyu içerir; Evren, ötedünya, ahiret, peygamberlik, Tanrı. Evren yaratılmıştır. Yaratıcı ve var edici Tanrı'dır. O Kelamcılar'ın dediği gibi özgün
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Yaratılış konusunda İbn-i Sina, varlığın sıralı düzeninde, "bir'den bir çıkar" ilkesine dayanır. İlk "bir", zorunlu varlık, Tanrı'dır. O'nun varlığı yalnız kendisini gerektirir. Var olma, Tanrı'nın özünden gelen gerekimdir. İlk neden ilk gerçekliktir. Tanrı'dan ilk us ortaya çıkar. Çokluk bu usla başlar. Bundan da felek ve nefsin usları türer. Her ustan da, o usun özü ve cismi oluşur. Us cismi aracısız olarak devindiremeyeceği için, uslar sırasının sonunda etkin us, akıl bulunur. Ondan da dünya ile ilgili nesnelerin maddesi, cisimlerin biçimleri ve insan özleri doğar. Etkin us, tümünün yöneticisidir. Yaratılış önsüzdür ve yeri de maddedir. Madde, soyut ve tüm varlığın öncesiz olanı, nefsin eylem alanı, sınırı ve tüm parçaların kaynağıdır. İlk us, kendisini ve zorunlu varlığı bilir. Buradan ikilik doğar. İlk us kendinde olanaklı, ilk varlık için ise zorunludur. Her tikel feleğin ilk kımıldatıcısı vardır. İlk kımıldatıcıları eyleme sokan tinsel varlıklardır. Her feleğin de iyiliğini düşünen kımıldatıcı bir nefsi vardır. Nefsin eylemi, etkin usa ulaşır.
98
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
yapıcı değildir, zorunludur. İlk neden önsüz ve sonsuzdur. Evrenin yaratılması, Tanrı'nın daha önceden varoluşunu gerektirir. Evrenin bütününde yer alan gök katları tanrısal evrenin varlıklarıdır, bunların özleri meleklerdir. Madde dünyasında oluş ve bozulma vardır. Onların tanrısal niteliği yoktur. Bu yaratma olayı da bir fışkırmadır. Ölüm, tinin gövdeden ayrılmasıdır. Gövdelerden ayrılan tinlerin geldikleri kaynakta toplanmaları insanda ötedünya kavramını oluşturur. Ruh, tinsel bir tözdür, ölümsüzdür. Gövdeye egemendir. Ruh gövdeye girmeden önce etkin usta vardı. İnsana bireyselliğini kazandıran odur. Gövdenin yok olması, ruhun varlığını etkilemez. Dirilme tinseldir. İnsanları yaratan Tanrı, onlara verdiği özgür istençle iyi ile kötüyü seçme olanağı sağladı. İstenç özgürlüğü, usla utku arasındaki çatışmadan ve ilkinin üstünlüğünden doğar. İnsan elinden çıkan bütün bağımsız eylemler tanrısal kayra ile gerçekleşir. Özgür istenç tüm insanlarda vardır. Peygamberler de bu bakımdan birer insandır. Ancak, onlarda insanların en yüceleri olan bilginlerde, bilgilerde olduğu gibi bir seziş vardır. Bu üstün seziş gücü, kavrayış yeteneği peygamberlerin etkin us ile buluşmalarını, gerçekleri kavramalarını sağlar. Bu üstün güç ve kavrayış vahy adını alır. Üstün anlayış gücü taşıyan melekler, vahyi peygamberlere ulaştırırlar.
99
Tanrı, özü gereği bilicidir. Kendi özünü bilmesi yaratmayı gerekli kılar. İbn-i Sina İslam dinine ve Kuran'a dayanarak bilmeyi yaratma olarak niteler. Yaratma eylemi Tanrı'nın kendi özüne karşı duyduğu sevgiden dolayıdır. Tanrı tümelleri bilir. Tikellerle ilgili bilgisi de, tümel nedensellikleri bilmesindendir. 1- Madde ve biçimin ilişkileri üzerinde bilimleri iç bölümde ele alırlar: 2- Maddeden ayrılmamış biçimlerin bilimi: Doğa bilimleri ya da aşağı bilimler. 3- Maddesinden iyice ayrı biçimlerin bilimi: Metafizik, mantık gibi yüksek bilimler. Maddesinden ancak zihinde ayrılabilen, kimi yerde ayrı kimi yerde bir olan biçimlerin bilimi: Matematik, geometri, orta bilimler. Zihin bu biçimleri doğru olarak maddesinden soyutlar. Felsefe ise, kuramsal ve pratik diye ikiye ayrılır. Kuramsal olan, bilmek yeteneğiyle elde edilen bilgileri kapsar. Doğa felsefesi, matematik felsefesi ve metafizik gibi pratik felsefe, bilmek ve eylemde bulunmak üzere elde edilen bilgilere dayanır. İbn-i Sina, gerek Doğu gerekse Batı filozoflarını etkiledi. Gazali, özellikle, ruh anlayışında ondan etkilendi. İbn Sina'nın deneyci yanı, Gazali'yi kuşkuculuk'a götürdü. Yapıtları 12.yy'da Latince'ye çevrildi, ünü yayıldı. Tanrıbilimci filozof Albertus Magnus, tin ve us ile güçleri konusunda İbn Sina'dan yararlandı. BAŞLICA YAPITLARI: el-Kanun fi't-Tıb, (ö.s), 1593, ("Hekimlik Yasası"); Kitabü'lNecat, (ö.s), 1593, ("Kurtuluş Kitabı"); Risale fi-İlmü'l-Ahlak, (ö.s), 1880, ("Ahlak Konusunda Kitapçık"); İşarat ve'l-Tembihat, (ö.s), 1892, ("Belirtiler ve Uyarılar"); Kitabü'ş-Şifa, (ö.s), 1927, ("Sağlık Kitabı").
Yunus Emre hakkında az bilgi var doğrusu, ilk olarak bunları kısaca anlatalım.. Yunus Emre’nin ataları Horasan’dan (Afganistan sınırlarına yakın bir ülkeden) geldiler.. Memleket olarak Yunus Emre’nin Karaman'lı olduğunu gösteren belgelerin hemen hepsi
resmi ve sağlam belgelerdir.. Bu belgeler Osmanlı Devleti zamanında sıkı bir şekilde korunup, mühürlendi.. Yunus Emre’nin Karaman'li olduğuna dair ilk bilgilerde Osmanlı Devleti belgelerinden geldi... Yani sonuçta Yunus Emre’nin başka yerlerde bulunduğuna dair hiçbir resmi ve sağlam kaynak yok... Yunus Emre’nin Karaman'lı olduğuna dair sağlam kaynaklar sadece ve halen Karaman´da mevcut..... Osmanlı Devletinde Yunus Emre’nin mezarının yeri olarak hep Karaman gösterildi ve bu türbenin giderleri için ödenek bile sağlandı... Belgelerde geçen yer ve köy isimleri halen mevcut.. Ve hepsi Karaman’ın birer köyü veya kasabası... Bütün bunlardan tek bir sonuç çıkıyor.. YUNUS EMRE KARAMAN’LI VE MEZARI KARAMAN’DA BULUNUYOR!
Yunus Emre, çok MESHURDUR ama çokta MECHULDÜR :) ama Yunus Emre'yi şiirlerine bakarakta tanıya biliriz ?....
Bütün tasavvuf ehlinde olduğu gibi , Yunus Emre’de de Allah sevgisi en üst düzeydedir bunu şiirlerine bakarak anlıyoruz.. Çünki siirlerinin başlıca temasıdır bu.. Hemen hemen bütün şiirlerinde Allah sevgisi geçer, aşık olanın sevgilisine duyduğu hislerin daha fazlasını duyarak şiirlerinde bunu dile getirir.. *Aşkın aldı benden beni , bana seni gerek seni* Ben yanarım dünü günü, bana seni gerek seni! Yunustur benim adım, gün geldikçe artar oldum.. iki cihanda maksudum bana seni gerek seni.. diyerek Allah’a karşı olan sevgisini iki cihanda bile tek istediğinin Allah sevgisi olduğunu belirtiyor.. Yunus Emre’de Allah sevgisi diğer şairlere benzemiyor... Çünki o söylemek istediği duygularını sade bir Türkçe ile söylemiş.. Aşağı yukarı aynı zamanda yaşamış Mevlana, aynı duyguları eserlerle çevresine telkin ederken o sade bir anlatımla insanlara anlatmış duygularını... Allah aşkını her şeyin üstünde tutmuş... Hatta kendinin yerine içinde sadece Allah aşkının olmasını istemiş bakınız su şiirlere.. "ilahi bir aşk ver bana, kandalığımı (nerede olduğumu) bilmeyeyim,, Yavu kılayım (kaybolayım) ben beni isteyüben bulmayayım"
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
ALLAH SEVGİSİ...
100
Diyerek, Allah aşkını tamamen benliğini sarmasıni istemiş.. Bu bakımdan adeta Allah sevgisini kendi benliğiyle bütünleştirip insanlıktan sıyrılmak istemiş.. Ve bu bütünleşmeyi: "Aşktır bu derdin dermanı, aşk yolunda verem cani, Yunus Emre eydür bunu, bir dem aşksız olmayayım" diyerek ebedi sürmesini istiyor... Bununda gerçekleştiğini yani Allah sevgisi ile bütünleştiğini amacında muvaffak olduğunu başka bi şiirinde söylüyor bize bakınız: "Beni bende demen, ben bende değilim, Bir ben vardı bende, benden içeri" Allah sevgisine ve Allah’a ulasmada hiç bir engel tanımamış sanki? ve Allah katında kıymetinin çok olduğuna inandığı Hz. Muhammed’e, kendi başta olmak üzere herkesi Allah’a ve Allah sevgisine çağırmış.. Bu konuda Yunus Emre´nin büyüklüğü görüyoruz aslında.. Çünki insanların dini önemli değil ona göre.. Çünki o biliyoki bütün semavi dinlerin ortak noktası zaten Yüce Allah’tır.. Yani bunun farkında o! Şiirlerinde açıkca görülüyor, Yunus Emre bütün dinlerle çağırıyor Allah’ı, aşkını ve sevgisini.. Bunlarıda şu dizelere dayanarak söylüyoruz sanırım anlattıklarımız bunu çok güzel ifade ediyor..
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
"Gökyüzünde İsa ile, tur dağında Musa ile,
101
Elindeki asa ile çagırayım Mevlam seni.. Derdi ökküs Eyyub ile, gözü yaşlı Yakup ile Ol Muhammed mahbub ile çağırayım Mevlam seni"..
İNSAN SEVGİSİ... Yunus Emre gönül insanı sevgili okuyucular.. Sevgi aşığı.. Onun tek istediği sevgiye bağlı olan her şey.. Bi insanda ilk önce gönlüne önem veriyor... Çünki bir gönül yıkmayı büyük günah sayıyor... Ama burada şunu belirtmekte yarar var diye düşünüyorum, belki yaşı ufak çocuklar okuya bilir bu yazıyı ve kafaları karışa bilir: Yunus Emre bir şairdir, peygamber falan degil!
Yani bunu şu bakımdan yazdık, Yunusun'kiler birer şiirdir, ayet gibi hadis gibi sakın değerlendirmeyelim.. Neyse yukarda yazdığımız gibi Yunus Emre´nin genel felsefesi insan ve aşk.. Özellikle ilahi ask! (Yani Allah aşkı üzerinedir).. Günümüzde herkes bir demokrasi havarisi kesiliyor.. Özgürlükler deniliyor, temel hak ve hukuk falan deniliyor.. Yunus Emre bunu asırlar öncesinden halletmis.. Çünkü "Yaradılanı hoşgör yaradandan ötürü" diyerek bütün insanlığı bütün mahlukati bütün mevcudatı kısaca yaratılmış olan herşeyi sevmemiz gerektiğini söylüyor... İnsanların kimlikleri ve milliyetleri önemli değil, hatta ve hatta dinleride önemli değildir Yunus Emre için.. Önemli olan yaratılmış olması ve onuda bir yaratanın bulunması yani Yüce Allah tarafindan yaratılmış olmasıdır.. Allah’ı çok sevmemizide söylüyor.. Sevmekle kalmayıp ona aşık olmamız gerektiğinide söylüyor Yunus Emre.. Zaten şiirlerinde ana tema bu yöndedir.. Aşksız insanın odundan farkı olmayacağınıda söylüyor, bütün şiirlerini yazmayalım diye böyle en önemli yerlerini alıyoruz..
Yunus, Allah'a dost olma felsefesini ne güzel benimsemiş... Bu felsefedeki insan kötü düşüncelerden zaten arınır, ölüm korkusunuda rahatlıkla yener, dolayısıyla Allah ve insanlık yolunda çaba gösterir.. Yani kısacası mükemmel bir insan olur.. Cebte para, elde tesbih, dilde dua, herşeyden elini ayagını çekmiş ve kendisine dervişliği yakıştırmış, kendilerini büyük gören insanlar varya hani, bu tiplere Yunus Emre'nin şiddetle karşı çıktığınıda şu şiirinden anlıyoruz.. Dervişlik dedikleri, hırka ile taç değil.. Gönlünü derviş eden, hırkaya muhtaç değil.. Sevgili okuyucular Yunus Emre, sanıldığı gibi okuma-yazması olmayan cahil bir kişi değildir.. Eldeki belgelerin incelenmesi sonucunda, şeyh soyundan olduğu, kendisininde bilgili, mal mülk sahibi aile içinde yetiştiği, aynı zamanda Karamanoğulları sarayında hatırı sayılır bir kişi olduğu ortaya çıktı.. Toroslarda yasayan Türkmenlerin.. O'nu "Şeyh" olarak kabul ettikleride anlaşıldı... Hem Karaman Tarihini yazan "Şikari" adlı eski yazarda kitabında ondan şeyh olarak söz etti.... *Nazar eyle ıtırı, bazar eyle götürü* *Yaradılanı hoş gör, Yaradan´dan ötürü*
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Gönül kırmamak, hiçbir canlıyı incitmemek, gönül almak, büyüklük taslamamak, hoşgörülü olmak, bilgili olmak, Yunus Emre´nin üzerinde durduğu başlıca konulardır sevgili okuyucular..
102
YUNUS EMRE VE TASAVVUF Sevtap YAZAR
Yunus Emre, ne felsefî manada bir filozof ne ilimle uğraşan, sistemli bir eğitimden geçmiş bir müderris ne de filozofik manada bir hakim(bilge)dir. Yunus Emre hikmeti ledün anlamında kullanan bir mutasavvıftır ve sanatı da buna göre düşünülmelidir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Yunus Emre, İslam şeriatine bağlı, seyr ü sülûku yaşamış ve İslam tasavvufunun belirlemiş olduğu şeriat, tarikat, hakikat ve marifet makamlarından geçerek irfana ulaşmış bir âriftir. Tamamen ilhama dayalı olan, medresede okuyup yazmakla öğrenilemeyen yakîn yani kesin ve apaçık, her türlü şüpheyi ortadan kaldıran gaybın hakikatine erişme bilgisine sahiptir.
103
Yunus Emre de birçok mutasavvıf gibi “Biz Hızır’a kendi ilmimizden öğrettik” âyetindeki ledün kelimesini tasavvuf anlamında almıştır. Kur’an-ı Kerim’de mana çift yönlüdür. Bunlardan biri zahirî diğeri ise batınîdir. Batınî mana, pek çok insanın bilgisini ve tecrübesini aşan, ancak ârifler tarafından yorumlanan ve bilinen bir manadır. İlm-i ledün de bu batınî öğreten ilimdir. Bu da ancak bir mürşid-i kâmil aracılığıyla olur. Ledün yoluna ancak aşk ile varılır dini bilgileri ilmen öğrenmek bir şey ifade etmez. Ledüne ulaşmak için bu yolda yetenek sahibi olmak gerekir. Bu bilgi ve hayat insanı ab-ı hayat gibi ölümsüz kılar. Ledün, sâlik için yalnızca dört menzil uzaktadır. İnsan kendinin nereden gelip nerede olduğunu ve nereye gittiğini öğrenmek ister
bu da ancak ilm-i ledün ile öğrenilir. Gaflet bu yolu engelleyici gönül ise hedefe ulaştırıcıdır. Mana alemine ulaşabilmek için sâlikin bir mürşide bağlanması ve onun dediklerine uyarak yola devam etmesi gerekir. Yunus Emre tasavvuf yerine ilm-i ledün yanında ledünni, ilm-i batın, ilm-i hüner, âb-ı Hayvan terkiplerini kullanır. Onun belirttiği tasavvufi hayatı Hz. Peygamber, Cüneyd-i Bağdadî, Hallac-ı Mansur, Bayezîd-i Bistamî, Ma’ruf-ı Kerhî, İbrahim Edhem yaşamışlardır. Fenafillah’ın timsalini ise ona göre Ashab-ı Suffa verir. Yunus Emre de ilm-i ledün tahsil etmiştir: Et ü deri sünük çatan cism eyleyüp diri tutam
Hikmet beşiğinde yatan kudret südün emen benim (194/5) Vahdet-i Vücûd ve Tevhîd: Vahdet-i vücûd, pek çok İslam mutasavvıfı tarafından açıklanan ve Muhyiddin-i Arabî tarafından sistemleştirilen, âlemin tek bir hakikat ve vücûttan ibaret olduğu fikrini savunan bir anlayıştır. Mutasavvıflara göre, kesreti ifade eden on sekiz bin âlemin aslı ve esası birdir. Birden başka bir şey yoktur. Varlığın başı ve sonu bu birliğe dönecektir. Allah tek ve mutlak olan varlıktır. O’nun varlığının bir başlangıcı ve sonu yoktur. O bütün zamanları ve mekânları kaplayan bir nurdur ve bu yüzden çokluk bir olan Allah’ta yani birlikte toplanmıştır. Allah kendisine olan aşkı sebebiyle kendini bildirmek ve sıfatlarını göstermek istemiştir. Bu yüzden zatıyla değil de sıfatlarıyla bilinir. Zaten insan ezeldeyken Allah’ın birliğini tasdik etmiştir ve dünyaya geliş sebebi de ezeli birliği dünyada anlamaktır. Vahdet-i vücût sülûk sayesinde ulaşılabilecek bir makamdır ve bu halde sen-ben farkı yoktur. Bu düşünceleri anlatan beyitler: Sensin bu gözümde gören sensin dilümde söyleyen
(14/2) Kâlû Belâ söylenmedin tertîb düzen eylenmedin Hak’dan ayru degilidüm ol ulu divândayıdum (168/3) Yunus imdi sen-ben iken âşıklara ne sen ü ben Yokluk durur anı sevmek koyun ayruksı bakışı (360/9) Görüldüğü gibi Yunus Emre vahdet-i vücut nazariyesini şiirlerinde geniş bir biçimde işlemiştir. O’na göre bütün varlıklar Allah’tan gelmiştir. Varlık tektir ve bunu bilen kişi nereye bakarsa yalnızca Tanrı’nın cemâlini görecektir. Çünkü varlığın önü ve
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Sensin beni var eyleyen sensin hemin öndin sona
104
sonu, evveli ve sonrası Allah’tır ve O’nun nuru âlemi kaplamıştır. Yunus’a göre mutlak ve hakiki varlık olan Allah, insanın kendinde gizlidir. İnsanın vücudu birlik deryasında kaybolmuştur. Bu mertebede kişi kemâl noktasına varmış ve nefisten kurtulmuştur. Onun varlığı mutlak zatta yok olmuştur. Yunus’a göre Allah’ın varlığı aşktan başka bir şey değildir. Varlığı aşk olan Allah’tan gelen varlıklar da aşk ile ve aşk için yaratılmışlardır: Yunus sen beni gider her ne ider dost ider Aczüni bil ebsem ol var ışk rengine boyan (236/7) Mutasavvıflar, “Allah’tan başka mabûd yoktur” cümlesiyle ifade edilin tevhid fikrini vahdet-i vücutçu bir anlayışla ele almaktadırlar. Onlar tevhidi dört merhalede yaşamaktadırlar: 1.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
2.
105
İsimler tevhidi Fiiller tevhidi: Fiiller tevhidini yaşayan sâlik küçücük bir zerrede bile görülen binlerce ibretin yaratıcısını bilir. Bu makamdaki kişi aklı ve gücü ile hiçbir iş yapamaz, ne yaparsa Allah yaptırır. Yaratıcıyı tanıyan sâlik, hayır ve şer olanın Allah’tan olduğunu anlar. Bu makamdaki mutasavvıf, mutlak zatı yürüse önünde, söylese dilinde, otursa yanında bulur:
Yürürisem önümdesin söylerisem dilümdesin Oturursam yanumdasın ayrukda ne bâzârum var (43/2) 3.
Sıfatlar tevhidi: Bu makamda sâlik kâinatta bulunan bütün eşyanın Hakk’ın birer sıfatı olduğunu anlar. Renk, şekil ve desenlerin Allah’ın bir tecellisi olduğunu anlar. Bu tecellilerde, vahdet kalp gözüyle anlaşılır. Sıfatlar tevhidinde sıfat çok, hakikat tektir. Bu hakikat zattır. Bu makamı tam olarak yaşayan kişi Hakk’a itaat eder ve her şeyde Hakk’ı görür ve vecde gelir:
Ma’şûkanun tecellîsi dürlü dürlü renkler olur Bir şivede yüz bin gönlüm hemişe...cûşa gelür (73/5) 4.
Zat tevhidi: Bu makam fenafillah mertebesinde yaşanır. Bu makamda görünen her varlık görecelidir. Bir tek varlık vardır o da mutlak hakikat olan Tanrı’dır. Âşıkların asıl gayesi de bu tevhidi yaşamaktır. Bu merhalede tevhid artık dilden düşer gönle yerleşir.
Her sevdügi terkin ura kayıkmaya değme yana Her dem anın seyrangâhı hem zat u hem sıfat olur (45/2)
Cânlar cânın bulasın iş bu dirlik içinde (303/3) Bu görüşlere sahip olan Yunus Emre, tevhidin bütün makamlarını tamamlamış bir erendir.
Yunus, bu tevhîde gark oldı gitdi Girü gelmeklige aklı dirilmez (107/12) Vahdet-i vücutla yakından alakalı olan kavramlar:
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
İkiliği terk itgil birlik makâmın tutgıl
106
Vahdet-kesret: Yunus Emre’ye göre görünürdeki çokluk, bâtında tektir. Görülen bu âlem görecelidir. Bu âlemdeki varlıklar İlahi varlığa bağlıdır. Vahdet(birlik) oransız, nakışsız, hacimsiz, mekânsız ve zamansızdır. Varlıklar yaratılmadan evvel vahdet yurdunda İlahi zat ile beraberdir. O’nun birliğinden yaratılmış ve bu âleme inmişlerdir. Buradan da tekrar vahdete döneceklerdir. Vahdet sırrı mürşidin bâtınında tecelli eder. Kesret vahdetin aynası gibidir. Bakmasını bilen kişi aynada bir tek yüz görür. (Yani Hakk’ı görür):
Eger âyine bin olsa bakan bir Gören bir görinen bin-bin görindi (411/9)
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Yunus, vahdet-tevhid ilişkisini çeşitli benzetmelerle anlatır:
107
Vahdet kuşatıcı ve temiz özellikleriyle denize, ummana veya deryaya benzetilmektedir. Kesret, vahdet deryası karşısında bir katre, yağmur damlası ve ırmak gibidir. Katre ve ırmağın aslı deryadandır. Kesret de vahdettendir. Çoklukta birlik gizlidir. Gözündeki perdeleri kaldıran kişi kesretin kendisinde Allah’ın birliğini görecektir.
Zihi derya ki katreden görindi Ne deryâdur ne katredür gör indi
Aceb katre ki derya anda mahfî Bu mahfî sırrı sen senden sor indi (411/1-2)
Vahdet saf bir su gibidir. Su, girdiği kabın rengi ile görünür. Vahdet, eşya, sıfatlar ve fiiller şeklinde oluşur. Akıp deniz olan, dağılıp toz olan, güllerde saz olan hülasa bir bir isimle ortaya çıkan nesneler, vahdetin bir görüntüsü olmaktadır. Dünyada yaşarken birlik ve çokluğun aslını anlayan gönüller, denize akan ırmaklar gibi tekliğe doğru yol almaya başlarlar:
Benüm cânum uyanıkdur dost yüzine bakan benem Hem denize karısmaga ırmak olup akan benem (187/1) Vahdet sırrı mürşidin bâtınında ortaya çıkmıştır. Kesrette tutunup birliği anlayan kişi, denizdeki(çokluktaki) dalgalanmadan etkilenmeden tekne gibi bir düzende ilerler. Bu kişi için bu dünyadaki iyi-kötü, güzel-çirkin, hayır-şer ayrımları önemsizdir. Çünkü yaratan ve yaptıkları ortadadır:
Çün dört yanumda mevc ura teknem kâvi hiç batmadan (183/8) Kesret yerine kullandığı diğer benzetmeler katre, mevc, mevc-i acaib, ırmak, sûret nakşı, fânî nakş, kuru efsane, yaban, dünya, çokluk, hicâb, vücud. Dağ, bulut, duman, agyar, gayr, hayal, varlık evi, nefs, kudret denizi, taş kapu, renk, bezenmiş suretler vb. dir. Mâsîvâ: Mâsîvâ kesreti ifade eder. Yunus, Hakk’tan başka varlığın olmadığına inanır. Buna göre mâsîvâ Hakk’ın dışındaki şeylerdir. Ve biz bunları nefsimizle görürüz. Tanrı görünürken mâsîvânın arkasına gizlenmiştir ve bu yüzden mâsîvâ âşıkların zindanıdır. Onun içinde tıkılıp kalmışlardır. Gönlünden bu mâsîvâyı çıkaranlar zindandan kurtularak Hakk’ın tecellîsine kavuşurlar. Bunun için insanın kendini bilmesi ve nefsine hakim olması gerekir. Birliği kavrayan kişi agyarı yar bilir çünkü o eşyanın aslını öğrenmiştir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Çünkim girdüm bu denize ne kenâr var ne cezire
108
Ağyar da yar da gerçek varlığın görünümüdür. Allah’tan başka her şey gelip geçicidir bu yüzden mâsîvâ yalan dava olarak anılır: Yunus ko yalan da’vîyi gel arıta ko sivâyı Gönlün evini kız eyle dost gelicek kondurmaga (329/7) Yunus, beyitlerinde mâsîvâ yerine şu kelimeleri kullanmıştır: Gayr, varlık, sivâ, yalan, dava, agyar, ayruk.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Tecellî:
109
Hakk’a yönelen kalplerde Allah’ın güzelliği görünür. Çünkü onlar artık gönüllerinden mâsîvâyı temizlemişlerdir. Allah’ın kalpte ortaya çıkışı sonsuz ve sınırsızdır. Bir tecellî iki defa tekrar etmez. Hakk, her an başka şekilde, başka sıfatlarda kendini gösterir. Allah, sıfatlarıyla güzelliği ve ululuğu yönüyle görünebilir. İşte her ikisini de Hakk olarak kabul edenler vahdeti anlayanlardır. Yunus, bu iki tecellîyi meyhane ve mescit rumuzlarıyla ele alır. Meyhane Allah’ın celal tecellisinden, mescit de cemal tecellisindendir. İşte vahdeti anlayan kişi her ikisinde de Allah’ın nurunu görür. Tecelli, Allah’ın kendi yüzünü göstermek istemesidir. Bu durumda tecelli eden de ettiren de aynı varlıktır. Allah mutlak varlık olduğu için tecellisi celali de olsa cemali de olsa hoş karşılanır. Çünkü zaten bütün gönüller ona hayrandır. Tecelli gönülde olur: Ger meyhaneye vardum ansuz yir göremedüm Yine ana sataşdum girdüm dahı külhânda (328/4) Sûret söz kandı buldı kanda sözi iş oldı Sûrete kendü geldi dil hikmetün yolıdur (25/3) Mutlak varlık, sâliklerin gönlünde isim, fiil, sıfat ve zatıyla derece derece tecelli eder. Tecelli, söz ile başlar diğer sıfatlarla devam eder. Tecelli söz ile başladığı için,
sâlikin süluk anında uğrayacağı ilk tecelli de sözle alakalıdır. Böylece manevi şahsiyetlerin önce kulağı açılır, sonra gözü. Tanrı tam olarak insan-ı kâmilin gönlünde tecelli etmiştir. Mürşid bu mertebeye ulaştığı için yol göstericilikle yükümlüdür. Hz. Musa ile İbrahim Peygamberler’in tecellileri buna örnektir. Bu düşüncelerde olan Yunus Emre de zat tecellisine ulaşmış bir velidir. İlahileri de hakke’l-lakîn bilgisini yansıtır: “Yunus Hak tecellîsin şâir dilinden söyler” Cemâl,Didâr: Yunus Emre bu kelimeleri Allah’ın yüzü karşılığında kullanmıştır.
Sen hicâb oldun sana ne bakarsın dört yana Kaykımaz öne sona kime ki didâr gerek (135/4) Vücûda gelmeyince kimse Hakk’ı bilmedi Bu vücûddan gösterdi dost bize didârını (397/4) Allah’ın güzelliği, cemâli de can gözü açık temiz bakışlı kişiler tarafından görülebilir. Allah’ın güzelliği aşıklara farklı makam ve yönlerden tecelli eder. Bu yüzden farklı teşbihleri vardır:
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
“Yüzünüzü ne tarafa çevirirseniz Allah’ın vechi oradadır” ayetinden hareketle sufiler Allah’ın yüzünün dünyada görülebileceğini düşünürler. Ve bu da ancak seyr-i sülûk ile mümkündür. Allah’ın yüzünü bu dünyada göremeyenler iki cihanda da bundan mahrum olacaklardır. Allah’ın yüzünü ancak cennet, cehennem gibi maddi istekleri bırakıp, nefsini yenen, benliğini terk eden kişiler görebilir. Çünkü O, sâlikin kendi vücudunda görünür. Allah’ı gökyüzünde aramak neticesiz kalacaktır. Çünkü İlahi nuru yerde, vücutta, bâtın âlemde aramak gerekir. Erenleri küçük görenler, dervişleri sevmeyenler Allah’ın yüzünden de mahrum olurlar. Çünkü Allah’ın yüzü, mürşidin yüzünden bilinir.
110
Cemal manevi yüzü kastetmesi ve nur oluşu sebebiyle daima parlak ve şuleli nesnelere benzetilmiştir. Buna göre sevgilinin cemâli güneşe, aya, yeni aya, bahara, şeme ve güle benzetilmiştir: Kaçan gülde görür dostun cemâlin Çagırur kim beni deli şol eyler (95/2) Yunus Emre birçok beytinde dost didâdını gördüğünü söyler: Dost bundadur bellü beyân gördüm dost didârın ıyan Bu ilm-i hikmeti tuyan ider bana dek azimi
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
(394/4)
111
Nişân, Bî-Nişân: Allah’ın kendisini bize gösteren bir işaret yoktur. Onun isim ve sıfatları ise varlığının belirtisidir. Nişan âyet kelimesi ile de açıklanır. Allah’ın âyetleri sonsuzdur. Kendi varlığını belirtmek imkansızdır. Sözün manasına erenler, ancak nişansız olan Tanrı’dan haber verirler. İnsan, bu dünyaya gelmeden önce Allah ile birdir. Nişansız bir nurdur. Vuslat yolcusu, geçtiği her manevi makamda İlahi bir nişandan haberdar olur. Bu nişanlar
sembolik olup sadece sâlik tarafından bilinir. Sülûk gören sâlik ancak nişansızlık âleminden nişan verebilir. Bu makam, Sidret’ül-Müntena makamı gibidir. Bunun ötesi menzil-i nur olduğu için hiç nişan verilemez. Göz kendisini göremediği gibi, zat da nişanından nişan göstermez. Gözün nişanı görmek; zatın nişanı da sıfatlardır: Bu göz kendözin görmez nişânun nişân virmez
Yûnus’un aklı irmez inen oldı dîvâne (320/10) Nişansız İlahi zatı gören ve O’nda yok olan kişi de nişansızdır. Bu hal tam bir vahdet-i vücut halidir: Vasf-ı hâlin eydiserem vuslat hâlin bilenlere Yidi dürlü nişân gerek hakîkate irenlere (298/1) Pinhân, Nihân: Bu kavramlar Allah’ın zahîr ve bâtın sıfatlarıyla alakalıdır. Mutlak zat, insanın nefsi yönüyle bâtındır. Bu sebeple Tanrı’nın zatı, pinhân kelimesiyle anılır. Tanrı zatını sıfatlarıyla, eşya âlemiyle gizlemiştir. Sıfatlardaki birlik nuru, ancak gönül gözü açıklar tarafından görülebilir. Gerçekte Tanrı, gizli değildir. Varlık, O’nun zuhuruna karşı perdelidir. Tanrı’nın sıfatlardaki gizliliği, âşıklar tarafından algılanmaktadır.
Âşıklar devletisin meşhûr oldun cihâna (320/2) Mutlak varlık, varlık âlemini yaratınca kendisini gizlemiştir. İşte bunu anlayan kişi nefsini yenerek Hakk’ın varlığını anlamaya(fenafillah olmaya) çalışır. Hakk, gizli değildir, can içindedir. O’nu kendimizde aramamız gerekir. Yunus da beyitlerinde Allah’ın tecillisine ulaştığını söyler. Eşkere kıldum bugün pinhânumı Cân virüben buldum ol cânânumı (389/1) Sır(esrâr):
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Sen bunca sıfat birle pinhân iken iy server
112
Sır, gönülde saklıdır. Allah’ın varlığı konusunda kullanılan bir kavramdır. Bu makamın anlaşılması, hal makamında mümkün olacaktır. Sır, zevk yoluyla elde edildiği için lisana gelmez. İlme kitaba sığmaz ve hikmet ile elde edilmez. Sırrı duyan kişi akıldan geçer. Derviş olanlar gönülde sırrı taşır ve bilir. Ve evliyanın sırrını kimse anlayamaz. Yunus’a göre sırlar tasavvufîdir. Âşıklar, vecd halindeyken sırrı anlayabilirler. Âşık; sır haberini, dostun yüzünü görünce öğrenir. Ol Çalab’umun ışkı bağrumı baş eyledi Aldı benüm gönlümi sırrumı faş eyledi (362/1) Allah dervişlerin gönlünü sır denizi kılmıştır. Dervişlerin gönüllerindeki sır arştan uludur. Bunu iyi korumak gerekir. Yoksa Hallac-ı Mansur gibi bu sırrı açıklarlarsa onun uğradığı sona uğrarlar. Mürşide bağlananlar bu gizli sırrı yavaş yavaş öğrenmeye başlarlar. Evliya, Allah’ın sırrıdır. Evliyanın sözü değersiz değildir. Aksine sır, kıymetini âriflerin bileceği değerli bir cevhere benzetilir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Hz. Peygamber’in Mi’râc esnasında Allah ile konuştuğu otuz bin kelâmın da sır olduğu, bu mevzuda dile getirilmektedir.
113
Gönül(Kalb, Yürek): Gönül, tasavvufi hayatın merkezini oluşturan kavramlardandır. Bütün bâtıni faaliyetler gönülde meydana gelir. Gönül, genel olarak Allah’ın algılandığı; batını, idrak merkezidir. Gönül bazen kendinden emin, bazen mühürlenen, bazen hastalanan, katılaşan ve kibirlenen tavırlarla da ortaya çıkabilmektedir. Gönlün bu tavırları Kur’an’da da dile getirilmiştir. Yunus Emre’nin beyitlerinde gönül Hakk’ın, aşkın, sırların, hikmet ve bilginin merkezi olarak ayrı ayrı işlenmiştir. Gönül, Tanrı ile bilişip, buluştuğu için Ka’be’dir. Bu yüzden gönül inciten, kalb kıran gerçekte Allah’ı incitmiştir. Gönül yıkanın namazı, kılsa bile kabul edilmez. Gönül yapmak ise hacca gitmekle bir hatta ondan daha da üstündür. Gönüle uyan kişiye rahmetler ulaşır. Bu makamda her an manalar ortaya çıkar. Gönül yapmak, cennete ulaşmanın yoludur. Can gözü ve bâtın gözü gönüldedir. Gönül gözü de Hakk’ı görür. Hakk’ın tecelli ettiği gönüller ölümsüzlüğü yakalar. Gönül, neyi severse dil de onu konuşur. Aşk şarabı içenlerin gönlü ölmez. Maşuk sevgisi, gönüldeki gamı
giderir. Dost gönlün sırrı, kalbin sevincidir. Yürek yarası, aşk derdinin ifadesidir. Aşk, yürekte yanan bir ateştir. Gönül, aşk ile coşar. Gönül kesret ve mâsîvâ ile daralır. Mâsîvâdan arındırılmayan gönülden darlık gitmez.
Girü durur yoklukdan kamuların baylıgı Bunca varlık anundur gitmez gönli tarlıgı
Âşığın gönlü aşktan usanmaz. Aşkı olmayan gönüller taş gibi katıdır. Derviş gönlünü sevdiği (mürşid, peygamber, Allah) ne kaptırmıştır. Yaratılış sırrını anlamak, müşkülü halletmek için mürşide gönül vermek gerekir. Mürşid, dervişlerin yaridir. Erenlerden etek tutan kişi gönüllerde beka bulur. Gönül pası tevhid ile giderilir. Derviş, gönlünü temizleyen kişidir. Âşıkların gönüllerinde pek çok yol, bu yollarda bin türlü hal vardır. Küfrünü ve imanını terk etmeyen kişi bu yolları anlayamaz. Gönüllere girmek Allah’a ulaşmak demektir. Yunus Emre, pek çok şiirinde gönle bir şahsiyet verir, onu kişileştirir. Gönülle konuşur. Nefse uyan gönlünün fesadı terk etmesini, kanaatkâr olmasını, dünyayı terk etmesini ister. N’ola gelsen şimden girü fesâdı terk itsen gönül Gâh aglasan günahuna gâh kana’at itsen gönül (161/5) Gönül, öyle bir güç ve madendir ki kendisine ulaşanları ebedileştirir. Yüksekte gezen gönül yoldan çıkar. Yunus, insan davranışlarını gönlün neşesine bağlar. Gönül içinde ne varsa dış yüzüne onu sızdırır. Gönül, yüce mutluluğa erişmişse insanın davranışları güzel, mutsuzluk içinde ise davranışları da kötü olur.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
(361/1)
114
Gönül yüksekte gezer dem-be-dem yoldan azar Taş yüzine ol sızar içinde ne varısa (299/2) Âşığın, gönlü hep aynı duyguyu yaşamaz. Bir an neşeli, bir an perişan olur. Âlemlerdeki nam ve nişan, dert ve derman gönle aittir. Gönül bazen yolcu, bazen yolun kendisi ve bazen de kılavuzdur. Dost odur. Dosta giden de odur. Gönlüyle yoldaş ve aynı halde olan kişi dosta gider. Yunus, gönül temizliğinin vahdet yolunda yürümekle mümkün olacağını belirtir. Şaire göre gönül iç benden başka bir şey değildir. İç ben hakiki mabûda ulaşınca eşyanın sırları açılır. İnsan-ı kamilin gönlü şaşkınlık içindeyken kainattaki bütün ikiliklere inip çıkabilir. Bu
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
manevi iniş-çıkışlar, an denen zaman parçasında olur. Bu halde iken gönül bir an mutlu olur, bir an ağlar. Hikmetlere dalar Lokman olur, bir an da cahillikte kalır. Dev, peri, huri gibi viranelerde mesken tutar. Sonuçta; gönül hayret makamında hakan veya köle, mümin veya âsi, Musa yahut Firavun olabilir. Bu makamlar daha da uzatılabilir.
115
Divanda gönülle ilgili pek çok deyim ardır. Bunlardan bazıları: Gönle rahmet dolmak, yüreğe yara urmak, gönül vermek, gönül yıkmak, gönlü alınmak, gönül oynamak vb.dir. Gönül ile ilgili benzetmeler: Ka’be: Mukaddes, kutsal ve mübarek olan Ka’be görünüşte beytullah, bâtınen gönül anlamında bir kavramdır. Beytullah, Âzeroğlu İbrahim Peygamber tarafından yapıldığı halde, gönül Cenab-ı Hakk’ın göründüğü ve gezindiği yerdir. Yere ve göklere sığmayan Tanrı, mümin kulun kalbine sığmıştır. Beyitlerde Ka’be kavramı; Allah’ın göründüğü, anlaşıldığı yer olmaktadır. Gönül mi yig Ka’be mi yig eyit bana aklı iren
Gönül yigdür zirâ ki Hak gönülde tutar turagı (366/7) Sırça, Kadeh, Meyhane: Gönül; ince, hassas ve narin bir sırçaya(billûr, cam) benzer. Şırça, kırıldıktan sonra bütün olmayacağı gibi, gönül de kırılırsa tamir edilemez. İçi şarap(şerbet) dolu olan kadeh, kamil insanın marifetle dolu gönlüne benzetilir.
Meyhane de kâmil mürşidin gönlüdür. Âşık, bu meyhanede İlahi şarap (İlahi aşk)la sarhoş olur. Bir sâkîden içdük şarab arşdan yüce meyhâne Ol sâkînün mestleriyüz cânlar anun peymânesi (406/1)
Aşk, ilahi bir rahmettir. Bu rahmet gönül göğünden damlar. İnsan, bu ebedi rahmetle hayat bulur. Yunus: “Işk yağmurı tamlası gönül göğünden tamar” der. Bir başka yerde gönül bir tek genişliği ve madde ötesi alemleri de kaplaması sebebiyle arşa benzetilir. Rahman’ın istila ettiği geniş arştan kasıt da kamil insanın gönlüdür: cân gözi anı gördi dil andan haber virdi Cân içinde oturmış gönlümi Arş eyledi (362/3) Kuş-Su-‘Umman(deniz): Sâlikin gönlü hep aynı durumda olmaz. Bir mekândan başka bir mekâna uçan kuş gibi madde âlaminden, mana âlemine doğru yol alır.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Gök-Arş:
116
Aşığın gönlü, cezbe esnasında taşkın bir su gibi çağlar. Böyle bir gönül, deli sıfatıyla sıfatlanmaktadır. Deniz, sınırsız oluşu ve kuşatıcı özelliğiyle gönül için bir benzetme unsuru olur. Ayrıca ateşe de benzetilen aşk, âşığın gönlünü yakar. Âşık, gönül deryasına dalıp teskin olmaya çalışacaktır. Şâhum senün ışkun odı düşdi gönül deryasına
Aceblemen kaynayuban ma’rifetler bitdügini (401/2) Gönül bir yerde de sır denizine benzetilir. Bu benzetmede denizin bünyesindeki varlıkları örtüp gizleyen özelliği ile sır arasında bir ilgi vardır. Sır Allah’ın zatıyla ilgilidir. Gönül ise, zatî tecelli yeridir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Tûr:
117
Hz. Mûsâ, Tanrı’nın cemâlini görmek isteğiyle Tur dağına çıkmış, burada tecelliye uğramıştır. Tur tecelli yeri oluşuyla, kâmil insanın gönlüne benzetile gelmiştir. Tur, için Tûr-ı Sînâ denmesi de Tûr dağı ile sine(gönül ) arasındaki alakanın temelini teşkil eder. Gönle giren aynen Hz. Mûsâ gibi tecelliye uğrayacaktır. Yunus Emre de tecelliye uğramak anlamında, Tur bulmak deyimini kullanır. Gir gönüle bulasın Tûr sen-ben dimek defterin dür Key güher er gönlündededür sanma ki ol ummândadur (54/3) Taş, Mum, Kış: Aşkı olmayan gönül taşa, âşık gönül ise muma benzetilir. Bu benzetme unsurlarındaki sertlik (taş) ve yumuşaklık(mum) özellikleri, insanın merhamet sıfatıyla da alâkalıdır. Aşk, nefislere bir rahmettir. Bu rahmetle Allah’a ulaşır. Taş gönüller, kendilerine ve eşya âlemine karşı kararmış, sarp-katı kışa benzerler. İşidün iy yârenler ışk bir güneşe benzer
Işkı olmayan gönül meseli taşa benzer (66/1) Leylâ, Garîb, Kılavuz, Kul, İhtiyar, Derviş: Aşk Mecnun’a benzetilince Leylâ da gönül olur. Âşık, sevdiğinde yok olmak ister. Sevgilinin gönlüne giren âşık, onda yok olacaktır. Leylâ, mürşid için bir timsaldir. Yunus Emre, aşk için de kadeh mecazını kullanır. Gönül bir kılavuza(mürşid) benzetilir. Hakk aşkına düşer, sarhoş olur. Maşûka karşısında kul olup baş eğer. Gönlün kula benzetildiği beyitte, maşuk da sultan olacaktır. Aşk, çekilmesi ve yaşanması zor bir derttir. Gönül aşk derdini çeke çek beli bükülmüş bir ihtiyar olmuştur.
Miskin gönlün ışk elinden iki büküldi vücûdı
(376/6) Yunus, tevazuu anlatırken gönlü derviş eylemek deyimini kullanır. Mütevâzi gönüller, dost ile tanıdıktır. Gönlünü derviş eyleyen kişi, tevazuu ve manevi makam alameti olan hırkaya muhtaç değildir. Dervişlik didükleri hırkayıla tâc degül Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtac degül (162/1) Başlu(Yaralı)Sayrı, Şikeste(Sınuk) Aşk oku, gönlü yaralamıştır. Yaralı (başlı) gönlün merhemi sevgili (mürşid)dir. Yunus Emre, din yolunda gönül sayrı der. Gönülde hakiki iman oluşuncaya kadar âşık çok
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Tevbe kapusından sundum ana imân tayağını
118
elem çekmiştir. Gönül bu sebeple hastadır. Gönlün şikeste(kırık) veya sınuk(kırık) olması ise, yardan ayrı düşmesiyle alâkalıdır. Esasen gönlün yaralı, hasta, sınuk vs. oluşu âşıkın psikolojik halleriyle ilgilidir. Ben garîbün hâtırını sormaga geldi şol sanem Düzdi gönül sınugını hâtır ziyâret eyledi (392/4) Sarây, Taht, Sultân: Gönül, on iki hücreli yedi pencereli, iki dilberli bir saraydır. İçinde şah oturur. Fakat gönül paslı olursa içindeki sultan görünmez. Gönlün saraya benzetilmesi, sevilenin saraya layık olmasındandır. Gönül, Çalab’ın tahtıdır. Sultan burada oturup “Kaf’tan Kaf’a hükmeder. Gönlün sarâya ve tahta benzetilmesi, sevilenin padişah olarak düşünülmesindendir. Gönül Çalab’un tahtı gönüle çalap bakdı
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
İki cihân bed-bahtı kim gönül yıkarısa
119
(299/5) Mülk, Kal’a, Seyrengâh: Gönül, sultanın tasarrufunda bulunan bir mülktür. Gönül mülkünü temizlemek için, içinde bulunan suretleri(kesreti) yetmez. Rahmet suyuna da ihtiyaç vardır. Bu motifte rahmetle su, gönülle rahmet arasında ayrıca güzel bir münasebet kurulmuştur. Sûret nakşın gidermekle gönül mülki temiz olmaz Akar rahmet suyı çağlar gönül kirin yuyan gelsün (230/5) Gönül mülkü dost tarafından yağmalanmıştır. Yağmalanan mülkte, tahribat, yangın ve sıkıntı meydana gelmiştir. Gönül mülkünü tahrip eden yağmacı, aşk derdinden başka bir şey değildir.
Bir beyitte gönül, can şehri içinde bulunan bir kal’anın etrafını, nefs askerleri tarafından korunur. Dost, can şehrini yağmalayıp, gönül kal’asını ele geçirir. Dosttan yana giden kişi kendözinden geçmek gerek Dost yagmalar cân şehrini alur gönül kal’asını (348/5) Ev, Dükkân, Hücre, Virâne, Hazine, Şehr(Şar): Gönül, bir ev gibi imar edilir. Her evin bir sahibi olduğu gibi gönül evinin de bir sahibi vardır. Gönül ev sahibini(Tanrı’yı) bilmek zorundadır. Bir beyitte âşığın gönlü, bacası tüten ve şuleleri görülen bir ev gibi resmedilmektedir. Burada, yerleşik hayata ait ev gibi bir unsurun ele alınması ayrıca dikkate değer. Virgil su’âle cevab tutalum olsun sevâb Şu’le kime gösterir ışk evinün bacası
Gönül evi aşk askerleri tarafından yağmalanıp, istila edilmiştir. Askerin memleketteki düşmanları temizlemesi gibi aşk, gönüldeki mâsîvâyı temizleyecektir. Işkun çeri saldı benüm gönlüm evi iklimine Cânumı esir eyledün n’ider bana yağı tatar (78/3) Yaşadığımız evi nasıl temiz tutuyorsak, dostun evi olan gönlü de öyle temiz tutmalıyız. Gönlün temizliği mâsîvâdan arındırmakla mümkündür. Aşığın gönlünü rahmet suyu temizler. Beyitlerde gönül dükkâna da benzetilmektedir. Bu benzetmenin arkasında daima bir ârif görülmektedir. İlahi bilgi, arifin gönlünde tecelli etmiş dolayısıyla irfan, ariflerin gönüllerinden neşredilmiştir. Dükkân halkın ihtiyacı olan mal ve eşyanın satıldığı bir
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
(351/2)
120
yerdir. Bunun gibi tasavvufi bilgi de ariflerin gönlünden elde edilir. Bu benzerlik sebebi ile dükkân münasebeti sürekli ele alınır. Ya ben anca kaçan olam anun buyrugın buyuram Ol geldi gönlüme toldı ben ana bir dükkân oldum (176/4) Gönül dükkânı nefsi temizlemekle açılır. Kibir ve kin bu dükkânın kilididir. Bu kilidi kırıp açmak gerekir. Gönül dar ve karanlık bir hücredir. Bu karanlık mekân, Tanrı’nın nuru ile aydınlanır ve genişler. Aşığın gönlü sevgiliden ayrı düşünce kimsesiz ve harap bir viraneye benzer. Dost tecelli edince bu virane nur dolar, hayat bulur. Viranelerde hazine olması sebebiyle gönül, bir beyitte viraneye benzetilir. Kanda bulsam isteyüben iy gönül seni kandasın
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Kanda virân varısa va7llahi gönül andasın
121
(278/1) Gönül, mahiyeti bilinmeyen ve pahası biçilmeyen bir hazineye benzetilir. Aşk, bu hazinenin bekçisidir. Aşk, erinin gönlü pâdişahın (Tanrı) hazinesiyle doludur. Burada hazine ilahi bilgi karşılığında bir macazdır: Işk erinün gönli dolu pâdişâhun haznesidür Işksuz âdem ne anlasun şerî’atun manâsıdur (59/1) “Gönlümüz oldu ulu şâr o şâr gibi ya kanda var” diyen Yunus, daha birçok beytinde gönlünü mamur ve bayındır bir şehre benzetir. Bag, Vark, Kitâp, Levh:
Sûreti virân olanın gönlü bağa(bahçeye) benzer. Bağ, ferahlatıcı, yeşil, sulak ve meyve yetiştiren bir yer oluşu ile gönül için bir benzetme unsurudur. Bağ bu özellikleriyle Cennet için de bir benzetme unsurudur. Yunus’a göre, sûreti viran olanfenafillah ehlinin gönül bağı, Cennet olur: Çün sûretün vîrân ola gönlün bağı Cinân ola Cânun genci vîrân ola çünki bu genc vîrândadur (54/7) Gönül, Allah’ın gizli sırlarının yazılı olduğu gizli bir varaktır. Âşık, bu varaktan okuyup sırrını halka açıklar. Aşk, kitaba; gönül de saf ve düzgün bir levhe benzetilir. Aşk kitabının sûresi gönüllerde yazılıdır. Âşık, ezel bezminde yazılan levhini bu dünyada okuyan kişidir. Akıl gönül levhine bakar. Söz, âşığın diline bu levhten akar. Bu fikirden anlaşıyacağı gibi, insana ait bütün mücerret özellikler(cân, his, akıl, hayal) gönül merkezine bağlıdır.
Gönül nefsî düşünce ve tavırlarla kararmıştır. Âşık, gönlünü bu düşüncelerden kurtarıp derviş olmak ister. Nefs yolından geçemezin ışk şarabın içemezin Gönlüm kara açamazın derviş olubilsem derviş (123/2) gönül, mücerret kavramları kendinde toplayan bir merkez olduğu için cem’at karşılığı olarak da kullanılır. Tasavvufi manada cemaat ilahi bir sıfattı. Hayrân, Rûşen, Perişân, Derde esir, Dermârde, Âbid, Zâhid, Âsi, Mûti, Şâdi, Giryân, Kış, Zemheri, Bostân, Katra, Câhil, Câlinûs, Lokmân, Dîv, Perî, Sultân-ı İns ü Cinn, Gedâ, Fagfûr, Hakan, Günahkâr, Rıdvân, Ruhbân, Mûsâ, Firavn, Hâmân, İsâ, Gümrâh, Cebrâil, Divân, Kur’an:
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Kara (Renk), Cema’at, Eğlence:
122
Bu kelime ve kavramlar, gönül konusunda birer benzetme unsuru olmaktan çok manevi birer hal ve mertebe şeklinde değerlendirilmektedir.
Mustafa TATÇI, Yunus Emre Dîvânı, C:1, Ankara, 199
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
YUNUS ve HACI BEKTAŞ
123
YUNUS VE HACI BEKTAŞ O bölge köylerinden birinde,Yunus adında, rençberlikle geçinir, çok fakir bir adam vardı.Bir yıl kıtlık oldu.Yunus'un fakirliği büsbütün arttı.Nihayet birçok keramet ve inayetlerini duyduğu Hacı Bektaş'a gelip yardım etmeyi düşündü.Sığırının üstüne bir miktar alıç (yabani elma) koyup dergaha gitti.Pirin ayağına yüz sürerken hediyesini verdi;bir miktar buğday istedi.Hacı Bektaş ona lütufla muamele ederek,bir kaç gün dergahta misafir etti.Yunus geri dönmek için acele ediyordu.Dervişler Pir'e Yunus'un acelesini anlattılar.O da: "Buğday mı ister,yoksa erenler himmeti mi?" diye haber gönderdi.O buğday istedi.Bunu duyan Hacı Bektaş tekrar haber gönderdi: "İsterse o alıcın her tanesince nefes edeyim!" dedi.Yunus buğdayda ısrar ediyordu.Hacı Bektaş üçüncü defa haber gönderdi: "İsterse her çekirdek sayısınca himmet edeyim" dedi.Yunus yine buğdayda ısrar edince;emretti,buğdayı verdiler.Yunus dergahtan uzaklaştı.Yolda yaptığı kusurun büyüklüğünü anladı.Pişman oldu.Geri dönerek kusurunu itiraf etti.O vakit Hacı Bektaş,onun kilidi Taptuk Emre'ye verildiğini isterse ona gitmesini söyledi. Yunus bu cevabı alır almaz hemen Taptuk dergahına koşarak kendisini YUNUS yapacak manevi eğitimine başladı. Salihli kazası civarında Emre adlı,yetmiş evlik bir köyde.taştan bir türbenin içinde,Taptuk Emre ve çocukları ile torunları yatmaktadır.Türbenin eşiğinde de,bir başka mezar vardır.Bu,Yunus'un bir çok mezarlarından biridir.Yunus Emre kapı eşiğine kendisinin gömülmesini vasiyet etmiş...Şeyhini ziyaret edecekler,kendi mezarını çiğneyerek geçsinler diye. YUNUS EMRE VE TASAVVUF Yunus EMRE, İslam tarihinin en büyük bilgelerinden olup yaşadığı ve yaşattığı inanç sistemi; Kuran'ın özüne ulaşarak, Tek olan gerçeğin (Allah) sırlarını keşfetme ilmi olan tasavvuf ve Vahdet-i Vücud tur. Bu inanç sisteminde tek varlık Allah'dır. Allah bütün bilinen ve bilinmeyen alemleri kapsamıştır, tektir, önsüz sonsuzdur, yaratıcıdır. Eşi, benzeri ve zıddı yoktur.Bilinen ve bilinmeyen tüm evren ve alemler onun zatından sıfatlarına tecellisidir.Alemlerdeki tüm oluşlar ise onun isimlerinin tecellisidir. Her bir hareket,iş,oluş(fiil) onun güzel isimlerinden birinin belirişidir. Hak cihana doludur, kimseler Hakkı bilmez *** Baştan ayağa değin, Haktır ki seni tutmuş Haktan ayrı ne vardır, Kalma guman içinde
Dolayısıyla evrende var saydığımız tüm varlıklar onun varlığının değişik suretlerde tecellileri olup kendi başlarına varlıkları yoktur. Bu çokluğu, ayrı ayrı varlıklar var zannetmenin sebebi ise beş duyudur. Beş duyunun tabiatında olan eksik, kısıtlı algılama kapasitesi, bizi yanıltır ve çoklukta yaşadığımızı var sandırır. Ayrı ayrıymış gibi algılanan bu nesnelerin, ve herşeyin kaynağı Allah'ın esmasının (isimlerinin) manalarıdır. Manaların yoğunlaşmasıyla bu "Efal Alemi" dediğimiz çokluk oluşmuştur. Bir adı da "Şehadet Alemi" olan, ayrı ayrı varlıkların var sanıldığı; gerçekte ise Allah isimlerinin manalarının müşahede edildiği alemdeki çokluk Tek'in yansıması,belirişidir. Bu izaha tasavvufta Vahdet-i vücud (Varlıkların birliği,tekliği) denir. Cenab-ı hak varlığını zuhura çıkarmadan evvel gizli bir varlıktı.Bilinmeyen bu varlığa, Gayb-ı Mutlak (Mutlak Görünmezlik),La taayyün (Belirmemişlik),Itlak (Serbestlik),Yalnız vücud, Ümmül Kitap (Kitabın Anası),Mutlak Beyan ve Lahut (Uluhiyet) Alemi de denir. Çarh-ı felek yoğidi canlarımız var iken Biz ol vaktin dost idik, Azrâil ağyar iken.
Kâlû belâ söylenmeden, tertip-düzen eylenmeden Hakk'dan ayrı değil idim, ol ulu dîvândayıdım." "Bu cihana gelmeden sultan-ı cihandayıdım Sözü gerçek, hükm-i revan ol hükm-i sultandayıdım." *** ADEM yaratılmadan can kalıba girmeden Şeytan lanet olmadan arş idi seyran bana Sonra Allah bilinmekliğini istemiş ve varlığını üç isimle belirlemiş taayyün ve tecelli ettirmiştir. 1.Ceberut (İlahi Kudret) Alemi: Birinci taayyün,Birinci tecelli,İlk cevher ve Hakikat-ı MUHAMMEDİYE olarak da bilinir.
Yaratıldı MUSTAFA, yüzü gül gönlü safa Ol kıldı bize vefa, ondandır ihsan bana Şeriat ehli ırak eremez bu menzile Ben kuş dilin bilirim, söyler SÜLEYMAN bana
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Çalap aşkı candaydı, bu bilişlik andaydı, Âdem, Havva kandaydı, biz onunla yâr iken. Ne gök varıdı ne yer, ne zeber vardı ne zir Konşuyuduk cümlemiz, nûr dağın yaylar iken." "Aklın ererse sor bana, ben evvelde kandayıdım Dilerisen deyüverem, ezelî vatandayıdım.
124
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
2.Melekut (Melekler) Alemi: İkinci taayyün,İkinci Tecelli,Misal ve Hayal Alemi,Emir ve Tafsil Alemi,Sidre-i Münteha (Sınır Ağacı) ve BERZAH da denir. 3.Şehadet (Şahitlik) ve Mülk Alemi:Üçüncü taayyün,Nasut(İnsanlık),His ve Unsurlar Alemi,Yıldızlar,Felekler (Gökler),Mevalid (Doğumlar) ve Cisimler Alemi diye bilindiği gibi,Arş-ı Azam da bu makamdan sayılır. Tüm bu oluşlar Kuran'ı Kerimde "Altı günde yaratıldı" ayetiyle beyan edilirken Altı günden maksadın mutasavvıflarca ,gün değil hal'e ait olduğu kabul edilir.Bu haller Allahın insanlara lutfettiği görünmeyen şeylerden altı sıfatıdır: Semi,Basar,İdrak,İrade,Kelam ve Tekvin(İşitme,Görme,Kavrama, İrade,Konuşma ve yaratma). Cenab-ı Hakkın Zatına ait bu sıfatların Ademin kutsal varlığında belirmesi,"İnsan benim sırrımdır" sözünün bir hükmüdür.Varlığın başlangıcı ve son sınırı ise Aşk'tır.O yuzdendir ki sayılan bu alemler Aşkın cezbesiyle pervane haldedir. Cenab-ı Hak varlığını,kudret eliyle zuhura getirmiş ve üç isimle taayyün,tecelli ve tenezzül etmiştir.Buna yaratış sanatı (Cenab-ı hakkın kuvvetinden,kudretine hükmederek cemalini ve celalini eserlerinde yani varlık yüzünde göstermesi), Belirme cilvesi (Aşık olması sonucunda batının zahire çıkıp,alemlerin nurlarının ve olayların bilinmesi) ve Birlik oyunu (Zatından sıfatına tecelli etmesi ile kendi varlığını kendinde zuhura getirip,birlik ve vahdetini ahadiyet(teklik) sırrına meylettirmesi) denir. Bunda zaman ve mekan kaydı yoktur.Ancak "An" vardır.Çünki mutlak zaman içersinde batın(gizli),zahire(görünen) cıkıp farkedildikten sonra,alemlerin nurları (ışıkları) ve ilahi olaylar bilinmiştir.Daha sonra şekil ve renkler görülüp,ayrı ayrı unsurları oluşturacak şekilde birleştiğinde isimler meydana çıkmıştır(Mülk mertebeleri ,Cisimler alemi).Ve böylece zahir alem belli olup mutlak varlık bilinmiştir.
125
Mani evine daldık, vücuda seyran kıldık İki cihan seyrini, cümle vücudda bulduk Yedi gök yedi yeri, dağları denizleri Cenneti cehennemi, cümle vücudda bulduk Cebnab-ı Hakkın bu alemi yaratmaktan maksadı bilinmekliğini istemesidir.Ortaya çıkan şeylerin belirişine sebebse Adem(İnsan) 'i dilemektir. Varlığa ilahi sıfatlar,sırrına ise Adem denir.Adem-insan, mevcudattın bir özetidir. YUNUS EMRE’DE İNSAN SEVGİSİ İnsan bir “sevgi” varlığı’ dır, tin ile gövde gibi iki ayrı tözden kurulmuştur. Tin tanrısaldır, ölümsüzdür, gövdede kaldığı sürece geldiği özün ve yüce kaynağa, tanrısal evrene dönme özlemi içindedir. Gövde dağılır, kendini kuran öğelere ayrılır.İçinde insanın da bulunduğu tüm varlık evreni toprak, su,ateş ve yel gibi dört ilkeden kurulmuştur. Bu dört ilke yaratılmıştır, yaratıcı da Tanrı’ dır. Tanrı, bu dört ilkeyi yarattıktan sonra,ayrı ayrı oranlarda birleştirerek varlık türlerinin oluşmasını sağlamıştır. İnsan sevgi yoluyla Tanrı’ ya ulaşır, çünkü insanla tanrı arasında özdeşlik vardır. Ancak, insanın bu madde evreninde bulunması, tinin tanrısal kaynaktan uzak kalması bir ayrılıktır.Bu ayrılık
Yunus Emre zor günlerin aşılmasında halkın moralini ve manevi yapısını güçlendirenlerin en başlarında yer almıştır. Sadece kişi veya kişileri değil, insanlığı ve tüm dünya insanlarını kucakladığını şiirlerindeki üstün duygularla birbirlerini tamamlayan mesajlar halinde adeta ilan etmiştir. Bu ilkeleriyle de daima insanlık anlayışı ve sevgisi içinde olmuştur. O’ tüm dünya insanlarının özgürlüğü için kardeşlik duygularıyla dolu “İnsanlık” ve “İnsancıllık”savaşı vermiştir. Denebilir ki Yunus Emre: Tüm dünya insanlarına o yolda gelişmeleri için insancıl olma şeklinin mesaj ve dersini de vermiştir. Başka bir deyişle: Yunus Emre “ İnsan sevgisi tohumunu” kendi ilkeleriyle tüm dünyaya eken ve yayan ilk insan olmuştur. Önemli olan şudur: Yunus Emre insan sevgisi çağırışını sadece İslam alemine değil din ve ırk ayrımı yapmaksızın tüm dünya insanlarına karşı yapmıştır. Yunusa göre her doğan çocuk önce yüce Allah’ın kulu olarak dünyaya gelir o halde her
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
insanı, yaşamı boyunca Tanrı’ yı düşünme, ona özlem duyma olaylarıyla karşı karşıya getirilmiştir.Gerçekte insan- Tanrı – everen üçlüsü birlik içindedir, var olan yalnız Tanrı’ dır,türlülük bir ‘görünüş’ tür. Çünkü Tanrı, kendi özü gereği, bütün varlık türlerini kapsar, her varlıkta yansır. Evreni kuran öğelerle insanın gövdesini oluşturan ilkeler özdeştir. Bu özdeşlik Tanrısal tözün bütün varlık türlerinde, biçimlendirici bir öğe olarak bulunmasından dolayıdır. Tanrısal tözün nesnel varlıklarda bulunması bir ‘yansıma’ niteliğindedir, çünkü Tanrı yarattığı nesnede yansıyınca ‘oluş’ gerçekleşir. Sevgi insanda birleştirici, bütünleştirici bir eğilim niteliğindedir. Yunus Emre, sevgiyi Tanrı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlık, bir eğilim diye anlar. Sevgi ereği yüce Tanrı’ ya ölümsüz olana kavuşmak, onun varlığında bütünlüğe ulaşmaktır. Tanrı insanla özdeş olduğundan kendini seven Tanrı’ yı, Tanrı’ yı seven kendini sever. Çünkü sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. Sevginin olmadığı yerde, öfke,kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. Sevginin değerini yalnız seven bilir, sevmek de bir bilgelik, bir olgunluk işidir. Yeterince aydınlanmamış , Tanrı ışığından yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Bütün varlık türlerini birbirine bağlayan, onları Tanrısal evrene yönelten sevgidir. Sevgi bir çıkar aracı olmadığından seven karşılık beklemez. Dost kişi gerçek seven kimsedir (âşık). Dost başka bir anlamda da Tanrı’ dır, kişinin gönlünde ışıyan tözdür. Yunus Emre’de yaşamak tanrısal tözün bir yansıması olan evrende sevinç duymaktır. Çünkü, bütün varlık türlerinde Tanrı görünmektedir, bu nedenle severek, düşünerek yaşamayı bilen kimse her yerde Tanrı ile karşı karşıyadır. Yaşamak belli nesnelere bağlanmak, yalnız gelip geçici varlıkları edinmek için çırpınmak değildir. Böyle bir yaşama biçimi kişiyi Tanrısal tözden uzaklaştırdığı gibi yetkinlikten, bilgelikten de yoksun kılar Yunus Emre’nin dilinde bilge kişinin adı ‘eren’ dir. Eren barış içinde yaşamayı, bütün insanları kardeş görmeyi , kendini sevmeyeni bile sevmeyi bilen kişidir. Onun gönlü yalnız sevgiyle, dostluk duygularıyla doludur. Evreni bir tanrısal görüş alanı olarak bildiğinden, erenin evrene karşı da sevgisi, saygısı vardır. Erenin gözünde insan bir küçük evrendir, büyük evren ise Tanrısal tözün kuşattığı sonsuz varlık alanıdır. Eren olma aşamasına ulaşmış kişide erdem, alçakgönüllülük, eli açıklık, yetkinlik, olgunluk bir bütünlük içinde bulunur.
126
kul için ırk , renk,dil,ve din ayrımı yapılmamalıdır.
Hacı Bektaş Veli ve Mevlâna :
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Hacı Bektaş Veli ile Mevlâna, her ikisi de Horasanlıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Hacı Bektaş Veli, Horasan’ın Nişabur, Mevlâna da Belh şehrinde dünyaya gelmiştir. Her ikisi de aynı kültür ortamında yetişmiş, Anadolu’ya aşağı yukarı aynı tarihlerde gelmiştir. Her ikisi de insanı kutsal bir yaratık kabul etmiş, şiirleri ve sözleriyle onu göklere çıkarmıştır. Örneğin Hacı Bektaş Veli :
127
“Hararet nardadır sacda değildir, Keramet baştadır, tacda değildir, Her ne arar isen kendinde ara Kudüs’te Mekke’de Hac’da değildir”
derken, Mevlâna da: “Anhâ ki talebkâr-ı hodâ-id hodâ-id Birun z şomâ nist şomâ-id şomâ-id
Çizî ki nekerdid gom ez behr-i çe cuyid
Kes gayri şomâ nist kocâ-id kocâ-id
Der hâne neşinid negerdid beher kuy Zirâ ki şomâ hâne u hem hâne-i hodâ-id” “Ey Tanrı’yı isteyen kimseler, o sizin dışınızda değildir, sizsiniz siz! O halde kaybetmediğimiz şeyi ne diye arıyorsunuz? Çünkü sizden başkası yok, nerdesiniz, nerde?
“Her iki er de Horasanlıdır. Gerçekten sonradan adlarına kurulan tarikatler de Horasanîlikten etkilenerek gelişmiştir. Ancak Mevlâna büyük bir bilgin, düşünür bir hakim, coşkun ve dahi bir şairdir. Onun halkçılığı, dinler üstü insanî düşüncesinden gelmektedir. Hacı Bektaş’sa bir düzyazı biçiminde ve bir de manzum çevirisi bulunan ve Arapça aslı ortada olmayan “Makalât”ına bakılırsa olgun bir şeyhtir. Hacı Bektaş’ı halkın benimsemesi ve sonradan Bektaşiliğin halk tarafından benimsenmesi daha çok basitliğindendir. Mevlâna Batınî inançları zahiri (görünen) törenlerle uzlaştıran bir karakter sahibidir. Hacı Bektaş’sa hem Makalât’tan hem de Mevlevî ve Bektaşî geleneklerindeki menkabelerden açıkça anlaşıldığı gibi tam bir batınîdir. Bu davranış biçimi farkı şüphe yok ki, aralarında bir ayrılık meydana getirecektir.” Hacı Bektaş Velî ile Mevlâna görüşmüşler midir? Bunu kesinlikle bilmiyoruz. Fakat her ikisinin birbirinin varlığından haberdar olduğunu hem Hacı Bektaş Veli’nin hayatını anlatan Vilâyetnâme hem de Mevlâna’nın hayatını anlatan Ariflerin Menkıbeleri söylemektedir.
Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre :
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Evinizde oturun, orda burda dolaşmayım. Çünkü siz evsiniz, hem de Tanrı’nın evi.” demiştir. Eserleri dikkatle incelenecek olursa, bu iki büyük insanın görüşlerinde ortak noktalar kolaylıkla ortaya çıkar. Elbette onların farklı yönleri de vardır. Bu konuda Abdülbakî Gölpınarlı şunları söylemektedir.
128
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
129
Hacı Bektaş Veli ile Yunus Emre’nin karşılaşmalarını Vilâyetnâme şöyle anlatmaktadır: “O yöre köylerinden birinde Yunus isminde rençberlikle geçinir çok fakir bir adam vardı. Bir sene kıtlık oldu; Yunus’un fakirliği büsbütün arttı.Nihayet birçok keramet ve iyiliklerini duyduğu Hacı Bektaş Veli’ye gelip yardım istemek fikrine düştü. Sığırının üstüne bir miktar alıç koyup dergâha geldi. Pir’in ayağına yüz sürerek hediyesini verdi ve kendisine bir miktar buğday istedi. Hacı Bektaş Veli ona iyi davranarak birkaç gün dergâhta misafir etti. Yunus geri dönmek için acele ediyordu. Dervişler Pîr’e Yunus’un acelesini anlattılar. O da “Buğday mı ister, yoksa erenler himmeti mi”diye haber gönderdi. Gerçekleri göremeyen Yunus buğday istedi. Bunu duyan Hacı Bektaş tekrar haber gönderdi: “İsterse alıcın her danesine nefes edeyim” dedi. Yunus tekrar buğdayda israr edince artık emretti, buğdayı verdiler, Yunus da dergâhtan çekilip gitti. Lâkin biraz yürüdükten sonra işlediği hatanın büyüklüğünü anladı. Çok pişman oldu. Derhal geri dönerek kusurunu itiraf etti. O vakit Hacı Bektaş, onun kilidini Tapduk Emre’ye verdiğini, bu yüzden isterse ona gitmesini söyledi”. Yukarıdaki parça bizi iki yönden aydınlatmaktadır: Birincisi, Hacı Bektaş tekkesinin ne gibi görevler yaptığını göstermektedir. Ta Eskişehir’in Sivrihisar kasabasında yaşayan çiftçi Yunus, kıtlık olup geçim sıkıntısına düşünce, çoluk çocuğunu doyurmak için bir yardımlaşma ve dayanışma kurumu gibi çalışan ve ünü ülkenin her yanına yayılmış olan Hacı Bektaş Veli’nin tekkesine gelmiştir. Gerçekten de bu tekke, bozulup dağılmaya yüz tuttuğu zamana kadar uzun yıllar, varlıklı kimselerin verdiği, ihtiyaç sahiplerinin aldığı, yolcuların yemek yediği, fakir fukaranın barındığı bir yer olmuştur.
İkincisi ise, Yunus’un Hacı Bektaş Veli’nin halifelerinden Taptuk Emre’nin dervişi olduğunu söylemektedir. Vilâyetnâme’nin verdiği bu bilgiye rağmen Yunus’un şiirlerinde Hacı Bektaş Veli’nin adı geçmez. Yalnız Yunus’a atfedilen,
Âl ‘Osman oğluna hüküm yürüten Nazarilen dağı taşı eriten Binüp cansız duvarları yürüten Hacı Bektaş derler veli’yi gördüm nefesinin gerek Yunus’un divanında bulunmaması, gerekse dilinin çok yeni olması nedeniyle Yunus’a ait olmadığı söylenmektedir. Yunus’un Divanı bu yüzyılın başlarında, yani onun ölümünden altı yüzyıla yakın bir süre sonra sözlü kaynaklara dayanılarak düzenlenmiştir. Bu yüzden onun taklit edilmesi çok kolay şiirlerine başka şairlerin şiirleri karışmış olduğu gibi bazı şiirleri de Divan’da yer almamıştır. Bu şekilde düzenlenmiş bir Yunus Divanı’nda Hacı Bektaş Veli’nin adının geçmemiş olmasını ileri sürerek Yunus’un Hacı Bektaş Veli’yi tanımadığı sonucunu çıkarmak yanlış olur. Abdülbâki Gölpınarlı, Yunus Emre - Hayatı, adlı eserinin önemli bir kısmını “Yunus Bektaşîdir” konusuna ayırmış, Yunus’un :
Kırkından kan akıdıp ibret gösteren menem Muhammed’i yarattı mahlûka şefkatinden Hem Ali’yi yarattı müminlere fazlıdan gibi beyitlerinin Bektaşî geleneklerine uygun düştüğünü, Bir sualim var sana ey dervişler ecesi Meşayih ne buyurur, yol haberi nicesi ile başlayan ve Dört kapudur kırk makam yüz altmış menzili var Ana eren açılur vilâyet derecesi
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Kırkların birisine çalmışidim nişteri
130
ile devam eden beyitlerin çok önemli olduğunu, en eski yazmalarda da bulunan bu şiirde Yunus’un adetâ Hacı Bektaş Veli’nin Makalât’ını özetlediğini, başka bir şiirinde de Ana eren dervişe iki cihan keşfolur Anın sıfatın över ol Hocalar Hocası diyerek Yunus’un Makalât’ı gördüğünü ve “Hocalar Hocası” sözünden de Hacı Bektaşı kastettiğini söylemiştir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Abdülbaki Gölpınarlı’nın dışında Hacı Bektaş Veli’nin Makalât’ını yayınlayan Prof.Dr.Esad Coşan ile konunun uzmanı Prof.Dr.Iré ne Melikoff’un konumuzla ilgili sözlerini burada nakledelim:“Türk edebiyatının en büyük şairlerinden olan Yunus Emre’nin (ö.1320) şiirleri, Hacı Bektaş’ın düşünceleriyle aynı düşünceleri açıklar: O da Hacı Bektaş gibi dört kapıdan, kırk makamdan, ibadetten, yetmiş iki millete saygı gösterilmesinden, insanda bulunan şeytanî güçlerle ilahî güçlerin bitmeyen savaşından, iyi ve kötü huyların askerlerinden söz eder. Yunus’un Risaletü’l-Nushiyye adlı eserinde bazı ilâvelerin yapıldığını kabul eden kimseler, onun yukarıda bahsettiğimiz düşüncelerini açıklayan şiirlerinin Divan’ına sonradan girdiğini savunsalar da doğrudan doğruya veya dolaylı yollardan olsun, Hacı Bektaş ile Yunus arasında geçmişte kurulmuş olan samimî ilişkiler inkâr edilemez”.
131
“En eski kaynakların, özellikle Hacı Bektaş’ın Vilâyetnâmesinin tanıklığını kuşkuyla karşılamamız gerektiğini söyleyebiliriz. Gerek Yunus Emre ile Hacı Bektaş’ın ilişkilerinde, gerekse Hacı Bektaş ile Yunus’un manevî üstadı Tabduk Emre arasındaki ilişkilerde gerçekten de bu kişilerin aynı toplumsal ve manevî ortamdan oldukları söylenebilir”.
AŞK ELÇİSİ: YUNUS EMRE Talat HALMAN, Prof. Anadolu'nun özünden gelen ve hümanizmanın en iyi temsilcilerinden biri olan Yunus Emre, barışa ve uluslar arasında âhenge kendini adamış ve insan ruhunun asil duygularını baştacı etmiştir. Haber eylen âşıklara: Aşka gönül veren benim;
Aşk bahrisi olubanı Denizlere dalan benim Deniz yüzünden su alıp Sunuveririm göklere, Bulutlayın seyran edip Arşa yakın varan benim. Yıldırım olup şakıyan, Gökte melâik dokuyan, Bulutlara hüküm süren, Yağmur olup yağan benim.
Mistik rûhun şairi, canevinde bir tanrısal kudret bulur. Çünkü aşkın şairidir, sevgilerin elçisidir o. 13üncü Yüzyıldan 14üncü Yüzyıla dev adımlarla ve derin heyecanlarla geçen Anadolu ozanı Yunus Emre, aşkın özvarlığını yaşamış ve dile getirmiştir. Boşuna dememiş: “Kimde bir zerre aşk varsa / Çalap (tanrı) varlığı ondadır.” Ve onun için, tüm inançlara ve dinlere, tüm kutsal kitaplara sahip çıkar: “Evvel benim, âhir benim / Canlara can olan benim… Bir nazarda dünya düzen / Dört kitabı doğru yazan / İncil benim Kur’an benim.”
Ben gelmedim dâvâ için, Benim işim sevi için.
Yaşadığı dönemde, Haçlı Seferleri ve Moğol akınlarıyla yıkıntılara uğramış olan Anadolu’da, Yunus tasavvufun çoşkusunu ve lirik Türkçenin - - halk dilinin - - sesini yere göğe duyurdu. Selçuklu İmparatorluğunun güneşi sönerken, Yunus köyleri kasabaları dolaşarak, derinliklerle, inceliklerle dolu sevgi ve ahlâk şiirlerini okuyordu. Gerek şiirleri, gerek ilâhileri, önce Osmanlılara, 20nci Yüzyılda da modern Türkiyeye ilhamlar verdi. Yunus’un aşkı ve erdemi baş-tâcı eden yalın eserleri, dünyada barış ve dayanışma ülküsü, hümanizma ve evrensellik rûhu, Tanrı ile insanların birliği, toplumsal adalet anlayışıyla yoğrulmuştur. 13üncü Yüzyıl, Anadolu’nun “Mucize Yüzyılı”dır. Selçuklular, dünyanın batıya uzanan tek yarımadasını Türkleştirirken, İslamlaştırırken, yeni bir uygarlığın rengârenk boyutları yerleşiyordu. Anadolu’nun nice eski uygarlıklarının kalıtlarından oluşmuş sentezine
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
760 yıl önce doğmuş olan Yunus Emre, Çağına ve sonrakilere, bugüne ve bizlere sevgi ve barış çağrıları gönderiyordu:
132
İslami değerlerle birlikte tasavvuf da kök salıyordu. Bir alternatif iman gibi, geleneksel inançlara karşı bir direniş cephesi gibi tarikatler doğdu, gelişti, yayıldı. Resmî dine karşı ayaklanan yeni hareketler yaşandı. Gazi rûhu ile Sufi maneviyatı yanyana… Fütühat ile fütüvvet… Ahilerle Baciyan-ı Rûm’un çalışma erdemleri… Medreselerle tekkeler arasında gerilim… Anadolu, o çağda çatışmalardan taze bir senteze yöneliyordu.
Anadolu “Aydınlanma”sında, “Bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır… Gönül ekersen gönül biçersin…Düşmanının bile insan olduğunu unutma… İncinsen de incitme…Alnı açık ve cesur dolaşmak için, herşeyden önce adaletli ol…” gibi öğütler veren Hacı Bektaş Veli de vardı, “Ne düşünürsen savaşa dair, ben ondan uzağım, çok çok uzaklardayım / Ne düşünürsen aşka dair, ben işte oyum, yalnızca oyum, tümden oyum ben…Tüm camilerde, tapınaklarda, kiliselerde tek bir kutsal yer görürüm ben… Kadın bir yaratık değil, bir yaratıcıdır…Aşkın kendi dini var…Silâhlarla cahillik bir araya gelince dünyayı zulümle yakıp yıkan firavunlar ortaya çıkar…” diyen Mevlâna Celâleddin Rumi de… Ve nefis bir halk hümanizması ile “Yaratılmışı severiz / Yaratandan ötürü…Bir kez gönül yıktın ise / Bu kıldığın namaz değil… Hakkı gerçek sevenlere / Cümle âlem kardeş gelir” sözleriyle gönüllere taht kurup nesillere sevgi yayan Yunus Emre de egemendi. O manevi iklimde güleryüzlü bir mizah ve hiciv de serpilip gelişti. 13üncü Yüzyıl, çağlara gülücükler ve kahkahalar armağan eden Nasreddin Hoca’nın da mucizesini de yaşadı.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Türklüğün 1500 yılı aşkın kültür tarihinde, 13üncü Yüzyıl mucizesine benzer yaratıcı, yöneltici, yüceltici bir dönem az bulunur.
133
Ve o yüzyıl kapanırken, Osmanlıların kurduğu yeni Türk Devleti, güçlü bir kadere yöneltiyordu. Her büyük devlet, her İmparatorluk, hem savaşçı, hem de yaratıcı bir serüven yaşar. Osmanlı da öyle oldu. Yeni devletin ilk yirmi yılında Yunus’un ülküleri ve ilâhileri Anadolu’da yankılanıyordu herhalde. Sonraki yüzyıllarda, 21inci Yüzyılın başlarında da, hem Türkiye, hem başka birçok ülkeler, bu halk ozanının sesini yalnızca tertemiz Türkçesiyle değil, birçok dillerdeki - - Almanca, Fransızca, İngilizce, Rusça, İtalyanca v.b. - - çevirilerle dinledi. UNESCO - - Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu - - 1991’i, doğumunun 750inci yıldönümü dolayısıyla, “Uluslararası Yunus Emre Yılı” ilân etmişti. Düzinelerle ülkede, bu arada Almanya’nın birçok kentlerinde, konferanslar, sergiler, seminerler, şiir programları sunuldu, yayınlar yapıldı. Yunus Emre, Anadolu’nun öz sesidir, gür sesidir. Türkiye’nin kırsal kesimi, ozanını öyle bağrına basmıştır ki 13 değişik köy ve kasaba, Yunus’un gömüldüğü yer olduğunu öne sürmektedir. 1957’de Eskişehir’in Sarıköyünde Yunus Emre anıtı açılacağı vakit civardan 30 bin kişi kopup gelmişti törene, arabalarla, kamyonlarla, kağnılarla, otobüslerle, yaya. Resmî görevlilerin konuşmalarını yarım bıraktırdı bu halk. 30 bin kişi, hep bir ağızdan, Yunus’un ünlü bir ilâhisini söyledi orada:
Şol cennetin ırmakları Akar Allah deyu deyu Çıkmış İslam bülbülleri Öter Allah deyu deyu.
Yunus Emre’nin köklü inancı “hümanizma” idi: Bu, kadın erkek herkesi Tanrıyla, doğayla, toplumla ilişkilerinde yücelten bir ülküdür. Türk şiirinin ilk hümanisti, sayısı üç yüzü aşkın şiirlerde, insan yaşamının yüksek değerini savunmuştur: Ona göre, Tanrı varlığı, bir gözgü, yani aynadır; bakan, o aynada kendi yüzünü görür. İmanı dar bir açıdan yorumlayanlara, Tanrı’yı insan gönlü içinde aramak gerektiğini, çünkü Tanrı ile insan arasında bir ayrım olmadığını söylemiştir. Yunus, ecelin sevenlere el sürmeyeceğini söylemiştir. Ve aşk, manevi mükemmelliğin özüdür: “Aşk gelicek cümle eksikler biter.” Yaşamı konusunda pek az bilgimiz var. Anadolu’nun dört bucağına giderek halkı şiirleriyle, ilâhileriyle büyülediğini biliyoruz. Gerçi bazı mısralarında, okumamış, ümmî olduğunu söylüyor ama, İslam felsefesini ve tasavvufun manevi kültürünü mükemmel bildiği, Farsça ve Arapça terimleri doğru ve güzel kullandığı görülüyor.. En sevilen şiirleri, duru ve kolay anlaşılan Türkçesinin güçlü örnekleri arasındadır. Çoğu bugün, yazıldıklarından yüzyıllarca sonra bile, dipdiri…
Dağlar ile taşlar ile Çağırayım mevlâm seni Seherlerde kuşlar ile Çağırayım mevlâm seni Gökyüzünde İsa ile Tur dağında Musa ile Elimdeki âsa ile Çağırayım mevlâm seni.
Yunus’un manevi ikliminde, hiçbir din, başka dinlerle çatışmaz, aykırılık yoktur; gerçek aşk, bütün inançlar birleşince doğar. Uluslar ve dinler arasında uçurum ve uyuşmazlık tanımayan mistik sevgi, uzlaşmanın ve barışıklığın üzerinde durur. Yunus, kendisine karşı gelenlere bile, iyi dilekler sunmuştur:
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Yunus’un hoşgörülü mistik düşüncesinde, Tanrıyla insanın özdeşliği ve dinlerin birliği, dayanışması, kaynaşması gibi kavramlar ağır basar:
134
Her kim bana ağyar ise Hak Tanrı yâr olsun ona Her kancaru varır ise Bağ u bahar olsun ona. Bana ağu sunan kişi Şehd ü şeker olsun aşı.
Türkçenin en özlü erdem sözlerinden biri Yunus’undur:
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Dövene elsiz gerek Sövene dilsiz gerek
135
750 yıl önce doğan büyük ozanımız, denebilir ki, İslâm edebiyatı tarihindeki en önemli halk ozanıdır. Yunus, barışa ve uluslar arasında âhenge kendini adamış bir mistik düşüncenin gür sesiydi, bugün de öyle… Sanatla yüksek ahlâktan benzeri az bulunur bir bileşim yaratmış, insan ruhunun asil duygularını baştacı etmişti. Ona göre, insan neyi severse gerçek imanı odur. Yunus, tüm insanlığa kucak açmıştı: “Dünya benim rızkımdır / Halkı benim halkımdır.” Yaşadığı çağda, birçokları yeryüzünde insan varlığının değersiz olduğu görüşünü öne sürüyordu, ama bizim insancıl şairimiz dünyayı eşsiz güzelliklerininin hepsiyle bağrına basıyordu:
Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış İnsan böyle geline bakar bakar doyamaz
Coşkulu şiirlerinin birinde “Severim ben seni candan içeri” diyen Yunus Emre, bütün
insanlara gösterdiği iyi niyetle, dinler ve uluslar arasında barış ve dayanışma uğrundaki çağrılarıyla da her zaman anılacaktır:
Adımız miskindir bizim Düşmanımız kindir bizim Biz kimseye kin tutmayız Kamu âlem birdir bize
Yunus Emre, İslâmiyetin öz değerlerine, dürüst yaşayışa ve güzel ahlâka dönüşün ozanıdır. Yürek temiz değilse hacca gitmek neye yarar:
Yunus Emre der: Hoca Gerekse bin var hacca Hepisinden iyice Bir gönüle girmektir.
Ararsan Mevlâyı kalbinde ara Kudüste Mekkede Hac’da değildir
Gerçek müminin imama, hocaya, aracıya ihtiyacı yoktur:
Aşk imamdır bize, gönül cemaat
Kupkuru şeriatın, gerçeklere uymadıkça, beyhude olduğunu da dobra dobra belirtmiştir Yunus Emre…
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Tanrıya giden bir yol, insanın kendi yüreğidir Yunus’a göre:
136
Mistik rûhun en büyük özlemi, aşk duyduğu sevgiliyedir. Bu sevgili Tanrı da olabilir, insan da. Yunus Emre, o özlemi Türkçenin en güçlü şiirlerinden birinde dile getirmiştir.
Aşkın aldı benden beni, Bana seni gerek seni; Ben yanarım dün ü günü, Bana seni gerek seni. Ne varlığa sevinirim, Ne yokluğa yerinirim, Aşkın ile avunurum, Bana seni gerek seni. Aşkın âşıklar öldürür, Aşk denizine daldırır, Tecelliyle doldurur, Bana seni gerek seni.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Aşkın şarabından içem, Mecnun olup dağa düşem, Sensin dün ü gün endişem, Bana seni gerek seni.
137
Sufilere sohbet gerek, Ahilere ahret gerek, Mecnunlara Leylî gerek, Bana seni gerek seni.
Ve kavuşmak, en yüce mutluluktur. O mutluluğa herşey feda olsun, can feda olsun:
Canlar canını buldum, bu canım yağma olsun; Assı ziyandan geçtim, dükkânım yağma olsun. Ben benliğimden geçtim, gözüm hicabın açtım; Dost vaslına eriştim, gümanım yağma olsun. İkilikten usandım, birlik hânına kandım; Derdi şarabın içtim, dermanım yağma olsun.
Varlık çün sefer kıldı, dost andan bize geldi; Viran gönül nur doldu, cihanım yağma olsun. Geçtim bitmez sağınçtan, usandım yaz u kıştan; Bostanlar başın buldum, bostanım yağma olsun. Yunus ne hoş demişsin, bal u şeker yemişsin; Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun.
Ama, Sufi’nin en güçlü çağrısı sevgiye, âhenge, anlayışa, dayanışmaya ve barışadır. Yedi yüzyıldan uzun bir süre önce, Anadolu’nun gür ve lirik sesi Yunus Emre, insanlığı aşka çağırıyordu:
Gelin tanış olalım İşi kolay kılalım Sevelim sevilelim Dünya kimseye kalmaz
YUNUS’UN AŞK FELSEFESİ AŞK; Tanıma Sığmayan Sözcük: Aşk veya Yunus’un tercih ettiği şekliyle ışk,tanımlanamayan bir sözcük olarak karşımıza çıkmaktadır. Yunus’un bütün felsefesini özetleyen bu anahtar sözcüğün tek bir cümleyle veya cümleciklerle tanımı imkansızdır. Zira, Yunus’a göre, aşk her şeydir: Tanrı aşktır; yaratılış aşktır; doğa veya doğa olayları aşktır; insan aşktır; insanın bütün duyguları aşktır; din ve iman aşktır; küfür ve isyan aşktır; yaşam ve ölüm aşktır; cennet ve cehennem aşktır; yokluk ve varlık aşktır. Kısacası her şeyin özü aşktır ve her şey aşkın eseridir. Bunu Yunus’tan dinleyelim: Bu yir ü gök ü arş ü ferş ışk dadı ile kayımdur Bünyadı ışkdur âşıka her bir arada eli var. Burada Yunus bize, yerin, göklerin ve gök cisimlerinin aşktan yapıldığını ve aşk ile varlıklarını devam ettirebildiklerini belirtmektedir. Dürlü dürlü cefânın adını ışk virmişler Bu cefâya katlanan dosta halvet irmişler
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi Doç. Dr. Mehmet Bayraktar’dan “AŞK”, “Yunus’un Aşkı”yla ilerleyelim:
138
Işk durur dürlü belâ döndürür hâlden hâle Dört elinden piyâle key melamet olmuşlar. İşidün ey yârenler kıymetli nesnedür ışk Değmelere bitimez hürmetlü nesnedür ışk
Hem cefâdur hem sefâ Hamza’yı atdı Kaf’a Işk iledür Mustafâ devletlü nesnedür ışk. Burada da Yunus, insanın ıstırap ve cefâsının neşe ve sevincinin, dolayısıyla bütün yaşamının aşk olduğunu söylemektedir. Denizleri kaynadur mevce gelür oynadur Kayaları söyledür kuvvetlü neşredür ışk Derken de. Yunus doğa olaylarının aşkın eseri olduğunu vurgulamaktadır. İlim hod göz hicâbıdür, dünya ahiret hisâbıdır Kitab hod ışk katibidur, bu okunan varak nedür
Burada ise Yunus, hakiki kitap ve dinin aşk olduğunu belirtir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Buraya kadar, her şeyin aşk ve onun eseri olduğunu Yunus’un kendi diliyle söyledik.
139
Şimdi de, yine Yunus’un dilinden aşkın tanımsız ve tarife sığmaz olduğunu dinleyelim:
Işka tanışık sığmaz, değme can göğe ağmaz Pervâneleyin oda yanmayan âşık mudur.
Okuyuban yazmadın, yanıluban azmadın Yunus bu ışk sözüni kim bildi bilesidür. Hatta Yunus, aşkın, örnek getirerek benzetme yoluyla bile anlatılamaz olduğuna kânidir: Işk, hiçbir nesneye mesel bağlasam olmaz Dünyede âhiretde ne dutısar ışk yirin O halde Yunus’a göre aşk tanımlanan değil, tanımlayandır, anlam değil, anlamlandırandır. Aşk, asıl ve öz olması nedeniyle varlık ve duygu planında varolan her şeye, “şey” olma anlamını kazandırmaktadır. İşte kendisi anlamlanan değil, anlamlandıran olması nedeniyle, Yunus’a göre gerçekte aşkı tarife ve tanıma sığdırmak olanaksızdır.
Buna rağmen, anlam bakımından tanıma sığmayacak kadar geniş kapsamlı olan bu aşk sözcüğü, ancak gerek varlıksal (ontolojik) gerekse duygusal ve varoluşsal (egzistansiyel) olarak, varolan her şeyle açıklanabilir gözükmektedir. Çünkü, her şey olmakla aşk, Yunus’a göre varlıksal (ontolojik) planda prensip ve öz oluyor; yani aşk, başka bir deyişle varlığın niteliği (mahiyeti) dir. Yunus’un aşkı öz olarak görmesi, insanlık düşünce tarihi bakımından son derece önemli bir noktadır.
Şöyle ki:
Özellikle Eflâtun (Platon) ve Aristo, varoluşu açıklamak için, aşkı buna sebep olarak düşünmüşlerdir. Konuyu basit bir dille anlatırsak, öncesiz olan yetkin Tanrı ile yine öncesiz olan fakat yetkin olmayan ilk madde (Heyûla) göz göze gelince ilk madde Tanrı’nın yetkinliği karşısında onun yetkinliğiyle yetkinleşebilmek gayesiyle ona aşık olur, duygulanır. Bu duyguyla ilk madde harekete geçer ve Tanrı, ona yetkinleşsin diye formlar (suretler) verir: böylece de varoluş başlar. Fakat burada aşk, varoluşu sağlayan bir araçtır, ne Tanrı’nın ne de maddenin özüdür. Diğer taraftan, Eflâtun, Aristo ve onların çizgisinde olan Fârabi ve İbn Sina gibi Müslüman filozoflarla, Kierkegaard’a gelene kadarki bütün Batı filozofları, özsel (essentiel) bir felsefe yapmışlardır. Yani onlara göre bir şey, bir öz (cevher veya zât) ve bir de
Doç.Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara/Sayfa 21-2223 Aldatmasın seni dünya sefası Giyesin kefeni koyasın libası Vücudun şehrinde ruhun hüması Geçer bu eyyamlar ellere girmez Türlü donlar ile kendin bezersin Kitaplar okuyup sözler yazarsın Bildim dersin, niçin gafil gezersin? Geçer bu eyyamlar ellere girmez Yunus eydür, gelin imdi kardaşlar Dökelim gözümüzden kanlı yaşlar Nasihatim budur size dervişler Geçer bu eyyamlar ellere girmez
Kierkegaard’la başlayan varoluşçu felsefe (egzistansiyelizm), tam zıt bir görüşü savunmuşlar; yani varlık öncedir, öz sonradır. Yani öz yaşam süreci içersinde kazanılır. Bu anafikirden sonra varoluşçu filozoflar özün ne olduğu konusunda ikiye ayrılırlar: Kierkegaard ile K. Jaspers ve G. Marcel gibi dindar kanat, özün Tanrı karşısında duyulan gizemli mutlak imân
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
varlık (existence veya vucûd) tan oluşur; fakat, her zaman öz, varlıktan öncedir. Fakat öz nedir, sorusunu onlar bir varlık türünü toptan temsil eden zihindeki bir genel kavram diye açıklamakla yetinmişlerdir. Buna göre, varlığın özü varlığın içinde değil, dışarıdadır; yani zihindedir. Başka bir deyişle özler Tanrı katında ve onun zihnindedir: Eflâtun, Plotin, Philon d’Alexandre, Farabî, İbn Sina ve birçok Hıristiyan ve Müslüman mutasavvıfın düşündüğü gibi, dolayısıyla öz, onlara göre aslında “boş” bir kavramdan öteye geçmemektedir.
140
olduğunu savunurken, J.P.Sartre ve A. Camus gibi ateist kanat, özü, “Kötü Son” olarak adlandırdıkları ölüm veya hiçlik olarak görürler.
Özün ne olduğu konusunda, basitleştirilerek verilen bu çok kısa bilgi Yunus’un, aşkı öz olarak görmesinin ne kadar özgün bir düşünce olduğunu göstermeye yeter sanırız. Daha da önemlisi Yunus’taki varlığın özü olarak kabul ettiği bu aşk, kavramsal bir düşünce olmayışıdır. Bu varoluşsal bir aşktır, yani özellikle insan varlığı bunu sevgi, mutluluk, özgürlük, imân gibi olumlu; ıstırap, tasa, cefâ, kaygı, küfür gibi olumsuz bütün duygular şeklinde yaşamaktadır. Dolayısıyla Yunus’ta aşk, hem yaşanan duygusal, yani varoluşsal (egzistansiyel) gerçekliği hem de varlıksal, yani ontolojik gerçekliği olan bir kavramdır. İşte bu nedenle Yunus Emre, aşk sözcüğü yerine ışk sözcüğünü tercih etmiştir. Çünkü ışk, anlamca aşk sözcüğünden daha geniş kapsamlıdır ve aralarında nitelik farkı vardır. Aşk, daha çok duygusal ve profan bir sevgiyi ve muhabbeti ifâde ettiği halde, ışk ulvî ve manevi sevgiyi ifade eder. Gerçi aşk-ışk ayırımını ilk yapan Yunus Emre değildir; bu ayırım ondan çok daha önce bazı Müslüman düşünürler tarafından yapılmıştı, örneğin İbn Sina gibi. Fakat yukarıda da açıklamaya çalıştığımız gibi, ışk anlamındaki aşkı ilk olarak her şeyin özü ve prensibi olarak gören Yunus’tur.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Yunus’un tanıma sığmayan bu aşk kavramının, öz olarak iki olgusal yönü vardır. Birincisi, aşkın varlığı varlık yapan yönüdür. Bu, aşk olmasaydı, varlıkta özellikle de insan varlığında, yaşam olmazdı demektir. İkincisi, aşkın varlığı yaşamsal yapan yönüdür. Bu, aşk olmasaydı, varlıkta özellikle de insan varlığında, yaşam olmazdı demekdir.
141
Yani başka bir deyişle, aşk, hem genel anlamda varlık ve varoluşsal-yokoluş (kevnfesâd), doğa olayları, ölüm gibi varlıksal olayların kendisidir, hem de varlıkların yaşamını oluşturan sevgi-kin, iyilik- kötülük, acıma-acımama, imân-küfür gibi maddî ve manevî olguların (fenomenlerin) kendisidir.
Dolayısıyla Yunus’ta birbirine bağlı iki çeşit aşktan söz edilebilir: Birincisi varlıksal aşk, yani ontolojik aşk; ikincisi varoluşsal ve yaşanan aşk, yani egzistansiyel aşk. Şimdi, eğer aşkın bu iki olgusal çeşidini veya yönünü açıklayabilirsek, Yunus’un aşk kavramını az çok tanımlayabiliriz. VARLIKSAL AŞK Yunus’a göre, aşkın varlığı varlık yapan öz olduğunu belirttikten sonra, niçin ve nasıl aşk varlığın özü olmaktadır sorusuna yanıt arayalım. 1. Aşk, Tanrı ve Varoluş Yunus Emre’nin, Çalab ve Allah isimleriyle de andığı Tanrı’sı hem seven (âşık), hem sevilen (ma’şûk), hem de sevgi (ışk) nin kendisidir. Aynı zamanda, Yunus’un bu Tanrı’sı yaratıcıdır da; kendisi tek olduğu halde, görünen çokluğu ışk, âşık ve ma’şûk olmasından yaratmıştır.
Yunus kendi söylüyor:
Asılda âşık u ma’şûka birdür Bu birden gerçi kim yüz bin görindi. Padişahlılık senündür heybetün var Yaratdun yir ü göği kudretün var. Işk olan Tanrı, âşık ve ma’şûk olmasıyla, bu “yüz bin” görünen varlığı yaratmıştır. Görünen, Tanrı’nın aşkından başka bir şey değildir. Herhalde Tanrı’nın aşkı yansımaktadır. Varlıkların ve insanın “benlik”ini oluşturan şey, Tanrı’nın aşkından başka bir şey değildir. İşte Yunus’taki Tanrı’nın yaratıcı aşkına biz varlıksal aşk diyoruz. Çünkü varlıklar özünü bu aşktan almaktadır; daha doğru bir ifadeyle, varlıkların özü, Tanrı’nın yaratıcı aşkının tâ kendisidir. Yunus’ta, birbirine zıt olmayan, aksine tamamlayıcı olan, iki yönlü bir yaratma veya varoluş izâhı görüyoruz. Birincisi, varoluşun metafizik izâhı; ikincisi, fiziki izâhı. a. Varoluşun Metafizikî Açıklaması Yunus Emre, Mevlânâ ve diğer Vahdet-i Vücûd doktrinini benimseyen mutasavvıflar gibi, varoluşu Tanrı’nın aşkıyla açıklar. Tanrı, kendi aşkı nedeniyle, ilk önce bütün varlığın prototipi olan ve kendi nezdinde henüz bilgisel bir varlığa sahip olan Muhammed’in Nûru’nu yaratır ve ona dostluk besler, -bazıları bu Nûr’u, Akl-ı Evvel (İlk Akıl), Akl-ı Kul (Bütün Akıl) ve Nefs-i Evvel (İlk Nefis) olarak da adlandırırlar-, bu dostlukdan
Yunus’u dinleyelim: Evvel yir gök yoğuken varıdı ışk bünyâdı Işk kadimdür ezelî ışk getürdi ne varın. Yunus bunu biraz daha açıklıyor: Yaratdı Hak dünyeyi Peygamber dostlığına Dünyaya gelen gider bâki kalası değil. Yaradıldı yir ile gök Muhammed’ün dostlığına Levlâk ana delildürür ansuz bu gök yir olmadı. Yunus bu görüşünü, son mısrada da kendisinin belirttiği gibi, “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, gökleri yaratmazdım” veya “Sen olmasaydın iki alemi yaratmazdım” anlamındaki Peygamber’e atfedilen kutsî hadislere dayandırmaktadır.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
varoluş başlar. Tanrı’nın “Ol” emriyle, Muhammed’in Nûru, mertebe mertebe açılarak (tecellî) dış dünyayı oluşturmuştur.
142
Yunus’un bu metafiziksel yaratılış izahı pek o kadar özgün değildir; çünkü daha önce birçok kimse özellikle mutasavvıflar benzer izahlarda bulunmuşlardı. Fakat aşağıda göreceğimiz Yunus’un konuyla ilgili fizikî izâhı oldukça ilginçtir. b. Varoluşun Fizikî Açıklaması Yunus, varoluşun bir de fizik, yani bilim açısından bir açıklamasının yapılmasına inanıyordu. Bu açıklama yaratılışın fiziken nasıl meydana geldiği sorusunu yanıtlamakla verilebilecekti. Yunus’a göre, Yaratıcı Tanrı, aşkı sebebiyle, bilgisi, kudreti, hikmeti gereği, varoluşu dileyince önce bir öz (cevher) yani bir çekirdek yarattı. Her bir varlık türü, Tanrı’nın bilgisi dahilinde o özün açılımından türedi.
Bakınız Yunus ne diyor: Halk bir gevher yaratdı kendünün kudretinden Nazar kıldı gevhere eridi heybetinden Yidi kat yir yaratdı ol gevherin tozından Yidi kat yaratdı ol gevherin bağından
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Yidi deniz yaratdı ol gevher tamlasından Tağları muhkem kıldı ol deniz köpüğünden
143
Muhammed’i yaratdı mahlûka şefkatinden Hem Alî’yi yaratdı mü’minlere fazlından Gâyib işin kim bilür meger Kur’an ilminden Yunus içdi esridi ol gevher denizinden. Yunus Emre bunu bilimsel ve açık bir şekilde “Risâletü’l Nushiyye”de şöyle açıklıyor: Padşâhın hikmeti gör neyledi Od u su toprağı u yile söyledi Bismillâh diyûp getürdi toprağı Ol arada hâzır oldı ol dağı Toprağıla suyu bünyâd eyledi Ana Âdem dimağı ad eyledi Yîl gelnüp ardunca debitdi anı Andan oldı cism’i Âdem bil bunı Od dahı geldi vû kızdurdı anı Çünki kızdı cisme ulaşdı canı
Sûrete can girmeğe fermân olur Pâdşâh emri ana dermân olur Sûret dahı cânı mesrûr eyledi. Önce Yunus’un bu iki şiirindeki anafikri açıklayalım. Sonra da düşünce tarihi bakımından bir değerlendirmesini yapalım. Yunus, Yaratıcı Tanrı’nın önce bir öz veya çekirdek bir varlık yarattığını, onun, Tanrı’nın varoluş için öngördüğü plâna uygun şekilde, ilk önce sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve nemlilik gibi dört temel niteliğe dönüştüğünü; sonra bunlardan her birinin diğerleriyle iki yönlü birleşmesiyle hava, ateş, su, toprak gibi dört temel ana madde (unsur) in
Yunus özellikle ikinci şiirinde, insan türünün, ilk tipi ve atsı olan Hz. Adem’in yaratılışından bahsederken, insan türünün varlıkların içerisinde en yetkin varlık olarak yaratıldığını kabul etmektedir. Bu fikirleriyle Yunus’u Frobischer, Koesian, Osborn, Haldane ve Teilhard de Chardin gibi bazı çağdaş kozmoloji bilginlerinin öncüsü saymak durumundayız. Çünkü Yunus Emre’ye göre, Tanrı’nın dilemesiyle yeryüzünün uygun bir yerinde toprağın su ile karışmasından meydana gelen çamur, havanın, rüzgarın ve güneşin etkisiyle mayalanma ve pişme şeklinde bir kimyasal evrim sonucu insan şeklini alıyor, sonra da Tanrı’nın ona kendi rûhundan üfleyerek ruh vermesiyle bir canlı insan türü oluşuyor. Yunus’un bu izahı, doğanın ve insanın oluşumu için Haldane’nin öne sürdüğü “Colladial Substance” (mayalanmış öz) teorilerine benzemektedir. Yunus Emre’nin varoluşu veya yaratılışı bu şekilde izah etmesi, insanlık düşünce tarihinde yakın zamana kadar benzeri bulunmayan bir olay olarak nitelendirilebilir. Onun bu düşüncesi ne kelâmcıların, ne de filozofların düşüncesine benzer. Kelâmcılar, âlemin Allah tarafından yaratıldığını söylerler; fakat genellikle bunun nasıl olduğu hususunda metafizik açıklamalar yapmanın ötesinde bir şey söylemezler. Diğer yandan filozoflar, tâ eski çağlardan beri âlemin oluşumu hakkında fikir yürütmüşlerdir. Thales gibi kimisi âlemin ana maddesinin su, Herakleitos gibi kimisi ateş olduğunu ileri sürmüşlerdir. Diğer filozofların da daha başka farklı görüşleri vardır. Fakat hiçbirisi Yunus’un görüşüne benzememektedir. İslâm dünyasında bu konuda, Nazzâm (öl. 845) ve Câhız (öl. 861)’dan Birûnî, İbn Arabî ve Mevlânâ’ya kadar çeşitli düşünürler bazıları bugünkü evrim teorilerine benzer, bazıları biraz daha farklı fikirler ileri sürmüştür. Yunus Emre’nin görüşü onlardan en çok Endülüslü meşhur bilim adamı ve tabip İbn Tufeyl (1100-1183)’ün görüşüne benzemektedir.
Fakat biz, Yunus’un bu Endülüslü bilimciden etkilendiğini sanmıyoruz. Zira, Yunus’un onu tanıdığına dair hiçbir bilgi yoktur. Genellikle etkilendiği kimseleri isimleriyle belirten Yunus’un, eğer ondan etkilenmiş olsaydı, onun da ismini anması gerekirdi.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
oluştuğunu daha sonra bunlardan her birinin diğerleriyle birli veya çok yönlü birleşmesi, bu bileşiklerin çeşitli atmosferik etkenler altında kimyasal ve jeolojik evrimleşmesi sonucu, gök cisimlerinden yer cisimlerine kadar insan da son evre olmak üzere çeşitli varlık türlerinin ilk tiplerinin ortaya çıktığını söylüyor.
144
Halbuki, Yunus’un bu konuda kimseden etkilenmediğini kendisinin şu sözlerinden açıkça anlamaktayız: Gâyib işin kim bilür meger Kur’an ilminden Yunus içdi esridi ol gevher denizinden Yunus’un yaratılıştan bahsettiği şiirinin bu son beyitinde, yaratılışın kapalı bir sorun olduğunu, herkesin kolay kolay bunu bilemeyeceğini söyledikten sonra, kendisinin Kur’an’dan hareketle böyle bir görüşe vardığını belirtiyor. Kur’an, bir bilim kitabı olmamakla birlikte Yunus’un da işaret ettiği gibi insana, yaratılış da dahil çeşitli konularda çeşitli bilgiler ve ipuçları vermektedir. Sorun, bunları doğru bir şekilde değerlendirip değerlendirememe sorunudur. Yunus, kendince bir değerlendirme yapıyor ki, biraz önce de belirttiğimiz gibi bu bazı çağdaş bilimcilerin de savunacağı bir görüştür. Sonuçta, metafizikî ve fizikî izahlar ne olursa olsun Yunus’a göre varoluş, ilâhi aşkın, dalga dalga yayılması ve açılıp serpilmesinden başka bir şey değildir. O halde, âlemdeki her şey, madde ve cisim olarak Tanrı’nın aşkının bir uzantısıysa ve Tanrı her şeye sevgisi ve muhabbetiyle ulaşmışsa, insanın da ona ulaşabileceği gerçek ve düz bir yol vardır: bu da Yunus’a göre aşk yoludur. Şimdi de Yunus ile bu yolda yürümeye çalışalım.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:25 ve > 2. Aşk, İnsan ve Dünya:
145
Yaratılış, Tanrı’nın aşkının eseri olmasına rağmen, Yunus’a göre dünya veya daha geniş anlamda bütün yaratılmış şeyler (âlem) bizi doğrudan Tanrı’ya ve onun aşkına götürmektedir. Çünkü, insan da dahil her şey, her varlık Tanrı’yla insan gönlü arasında bir perde gibidir. Yunus şöyle diyor: Varlıkdur hicâb kapı kim yıka bu hicâbı Dost yüzinden hicâbı götürmeye er gerek Hicâb oldun sen sana ne bakarsın dört yana Kaykımaz öne sona şuna kim dîdar gerek Gel imdi hicâbın yık hırs evinden taşra çık Hak bağışlaya tevfik kasdıla hüner gerek O halde Yunus’a göre, varlıklar Tanrı’nın “Yüzü”nü insandan gizleyen perdelerdi. Mevlânâ, İbn Arabî, Gazâlî, İbn Abbâd ve Ataullah gibi birçok mutasavvıf gibi, Yunus’a göre de dünyayı anlamlı kılan şey, onun perde oluşudur. Daha doğrusu insanın dünyayı, Allah’ı arkasında gizleyen bir perde olarak görebilmesidir.
Eğer Allah perdesiz ve apaçık olsaydı, Yunus’un gözünde her şey manasız olurdu; ne sır, ne aşk, ne de iman ve küfür olurdu. İşte bu açıdan her şeyi anlamlı kılan dünyadır. Bunun için Yunus: Ben ayumı yerde gördüm ne isterim gökyüzünde Benüm yüzüm yerde gerek bana rahmet yerden yağar Fakat diğer taraftan insan, bu dünya perdesini aralayıp, arkasındaki gerçeği görünce artık dünya anlamını yitirerek, anlamsızlaşır. Onun ötesinde manalar aranır: Bize didar gerek dünyâ gerekmez Bize ma’nî gerek da’vâ gerekmez Aşık bu dünyeyi n’ider akibet birgün terk ider Işk eteğini dutmuş gider her kim gelürse salâdur
Yunus için gerçek dervişlik, halk yolunda dervişliktir; çoğunun anladığı gibi Hak yolunda değildir. Çünkü, halka hizmet Yunus anlayışına göre Hak’ka hizmettir. Bu nedenle Yunus’ta dervişlik, yaşanan bir hâldir; yoksa kavramsal bir düşünce değildir. İşte bunun için Yunus’un dervişliği zor bir dervişliktir. Çünkü dervişlik dünyanın geçici güzelliklerine ve çekici zevklerine aldanmamak demektir. Yunus anlayışına uygun dervişlik, insanın kişisel benliğini yok eden; daha doğrusu onu “toplumsal” benliğe dönüştüren oradan da “İlâhi” benliğe yükselten bir dervişliktir. Dervişlik didükleri bir âcayib durakdur Derviş olan kişiye evvel dirlik gerekdür Çün evde dirlik ola Hakk’ıla birlik ola Varlığı elden koyup ere kulluk gerekdür Kulluk eyle erene bakup Hakk’ı görene Senden haber sorana key miskinlik gerekdür Başka bir yerde: Dervişlik didekleri hırkayla tâc değül Gönlin derviş eyleyen hırkaya muhtâc değül Hırkanın ne suçu var sen yoluna varmazsan Vargıl yolunca yüri er yolı kalmaç değül
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Yunus’a göre insan kurtuluşuna ve gerçek hürriyetine, dünya perdesini yıkmakla kavuşabilir. Ne var ki, bu perdeyi yıkmak pek kolay değildir. Bu Yunus’un deyişiyle hakiki bir dervişliği gerektirir.
146
diyen Yunus şöyle bitiriyor: Ben dervişim diyen kişi işbu yola âr gerekmez Derviş olan kişilerün gönli gindür tar gerekmez Derviş gönülsüz gerekdür söğene dilsiz gerekdür Döğene elsüz gerekdür halka berâber gerekmez Halka benzetmeye işin süre gönlinden teşvişin Yüzbini birdür dervişün arada ağyâr gerekmez Eğer derviş isen cümle âlem sana biliş Fodullığı hulka değiş arada ağyâr gerekmez Derviş olan kişiylerün miskinlikdür sermâyesi Miskinlikden özge bize mal ü mülk ü şar gerekmez Er elüni aldunısa ere gönül virdünise İkrâr ile geldün ise pes ere inkâr gerekmez Yunus sen gördüğün eri arturma gördüğün biri Şudur budur diyübeni derviş târumar gerekmez
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Görüldüğü gibi Yunus için dervişlik, ne hırka, ne tâç, ne tespih, ne de uzlet içinde yapılan âyin ve zikirdir. Gerçek dervişliğin ne havada uçmakla ne yürüyerek denizden geçmekle bir ilgisi yoktur.
147
O halde gerçek dervişlik, halkın hizmetinde tam bir güzel ahlâklılıktır. Bu da Yunus’a göregerçek ibadetlerin başıdır: İbâdetler başıdur terk-i dünya Eğer mü’minsen ana inanasın
Gerçek dervişlikle perdeyi aralayabilen kimse için, Hak dünyadadır; dünya ve dünyadaki her şey, Allah’ın aşkını söyleyen bülbüller olur. Sanki Tanrı’yı gözle görmüş gibi olur: Ol bî-nişandur cihandan ne diyelüm dilümüz andan Ol âlim-i deyyân zât her zât içinde zât olur ………….. ………….. Ol işlere eli iren Hak ışkına gönül viren Dostunı göze göz gören cümle varlıktan mât olur
Yâr yüreğüm yar gör ki neler var Bu halk içinde bize güler var
Hak cihana toludur kimseler Hakk’ı bilmez Anı sen senden işte o senden ayru olmaz İy dün ü gün Hakk’ı isteyen bilmezmisin Hak kandadır Her kandasam anda hâzır kanda bakarsam andadır İstemegil Hakk’ı ırak gönüldedür Hakk’a durak Sen senligün elden bırak tenden içerü cundadur
O halde insana dünyayı hem anlamlı, hem anlamsız kılan aşktır. Aşk ile insanın dünyayı anlamsız bulması, insanın kendisini aşması demektir. İnsan ne kadar bu manada dünyadan uzaklaşırsa uzaklaştığı ölçüde değer kazanır ve yetkinleşir. İnsan ne ölçüde dünyadan ve dünyalık benliğinden kaçarsa o ölçüde asıl benliğini bulur: Gel imdi hicâbın aç senden ayrıl sana kaç Senden bulasın mi’râc sana gelir cümle yol
Yunus bak niredesin ne yerde ne göktesin Bekle edep perdesin gel imdi gel tapu kıl Diğer taraftan Yunus’a göre eğer insan önce dünyayı kendisi için anlamlandıramıyor ve sonra anlamsızlaştıramıyorsa, insan dünya için anlamlanıyor. Bu, dünyanın insan için değil, insanın dünya için var olduğu demektir ki, Yunus bu görüşte değildir. İnsanın kendisini dünya için anlamlandırması, Yunus’un gözünde mutlak bir olumsuzluktur. İnsan ne kadar dünyaya bağlanır kalırsa o ölçüde dünyalaşır, gerçek benliğine yabancılaşır. İşte asıl menfi manadaki miskinlik budur ki bu, aşkın değil nefsin eseridir: Miskin âdem oğlanı nefse zebûn olmuşdur Hayvan canavar gibi otlamağa kalmışdur Hergiz ölümin sanmaz ölesi günin anmaz Bu dünyadan usanmaz gaflet ögin almışdur Dünya sevgisiyle kendi benliğine yabancılaşan insan, dünyayı bir gelin gibi görür ve onun alına, puluna bakıp doyamaz: Bu dünya bir gelindür yeşil kızıl donanmış Kişi yeni geline bakubanı toyamaz
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
…………… ……………
148
Bu dünyânın meseli bir ulu şara benzer Velî bizim ömrümüz bir tiz bazara benzer …………. …………. Bu şarun evvel dadı şehd û şekerden şirin Âhır acısını gör şol zehr-i mâra benzer …………. …………. Bu şarın hayalleri dürlü dürlü halleri Aldamış gafilleri câzû ayâra benzer Bu şarda hayallerün haddi vü şümarı yok Bu hayâle aldanan otlar davara benzer Bu şarın sultânı var cümleye ihsanı var Sultânla bilişen yoğıken vara benzer
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Yunus Emre, dünyayla dünyalaşanların sonunun pişmanlık ve kötümserlik olduğunu vurguluyor:
149
Bu dünya kahır evidür hem bâki değül fânidür Aldanuban kalma buna tiz tevbeye gelmek gerek
Dünyaya inanırsan rızka benümdür dirsin Niçün yalan söylersin çün didüğün olmaz Bu dünyaya gönül viren son-ucı pişmân olısar Dünya benüm didükleri hep ana düşman olısar Dünyanın muhabbeti ağulu aşa benzer Âhirin sanan kişi ağulu aştan geçer O halde sonuç olarak diyebiliriz ki, Yunus Emre’ye göre dünya bizatihi kötü ve yerilecek bir şey olması şöyle dursun tam aksine, çok değerli bir nesnedir; çünkü Tanrı aşkının tecelli ettiği, büyük bir aşk kitabıdır. Bu aşk kitabını okuyabilen, kendini onda bulur. Okuyamayıp da, gözü onun süsüne ve nakışlarına takılan onda oyalanır kalır. Sözü tekrar Yunus’a bırakalım, o söylesin:
Koyup nakş ü nigârı nakşa yol verme zinhâr Nakş ile yola giren âkıbet dünya sever Dünyayı bırak elden dünya geçmez bu yoldan İki ışk bir gönülden asla geçmez bu kadar Ye sevgil dünya dutgıl ye sevgil yol iletgıl İki da’vî bir ma’nî bu yolda sığmaz derler Geç mahlûk tâatından göz ırma dost katından Aldanma fânî nakşa fânî nakşı niderler Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:30 ve > VAROLUŞSAL AŞK Yunus’un eserlerinde en çok üzerinde durduğu aşk, varoluşsal aşktır. Varoluşsal aşk, daha önce de belirtildiği gibi, insanın özünde gizli bulunan aşkı gerek duygu ve düşüncesine gerekse davranış ve hareketlerine yansıtmaktadır. Bu, Yunus’a göre, insanın bilgi ve bilinç seviyesine bağlı olarak ya komedik biçimde ya da trajik biçimde yansır. Bu yansıma biçimlerine göre de varoluşsal aşk doğası itibariyle ya komedik ya da trajik olabilir.
Yunus Emre’ye göre, insanı güldürüp eğlendiren dünyalık aşka biz, “komedik aşk” adını veriyoruz. Bu, insanın tutku ve ihtiraslarının tatmininden doğan sevinç ve neşedir. Malmülk, mevki-makam, şan-şöhretin insana verdiği hazdır. Kısaca komedik aşk, sahip olma duygusu ve bu duygunun tutsaklığıdır. Komedik aşk, Yunus’a göre gelip geçicidir. Sevilen şey yok olunca bu aşk da yoktur; o zaman sevginin yerini hüzün alır, dolayısıyla komedik aşk, üzüntü, ıstırap, korku ve tasa gibi sevginin zıddı olan şeyleri de beraberinde bulunduran, onlarla iç içe olan bir aşktır. Komedik aşk, o halde yaşamı kendi akışı içinde olumlu ve olumsuz yönleriyle olduğu şekilde onaylamalıdır; fakat bu onaylamada insan kendi benliğini görünüşte ve sözde güzel şeylerle özdeşleştirme, sözde çirkin ve kötü şeylerden de uzaklaştırma vardır. Halbuki Yunus’un aşk sözüyle kastettiği aşk, esasen böyle bir aşk olmadığından komedik aşk için, görünüşte olumlu olan duygu ve olaylar aslında olumsuz, görünüşte olumsuz şeyler ise, aslında olumludur. İşte bunun için, Yunus’a göre, komedik aşk sözde ve dilde bir aşktır; insanı aldatan aldatıcı bir aşktır; insanı dünyalık şeylerden kurtarmak yerine, onlara hapseden bir aşktır. Komedik aşk, o halde Yunus’a göre olumsuz bir aşktır ki, insanın hakiki aşkı tanımasına engel teşkil etmektedir:
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
1. KOMEDİK AŞK
150
Diliyle ışk diyenler, bilmezler ışk neydüğini Işktan haber eyitmesün, kim dünya izzetin seve Kimi avrat oğlan sever kimi mülk hânuman sever Kimi sermâye dükkân sever bu dünya halden hâledür Bu dünyaya gönül viren son-ucı pişmân olısar Dünyâ benüm didükleri hep ana düşman olusar Yunus’un bu dizeleri bize komedik aşkın sahnesinin dünya olduğunu belirtmektedir. Bu aşkın oyuncuları, Yunus’a göre sadece kara cahiller değildir; gerçek ilim nedir bilmeyen âlimler; gerçek saltanat nedir bilmeyen sultanlar; gerçek dervişlik bilmeyen dervişlerdir. Sözde ilim, sözde saltanat, sözde dindarlık ve sözde dervişlik de Yunus’a göre komedik aşkın perdeleridir. Bu perdeler, insana gerçek aşkı ve benliğini kendisine kapatan perdelerdir. Yunus bunların yırtılmasını istiyerek şöyle diyor: Hicabdasın bugün seni göstermezler belki sana Hicab didüğümi anla dünyelikdür gözden bırak
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Komedik aşk, ham, kaba, çiğ insanların aşkıdır. Yunus’a göre, bu aşkın binbir türlüsü vardır ve onun oyuncağı olmayan hiçbir kimse yoktur:
151
Işksuz âdem dünyede bellü bilün ki yokdur Herbirisi bir nesneye sevgüsü var âşıkdur Çalabın dünyesinde yüzbin dürlü sevgi var Kabul it kendüzüne göre kangısı lâyıkdur Yunus bu süfli aşk ile kendisini âşık sanıp avunanlara acımaktadır. Yunus, insanları, bu tür kuruntulardan kurtarmak ve onları hakiki aşka davet için bir ömür çaba harcadığı gibi, davetinin kalıcı olması için de çabasını şiirlerine dökmüştür: İy çok kitaplar okuyan sen mi dutarsın bana dak Tâ bilesin sırrı ayan gel ışkdan okı bir sebak
Çağrısını yaparken, Yunus buna uyanların mal ve mülkünden, şan ve şöhretinden aslında bir şey kayıp etmemiş olacağını da vurgular. Ger uluya irdünise süret nakşı nedür senün Ma’nîye yol buldunısa işbu dünya nendür senin
Sen dünyenün terkin urgıl gelüp ışk odına girgil İleriki menzile irgil girü kalmak nendür senün Bu vücudun sermâyesi od u su vu toprak değül Herbiri asmına gider gâfil olmak nendür senün Büt-hâne vü şarab-hâne mescid oldı gerçek cana Bir pulun vermez ziyana yalancılık nendür senün Çünki ahrete kavisin ko bu yalancı da’visin Mal ü hazine sevisi âşıksan nendür senün Dün ü gün kaygular yirsin n’ideyim yohsulın dirsin Ol cömerddür rızkun virür kaygu yimek nendür senün Yigil yidiürgil biçâre eksilürse Tanrı vire Birgün tenin yire gire girü kalan nendür senün Yunus ol ışk badyasından sen igen esrük olmışsın Bi-hod iken irdün Hakk’a ayuk olmak nendür senün
2. TRAJİK AŞK Trajik aşk, Yunus’un yoluna çağırdığı gerçek aşktır. Bu, komedik aşkın tam tersine, dünyayı ve insanı dünyalık şeylere bağlayan duygu ve düşüncelerin bütününü olumsuz kılmadır. Yani gülme yerine ağlamayı, sefa yerine cefâyı, varlık yerine yokluğu, ölmeden önce ölmeyi, tokluk yerine açlığı, zenginlik yerine fakirliği tercih etme gibi normalde istenmesi gereken şeyleri terk ederek istenmeyen şeyleri arzulamaktır. Bu demektir ki, Yunus için, insanı gerçek aşka sevk eden şey, yaşamın trajik yönleridir. Nitekim Yunus böyle söylüyor: Yandı yüreğim dutuşdı bağrum cigerüm kebabdurur Aşıkların şerbetleri bu derdüme sebebdurur Dürlü dürlü cefanun adını ışk virmişler Bu cefaya katlanan dosta halvet irmişler Işıkdurur dürlü belâ döndürür hâlden hâle Dost elinden piyâle key melâmet olmışlar
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
O halde Yunus’a göre komedik aşk, aslında mal-mülkten, şan-şöhretten değil, insanın kendisini onlara esir etmesi ve benliğini tamamen onlara bağlamasıdır. İnsan bu tutsaklığını aşabildiği ölçüde mal ve mülkü, şan ve şöhreti olmasına rağmen, komedik aşktan kurtularak gerçek aşka ulaşabilir.
152
Âşıkun gözi yaşı dün ü gün turmaz akar Âşık kan ağladuğı ma’şuk soruncayımış Işkun zemzemesinden âşık boynu zencirlü Âzadlık istemez(ler) şöyle kaldılar dutsak
Ni’delüm bu dünyayı n’eyleyüp n’itmek gerek Dâima ışk eteğin komayıp dutmak gerek Çalab’um bu dünyayı kahır içün yaratmış Gerçeğin gelenlerün kahrını yutmak gerek Yunus’a göre bu trajedi gerçek olduğundan aşk yoluna başını koyanın, bu yolda yürümekten başka çaresi yoktur. Bu yola bir kere girilince de, bu trajedi hoş gelir insana: İy dost senün ışkın odı ciğerüm pâre boş kılur Işkundan yanar yüreğüm yanduğum bana hoş gelür
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Niçin bu böyledir? Bize göre, Yunus’un bütün felsefi ve dünya görüşü belki bu sorunun yanıtında yatmaktadır diyebiliriz.
153
Yunus Emre, varlığın nicelikleri ve niteliklerinin olduğu kadar, insan davranışlarının ve duygularının da biri olumlu (müspet), diğeri olumsuz (menfi) zıtlarının var olduğu görüşündedir. İyilik-kötülük gibi, güzellik-çirkinlik gibi, sevgi-nefret gibi, zenginlik-fakirlik gibi, aydınlık-karanlık gibi. Buraya kadar Yunus’ta bir yenilik yoktur; çünkü ondan önce ve sonra, birçok kimse aynı şeyi söylemiştir. Yunus’un diğer filozoflar ve mutasavvıflara olan büyüklüğü, bundan sonra başlıyor. O, öncekilerde ve sonrakilerde olmayan harika bir felsefe yapıyor. Bunu kısaca anlatmaya çalışalım.
Yunus, bütün diğer düşüncelerin zıddına, varlıksal niteliklerdeki ve duygulardaki olumluluk ve olumsuzluğun, zıtlıkların kaynağının, aşk olduğunu söyler: Hak bir gönül virdi bana ha dimedim hayrân olur Bir dem gelür şâdi olur bir dem gelür giryân olur Bir dem sanasın kış gibi şol zemheri olmuş gibi Bir dem beşâretden toğar hoş bağıla bostân olur Bir dem gelür söyleyemez bir sözi şerh eyleyemez Bir dem dilinden dür döker derdlülere dermân olur Bir dem çıkar arş üzere bir dem iner tahte’s-serâ Bir dem sanasın katredür bir dem taşar umman olur
Bir dem cehalette kalur hiç nesneyi bilmez olur Bir dem talar hikmetlere Câlinus u Lokmân olur Bir dem div olur yâ peri virâneler olur yiri Bir dem uçar Belkîs ile Sultân-ı ins ü can olur Bir dem varur mescidlere yüzin sürer anda yire Bir dem varur deyre girer İncil olur rûhbân olur Bir dem gelür İsî gibi ölmüşleri dini kılur Bir dem girer kibr ivine Fir’avun ıla Hâmân olur Birden döner Cebrâil’e rahmet saçar her mahfile Bir dem gelür güm-rah olur miskin Yunus hayrân olur
Yunus, gerçeklik dünyasında, bütün varlıkta ve özellikle de insanlarda olumluluklar kadar olumsuzlukların da gerçekliğe sahip olduğu yani zıtların beraberce bulunduğu düşüncesindedir. Sevgi adına nefretin, iman adına küfrün, birlik adına ikiliğin varlığını inkâr etmeye gerek yoktur. Hatta Yunus’a göre gerçek aşka ulaşmak için olumsuzluklar olumlu niteliklerden daha önemlidir. Çünkü gerçeklik dünyası her ikisinden oluştuğundan gerçeğin bilgisi, ancak olumluluklar ve olumsuzlukların beraberce bilinmesiyle elde edilebilir. Örneğin nefreti bilmeyen gerçekte sevginin ne olduğunu ve değerini tam olarak kavrayamaz. İşte bunun için, Yunus gerçek aşka doğru yol almak için, insanın önce olumsuzlukların ne olduğunu bilmesinin gereğine inanır. Bu iki yönden gereklidir. Birincisi bilgi açısından: Eğer insan gerçeklik dünyasını bir yönüyle tanır, diğer yönüyle tanımazsa, varlık hakkındaki bilgisi tam olmaz. İkincisi, insanın mutluluğu açısından: Eğer insan, sadece olumlu niteliklere sarılıp kalarak, olumsuzlukları görmemezlikten gelirse tam bir mutluluk içinde olmayabilir. Şöyle ki, her zaman zenginlik içerisinde olan birisi bir gün fakirliğe düşerse, bu durumda mutsuz olabilir. Halbuki, o kimse zengin iken fakirliğin ne olduğunu öğrenmiş olsaydı, fakirlikte mutluluğunu yitirmeyebilirdi.
Bu realizmden hareketle, Yunus insan için sürekli mutluluk oluşturacak, doğru bilgi verecek bir yol arıyor. Bunu yaparken realizmden idealizme geçiyor. Daha doğrusu realizmin yanında idealizmin de olmasını gerekli görüyor. Yunus’a göre, realizm ile idealizmi birleştirmek ancak insan iradesinin eğitimiyle sağlanabilir. İrade eğitiminde, Tanrısal idealler amaç olarak ele alınmalıdır. Yani insan
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Yunus Emre’ye göre, amaç olan olumlu nitelikler ve duygular olduğu halde, asıl olan olumsuzluklardır. Yani esas olan derman değil, derttir; iman değil, küfürdür; sevgi değil, nefrettir; aydınlık değil, karanlıktır; yaşam değil, ölümdür; varlık değil, yokluktur; birlik değil, ikiliktir. Niçin bu böyledir? Her şeyden önce bu, Yunus’un çok realist bir düşünür olmasıyla açıklanabilir.
154
iradesi onlara yönelik biçimde kanalize edilmelidir. İşte bu yolla insan, gerçek aşka erecektir ve normal hayattaki sevgi ile nefretin, zenginlik ile fakirliğin, bilgi ile cehaletin arasında çok da öyle bir fark olmadığını anlayabilecektir. Sevginin Tanrı adına olduğu zaman, bir anlamı; derdin onun adına olduğu zaman bir değeri olduğunu öğrenecektir. Çünkü, Yunus’a göre gerçek aşkın, ne zıddı ne de karşıtı vardır. Bunların olmadığı tek şey, aşktır. Aşk ile bütün olumluluklar ve olumsuzluklar arasındaki fark ortadan kalkar; başka bir ifadeyle olumsuzluklar olumluluk kazanır. Nefret sevgiye, ikilik birliğe, yokluk varlığa, ölüm ölümsüzlüğe, küfür imana dönüşür. Gerçek yaşamın tek prensibi olarak görülen aşka ulaşmak için, olumsuzlukları olumlu olarak yaşayabilmek, ancak insan iradesinin onları omuzlayabilmesiyle mümkündür. Bu da irade olarak trajik bir yaşam tarzını seçmek demektir. Başlangıçta her şey trajik olmasına rağmen yani yaşamın akışı insana hakim olmasına rağmen sonuçta bu akış gerçek aşka dönüştüğü zaman insan her şeye hakim duruma geçiyor ve yaşamın akışını o ele alıyor. Böylece, Yunus’a göre, insan aşkın diyalektiğini her şeye hakim kılmakla, kesiksiz ve sonsuz mutluluğa kavuşabiliyor. Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:37 ve >
Yunus'un varoluşsal aşkını birey açısından anlamak:
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
1. AŞK VE BENLİK
155
Yunus Emre, insanda insanın kendi varlığının bilincinde olmasını sağlayan ve onu dünyaya bağlayan bir varoluşsal benlik olduğunu söylemektedir. Bazen buna “nefis” adını da vermektedir ki, modern tabirle “ego” demektir. Yunus’a göre bu varoluşsal benlik, insanı gerçek aşktan, dolayısıyla da Tanrı’dan uzak tutan bir benliktir. Bu bakımdan bu benlik daha geniş anlamıyla insanın Tanrı’dan ayrılığını ve uzaklığını ifade eder. Dünya ve dünyadaki şeylere tutku demektir. İnsan birey olarak, bu aşktan yoksun olunca, şeklen insan bile olsa, esasta toprak, taş ve hayvan gibi herhangi bir varlıktan farksızdır. Yunus bunu şöyle dile getirmektedir: İşidün iy yârenler ışk bir güneşe benzer Işkı olmayan gönül misâli taşa benzer
Taş gönülde ne biter dilinde ağu düter Nice yumuşak söylese sözi savaşa benzer Işkı var gönül yanar yumşanur muma döner
Taş gönüller kararmış sarp katı kışa benzer Işksızlara benüm sözüm benzer kaya yankusına Bir zerre ışkı olmayan bellü bilün yabandadur Işksızlara virme öğüt öğüdünden alur değil Işksız âdem hayvan olur hayvan öğüt bilür değil Kurt ağacı n’ideler kesüp oda yakarlar Hem kim âşık olmadı benzer kurt ağaca Bu ve benzer dizelerden ayrıca anlıyoruz ki, Yunus Emre’ye göre, aşksız olan insanın benliği, kötülüklerin de kaynağıdır. Bir yandan kötülüklerden uzak olmak diğer yandan hakiki aşka ulaşmak için o halde varoluşsal benliği yok etmek gerekir. Aksi taktirde Yunus’un anlayışına göre gerçek aşk ile benlik bir arada bulunmaz. İkisinden birini seçmeli: Dünyeyi bırak elden dünye geçmez bu yoldan İki ışk bir gönülden aslâ geçmez bu haber
Gerçek aşka ulaşmak için insanın kendi dünyalık benliğini terk etmesi gerekir diyor Yunus Emre: Dostıla bilişen can oldur kendüye kıyan Varlık leşkerin sıyan dahı çapükter gerek
Gerçek dostı zevenler unutdılar kendüzin Kanda varurlar ise iltürler beni bile Eğer insan benliğinden geçerek, aşk yoluna girerse, aşk insanın benliğini yok eder. Yunus eğer âşıkısan varlığun değşür yoklığa İman kuşağın berk kuşan di hep eksüklik kendedür Beni sorman bana bende değülven Suretüm boş yürir tondan içeri
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Ya sevgil dünle tudgıl ya sevgil yol iletgil İki da’vi bir ma’ni yolda sığmaz dirler
156
Fakat aşk, yok olan insan benliği yerine ilâhi benliği yerleştiriyor. Yunus ve hâkiki âşıklar Tanrı’dan onun yerleşmesi için duada bulunurlar. Çünkü insan ancak ilâhi aşkla doğal ve varoluşsal benliğine yabancılaşabilir. İlâhi bir ışk vir bana kandalığum bilmeyeyin Yavı kılayım ben beni isteyüben buymayayın Şöyle hayrân eyle beni bilmeyeyin dünden güni İsteyeyin dâim seni ayruk nakşa kalmayayın
Al gider benden benliği doldur içüme şenliği Dirlüğümde öldür beni varup anda ölmeyeyin Böylece gerçek aşkla insan yeni bir kimlik kazanır. İnsan bu kimlikle, kendi varoluşsal benliğine yabancılaşması ölçüsünde Tanrı’ya yaklaşır ve kendi içinde Tanrı’yı bulur. Senden ayru ben seni kanda bulam Sensüz bu hak nefes ömrüm sürilmez O halde insanın asıl benliği, Tanrı’yı kendi içinde bulmasıyla oluşur. İnsanın ilâhi aşkla bulduğu bu yeni benlik, onun gerçek benliğidir. Bu, Tanrısal bir benliktir. Yunus’a göre, insanın asıl kendi kendine yabancılaşması veya yadlaşması, Tanrı’dan uzak kalmasıdır. İnsan ne kadar Tanrı’ya yaklaşırsa, o kadar gerçek benliğine kavuşur:
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Hakk’a giden yolı gönli içinde Göremez ol anı yaddur ilünde
157
Yunus burada bize göre çağdaş bir soruna çözüm getiriyor. Bilindiği gibi, bazı ateist Marksistler ile J.P.Sartre gibi bazı ateist varoluşçular Tanrı’ya inanmanın insanı kendi kendine yabancılaştırdığını söylerler. Yunus açısından bu bir yönden doğru, bir yönden yanlıştır. Eğer bu çağdaş düşünürler gibi benlikten sadece, insanı dünyaya bağlayan, insanı kendine hapseden bir bilinçlilik halini anlarsak, hakikaten insan Tanrı’ya inanmakla böyle bir benliğe yabancılaşacaktır. Yunus da bunu söylüyor. Ne var ki, onların benlik dediği şeye, Yunus gerçek benlik demiyor. Yunus’a göre gerçek benlik, Tanrı önünde onun ve onun yarattıkları uğrunda yanılan, aşk ateşiyle kazanılan bir benliktir. Böyle bir benlik insanı kendine yabancılaştırmaz, bilâkis insanı kendi kendine buldurur. Yunus’a göre asıl yabancılaşma, yukarıda da belirttiğimiz gibi, insanın Tanrı’dan uzak kalmasıdır. Haber virirsen nefsün ilünden Ümidün varısa gidersin andan İki sultandurur sana havâle Diler her birisi kimi mülki ala Biri Rahmânidür can hazretin Biri şetânidür garaz yatından Gör imdi kim seni kime taparsın
Kime kapu açup kime yaparsın diyen Yunus, o çağdaş düşünürlere seslenerek insanın birisi bedeni arzuların varlığını temsil eden ve diğeri rûhun (canın) arzularını temsil eden iki benliğe sahip olduğunu söylüyor. Fakat asıl benliğin, rûhî, yani kendi deyimeyle rahmânî olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla insan Tanrı’ya yönelmekle bir yandan kendi kendisine yabancılaşıyor, yani aşağılık bedensel duyguları terk ediyor; fakat diğer yandan hem kendi kendisiyle hem de Tanrı ile bütünleşiyor.
İnsan benliğinin, Tanrı’sız olduğu zaman gerçek benlik olamayacağına inanan Yunus:
Işkun aldı benden beni, bana seni gerek seni Ben yanarım düni güni bana seni gerek seni Ne varlığa sevinürem ne yokluğa yerinürem Işkumıla avunuram bana seni gerek seni Işkun âşıkları öldürür ışk denizine taldurur Tecellîyile toldurur bana seni gerek seni Işkun şarabından içem mecnûn olup tağa düşem Sensin dün ü gün endişem bana seni gerek seni
Eğer beni öldüreler kûlüm göğe savuralar Toprağım anda çağıra bana seni gerek seni Yunus’durur benim adum gün geldükçe artar oldum İki cihanda maksûdum bana seni gerek seni diyerek, bizce sorunu en iyi şekilde çözümlemiş olsa gerekir. Çünkü Yunus’a göre, insanın kendi kendine yabancılaşması aslında yine kendisini bulabilmesi için gereklidir. Bu yabancılaşmayla insan, bir yandan kendisinin dünyadaki herhangi bir varlık gibi olmadığının ve diğer yandan da kendisinin herhangi bir varlık olmadığının farkına varabiliyor. Bunu Yunus şöyle belirtiyor. Ayruk bana ben dimeyem kimseye sen dimeyem Bu kul o sultan dimeyem işidenler kala tana İnsanın dünyalık benliğini yok ederek hakiki benliğini kazanması, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, ikilikten kurtulmasıdır. Bu da, insanın kendi kendisini bütünlemesi, tâm ve yetkin bir kimliğe bürünmesidir:
Dost esriği deliliğüm âşıklar bilür neliğüm
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Sûfilere sohbet gerek ahîlere ahret gerek Mecnun’lara Leylî gerek bana seni gerek seni
158
Değşüriben ikiliğüm birliğe binmeye geldüm Çeçdüm hodbin ilinden el çektüm dükelinden Ol ikilik bâbından birliğe bitüp geldüm O halde Yunus’a göre sonuçta aşk, hem insanı kendi benliğinde bütünleştiriyor, benliğiyle tanıştırıyor, hem de Tanrı’ya yakınlaştırıyor. Bu da Yunus için gerçek Tevhid (Birleme)’dir. Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:45 ve > 2. AŞK VE ŞAHSİYET Yunus Emre’nin şiirlerine baktığımız zaman çeşitli konuları anlatırken birtakım insan tiplerini canlandırdığını görüyoruz. Bu tipler arasında en dünyalık insandan en kâmil insana çeşitli insanlar vardır. Yunus Emre’nin canlandırdığı o tipleri göz önüne alarak, onun şahsiyetten ne anladığını çıkarmak mümkündür. Yunus’a göre şahsiyet, Mevlânâ’da da olduğu gibi, iç ve dış bütünlüğüdür denebilir. Çünkü, Mevlânâ’nın: Ya olduğun gibi görün Ya göründüğün gibi ol
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
sözünü aynen tekrarlarcasına, Yunus Emre’de:
159
Bugün yarın dimek ol hâle uymaz Neyise zâhirin bâtınun oldur ………………… ………………… ………………… ………………… Niye kim bakar isen ol yüzündür Kime ne sanurisen kendi özündür demektedir. Buradan da açıkça anlıyoruz ki, şahsiyet, insan benliğinin, Tanrı, diğer insanlar ve genel olarak çevresiyle olan, maddi ve manevi ilişkilerinde yansımayla ve bu yansımanın tekrar algılanmasından oluşan bir bilinç ve davranış bütünlüğüdür. Yunus Emre’ye göre, benlik nasıl oluyorsa ve hangi tabiata sahipse, insan şahsiyeti de, temelde ona bağlı olarak oluşur; ancak şahsiyetin oluşumunda, benlik kadar olmasa da, dış dünya ve çevrenin de etkisi olduğundan, şahsiyet her zaman sadece benlik ve onun tabiatına uygun olarak oluşmayabilir.
O halde, dış dünyanın tesiriyle, benlikte ve dolayısıyla da şahsiyette ikilik ve bölünme ortaya çıkma olasılığı söz konusudur. Bunu için Yunus Emre, “insan olmada” önceliği şahsiyetten ziyade, benliğe veriyor; benlik, şahsiyetten daha önemli ve temeldir. Her şeye devâ olduğu gibi, aşk, Yunus Emre’ye göre, şahsiyet bölünmesine de devâdır. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, insanı, hem Tanrı’yla, hem de diğer insanlar ve doğayla ortak benlik oluşturabilecek tek nesne aşktır. İşte bu ortak benlikledir ki, insan şahsiyetindeki, gerek kendi kendisine, gerek Tanrı’ya ve gerekse topluma karşı şahsiyet bütünlüğünü korur. Yunus Emre’nin yukarıda anılan şiirinin ikinci beytinden anlaşılacağı gibi bir insanın şahsiyeti kendisinin başkasında ne görmek, onun hakkında ne düşünmek ve onun için ne hissetmek istediği şeydir. Buradan, Yunus Emre’nin “Kişi kişinin aynasıdır” atasözümüzün anlamında tarifini bulan bir şahsiyet görüşü vardır. Yunus Emre’ye göre şahsiyet bölünmesi insanın maddi ve manevi yaşantısının her safhasında olabilir. Şahsiyet bölünmesi insanın davranış ve hareketlerinde, duygu ve düşüncedeki zıtlıklar ve aykırılıklardır; yani insanın aynı bir şey veya durum karşısında, içiyle dışının ayrılığıdır. Başka bir ifadeyle, insanın iki zıt şeyi bir arada istemesi veya istememesidir. Yunus Emre, şahsiyet bölünmesini birçok şiirinde konu edinmiştir. Bunlardan birini örnek olarak burada aktaralım:
Âdem midür ol ömrüni kullukda geçürmez Ârif midür ol anlamaya sûd-u ziyânı Âlim midür ol ilmüne lâyık ameli yok Câhil midür ol işka sata iki cihânı Âbid midür ol işlemedi tâat-u ihlâs Fâsık demenüz kendûzüni suçlu bileni 3. AŞK VE ÖZGÜRLÜK Yunus’a göre, insanın aşk yoluyla kendi benliğini Tanrısal benlikle bütünleştirmesi, gerçek özgürlüktür; kölelik değildir. Çünkü her şeyden önce böyle bir seçimi başlangıçta insan kendi iradesiyle yapmaktadır. Herhangi bir varlık gibi, insanın var olması ve şöyle veya böyle bir varlığa sahip olması elinde olmasa da, varoluşunu, yani yaşamını, şöyle veya böyle bir şekilde seçmesi tamamen onun iradesindedir. Örneğin şu beyitte Yunus bunu şöyle dile getiriyor: Ya sevgil dünya dutgil ya sevgil yol iletgıl İki da’vi ma’ni bu yolda sığmaz dirler
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Âşık mıdur ol ma’şuk içün virmiye can Âkil midür ol dünyeyile isteye anı
160
Her seçme, aynı zamanda beraberinde bir sorumluluk getiriyor. Dolayısıyla seçme hürriyeti, sorumluluk demektir. Öyleyse varoluş sorumlulukla birlikte, hürce bir seçim yapmak demektir. Bu noktada Yunus Emre, gerek eski kelâmcılar ve gerekse bütün çağdaş varoluşçu (egzistansiyalist) ve şahsiyetçi (personalist) filozoflarla aynı görüşü paylaşmaktadır.
Fakat seçme hürriyetinin nasıl ve neye göre yapılması gerektiği konusuna gelince, Yunus’un onlardan bazılarıyla hem aynı görüşü paylaştığı, hem de paylaşmadığı noktalar vardır. Örneğin başta J.P.Sartre olmak üzere ateist varoluşçular, seçmenin kendinin bizatihi yüce bir değer olduğunu savunurlar; belirli bir değer ve otoriteye veya kritere göre değil içten geldiği gibi yapıldığı ölçüde seçme, özgür bir seçimdir derler. Dolayısıyla insan seçimini ne önceden ne de sonradan justifiye etmek (doğrulamak) zorunda değildir. O halde insan seçimde duygularının esiri oluyor. Modern kadercilik diyebileceğimiz bu çeşit varoluşçulukla Yunus artık beraber değildir. Çünkü Yunus için, seçme işi bizatihi bir anlam ve değer değildir; seçme ancak iradeli bir şekilde ve bir ideal uğruna yapıldığı zaman değerlidir. Bu noktada Yunus diğerleriyle beraberliğini sürdürüyor, özellikle Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet kelâmcıları bir tarafta, Hıristiyan varoluşçular ve şahsiyetçeler diğer tarafta olmak üzere.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Şöyle ki, seçmede iradeye belirleyen işler Mu’tezile’nin dediği gibi akıl olsun, isterse ehli Sünnet kelâmcılarının ve Hıristiyan varoluşçularının dediği gibi vahy ve onun etrafında oluşan ahlâki değerler olsun, seçme iradeli bir iş olmalı Yunus’a göre. Yunus, gerek aklın gerekse naslara dayalı kuru adlî yorumların da ideal bireysel özgürlüğü sağlamada yetersiz olduğu görüşüyle özellikle kelâmcılardan da bu noktada ayrılır.
161
Ancak, Kierkegaard, Marcel ve Jaspers gibi Hıristiyan varoluşçu filozoflar ile bazı mutasavvıflarla hâlâ şu noktada beraberdir: Seçme, Tanrı ile kurulabilecek manevi bir iletişimle oluşacak bir iradeyle olmalıdır. İrade, yine insana birtakım sorumluluklar yüklediğinden, burada da mutlak özgürlük yoktur. Yine insan, kendisini, sorumluluk nedeniyle sonuçta, ya Allah’ın rahmetine, ya da onun gazabına bağlayacak. Dolayısıyla burada tam bir özgürlük yoktur ve Yunus için bu da yeterli değildir. O halde Yunus, sorumluluk yüklemeyen bir özgürlük arıyor. Gerçek ve mutlak özgürlük, sorumlulukla beraber olmayan özgürlüktür. Çünkü sorumlulukla insan, ister ıstıraba duçar kalsın, ister mutluluk elde etsin, yüz yüze bağlanıp kalacağı şey, onlar olacaktır; sonuçta insan sorumluluklarına esir olacaktır. Halbuki Yunus özgürlükten, bunlardan da öte bir şey anlamaktadır. Özgürlük, ne Tanrı’nın azabında ne de mükafatındadır; Tanrı’nın aşkındadır. Aşk yolu, ancak insanı Tanrı ile yüz yüze getirebilir. İşte bunun için Yunus’a göre aşkla Tanrı’yı bulmak gerçek ve mutlak özgürlüktür. Bu özgürlük, o derece bir özgürlüktür ki, hiçbir sorumluluk taşımadan Tanrı iradesiyle âlemlere hükmetmektedir: Evvel kadim önden sona zevâli yok sultan benem Yidi iklime hükm idüp diri dutan sultan benem
Ben bu yiri yaradıcak yir üstüne gök turıcak Ulu deniz mevc urıcak Nûh’a tufan viren benem Tur didüm göklere turdı gökler dolu karâr kıldı Yüzbin dürlü âdem geldi getürüp gideren benem Yûsuf’ıla çâka iken terâzûya altun uran Kefesini basaduran Mısr’un issi sultan benem Sûfiyile sufi olan sâfiyile hem sâf benem Bel bağlayıp tâat iden ol kerîm ü rahmân benem Kaf’dan Kaf’a hükm eyleyen divleri hükmüne koyan Yile binüp seyran kılan bu mülke Süleyman benem Yunus değül bunı diyen kudret dilidür söyleyen Kâfir ola inanmayan evvel âhır olan benem Başka bir yerde: Benem sahib-kıran devram benümdür Benem uş pehlevan meydan benümdür
……………………. ……………………. Yunus’am ben Yunus işbu cihanda Benem sultan kulı sultan benümdür Ayrıca bu şiirlerden Yunus’a göre gerçek özgürlüğün, insanın Tanrı katındaki aslına dönmek, aslî benliğiyle Tanrısal benliği bütünleştirmek olduğunu da anlıyoruz. Hatta Yunus daha da ileri giderek özgürlük konusunda kimsenin cesaret etmediği şeyler söylüyor: Özgürlük en son safhada Tanrı’yı insan benliğine indirgemek, mutlak birliğe insan varlığında erişmektir ki, bu safhada ikilik ortadan kalktığından artık ne seçme hürriyeti ne de özgürlük söz konusudur. Ben bende seyrideriken aceb sırra irdüm ahi Birsiz dahı sizde görün dostu bende gördüm ahi Bende bakdum bende gördüm kendimüle bir olanı Süretüme can olanı kimdurur (ben) bildum ahi
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
……………………. …………………….
162
İsteyüben bulamazam ol benisem ya ben kanı Seçmedüm andan beni bir kezden ol oldum ahi
Sûret toprakdur diyen gönlüm kabûl itmez anı Bu topnağın cevnerihi hazrete irgürdüm ahi Münkir kişi tuymaz bunu dertlülerin sızlar canı Ben ışk bağı bülbüliyem ol bağçeden geldüm ahi Ma’şûk bizimledür sile ayru değül kıldan kıla Irak sefer bizden kala dostı yakın buldum ahi ……………………. ……………………. Mansûr idüm ben ezelde anun için geldüm bunda Yak külümi savur göğe ben ene’l-Hakk oldum ahi ……………………. ……………………. ……………………. …………………….
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Nitekim ben beni buldum bu oldı kim Hakk’ı buldum Korkum anı buluncadı korkudan kurtuldum ahi
163
Yunus kim öldürür seni viren alur gine canı Bu canlara hükm ideni kim idüğin bildüm ahi O halde sonuç olarak diyebiliriz ki, Yunus’un özgürlük anlayışı, aşkın rehberliğinde, insanın manevi gelişimine paralel olarak derece derece gelişen diyalektik (eytişimsel) bir özgürlük anlayışıdır. Başlayış safhalarında, bazı eski ve modern felsefî anlayışlarla bazı benzerlikler arz etse de, sonucu itibariyle tamamen Yunus’a has bir anlayıştır. Özgürlük dış dünyaya karşı bir tavır alma değil, insanın önce kendi iç dünyasını özgürleştirmeye yönelik daimi bir prensiptir.
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:50 ve > 4. AŞK VE İMÂN Yunus Emre’nin aşk felsefesinde, iman ve küfrün alışılagelmiş anlamlarından farklı bir anlamı vardır. Fakat Yunus bu iki kelimenin geleneksel anlamlarını da dışlamıyor. Yunus’un farklı yaklaşımları, hitap ettiği insanların farklı anlayışlarından kaynaklanmaktadır. Önce Yunus’un geleneksel olarak bu kelimelere verdiği anlamları görelim.
Yunus’a göre iman ve küfür birbirine zıt iki kavramdır. Bunların deyim olarak anlamları, dinlerde belirlenmiştir. İman Allah’ın varlık ve birliğini kabul etmedir; küfür ise, Allah’ın varlığını ve birliğini yalanlama veya inkar etmedir. Bunlar geleneksel olarak herkesin kabul ettiği ve yaptığı tanımlardır. İman, sevgi ve akıl işidir; akıllı kimselerin işidir. Küfür ise, gazaplı, öfkeli ve nefsine uyanların işidir:
Boşu (gazab) kimdeyse imânı gider İman gerek ise varını gider Boşu gelincegiz imân ne olur Oda düşer yanar ye can ne olur Boşu işi heman küfr ü dalâldür Neûzü billâh ol aykruksı hâldür
Kanı bana sabr u kanar senün sözünü dinleyen Kanı bana akl u bilü tuyubanı seni sevem O halde Yunus’a göre imân, esasında sevgidir ve sevmektir. Küfür ise sevgisizliktir. Kim ne severse, imânı odur. Kim ne sevmezse, sultanı (otoritesi) odur. Bu anlamda imân ve Neyi sever isen imânın odur Nice sevmeyesin sultânın odur Fakat Yunus Emre imân ve küfre daha başka bir gözle de bakmaktadır, özellikle dervişlikle aşk yolunda olanlar açısından. Önce Yunus, aşk yoluna girecek kimsenin dinde anlatıldığı şekilde sağlam bir imânı ve ahlâkı olması gerektiğine inanır: Evvel bize vâcip budur eyü hulk u amel gerek İslâm adı konıcağaz yoldaşumuz imân gerek Çünkü imân, insana eksik olduğunu öğretir ve onu arayışa sürükler. Halbuki küfür, insanın kendisini yetkin görmesinden doğar ve gözünü gerçeklere kapamasına neden olur: Yunus eğer âşıksan varlığun değşür yoklığa İman kuşağın berk kuşan di hep eksüklik bendedür Sağlam bir imânla aşka yoluna girene daha başka hiçbir şey gerekmez. Aşk ve gönül varlık denizinde onu yüzdürmeye yeter.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
küfür, dolayısıyla bağlanma demektir:
164
Işk imandur bize gönül cemâat Dost yûzi kıbledür dâimdür salât Zaten aşksız bir din ve imânın da anlamı yoktur: Bu cümle âlem sevdüğü şu din ile imândurur Vallahi ışksuz gerekmez şol d^nişile îmanı Aşkın rehberliğinde Tanrı’yla yüz yüze gelen âşık için, ikilik ortadan kalkar; yerini birlik alır; her şeyi Tanrı ile “Bir” görür: Derviş olan kişiler aceb nice dirile Yol takazası budur bir ola her birile İkilik eyleme hiç yalan söylemele Âlem bulanurısa bulanmadın turıla İkiliği terk itgil birlik makâmını dutgıl Canlar canın bulasın işbu dirlik içinde
Yunus Emre’nin her şeyde ve her şeyle Tanrı’yı birlemesi, ki biz buna ontolojik tevhid (varlıksal birleme) adını verebiliriz, Mevlânâ ve İbn Arabi gibi Vahdet-i Vucûd’un
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
mutasavvıflarında da vardır. Böyle bir imânın yanında artık küfür ve şirkin manası kalmıyor:
165
Dost yüzin göricek şirk yağmalandı Anınçün kapuda kaldu şeriat Çünkü kafirlerin ve müşriklerin taptıkları şeyler de, onlara göre Tanrı’dan olduğu ve Tanrı’nın gölgeleri olduğu için, Tanrısallığa katılmış oluyor. Tanrı yerine, Tanrı’dan bir şeye tapınma da dolayısıyla, tapınmaya gereksinmeden dolayı bir çeşit imân oluyor. Velev ki bu, bizzat ve doğrudan Tanrı’nın kendisine tapma kadar mükemmel olmasa bile. Böylece imân ile küfür arasında pek fazla bir fark kalmamış oluyor. Fakat Yunus, Mevlânâ ve İbn Arabî’den de daha ileri giderek, asıl imân küfürdür diyor. Bu küfür, imândan sonra aşk ile gelen küfürdür; yoksa cahillerin ve imansızların küfrü değildir; âşıkların küfrüdür; imân içerisindeki küfürdür. Senin ışkun beni benden alupdur Ne şirin derd dermandan içeri ………………….. ………………….. ………………….. …………………..
Unutdum din diyânet kaldı benden Bu ne mezhebdurur dinden içeri Dinûn terk idenün küfürdür işi Bu ne kûfürdür imândan içeri Geçeriken Yunus şeş oldı dosta Ki kaldı kapuda andan içeri İmanla insan o dereceye yükseliyor ki, artık her şeyde Tanrı’yı görüyor. Böylece gerçek tevhide ulaşıyor. Ancak insan, son mısrada da ifade edildiği gibi, aşkın verdiği sarhoşlukla Tanrısallaşmak istiyor; fakat bu kapıdan geçmek olmadığından, Tanrı ile insan arasında yine bir ayrılık kalıyor ki, bu imân içinde bir ikilik ve küfür demektir. Yunus için küfür, bu bakımdan imândan da öte bir hâl oluyor. Yani imân da neticede Tanrı’yı insandan gizleyen bir perde oluyor. Gerçek âşıklara böylece küfür, imân olmuş oluyor:
Küfrile imân dahi hicâbımış bu yolda Safâdaşlık küfrile imânı yağmaya virdük İşte bu yüzden Yunus asıl imânı küfür görüyor. Cahillerin ve imânsız olarak küfredenlerin küfrü, o halde Yunus’a göre, yalancı küfürdür. Hakiki küfür imân içerisinde ve imândan sonra gelen küfürdür ki, biz buna ontolojik küfür (varlıksal küfür) diye
Işkdan haber bilenlerün ışk derdiyle tolanlarun Küfri imân olanların ayıblaman güldüğini Diğer taraftan imânın elde ediliş yollarına göre Yunus imânda dereceler kabul eder. Ona göre imânın üç çeşidi ve derecesi vardır: 1. İlm el- Yakîn İman: Bu imanın en alt derecesidir. Akıl ve ilim yoluyla oluşur. Bu tür imanın yeri akıldır. 2. Ayn el- Yakîn İman: Bu orta derecede imandır. Kalp gözüyle elde edilir. Yeri kalptir. 3. Hakk el- Yakîn İmân: İmanın en yüksek derecesi, bu tür imândır. Ruh kuvveleriyle elde edilir ve yeri rûhtur. Yunus’a göre, bunlardan binircisi, normal insan ve âlimlerin imânıdır. İkincisi genel olarak dervişlerin imânıdır. Üçüncüsü ise, gerçek âşıkların imânıdır. 5. AŞK VE İBADET İbadetler başıdur terk-i dünya Eğer mü’minsen ona inanasın
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
adlandırabiliriz. Bu da, bizce Yunus’un çok ince bir yaratıcı düşüncesidir. Bunun için de Yunus bizden kendisini ayıplamamamızı istiyor:
166
diyen Yunus Emre, ibâdeti dünyadan uzaklaşma, dünyalık şeyleri terk etme anlamına alıyor. Çünkü dünyalık şeylere dalan, Tanrı’yı anmaya vakit bulamaz. Halbuki Yunus için ibadetin hem şeklinde hem de özünde Tanrı’yı hatırlamak ve anmak vardır: Niyâz için buyurdu Hakk namâzı Niyâydan vay sana gâfil olasın Gerçekten öyle insanlar vardır ki, ibadetlerinde gâfildirler; ibadet yaparken bile dünyayı ve dünyalık şeyleri düşünürler. Yunus’a göre, işte bu yüzden gerçekten Müslüman’ım diyen kişinin Tanrı’nın dinde emir ve yasak ettikleri şeyleri tutması ve gereği gibi ibadet yapması gerekir: Dimesün kim, Müslümanım Çalab emrine fermanım Tutmazısa Hakk sözüni fayda yoktur dinden ona Fakat, ibadetlerin manevi hikmetlerini anlamayarak kuru kuruya Tanrı’ya ibadet edenlerin ibadetlerinin de pek değersiz olduğu görüşündedir. Yunus, ibadetten kasıt ilk önce doğruluktur der: Abdestimuz namazımuz doğruluktur tâatımuz Işka bağladuk safımuz safımuzdan kim ayıra
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Doğru dürüst ve manasına uygun olarak yapılan ibadetler de insanda sevgi doğurur ve Yunus’a göre ibadetlerin asıl manası budur:
167
Derildi bişümüz vakte geldi Beşi bir eyleyip kim kıla tâat Biz kimse dinine hilâf dimezüz Din tamâm olıcak toğar munabbet Eğer ibadet, Yunus’a göre, insanda gerek Tanrı ve gerekse başka insanlar için dostluk ve muhabbet doğurmuyorsa, ibadet değildir: Yunus Emre der hoca gerekse bin var hacca Hepisünden eyice bir gönüle girmekdür Bir kez gönül yıkdunısa bu kılduğun namaz değül Yetmişiki millet dahı elin yüzün yumaz değül Diğer taraftan insan ibadeti, ibadet aşkıyla değil de sırf şeklen ve birtakım istekler uğruna yaparsa, Yunus’a göre ibadeti ne ona dünya ve ahiret güvencesi olabilir, ne de onu Tanrı’ya götürür. İbâdet, Tanrı’yı tanımak ve bilmektir:
Okudum bildüm dime çok tâat kıldum dime Eri Hakk bilmezisen abes yire yilmekdür Rükû’sücûda kalma amelüne tayanma İlm ü amel gark olur nâz u niyâz içinde İbadet aşk ile yapıldığı zaman gerçek ibadettir:
Miskin Yunus zehr-i katil ışk elinde tiryak olur İlm ü amel zühd ü tâat bes ışksuz halâl olmaya O halde, mademki Yunus’a göre ibadetin aslı ve amacı insanı Tanrı aşkına götürmeden ibaretse böyle bir aşka eren kimse her an ibadet içersindedir: Işk imâmdur bize gönül cemâat Dost yüzi kıbledür dâimdir salât Dost yüzüne dönerek ilâhi aşkla gönül câmisinde kılınan namaz, Yunuz için şekli namaz ve ibâdetlerden kat kat üstündür. Aşk ibâdetinin yanında onların değeri yoktur: Zühd ü tâat usuûl-i din ışk haddinden taşra durur Nispet değildurur bana secde vü rükû’u kıyam
Din ü millet sorarısan âşıklara din ne hâcet Âşık kişi harâp olur âşık bilmez din diyânet Âşıklarun gönli gözi ma’şuk diye gitmiş olur Ayruh sûrete ne kalur kim kalısar zühd ü tâat Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:55 ve > Çünkü son beyitte de belirtildiği üzere, âşık o sarhoşluk anında bedeninde değildir; boş bedenin ibadete ihtiyacı olmayacaktır. Zaten Yunus’a göre ibadetlere takılıp kalmak, Tanrı’ya aşkla vasıl olmaya perde gibidir: Oruç namas gusl ü hacc hicâbdur âşıklara Âşık andan münezzeh hâlis heves içinde İşte bu yüzden aşk, âşık için din ve ibadetin tâ kendisi oluyor:
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Hatta Yunus, aşk şarabıyla kendinden geçen âşıkların bedenleriyle ibadet yapmalarına gereksinim duymayacaklarını da söylüyor:
168
İy âşıklar iy âşıklar ışk mezhep ü dindür bana Gördi andan dost yüzini yas kamu düğündür bana
Tanrı’nın varlığıyla var olan böyle bir âşık için, bir de tekrar bedeniyle şekli ibadetleri yapmak sanki bir eziyet gibidir: Oruç namâz zekât hacc cürm ü cinâyetdurur Fakir bundan azadur hâss-ı havâs içinde Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Yunus bu sözleriyle şekli ibadetlerin tamamen gereksiz olduğunu söylemek istemez; çünkü o açıkça insanları bu tür ibadetleri de yapmaya davet etmektedir: Sana derem iy velî dur irte namazına Eğer değülsen ölü dur irte namazına Ezan okur müezzin çağırır Allah adına Yıkma dinün bünyadan dur irte namazına Ağar pervaza kuşlar tesbih okur ağaçlar Himmet alın kardaşlar dur irte namazına
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Namazı kıl zikr ile elün getür şükr ile Öleceğün fikr ile dur irte namazına
169
Namaz kıl yarağ olsun ahretde gerek olsun Sinünde çirağ olsun dur irte namazına Namaz kıl imâm ile yatmagıl güman ile Gidesin imân ile dur irte namazına Çıka gide can dahı şöyle kala ten dahı Derviş Yunus sen dahı dur irte namazına Aynı şeyi şu şiirinde de yapmaktadır: İşik sözümi iy gafil tanla seher vaktında dur Öyle buyurmuş ol Kâmil tanla seher vaktında dur İşit sözüni yâ velî eğer degül isen deli Öyle buyurmuş ol Ulu tanla seher vaktında dur İşit ki gör ne dir horuz tanla virür Hakk size rûz Dost dergâhına dutgıl yüz tanla seher vaktında dur
Sonuç olarak, Yunus’un sözlerinde bir çelişki yoktur. Herkes dinin emrettiği şekilde ibadet yapmakla mükelleftir. Ancak Yunus’a göre, ibadet rûhuna ve amacına uygun yapıldığı zaman gerçek ibadettir. Tanrı aşkıyla sarhoş olan gerçek ibadeti dost mihrabında yaptığından şekli ibadetlerini yerine getirememesi de kınanacak bir şey olmamalıdır. Çünkü bu hâlde can bedende olmadığından, hiçbir şart ve yükümlülük yoktur: Şart u farz olmaz anda canı ışkda kalanda Cevabsuz dil söylenür nice bilsün düş sanan
6. AŞK VE AKIL Yunus Emre’nin akıl konusundaki görüşleri birçok mutasavvıfın görüşlerine benzemektedir. Onlar gibi Yunus’ta da biri müspet diğeri menfi iki farklı tutum vardır ki, bunlarla onun ne tamamen rasyonalistliğine (akılcı), ne de tamamen irrasyonalistliğine hükmedilebilir.
Önce aklı tanımlamaya çalışalım: Yunus’ta akıl Tanrı’nın insana verdiği bilme ve kendisini idare etme gücüdür. Yunus üç çeşit akıldan, daha doğrusu aklın üç işlevinden bahsetmektedir: 1. Akl-ı Maâş: Dünya ve dünyalık işlerin tertip ve yönetimini sağlayan akıldır. Bu akılı Yunus bazen akl-ı cüzi olarak da adlandırmaktadır.
3. Akl-ı Küll: Allah’ı bilmeyi sağlayan akıldır. Yunus emer, ona yüklediği işlevlerden de anlaşılacağı üzere, akla oldukça değer vermektedir. Ancak akıl sayesindedir ki, insan dünya ve ahiret işleriyle, tabiat ve Tanrı hakkında ilk ve temel bilgileri elde edebilir. İyi ve kötüyü, güzel ve çirkini biz akıl vasıtasıyla ayırabiliriz. Akıl, dünya işlerinde yol gösterici, eğitici ve sonuçta insana saâdet verici bir nesnedir: Yüri imdi medet isde akıldan Esir olmuş kişisin niçe yıldan Akl adl ıssı bir ulu kişidür Medet itmek sana anun işidür Bu yükten seni ol kurtarısar bil Saâdet yoldasın oldı ay-ı yıl Gelür akl önine şermende olmuş Ki kaygu yaşıyla gözi tolmuş
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
2. Akl-ı Maâd: Ahiret ve ölüm ötesi şeylerin bilgisini elde etmeye yarayan akıldır.
170
Eser devlet gerekse akla danış Mürebbisüz ileri varmaya iş Akıl, Tanrı’yı bilmeye yarayan ve Tanrı’dan gelen şeyleri anlamaya yarayan nesnedir. İryan ola ama Hakk’dan yana yol Gelüp akl önine yüz yine urdı
Eser itmişdi ana buhlın adı Çü agaz itti kim sözini diye Kulak dutdı akl ol keleciye Akıl bir kişüdür Allah’a bakar Uyarsan akla uy ol buhlı yakar Akıl aydur gele bir gün gözün aç Sahâvet kandayısa ol yana kaç Ayrıca akıl, iyi ve güzeli, ahlâken kötü ve çirkin şeyleri de bize belirleyen bir nesnedir:
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Sana âkıl dime seni unutdın Ne ise kîn-ü gıybet anı dutdın
171
Akıl şâhenşahından çâre diler Kamu vasfı vü arz-ı hâli oldı Akıl ne didise göz yumdı kaldı İşi toğruluğa buyurdı akıl O halde Yunus Emre, özellikle insanın dünya işlerinde ve Tanrı’nın soyut bir biçimde kavramsal seviyede bilinmesinde akla önemli bir yer veriyor. Bu, Yunus’un aklı müspet yönden değerlendirişidir ve rasyonalist (akılcı) bir tavır takınışıdır. Fakat öte yandan Yunus Emre, özellikle insanın Tanrı’yı kendi iç dünyasında somut ve yaşanan bir gerçek olarak bilmek ve kâinattaki Tanrısal sırrı çözmek istediği zaman aklın yetmezliğini savunmaktadır. Bunun akıl yolu değil, aşk ve zevk yolu olduğunu söylüyor: Ol benem dirse revâ benliğin bilse hatâ Terk eyleyüben rızâ akl koyup ışka uyan
Her gelen oldur giden ol görinen oldur gören ol
Ulvî vü süflî cümleten oldur gör bana görünen Yunus bu sır hak-durur bu dille gelmek yok-durur Bilmesi bunu zevk-durur akl-ıla fehl irmez ana Işk benliğüm iletdi akıl dört yana gitdi Yunus’a yüki yitdi bilmeyene az gelür Zaten Yunus’a göre Tanrı’yı gerçekten sevmek ve ona âşık olmak akıl işi değildir: Seni sevenlerün ola mı aklı Bir dem usluyısa her dem delidür Bu yönüyle de Yunus Emer, akıla karşı olumsuz bir tavır sergiliyor. Aşkı, akıldan üstün tutuyor. Bu, Yunus’un, irrasyonalizmidir. Fakat Yunus’ta bunların da ötesinde bir ilginç yön vardır. Bu da, sonuçta Yunus Emre’nin irrasyonalizminden tekrar rasyonalizme dönmesidir. Çünkü Yunus, irrastyonalistliği rasyonalist bir temele de oturtmak istiyor. Şöyle ki, irrasyonalist şeyler düşünen ve işler yapan insanı, akıl yolundan uzaklaştırıp aşk yoluna iten şey Yunus’a göre yine akıldır. Dolayısıyla sonuçta akıl, aşka tamamen zıt olan bir şey değil, ona yardım eden bir nesnedir:
Can neye ulaşırusa akıl da ana hare olur Gönül neyi severise dil anı şerh itse gerek Akıl-aşk işbirliğini Yunus şu şiirinde en güzel biçimde dile getiriyor: İşbu vûcûd bir kal’adur akıl içinde sultanı İşbu gönül bir hazinedür işle tutmış bekler anı
Nazar üzre dil kapucı cümlesi akla tapucı Akıldur işler yapucı eyler cümle avadanı Akıl başdan iş biturur nazar gözden bakar görür Akıl gönül içre turur ol üç hassa besler anı Akıl taht eyledi başı şöyle bilür her bir işi Dünya içre âkil kişi kimseye değmez ziyânı Başdur bu vücûdun şahı başdur aklun tankgâhı
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Oğlan iken sultan kopar kim elin kim yüzin öper Akıl bana yoldaş oldı sultanlığa düşdi gönül
172
Katı buşmagıl nigâhı buşudur aklun düşmânı Eğer akla buşarısan başun nefse koşarısan Nefs hâline düşerisen ol başdağı akıl kanı Akl gitdi buşu geldi akıl evin buşu aldı İmdi sultan buşu oldı göze göstermez cihânı O halde görüyoruz ki, Yunus’a göre, insanın işlerinde akıl, aşkı ve aşk, akılı karşılıklı kontrol etmektedir. Aşksız akıl nefsanî ve ahlâken kötü şeylere de meyledebiliyor; bundan onu, ancak aşk alıkoyabiliyor. Aynı şekilde akılsız aşk insana yolunu şaşırtarak boş kuruntulara ve batıl inançlara onu sürükleyebilir. Aşkı buradan alıkoyan şey, aklın aşka hakemliğidir. Yunus bize sonuç olarak aşk ve akıl konusunda orta bir yol öneriyor. Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:62 ve >
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
7. AŞK VE İLİM
173
Yunus Emre için, ilim ve bilgi her şeyden önce okumaktır. Okumak iki çeşittir: Ya mektep ve medresede hocadan,kağıt ve mürekkepten oluşan kitaptan olur ya da gönül mektebinde aşk kitabından olur. Yunus’a göre bunların her ikisi de gerekli; fakat onun gözünde her ikisi aynı değerde değildir. Mektep ve hocadan okumakla elde edilen ilme, Yunus “İlim” dediği halde, aşk kitabından okumakla elde edilen ilme, “Hikmet” veya “Ma’rifet” demektedir. O halde Yunus Emre, ilmi öğrenme şekline göre ikiye ayırmış oluyor: İlim ve Ma’rifet. İlim
Yunus Emre’ye göre ilim, insanın duyu organları ve aklı ile elde ettiği nazari (teorik) bilgidir. Dolayısıyla ilim, akli ve ampirik bilgi demektir. Bu ilim, insanın dünya ve ahiret işlerini düzene koymayı amaçlar. İnsan onunla eşyanın ancak görüntüsel (zahiri) yönünü anlayabilir. Yunus Emre ilmin dünya sevgisine yaradığını söylerken bu konuları dile getirmektedir: Benüm gibi mücrim kul bir dahı isteye bul Dilümde ilm ü usûl dileğim dünya sever İlim hod göz hicâbıdur dünya ahret hisâbıdur Kitab hod ışk kitabıdur bu okunan varak nedür
Eşyanın sadece görüntüsünü konu alan bu ilme, zahiri ilim de denir ki, bunu din âlimleri ve filozoflar temsil ederler.
Ma’rifet Yunus Emre’ye göre ilim, insanı eşyanın içerisine, yani onun görünmeyen hakikatine götürmez. Yunus şöyle der: Hakikatün ma’nîsin şerhile bilmediler Erenler bu dirliği riyâ dirilmediler Hakikat bir denizdür şeriat anun gemisi Çoklar gemiden çıkıp denize tamladılar Bunlar geldi kapuya şeriat tutdı turur İçeri girükeni ne varın bilmediler Dört kitâbı şerhiden âsıdur hakikatde Zîre tefsir okuyup ma’nisin bilmediler Görüldüğü gibi, eşyanın görüntüsüyle uğraşanlar, dinin şeriat denen kuramsal kaide ve yöntemleriyle uğraşanlar, sadece ilmi dar kalıplara sığdıranlardır. Halbuki Yunus’a göre ilim bir gemi ise, hakikat bir deniz gibidir. Hakikati görmek için, gemiden çıkmak gerekiyor; meselelere daha geniş görüş açısından bakmak gerekiyor.
İlim hod göz hicâbıdur dünya ahret hisâbıdur Kitab hod ışk kitabıdur bu okunan varak nedür
Yunus’a göre aşk kitabının öğrettiği ilim, gerçek ilimdir; yani ma’rifettir. Aşk yoluna giren kimse, ma’rifeti doğrudan doğruya “Tanrı”dan aşk medresesinde öğrenir: Biz tâlib-i ilmlerüz ışk kitâbın okuruz Çalab müderris bize ışk hod medresesidür Dervişin kulağı sak Hakk’dan işidür sabak Deprenmedin dil dudak sözi işiden gelsün Ma’rifet iç gözümüzü açarak bize eşyanın gerçek yüzünü doğrudan doğruya gösterir. İnsan ne kadar çok kitaplar okusa da, buna bu yolla erişemez: İy çok kitaplar okuyan sen mi dutarsın bana dak Tâ bilesin sırrı ayan gel aşkdan okı bir sebak
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Aksi takdirde, ilim insanın gözünü perdeleyerek, hakikati görmeye engel teşkil eder. Bu engel de, ancak aşk kitabından okumakla aşılabilir:
174
Yunus Emre’ye göre, insanın Tanrı ve eşyanın hakikatini bilebilmesi için, her şeyden önce kendisi bilmesi gerekiyor. Bundan dolayı Yunus, insanın hakikatini öğretmeyen ilme, ilim demiyor. İlim, insanın kendini bilmesidir. İnsan kendi hakikatini bilmiyorsa, hiçbir şeyi hakkıyla bilemez. O halde eşyanın ve Tanrı’nın bilinmesi, insanın bilinmesine bağlıdır. Ma’rifetin esas anlamı budur: İlm okumaktan gerek kendüzini bilmekdür Kendüzini bilmezsen bir hayvandan betersin İlim ilim bilmekdür ilim kendin bilmekdür Sen kendüni bilmezsin bu nice okumakdur İnsan ancak kendini bildiği zaman Tanrı’yı bilebilir. Tanrı’nın bilinmesi, insanın bilinmesinden geçer. O halde ilmin sonucu, Tanrı’yı bilmekdir:
Okumakdan ma’ni ne kişi Hakk’ı bilmekdür Çün okudum bilmezsin ha bir kuru ekmekdür Okudum bildüm dime çok tâat kıldum dime Eri hakk bilmezisen abes yire yilmekdür Ma’rifet, kendi denizine düşenin aklını başından alarak sarhoş eden şeydir:
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Didüm Yunus delü olmuş ma’rifet bahrine talmış Ol denizde gevher bulmış alsam gerek şimden girü
175
Bu hali, aşk ve ma’rifete dalmayanlar anlayamaz ve anlatamaz; çünkü aşk, ilim ve amele sığmayan bir nesnedir: Havf u recâ gelmez anda varlık yoklık bırağana İlm ü amel sığmaz anda ne rerâzu var ne sırat
Bu bir acâyib hâldür bu hâle kimse irmez Âlimler da’vi kılur veli değme göz görmez İlm ile hikmeti ile kimse irmez bu sırra Bu bir acâyib sırdur ilme kitaba sığmaz
Âlem ilmin okuyan dört mezhep sırrın tuyan Âciz kaldı bu yolda bu ışka el uramaz Bizce Yunus Emre’nin buraya kadar söylediklerinde bir yenilik yoktur. Onun sözleri, Hz. Peygamber’e atfedilen: “Kendini bilen Rabbini bilir” anlamındaki bir hadisin yorumudur. Bu hadisi yorumlayan birçok mutasavvıf da benzer şeyler söylemiştir.
Yunus Emre’nin bu konudaki asıl yeniliği, aşk ve ma’rifetin ahlâkla ilgisini kurmuş olmasıdır. Yunus’a göre, kötü ahlâk insanın ilme ve aşka ulaşmasına engel olduğu gibi, iyi ahlâk tam tersine insanın ilme ve aşka yönelmesine neden olmaktadır. Yunus bunu şiirlerinde bize şöyle belirtiyor: Yunus sözinde yalan görmedi münkir olan Ömrin zulmete salan ma’rifet yoksulıdur Şeyh u dânışmend ü fakı gönül yapan bulur Hakk’ı Sen bir gönül yıkdunisa gerekse var yüz yıl okı
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:67 ve > 8. AŞK VE KADER Levh üzere kimdür yazar azduran kim kimdür azan Bu işleri kimdür düzen bu suâle cevâb nedür derken, Yunus Emre’nin kader ve kaza inancını sorguladığını anlıyoruz.
Senündür arş u kürsi levh u kalem Döner çerh yer turur hoş hikmetün var sözlerinde de, Yunus Emre’nin ne tür bir kader ve kaza inancına sahip olduğu da açıkça anlaşılıyor. Yunus’un kader inancı, ne kişinin sorumluluğunu ve özgürlüğünü ortadan kaldıran, ne de insanı yaratıcının yerine koyan bir kader inancıdır. Yani Yunus Emre, ne Cebriyeci* ve deterministtir*, ne de insanın kendi yaptığı şeylere zorunlu olarak hapsolup kalmasıdır. Yunus Emre’ye göre, her şeyi ve her fiili prensip olarak Tanrı yaratmaktadır ve bu anlamda o her şeyi önceden bilmektedir. Fakat Tanrı’nın her şeyi önceden bilmesi demek, onun belirli kimseler için belirli şeyleri önceden tayin etmesi demek değildir. Bunu daha açık bir şekilde söylemek istersek, şöyle diyebiliriz: Tanrı bir kimsenin hangi fiil veya davranışta bulunacağını önceden bilir; fakat bu, Tanrı’nın o kimseyi, o fiili veya davranışı yapmasına zorunlu olarak sürüklemesi değildir. Tanrı o kimsenin o fiili yapacağını önceden bilebildiğinden, onun o fiilini önceden bilir. Çünkü, daha önce
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Bu işleri sen bilürsin sen virürsün sen alırsın Ne kim kıldum çün bilürsin ya bu soru hisâb nedür
176
özgürlük bahsinde de belirttiğimiz gibi, Yunus insanın seçme hürriyetine sahip olduğunu kabul etmektedir. O halde, Yunus’a göre kader, Tanrı’nın yarattığı fiiller ve davranışlar arasından insanın kendi iradesiyle seçim yapması demektir. Bundan dolayı da, insana sorumluluk doğmaktadır. İyi davranışları için mükafat, kötü davranışları için ceza vardır. Buraya kadar, kader konusunda Yunus Emre genel olarak Eşariler* ve Maturidiler* gibi düşünmektedir. Fakat Yunus Emre’nin bu konuda onlarda olmayan yeni görüşleri de vardır. Yunus Emre, sadece insan fiillerini ve davranışlarını, allah’ın onlara ahirette takdir edeceği sevap veya cezaya yönelik bir sebep-sonuç ilişkisi açısından da düşünüyor. Böyle olunca, Yunus’a göre, bir kimse bir fiili seçerken, o fiili seçmedeki nedeni önceden bildiği halde, aynı fiilin ne gibi neticeler doğuracağını önceden kesin olarak her zaman bilemez. Bunu, Yunus’a göre, geçmiş ve geleceği zamana bağlı olmadan bilici olan sadece Tanrı bilebilir. İşte bunun için kader, bir yönüyle insan tarafından bilinirken, diğer yönüyle, yani netice yönüyle, önceden onun tarafından bilinemiyor. Bu nedenle, Yunus insanın kaderi konusunda yine de Tanrı’ya sığınmasının iyi olacağı görüşünü taşımaktadır. O şöyle der:
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Rahimdurur senün adun rahimliğün bana didün Mürşidlerün muştıladı Lâ taknetü hitâb nedür
177
O halde Yunus’a göre kader, insanın kendine düşeni yaptıktan sonra neticeyi Tanrı’dan ümit etmesi ve beklemesidir. Kader, insanın hazırlıklarını önceden yaptıktan sonra, Tanrı’dan gelecek şeylere bu dünyada ve gelecekte katlanmasıdır: Allah diyelüm dâim Allah görelüm neyler Yolda turalım kâim Allah görelüm neyler Allah diyü kıl zârı oldur kamunun varı Andan umalum yâri Allah görelim neyler Çıkarmayalum dilden ayrılmayalum tenden Ta azmayalum yoldan Allah görelüm neyler Açlık sonı tokdıdur toklık sonı yoklıkdur Bu yollar korkulıkdur Allah görelim neyler Sen sanmadugun yirde şâyet açıla perde Dermân irişe derde Allah görelüm neyler Gündüz olalum sâim gice olalum kâim Allah diyelüm dâim Allah görelüm neyler
Adı sanı dillerde sevgüsi gönüllerde Şol korkulu yollarda Allah görelüm neyler Her dem talalum bahre aldanmayalum dehre Sabreyleyelüm kahre Allah görelüm neyler Yunus, insanın kaderinin bilinmeyen yönüne aşk yoluyla Tanrı’yı ortak etmesi gerektiğini vurgular. Yunus için bu, hem tevhid inancının bir neticesi olarak, hem de insanın dünyada mutluluğa kavuşması olarak zorunludur: Senünle dirliğüm senden ırılmaz Hayat senünledür sensüz dirilmez Benüm münâcâtum senden yanadur Sana varan yolum sensüz varılmaz Sensin gözlerüm içre bile bakan Sen bile bakmasan yolum görilmez Senden ayru ben seni kanda bulam Sensüz bu hak nefes ümrüm sürilmez
Varlığum sendedür beni bir âletven Sun’ıssı sunmasa âlet kırılmaz Âlet ü harekât cümlesi senden Anunçün işine kimse kırılmaz ……………………….. ……………………….. Bu behven didüğüm eger ben isem Hiçün bu benliğe elüm irilmez ……………………….. ……………………….. Yunus bu tevhide garlı oldı kaldı Girü gelmekliğe aklı dirilmez Çünkü Yunus’a göre, insan kendi fiillerinin ve davranışlarının sonucu kötülüğe, sıkıntıya, eziyete ve diğer olumsuz duygulara dûcar olsa bile, o fiillerinden dolayı Tanrı’nın onu
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
………………………… …………………………
178
takdir ettiğini bilmekle gönül ferahlığına kavuşacaktır. Aşk yoluyla kaderini Tanrı’ya havale eden insan artık kader nedir diye sormaz: Gönül içerü dostıla ben kapuda feryâd ü zar Bin yıl zâri kılurısam işbu nedür diyü sormaz Sormadığı gibi, her şeyi zıddıyla anlamdaş görür hale gelir: Tasalar, neşe; elemler, sevinç; korkular, sakinlik; acılar, tatlı olur; gam ve keder ortadan kalkar. Çünkü insan ilâhi aşkla başına gelecekleri önceden göğüslemeyi öğrenebiliyor. Zaten dünyaya gelmek kötü bir kaderdir, zira bunda insanın hürriyeti ve seçeneği yoktur. Ne var ki, bu, insanın Tanrı’ya yaklaşmasıyla iyi kadere değiştirilebilmektedir. Tnrı’dan uzak kalmak ise, asıl kötü kaderdir: Ger şehd ü şeker yirisem sensüz ağudrur cânıma Çün cânumun sensin dadı kanda bulam senden yiğrek O halde sonuç olarak Yunus emre’ye göre, aşkın kader inancını ortadan kaldırdığını söyleyebiliriz. Daha doğrusu aşkla gizlilikler ortadan kalkmakta, dolayısıyla kader sır olmaktan çıkmaktadır. Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:71 ve >
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
9. AŞK VE ÖLÜM
179
Doğmak, ölmek demektir.; insan doğumla dünyaya adımını atar atmaz, ölümün pençesine düşmektedir. Hatta doğumla ölümü aynı anda tadıp yaşama zevkine bile eremeyenler vardır. İşte bu gerçek, insanları korkutmuş ve ürkütmüştür. Çok eski tarihlerden beri, insanlar ölüm hakkında düşünmüşlerdir; onun sırrını çözmeye çalışmışlardır. Ölümden o kadar korkanlar olmuş ki, bu duygu onları psikolojik olarak hasta etmiştir. Bu sebeple birçok âlim ve filozof, ölüm korkusunun nasıl yenileceğine ve ondan nasıl kutulanacağına dair eserler yazmıştır. Yunus Emre’nin düşüncesinde de ölüm çokça üzerinde durulan bir konudur. Ölüm çeşitli açılardan ele alınarak işlenmiştir. Yunus’a göre, bir maddi ölüm vardır ki, bu rûhun cesetten ayrılmasından ibarettir. İnsanlarda korku yaratan ölüm bu çeşit ölümdür. Çünkü, insanlar bağlandıkları bu dünyadan ayrılmak istemezler ve ne olacakları önceden belli olmayan başka bir dünyaya gitmek istemezler. Ölüm ve ötesinin kesin olarak bilinmemesi, insanlara korku hissi vermektedir. Yunus bunu şöyle dile getiriyor: Hiç bilmezem kezek kimün aramuzda gezer ölüm Halkı bostan idinmişdür diledüğin üzer ölüm
Bir nicenün bilin büker bir nicenün mülkin yıkar Bir nicenün yaşın döker var gücini üzer ölüm Birinin alur kardaşın revan döker gözi yaşın Hiç onarmaz bağrı başın habersüzin gelür ölüm Yiğidi koca olunca komaz kendüyi bilince Birini koyup gülince gözlerini süzer ölüm Kanı anun sevdük yarı kıl tâatun arı yüri Miskin Yunus neye durur ejderhâlar yudar ölüm O halde, Yunus’a göre, ölüm, yaşamla iç içe ve yaşam ölüm demektir; daha dünyadayken ölümü yaşamak gerekir. Yani ölmeden önce ölümü yaşamda tatmalıdır. Ondan kaçmak yerine ona yaklaşmayı, ondan korkmak yerine onu sevmeyi bilmek demektir. İşte bu hareket noktası, Yunus’u manevi bir ölüm fikri oluşturmaya itmiştir. Yunus’un bu fikri, “Ölmeden önce ölünüz.” ve “İnsanlar bu dünyada hayal alemindedirler; ancak öldükleri zaman gerçek alemi görecekler.” diyen Hz. Peygamber’in sözlerine de uygunluk arz etmektedir.
Ata belinden bir zaman anasına düştü gönül Hakk’tan bize destûr oldu hazineye düştü gönül şeklinde başlayan uzunca bir şiirinde, Tanrı’nın insanı ölmek için yarattığını ve insanın hayatında geçirdiği her safhanın ölüme bir adım daha yaklaşmak olduğunu işlemektedir.
Benüm bunda karârum yok ben bunda gitmeğe geldüm Bazergânum matâum çok alana satmağa geldüm derken de, zaten insanın bu dünyaya gelirken orada sonsuza dek kalmak için değil ömür denen sermayeyi bitirir bitirmez gitmek için geldiğini hatırlatıyor. Mühim olan insanın bu gerçeği hatırlaması ve ölenlerden ders almasıdır. İnsan, Yunus’a göre, mezarlıklara ve kabirlere bir baksa, bu müthiş olay karşısında taş bile olsa eriyecektir ve ibret alacaktır: Sana ibret gerek ise gel göresin bu sinleri Ger taş isen eriyesin bakup göricek bunları Şunlar ki çokdur malları gör nice oldu halleri Son-ucu bir gönlek geymiş anun da yokdur yenleri
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Yunus bu gerçeği anlatmak için insanlara önce ölümü sevdirmeyi ve üzerinde biraz daha fazla düşünmelerini sağlamak için ölüm olayını hatırlatıcı konulara sık sık değinmektedir.
180
Kanı mülke benüm diyen köşk ü sarayı beğenmeyen Şimdi bir evde yatarlar taşlar olmuş üstünleri Yunus’a göre, insanların esasında ölüm olayından değil, ölüm ötesi ne olacaklarından korkmaları gerekmektedir. Çünkü bizzat ölüm bir son değildir; bir sona açılan ilk kapıdır: İy yarenler iy kardaşlar korkaram ben ölüm diyü Öldüğümi kayırmazam itdüğümü bulam diyü
Birgün görinür gözüme aybım urulur yüzüme Endişeden deli olmuşam n’idem ben ne kılam diyü O halde, ölmeden önce ölmek, ölümü tatlılaştırmak ve nihayet ölümsüzlüğe kavuşmak için, Yunus Emre’ye göre, son ucu ölmek olan dünyada insanın nefsini ve dünyalık tutukularını öldürmesi gerekir. Ölümsüzlüğe ulaşmanın ilk adımı budur. Nefsin bu dünyada öldürülmesi, insanı Tanrı aşkına ulaştırır. Böylece aşk, ölüm ve ölümsüzlük aynı şey olur. Maddi ve manevi ölüm, aşkın ve sevginin olmadığı yerde vardır: Ne gelmeğüm gelmekdurur ne gülmeğün gülmekdurur Sen menzilün ölmekdurur tuymadunsa ışktan eser
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Halbuki âşıkta ve aşkın olduğu yerde ölümsüzlük vardır; cismen ölüm olsa bile, mânen yoktur:
181
İy Tanrı’yı bir bilenler can Hakk’a kurban kılanlar Ölü değüldür bu canlar ışk gönlünde yüze durur
Âşık öldi diyü salâ virürler Ölen hayvan-durur âşıklar ölmez Aşk vasıtasıyla ölüm insana Tanrı’yı bulduran bir nesne oluyor. İnsanın içini aydınlatan Tanrısal bir ışık durumuna geliyor: Kogıl ölüm endişesin âşıklar ölmez bâkidir Ölüm âşıkun nesidir çünki nûr-ı ilâhidür Ölümden ne korkarsın çünki Hakk’a yararsın Belki ebedi varasın ölmek fâsid işidür Nazar kıl bu gevhere bu gizli gence nura Nur kaçan yavı vara kendü nazar-gâhıdur
O halde, manevi ölümle insan daha bu dünyadayken Tanrı’ya kavuşuyor ve kendi benliğini buluyor. Ölüm, Yunus’a göre insanın gerçek benliğini oluşturan bir duygu ve olgu da olmuş oluyor. İşte bu anlamda Yunus’a göre dünya ile ahiret arasında bir fark kalmıyor. Normal insanların âhirette olmasını bekledikleri şeyler; âşıklar için bu dünyada gerçekleşiyor.böylece manevi ölümle dünya olumlu bir anlam kazanıyor. Bu bağlamda Yunus’un gözünde dünya, ahiretten daha değerli ve daha esrarengiz bir hâl alıyor. Âhiret, dünyada kendini gösteriyor:
Bu dünya ol âhiretden içerü Âşıkın yiri var kimsene bilmez İnsan aşkla âhiretin kokusunu daha bu dünyada koklayınca, artık ne ecelden ve Azrail’den korkar, ne ateşten ve cehennemden çekinir. Tanrı’ya kavuşmakla, öldüren de, dirilten de o olur. Bakınız Yunus Emre bu konuda şöyle diyor:
Eğer seni sevdüm ise ecel eli ermez bana Nice geliser Azrail ben seni canlanur isem
Bakan benem gören benem alan benem viren benem Ne Cebrail ne Mikail İsrafillik kılan benem Dolayısıyla aşkla ölümsüzlüğe erende, ne ölüm korkusu ne de sual-cevap endişesi olmaksızın seve seve cismani ölümü de arzulayacaktır. Bu tür ölümle insan gerçek vatanına, yani artık ölümün olmadığı Tanrı katındaki aslî ve ezeli mekanına ulaşacaktır: Ben kimseden korkmazam ya bir zerre kayurmazam Ben imde kimden korkayın korkdığım ile bir oldum Düşd’önüme hubbül vatan gidem hey dost diyi diyi Anda varan kalur heman kalam hey dost diyi diyi Sonuç olarak diyebiliriz ki, Yunus’a göre bütün varoluşun sırrı ve anlamı ölüm duygusu ve olgusunda yatmaktadır. Bunun için, Yunus ölümü, J.P.Sartre ve diğer ateist varoluşçuların aksine, her şeyin kendisiyle son bulacağı kötü kader ve inanç olan bir son olarak görmüyor. Varoluşçulara göre, insanın bütün ıstıraplarının ve tasalarının kaynağı ölüm olduğu halde, Yunus için ölüm mutluluğun tâ kendisidir. Yunus ve varoluşçular ölümün insana özünü kazandırdığı görüşünde birleşseler de, ölümle kazanılan özün tabiatında ayrılırlar. Yunus’a göre ölüm insana optimist(iyimser) bir öz
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Azrail gelmez yanuma sorıcı gelmez sinüme Bunlar benden ne soralar anı sorduran ben oldum
182
kazandırdığı halde, özellikle ateist varoluşçulara göre, pesimist(karamsar) bir öz kazandırmaktadır. Bu bakımdan da, Yunus için hayat ne kadar anlamlıysa, varoluşçular için de o kadar anlamsızdır. Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:74 ve > AŞK VE TOPLUM Yunus Emre’ye göre aşk, sadece bireysel olarak yaşanan bir duygu değil aynı zamanda toplumsal hayatta yön vermesi gereken bir duygu ve prensiptir. Yunus Emre, toplumsal hayatın özellikle siyasi ve ahlaki yönleriyle dinî ve ideolojik cereyanların topluma yansımalarında da aşkın yeri ve önemi üzerinde ısrarlı bir şekilde durmaktadır. 1. AŞK VE DİRLİK Yunus Emre, bütün hayatını yaşadığı dönemin Anadolu Türk-İslâm topluluğunun siyasi birliği ve dirliği için feda etmiştir. Bu yolda sadece yaşamıyla değil düşünce ve fikirleriyle de büyük çaba harcamıştır. İnsanları birlik ve düzenliğe sevgi ve aşk yoluyla davet etmiştir. Tanrı aşkının insan ve toplum sevgisi ve aşkından geçtiğini işlemiştir. Yunus Emre’ye göre, insanlar Tanrı aşkının yaşanırlılığını sadece gönüllerinde göstermeleri yetmez aynı zamanda onu toplum içine de yansıtmaları gerekir. Dolayısıyla Tanrı aşkının yolu toplumdan geçmektedir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Yunus Emre, aşk ile halkı dirliğe ve düzenliğe çağırmanın birkaç yolundan bahsetmektedir. Onlardan birincisi, metafizik gerekçeli bir yoldur.
183
Yunus’a göre, bütün insanlar bu dünyaya gelmeden önce “Rûhlar Âlemi” denen Tanrı katındaki âlemde birlik içindeydiler; hem birbirleriyle hem de Tanrı ile dost idiler: Çarh-ı felek yoğıdı canlarumuz variken Biz ol vaktin dost idük Azrâil ağyar iken Niçe yıllar biz anda cemi’ydük kânında Hâkikat âleminde ma’rifet söyler iken Çalab ışkı candaydı bu bilişik andaydı Adem Havvâ kandaydı biz onunla yâr iken ………………………………… ………………………………… Canlar anda bilişdi ol dem gönül ilişdi Âlem halka karışdı denizler kaynar iken Ne gök varıdı ne yir ne zeber vardı ne zir
Konşıyudık cümlemûz nur tağın yaylar iken Yunus Emre, insanlar arasındaki bu ezeli dostluk ve dirliğin bu dünyada da bozulmamasını istiyor. Bunun için dünyada insanlara bu dirlikten haber vermek gerektiğini söylüyor: Ezeli biliş idük birliğe bitmiş idük Mevcudât düşdi ırak vücûd can yatağıdur Bu ezeli birliği ya cihanda dirliği Ya bu gönül can kudret kudağıdur Yatluk yoktur bilene dirlik tuta gelene Bilelik soylayana vuslat yolı kavidür Yunus’a göre renkleri, dilleri, inançları ve siyasi tercihleri ne olursa olsun, aşk yoluyla insanlar, o ezeli manevi birlik ve dirliklerini bu dünyada sürdürebilirler. Yunus Emre, sürekli ve gerçek bir dirlik ve düzenlik isteyen kişilerin aşk yolundan başka bir yollarının da olmadığını söylüyor:
Yıkılmaz dirliğin aşkla olduğunu söyleyen Yunus bu konuda çok daha ileri giderek, hem kişinin kendi içerisindeki bireysel dirliğinin, hem de ahiret mutluluğunu kazanmanın yolunun sosyal ve siyasi dirlikten geçtiğini vurguluyor. Var din imân gerek ise dirlik diril bu dünyâda Yarın anda bitmez işün bugün bunda bitmeyince Dirlik niceyidüğin eydesin kıldan kıla Iraka vü yakına hem hâss u âma bile Hâss u âm cümle âsı dost kulıdur cümlesi Kullar yol virmeyiser şâhı kim görebile Yunus doğru söylemiyor mu? Kişi toplumu etkilediği gibi toplum da kişiyi etkiler. Dirlikçi ve düzenli bir toplumda insanlar hem dünya ve hem de âhiret işlerini daha yerli yerince yapabilirler. Toplum kötü ise, bu kötülük kişilere de yansır; onların maddi ve manevi yaşantılarını olumsuz yönde etkiler. O halde toplumun dirliği ve düzenliliği, kişiyi hem kendi kendine karşı, hem de Tanrı’ya karşı dirlikli ve düzenli olmaya yardım eder. Sonuç olarak diyebiliriz ki, toplumun dirlik ve düzenliği, toplumsal dertlere derman bulmakla sağlanabilir. Toplumsal hastalıklar hangi türden olursa olsun, ilk ve kalıcı çare,
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Bâki dirlik seven kişi gerek tuta ışk eteğin Işkdan artuk her nesnenün değşirilür zevâli var
184
Yunus’a göre aşk ilacıdır. Âşkın dermân olamayacağı hiçbir hastalık yoktur. Yunus’un bu görüşünü, şu beyit ne güzel açıklamaktadır: Eğer ışkı seversen cân olasın Kamu derdüne hem dermân olasın Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:81 ve > Yunus Emre, toplumsal ve siyasi dirlik ve düzenliğin ikinci ana yolunun ahlâk olduğunu kabul etmektedir. Ahlâk hem toplumsal, hem de bireysel aşk için vazgeçilmez bir prensiptir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Ahlâk hemen her din ve toplumun ortaklaşa güzel kabul ettikleri duygu ve davranışlardır: Adalet, yardımseverlik, dürüstlük ve doğruluk, acıma ve bağışlama, eşitlik, hoşgörü gibi. Bunların zıddı olan yalancılık, gıybet, cimrilik, gaddarlık, kindarlık ve kabalık gibi duygu ve davranışlar da ahlâksızlıktır. Ahlâklılık ne kadar dirlik ve düzenin kurulmasına yardım ederse, ahlâksızlık da o kadar bozar. İşte bu sebeple Yunus Emre ahlâka oldukça önem vererek, ahlâk-aşk ve ahlâk-toplum hayatı arasındaki ilişkilere işaret etmiştir. O halde Yunus’a göre aşk yolu ve dirliğe kavuşma yolu, tamamen ahlâktan geçer.
185
Yunus Emre’nin Risaletü’n Nushiyye’si tamamen baştan sona güzel ahlakî öğütlerle doludur. Dîvân’ında da ahlâkla ilgili birbirinden güzel sözleri vardır. Onlardan bazılarını çeşitli alt başlıklar halinde verelim. Adaletsizlik, kin ve kibir: Eğriliği koyasın toğrı yola gelesin Kibr ü kini çıkargıl erden nasib olasın Yardım etmek: Ne virsen elünile şol varur senünile Ben disem inanmazsın varıcağız göresin Hak yemek: Atan anan hakın yitürdünise Yeşil tonlar giyesin tonanasın Eğer komşı hakı boynundayısa Cehennemden yarın bâkı kalasın
Ayrıcalık ve yermek: Yitmiş iki dilcedi araya sınur düşdi Ol bakışı biz bakduk yermedük âmm u hâssı Yalancılık ve gıybet: Yalancılık eylemegıl ışka yalan söylemegıl Bunda yalan söyleyenün anda yiri zindandadur Söyledüğün keleciği işitdüğün gibi söyle Kendüzünden zîreklenüp birkaç söz dahi katmagıl İy dostını düşman dutan guybet yalan söz söyleme Bunda gammazlık eyleyen anda yiri tar olısar
Değer vermek: Tehî görme kimseyi hiç kimsene boş değil Eksükliğ ile nazar erenlere hoş değil Ayıp aramamak:
Eşitlik: Sen sana ne sanırsan ayruğa da anı san Dört Kitâbun ma’nisi budur eğer varısa Hakk’a aşık olmak ve sosyal dirlik için: Yunus Emre, herkesin ahlâk konusunda Hazreti Peygamberi örnek almasını öğütlemektedir: Hulkun olmayınca Muhammed gibi Hakk dîdârını sana göstermeye Yunus Emre’nin ahlâk anlayışıyla ilgili olarak önemli bir noktaya da burada değinmeden edemeyeceğiz. Bu nokta bize Yunus’un ahlâk anlayışının çağdaş felsefedeki ahlâk anlayışlarından farklı yönünü ve onlara üstünlüğünü gösterecektir. Hıristiyan varoluşçu filozoflar, özellikle de Kierkegaard, ahlâkî vazifeler Tanrı adına ve Tanrı’ya dayandırıldığı ölçüde vazifedir derler. Ayrıca herhangi bir ahlâkî vazife, Tanrı adına yapılmıyorsa, kendi başına insanı Tanrı ile ilişkiye geçiremez de derler. O halde, onlara göre ahlâkın değer ölçüsü doğrudan doğruya Tanrı’nın kendisidir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
İy gafil açgıl gözüni fikrün yavlak uzatmagıl Bakgıl kendü dirliğüne kimse aybın gözetmegıl
186
Halbuki Yunus Emre’ye göre, ahlâk ve ahlâkî vazifelerin değer ölçüsü bizzat kendileridir. Onlar ister Tanrı adına yapılsın ister yapılmasın bu değişmez. Çünkü ahlâkî vazifelerin, insanı Tanrı’ya götürme gibi tek bir amacı yoktur. Her ne kadar ahlâklılık insanı Tanrı’ya yaklaştırırsa da ahlâkın ilk ve doğrudan amacı toplumsal dirlik ve düzenlik içindir. Yani Yunus’a göre, ahlâkın sosyal ve siyasi amacı, her zaman metafizik amacından öncedir. Zira Tanrı’nın insanlardan ahlâklı olmalarını istemesi, doğrudan kendisi için değil, insanlar içindir; aralarında dirlik ve düzeni ideal biçimde kurmaları içindir. O halde Yunus’un ahlâk anlayışına göre, bir ahlâkî vazife, Tanrı için yapılmasa bile, ahlâkîdir ve kendi başına bir değeri vardır; çünkü ahlâk, ahlâkî prensipleri tayin eden bizzat Tanrı bile olsa, zaruretini toplumsal hayattan alır. Eğer bir kimse bir ahlâkî vazifeyi Tanrı adına yapmıyorsa, yaptığı şey ahlâkî olmakla birlikte, bu vazife onu Tanrı’ya yaklaştırmaya ve kendisini Tanrı ile ilişki kurmaya itmeyebilir. Fakat Yunus’a göre bunun nedeni, ahlâkî vazifenin Tanrı adına yapılıp yapılmaması değil, yapan insan inançsızsa onun Tanrı’ya daha baştan olan inançsızlığıdır.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
O ahlâkî vazifeyi yapan insan inançlıysa, yaptığı vazife ister istemez kendiliğinden Tanrı adına da olacaktır. Elbette Yunus, ahlâkî bir davranışın Tanrı adına yapılırsa daha mükemmel olacağını kabul etmektedir; sadece onun vurgulamak istediği şey, insanların ahlâka gereksinimlerinin zorunluluğu, öncelikle toplum için olmasıdır.
187
Bu kısa karşılaştırma bile bize, Yunus Emre’nin ahlâka bakışının, daha geniş ve kapsamlı olduğunu göstermektedir. Kierkegaard gibi varoluşçu filozoflar, felsefe tarihindeki diğer felsefelerden ayrı ve farklı olma nedenlerini insan ve varoluşsallığının felsefesini yapmaya borçlu olduklarını söylemelerine rağmen, ahlâk gibi insanı doğrudan ilgilendiren bir konuda bile, meseleyi hemen Tanrı önünde halletme yoluna gittikleri göz önüne alındığında, Yunus’un ahlâk sorununu önce insan ve onun toplumsal varlığı için çözümlemesiyle onlardan ne derece üstün varoluşçu bir düşünür olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:83 ve > 3. AŞK VE İNSANİYETÇİLİK Yunus emre için, bireyin kendisi iç dirlik ve düzenliliğini,yaşadığı toplumun dirlik ve düzenliliğini kurmanın üçüncü ve önemli başka bir yolu da hiç şüphesiz, insaniyetçiliktir. Yani Yunus’un insaniyetçilik anlayışıdır. Yunus’un insaniyetçiliğini anlatmadan önce, bu kelime iye ne kastettiğimizi açıklamamız gerekir. Burada tek tek isimlerini zikretmeye gerek görmediğimiz Yunus Emre hakkında yazan ve konuşanlardan bazıları Yunus’a hümanist ve öğretisine hümanizm olarak bakarken, diğerleri Yunus ve öğretisinin hümanizm ile hiçbir ilgisi olmadığını söylemektedirler.
Yunus Emre’ye hümanist demenin veya dememenin uygunluğu her şeyden önce hümanizm deyimini hangi anlamda alarak Yunus Emre ile irtibatlandırmaya bağlıdır. Şimdiki bilgilerimize göre, hümanizm kelimesi “İnsan sevgisi” anlamında ilk defa meşhur Romalı yazar Cicero tarafından kullanılmıştır. Fakat kelimenin yaygın bir halde kullanılması XVI. Yüzyılın sonlarına doğru olmuştur ve XVII. Yüzyıl Aydınlanma Devri filozoflarıyla felsefi bir anlam kazanarak bir yaşam doktrini haline gelen hümanizm, bütün sorunların, insandan başka bir kaynağa müracaat etmeden, sadece insanla çözülebileceğini savunan, insanı tek ölçü kabul eden ve dolayısıyla dini ve Tanrı inancını tümüyle dışlayan bir görüştür. Çağdaş ateist, materyalist ve Marksist akımlar genel olarak kendilerini hümanizm olarak adlandırırlar. Örneğin bunun için J.P.Sartre bir eserine “Varoluşçuluk, Hümanizmdir” başlığını takmıştır. İşte bu anlamda, bütün gönlü Tanrı aşkıyla yanıp tutuşan, ancak ve ancak bu aşkın topluma yansımasıyla insan sorunlarının çözülebileceğini inanan Yunus Emre’yi hümanist olarak tanıtmak çok yanlıştır kanaatindeyiz.
Burada biz, Yunus ve öğretisini bir adla adlandırmamız gerekirse, Yunus’u “insaniyetçi” düşünür, öğretisine de “insaniyetçilik” demeyi tercih etmek istiyoruz. Türkçe’mizin en güzel kelimelerinden biri olan “insaniyet” sözcüğünden türetilen bu deyimler, hümanizm ve hümanist deyimlerden hem daha kapsamlıdır hem de Yunus’a ve öğretisine daha uygundur. Çünkü çeşitli konularda Yunus ile kendilerine hümanist denen Avrupalı düşünürler arasında yapacağımız kısa karşılaştırmaların da göstereceği gibi, Yunus’un insana bakışı, her türlü ideolojik kaygılardan uzak, yalın ve tabiî bir bakıştır. Günlük dilde bir insan hakkında “Ne insaniyetli adam.” veya “İnsaniyetten hiç nasibini almamış birisi.” derken bir insandan insan olarak nasıl tabiî bir davranış bekliyorsak, Yunus’un insaniyetçiliği o davranış ve düşünüştür. İşte bu bakımdan Yunus’un insan öğretisi, hümanizm veya benzer doktrinlerin insan öğretilerinden kat kat üstündür ve daha insancıldır. Daha başlangıçta belirtelim ki, Yunus Emre’nin yüksek insaniyetçiliğinin temelinde sevgi ve aşk yatar. Bu herhangi bir sevgi ve aşk değil Yunus’un öğrettiği şekilde bir sevgi ve aşktır. Bu aşk, daha önce kadın sufi Rabia el-Adaviyya’nın dile getirmeye çalıştığı gibi, Tanrı’yı ve insanları çıkar ve kısa vâdeli hesaplar uğruna sevmek değildir; aşk için aşktır, çıkarsız aşktır. İşte ancak bu tür aşk insanı insaniyetçiliğe yöneltir. İnsanı bu aşka yöneltebilecek temel düşünce nedir o halde? Yunus Emre’ye göre bunun tek bir yolu vardır. O da, duygu ve düşüncelerde, davranışlarda, ibadetler ve inançlarda insanî ve toplumsal olanı Tanrısal olanla bir görmektir. Daha açık bir ifadeyle Tanrı ile insan arasını açık bırakmamak; her şeyi Tanrısal gibi kutsal görmektir. Mademki, her şey Tanrı’nın işi ve eseridir. Her şey onun kadar sevilmeli ve sayılmalıdır. Tanrı’ya
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Fakat diğer taraftan, günümüzde, özellikle de Türkiye’de, hümanist felsefe anlamının dışında halk arasında bir kullanım kazanarak tolerans ve hoşgörü karşılığı kullanılmaya başlanmıştır. Hümanizm kelimesinin bu amiyane kullanımıyla, tolerans ve hoşgörüye oldukça ağırlık veren Yunus Emre’ye hümanist demede de belki bir sakınca olmayabilir.
188
doğrudan doğruya gidebilecek bir yol yoktur. Tanrı’nın yolu insan ve toplumdan geçer. Bu da Tanrı’ya giden tek yoldur. Yunus bu gerçeği ne güzel dile getiriyor: Hakk cihâna tolıdur kimseler Hakk’ı bilmez Anı sen senden iste o senden ayru olmaz İy dün ü gün isteyen bilmezmisin Hakk kandadur Her kandasam anda hâzır kanda bakarsam andadır
O halde, her yerde ve her şeyde Tanrı’yı görebilme, Yunus’a göre, insaniyetçiliğin temel düşüncesidir. Teknik tabiriyle, Vahdet-i Vücûd doktrini Yunus Emre’nin insaniyetçiliğinin özünü ve esasını teşkil etmektedir. Şimdi de bu esas üzere Yunus Emre’nin insaniyetçiliğini oluşturan temel düşünceler nelerdir onları görelim: a. Sevmek - Sevilmek Yunus Emre’ye göre, yaratılış ve varoluş sevme ve sevilme isteğinden başka bir şey değildir. Bu iş önce Tanrı’da başlamıştır. “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek (yani sevilmek) istedim, varlıkları yarattım.” anlamındaki bir Hadis-i Kutsî bunu gösterir. O halde Tanrı âlemi ve insanı sevgi üzere, sevmek ve sevilmek için yaratmıştır.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Durum bu olunca, insanın amacı özünü oluşturan bu sevgiyi yaşamında da fiilen yaşatmak olmalıdır. Bunun için Yunus Emre,
189
Gelün tanışık idelüm işün kolayın tutalum Sevelüm sevilelüm dünyeye kimse kalmaz demektedir. Bu asli sevginin, dermân olmayacağı, toplum işlerini kolaylaştırmayacağı hiçbir sorun yoktur; yeter ki insanlar bu gerçeği gönülden kabul edebilsinler: Eğer ışkı seversen cân olasın Kamu derdüne hem dermân olasın Aslî sevgi insanları toplumsal ve evrensel tevhide (birliğe) götürecektir; nasıl bütün insanlar tek bir Tanrı’nın yaratıklarıysalar, sevgi yoluyla, Tanrı’nın birlik ve tekliğini bu dünyada da kardeş olarak oluşturmalılardır. b. Evrensel İnsanlık Evrensel insanlık fikri, Yunus’un insaniyetçiliğinin ikinci önemli unsurudur. Yunus Emre’ye göre insanlar dilleri ve dinleri, ırkları, renkleri ne olursa olsun, evrensel bir kardeşlik için çalışmalıdırlar. Her insan bütün insanları “benim ve benden” görmelidir: Dünye benüm rızkumdurur kavmı benüm kavmumdurur Her dem benüm yargum yürür yargumı hândan dutarım
Dünya kardeşliğinin gerekliliği yukarıda da belirttiğimiz gibi Tanrı’ya olan ve insana olan sevginin kendisidir. Tanrı’yı sevmek Yunus Emre için laf ile olamaz; bu sevginin öngördüğü kardeşliği yeryüzünde kurmaya çalışmakla olur: Erenler buna kalmadı vardı yoluna durmadu Hakk’ı gerçek sevenlere cümle âlem kardaş gelür Gerçek sevgi ve aşk ehli olanlar, şu veya bu milleti, şu veya bu dini topluluğu gözetmez. Bütün insanlığı gözetir: Din ü milletden geçer ışk eserini tuyan Mezheb u din mi bilür kendüzin yoğa sayan Işk ehlini sorarsan ne mezhep ne milletdür Yoldu kalandur sakın gice yü gündüz sayar O halde Yunus Emre’ye göre gönül milleti, coğrafi sınırların ve inançların ötesinde, bütün insanlıktır. Bu gerçeği kabul etmeyenler, karanlığı aydınlık sayan kimseler gibi yanılgı içerisindedirler. Yunus Emre, insanları sadece evrensel insanlık ve aşkın oluşturacağı vatandaşlığa davet etmekle kalmıyor, fiilen bunu gerçekleştirmeleri için insanlara gerçek âşık olmaları için yalvarıyor da:
Yunus Emre’nin insaniyetçiliğine nasıl ulaşılır? Yani insanın böyle bir insaniyet anlayışına sahip olması için ne gibi duygu ve davranışlar içerisinde olması gerekir? Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:87 ve > o Gerçek Kulluk Yunus Emre, Tanrı’ya samimi bir imandan sonra, gerçek kulluğun, evrensel insanlık veya insaniyetçilik fikrinin oluşması ve kazanılmasında büyük rol oynadığı görüşündedir. Gerçek kulluk Yunus Emre’ye göre, hakiki anlamıyla ibadet yapmaktır. Hakiki anlamda ibadet yapılmasının başlangıcı, önce ibadeti Tanrı’nın kendisi için değil insan ve toplumun faydası için emrettiği düşüncesine sahip olmaktır. Bu düşünce ile yapılan ibadet, Yunus Emre nazarında, ancak insandaki nefis denen ve insanlar arasında ayrıcalık çıkarmaya, kin ve nefret doğurmaya neden olan ego veya bencilliği öldürür. Kulların nefis karanlığından kurtuluşları ve sevgi aydınlığına ulaşmaları bu tür bir ibadetle sağlanabilir. Bakınız Yunus bu konuda ne diyor:
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Yitmiş iki millete kurban ol âşıksan Tâ âşıklar safına tamâm olasın sâdık
190
Müsülmanam diyen kişi şartı nedür bilse gerek Tanrı’nın buyruğın tutup beş vakit namaz kılsa gerek Tanla turup başun kaldur ellerüni suya daldur Tamudan âzadlu oldur kullar âzad olsa gerek Öyle namâzın kılasun her ne dilersen bulasın Nefs düşlanın öldüresin nefs hemişe ölse gerek Ol ikindiyi kılanlar arı dirlik dileyenler Olardur Hakk’a irenler dâim Hakk’a irse gerek Akşamdurur üç farıza tağca günahun eride Eyü amellerün sana şem’ü çırağ olsa gerek Yatsu namâzına ol hâzır hâzırları sever Kâdir İmânun eksüğin bitir imân piş-rev olsa gerek Her kim müsülman olmadı beş vakit nâmazı kılmadı Bilün müsülman olmayan ol tamuya girse gerek ……………………………….. ………………………………..
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Beklerisen din gayetin virmegil nefse murâdın Yunus Nebi salavâtın ışkıla değürse gerek
191
İşte bu şekilde hakkıyla yapılan ibadet insanı, gerçek kulluğa ve hakiki dindarlığa götürür. Yunus Emre’ye göre hakiki dindar da yaptığı ibadetin Tanrı aşkı için olduğu kadar başkaları için de olduğunu bilir:
Bir kez gönül yıkdunısa bu kıldığun namaz değül Yitmişiki millet dahı elin yüzin yumaz değül Gerçek dindarlık Yunus’a göre insana, otokritik yapmasını öğretir. Eksiği-noksanlığı, ayıbı-kusuru başkalarında değil önce kendinde aramalıdır: İy gafil açgıl gözüni fikrün yavlak uzatmagıl Bakgıl kendü dirliğüne kimse aybın gözetmegil
Yunus eğer âşıkısan varlığun değşür yoklığa İmân kuşağın berk kuşan di hep eksüklik bendedür Nihayet gerçek kulluk da, insanı sosyal ve ahlâkî hoşgörüye götürür.
o Sosyal ve Ahlâkî Hoşgörü İnsaniyetçiliği kazanmanın ikinci önemli yolu, hoşgörüdür. Yunus Emre için hoşgörü, bir insanın, Tanrı’nın ve insanların istemediği olumsuz sosyal ve ahlâkî duygu ve davranışlardan kaçınması ve başkasını da, eğer bu tür duygu ve davranış içinde bulursa, affetmesini bilmesidir.
Dostu düşmanı bir tutmak, adil davranmak, kin beslememek, kişiler arasında sınıf farkı gözetmemek, bağışlamak, gönül almak gibi bütün güzel ahlâkî duygu ve davranışlar hoşgörünün eseridir: Kimseyi düşman tutmazuz agyâr dahı yârdur bize Kanda ıssızlık varısa mahalle vü şârdur bize Adumuz miskindir bizüm düşmanımız kindür bizüm Biz kimseye kin tutmazuz kamu âlem birdür bize
Hâss u âmm mutî âsî dost kulıdur cümlesi Kime eydibilesin gel evünden taşra çık
Uçmak (cennet) uçmak didüğün kulları yiltedüğün Uçmağın sermâyesi bir gönül utmak gerek Bir kez gönül yıkdunısa bu kılduğun namaz değül Yitmişiki millet dahı elin yüzin yumaz değül Çünkü zaten daha önce de belirttiğimiz gibi ibadet yapmanın ve kulluğun esas gayesi hoşgörüydü. İşte bu yüzden Yunus Emre, hoşgörülü olmayan kimseye kul ve ibadetine de ibadet demiyor: Cümle yaradılmışa bir göz ile bakmayan Şer’ün evliyâsıysa hakikatde âsıdur Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:90 ve > o Dini Tolerans
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Yunus Emre’ye göre, hoşgörü gerçek kullukla elde edilmesine rağmen bir kere elde edildikten sonra, ibadete eşittir; hatta daha üstündür. Cennet ve diğer uhrevi güzellikler ibadetlerden ziyade hoşgörüyle kazanılır:
192
İlâhi aşkın oluşturduğu gerçek dindarlık ve hoşgörü, insanı neticede toleransa götürür. Tolerans, Yunus Emre’nin insaniyetçiliğini oluşturan en önemli bir fikir ve onun kazanılmasını sağlayan en sağlam yoldur.
Tolerans, Yunus Emre’ye göre, insanları dinî inançlardan ve siyasi kanaatlerden dolayı ayrı ayrı ve farklı görmektedir. Günümüzün moda haline gelen tabiriyle demokratik bir zihniyete sahip olmaktır. Yunus Emre toleransı sadece bir dinin farklı mezhep ve grupları için düşünmez, farklı dinler içinde düşünür. Dolayısıyla o evrensel bir toleranstan bahsetmektedir. Tolerans olmaz ise, insanlar arasında ne sevgi, ne barış olur. Mademki, dinler ve peygamberler, insanları Tanrı yolunda ayırmaya değil, birleştirmeye ve dostluğa davet için gönderildiler, o halde niçin toleranssızlık yüzünden birbirlerine düşman olsunlar? Yunus Emre bu sorunun cevabını çok önceden vermişti: Biz kimse dinine hilâf dimezüz Din tamâm olacak toğar muhabbet
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Demek ki, eğer zaten herkes kendi dinini doğru dürüst anlasa, toleranssızlık olmazdı. Yunus’a göre, tarihin tâ eski zamanlarından beri hatta bugüne dek insanların yaptıkları savaşlara baktığımız zaman onlardan bir kısmı gerçekten din ve mezhep anlayışlarının farklılıkları yüzünden çıkmıştır. Bir kısmı da din ve mezhep alet edilerek çıkartılmıştır. Fakat dinlerin, savaş için gelmediğini ve bu nedenle de insanların birbirlerini öldürmelerinin yersiz ve haksız olduğunu Yunus Emre gibi çağlar öncesinden bilinçli bir şekilde dile getiren ve hayatında toleransı yaşayan daha başka şahsiyetler de yok gibidir.
193
Yunus Emre, aşk mezhebinden ve dininden başka bir mezhebin varlığını belirtmemiş; böylece yaşadığı devirin insanlarına örnek olarak, mezhepçilik taassubundan kurtulmalarına çalışmıştır. Şiî’sine, Alevî’sine ve Sünnî’sine hep birlikte seslenmiştir. Hepsini aşk, sevgi ve tolerans bağı altında toplamaya çalışmıştır. İy âşıklar, iy âşıklar ışk mezheb ü dindür bana Gördi gözüm dost yüzini yas kamu düğündür bana
dedikten sonra, inançlarının inancı olduğunu, inandıkları imamların kendi imamı olduğunu söylemiştir: Ebû-Bekr ü Ömer ol din ulusı Aliyy-i Murtaza Osmân benümdür
Ali’yle urdum kılıç Ömer’ile adl eyledüm Onsekiz yıl Kafdağında Hamza’yla meydandayıdum
Ömer ü Osmân Ali Mustafâ yârenleri Bu dördinün ulusı Ebû-Bekr-i Sıddık’dur Tanrı arslanı Ali sağında Muhammed’ün Hasen ile Hüseyin’i solunda Muhammed’ün Böylece Yunus Emre bütün Müslümanların birbirlerine karşı toleranslı ve anlayışlı olmalarını öğütlemiş oluyor. Dinler arası toleransa da önem veren Yunus Emre, ayrı din mensuplarının bağnazlıktan kurtulmalarının ve birbirlerine kardeşlik bağıyla yaklaşmalarının gereğini işaret etmiştir. Tanrı’ya tapınma yeri olma bakımından cami ile kilise veya havra arasında bir fark olmadığını şöyle dile getirir Yunus: Mescid kilise olduğı bang cemâat kılınduğı Halâyık saf saf turduğı ışk şükrânesidür yire Diğer taraftan Yunus Emre, Kur’ân-ı Kerim ile diğer üç kitâba da değer vermiştir; din saliklerinin birbirlerinin kutsal kitaplarına iyi gözle bakmalarını ve okumalarını öğütlemiştir. Bu, bütün halkların birliği ve düzenliği, barışı için gereklidir:
Halk içinde dirlik düzen dört kitabı toğru yazan Ağ üstine kara dizen ol yazılan Kur’ân benem Yunus Emre’ye göre zaten dinlerin ve kitâplarının bazılarını bazılarıyla yermek veya horlamak anlamsız; çünkü hepsi bir kaynaktan gelmedir: Bir çeşmeden sızan su acı datlı olmaya Edabdür bize yirmek bir lüleden sızaram Yunus Emre bunlarla da kalmıyor, Müslüman-Müslüman olmayan demeden herkesin affı ve herkesin cennete girmesi için dua da ediyor: Hak Çalabum hak Çalabum sencileyin yok Çalabum Günahlarumuz yarlığa iy rahmeti çok Çalabum Kullar senün sen kullarun günahları çok bunlarun Uçmağına koy bunları binsünler bırak Çalabum
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Dört kitabı okumadın ayırup seçmek olmadın Ben okıdum Sabakumı Kur’ân’da hanendeyidüm
194
Böylece daha günümüzden yaklaşık 750 yıl önce, Yunus Emre günümüzdeki dinler arası diyalog ve tolerans çağrısını fiilen başlatmış oluyor. Yine Yunus Emre’nin kendi sözlerine bakılırsa, bu evrensel kardeşlik ve diyalog çağrısı yapmasının kolay olmadığı anlaşılıyor; çünkü bunun için kendisini kınayanlar ve yerenler olmuşa benziyor: Yitmişiki millete suçum budur hak didüm Korku hıyânetedür ya ben niçün kızaram Fakat Yunus Emre, asıl ihanette olanların din ve mezhep ayrılıklarını kışkırtanlar olduğunu belirterek kendisini suçlayanlara darılıp, kızmayacağını da ifade ediyor. Böylece hoşgörülü ve toleranslı davranmakla büyüklüğünü göstermiştir. Çünkü, kendisinin de dediği gibi, Yunus’a kınamak ve yermek yakışmazdı da zaten. Kaldı ki Yunus Emre’ye göre, aşk kitabını okumuş olanın, dört din kitabından öğreneceği başka bir şey de yoktur. Çün ışkın kitâbını okıdum tahsîl itdüm Ne hâcet kim karayı ağ üstüne yazaram
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Dört kitâbun ma’nisi bellüdür bir elifde Bi didürmegıl bana ben bu yoldan azaram
195
Çünkü dört kitabın nihai amacı, insana Tanrı’yı öğretmektir. İnsanın zaten Yunus’a göre, tasavvuf edebiyatında Allah ismini tahsil eden, Arap alfabesinin ilk harfi “Elif”i öğrenince, dört kitabın öğreteceğini öğrenmiş oluyor. Diğer harfleri ve heceleri öğrenmesine gerek kalmıyor; eğer öğrenme ve ilimden kasıt bu kuruluk ise. Halbuki Yunus aşkın, dört kitabın öğretemediği nice gerçekleri öğrettiğine inanmaktadır.kitâp ilmi, aşk ilminin yanında hiç mesabesindedir ve işte bunun için Yunus Emre: Dört kitâbun ma’nisin okıdum tahsil itdüm Işka gördüm bir uzun heceyimiş demektedir. Ayrıca Yunus Emre kitâplardan öğrendiği ilmi, ilim saymadığından, kendisine “okuma-yazma bilmeyen” anlamına gelen “ümmi” demiştir. Hatta ümmiliği, Tanrı tarafından kendisine verilen bir lakâp ve unvan olarak da kabul eder. Yolunda olduğu Hz. Muhammed’i Tanrı aynı lakâpla çağırmıştır. Dolayısıyla Hz. Muhammed’in yolunda olmakla Yunus Emre bu peygamber lakâbını onun vasıtasıyla Tanrı’dan almış oluyor: Ol dost bana ümmî dimiş hem adumı ümmî koymış Dilüm şeker gedem kamış bu söylenen nemdür benüm Ümmî benem Yunus benem dokkuz atam dörtdür anam Işk odına düşüp yanmak sûk’u bazar nemdür benüm
Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:93 ve > YUNUS EMRE İLE GELECEĞİN MUTLULUĞUNA Yunus Emre’de aşk, mutlulukla sona erer; bu bakımdan mutluluk, aşkın en yüce mertebesi ve onun olgunlaşmış meyvesidir. Aşk, hareketliliği ve hareketi, varoluşu ve varoluşun gerçekleşmesini temsil ettiği halde mutluluk sükûnet halini ve sükûnu, yokoluşu ve yokluğu temsil eder. Bu yüzden âşık, yolda yürüyen ve arayan demektir; halbuki mutlu, menzile ulaşan, aradığını bulan ve maksadına erendir. Mutluluk, âşkın sona ermesidir. O halde âşk başlangıç, mutluluk sondur. İşte bunun için Yunus Emre de, aşk kitabı Dîvân’ının son şiirinde:
Fenâ ol kim bulasın zevk-i vuslat Bu sözüm düş midür sana yor indi Sana senden yakın ol aşrı top bak Yaran mülkini sultân ol yor indi
Asılda âşık u ma’şûka birdür Bu birden gerçi kim yüz bin görindi Salâdur kime gark olmak dilerse Yunus bu bahre gavvâs ol gir indi derken, hem şeklen hem de fikren aşkın sonunun, Tanrıy’la onun huzurunda buluşmanın ebedi zevki ve mutluluğu olduğunu açıkça belirtiyor. Yunus Emre’ye göre hakiki mutluluk işte bu mutluluktur. İnsan için iki türlü bir mutluluktan bahsedilebilir. Birincisi, zaman içinde bir mutluluktur. Yani, insanın dünyada erişebileceği mutluluktur. İkincisi ise. Zaman ötesi mutluluktur. Bu da insanın öldükten sonra ahirette tadacağı mutluluktur. Kimi kişi, Tanrı’ya hiç inanmaz, küfrünü mutluluk sayarak sarece bu dünyada mutlu olmak ister; âhiret mutluluğunu hiç istemez. Kimi, her iki mutluluğu beraberce ister; fakat dünya mutluluğunu dünyada, âhiret mutluluğunu da âhirette diler. İnsanın bu mutluluklardan ne anladığını ve onlarla neyi amaçladığına göre onları kazanmanın yolları da çeşitli olur. Kimi insan, parayla saadet olur der, para ister; kimisi makamla olur der, makam peşinde koşar; kimisi cenneti arzular, ibadet yapar; kimisi ilim ister, akıl ve mantıkla yürür.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Eğer âyîne bin ola bakan bir Gören bir görünen bin bir görindi
196
Fakat, acaba böyle çeşit çeşit mutluluklar ve onları elde etmeye yarayan çeşit çeşit yollar var mıdır? Meseleye Yunus Emre açısından baktığımızda bu soruya hayır demek gerekecektir. Çünkü Yunus Emre’ye göre hakiki mutluluk, yukarıda da belirtildiği üzere yok olma ve yoklukla Tanrı’da sükûn bulmadır. Halbuki diğer türlü mutluluklar, varlığa sahip olma arzusundan başka bir şey değildir. Onların yolları da, Yunus’un tarif ettiği şekildeki aşk yolu değildir. Diğer taraftan Yunus Emre’nin bahsettiği ve kendisinin ulaştığına inandığımız mutluluk, dünyevi mutluluk olmamasına rağmen, ahirette değil dünyada kazanılması gerekli bir mutluluktur. O halde bu demektir ki, Yunus Emre’deki mutluluk zamana ve mekâna bağlı bir mutluluk değildir. İşte bu nedenle şöyle seslenir: Ben gelmedüm da’viyiçün benüm işüm seviyiçün Dostun evi gönüllerdür gönüller yapmağa geldüm Demek ki, Yunus Emre için mutluluk, yaratılışın asli gayesiyle uğraşmaktır; bu iş de, Tanrı evi olan gönül yapmadan geçiyor. Bizce, geleceğin mutluluğu için bütün insanlara, Yunus Emre’den öğretilmesi gereken asıl ve eskimeyen hakikat işte budur. Yunus Emre, mutlak manada insana çalışıp-çabalamasın, ekmek kazanacak bir meslek edinmesin, gönlünü bir sevgiliye kaptırmasın demiyor:
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Düri kazan yi yidür bir gönül ele getür Yüz Kâbe’den yiğrekdür bir gönül ziyâreti
197
Yine Yunus Emre, insan ibadet yapmasın, tâatta bulunmasın, hayır ve hasenatta bulunmasın demiyor: Toğrı yola gitdünise er eteğin tutdunısa Bir hayır da etdünise birine bindür az değül O halde Yunus Emre, miskin değil, gerçek manasıyla aktif bir insan düşleyerek ona demek istediğini, bütün bu işlerin asli vazifesi olan gönüllerdeki dost evine gitme işini unutmamasıdır. Her işi yaparken insan bunun için şunu demeyi unutmamalıdır: Ne varlığa sevinürem ne yokluğa yerinürem Işkunıla avunuram bana seni gerek seni İşte, bunu her an hatırından çıkarmayan kişi, Yunus Emre’ye göre yetkin, kâmil ve şahsiyeti bütün insan olur. Böylece hakiki aşk ve mutluluk, tek yüzlü, tek şahsiyetli insan yaratabilir.
Günümüz insanlarının, geleceğin evrensel sulhu ve mutluluğu için, Yunus’tan ikinci olarak öğrenmesi gereken hakikat onun çizdiği şekliyle yaratıcı insan yaratma sanatıdır.
Eğer günümüz ve geleceğin insanlığı, barışı savaşla sağlamak isteyen liderlere; dindarlığı dinleri kötülemek sayan din adamlarına, teknolojiyi, doğanın tahribinde kullanan teknokratlara, gerçekten ve samimiyetle dur demek istiyorlarsa bunun tek bir yolu vardır. Bu da, Yunus Emre ve onun gibilerinin öğretisini öğrenmek ve öğretmekten başka bir şey olamaz. Çünkü Yunus Emre, hem yaşamında hem düşüncesinde insan ve gerçeklerin felsefesini yapmıştır. İnsan felsefesi yapanlar düşünce tarihinin tâ eski devirlerinden bugüne kadar, çok olmuştur; fakat onlar ya insanı Tanrı’ya, ya Tanrı’yı insana ya da insanı doğaya indirgeyerek ve birini diğerine hapsederek sorunları çözmeye çalışmışlardır. Halbuki Yunus’un felsefesinde, her birinin ayrı bir yeri olmakla birlikte, her biri beraberce bir bütün olarak ele almıştır.
Bu düşünüş içersinde, kendisine evrensel bir benlik oluşturan Yunus Emre, hiçbir kişiyi, hiçbir doğa varlığını, hiçbir toplumu ve nihayet Tanrı’yı kendisinden başka saymamıştır. İşte bu yüzden o, döğene elsiz olmuş ve söğene dilsiz olmuştur; çünkü o da sövse ve dövseydi, biliyordu ki, gerçekte kendini döğen ve kendi kendine söğen olacaktır. İnsanlığın bugün Yunus Emre’den öğreneceği bir üçüncü husus da onun bu bakış ve görüş açısını kazanmak olmalıdır. Eğer insanlık, mutlu bir yarın istiyorsa, Yunusvarî bir anlayışa ve felsefeye gelmek zorundadır. Çünkü: Yatlık yoktur bilene dirlik tuta gelene Bilelik soylayana vuslat yolu kavîdir derken Yunus Emre, insanlığa dirlik ve düzenlik, barış ve mutluluk, dostluk ve yakınlık öğretecek kendi yolundan başka, sağlam ve güvenilir bir başka yolun da bulunmadığını belirtiyor. Son olarak, insanlığın Yunus Emre’yi, sadece özel gün ve yıl münasebetiyle değil, bundan sonra da sürekli anması ve anlamaya çalışmasını ümit vetemenni ediyoruz. Doç. Dr. Mehmet Bayraktar/Yunus Emre ve Aşk Felsefesi/ Türkiye İş Bankası Yunus Emre eser yarışması birincisi/ İş Bankası Kültür Yay.2. Baskı-1993/Ankara-Sayfa:99 ve >
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Âşk diliyle dile getirilen bu ahenkli, bütünsel ve birleyici Yunus Emre’nin bakışı kendisine, hem bir yandan insandaki gerçek insanlığı hem de onun evrensel bir benlikle doğaya ve Tanrı’ya aitliğini göstermiştir. Bu bakışla, Yunus Emre, bir yandan kendisinde Tanrı ve doğaya ait bir yön bulurken diğer yandan kendisini Tanrı’da ve doğada bulmuştur. Böylece Yunus Emre, insanı insana, insanı doğaya; insanı Tanrı’ya yabancılaştırmaya değil, barıştırmayı seçmiştir.
198
Doç. Dr. Mehmet bayraktar’dan alıntılamaya çalıştığımız Yunus Emre söylencesi burada sonlanıyor. Başka bir Yunus kitabında buluşmak üzere…
Yunus Emre ve Tasavvuf Yunus EMRE, İslam tarihinin en büyük bilgelerinden olup yaşadığı ve yaşattığı inanç sistemi; Kuran’ın özüne ulaşarak, Tek olan gerçeğin (Allah) sırlarını keşfetme ilmi olan tasavvuf ve Vahdet-i Vücud tur. Bu inanç sisteminde tek varlık Allah’dır. Allah bütün bilinen ve bilinmeyen alemleri kapsamıştır, tektir, önsüz sonsuzdur, yaratıcıdır. Eşi, benzeri ve zıddı yoktur.Bilinen ve bilinmeyen tüm evren ve alemler onun zatından sıfatlarına tecellisidir.Alemlerdeki tüm oluşlar ise onun isimlerinin tecellisidir. Her bir hareket,iş,oluş(fiil) onun güzel isimlerinden birinin belirişidir. Hak cihana doludur, kimseler Hakkı bilmez
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
*** Baştan ayağa değin, Haktır ki seni tutmuş Haktan ayrı ne vardır, Kalma guman içinde
199
Dolayısıyla evrende var saydığımız tüm varlıklar onun varlığının değişik suretlerde tecellileri olup kendi başlarına varlıkları yoktur. Bu çokluğu, ayrı ayrı varlıklar var zannetmenin sebebi ise beş duyudur. Beş duyunun tabiatında olan eksik, kısıtlı algılama kapasitesi, bizi yanıltır ve çoklukta yaşadığımızı var sandırır. Ayrı ayrıymış gibi algılanan bu nesnelerin, ve herşeyin kaynağı Allah’ın esmasının (isimlerinin) manalarıdır. Manaların yoğunlaşmasıyla bu “Efal Alemi” dediğimiz çokluk oluşmuştur. Bir adı da “Şehadet Alemi” olan, ayrı ayrı varlıkların var sanıldığı; gerçekte ise Allah isimlerinin manalarının müşahede edildiği alemdeki çokluk Tek’in yansıması,belirişidir. Bu izaha tasavvufta Vahdet-i vücud (Varlıkların birliği,tekliği) denir. Cenab-ı hak varlığını zuhura çıkarmadan evvel gizli bir varlıktı.Bilinmeyen bu varlığa, Gayb-ı Mutlak (Mutlak Görünmezlik),La taayyün (Belirmemişlik),Itlak (Serbestlik),Yalnız vücud, Ümmül Kitap (Kitabın Anası),Mutlak Beyan ve Lahut (Uluhiyet) Alemi de denir. Çarh-ı felek yoğidi canlarımız var iken Biz ol vaktin dost idik, Azrâil ağyar iken. Çalap aşkı candaydı, bu bilişlik andaydı, Âdem, Havva kandaydı, biz onunla yâr iken. Ne gök varıdı ne yer, ne zeber vardı ne zir Konşuyuduk cümlemiz, nûr dağın yaylar iken.”
“Aklın ererse sor bana, ben evvelde kandayıdım Dilerisen deyüverem, ezelî vatandayıdım. Kâlû belâ söylenmeden, tertip-düzen eylenmeden Hakk’dan ayrı değil idim, ol ulu dîvândayıdım.”
Sonra Allah bilinmekliğini istemiş ve varlığını üç isimle belirlemiş taayyün ve tecelli ettirmiştir. 1.Ceberut (İlahi Kudret) Alemi: Birinci taayyün,Birinci tecelli,İlk cevher ve Hakikat-ı MUHAMMEDİYE olarak da bilinir. Yaratıldı MUSTAFA, yüzü gül gönlü safa Ol kıldı bize vefa, ondandır ihsan bana Şeriat ehli ırak eremez bu menzile Ben kuş dilin bilirim, söyler SÜLEYMAN bana 2.Melekut (Melekler) Alemi: İkinci taayyün,İkinci Tecelli,Misal ve Hayal Alemi,Emir ve Tafsil Alemi,Sidre-i Münteha (Sınır Ağacı) ve BERZAH da denir. 3.Şehadet (Şahitlik) ve Mülk Alemi:Üçüncü taayyün,Nasut(İnsanlık),His ve Unsurlar Alemi,Yıldızlar,Felekler (Gökler),Mevalid (Doğumlar) ve Cisimler Alemi diye bilindiği gibi,Arş-ı Azam da bu makamdan sayılır. Tüm bu oluşlar Kuran’ı Kerimde “Altı günde yaratıldı” ayetiyle beyan edilirken Altı günden maksadın mutasavvıflarca ,gün değil hal’e ait olduğu kabul edilir.Bu haller Allahın insanlara lutfettiği görünmeyen şeylerden altı sıfatıdır: Semi,Basar,İdrak,İrade,Kelam ve Tekvin(İşitme,Görme,Kavrama, İrade,Konuşma ve yaratma). Cenab-ı Hakkın Zatına ait bu sıfatların Ademin kutsal varlığında belirmesi,”İnsan benim sırrımdır” sözünün bir hükmüdür.Varlığın başlangıcı ve son sınırı ise Aşk’tır.O yuzdendir ki sayılan bu alemler Aşkın cezbesiyle pervane haldedir. Cenab-ı Hak varlığını,kudret eliyle zuhura getirmiş ve üç isimle taayyün,tecelli ve tenezzül etmiştir.Buna yaratış sanatı (Cenab-ı hakkın kuvvetinden,kudretine hükmederek cemalini ve celalini eserlerinde yani varlık yüzünde göstermesi), Belirme cilvesi (Aşık olması sonucunda batının zahire çıkıp,alemlerin nurlarının ve olayların bilinmesi) ve Birlik oyunu (Zatından sıfatına tecelli etmesi ile kendi varlığını kendinde zuhura getirip,birlik ve vahdetini ahadiyet(teklik) sırrına meylettirmesi) denir. Bunda zaman ve mekan kaydı yoktur.Ancak “An” vardır.Çünki mutlak zaman içersinde batın(gizli),zahire(görünen) cıkıp farkedildikten sonra,alemlerin nurları (ışıkları) ve ilahi olaylar bilinmiştir.Daha sonra şekil ve renkler görülüp,ayrı ayrı unsurları oluşturacak şekilde birleştiğinde isimler meydana çıkmıştır(Mülk mertebeleri ,Cisimler alemi).Ve böylece zahir alem belli olup mutlak varlık bilinmiştir. Mani evine daldık, vücuda seyran kıldık İki cihan seyrini, cümle vücudda bulduk
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
“Bu cihana gelmeden sultan-ı cihandayıdım Sözü gerçek, hükm-i revan ol hükm-i sultandayıdım.” *** ADEM yaratılmadan can kalıba girmeden Şeytan lanet olmadan arş idi seyran bana
200
Yedi gök yedi yeri, dağları denizleri Cenneti cehennemi, cümle vücudda bulduk Cebnab-ı Hakkın bu alemi yaratmaktan maksadı bilinmekliğini istemesidir. Ortaya çıkan şeylerin belirişine sebebse Adem(İnsan) ‘i dilemektir. Varlığa ilahi sıfatlar,sırrına ise Adem denir. Adem-insan, mevcudattın bir özetidir. Tevrat ile incili, Furkan ile Zeburu Bunlardan beyanı cümle vücudda bulduk Yunusun sözleri hak, cümlemiz dedik saddak Kanda istersen anda HAK, cümle vücudda bulduk Büyük mutasavvıflardan Sunullah Gaybi divanında geçen Keşfül Gıta kasidesinde ;
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
“Bir vücuttur cümle eşya, ayni eşyadır Huda, Hep hüviyettir görünen, yok Huda’dan maada… “
201
mısralarıyla ,Evvel ve ahirin izafiliğini, meydana gelen her şeyin ilahi tecelliden ibaret olduğunu anlattığı bu şiirde, Hüviyetin zuhurunu dile getirir ve Zâtına duyduğu aşkla güzelliğini seyretmek isteyen o Tek ve Mutlak olanın zuhura gelme muradıyla, gizli hazinesinin fetholup sırrın keşfedilir hale gelmesi için, Arşı, Kürsiyi, unsurları, nebat, ve hayvanı geçtikten sonra, en kemal haliyle kendini ancak insanda seyrettiğini anlatır. Cisimler alemi dört ruhdan (aslında tek) oluşmuştur.1-İnsani Ruh,2-Hayvani Ruh,3Nebati Ruh, 4-Madeni(Cemadi) Ruh. Bu alem cereyan ve deveran üzerine kurulmuştur.Deverandan cereyan,cereyandan ise hayat meydana gelmektedir. Bu bir kanundur.Böylece varlıkların her biri esmanın(isimlerin) mazharı olup,Külli iradenin hükmünü yerine getirmekte ve nefsine yani zannına göre Rabbini bilmektedir. Bu durumlar dunyada ilahi bir duzen,değişmez bir kuraldır.Allahın tezahürü böyle gerektirmekte olup,bütün varlıklar onun kader çizgisi içinde kulluk görevini yerine getirmekle yükümlüdür. “Her bir birim varoluş gayesinin gereğini meydana getirmek üzere görevlendirilmiştir. Ve kişi ilm-i ilahide, şu anda hangi hareket üzere ise o biçimde programlanmış olarak vardır. ” Hz.Muhammed(s.a.v).Aslında varlıklar bir bütündür. Fakat parçaları ile karakter taşırlar.Bütün eşya ve varlıklar insanda biraraya gelir. Evrenin başlangıç ve bitiş noktası insandır. Sonsuz varlıkların ayetleri,secdegah ve kıblesi de her an için insandır. Kelime-i tevhid de bu durum bir sır olarak ifade edilmektedir.Cenab-ı Hak : La ilahe illallah diyerek varlığını ve birliğini ortaya koymuş Muhammedün Resulullah demekle de anlam ve maksadı açıklamıştır.Biraz daha açarsak; “La ilahe” demekle sıfatının belirişinden önceki varlığını gizli olan Rablığını açıklamış,”illallah” demekle de varlığı tecelli ettikten sonraki durumu yani yaratılmışlar alemini ifade edilmiştir. Burada eşyadaki varlığı ve ilahi sıfatları ispat edilmekte olup bu da aslının yansıması olan Ceberrut, Melekut ve Mülk alemleridir.Bu alemlerdeki beliriş fanidir fakat bunların aslı bakidir.Kısaca bilinmekliğine sebebtir.Aslında bütün bu bolümlemeler ve izahatlar anlatım içindir.Aslında ayrı gayrı yoktur. “Muhammedün Resulullah” ile de varlığına delil olarak bilinmesi ve tasdik edilmesini istemiştir.Hükmünün icrasının onunla olduğu anlatılmış oluyor.Bu da onun rahmet ve şefaat edici olduğunu müjdeleyerek sanatındaki hikmeti beyan etmiş oluyor.
Zatı ve şahsıyla tanıyamadığımız Allah’ı, tecellileriyle ve sıfatları ile tanırız. Allah’ın zatı sıfatlarla, sıfatlar da varlıklar, hareketler ve olaylarla perdelidir. Varlık perdesini aralayan bir kişi hareketleri, hareketler perdesini geçen sıfatların sırlarını, sıfatlar perdesini aralayan da zatın nurunu görür ve orada erir.
Ayrı ayrı manalar izhar eden varlıkların kendilerine ait bir varlığı olmadığı, varlığın Allah’a ait olduğunu idrak Tevhid, bunu yaşam biçimine dönüştürmek ise Vahdet’tir. İnsanı Allah’a karşı perdeleyen en büyük şey, onun kendi varlığıdır. Allah, apaçık olan bir gizli ve büsbütün gizli olan bir apaçıktır! Allah’ın zatı sıfatlarda, sıfatlar fiillerde, fiiller varlıklarda ve olaylarda ortaya çıkmaktadır. Allah bütün yarattıklarının her zerresinde her an hazır ve onları sürekli yönlendirmektedir. O “göklerin ve yerlerin nuru” (Kurân-ı Kerim 24/349) olarak her an her yerdedir. O, her an, her yerde tecelli etmektedir. “O her an yeni bir şe’ndedir.” (Kur’ân-ı Kerim 55/29). Her şey her an değişmektedir ve değişim onun kudreti ve iradesinin açılımıdır. Allah bütün evrende, bir taraftan her varlığın en küçük zerresinin içinde, bir taraftan bütün evrende en büyük olayların her anını idare eden bir mutlak varlık halinde bulunmaktadır. Allah ismiyle işaret olunan, sonsuz ve sınırsız bir varlıktır Orijin yapı… Mânâ, enerji ve madde platformlarında değişik isimler alır. Allah kavramı, mânânın bile özünde mütalaa edilmelidir. Bu idrâke, Kelime-i Tevhid ile ulaşılır ve Allah isminin mânâsı rastgele bir şekilde değil, Kur’an’da ifade edildiği gibi anlaşılmalıdır; “Feeynema tuvellu fesemme vechullah” (Bakara/115) (Her ne yana dönerseniz Allah’ın Vech’i oradadır.) Allah’ın Vech’i yani yüzü, bildiğimiz şekil, suret anlamına gelmemektedir. Zahir göz ile bu yüzü tesbit etmek mümkün değildir. Zira, Allah’ın yüzü Vahid (tek) olan mânâdır. Mânâ ise, beş duyunun ötesinde, basiretle algılanabilir. Basir isminin mânâsı, bireyin kendi Vech’ini görebilmesine vesile olur. “Hu vel Evvelu vel Ahiru ve’z- Zahiru vel Batın” (Hadid 3) (Sonsuz bir öncelik ve sonsuz bir gelecek sahibidir, beş duyu ile tesbit edebildiğiniz veya edemediğiniz tüm varlık O’dur) “Ve nahnu ekrabu ileyhi min habliveriyd” (Biz O’na (insana) şah damarıdan daha yakınız) “Ve fiy enfisukim efela tubsirun”(Zariyat 21) (Nefislerinizde, hâlâ görmüyor musunuz!) Allah isminin işaret ettiği mânânın en güzel tarifini, İhlas Suresi yapmaktadır; “De ki, O Allah Ahâd’dır. Allah Samed’dir. Lem yelid ve lem yuled’dir. Ve lem yekun lehu küfüven Ahad’dır.” .Yani sonsuz, sınırsız, bölünmesi parçalanması, cüzlere ayrılması mümkün olmayan Tek.. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, ihtiyaçtan beridir. O, ancak Mahlûkatın ihtiyacını karşılar. Doğmamıştır, herhangi bir varlık O’nu doğurmamıştır. O da herhangi bir şeyi doğurmamıştır. Allah’ın benzeri ve misli yoktur, çünkü O; VAHİDÜ’L-AHAD olan
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
“Kim bildi efalini Ol bildi sıfatını Anda gördü Zatını Sen seni bil seni Görünen sıfatındır Anı gören Zatındır Gayrı ne hacetindir Sen seni bil sen seni “ ( Hacı Bayram-ı Veli)
202
varlıktır. Gelelim Kelime-i Tevhid’in diğer yönlerine; Birinci mânâda “la ilahe” “tanrı yoktur “, ikinci mânâda ise, var olduğunu kabullendiğin varlıklar ancak Allah’ın vücuduyla kâimdir. Ayrı ayrı varlıklar görme. “Ayrı ayrı varlıklar yok, Allah var!..” demektir.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Onsekizbin alemin cümlesi BiR içinde Kimse yok BiR den ayruk, söylenir BiR içinde Cümle BiR onu BiRler, cümle ona giderler Cümle dil onu söyler, her BiR tebdil içinde *** “Her nereye baksam Allahı görürüm” Hz.Ali(r.a) , “Görmediğim Allaha ibadet etmem” Hz.Ali(r.a) “..Ve iz kale rabbiküm lil melaiketi inniy cailun fil ard halife..” (Bakara 30) (Ben yeryüzünde bir halife meydana getireceğim). Halife olan varlık, vasfını ötede bir tanrıdan almamaktadır. Bu idrak, O’nun özünden gelmektedir. Esma-ül Hüsna’nın yoğunlaşması ve zuhura çıkması ile ‘Halife’ adını almıştır. Halifenin müstakil bir varlığı yoktur. Bundan ötürü, aslında mevcut olan tüm özellikler onda mevcuttur. Bu âyeti ve yapılan yorumları Et-Tin Suresindeki bir bölüm âyetle özdeşleştirebiliriz. Şöyle ki; “Lekad halaknel insane fiy ahseni takvim sümme redetnahü esfele safiliyn” (95/4-5) (Biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına indirdik). Esma’nın ilk zuhura çıkışı ile var olan; mükemmel şekilde yaratılan varlık, Ruhu Azam (Muhammedi cevher), diğer adıyla İnsan-ı Kâmil’dir. Bizim bildiğimiz mânâda, bir suretle var olan ve ‘beşer’ ismini alan insan değildir. Öz Ruh’un, (İnsan-ı Kâmil’in) yoğunlaşmasıyla birimlilik âlemi ve insan meydana gelmiştir. Bilinen anlamdaki insanın, bu Ruhu tüm kemâlâtı ile algılaması, “Halife” adını almasına neden olmuştur.
203
Bayram özüni bildi Bileni anda buldu Bulan ol kendi oldu Sen seni bil sen seni. (Hacı Bayram-ı Veli) Niyazi Mısri: Sağı solu gözler idim, DOST yüzün görsem deyu, Ben taşrada arar idim, ol can içinde CAN imiş!.. Öyle sanırdım, ayrıyem; DOST ayrıdır, ben gayrıyem Benden görüp işiteni, bildim ol canan imiş!.. derken, benzer ifadeler aşağıdaki satırlarda, Yunus Emre tarafından dile getirilmiştir. “Her kancaru bakar isem O’ldur gözüme görünen “ ve “Kancaru bakar isem onsuz yer görmezem.” “Cümle yerde Hakk hazır, göz gerektir göresi” *** “Ey dün ü gün Hakk isteyen, bilmez misin Hakk nerdedir? Her nerdeysem orda hazır, nere bakarsam ordadır”.
Konunun anlaşılması için bugünün bilimsel bulgu ve verilerinden de yararlanabiliriz.Şöyleki; Bugün, bilim çevrelerince, Evrenin yapısı ve bununla direkt bağlantılı olarak, Evreni algılayan yorumlayan insan beyninin işleyiş tarzı hakkında bir takım görüşler ortaya atılmaktadır. 1940′lı yıllarda fareler üzerinde bir takım deneyler yapıldı. Farelerin beyninin bir kısmı alındı ve göstereceği tavırlar izlendi. Sonuçta fare, kendisine öğretilen yolu, beyninin bir kısmı alınmadan önceki gibi bulabilmekteydi. Yine görme merkezinin yüzde 98′i alınmış bir kedi, görme fonksiyonunu eskisi gibi yerine getirebilmekteydi. Bu durum, bilimadamlarını şaşırttı. Nörofizikçi Karl Pribram, beynin holografik özellik gösterdiğini düşünerek, bu husustaki çalışmalarına ağırlık verdi. 1960′lı yıllarda hologram prensibi ile ilgili okuduğu bir yazı, kendisinin düşündükleriyle paraleldi. Pribram’a göre, beyin fonksiyonları holografik olarak çalışmaktaydı. Beyinde görüntü yoktu, peki o zaman neyin hologramı oluşmaktaydı. Gerçek olan neydi? Görünen dünya mı, beynin algıladığı dalgalar mı, yoksa bundan da öte bir şey mi? Bugünkü fizik anlayışımıza göre Evren, birbirini kesen pek çok elektromanyetik dalgalardan meydana gelmiştir. Bu tanıma göre, uzayda boşluk yoktur, her yer doluluktur. Ünlü fizikçi David Bohm, atomaltı parçacıklarla ilgili araştırmaları neticesinde Evren’in de dev bir hologram olduğu kanısına vardı. Bohm’un en önemli tesbitlerinden biri, günlük yaşantımızın gerçekte bir holografik görüntü olduğudur. Ona göre Evren, sonsuz ve sınırsız “TEK” bir holografik yapıdır ve parçalardan söz etmek anlamsızdır. Bilim bu tesbitleri henüz yapmamış iken, Tasavvuf ehli kişilerin çok uzun yıllardan beri, dille getirdiklerini düşündüğümüzde, esasında çok farklı şeyler söylemediklerini görüyoruz. Üstelik, onlar bunu bir hal olarak yaşarlarken, bir kısmı yaşadıkları bu hakikatı dışarıya aksettirmemiş, bazıları ise, içinde bulundukları toplumun anlayış seviyesine uygun, bir tarzda açıklamaya çalışmıştır. Bu bir acaip haldir bu hale kimse ermez Alimle davi kılar, Veli değme göz görmez İlm ile hikmet ile, kimse ermez bu sırra Bu bir acaib sırdır, ilme kitaba sığmaz Alem ilmi okuyan, dört mezhep sırrın duyan Aciz kaldı bu yolda, bu aşka el uramaz Yunus canını terk et, bildiklerini terk et
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
*** “Hakk cihana doludur, kimseler Hakk’ı bilmez Onu sen senden iste, o senden ayrı kalmaz.” *** “Çün ki gördüm ben Hakk’ımı, Hakk ile olmuşum biliş Her kancaru baktım ise hep görünendir cümle Hakk”. *** “Nereye bakarısam dopdolusun Seni nere koyam benden içeri?” *** Baştan ayağa değin, Haktır ki seni tutmuş Haktan ayrı ne vardır, Kalma guman içinde
204
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Fena olmayan suret, şahına vasıl olmaz *** Unuttum din diyanet, kaldı benden Bu ne mezheptir, dinden içeri Dinin terk edenin küfürdür işi Bu ne küfürdür imandan içeri Geçer iken Yunus şeş oldu dosta Ki kaldı kapıda andan içeri *** Yunus bu cezbe sözlerin cahillere söylemegil Bilmezmisin cahillerin nice geçer zamanesi *** Ey sözlerin aslın bilen, gel de bu söz kandan gelir Söz aslını anlamayan, sanır bu söz benden gelir Söz karadan aktan değil, yazıp okumaktan değil Bu yürüyen halktan değil, halık avazından gelir
205
Şimdi biz bir takım bilimsel verilerin ışığı altında, onların bir zamanlar ne demek istediklerini daha iyi anlayabilmekteyiz. Hologram prensibi, tasavvufun anlatmak istediğinin, kısmen de olsa daha iyi anlaşılabilmesini sağlamıştır. Genel anlamda TÜM’ün sahip olduğu bütün özelliklerin boyutsal olarak her birimde nasıl mevcut olabildiğini açıklar. Bu ifade tarzının anlaşılması ile, bizden ayrı, ötelerde olduğu düşünülen Tanrı imajı yıkılarak, gerçek “Allah” kavramı ortaya çıkmaktadır. Bu noktada tasavvuf ile hologramın ne olduğu hakkında kısa bir bilgi verelim, sonra da birleştikleri noktaları tespit etmeye çalışalım. Tasavvuf, tek bir varlığı ve bir hakikatı tüm boyutları ile inceleyen bir felsefedir diyebiliriz. Bu felsefenin temeli düşünceye dayanır, Düşünme neticesi tespit edilenler ise, bizzat yaşanır. Kur’an’ın ve hadislerin anlaşılabilmesi, tasavvuf erlerinin, verdikleri ipuçlarının çözülebilmesi, değerlendirilebilmesi için, bu felsefenin bilinmesi mutlak olarak zorunludur. Hologram ise, en kısa tanımıyla üç boyutlu görüntü kaydetme yöntemi’dir. Hologram tekniğinin en önemli özelliği, hologram plakasına cisimlerin görüntüsünün değil; o görüntünün elde edilmesi için gerekli bilgilerin kaydedilmesi, dolayısıyla hologram plakasının en küçük parçasının bile, Bütün’ün tüm bilgilerini içerebilecek kapasiteye sahip olmasıdır. Bu tekniği kısaca şu şekilde anlatabiliriz: Bir lazer kaynağından gelen ışın, yarı geçirgen bir ayna tarafından ikiye ayrılır. Bu ışınlardan biri, hologram plakasına doğrudan ulaşır, öbürü ise görüntülenmek istenen cisme yöneltilir ve oradan yansıyarak hologram plakasına varır. Hologram plakasına doğrudan gelen lazer ışını ile cisimden yansıyarak gelen lazer ışını, bu plaka üzerinde bir girişim modeli oluşturur. Böylece cismin görüntüsü kaydedilmiş olur. Daha sonra, kayıt sırasında kullanılan frekansta ve aynı açıdan yeni bir lazer ışını ile hologram plakası aydınlatılacak olursa, görüntülenen cisim, üç boyutlu olarak odanın içinde canlanır. Plaka, kendisine gelen ışınları tıpkı görüntüsü saptanan cisim gibi yansıtacağı için, görüntü net ve eksiksiz olacaktır. Beyin hücreleri dediğimiz nöronlar da, tek tek birer mini hologram gibidirler ve gelen impalsları frekanslarına ayırarak algılarlar. Her bir hücrenin etkinliği, kendi içinde bir dalga boyu oluşturmaktadır. Bir sürü hücrenin dalga boylarının birbiriyle girişim yapmalarından oluşan holografik model, bizim beş duyuyla
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
algıladığımız görüntüyü ortaya koymaktadır. İnsan beyni de pek çok mini hologramdan oluşmuş büyük bir hologram olarak düşünülebilir. Çünkü beyindeki her hücre, esasında her işlevi yapabilecek yetenek ve kabiliyette var olmuştur. Ancak, kozmik programlanmadan sonradır ki, hücreler özelleşerek kendilerine ait işlevleri meydana getirirler. Bu açıklayıcı bilgilerden sonra, dini verilerin de ışığı altında beynin nasıl programlandığını düşünelim… Kişinin “Ayan-ı Sabite” denilen, sabitleşmiş ana programını oluşturan yüz yirminci gündeki kozmik ışınlar, meleki tesirler ile yedinci ve dokuzuncu aylarda ve nihayet doğum anında alınan tesirler ile beyin programlanmaktadır. Zaten insan, Allah isimlerinin manalarının bir terkip halinde oluşmasıyla meydana gelmiş bir birim. Ve bu kemalatın genetik verilerle insandan insana nakledilmiş olması dolayısıyla, bu doksan dokuz isim her insanda mevcut. (Bakara 30-31) Ayrıca İnsan, Zat, Sıfat, Esma ve Ef’al boyutlarını özünde bulunduran bir birim. Hologram prensibinin en önemli özelliği, her noktasının bütün cismin görüntüsünü verebilmesidir. Hologramın her noktasına cismin her tarafından ışın dalgaları gelmekte ve orada kaydedilmektedir. Bu nedenle, hologram plakası ne kadar koparılsa, kırılsa bile her parça bütünün bilgisini içinde taşımakta ve gerektiğinde bütünün tam görüntüsünü tek başına vermektedir. Şimdi, bu verilerle şu sonuçlara ulaşabiliriz: Görüntülenmesi istenen cisimden yansıyarak gelen lazer ışınının hologram plakasına cismin görüntüsünü kaydetmesi gibi, insan beyinleri de, doğum öncesi ve doğum anında, kökeni meleklere dayanan burçlar olarak tabir ettiğimiz sayısız takım yıldızlardan gelen kozmik ışınlarla programlanmış oluyor. Nasıl benzer frekanstaki ışınları plakaya gönderdiğiniz zaman cisim üç boyutlu olarak ortaya çıkıyorsa, Burçlardan ve Güneş sistemindeki gezegenlerden gelen ışınlar da, o programlanmış olan insan beyinlerini etkilemekte ve kişilerden programları doğrultusunda çeşitli fiillerin, davranışların ve düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar. Aslında plaka üzerinde görülen üç boyutlu cismin gerçekte bir varlığı yoktur, dalga boylarının oluşturduğu bir modeldir (ya da hayaldir) biz onu var gibi görmekteyiz. Bunun gibi, insan beyni de bu noktada tıpkı bir hologram gibi çalışmaktadır ve biz beş duyumuzun kapasitesi gereğince kendimizi bir birim gibi kabul edip, çevremizde gördüğümüz her şeyin de varolduğunu sanırız. Gerçekte, o hologram plakasındaki görüntünün bir gerçekliği olmadığı gibi, çevremizde görüp var kabul ettiğimiz bir takım şeylerin de bir varlığı yoktur. Fiil diye algılananlar tamamiyle manalardır. Tasavvuf erleri bu anlamda “eşyanın menşe-i”ni düşünmek tevhiddir demiştir. Her mana ise, belli frekanstaki bir dalga boyudur. Böylece beyin holografik olarak evreni algılamaktadır. Buradan hareketle, makro plandaki Evren de tıpkı beyin hücreleri gibi, kökeni kuantsal enerjiden ibaret bir hologramik yapıdır. Mutlak manadaki Evreni bir an için, hologram plakası gibi düşünün. Sonsuz, sınırsız tek olan Allah, kendindeki manaları seyretmeyi dilemiş ve bu manaları çeşitli şekillerde terkiplendirerek sonsuz sayıda varlıkları meydana getirmiştir. Fakat bu varlıklar, o tek varlığın ilmiyle ve ilminde yoktan var ettiği ilmi suretlerdir. Bu yoktan var ettiği bütün birimler, O’nun ilmiyle, O’nun ilminden ve O’nun varlığından meydana gelmiş olması nedeniyle, o varlıklarda kendi varlığının dışında hiçbir şey mevcut değildir. Tasavvufi anlatımla da olsa evren tek bir ruhtan meydana gelmiştir ve evrende mevcut olan herşey hayatiyetini bu ruhtan alır. Ve bu ruh, aynı zamanda şuurlu bir yapı olması nedeniyle, ilme, iradeye ve kudrete sahiptir. İşte bu
206
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
207
evrensel ilim, güç ve irade hologramik bir şekilde Evrenin her katmanındaki her birimin, her noktasında mevcuttur. Bu gerçeğe ermişlerin, “Zerre küllün aynasıdır” şeklinde anlatmaya çalıştığı konu, mutlak bir iradenin yanında bir de irade-i cüz’iyenin var oluşu şeklinde anlaşılmıştır. Sizin vücudunuzun her zerresinde o kozmik güç, ilim ve irade aynı orijinal yapısıyla mevcut bulunmaktadır. Ve siz bir şeylerin olmasını istediğiniz zaman, ötelerdeki bir varlıktan talep etmiyorsunuz, kendi varlığınızdakinden, Öz’ünüzden istiyorsunuz. Yani Öz’ünüzde mevcut olan Allah ilmi, kendi dilemesiyle ve kendi kudretiyle isteğinizi açığa çıkarıyor. Holografik yapının önemli bir diğer özelliği ise, zaman ve mekan kavramları olmaksızın, geçmiş, şimdi ve gelecek diye bildiğimiz her şeyi yani tüm bilgileri bir arada bulundurmasıdır. Zaman, mekan, geçmiş, gelecek diye algılananların hepsinin algılayanın kapasitesinden kaynaklanan göreceli değerler olduğu, bir kez de hologram prensibi ile destek görmüştür. Tüm’ün bilgisi, her zerrede özü itibariyle mevcuttur ancak: zerrenin de o tüm bilgiyi değerlendirebilmesi, mevcut kapasiteyi kullanabildiği ya da açığa çıkartabildiği orandadır. Levh-i Mahfuz, “kesreti” yani çokluk kavramlarını meydana getiren Esma Terkiplerinin “kaza ve hüküm”, bilgi ve bilinç boyutudur. Allah ilmindeki “hüküm ve takdirin” fiiller alemine yansımasıdır. Bu platformda her şey bilgi olarak, tasarım olarak tüm varoluş gerekçesiyle mevcuttur. Burada zaman ve mekan kavramı olmaksızın ezelden ebede kadar her şey bilgi olarak mevcuttur. İşte bu Levh-i Mahfuz alemlerin aynasıdır ve evrenin geni hükmündedir. Evrende ve onun boyutsal tüm katmanlarında meydana gelmiş olan tüm varlıklar, Levh-i Mahfuz diye bilinen bir üst boyutun tafsiliyle meydana gelmişlerdir. Burada mevcut olan her birim, galaksiler, burçlar, güneşler, gezegenler ve dünya üzerindeki her şey varlığını Allah’ın varlığı ile vardır. Ve her biri kendi boyutunun algılayıcısına göre vardır. Gerçekte var olan, sadece ve sadece tek’tir, varlık Vahidül Ahad olan Allah’dır. Evrende mevcut olan bu mana suretlerinin hepsinin de tek’in tüm özelliklerini içermesi ve müstakil bir varlıklarının, mevcudiyetlerinin olmaması ve Allah her zerrede zatıyla, sıfatlarıyla ve esmasıyla mevcut olduğu içindir ki, evren de holografik özellik göstermektedir. Bunu tespit eden ermişler de “Alemlerin aslı hayaldir” diyerek bu gerçekliğe temas etmişlerdir. (Bu yazıda Hologram ile ilgili bilgiler, Michael Tablot’un Holografik Evren isimli kitabı ile Bilim ve Teknik dergisinden alınmıştır.) Aşk ile ister idik yine bulduk ol canı Gömlek edinmiş giyer suret ile bu teni ** Yunus imdi sen senden, ayrı değilsin candan Sen sende bulmaz isen, nerde bulasın anı Alemdeki varlıkların oluşumu her an devam etmektedir. Allah katında zamanın ve mekânın bir anlamı yoktur; Tek bir an vardır ve o an devr-i daim ederek, Allah’ın kudret ve iradesine göre şekillenmektedir. Başlangıç ve bitiş zamanı aynıdır. Oluşlar noktanın sürekli deveranıdır. Var oluş konusunda üç durum söz konusudur; Birincisi mutlak varlıktır. “Var olmak” kendisidir. Onun yüce zati sıfatıdır. İkincisi mutlak yokluktur. Sadece mutlak varlığın bilinmesi için mefhum olarak ortaya çıkarılmış durumdur. Yoktur. Üçüncüsü mümkünattır yani mevcudattır. Varlık verilenlerdir ki; var olabilirde, var olmayabilirde. Bu mevcudatın varlığı, kendinden menkul değil, varlığını verene aittir.Bu
mevcudatın iki yönü söz konusudur. Birincisi varlıktan gelen ve ona ait olan varlık yönüdür. ikincisi ise varlığı kendinden olmamakla kendisine ait olan hiçlik - yokluk çirkinlik - ayıp - terslik yönüdür. Bu mevcudatın benzeri, eşi, dengi veya zıddı olur. İlim şehrinin tanıtımı burdadır.Yokluğun ortaya çıkarılması, varlığın bilinmesi içindir. Çünkü bu boyutta (mevcudat içinde) her anlam karşıtı ile bilinir. Tasavvufta nokta, ahadiyete işaret eder. Vahidiyetin batını AHADİYET, zahiri RAHMANİYET’tir. Ne dün vardır ne de yarın! Evren her an oluş halindedir. “O her an yeni bir şe’ndedir” (Kur’ân-ı Kerim 55/29). Varlıkların özünde Allah olunca, tabiatta iyi-kötü, hayır-şer olamayacağı gibi, ölüm diye bir şey de yoktur. Var olmak ve yok olmak aslında bir değişimdir. Varlık ve yokluk da bize göredir. Gerçek anlamda ölüm yoktur.
Bütün oluşların temelinde Allah vardır; bize bizden yakın olması, yaptığımız her şeyi bilmesi bundandır. Bizim her şeyi kendimiz yapıyormuşuz gibi, başka varlıkların başka şeyler yapıyormuş gibi görünmeleri sadece bir hayaldir. Aslında herşeyi yapan Allah’tır; Kur’ân’da Hz. Muhammed(S.A.V) ‘e “Attığın zaman sen atmadın, lâkin Allah attı.” (22/17) ifadesi vardır. Burada da sûreten Hz. Peygamberin attığı, ama gerçekte işi yapanın Allah olduğu ifade edilmektedir. Tasavvuf’da ; yaratılmış olan herşey insan içindir. Mutasavvıflar, evrenlerin yaratılışını sadece Allah’ın var olup hiç bir şeyin olmadığı “lâ taayyün” devresinden (Hz Ali “Sadece Allah vardı başka hiçbir şey yoktu”), evrenlerin kademe kademe yaratılıp insaniyet mertebesine gelinceye kadarki evrelere kadar incelerler. İnsanın yaratılmasına kadar evrende çeşitli tabiî olaylar olmuş, birçok canlı türleri gelmiş geçmiş ve tam insanın yaşayabileceği bir ortam oluşturulduktan sonra Hz. Âdem yaratılmıştır. Hz. Muhammed(S.A.V) ‘in bedenen gelişi de gene insanların belli bir olgunluk düzeyinden sonradır. İnsandan önceki varlık evrenin gayesi, insanın özünü taşıyacak olan bir bedenin hazırlanması idi. İnsanlığın gayesi olan bu İnsan-ı Kamil ( Yani Hakk’ın Zahir yönünün aldığı isim ) beden peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) dir. İnsanın yaratılmasına gelince, bu hem ilk insanın hem de daha sonraki tek tek her insanın yaratılmasında önemli bir konudur. Evrenler için yer küresi (arz), onun içinde madenbitki-hayvan üçlüsü diğerlerine göre ayrılmıştır. “Asıl”dan madenler, madenlerden bitkiler, bitkilerden hayvanlar seçilerek geliştirilmiştir (”ıstıfa”). Hayvanlar içinde birçok grup vardır ve insan da ayrı bir varlık katmanı olarak bunlardan seçilip yaratılmıştır. Bu, ilk yaratılmış insan olan Âdem’de böyle olduğu gibi, şimdi yaratılmakta olan her insanda da böyledir.(”Hiçbir şeyden haberi olmayan cansızlardan gelişip boy atan bitkiye, bitkiden yaşayış, derde uğrayış varlığına, sonra da güzelim akıl,fikir, ayırt ediş varlığına geldin” Hz.Mevlana). Yeryüzündeki insan, “Allah’ın halifesi” olarak yaratılmıştır (Kur’ân-ı
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Koğıl ölüm endişesin, Aşıklar ölmez bakidir Ölüm aşıkın nesidir cun nur-u ilahidir Ölümden ne korkarsın çünkü hakka yararsın Bil ki ebedi varsın, Ölmek fasid işidir *** Kal u bela denmeden, Kadimde bile idik Biz bir uçar kuş idik , vücut can budağıdır Yunus beşaret sana, gel derler dosttan yana Ol kimseye ol ana KULLUN YERCİ aslıdır
208
Kerim 2/30). Allah’ın halifesi demek, onun iradesiyle onun çok şanlı ve hayırlı yaratmalarına onu temsilen vesile olmak demektir ki bu yetkinin doğru kullanılıp kullanılmaması melekleri bile endişeye sevketmiştir. Ama Allah, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” diyerek insanın önemini göstermiştir. Varlık evreninin gayesinin insanı yaratmak olduğunu Yüce Allah,peygamberimiz vasıtasıyla bir Hadis-i Kutsi ile bildirmiştir.”Ben gizli bir hazine idim,bilinmek istedim. Sevdim ve bütün cevherlerimi bu alemlere saçtım.(Ademi yarattım)” .Bu hadisle Allah tüm evren ve alemleri bilinmek için yarattığını ifade etmektedir. Bu sözle varoluş şekli açıklanırken, gizli olanın evrensellik ve adem adı altında zahir olduğu da anlatılmaktadır. Evren yaratıldıktan sonra ise sıra kendisini bilebilecek özellikte bir varlığın yaratılmasındaydı. Sıradan bir varlık onu bilemeyeceğine göre ,Bu çok üstün bir varlık olmalıydı.Ve kendi özelliklerini taşıyan (Yeryüzündeki halifesi) bir varlık olarak insanı yarattı (“İnnallahe halake Ademe ala suretihi” – Allah Ademi kendi suretinde yarattı.) Tabii buradaki insan ile Insan-ı Kamil kastedilmektedir. Kişiliği yönü ile İnsan-ı Kâmil, hayatiyeti ile Ruhu Azam adını alan bu muhteşem varlık, Hazreti Muhammed(sav)’in hakikatidir. O zat, genel anlamda Rasullerinin tümünü temsil eder. O zat, tüm rasullerin temsil ettiği yüce değerlerin en üst seviyede kendisinde toplandığı, insan için zirve olan ve insanın yaratılış GAYESİNİ temsil eden bir büyük yaratılıştır. Onun hakikati, tam manası ile, “Allah için” olan, Allahtan ve Allahın olan bir Gaye ve Ruh-Rasuldür.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Canım kurban olsun senin yoluna Adı güzel kendi güzel Muhammed Şefaat eyle bu kemter kuluna Adı güzel kendi güzel Muhammed
209
Dört caryar anun gökçek yaridur Anı seven günahlardan beridur On sekiz bin alemin sultanıdur Adı güzel kendi güzel Muhammed Aşık Yunus nider dünyayı sensiz Sen hak Peygambersin şeksiz şüphesiz Sana uymayanlar gider imansız Adı güzel kendi güzel Muhammed *** Hak yarattı alemi,aşkına Muhammed’in Ay ü günü yarattı,şevkine Muhammed’in Ol! dedi oldu alem,yazıldı levh ü kalem Okundu hatm-i kelam,şanına Muhammed’in Ferişteler geldiler,saf saf olup durdular Beş vakt namaz kıldılar,aşkına Muhammed’in Havada uçan kuşlar,yaşarıp dağ ü taşlar Yemiş verir ağaçlar,aşkına Muhammed’in
İmansızlar geldiler,andan iman aldılar Beş vakt namaz kıldılar,aşkına Muhammed’in Yunus kim ede methi,över Kur’an ayeti An! vergil salavatı,aşkına Muhammed’in ***
Tüm rasullerin özelliği, onda toplanan özelliklerden birinin temsili ve ifadesidir. O zulümsüz, bütün bir nur ve mana olan asli gayedir. O, tüm mevcudatın Rasulü, sebebi, mevcudatın ve mevcudatın bir özü olan ademin yaratılış gayesidir. O, güzelin mazharı ve “Allah için” olan SEVGİLİDİR. Allah ona, “seni yaratmasaydım eflaki yaratmazdım” demiştir. Et-Tin Sûresinde, “Ahsen-i Takvim” olarak belirtilen O’dur. Yeryüzü İnsan-ı Kâmilleri ise, O’nun vekilleridir. Ve insanlara bu özelliğe erişme yeteneği verilmiştir. Tasavvufi eğitim işte bu yeteneği geliştirerek talipleri,kendi yetenekleri ölçüsünde İnsanı Kamil yapma eğitimidir. Böylece bütün evrenin, Allah isimlerinin manaları olduğunu anlayan bir mutasavvıf için, cana yönelerek Allah’ı kendi içinde bulmak, en doğru yoldur.Yunus, “İstediğimi buldum eşkere can içinde Taşra isteyen kendi, kendi nihân içinde.” diye başlayan şiirinde, özümüzde Allah’ın bulunduğunu şöyle ifade ediyor:
Baştan ayağa değin Hakk’tır ki seni tutmuş Hakk’tan ayrı ne vardır, kalma gümân içinde Girdim gönül şehrine, daldım onun bahrına Aşk ile gider iken iz buldum cân içinde.” İnsanın kendi benliğindeki Allah’a ulaşabilmesi için kendi benliğinde “seyretmesi” gerekir. Bu, çok güzel bir yoldur . İnsana da şah damarından daha yakın, ruhunun, canının tâ içindedir.
“İstemegil Hakk’ı ırak, gönüldedir Hakk’a durak Sen senliği elden bırak, tenden içeri candadır.” “Yunus sen diler isen, dostu görem der isen Aynadır görenlere ol gönüller içinde.” Yunus Emre, gizli ve örtülü olanın Allah değil insan olduğunu şöyle ifade ediyor: “Yunus’tur eşkere nihan, Hakk doludur iki cihan Gelsin beri dosta giden; hûr-u kusur Burak nedir?”
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
“Sayrı olmuş iniler, Kur’ân ününü dinler Kur’ân okuyan kendi, kendi Kur’ân içinde.
210
“Bende baktım bende gördüm benim ile bir olanı Sûretime cân olanı kimdurur (ben) bildim ahi. … İsteyüben bulımazam, ol benisem ya ben hani Seçmedin ondan beni, bir kezden ol oldum ahi. … Ma’şuk bizimledir bile, ayrı değil kıldan kıla Irak sefer bizden kala, dostu yakın buldum ahi. Nitekim ben beni buldum, bu oldu kim Hakk’ı buldum Korkum onu buluncaydı, korkudan kurtuldum ahi. … Yunus kim öldürür seni, veren alır gene cânı Bu canlara hükm’edenin, kim idiğim bildim ahi”
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Kişinin gönlünde HAK’kı görebilmesi için cezbe, muhabbet, sırr-ı ilahi denen üç ilke vardır. Bunlardan birincisi bütün varlıklardan yüz çevirip Allah a yönelme, İkincisi Allah’dan başka bir varlığı sevmeme, Allah ın ancak sevgiyle bilinebileceğine inanmaktır. Üçüncüsü de Allah gerçeği sırrına varmadır. Bunun da üç kuralı vardır. a) Bütün eylemleri yok sayarak yalnız Allah ı düşünmek, bütün eylemlerde Allah dan başka bir varlık olmadığına inanmak. b) Bütün niteliklerin Allah dan geldiğini kavramak, Allah dışında bir niteliğin bulunamayacağı kanısına ulaşmak. c) Allah özünden başka bir öz bulunmadığı sonucuna vararak kendi varlığının yokluk olduğunu bilmek.
211
Benim canım uyanıktır dost yüzüne bakan benem Hem denize karışmağa ırmak olup akan benem *** Ben hazrete tutum yüzüm ol aşk eri açtı gözüm Gösterdi bana kendozum ayet-i kul denen benem *** Şah didarın gördüm ayan hiç gumansuz belli beyan Kafir ola inanmayan ol didara bakan benem *** Bu cümle canda oynayan damarlarımda kaynayan Kulli dillerde söyleyen kulli dili diyen benem Yunus, evrenle kaynaşmıştır, her nereye baksa orada Hak’kı müşahade eder. Orada son derece dinamik, canlı, sürekli bir oluş vardır. O oluşa katılma, Allah’ın tecellilerini bir başka gözle görmektir.Evrende asıl olan aşktır, sevgidir. Aşkın kaynağı Allah katındadır ve oradan bir parça aşk bütün evrenlere yayılmıştır. Allah’ın oluşu idare eden sevgisi bütün varlık ve olaylarının en içine, onu karakterize edecek şekilde yerleşmiştir. Varlıkların ve olayların gerçek anlamına, oradan evrenin anlamına ve Allah gerçeğine ulaşmak için, her şeyin özüne doğru gidilmelidir. “Fenâ mertebesi”ne ulaşan mutasavvıf, ancak o mertebede kendisini Allah’ın halifesi gibi görüp bütün oluşa, Allah’ın bu evren ve evrendeki varlıklara çizdiği boyutlar içerisinde, ama bütün zaman ve mekânlarda,
bütün varlık katmanlarında ve hallerinde katılır. Nihayet , “sonun başlangıçla birleştiği safha” ya geçilir. “Beli” kavlin dedik evvelki demde Henuz bir demdir, ol vakt u bu saat ** O Makam zaman ve mekanın olmadığı hiçlik , yokluk makamıdır ki ,orada sadece Allah vardır.
ÖZETLERSEK; Sadece O vardı. Bilinmeyi istedi bunu sevgiyle varlık hâline getirmeye karar verdi ve uyguladı. Bütün âlem, maddesi ve mânâsıyla var oldu. Mekânın yaratılışıyla zaman da yaratılmış oldu. Bâzıları buna genesis, bâzıları yaratılış, bâzıları da Big Bang der. Bu ilk yaratılış belli bir yerde olmadı çünkü ondan evvel mekân yoktu; belli bir zamanda da olmadı çünkü ondan evvel zaman yoktu. Bu sebepledir ki, bizim ölçülerimize göre değerlendirmek için zihnimizi zorlarsak, yaratılış her yerde ve her zaman oldu, olmakta ve olacak; Big Bang aslâ bitmedi, bitmeyecek, tâ ki yaratılanların farklılıkları bitip de her şey aynı hâle gelinceye kadar. Bâzıları bu farklılıkların azalması, her şeyin sürekli dağılıp gitmesi vâkıâsına entropi der. Çünkü var oluş ancak farklılıkla, izafiyetle mümkün ve farklılıklar ortadan kalkınca ne zaman kalacak, ne de mekân. Bâzıları bu mukadder hadiseye kıyamet der; ne zaman kopacağı sorulduğunda “ölçülemeyecek kadar uzun bir süre sonra” cevabını verirler çünkü o olduğunda ölçülecek zaman kalmayacaktır. Üstelik Big Bang de, kıyamet de hep var olmakta. Bütün madde ve mânâ âlemi her an yeniden yok olup varlığa kavuşmakta. Böyle olduğu için de mâzî, hâl ve âtî hep aynı, O hepsini biliyor ve her şey zâten O’nda. Bâzıları “yaratılışa ne gerek vardı, O’nun ihtiyacı mı vardı” diye sordular zaman zaman; halbuki yaratılış kaçınılmazdı çünkü bütün bu olup bitenler akl-ı hikmet, kudret ve gü¬zellikle dolu O’nun bu vasıflarının bir yansıması, bir yanılsaması sâdece; hakikatte ne yaratılış var, ne de yaratılmış. Zâten her şey O! Bu mutlak hakikati kâlbinde hisseden Hallâc-ı Mansûr diye birisini, yaşadığı ruh hâlini konuşma lisanının kifayetsizliği içinde dile getirdi diye, dinidar olanlar yaktılar. O sevgi ve bilgi olduğu için, kâinatı da sevgi ve bilgi ile yönetti. Big Bang’den sonra her şey sonsuzca dağılıp yok olacağına, kümelenerek maddeyi ve enerjiyi oluşturdu. Zâten madde ile enerji denen yaratıklar aynı şeydiler. En küçük zerrelerden sonsuz bütünlüğe kadar bütün evren bilginin düzeni içerisinde sevgiyle birbirine yaklaştı. Bâzıları buna gravite, zayıf güç, çekirdek gücü gibi isimler taktılar; Einstein hepsinin aynı gücün yansımaları olduğunu göstermeye çalıştı, hattâ “Tanrı’nın formülünü bulmak üzereyim” gibi, bâzılarına çok ters gelen lâflar etti. Nötronlar, atomlar, moleküller, gök cisimleri, yıldızlar, gezegenler oluştu. Bâzıları bunlara kapalı ve açık sistemler dediler. En azından bir tânesinin varlığından emin olduğumuz bâzı gezegenlerde oksijen,
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Benden benliğim gitti hep mülkümü dost yuttu La-mekana kavm oldum mekanım yağma olsun ** Anlaşılır ki bilinen tüm mekan ve zamanlar izafi ve zan imiş sadece tek bir “An” varmış. “Sadece Allah vardı başka hiçbir şey yoktu işte bu an da o andır” Hz Ali.
212
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
213
karbon ve azot denen elemanlar öylesine sevgiyle ve bilgiyle birleştiler ki, organik moleküller teşekkül etti, sonradan bunlar bâzılarının kozervat dedikleri canlılık öncesi oluşumlar hâline geldiler. Daha sonra bunlara sevginin kaçınılmaz gereği olarak can verildi. Bâzıları buna ruh, bâzıları soul, bâzıları spirit, bâzıları başka isimler verdiler; bu isimlerin hemen hepsi soluk, rüzgâr veya gölge anlamına gelen köklerden türedi çünkü canın uçucu, ölümle cesedi terk edip giden bir cevher olduğu düşünüldü. Can, O’nun mahlûkatın bir kısmına bahşettiği bir ayrıcalıktı âdeta ama, evrimin kaçınıl¬maz özelliği olarak, canlılıkla cansızlığın sınırları da kesin değildi. Bâzılarının virüs, prion gibi isimler taktıkları yaratıklar bu belirsiz sınırda yerlerini aldılar. Bâzılarının canlıları en mütekâmil açık sistemler olarak tanımlamaları, yâni entropiye karşı çıkarken (negentropi yaparken) çevredeki entropiyi arttırdıklarını söylemeleri pratik açıdan çoğu kişinin işine yaradı ama ekserîsi düşünemedi ki, kâinatın kendisi en büyük açık sistemdi ve eğer canlılığın târifi buysa, hareketlilikse, reaktiviteyse, malzemeyi alıp kendi işine yarayacak şekilde kullanıp artıkları atmaksa ve eninde sonunda gene entropiye mağlûp düşüp deorganize olmaksa, bütün bu kıstaslara en mükemmel şekilde uyan yaratık kâinatın ta kendisiydi. Yâni can her yerdeydi, ruh her şeydeydi. Canın ne olduğu, mâhiyeti gibi suâller pek çok zihni binlerce yıl meşgûl etti. Halbuki can, mutlak hakikât olan O’ndan, sâdece ve sâdece O’ndan başka bir şey değildi. Bunu insan beyninin kavraması mümkün olmadığı için, gönderdiği kutsal kitaplarda değişik isimlerle candan bahsetti ama ne olduğunu anlatmadı; Kur’an-ı Kerîm isimli kitabında ise insanların bu mes’eleyi kavraya¬mayacaklarını açıkça beyan etti. Daha güzele ve bilgiliye doğru yolculuk devam etmeliydi tabiî ki, öyle de oldu çünkü O, kendinin sûretini, yansımasını yaratmak istiyordu. Tek hücreliler, zamanla, birleşerek daha karmaşık çok hücreli canlıları, onlar da, zamanla, muhafaza edilmesi daha zor ama gelişmiş büyük canlıları husûle getirdiler. Güzelliğin ve bilginin gereği, her şeyin hep zıddıyla kâim olması gerekiyordu. Elektronun pozitronu, cansızın canlısı, dirinin ölüsü, erkeğin dişisi, hayvanın bitkisi… gibi sonsuz sayıda zıtlıklar oluştu. Bâzıları buna diyalektik dediler. O’nun sevgi ve bilgisinin karşıtı olarak nefret ve cehâlet, hikmetinin karşıtı olarak da taassup ister istemez oluştu. Doğum ölümle, iyilik kötülükle, merhamet zulümle, sıhhât hastalıkla, barış savaşla zıtlaştı. Bütün bu kötü gibi görünen var oluşlar aslında evrimin devamı, daha iyiye ve güzele akışın temini için gerekliydi. Bu temel espriyi fark edemeyen bâzıları şeytanı O’nun rakibi zannedip perestiş ettiler, hattâ tapındılar. Halbuki bütün bunlar sâdece ve sâdece insan için mevcuttu; insansız âlemde her şey biteviyeydi, şeytan da kötülük de yoktu. Hepsi, kendi kendini aşmaya mahkûm ve muktedir tek yaratık olan insanla beraber var oldu. Bâzıları Mekke isimli şehirde taşlar atarken orada gerçekten şeytan diye bir varlığın bulunduğunu, bu sûretle onu zayıf düşürdüklerini sandılar; halbuki kendi içlerindeki kötülükleri taşlıyorlardı, kendi ruhlarını temizliyorlardı. O, aynı şehirdeki çok eski bir mâbedi (Kâbe) bütün kendisine inananların teveccüh edecekleri, ibâdet ederken yönelecekleri merkez ilân etti. Mevlâna gibi mutasavvıf denen bâzıları hâricindeki kişiler düşünemediler ki, bir an için o bina ortadan kalksa, milyarlarca kişi birbirlerine teveccüh etmekteydiler günde beş kez… Yâni insana, O’nun sûretine, yansımasına; O’na! Bâzıları bu aşkın fikir ve gönül zâviyesini, her şeyin başının ve sonunun insan olduğunu, insandan başka kıymet hükmünün bulunmadığını vehmeden hümanizm isimli felsefî akımla karıştırıp kızdılar; zâten, bu nüansı farkında olmayan pek çok kişi, bu terimi basitçe insanı sevmek anlamında kullanmaktaydı.
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
Bu zıtlıklar birbirlerini tamamladılar, yeni güzellikler oluşturdular. Hayvanlar âlemindeki gelişme, aynı minvâl üzre, bâzılarının memeliler, primatlar, hominidler dedikleri yaratıklara kadar ilerledi ve, sonunda, beyni bilinen bütün diğer canlılardan daha çok gelişmş, soyut düşünme kaâbiliyetine hâiz, kendi kendini aşmaya mecbur ve mahkûm, O’nun hakkında tefekkür etme mazhariyetine sahip bir varlık gelişti; bâzıları ona insan, bâzıları eşref-i mahlûkat, bâzıları homo erektus, homo sapiens, homo faber, homo ekonomikus… gibi isimler taktılar. O, sevgi ile birbirlerine yaklaşsınlar diye onları ırklara, milletlere, dinlere… böldü; farklılıklar olacaktı ki tekâmül sürsün. Hep O’nun hikmeti, kudreti ve bilgisiyle oluşan, sevgisiyle süslenen, tâ ilk yaratılıştan insana kadar mevcut olan bu tekâmülü Darwin ismindeki bir bilim (ve, ne ilginçtir ki din) adamı gibi bâzıları kör tesadüflerle izah etmeye çalıştı, bâzıları da kutsal kitapları hatâlı tefsir edip, bağnazlıkla reddetmeye kalkıştılar. O’nun varlığı idrak edilebilecek, kavranabilecek bir şey olmadığı için, ancak sezilebilirdi, hissedilebilirdi, özel bir hâlet-i ruhiye ile daha yakından irtıbat kurulabilirdi. Buna bâzısı mistik yaşantı, bâzısı nirvanah, bâzısı erme, bâzısı başka şey der. Bâzılarının peygamber, nebî, velî, ermiş gibi isimler taktıkları insanlar bu irtıbatan manevî kudretlerince nasiplerini aldılar. Çok özel bâzılarına ise, insanlar O’nu bâri bilgi yoluyla bilsinler diye, O’nun kelâmı olan, yazılı hâle getirildiği için de kutsal kitaplar denen bilgiler gönderildi. Bâzıları bu seçilmiş kulların ortaya koyduğu akâide din adını taktılar. Bütün bu kişilerin arkasından asırlar boyunca milyarlarca insan yürüdü; çünkü insanın özünde, hamurunda iman ihtiyacı vardı, kendini yâni O’nu arıyordu. Bütün yolların O’na, sâdece O’na çıktığını fark edemeyen, çokluktaki birliği göremeyen pek çok insan toplulukları asırlarca birbirleriyle beyhude harbetti. Çünkü dinlerin O’na ulaşmak için birer vâsıta olduğunu idrak edemeyip, birer gâye hâline getirilmesi hatâsına düştüler! Öyle olunca da, O’nun akıl, hikmet ve güzelliğine ters düşen taassup, yâni yobazlık doğdu. Şeytanın ta kendisi olan bu illet sırf din plânında tecahür etmedi zâten; bâzılarının ideoloji, bâzılarının felsefe, bâzılarının dünya görüşü dediği çeşitli inanç sistemlerinin de mutaassıpları, yobazları oluştu birbirlerinin ve kendilerinden farklı gördükleri herkesin gözlerini oymak üzere… O, aklın, müsbet ilmin ve hikmetin rehberliğini emretti insana. “Maddî âlemin icaplarını yerine getirin, sonuna kadar mücadele edin, ne zaman ki kudretinizin sonuna gelirsiniz, o zaman bana sığının, duâ edin dedi. Bâzılarının kader, bâzılarının Karma, bâzılarının başka şey dedikleri şeyin O’nun bilgisi ve sevgisiyle oluştuğunu, O’nun kavranamaz ilmiyle düzenlendiğini, ümitsizliğe kapı olmadığını anlattı kullarına. Bâzıları bunu yanlış anladılar, ahmakça bir tevekkülle sâdece duâya, ibâdete sığındılar ve bu dünyanın gereklerini yerine getirmediler. Yenilik ve inkişaftan kaçındılar, aklın önderliğini bir tarafa atıp nakilcilik batağına düştüler. Her zerresi tekâmül için yaratılmış bu kâinatta en ufak bir terakkîye dahi karşı çıkar oldular. Bu gibilerin elinde, O’nun insana bahşettiği en ulvî ve hakikî huzur aracı olan din bir işkence mekanizmasına dönüştürüldü. Din nâmı altında sevgiden yoksun, içtihad nâmı altında tıkanmış tefsir yumaklarına dayandırılmış kör bilgiye istinad eden, hikmetten mahrum bir zulüm sistemi ortaya çıktı. Buna tepki verenlerin bir kısmı ne yazık ki din düşmanı oldular, sahte peygamberlere kapılandılar veya ümitlerini kaybettiler. Ama O her şeyi bilendi, her zehirin panzehirini de hâlk etmişti. Akılla imânı taassup batağına düşmeden birleştirebilen kullarını hep yarattı, görevlendirdi. Zaman içerisinde zaman, mekân içerisinde mekân, sürekli yaratılış ve mahvoluş, hiçlikte
214
Pir ve Mürşitlik Makamlarının Kur'an-i Dayanakları... | 1/1/2006
heplik, her şeyin sâdece ve sâdece O olması hakikatinin kâlbden idraki ile titreyen gönül gözleri açık kişiler çalışmayı, tekâmüle ve ilme hizmeti en büyük ibâdet kabûl ettiler. Zâten O’nun da mesajı açık ve netti! En son gönderdiği ve değiştirilemezliği O’nun garantisi altında olan kitap OKU! diye başlıyordu ve peygamberinin âlimlerin mürekkeplerinin şehitlerin kanından daha kıymetli olduğunu, ilmin dünyanın öte tarafında da olsa gidilip alınmasını tavsiye eden sözleriyle süsleniyordu. Tekâmül hep sürüyordu, sürmekte ve sürecek; her şey aslına, O’na dönünceye kadar. Ve bu dönüş çoktan oldu, oluyor, olacak. Çünkü “önce”, “şimdi” ve “sonra” hep aynı.
215