1.İMAN VEİBADET:1. Îmânı Aşkla Yaşamak
Îman; aklın nûru, şuurun cilâsı ve kalbî duyguların âhengidir. Bu fânî âlemden ebedî âleme saâdetle geçiş, ancak îman rehberliği ile mümkündür. Îman rehberleri ise; peygamberler, ilâhî kitaplar ve onların gösterdiği istikâmet üzere kalbî hayatlarını tanzîm eden Hak dostlarıdır. Târih boyunca peygamberler, velîler ve sâlihler, ancak îman vecdiyle yaşanabilecek fazîlet tezâhürlerinin canlı misalleri misalleri olmuşlardır. Îman, ilâhî bir lutuf; imtihan, îmânın sıhhat derecesini ölçen bir miyâr, mü’minden beklenen sabır ve teslîmiyetle îmânı muhâfaza ise, ilâhî mükâfâtlara nâiliyetin bedeli mesâbesindedir. Yâni Hak Teâlâ, lutfettiği îman nîmetinin yüceliğini ve değerini idrâk ettirmek için, kullarından âdeta bir bedel taleb etmektedir. “Allâh, mü’minlerden mallarını ve canlarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, Tevbe, 111) âyet-i âyet i kerîmesi de, bu hakîkatin bâriz bir ifâdesidir. Dolayısıyla, rızâ-yı yı ilâhîyi kazanmak için, Hakk’ın istediği bedelleri (can, mal-mülk mal vesâireyi) seve seve O’nun yolunda fedâ etmek, îmânın kemâline vesîledir. Hayat imtihânının bütün meşakkat ve zorluklarını rızâ ve teslîmiyetle aşarak Allâh ve Rasûlü’nün yolunda olunda yürümek, mü’minlerin en mühim îman şiârıdır. Her mü’min, îman nîmetinin bedelini Hak Teâlâ’ya ödemek mecbûriyetindedir. Zîrâ bedeli ödenmeyen bir şeye sâhiplik iddiâsına kalkışmak veya ödenmeyen bir bedelin karşılığını talep etmek, abesle iştigaldir. Mü’minin îman zirvelerine doğru irtifâ kazanması; amel-i amel i sâlih dediğimiz, Allâh rızâsını gâye edinen niyet, ibâdet ve davranış güzellikleriyle yaşamasına bağlıdır. Bu yüzden Kur’ân-ı Kur’ân Kerîm’de ve hadîs-ii şerîflerde îman ve amel-i amel sâlih, umûmiyetle birlikte te zikredilmiştir. Îman,
kuru bilgiler ve nazariyât ile değil, duyulup hissedilen, kalbe nakşedilen ve netîcede davranışlara aksettirilen hakîkatler ile yaşanır. Âlemdeki ilâhî kudret akışlarını tefekkür ve ibâdetleri lâyık olduğu kalbî kıvâm ile edâ edebilme neticesinde mü’min, îmânın gerçek hazzını tadar ve hayatında fazîlet dolu sayısız tecellîlere mazhar olur.
Îman, bütün ibâdetlerden üstündür. Zîrâ ibâdetler, ancak îmân ile kâimdir. İbâdetler, muayyen bir zaman içinde îfâ edilir. Amellerin en fazîletlisi olan namaz dahî, günde beş vakit farzdır. Îman ise, dâimî olarak farz olduğundan, onu her an kalbimizde zinde tutmamız îcâb eder. Bu sebeple de kalbi gaflete düşüren her türlü mâsivâ tuzaklarından sakınmamız ve âdeta mânevî bir zırh mesâbesinde olan amel-i sâlihlerle îmânımızı muhâfaza altına almamız zarûrîdir. Îman cevheri, mü’minin en kıymetli sermâyesidir. Âyet-i kerîmelerde, apaçık bir düşmanımız olduğu beyân edilen şeytan, aveneleriyle birlikte, her fırsatta çeşitli hîle ve vesveselerle mü’min gönüllerden îman cevherini çalmaya çalışmaktadır. Bu bakımdan kalben teyakkuz hâlinde bulunarak îmânımıza büyük bir aşk ve şevk ile sarılmak ve sâlih amellerle onu sarsılmaz bir sûrette muhâfaza altına almak en mühim vazîfemizdir. Îman cevherini saf ve parlak bir ayna gibi Hakk’ın tecellîlerine mâkes kılabilmek için “zikrullâh”a ihtiyaç vardır. Zikrullâh ise, “Allâh” lâfzının kalb mahfazasına aşk ve şevkle nakşedilmesidir. Bu sâyede kalbden mâsivâ ve gaflet pası silinir, kalb tam bir huzur ve itmi’nâna erdiği için îmânın gerçek hazzı tadılır. Bu mânevî olgunluğa eren mübârek ve has kulların îman neşvesi, cümle fânî haz ve lezzetleri aşmıştır. Öte yandan dünyâya âit bütün çile ve ıztırapların yakıcı elemleri de onların nazarında âdeta bir hiç hâline gelmiştir. Îmânı bizlere öğreten Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ve bu nîmetin günümüze kadar ulaşmasında hizmeti geçen sâlih mü’minlerin, bu uğurdaki sabır, sebat, metânet, firâset, fedâkârlık ve azimlerini gösteren sayısız misallerden bâzılarını birlikte mütâlaa edelim: Fazîlet Tabloları Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, henüz on iki yaşında bir çocuk iken kendisine Râhip Bahîra’nın: “–Yavrum, Lât ve Uzzâ hakkı için soruyorum, cevap ver!” demesi üzerine; “–Lât ve Uzzâ adına yemin ederek bana bir şey sorma! Vallâhi ben, bunlardan nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmem!” demiştir.2 Fahr-i Kâinât Efendimiz, küçük yaşlarda bile selîm fıtratıyla putlardan ve îmansızlıktan uzak durmuştur. Nübüvvetten sonra îmânın tebliğ, tâlim ve aşkla yaşanması husûsunda gösterdiği müstesnâ azim ve gayret ise, her mü’minin mâlûmu olan bir hakîkattir.
Firavun’un tanrılık iddiâsını reddeden ve onun tahammül üstü eziyetleri karşısında: “–Senin zulmün dünyâya âittir, sen hükmünde ve davranışlarında serbestsin, nasıl olsa bizler Rabbimize döndürüleceğiz!” diyerek îman cesâretiyle meydan okuyan sihirbazlar, Firavun’un emriyle elleri ve kolları çapraz kestirilip hurma dallarına asılmadan önce, beşerî bir acziyet gösterip îman zaafına düşme endişesiyle ellerini semâya kaldırmışlar: “…Yâ Rabbî! Üzerimize sabır yağdır; canımızı müslüman olarak al!” (el-A’râf, 126) diyerek Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmişler ve ardından şehâdetin lâhûtî hazzı içerisinde Rablerine kavuşmuşlardır. Samîmî birer müslüman olan ilk Îsevîler de, sirklerde arslanların dişleri arasında îmanlarını muhâfaza etmişler ve onlar da şehâdet şerbetini aşk ile içmişlerdir. Îmânı aşkla yaşayan kahramanların başında gelen diğer bir grup da, “Ashâb-ı Uhdûd”un diri diri ateşe attıkları mü’minlerdir. Milâdî dördüncü asırda Yemen’e hâkim olan yahûdî Zû Nüvâs, o zamanlar tevhîd inancına bağlı hristiyanlar olan Necran ahâlîsini, îtikadlarını değiştirmeye zorlamış, halk direnince de birçok insanı ateş dolu hendeklere attırarak diri diri yaktırmıştır. Bu şekilde öldürülenlerin sayısının yirmi bin kadar olduğu nakledilmektedir. Bu zâlimler, mü’minleri yakmak için hendekler (uhdûd) kazıp ateş yaktıkları için “Ashâb-ı Uhdûd” diye isimlendirilmişlerdir. Fakat kalblere nakşolan ve orada ebediyyen karar kılan îmânı bu şekilde yok etmeye çalışanlar başarılı olamamış, bilâkis Allâh’ın kahır ve azâbına uğrayarak mağlup ve perişan olmuşlar, sonsuza dek lânetlenmişlerdir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “(Mü’minleri yakmak üzere) o tutuşturulmuş ateşle dolu hendekleri hazırlayan Ashâb-ı Uhdûd, lânetlenmiştir.” (el-Burûc, 4-5) Asr-ı Saâdet’te îmânı aşkla yaşayarak “İslâm’ın İlk Şehîdesi” ünvânına nâil olan bahtiyar hanım sahâbî, Hazret-i Sümeyye Hâtun’dur. Önceleri eline bir iğnenin batmasından dahî son derece çekinip korkan Hazret-i Sümeyye -radıyallâhu anhâ-, îmânın ulvî hazzını tattıktan sonra, müşriklerin kızgın demirlerle vücûdunu dağlamalarına rağmen büyük bir tahammül göstermiş, îmânından aslâ tâviz vermemiştir. Vahşî işkencelere mâruz kaldıktan sonra, bir ayağı bir deveye, diğer ayağı da başka bir deveye bağlanarak canavarca parçalanmış, fecî bir şekilde şehîd edilmiştir. Kocası Hazret-i Yâsir de yaşlı ve zayıf bir kimse olmasına rağmen tahammül ötesi bir sabır göstermiş, nihâyetinde o da şehâdet şerbetini içmiştir. Böylece Yâsir âilesi -radıyallâhu anhüm- İslâm’ın ilk şehîdleri olmuşlardır.3 Îmanlarının bedelini, onu aşkla yaşayarak ödemişlerdir. Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh- da, azgın ve gözü dönmüş müşriklerin ağır işkenceleri altında âdeta bir pelteye dönmüş olan vücûdundan kanlar akarken bile dâimâ; «Ehad, ehad, ehad: Allâh birdir, Allâh birdir, Allâh birdir…» diyerek tevhîdi tebliğ ediyor, acı ve ıztıraptan ziyâde, îmânın ulvî zevkini tatmış bir gönülle likâullâh hazzını yaşıyordu.4
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, hilâfeti döneminde, ilk müslümanlardan olan Habbâb bin Eret -radıyallâhu anh-’a: “–Allâh yolunda çektiğin işkenceleri bize biraz anlatır mısın?” demişti. Bunun üzerine Hazret-i Habbâb: “–Ey mü’minlerin emîri, sırtıma bak!” dedi. Onun sırtına bakan Hazret-i Ömer: “–Ömrümde böylesine harap edilmiş bir insan sırtı hiç görmemiştim.” diyerek hayretler içinde kaldı. Habbâb -radıyallâhu anh- şöyle devâm etti: “–Kâfirler ateş yakarlar ve beni elbisesiz olarak üzerine yatırırlardı. Ateş, ancak sırtımdan eriyen yağlarla sönerdi.”5 Müşrikler ateşte kızdırdıkları taşları Hazret-i Habbâb’ın sırtına yapıştırırlar ve işkencenin şiddetinden mübârek sahâbînin etleri dökülürdü. Buna rağmen yine de kâfirlerin istedikleri sözleri söylemezdi. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 114) Zîrâ îmânın lutfettiği “vuslat” heyecânı, bütün dünyevî ıztırapları bertarâf ediyordu. Habbâb bin Eret -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Bir gün Allâh Rasûlü, Kâbe’nin gölgesinde iken, yanına varıp kendisine müşriklerden gördüğümüz işkenceleri şikâyet tarzında anlattık. Ardından da bu işkencelerden kurtulmamız için Allâh’tan yardım dilemesini taleb ettik. O da bize şöyle buyurdu: “Sizden evvelki nesiller arasında, yakalanıp bir çukura konan, sonra testere ile baştan aşağı ikiye bölünen ve demir taraklarla etleri tırmıklanan, fakat yine de dîninden dönmeyen mü’minler olmuştur. Allâh’a and olsun ki, O, bu dîni tamamlayacak, hâkim kılacaktır. O derecede ki, bir kişi, Allâh’tan ve koyunlarına kurt saldırmasından başka bir korku duymaksızın, San’a’dan Hadramut’a kadar emniyet içinde gidip gelebilecektir. Ne var ki siz sabırsızlanıyorsunuz!..” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 29, Menâkıb 25, İkrâh 1; Ebû Dâvûd, Cihâd 97/2649) İslâm düşmanları, Hazret-i Suheyb -radıyallâhu anh-’ı da bayıltıncaya kadar döverlerdi. Bu işkenceler hicrete kadar devâm etti. Nihâyet Suheyb -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’den sonra Medîne’ye hicret etmek maksadıyla yola çıktı. Mekkelilerden bâzıları arkasından yetişerek: “–Sen buraya fakir ve zayıf bir kimse olarak geldin. Aramızda bol servete kavuştun! Sonunda kendinle birlikte servetini de alıp gitmek istiyorsun ha! Vallâhi buna müsâade etmeyiz!” dediler. Suheyb hemen hayvanından yere indi. Sadağındaki okları çıkardı ve:
“–Ey Kureyş cemaati! İyi bilirsiniz ki, ben sizin en iyi ok atanlarınızdan biriyim. Vallâhi yanımda bulunan okların hepsini üzerinize atar, bitince de kılıcımı çekerim. Bunlardan birisi elimde bulundukça bana yaklaşamazsınız. Ancak onlar elimden çıktıktan sonra bana istediğinizi yapabilirsiniz. Şimdi, servetimin yerini haber verip onu size terk edersem yolumu açar, beni serbest bırakır mısınız?” dedi. Müşrikler, teklifi kabûl ettiler. Bunun üzerine Suheyb -radıyallâhu anh-, servetinin yerini onlara bildirerek yoluna devâm etti. Rebîülevvel ayının ortalarında Kubâ’ya varıp Rasûlullâh’a kavuştu. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu görünce tebessüm etti ve onun îmânı uğruna bütün servetini fedâ etmesini îmâ ederek: “Suheyb kazandı! Suheyb kazandı! Ey Ebû Yahyâ! Satış kârlı oldu! Satış kârlı oldu!” buyurdu.6 Rivâyete göre bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu: “İnsanlardan öyleleri de var ki, Allâh’ın rızâsını kazanmak için kendini ve malını fedâ eder. Allâh da kullarına karşı şefkatlidir.” (el-Bakara, 207) Zinnîre Hâtun da müşrikler tarafından bin bir ezâ ve cefâ gören hanım sahâbîlerdendi. Ebû Cehil’in yaptığı işkenceler yüzünden âmâ olmuştu. Ebû Cehil ona: “–Gördün mü? Lât ve Uzzâ senin gözünü kör etti!” dedi. Zinnîre Hâtun: “–Hayır! Vallâhi, benim gözümü kör eden onlar değildir. Lât ve Uzzâ, bana ne fayda ne de zarar verebilir. Benim Rabbim, gözümü geri vermeye kâdirdir!” dedi. Ruhları ebediyyen karanlığa gömülü olan müşrikler, sabah olduğunda, Allâh’ın lutfuyla Zinnîre Hâtun’un gözlerinin iyileşmiş olduğunu görerek şaşkına döndüler.7 İlk müslümanlardan daha niceleri böyle çile ve ıztıraplar içinde idi. Âmir bin Füheyre, Ebû Fükeyhe, Mikdâd bin Amr, Ümmü Übeys, Lübeyne Hâtun, Nehdiye Hâtun ve kızı gibi, Peygamber Efendimiz’in güzîde ashâbı, akla hayâle gelmedik işkencelere mâruz kalmışlardı. Müşrikler onları, ayaklarından zincirle bağlayıp elbisesiz bir hâlde sürükleyerek, sıcağın en şiddetli olduğu saatlerde çöle çıkarırlar, üzerlerine büyük kaya parçaları koyarlar, şuurlarını kaybedip ne söylediklerini bilmez hâle getirinceye kadar onlara işkencenin her türlüsünü tatbîk ederlerdi. Boğazlarını sıkarlar ve öldüklerini zannedinceye kadar bırakmazlardı.8 Ashâb-ı kirâm, işte bu tahammül ötesi işkence ve zulümler altında îmanlarını korudular, bu ilâhî nîmetin bizlere kadar ulaşması için malları ve canları pahasına gayret sarf ettiler. Zîrâ onlar, İslâm nîmetinin azametini gerçek mânâda idrâk hâlinde idiler. Böylece her iki dünyâda da ilâhî izzetin kapısını aralamasını bildiler. Fânî ömürleri:
“Ey îmân edenler! Allâh’tan, O’na yaraşır bir takvâ ile korkun ve ancak müslüman olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102) emr-i ilâhîsi muhtevâsında nihâyet bularak gerçek ve ebedî saâdete nâil oldular. Sa’d bin Ebî Vakkas -radıyallâhu anh-, annesine karşı son derece itaatkâr bir evlât idi. İslâm’a girdiği zaman annesi: “–Ey Sa’d! Sen ne yaptın? Eğer, bu yeni dîni terk etmezsen, yemin olsun ki, ben yemem, içmem, nihâyet ölürüm. Sen de benim yüzümden «Hey anasının kâtili!» diye kötü bir isimle çağrılırsın!” dedi. Sa’d -radıyallâhu anh-: “–Yapma anneciğim, ben bu dîni hiçbir şey için terk edemem!” deyince, anası iki gün, iki gece yemedi ve iyice kuvvetten düştü. Bunu gören Hazret-i Sa’d (çok sevdiği annesini bu inadından vazgeçirebilmek için tam bir kararlılıkla): “–Anneciğim! Vallâhi yüz canın olsa da hepsi birer birer çıksa, ben bu dîni hiçbir şey için terk edemem, bunu böyle bilesin!..” dedi. Oğlunun kararlılığını anlayan annesi de inadı bırakıp yemeye başladı. Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu: “Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası, onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için de) önce Bana, sonra da ana-babana şükret, diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır. (Bununla beraber) eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme! Onlarla dünyâda iyi geçin! Bana yönelenlerin yoluna tâbî ol! Sonunda dönüşünüz ancak Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm, (amellerinizin iyi veya kötü karşılığını alırsınız).” (Lokmân, 14-15) (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 43-44; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 368) Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Medîne’ye hicret edeceği zaman, Hazret-i Ali’yi yanına çağırdı. Ona hicret hakkındaki ilâhî emri haber verdi. Ardından, üzerinde bulunan emânetleri yerlerine teslîm etmesi için O’nu kendisine vekil tâyin ettiğini bildirdi. Çünkü Mekke’de, kıymetli bir eşyâsı olup da, sıdkını ve emînliğini bildikleri için, onu Rasûlullâh’a emânet etmeyen, neredeyse hiç kimse yok gibiydi. Allâh Rasûlü, müşriklerin plânlarına karşı tedbîr olarak da şöyle buyurdu: “–Yâ Ali! Bu gece benim yatağımda sen yat! Şu hırkamı da üstüne ört! Korkma! Sana hoşlanmayacağın bir şey isâbet etmeyecektir!” (İbn-i Hişâm, II, 95, 98) Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- büyük bir îman celâdetiyle, vücûduna inmeye hazır azgın mızrakların gölgesinde, Efendimiz’in yatağına uzandı. Allâh Rasûlü’nü öldürmek için hâne-i saâdete gelen gözü dönmüş müşrikler, örtünün altında Hazret-i Ali’yi görünce büsbütün öfkelendiler:
“–Amcanın oğlu nerede ey Ali!?” diye bağırdılar. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-: “–Bilmiyorum, bir fikrim yok! Hem O’nun üzerinde gözcü de değilim! Siz O’na Mekke’den çıkıp gitmesini söylediniz! «Bizden ayrıl, git!» dediniz. O da çıkıp gitti.” dedi. Bunun üzerine müşrikler, Hazret-i Ali’yi azarladılar ve tartakladılar; hattâ Mescid-i Harâm’a götürüp bir süre hapsettikten sonra serbest bıraktılar.9 Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelen Necidliler, İslâm’ı öğrenmek istediklerini bildirerek muallim talebinde bulunmuşlardı. Bunun üzerine Allâh Rasûlü, hepsi de Ehl-i Suffe’den olan ve İslâm’ı iyi bilen yetmiş kadar hâfızı onlara gönderdi. Müslümanlar Bi’r-i Maûne’ye gelip de bir mağarada istirahate çekildiklerinde korkunç bir tuzağa düşürüldüler. İşte bu sırada Cebbâr bin Sülmâ adlı müşriğin attığı bir mızrak, Âmir bin Füheyre -radıyallâhu anh-’ın sırtından girip göğsünden çıktı. O zamanlar kırk yaşında bulunan İbn-i Füheyre şehâdet şerbetini içmek üzere olduğunu anlayınca büyük bir sevinçle: “Kazandım vallâhi!” diye haykırdı. Bu hâince tuzağı hazırlayanların başı olan İbn-i Tufeyl, katliamdan kurtulan bir müslümanı yanına alıp bu azîz şehîdimizin başına geldi ve: “–Kim bu?” diye sordu. “–Âmir bin Füheyre!” cevâbını alınca: “–Ben onun öldürüldükten sonra naaşının göğe yükseldiğini gördüm. Yerle gök arasında duruşu hâlâ gözümün önündedir. Sonra yere indi.” dedi. Meşhur şâirlerden olan İbn-i Tufeyl bu olayı bizzat görmesine rağmen yine de müslüman olmadı. Fakat Âmir bin Füheyre -radıyallâhu anh-’ı şehîd eden Cebbâr, sonunda hidâyete mazhar oldu. Zîrâ şehîd ettiği zâtın “Kazandım vallâhi!” diye haykırışı günlerce kulaklarında çınladı. Bu sözler kendisi için bir muammâ oldu. “Ben onu öldürüyorum, o kazandım diyor, bu nasıl iştir?” diye haftalarca düşündü. Bir gün kahramanlığı ile meşhur ve Hazret-i Peygamber’in yüz kişiye bedel saydığı hemşehrisi Dahhâk bin Süfyân’a, “Kazandım vallâhi!” sözünün ne mânâya geldiğini sordu. O da bu sözün “Cennete kavuştum.” demek olduğunu söyleyince Cebbâr, daldığı derin gaflet uykusundan uyandı ve îmân ile şereflendi.10 Uhud Harbi sonunda Hazret-i Safiye -radıyallâhu anhâ-, vücûdu parça parça edilmiş olan kardeşi Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh-’ı görmek istedi. Bu niyetle şehîdlerin bulunduğu tarafa yöneldi. Oğlu Zübeyr kendisini karşılayarak: “–Rasûlullâh geri dönmeni emrediyor anneciğim.” dedi. O ise:
“–Niçin? Kardeşimi görmeyeyim diye mi? Ben onun ne fecî bir şekilde kesilip doğrandığını biliyorum. O, Allâh için bu musîbete dûçâr oldu. Zâten bizi de bundan başkası tesellî edemezdi. İnşâallâh sabredip ecrini Allâh’tan bekleyeceğim.” dedi.
Zübeyr, gidip annesinin söylediklerini Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e bildirdi. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “–Öyleyse bırak görsün.” buyurdu. Safiye -radıyallâhu anhâ- da şehîdlerin efendisi olma şerefine eren kardeşinin cesedi yanına gelerek içli içli duâ etti. (Bkz. İbn-i Hişâm, III, 48; İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 349) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hükümdarlara yazdığı mektupları götüren ashâb-ı kirâmın îman celâdeti de dillere destandır. Dünyâ çapında şöhret bulmuş zâlimlerin karşısında ve kelle uçurmaya hazır cellâtların arasında, Allâh’tan başka hiç kimseden korkmadan Efendimiz’in mesajlarını onlara ulaştırmışlardır. Kılıç ve mızrakların gölgesi altında cesur konuşmalar yapmaktan çekinmemişlerdir. Bunlardan bâzı misaller şöyledir: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün: “–Ey insanlar! Ecir ve sevâbını Allâh’tan bekleyerek şu mektubu İskenderiye Mukavkısı’na hanginiz götürür?” diye sorunca, Hâtıb bin Ebî Beltaa -radıyallâhu anh- fırlayıp kalktı ve Efendimiz’in huzûruna vardı: “–Yâ Rasûlallâh! Ben götüreyim.” dedi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ey Hâtıb! Allâh bu vazîfeyi senin hakkında mübârek kılsın!” buyurdu… Hâtıb bin Ebî Beltaa -radıyallâhu anh-, İskenderiye’ye varıp kralın huzûrunda Peygamber Efendimiz’in mektubunu okudu. Mukavkıs, Hâtıb -radıyallâhu anh-’ı yanına çağırıp din adamlarını da topladı. Hâdisenin devâmını Hâtıb -radıyallâhu anh-’tan dinleyelim: Mukavkıs bana: “–Anlamak istediğim bâzı şeyleri seninle konuşacağım.” dedi. Kendisine: “–Buyrunuz, konuşalım.” dedim. Mukavkıs: “–Senin Efendin peygamber değil midir?” diye sordu. “–Evet, O, Allâh’ın Rasûlü’dür.” dedim.
“–O gerçekten bir peygamber ise kendisini öz yurdundan çıkarıp başka bir yere sığınmak zorunda bırakan kavminin aleyhinde niçin Allâh’a duâ etmedi?” diye sorunca ona: “–Sen, Îsâ bin Meryem’in Allâh’ın bir peygamberi olduğuna şehâdet edersin değil mi? O gerçekten peygamber olduğuna göre, kavmi onu yakalayıp çarmıha germek istedikleri zaman, semâya yükseleceğine, kavmini helâk etmesi için Allâh’a duâ etse olmaz mıydı?” dedim.
Mukavkıs söyleyecek söz bulamadı. Bir müddet susup düşündükten sonra, sözlerimi tekrarlamamı istedi. Ben tekrarlayınca Mukavkıs yine bir müddet düşündü. Sonra da: “–Güzel söyledin. Sen bir hakîmsin, yerli yerince konuşuyorsun ve hakîm olanın da yanından geliyorsun.” dedi. Ben de bunun ardından Mukavkıs’a: “–Senden önce burada bir adam, kendisinin en yüce ilâh olduğunu iddiâ etmişti. Allâh Teâlâ o Firavun’u dünyâ ve âhiret azâbıyla yakalayıp cezâlandırdı. Sen, kendinden öncekilerden ibret al da başkalarına ibret olma!” dedim. Mukavkıs: “–Bizim bir dînimiz vardır, daha hayırlısını görmedikçe onu bırakmayız!” dedi. Ben de: “–İslâm, senin bağlı bulunduğun dinden kesinlikle daha üstündür! Biz seni, Allâh Teâlâ’nın insanlara dîn olarak seçtiği İslâm’a dâvet ediyoruz. Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sâdece seni değil bütün insanları dâvet ediyor. Onlardan kendisine karşı en katı ve kaba davrananlar, Kureyşliler oldu. O’na karşı en çok düşmanlığı da yahûdîler yaptılar. İnsanlardan en çok yakınlık gösterenler ise hristiyanlar oldu. Hazret-i Mûsâ, nasıl ki Hazret-i Îsâ’yı müjdelemiş ise, o da Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ın geleceğini müjdelemiştir. Bizim seni Kur’ân’a dâvetimiz, senin Tevrât’a bağlı olanları İncîl’e dâvet etmen gibidir. Her insan kendi zamânında gelen peygambere ümmet olmak durumundadır. Sen de Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ın dönemine yetişenlerdensin. Dolayısıyla biz seni İslâm’a dâvet etmekle, Îsâ -aleyhisselâm-’ın dîninden uzaklaştırmış olmuyoruz. Bilâkis onun risâletine uygun olanı yapmanı teklif etmiş oluyoruz.” dedim. Hâtıb -radıyallâhu anh-’ın bu cesur ve hakîm tavrından epey etkilenen Mukavkıs: “–Ben bu peygamberin dînini inceledim. Gördüm ki, onda ne dünyâdan el etek çekilmesi emrediliyor ne de beğenilen ve makbûl bir şey yasaklanıyor. O ne yolunu şaşırmış bir sihirbaz ne de gâipten haber aldığını iddiâ eden bir yalancıdır. Bilâkis kendisinde gâibi keşfedip haber vermek gibi peygamberlik alâmetleri vardır. Buna rağmen biraz daha düşünmek isterim.” dedi.
Daha sonra da Peygamber Efendimiz’in mektubuna bir cevap yazdırdı… Mukavkıs, ne bundan fazla bir şey yaptı ne de müslüman oldu. Bana da: “–Sakın hâ! Kıbtîler senin ağzından tek bir kelime bile işitmesinler, yoksa sana zarar verirler!” diye tembihte bulundu.11 Hâtıb’ın kralın karşısında îman cesâretiyle ifâde ettiği bu hikmetli sözler, îmânı aşkla yaşayan bir mü’minin firâset ve cesâretine dâir ne güzel bir misaldir. İran Kisrâsı’na yazılan mektubu da Abdullâh bin Huzâfe -radıyallâhu anh- götürmüştü. Kisrâ, mektupta Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in isminin kendi isminden evvel yazılmasına kızarak o mübârek nâmeyi parça parça etti, elçiye de ağır hakâretlerde bulundu. Abdullâh -radıyallâhu anh-, îmânından aldığı kuvvet ve asâletle Kisrâ ve adamlarına şöyle hitâb etti: “–Ey Fars halkı! Sizler peygambersiz, kitapsız ve yeryüzünün ancak elinizde bulunan bir kısmına hâkim olarak sayılı günlerinizi geçiriyor ve bir rüyâ hayâtı yaşıyorsunuz! Hâlbuki yeryüzünün hâkim olamadığınız kısmı daha fazladır. Ey Kisrâ! Senden önce, dünyâyı veya âhireti arzu eden nice hükümdarlar gelmiş ve hüküm sürmüşlerdir. Onlardan âhireti isteyenler, dünyâdan da nasiplerini almışlardır. Dünyâyı arzulayanlar ise âhiret nasiplerini yitirmişlerdir. Sana teklif ettiğimiz bu dîni küçümsüyorsun ama, vallâhi nerede olursan ol, küçümsediğin şey üzerine gelince, ondan korkacak ve korunamayacaksın!” Kisrâ da cevâben mülk ve saltanatın kendisine münhasır olduğunu, ne yenilgiye uğramaktan ne de kendisine bir ortak çıkmasından korkmadığını söyledi.12 Ardından da adamlarına Abdullâh bin Huzâfe’nin dışarı çıkarılmasını emretti. Abdullâh -radıyallâhu anh-, Kisrâ’nın huzûrundan çıkar-çıkmaz hayvanına binip Medîne’nin yolunu tuttu. Kendi kendine: “Vallâhi, benim için iki yoldan (ölmek veya sağ-sâlim dönmek) hangisi olursa olsun gam çekmem. Rasûlullâh’ın mektubunu yerine ulaştırmış ve vazîfemi yapmış bulunuyorum.” dedi.13 İşte, Allâh Rasûlü’nün bir arzusunu yerine getirmek için canını fedâ etmeyi göze alan İslâm kahramanlarının vicdan huzûru… Abdullâh bin Huzâfe -radıyallâhu anh-’ın eşsiz fazîletini ve îman cesâretini sergileyen nice ibretlerle dolu bir kıssası daha vardır: Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti döneminde Şam’ın Kayseriye taraflarında Rumlar üzerine bir İslâm ordusu gönderilmişti. Abdullâh bin Huzâfe -radıyallâhu anh- da orduda
bulunuyordu. Rumlar onu esir ettiler. Krallarına götürdüler ve; “Bu, Muhammed’in ashâbındandır!” dediler. Kral, Hazret-i Abdullâh’ı bir eve kapattırıp günlerce yemekten, içmekten alıkoyduktan sonra, ona bir miktar şarap ve domuz eti gönderdi. Üç gün gözlediler. Abdullâh -radıyallâhu anh-, ne şaraba ne de domuz etine el sürmedi. Krala: “–Onun boynu iyice büküldü. Oradan çıkarmazsanız ölecek!” dediler. Kral, onu getirterek: “–Seni yiyip içmekten alıkoyan nedir?” diye sordu. Abdullâh -radıyallâhu anh-: “–Gerçi zarûret, onlardan yemeyi ve içmeyi bana helâl kılmıştır, ama ben seni, kendime ve İslâm’a güldürmek istemedim!” dedi. Kral onun bu vakur tavrı karşısında: “–Sen hristiyan olsan da mülkümün yarısını sana versem, seni mülk ve saltanatıma ortak yapsam, kızımı da seninle evlendirsem olmaz mı?” dedi. Abdullâh -radıyallâhu anh-: “–Sen bana, Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ın dîninden göz açıp kapayıncaya kadar dönmem karşılığında mülkünün tamâmını ve bütün Arap mülkünü versen bile, bunu aslâ yapmam.” dedi.
Kral: “–Öyleyse seni öldürürüm.” dedi. Hazret-i Abdullâh: “–O da senin bileceğin bir şey!” dedi. Abdullâh -radıyallâhu anh- çarmıha gerildi. Okçular önce ona isâbet etmeyecek şekilde, gözünü korkutmak için ok attılar. Daha sonra kendisine tekrar hristiyan olması teklif edildi. O mübârek sahâbî en ufak bir temâyül bile göstermedi. Bunun üzerine Kral: “–Ya hristiyan olursun ya da seni kaynar kazanın içine atarım.” dedi. Kabûl etmeyince bakırdan bir kazan getirildi, içine zeytin yağı veya su konularak kaynatıldı. Kral, müslümanlardan bir esir getirtti. Hristiyan olmasını teklif etti. Esir, bu teklifi kabûl etmeyince kazanın içine atılmasını emretti. Müslüman esir, kazana atıldı. Abdullâh radıyallâhu anh-, ona bakıyordu. Etleri bir anda kemiklerinden soyulup dökülüverdi.
Kral, Abdullâh -radıyallâhu anh-’a tekrar hristiyan olmasını teklif etti. Kabûl etmeyince, onun da kazana atılmasını emretti. Hazret-i Abdullâh kazana atılacağı esnâda ağlamaya başladı. Kral, fikir değiştirdiğini zannederek Abdullâh -radıyallâhu anh-’ı yanına getirtti ve tekrar hristiyan olmasını teklif etti. Şiddetle reddettiğini görünce hayret ederek: “–Öyleyse niçin ağladın?” diye sordu. Hazret-i Abdullâh, şu muhteşem cevâbı verdi: “–Zannetme ki senin bana yapmak istediğinden korkarak ağladım! Ben, Allâh yolunda verebileceğim bir tek canım olduğu için ağladım. Kendi kendime; «Sen şimdi bir tek can taşıyorsun, şu kazana atılacak, Allâh yolunda bir anda ölüp gideceksin. Hâlbuki vücûdumdaki kıllar adedince canım olmasını ve her biri için bunların Allâh yolunda bana tekrar tekrar yapılmasını ne kadar arzu ederdim.» dedim.” Hazret-i Abdullâh’ın îman celâdet ve asâletiyle sergilediği bu müthiş tavır, kralın çok hoşuna gitti ve onu serbest bırakmak istedi. “–Başımı öp de seni serbest bırakayım.” dedi. Abdullâh -radıyallâhu anh-, bir mahzuru bulunmayan bu teklife, yine bir teklifle karşılık verdi: “–Benimle birlikte bütün müslüman esirleri de serbest bırakır mısın?” Kral: “–Evet bırakırım.” deyince de: “–İşte şimdi olur.” dedi. Hazret-i Abdullâh -radıyallâhu anh- der ki: “Kendi kendime; «Hem canımı hem de müslüman esirlerin canını kurtarmak için Allâh düşmanlarından bir düşmanın başını öpmemde ne mahzur olacak ki? Öp gitsin!» dedim.” O gün seksen müslüman serbest bırakıldı. Hazret-i Ömer’in yanına geldiklerinde durumu ona anlattılar. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “–Abdullâh bin Huzâfe’nin başını öpmek, her müslümana düşen bir vazîfedir! Bunu yerine getirmeye ilk önce ben başlıyorum.” dedi. Kalkıp onun yanına gitti ve başını öptü.14
Firâset sâhibi kâmil mü’minler, îmânın kazandırdığı engin görüş ufku sâyesinde hâdiseleri âhiret penceresinden seyrederler. Bu vesîleyle de her dâim bir artı-eksi, yâni fayda ve zarar hesâbı içinde olurlar. Bu yüzden onların îmân aşkı karşısında, dünyevî ezâ ve cefâların, gelip geçici çile ve ıztırapların, sözü edilecek kadar bile değeri yoktur.
Îmânı aşkla yaşayan kahramanlardan biri de Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh-’tır. Bu mübârek sahâbînin türbesi Çin’dedir.15 Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellemonu, Çin’de tebliğ hizmetinde bulunmak üzere vazîfelendirmişti. Hâlbuki o zamanın şartlarında Çin, Medîne-i Münevvere’den bir senelik mesâfede idi. Bu sahâbî oraya kadar gidip uzun bir müddet tebliğde bulunduktan sonra gönlünü kavuran Rasûlullâh hasretini bir nebze olsun dindirebilmek ümîdiyle Medîne yollarına düştü. Bir yıl süren çileli bir yolculuğun ardından nurlu Medîne’ye vâsıl oldu. Fakat ne yazık ki Hazret-i Peygamber vefât etmiş olduğu için O’nu göremedi. Hasreti bir kat daha artmış olarak, Allâh Rasûlü’nün kendisine emrettiği hizmetin kudsiyetinin idrâki içinde tekrar Çin’e döndü ve bu hizmetteyken rûhunu teslîm etti. Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh-, böylece Allâh Rasûlü’nün Çin’deki ilk temsilcisi olma şerefine nâil oldu. Fânî cesedi Çin’de, rûh-i câvidânîsi ise Medîne-i Münevvere’nin rûhâniyet-i Rasûlullâh ile dolu münevver iklîminde kaldı. Sultan II. Bâyezîd ile kardeşi Cem Sultan arasında cereyân eden şu hâdiseler de, ecdâdımızdaki îman celâdeti ile İslâm’ın bahşettiği güzellik ve fazîleti açık bir şekilde aksettirmektedir: Bâyezîd-i Velî, 1481 yılında pâdişâh olduktan sonra, saltanatının ilk 14 yılını, kardeşi Cem Sultan’ın Osmanlı tahtında hak iddiâ etmesi neticesinde ortaya çıkan problemlerle uğraşarak geçirdi. Bu durum da II. Bâyezîd’in, Hristiyanlık âlemine karşı belli ölçüde âtıl kalmasını îcâb ettirdi. Cem Sultan, Bâyezîd Han’a: “–Ülkemizi ikiye bölelim, yarısında sen hükümdar ol, yarısında ben olayım!” diye teklif etti. Bâyezîd-i Velî ise: “–Kardeşim, vatan ümmetin malıdır. Şâyet onu bölersek devlet gücünü kaybeder. Neticede güçsüz beylikler hâline geliriz. Bu büyük bir vebâl olur. Vücûdum ikiye bölünür, fakat ümmetin toprağı bölünmez!” diyerek bu teklifi reddetti. Bu arada Cem Sultan, Rodos şövalyelerinin nâzik bir dille yaptıkları dâvet üzerine Rodos’a gitme gafletinde bulundu. Şövalyeler verdikleri sözleri çiğneyerek onu bir esir gibi Papalığa sattılar. Papalık, Osmanlı üzerine yapılacak bir haçlı seferinde Şehzâde Cem’i kullanmayı plânlıyordu. Fakat bunu başaramayağını anlayan Papa İnnocent, ona hristiyan olmasını teklif etti. Bu teklif, Cem Sultan’a çok ağır geldi. Son derece mahzûn oldu. Papa’ya: “–Değil Osmanlı saltanatını, bütün dünyâyı verseniz, yine de dînimi değiştirmem!..” dedi. Haçlılar tarafından İslâm aleyhine kullanılmak istendiğini anladığı zaman Cem Sultan’ın Cenâb-ı Hakk’a yaptığı şu niyaz, onun gayret-i dîniyyesini göstermeye kâfîdir: “Yâ Rabbi! Kâfirler eğer İslâm âlemine zarar vermek için beni âlet etmek istiyorlarsa, bu kulunu daha fazla yaşatma! Rûhumu bir an önce dergâh-ı izzetine al!..” Onun bu duâsı müstecâb oldu ki, otuz altı yaşında Napoli’de vefât etti. Fânî dünyâya vedâ ettiği son demlerinde yanındakilere şu vasıyeti yaptı:
“Benim ölüm haberimi mutlak bir sûrette her tarafa duyurun! Bunu mutlakâ yapın ki, kâfirlerin benim vesîlemle müslümanlar üzerinde oynamak istedikleri oyunlar nihâyet bulsun! Bundan sonra ağabeyim Sultan Bâyezîd’e varın. Ricâ eyleyin ki, ne kadar zor olursa olsun benim cesedimi vatana aldırsın. Kâfir bir memlekette gömülmeyi istemiyorum. Şimdiye kadar ne oldu ise oldu. Sakın bu ricâmı reddetmesin! Lutfedip bütün borçlarımı ödesin. Borçlu olarak huzûr-i ilâhî’ye gitmek istemiyorum. Âilemi, çocuklarımı ve bana hizmet edenleri affetsin. Hâllerine göre memnûn etsin..” Ağabeyi Bâyezîd Han da onun bu vasiyetlerini yerine getirdi. İşte İslâm’ın insana lutfettiği kıvam! Bu iki kardeşin karşılıklı muâmeleleri; îmâna aşk ile bağlılık, vatan muhabbeti, ümmetin selâmeti uğrunda her şeyini fedâ edebilme, müsâmaha, hatâsını anlama netîcesinde yaşanan vicdan muhâsebesi, kul hakkından sakınma, af ve merhamet gibi nice fazîletler sergilemektedir. Osmanlı donanma târihinde büyük bir yeri olan İlyas, Oruç ve Hızır kardeşler, Akdeniz’de cihâd bayrağını açmadan evvel deniz ticâreti ile meşgul idiler. Ancak bu iş, Akdeniz’de pek büyük bir tehlike arz ediyordu. Nitekim Oruç Reis, bir gün Rodos korsanları tarafından esir edildi. Kardeşi Hızır Reis: Olacak olsa gerek, çâr u nâçâr, Gerek kalbin gen tut gerek dar! deyip buna çâreler aramaya başladı. Ağabeyinin kurtuluşu için büyük fidyeler gönderdiyse de sözlerinde durmayan yalancı korsanların hîleleri yüzünden ağabeyinin esâreti uzun sürdü. Kâfirler bununla da kalmayıp Oruç Reis’e bir papaz göndererek ona hristiyan olmasını teklif etme cür’etini gösterdiler. Ancak Oruç Reis’in: “–Ey gâfiller! Ben hak bir dîni bırakıp da nasıl bâtıl bir dîne mensup olurum?” şeklindeki cevâbı, âdeta suratlarına inen acı bir şamar oldu. Buna sinirlenen korsanlar: “–O hâlde Muhammed’in gelsin de seni kurtarsın bakalım!” diyerek onu forsalık yapması için bir sandala zincirlediler. Oruç Reis, Allâh’a sığınarak: “–Siz görün hele benim Rabbim bana nasıl yardım eyleyecek!” dedi ve Allâh’a ilticâ etti. Bir müddet sonra kâfirlerin de gözlerine görünen beyaz kaftanlı yeşil sarıklı kimselerin yardımlarıyla el ve ayaklarındaki bağları çözüp kendisini engin deryâya bıraktı ve esâretten kurtuldu. Böylece îman celâdetiyle, teslîmiyet ve tevekkülünün bereketine nâil oldu.
İşte bu hâdiseden sonra Oruç Reis, kardeşi Hızır Reis’le beraber Akdeniz korsanlarına karşı amansız bir mücâdele başlattı. Kısa zaman içerisinde de nice deniz kurdu olmuş leventler onların yanında toplandı ve hep birlikte: “Gazâ vaktidir; Bismillâh vira!” deyip deryâlara açıldılar. Îmânı aşkla yaşamanın Çanakkale cephesindeki tezâhürleri de pek muhteşemdir. Çanakkale muhârebelerinde kumandanlık yapmış ve yaralanmış emekli bir subay, hâtırâtında şöyle anlatıyor: “Çanakkale Harbi’nin devâm ettiği günlerden birindeydik. O gün akşama kadar devâm eden savaş, düşmanın maddî bakımdan nisbetsiz üstünlüğüne rağmen yine zaferimiz ile netîcelenmek üzereydi. Gözetleme yerinde muhârebenin son safhasını heyecanla takip ediyordum. Mehmetçiklerin “Allâh Allâh…” nidâları âfâkı titretiyor ve bu müthiş haykırışlar, korkunç bir medeniyetin bütün heybetini temsil eden top seslerini bile bastırıyordu. Bir aralık yanımda bir ayak sesi duyar gibi oldum. Geriye dönünce Ali Çavuş ile karşılaştım. Sapsarı olmuş yüzünde müthiş bir ıztırap okunuyordu. Daha neyin var demeye kalmadan, o herşeyi anlatmaya yetecek olan kolunu bana gösterdi. Dehşetle ürpermiştim. Sol kolu bileğinin dört parmak kadar yukarısından aldığı bir isâbetle neredeyse tamamen kopacak hâle gelmişti ve elini yere düşmekten ancak zayıf bir deri parçası alıkoymakta idi. Ali Çavuş dişlerini sıkarak ıztırâbını yenmeye çalışıyordu. Sağ elindeki çakıyı bana uzattı: «–Şunu kesiver kumandanım!» dedi. Bu üç kelimelik cümle, öyle müthiş bir istek, öyle bir mecbûriyet ifâde ediyordu ki, gayr-i ihtiyârî çakıyı aldım ve derinin ucunda sallanan eli koldan ayırdım. Bu tüyler ürpertici vazîfeyi yaparken de: «–Üzülme Ali Çavuş, Allâh vücûduna sağlık versin!» diye moral vermeye çalışıyordum. Çok geçmeden Ali Çavuş, vatan uğruna yalnız elini değil, mübârek vücûdunu da fedâ etti. Gözlerini hayâta yumarken de: «–Vatan sağ olsun! Allâh îmandan ayırmasın!.. Canım vatana fedâ olsun!..» cümlelerini tekrarlayarak son nefesini vermiş, etrafı küçük bir kan gölü hâline gelmişti.” İşte Çanakkale’de sînesi îmanla dolu Mehmetçik, vatan müdâfaasını îman muktezâsı bir borç biliyor ve bu borcu canıyla ödemekten çekinmiyordu. Bu yüzden de silâhları gibi dinlerine, îmanları gibi de silâhlarına sarılıyorlardı… Çanakkale Harbi’nde, Rumeli Mecidiye Tabyası, korkunç bir düşman saldırısı neticesinde neredeyse tamâmen imhâ edilmişti. Cephâneliğin büyük kısmı havaya uçmuş, on altı topçumuz şehîd olmuştu. Koca tabyadan geriye kalan; bir yüzbaşı, iki nefer ve bir de vinci kırılmış, ağzına mermi alamayan bir top idi.
Yüzbaşı, etraftaki birliklere durumu haber vermek için uzaklaşmıştı ki, erlerden Koca Seyyid, denizin üzerinde ateş ve ölüm püskürerek ilerleyen düşman gemilerine bakarak derin derin içini çekti. Gözleri doldu. Mahzun yüreği, düşman karşısında âciz kalmanın ıztırâbı içinde çırpınırken ellerini yüce Mevlâ’ya kaldırdı ve: “Yâ Rab! Ey kudret sâhibi Allâh’ım! Bana şu an öyle bir kuvvet ver ki, hiçbir kulun benden daha güçlü olmasın!” diyerek Rabbine sığındı, O’ndan yardım istedi. Koca Seyyid, dünyâ âleminden sıyrılmıştı âdeta… Artık sâdece Rabbinin huzûrunda gibiydi. Gözlerinden akan yaşlar yanaklarından aşağı süzülüyordu. Vird hâlinde bir müddet: “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” dedi. Sonra birden «Yâ Allâh!» diye haykırdı ve arkadaşının hayret ve şaşkınlık dolu bakışları arasında 215 okkalık (yaklaşık 276 kiloluk) mermiyi kavrayıp kaldırdı. Demir basamakları üç kez inip çıktı. Göğüs ve omuz kemiklerinin çatırtıları duyuluyordu. Koca Seyyid, bir taraftan sel gibi ter dökerken diğer taraftan da çatlamış dudaklarıyla: “Allâh’ım! Benden kuvvetini esirgeme!” duâsına devâm ediyordu. Nihâyet topun ağzına sürdüğü meşhur üçüncü mermiyle savaşın kaderi değişti. İngilizler’in “Oşın” (Ocean) isimli zırhlı gemisi vurulmuş ve denizin üzeri cehennemî bir aleve bürünmüştü. Hâdiseyi öğrenip Cenâb-ı Hakk’a şükreden Cevat Paşa, Koca Seyyid’i tebrîk ederken ondan aynı ağırlıkta bir başka mermiyi tekrar kaldırmasını istedi. Koca Seyyid ise, şu cevâbı verdi: “–Paşam! Ben bu mermiyi kaldırırken gönlüm Allâh’ın feyziyle dopdolu ve te’yîd-i ilâhîye mazhar idi. Kendimde bir başkalık hissetmekteydim. Cenâb-ı Hakk’a yaptığım duâların mukâbilinde O’nun nusret ve inâyeti tecellî etmişti. Bu, o âna mahsustur. Şimdi kaldıramam kumandanım; mâzur görün!..” Seyyid’in bu sözleri üzerine Cevat Paşa: “–Evlâdım! Büyük bir iş başardın. Bir mükâfât iste benden?” dedi. Allâh’a kulluktan başka her şeyi gönlünden silmiş olan fedâkâr yiğit, rûhundaki ikinci kahramanlığı da şu sözleriyle sergiledi: “–Kumandanım! Hiçbir talebim yoktur; lâkin ben pehlivan yapılı olduğumdan günde bir somun yetmiyor. Düşman karşısında daha güçlü olmam için emretseniz de bana iki somun verseler!..” Bu isteğe tebessüm eden Cevat Paşa, onu onbaşılıkla mükâfatlandırdı. Akşam olup herkese bir, Seyyid Onbaşı’ya ise iki somun verildiğinde, büyük îman kahramanının gönlü buna râzı olmadı. Yiyecek kıtlığının hüküm sürdüğü bir zamanda
arkadaşlarından farklı olmak istemedi. Kendisine verilen somunların birini iâde etti ve bir daha da almadı. Ne kadar saf ve berrak bir gönül… Şüphesiz ki Koca Seyyid’in bu hâli, îman celâdetiyle, ihlâs ve samîmiyetin müşahhas bir ifâdesinden ibârettir. Hâsılı, îman; kuru bir iddiâ değildir. Îman, mü’min kalbinin seviyesinin ve kemâlinin şâhididir. Alâmeti de fedâkârlıktır. Îman, bir ebediyet sermâyesi olduğundan, muhâfaza edilip kuvvetlendirilmesi uğruna, târih boyunca nice canlar fedâ edilmiş, dayanılmaz işkence ve meşakkatlere katlanılmış, Allâh için, misli görülmemiş fazîlet ve kahramanlıklar sergilenmiştir. Günümüzde de her şeyden çok îmânı bu aşk ve şevk ile yaşama heyecânına ihtiyaç vardır. Bize lutfedilen îman nîmetine bir şükür borcumuz olarak, bütün insanlığın Dâru’s-Selâm’a girebilmesi için seferber olmamız îcâb etmektedir. Îmânı aşk ile yaşayan bir mü’min, toplumun vaziyetinden kendisini mes’ûl hisseder. Bu fânî dünyâ hayâtında îmânımızın kemâli için ne kadar fedâkârlıkta bulunabilirsek, yarın âhirette ilâhî vuslata o nisbette nâil olacağız inşâallâh! Cenâb-ı Hak, cümlemizi îman neşvesinin kemâline eren ve ömrünü bu uğurda sarf edebilen kullarından eylesin!..
2. İhlâs Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Ameller, niyetlere göredir…” buyurmuştur. (Buhârî, Îmân, 41; Müslim, İmâre, 155) Bu itibarla başta ibâdetler olmak üzere bütün hayırlı amellerin, Allâh rızâsı için yapılması esastır. Bu da, ancak ihlâs ile tahakkuk edebilir. Diğer bir ifâdeyle, yapılan amelleri ancak ihlâs ile ulvî bir gâyeye bağlayarak ibâdet vasıf ve derecesine yükseltmek mümkündür. Dolayısıyla Allâh katında amellerin makbûliyetinin asıl şartı, ihlâstır. İhlâs, amelleri sırf rızâ-yı ilâhîyi kasdederek îfâ etmek ve onlar üzerine nefsânî gâyelerin gölgesini düşürmemektir. Beden için ruh ne ise, amel için ihlâs da o mesâbededir. İhlâssız amel, özden mahrum kuru bir yorgunluktan ibârettir. İhlâs, Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşabilme gâyesiyle her türlü dünyâ menfaatlerinden kalbi koruyabilmektir. İhlâs, amellerin, başta riyâ ve ucub olmak üzere her türlü mânevî kirden arınmasıdır. Zîrâ bunlar, ihlâsı bulandıran ve onu yok eden kalbî hastalıklardır. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsından gayri bütün emelleri gönülden söküp atmak, müslümanın îfâsına mecbûr olduğu büyük bir vazîfedir.
Lâkin şuna dikkat etmek lâzımdır ki, ihlâs sâhibi kimseler her an nefsâniyetin galebesi neticesinde bu güzel hâllerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Zirvede durmak nasıl zor ise, ihlâsı muhâfaza edebilmek de o derece güçtür. Nitekim bu hususta Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri’nin şu sözü pek meşhurdur: “Bütün insanlar ölüdür, âlimler bundan müstesnâdır. Bütün âlimler uykudadır, ilmiyle âmil olanlar bunun dışındadır. İlmiyle amel edenlerin de aldanma ihtimâli vardır, ancak ihlâslılar müstesnâdır. İhlâslılar da (dünyâda her an) büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar…”16 Bütün zorluğuna rağmen ihlâsı muhâfaza edebilen kullar ise pek çok ilâhî lutuflara mazhar olurlar. Ezcümle: İhlâs, kulları en büyük hayır olan ilâhî rızâya nâil eyler. Çünkü Allâh’ın, insanların amellerinden murâdı, ancak kendi rızâsının hedeflenmiş olması, yâni ihlâstır. Âyet-i kerîmelerde buyrulur: “(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz ki Kitâb’ı Sana hak olarak indirdik. O hâlde Sen de dîni Allâh’a has kılarak ihlâs ile kulluk et!” (ez-Zümer, 2) “De ki: Ben, dîni Allâh’a has kılarak ihlâslı bir şekilde O’na kulluk etmekle emrolundum.” (ezZümer, 11) İhlâs, mü’mini, en büyük düşmanı olan şeytanın tasallutundan kurtarır. Zîrâ o, ancak ve ancak ihlâsta zaaf gösterenlere musallat olabilmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “(Şeytan) dedi ki: Ey Rabbim! And olsun ki, beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlakâ azdıracağım. Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ!” (el-Hicr, 39-40) İhlâs sâhibi olanlar, cehennem azâbından âzâd olurlar. Cenâb-ı Hakk’ın: “(Azaptan) ancak Allâh’ın hâlis kulları istisnâ edilecektir.” (es-Sâffât, 40) buyruğu bu hakîkati müjdelemektedir. İhlâsla yapılan amel, az da olsa, sâhibinin kurtuluşuna kâfîdir. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Dîninde ihlâslı ol! Böyle yaparsan az amel bile sana kâfî gelir.” buyurmuştur. (Hâkim, IV, 341) İhlâs, ilâhî nusreti celbeder. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-: “Allâh bu ümmete, zayıfların duâsı, namazları ve ihlâsları sebebiyle yardım eder.” buyurmuştur. (Nesâî, Cihâd, 43) İhlâsın gâlip geleceğinden şüphe etmemek lâzımdır. Zîrâ ihlâslı gayretler korunur ve hiçbir zaman zâyî olmaz. Târih boyunca ihlâslı ve sabırlı fertlerden oluşan nice az sayıdaki ordular,
sayı ve techizat bakımından kendilerinden katbekat fazla olan ordulara Allâh’ın izniyle gâlip gelmişlerdir. Bu durum da gösteriyor ki ihlâs, zaferlerin temelidir. Fazîlet Tabloları Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayâtı ihlâsın zirvesini teşkil eden misallerle doludur. Nitekim tebliğin ilk döneminde vukû bulan şu hâdise, bu hakîkati ne güzel ifâde etmektedir: Müşrikler, amcası Ebû Tâlib vâsıtasıyla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e haber göndererek dâvâsından vazgeçmesini istemişlerdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cevap olarak amcasına şöyle buyurdu: “–Amca! Vallâhi, Allâh’ın dînini tebliğden vazgeçmem için, güneşi sağ elime, ayı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem! Ya yüce Allâh, onu bütün cihâna yayar, vazîfem biter; ya da bu yolda ölür giderim!”17 İslâm nûrunun doğuşundan rahatsız olan müşrikler, Ebû Tâlib vâsıtasıyla yaptıkları teşebbüslerin netîcesiz kalması karşısında, bu defâ Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellemEfendimiz’e geldiler ve şu tekliflerde bulunmaya cür’et ettiler: “–Zengin olmak istiyorsan, sana istediğin kadar mal verelim; öyle ki kabîleler arasında senden zengin kimse bulunmasın! Reislik arzusundaysan, seni kendimize baş yapalım; Mekke’nin hâkimi ol! Şâyet asîl bir kadınla evlenmek fikrinde isen, sana Kureyş’in en güzel kadınlarından hangisini istersen verelim! Ne istersen yapmaya hazırız. Yeter ki, gel bu dâvâdan vazgeç!” Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de o gâfillere, yaptıkları ve yapacakları bütün süflî ve nefsânî taleplerin hepsine birden cevap mâhiyetinde şöyle buyurdu: “–Ben sizden hiçbir şey istemiyorum. Ne mal, ne mülk, ne saltanat, ne reislik, ne de kadın! Benim tek istediğim, tapmakta olduğunuz âciz putlardan vazgeçerek yalnız Allâh’a kulluk etmenizdir!”18 Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, hayâtını Allâh’ın dînini tebliğ gayretiyle yaşamış ve bunun için insanlardan müstağnî kalarak şahsı için hiçbir şey talep etmemiştir. Efendimiz ve diğer bütün peygamberler: “Yaptığım bu dâvete karşılık ben sizden herhangi bir ücret talep etmiyorum. Benim mükâfâtımı ancak âlemlerin Rabbi olan Allâh verecektir.”19 sözünü tekrarlamışlardır. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın şu hâli, ne muhteşem bir ihlâs tezâhürüdür: Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Mûsâ, Medyen suyuna varınca, orada (hayvanlarını) sulayan birçok insan buldu. Onların gerisinde de iki kadın gördü, (hayvanlarını sudan) men ediyorlardı. Onlara: «–Sizin bu hâliniz nedir?» dedi. Şöyle cevap verdiler: «–Çobanlar sulayıp çekilmeden biz (onların içine girip hayvanlarımızı) sulayamayız; babamız da çok yaşlıdır.»” (el-Kasas, 23) Bunlar, Hazret-i Şuayb -aleyhisselâm-’ın kızları Safura ile Süfeyrâ idi. Mûsâ -aleyhisselâm-, sekiz gündür aç olmasına rağmen, çok güç de olsa kuyudan su çekti ve onların hayvanlarını sulayıverdi. Hanımlar teşekkür edip oradan ayrıldılar.
Daha sonra Şuayb -aleyhisselâm-, Hazret-i Mûsâ’yı evine dâvet ederek yemek ikrâm etti. Hazret-i Mûsâ, günlerdir aç olmasına rağmen yemekte tereddütlüydü. Şuayb -aleyhisselâmsebebini sordu. Mûsâ -aleyhisselâm- şu muhteşem cevâbı verdi: “–Biz öyle bir âileyiz ki, bütün dünyâyı verseler, bir âhiret ameli ile değişmeyiz! Ben size bu yemek için değil, rızâ-yı ilâhî için yardım etmiştim.” Şuayb -aleyhisselâm- bu cevâba çok memnûn oldu ve: “–Bu ikrâmımız, yaptığın yardım için değil, misâfirimiz olduğun içindir; haydi ye!” buyurdu. Bunun üzerine, çok yorgun ve aç olan Mûsâ -aleyhisselâm-, yemeği kabûl etti. Bu misâl de gösteriyor ki, Allâh için yapılan hayırların ecrini zâyî etmemek için, niyetteki ihlâsı hiçbir dünyevî karşılık beklentisiyle zedelememek gerekmektedir. Tebük Seferi’nde yaşanan bir ihlâs misâlini Vâsile bin Eskâ -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor: Tebük Seferi’ne çıkılacağı günlerde (sefere iştirâk edebilmek için ne bir maddî gücüm ne de bir bineğim vardı. Bu mübârek seferden mahrum kalmamak için) Medîne’de şöyle nidâ ettim: “–Ganimet hissemi vermem karşılığında kim beni bineğine bindirir?!” Ensâr’dan yaşlı bir zât, münâvebe ile (sırayla) binmek üzere beni savaşa götürebileceğini söyledi. Ben hemen; “Anlaştık!” deyince: “–Öyleyse Allâh’ın bereketi üzere yürü!” dedi. Böylece hayırlı bir arkadaşla yola çıktım. Allâh ganimet de nasîb etti; hisseme bir miktar deve isâbet etti. Bunları sürüp (o yaşlı Ensârî’ye) getirdim. O ise bana: “–Develerini al götür.” dedi. “–Başta yaptığımız anlaşmaya göre bunlar senin.” dediysem de Ensârî:
“–Ey kardeşim! Ganimetini al, ben senin bu maddî payını istememiştim. (Ben sevâbına, yâni mânevî kazancına iştirâk etmeyi düşünmüştüm).” karşılığını verdi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 113/2676) Bütün imkânlarını Allâh rızâsını kazanmak için cömertçe seferber eden ashâb-ı kirâm, hem Allâh yolunda gazâya çıkarken hem de bir mü’min kardeşine yardım ederken ihlâs sırrına son derece riâyet etmiş, Allâh için yaptıkları hayırlara fânî menfaatlerin en ufak bir gölgesinin dahî düşmemesi için âzamî bir titizlik göstermişlerdir. Âişe -radıyallâhu anhâ- bir yoksula yardım ettiği zaman, yoksulun hayır duâsına karşılık aynı duâ ile mukâbelede bulunurdu. Kendisine: “–Hem mal veriyorsun hem de duâ ediyorsun, bu nasıl oluyor?” diye sorulduğunda şu cevâbı vermiştir: “–Onun yaptığı duânın, benim sadakamın karşılığı olmasından korkuyorum. Bana yaptığı duânın aynısını ona yapıyorum ki, sadakam hâlis olsun, böylece infâkımın mükâfâtını sâdece Allâh’tan beklemiş olayım.”20 Ne muhteşem bir ihlâs numûnesi!.. Hakîkaten de o mübârek insanlar, ihlâslarını muhâfaza edebilmek için kılı kırk yararcasına bir hassâsiyet göstermişlerdir.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın ihlâstaki derinlik ve hassâsiyetini sergileyen şu hâdise ne muhteşemdir: Bir gazâda Hazret-i Ali, bir düşman neferini altına almış, onu öldürmek üzereydi. Bu esnâda adam, iğrenç bir davranışa meylederek ansızın Hazret-i Ali’nin nurlu ve mübârek yüzüne tükürdü. Ehl-i Beyt’in bahâdır bir ferdi ve “Allâh’ın Arslanı” olan Hazret-i Ali için savaş meydanında alt ettiği o kâfirin kafasını bir hamlede uçuruvermek, işten bile değildi. Fakat o, sırf Allâh için olan gazâ niyetine, o anda nefsinin müdâhalesinden endişe ederek birdenbire durdu ve elindeki Peygamber armağanı olan Zülfikâr isimli kılıcını yavaşça yere indirip düşmanını öldürmekten vazgeçti. Yerde perişan vaziyette ölümü bekleyen adam, bu hâle pek şaşırdı. Zîrâ o, tükürmek sûretiyle yaptığı çirkin hareket neticesinde, Hazret-i Ali’nin, öncekinden daha şiddetli bir mukâbele göstererek daha büyük bir hiddet ve öfkeyle kendisini öldüreceğini düşünmüştü. Fakat düşündüğü gibi olmadı; hayâl edemeyeceği bir hakîkatle karşılaştı. İslâm ve gönül kahramanı olan Hazret-i Ali’nin bu davranışına akıl erdiremeyen o düşman, hayret ve merakla sordu: “–Yâ Ali! Beni tam öldürecekken niye durdun? Beni öldürmekten niçin vazgeçtin? Ne oldu ki şiddetli bir hiddetten târifsiz bir sükûna geçtin!.. Bir şimşek gibi çakmakta iken bir anda fırtınasız, sâkin bir hava gibi duruluverdin…”
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle dedi: “–Ben Hazret-i Peygamber’in bana armağan ettiği bu Zülfikâr’ı, ancak Allâh yolunda kullanırım. Allâh düşmanlarının başını yine O’nun rızâsı için vururum. Buna da aslâ nefsimi karıştırmam… Sen yüzüme tükürmekle beni kızdırmak ve hakâret etmek istedin. Ben o an hiddete kapılsaydım, seni, nefsime tâbî olmak gibi, bir mü’mine aslâ yakışmayan âdî bir sebeple öldürecektim. Hâlbuki ben, gurûrumu tatmin için değil, Allâh için gazâ ederim.” Neticede o düşmanın gönlü, öldürmeye geldiği bir insanın ulvî ahlâk-ı hamîdesi karşısında âdeta yeniden hayat buldu. Hazret-i Ali’nin îmânı, nefse mukâvemeti ve ihlâsından hisse alarak îmân ile şereflendi. Bağdat’ta bakırcılar çarşısında büyük bir yangın çıkmıştı. İki çocuk, yanmakta olan dükkânların birinde mahsur kalmıştı. Çocuklar “İmdât!” diye feryâd etmelerine rağmen, alevler çok şiddetli olduğundan hiç kimse kurtarmaya cesâret edemiyordu. Çocukların ustası ise dışarıda çâresizlik içinde: “–Kim çocukları kurtarırsa ona bin altın vereceğim!” diye nidâ ediyordu.
O sırada oradan geçmekte olan Ebu’l-Hüseyin Nûrî Hazretleri, bu hâdiseyi görünce hemen büyük bir şefkat ve merhametle ateşin içine daldı. Ateş, sanki ona gülistân oluverdi. Hazret-i Pîr, herkesin hayret dolu bakışları arasında, çocukları alevlerin ortasından Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle sağ-sâlim kurtardı. Çocukların ustası, büyük bir sevinç içinde Ebu’l-Hüseyin Nûrî Hazretleri’ne altınları takdîm etti. Hazret-i Pîr ise birden kaşlarını çattı ve şöyle dedi: “–Sen altınlarını al ve Allâh Teâlâ’ya şükret! Şâyet ben şu yaptığımı Allâh için değil de, maddî bir karşılık ümîdiyle yapmış olsaydım, çocukları o alevlerin içinden aslâ çıkaramazdım!” Bu misalde de görüldüğü gibi, ihlâs bereketiyle nice ateşler gülistân oluverir. Lâkin ateşe girebilmek, ancak Allâh’a Halîl olan Hazret-i İbrâhim’in hâli ile hâllenmekle, yâni “İbrâhimlik”le mümkündür. Çünkü İbrâhim -aleyhisselâm-’ın ateşten çekinmeyişi, kendisindeki Allâh aşkı ve muhabbetiyle teslîmiyetine mukâbil Cenâb-ı Hakk’ın bahşetmiş olduğu müstesnâ bir ikramdır. İhlâs, her işte tesirini gösterir. İnfâk edilen sadaka, hâlis niyetle verildiği takdirde, lâyık olmayan bir kimseye gitse bile onu veren, samîmiyeti mukâbilinde ecre nâil olur. İhlâsı nisbetinde, verdiği kimselerde de hayra doğru müsbet temâyüller meydana gelir. Bu hakîkate Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle işâret buyurur: “Vaktiyle bir adam: «–Ben mutlakâ bir sadaka vereceğim.» dedi.
Geceleyin evinden sadakasını alıp çıktı ve onu bilmeden bir hırsızın eline tutuşturdu. Ertesi gün belde halkı: «–(Hayret!) Bu gece bir hırsıza sadaka verilmiş!» diye konuşmaya başladı. Adam: «–Allâh’ım! Sana hamd olsun. Ben bugün de bir sadaka vereceğim.» dedi. Yine sadakasını alarak evinden çıktı ve onu (bu sefer de bilmeden) bir fâhişenin eline tutuşturdu. Ertesi gün halk: «–(Olur şey değil!) Bu gece bir fâhişeye sadaka verilmiş!» diye konuşmaya başladı. Adam: «–Allâh’ım! Bir fâhişeye (de olsa) sadaka verdiğim için Sana hamd olsun. Ben mutlakâ yine sadaka vereceğim.» dedi. (O gece, yine) sadakasını alıp evinden çıktı ve onu (bu defa da bilmeden) bir zenginin eline tutuşturdu. Ertesi gün halk: «–(Bu ne iştir!) Bu gece de bir zengine sadaka verilmiş!» diye (hayretle) söylenmeye başladı. Adam: «–Allâh’ım! Hırsıza, fâhişeye ve zengine (de olsa) sadaka verebildiğim için Sana hamd olsun.» dedi. (Bu ihlâsı sebebiyle) uykusunda o adama: «–Hırsıza verdiğin sadaka, belki onu yaptığı hırsızlıktan utandırıp vazgeçirecektir. Fâhişe, belki yaptığından pişman olup iffetli bir kadın olacaktır. Zengin de belki bundan ibret alıp Allâh’ın kendisine verdiği maldan muhtaçlara dağıtacaktır.» denildi.” (Buhârî, Zekât, 14)
İşte ihlâs ve samîmiyetin berekâtı… Hadîs-i şerîfte, kişinin sadaka verirken kalbinde taşıması gereken ihlâs ve samîmiyete işâret edilmektedir. Ayrıca niyetin amelden daha hayırlı olduğu da ifâde edilmektedir. Fakat buradan hareketle sadakayı rastgele dağıtmanın fazîletli bir iş olduğu da zannedilmemelidir. Bilâkis mü’min, sadaka ve zekâtını verirken, gerçekten muhtaç olanı, imkânı dâhilinde araştırmalı ve onu en lâyık olan kimselere vermelidir. Yukarıdaki hadîs-i şerîfin bir tezâhürü olan şu hâdise ne kadar ibretlidir: Sâmi Efendi Hazretleri’nin bir Anadolu seyahatleri esnâsında Ürgüp’te bir kişi otomobillerini çevirerek kendisinden sigara parası ister. Bir sehâvet güneşi olan Sâmi Efendi Hazretleri, bâzı yol arkadaşlarının kalbî muhâlefetine rağmen: “–Mâdemki istiyor, vermek lâzım.” diyerek, etrafındakilerin şaşkın bakışları arasında adamın istediği parayı hiç düşünmeden verir. Buna memnun olan fakir de niyetini değiştirip:
“–Şimdi gidip bununla ekmek alacağım.” diyerek sevinçle oradan ayrılır. Bu, infâk edilen malın helâliyeti ve niyetin temizliği mukâbilinde meydana gelen hayır tecellîsine dâir âşikâr bir misaldir. İslâm târihinin ilk yıllarında Medîne-i Münevvere’de bâzı fakirlerin kapılarına meçhûl bir kimse her sabah bir çuval erzak bırakmaktaydı. Bir sabah o fakirler uyandıklarında baktılar ki, kapılarına erzak konmamış. Sebebini merak ederlerken, o esnâda içli bir salâ sesi duyuldu ve Medîne-i Münevvere, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın torunu Zeynelâbidîn Hazretleri’nin vefâtı haberiyle çalkalandı. Herkes derin bir mâteme büründü. Bu Peygamber evlâdına karşı son vazîfeler îtinâ ile yapılmaya başlandı. Sıra mübârek nâşının yıkanmasına geldiğinde, bu şerefli vazîfeyi yapacak olan zât, mevtânın sırtında içi su toplamış büyükçe yaralar görünce şaşırdı. Sebebini anlayamadı. Yakınlarına sorduğunda ise, Ehl-i Beyt’ten orada bulunup bu sırra âşinâ olan bir kimse, şunları söyledi: “–Zeynelâbidîn Hazretleri her sabah hazırladığı erzak çuvallarını sırtında taşıyarak erkenden fakirlerin kapısına götürür ve kimseye görünmeden geri dönerdi. Halk da bu çuvalları kimin bıraktığını bilmezdi. Sırtında gördüğünüz yaralar, işte o çuvalları taşımaktan ötürü oluşmuş yaralardır.” (Bkz. İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 112, 122; Ebû Nuaym, Hilye, III, 136) İşte, Hakk’a râm olmuş, merhamet dolu bir mü’min yüreğindeki ihlâs tecellîsi ve hayırlarının ecrini, beşerin iltifatlarıyla zedelememek için ömür boyu riâyet edilen bir hassâsiyet… Gönlü Rabbi ile beraber olan Sultan Alparslan’ın şu hâli, ihlâsa ne güzel bir misaldir: Alparslan, 1071’de Malazgirt Meydan Muharebesi’ne girmeden evvel bembeyaz elbiseler giydi ve; “Bu benim kefenimdir!” dedi. Yâni kendini cihan şöhretine değil, hâlis bir îman vecdiyle şehîdliğe hazırladı. Askerine, harbe girmeden önce şu veciz hitâbede bulundu: “Ya muzaffer olur gâyeme ulaşırım; ya da şehîd olarak cennete giderim. Sizlerden beni tâkip etmeyi tercih edenler, tâkip etsin. Ayrılmayı tercîh edenler, gitsinler! Burada emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zîrâ bugün ben de sizlerden biriyim. Sizlerle birlikte savaşan bir gâzîyim. Beni tâkip edenler ve nefislerini yüce Allâh’a adayarak şehîd olanlar, cennete; sağ kalanlar gâzîliğe kavuşacaktır. Ayrılanları ise, âhirette ateş, dünyâda da rezillik beklemektedir.” Sultan Alparslan’ın bu ihlâsına mukâbil Cenâb-ı Hak ona, kendi ordusundan beş misli daha kalabalık bir orduya sâhip olan Romen Diyojen karşısında zafer nasîb etti. Daha önce de ifâde edildiği üzere, insanlar içinde ancak ihlâs sâhibi olanlar gerçek kurtuluşa ereceklerdir. Ancak ihlâs sâhipleri de dâimâ büyük ve tehlikeli bir imtihan üzeredirler. Nitekim büyük İslâm kumandanı Alparslan’ın hayâtına mâl olan suikast da böyle bir imtihan mâhiyetinde gerçekleşmiştir. Şöyle ki:
Sultan Alparslan, Malazgirt zaferinden sonra 1072 senesinde çok sayıda atlı ile Mâverâünnehir’e doğru sefere çıktı. Amuderya Nehri üzerinde bulunan Hana Kalesi’ni muhâsara etti. Kale komutanı, sapık bir fırka olan Bâtınîliğe mensup Yûsuf el-Harezmî idi. Kalenin fazla dayanamayacağını anlayınca teslîm olduğunu bildirdi. Bu hâin, Alparslan’ın huzûruna çıkarıldığında Sultan’a hücûm edip onu hançeriyle yaraladı. Yûsuf el-Harezmî’yi derhâl öldürdüler, fakat Sultan Alparslan da aldığı yaralardan kurtulamadı. 25 Ekim 1072 târihinde şehîden Rabbine kavuştu. Son sözleri şunlar oldu: “Her ne zaman düşman üzerine azmetsem, Allâh Teâlâ’ya sığınır, O’ndan yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda, askerimin çokluğundan, ordumun büyüklüğünden, sanki ayağımın altındaki dağ titriyor gibi geldi. Kalbimden, «Ben, dünyânın hükümdârıyım, bana kim gâlip gelebilir!» diye bir düşünce geçti. İşte bunun neticesi olarak Cenâb-ı Hak, âciz bir kulu ile beni cezâlandırdı. Kalbimden geçen bu düşünceden ve daha önce işlemiş olduğum hatâ ve kusurlarımdan dolayı Allâh Teâlâ’dan af diliyor, tevbe ediyorum. Lâ ilâhe illâllâh Muhammedü’r-Rasûlullâh!..” Şüphesiz bu hâl, temiz bir yüreğin samîmî bir vicdan muhâsebesidir. Hak dostlarından bir zâta: “–Efendim, ihlâs husûsunda sizi tesiri altında bırakan bir hâdise yaşadınız mı?” diye sordular. O da: “–Evet, yaşadım.” dedi ve şunları anlattı: “–Mekke-i Mükerreme’de para kesemi kaybetmiş, muhtaç durumda kalmıştım. Basra’dan para bekliyordum, fakat bir türlü gelmiyordu. Saçım sakalım epeyce uzamıştı. Bir berbere giderek: «–Param yok, Allâh rızâsı için saçlarımı düzeltebilir misin?» diye sordum. O esnâda berber, bir adamı tıraş ediyordu. Hemen yanındaki boş yeri gösterip; «Buraya otur.» dedi ve onu bırakarak beni tıraş etmeye başladı. O adam îtirâz etti. Berber: «–Kusura bakmayınız efendim, sizi ücret mukâbilinde tıraş ediyorum, lâkin bu şahıs, Allâh rızâsı için kendisini tıraş etmemi istedi. Allâh için olan işler dâimâ önceliklidir ve bir bedeli yoktur. Allâh için olan işin bedelini kullar aslâ bilemez ve ödeyemez!» dedi. Tıraştan sonra berber, cebime zorla birkaç altın sokuşturdu: «–Âcil ihtiyaçlarını karşılarsın, imkânım bu kadar, kusura bakma!» dedi. Aradan birkaç gün geçti, Basra’dan beklediğim para geldi. Berbere bir kese altın götürdüm: «–Aslâ alamam! Allâh için olan işin bedelini ödemeye kulların gücü yetmez. Varın gidin siz yolunuza devâm edin, Allâh selâmet versin!» dedi. Helâlleşip ayrıldım, lâkin tam kırk senedir geceleri kalkıp ona duâ ediyorum.”
İşte böyle hâlisâne, yâni sâdece Allâh için yapılan amel-i sâlihlerin ve hayırların karşılığını Cenâb-ı Hak, kendi şânına lâyık bir güzellikte lutfedecektir. Osmanlı toplumunda Ramazan günlerinde pek çok zengin, hiç tanımadıkları muhitlerde tebdîl-i kıyâfet üzere gezerler, bölgedeki bakkal, manav ve dükkânlara giderek onlardan veresiye defterini çıkarmalarını isterlerdi. Baştan, ortadan ve sondan rastgele bâzı sayfalarda yazılı borçları toplattırıp çıkan miktârı öder ve: “–Bu borçları silin! Allâh’ım kabûl eyle!” deyip, kendilerini tanıtmadan giderlerdi. Borcu ödenen, borcunu kimin ödediğini; borcu sildiren de kimi borçtan kurtardığını bilmezdi. Gizli verilen nâfile sadakanın, açıktan verilenden daha makbûl olduğunu bilen zevât, yardımlarını mümkün mertebe gizlice yapmaya gayret ederlerdi. Ecdâdımız sağ eliyle verdiğini, sol elinden bile saklar, yaptıkları iyilikleri de hemen unuturlardı. Kibâr-ı ehlullâh iki şeyi unut buyuruyor: 1. Yaptığın hayır-hasenâtı. Zîrâ sana benlik ve ucub vermesin. 2. Sana yapılan kötülükleri unut ki, kalbinde kin ve öfke tomurcuklanmasın. Velhâsıl ihlâs, zor elde edilen ve zor muhâfaza edilen bir cevherdir ki, kıymetini Allâh’tan başka kimse takdîr edemez. Zîrâ kalb pencereleri Allâh’a açıktır. İhlâs, kulu dünyâda ve âhirette yüksek mertebelere nâil kılan ve Allâh’a yaklaştıran ulvî bir haslettir. Allâh Teâlâ, ihlâstan mahrum amelleri kabûl etmez. Ucub (kendini beğenme) ve riyâ gibi kalbî hastalıklarla yapılan ameller, kıyâmet günü, eskiyip dökülmüş bir paçavra gibi sâhibinin yüzüne çarpılır. İhlâsa ise Allâh Teâlâ bereket lutfederek kulunun azını çok yapar, ömrünü uzun ve feyzini dâim kılar.
3. Takvâ
Takvâ, kalbi mâsivâdan, yâni Allâh’tan uzaklaştıran her şeyden korumak sûretiyle cemâlî tecellîlerin mâkesi hâline gelmektir. Takvâ, mü’minin, Allâh’ın hıfz u emânına sığınarak, âhirette kendisine zarar ve elem verecek şeylerden titizlikle korunması ve günahlardan sakınarak sâlih amellere sarılmasıdır. Fahr-i Kâinât Efendimiz, takvânın Hak katındaki yegâne kıymet ve makbûliyet miyârı olduğunu Ebû Zer -radıyallâhu anh-’a hitâben şöyle ifâde buyurmuştur: “Bak! Sen ne kırmızıdan ne de siyahtan üstün değilsin. Onlara karşı ancak takvâ ile üstün olabilirsin.” (Ahmed, V, 158) Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Sizin en müttakî olanınız benim.” (Buhârî, Îmân, 13; Müslim, Sıyâm, 74) buyurmuş ve hayâtının her safhasında takvâ ölçüleriyle hareket etmiştir. İşte bu sebeple müttakî bir mü’min olabilmek için, Allâh Rasûlü’nün sünnet-i seniyyesine riâyet şarttır. Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, takvâyı ne güzel târif eder: Bir kimse Îsâ -aleyhisselâm-’a gelerek: “–Ey hayır ve iyiliklerin muallimi! Bir kul, Allâh Teâlâ’ya karşı nasıl takvâ sahibi olur?” diye sordu. Îsâ -aleyhisselâm-: “–Bu kolay bir iştir: Allâh Teâlâ’yı cân u gönülden hakkıyla seversin, O’nun rızâsı için gücün yettiğince sâlih amellerde bulunursun, bütün Âdemoğullarına da, kendine acır gibi şefkat ve merhamet gösterirsin!” cevâbını verdi. Sonra da şöyle buyurdu: “–Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi sen de başkasına yapma! O zaman Allâh’a karşı hakkıyla takvâ sâhibi olursun!” (Ahmed, ez-Zühd, s. 59) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da, bir gün Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh-’a takvânın ne olduğunu sorar. Übey -radıyallâhu anh- da ona: “–Sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü ey Ömer?” der. Hazret-i Ömer: “–Evet, yürüdüm.” karşılığını verince bu sefer: “–Peki, ne yaptın?” diye sorar. Hazret-i Ömer: “–Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün dikkatimi sarf ettim.” cevâbını verir. Bunun üzerine Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh-: “–İşte takvâ budur.” der.21 Takvânın başı, küfür ve şirkten, ateşe düşmekten kaçar gibi kaçmaktır. Bunun tezâhürü de farzları hakkıyla edâ etmek ve bütün günahlardan sakınmaktır. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Her nerede olursan ol Allâh’tan ittikâet ve kötülüğün arkasından hemen bir iyilik yap ki, bu onu yok etsin. İnsanlara da güzel ahlâk ile muâmele et!” (Tirmizî, Birr, 55/1987) Takvânın zirve hâli; kulun, kalbini Allâh’tan gâfil kılacak her şeyden uzaklaşarak bütün varlığıyla Allâh Teâlâ’ya yönelmesidir ki, bu mertebenin nihâyeti yoktur. İşte bu son merhale:
“Ey îmân edenler! Allâh’tan, nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkup gerektiği gibi sakının ve ancak müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102) âyetinde emredilen hakîkî takvâdır.
Takvâda kemâle erebilmek için şüpheli şeylerden de şiddetle kaçınmak gerekmektedir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Kul, mahzurlu şeylere düşme endişesiyle mahzûru olmayan bâzı şeyleri de terk etmedikçe gerçek müttakîlerin derecesine ulaşamaz.” buyurur. (Tirmizî, Kıyâme, 19/2451; İbn-i Mâce, Zühd, 24) Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh- da şu îkazda bulunur: “Kişi, kalbini tırmalayan, kendisini huzursuz eden şeyleri terk etmedikçe takvâ makâmına ulaşamaz.” (Buhârî, Îmân, 1) Kul, takvâ sâhibi olabilmek için nefsini dâimâ hesâba çekmelidir. Zîrâ, kalbin en büyük düşmanı olan nefs-i emmârenin şiddetli arzularına direnebilmek ve âfetlerinden korunabilmek, ancak takvâ duygusunun kuvvetlenmesiyle mümkündür. Yûsuf -aleyhisselâm-, önüne serilen onca dehşetli câzibelerin aldatmalarına kanmamak için “maâzallâh” diyerek, yegâne çârenin yüksek bir takvâ ile “Allâh’a sığınmak” olduğunu ortaya koymuştu. Bu da ilâhî yardımın tahakkuk safhasına girmesi için, takvânın bir zarûret olduğunu göstermektedir. Fahr-i Kâinât Efendimiz de, duâlarında Cenâb-ı Hak’tan kendisine takvâ bahşetmesini şöyle niyâz ederdi: “Allâh’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu tezkiye et! Sen onu en iyi tezkiye edensin. Sen onun velîsi ve Mevlâ’sısın.” (Müslim, Zikir, 73) “Allâh’ım! Sen’den hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği istiyorum.” (Müslim, Zikir, 72) Hak katında insanların en üstünü, en çok takvâ sâhibi olanlardır.22 Allâh Teâlâ müttakî kullarını sever23 ve dâimâ onlarla beraberdir.24 Müttakîlere genişliği gökler ve yer kadar olan cennetler va’detmiştir.25 Yine Hak Teâlâ Hazretleri, takvâ sâhibi kuluna iyi ile kötüyü ayırmaya yarayan bir anlayış bahşeder ve onun günahlarını bağışlar.26 Sıkıntı ânında ona bir çıkış yolu gösterir ve umulmadık yerden rızık lutfeder. İşlerine kolaylık verir, kötülüklerini affeder ve büyük ecirler bahşeder.27 Nitekim Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın rivâyetine göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellembir gün: “–Ben bir âyet biliyorum. Şâyet insanları onu tutsalardı hepsine de kâfî gelirdi.” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, bu hangi âyettir?” dediler. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “…Kim Allâh’a karşı takvâ sâhibi olursa, Allâh Teâlâ ona bir çıkış yolu ihsân eder.” (et-Talâk, 2) âyetini tilâvet buyurdu. (İbn-i Mâce, Zühd, 24) Peygamber Efendimiz’e mânen en yakın kimseler müttakîlerdir. Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh- der ki: “Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- beni Yemen’e vâli olarak gönderirken, uğurlamak için Medîne’nin dışına kadar teşrîf etti. Ben binek üzerindeydim, O ise yürüyordu. Bana bâzı tavsiyelerde bulunduktan sonra: “–Ey Muâz! Belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin! İhtimal ki şu mescidimle kabrime uğrarsın!” buyurdu. Bu sözleri duyunca, dosttan yâni Allâh Rasûlü’nden ayrılmanın verdiği hüzünle ağlamaya başladım. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ağlama ey Muâz!” buyurdu ve sonra yüzünü Medîne’ye doğru çevirerek: “–İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allâh’a karşı takvâ sâhibi olan müttakîlerdir.” buyurdu.28 Yine Fahr-i Kâinât Efendimiz: “Şüphesiz benim dostlarım müttakîlerdir.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Fiten, 1/4242) Takvâda kemâle eren bir kalb, artık nazargâh-ı ilâhî olma şerefine erişir, ilâhî hikmet ve esrârın tecellî mekânı olur. 4. Tevbe ve İstiğfâr
İnsanoğlu, nefsânî arzulara mağlûb olduğu ve îmânın feyiz ve rûhâniyetini yitirdiği zaman günahlara meyleder. Vicdanlarda ahlâkî destek azalınca, ince düşünüş ve rûhî derinlik de kaybolur. İstikâmet sâhibi olma yolunda ciddî bir zaaf ortaya çıkar. Günahlar, tatlı bir mûsikî gibi nefislere hoş gelir ve âdeta vebâlinin ağırlığı hissedilmeden işlenebilir. Hâlbuki insanoğlu, mâsumiyetin saf ve berrak bir aynası gibi cihâna tertemiz olarak gelir. Dîn de bu fıtrî temizliği korumak için Allâh tarafından insanoğluna lutfedilen bir merhamet tecellîsidir. Dolayısıyla kul, fıtratındaki temizliği muhâfaza edebilir ve dîninin rûhâniyetinden nasiplenerek gaflet perdelerini aralayabilirse, hasbe’l-beşer bir cürüm işlediğinde onun ağırlığını vicdânında hisseder. Onun iç âleminde saklı bulunan fazîlet hisleri incinerek uyanır. Kalbi büyük bir nedâmetle için için yanar ve ılık gözyaşlarıyla Rabbine gönlünü açar. İşte bu
yanış ve pişmanlık “tevbe”dir. Ardından af dilemek için kalblerden taşan niyazlar da “istiğfar”dır. Günahlar, cennete girme engeli; buna mukâbil amel-i sâlihlerle te’yîd edilen ve gönül yanıklığı ile yapılan tevbeler de cehennemden korunma vesîleleridir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kul bir günah işlediği zaman kalbine siyah bir nokta vurulur. Şâyet o günâhı terk edip istiğfâra sarılarak tevbeye yönelirse kalbi cilâlanır. Böyle yapmaz da tekrar günahlara dönerse, siyah noktalar artırılır ve neticede bütün kalbini kaplar. İşte Hak Teâlâ Hazretleri’nin: «Hayır, doğrusu onların işleyip kazandıkları (kötü) ameller sebebiyle, kalblerinin üzeri pas tutmuştur.» (el-Mutaffifîn, 14) diye zikrettiği durum budur.” (Tirmizî, Tefsîr, 83/3334) Diğer bir hadîs-i şerîfte de: “En büyük dert, günah derdi; onun ilâcı da gece karanlığında istiğfâr etmektir.” buyrulmuştur.31 Beşeriyet îcâbı herhangi bir günâha düşüldüğünde, derhâl tevbe ve istiğfâra sarılmak ve Allâh’a yönelmek îcâb eder. Zîrâ Cenâb-ı Hak, râzı olduğu müttakî kullarını şöyle medhetmektedir: “Onlar, bir kötülük yaptıkları veya kendilerine zulmettikleri zaman, Allâh’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe ve istiğfâr ederler. Zâten günahları Allâh’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar işledikleri günahta bile bile ısrâr etmezler.” (Âl-i İmrân, 135) “O müttakîler, geceleri pek az uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfâra devâm ederler.” (ezZâriyât, 17-18) Cenâb-ı Hak, samîmî bir şekilde tevbe eden kullarını affedeceğini birçok âyette bildirmektedir. Hattâ samîmî (nasûh) bir tevbe ile kendisine yönelenlerin günahlarını sevâba çevireceğini beyân ederek şöyle buyurur: “Ancak tevbe ve îmân edip sâlih ameller işleyenler başkadır; Allâh onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allâh çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sâhibidir.” (el-Furkân, 70) Nebiyy-i Ekrem Efendimiz de şöyle buyurur: “Allâh Teâlâ, gündüz günah işleyenin tevbesini kabûl etmek için geceleyin elini açar. Geceleyin günah işleyenin tevbesini kabûl etmek için de gündüz elini açar. Güneş battığı yerden doğuncaya, yâni kıyâmete kadar bu böyle devâm edip gider.” (Müslim, Tevbe, 31)
Ancak tevbede samîmiyet ve ihlâs en mühim şarttır. Durmadan tevbesini bozan bir kimse, artık şeytanın maskarası olmuş demektir. Cenâb-ı Hak buyurur: “…Bilin ki, Allâh’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünyâ hayâtı sizi aldatmasın ve şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33) Diğer taraftan tevbe ve istiğfar, dünyâda ve âhirette azaptan kurtuluş vesîlesidir. Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “Allâh Teâlâ Hazretleri (şu âyetle) ümmetim için bana iki emân indirdi: 1. Sen aralarında olduğun müddetçe Allâh onlara (umûmî bir) azap indirmeyecektir. 2. Onlar istiğfarda bulundukları müddetçe, Allâh onlara azâb etmeyecektir. (el-Enfâl, 33) Ben aralarından ayrıldığımda, (Allâh’ın azâbını önleyecek ikinci emân olan) istiğfârı kıyâmete kadar ümmetimin yanında bırakıyorum.” (Tirmizî, Tefsîr, 8/3082) Tevbe ve istiğfar, gerçek mâhiyetiyle derûnî bir pişmanlık ve sığınma olması sebebiyle, Allâh’a yaklaşmanın en müessir vâsıtasıdır. Allâh’a yöneliş ve kalbin ulvî bir seviye kazanmasında mühim bir yeri olan istiğfar, mânevî kirlerden temizlenmenin de yegâne vâsıtasıdır. Makbûl bir tevbe, kul ile Rab arasındaki engelleri ve perdeleri kaldırır, Allâh Teâlâ’nın sevgisine mazhar eder. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Allâh, çok tevbe eden ve çok temizlenenleri sever.” (el-Bakara, 222) Peygamber Efendimiz, Rabbimizin, insanların tevbelerinden ne kadar memnûn olduğunu anlatmak için şu misâli vermiştir: “Herhangi birinizin tevbe etmesinden dolayı Allâh Teâlâ’nın duyduğu hoşnutluk, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, arayıp taramaları fayda etmeyince deveyi bulma ümîdini büsbütün kaybederek bir ağacın gölgesine uzanıp yatan, derken yanına devesinin geldiğini görerek yularına yapışan ve aşırı derecedeki sevincinden ne dediğini şaşırarak: «–Allâh’ım! Sen benim kulumsun, ben de Sen’in Rabbinim.» diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.” (Müslim, Tevbe 7; Tirmizî, Kıyâmet 49, Deavât 99) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir başka hadîslerinde, istiğfârın faydalarını şöyle beyan buyurur: “Bir kimse istiğfârı dilinden düşürmezse, Allâh Teâlâ ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona ummadığı yerden rızık verir.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 26/1518; İbn-i Mâce, Edeb, 57)
Lâkin kulların en mühim meselesi, tezkiye-i nefs ve tasfiye-i kalbdir. Buraya kadar anlattığımız tevbe ve istiğfâr ise bu hâle nâiliyetin sâdece kapısı mesâbesindedir. Bu kapıdan içeri girdikten sonra amel-i sâlihlerde bulunmak da elbette zarûrîdir. Farz, vâcib ve sünnetleri âdâbı üzere edâ ettikten sonra bilhassa kul hakkına titizlik, anne-baba hakkına riâyet, Allâh için infak, bütün mahlûkâta merhamet, şefkat ve af ile yaklaşabilmek gibi güzel hasletlere sâhip olunmalıdır.
Fazîlet Tabloları
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar: “Ey insanlar! Allâh’a tevbe edip O’ndan af dileyiniz. Zîrâ ben O’na günde yüz defa tevbe ederim.” (Müslim, Zikir, 42) Allâh Rasûlü’nün, gelmiş ve geçmiş bütün günahları affedildiği hâlde, devamlı tevbe ve istiğfarda bulunması, Allâh Teâlâ’nın bahşettiği nîmetlere bir şükür olduğu kadar ümmetine de üstün bir edep dersidir. Kulun en mühim vazîfesinin, her an Allâh’ı zikretmek ve O’na ibâdette bulunmak olduğunu bilen Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, daha fazla ibâdet etmesi gerektiğini düşünerek her fırsatta tevbe ve istiğfâra sarılırdı. O, aynı zamanda ümmeti nâmına da tevbe ve istiğfâr ederdi. İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- şöyle der: “Biz, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir mecliste yüz defa: «Allâh’ım! Beni bağışla ve tevbemi kabul buyur! Çünkü Sen tevbeleri çok kabûl eden ve çok merhamet edensin.» dediğini sayardık.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 26/1516; Tirmizî, Deavât, 38/3434) Rasûlullâh Efendimiz’in yapmış olduğu tevbe ve istiğfarlar, kendisinin bir hatâsından dolayı değil, Allâh Teâlâ’ya daha çok yakınlık kesbetmek ve O’nun rızâsını kazanmak içindir. Efendimiz, her an mânevî terakkî içinde bulunduğundan, dâimâ bir önceki hâl ve makâmı için istiğfâr etmiştir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, son zamanlarında: “Ben Allâh’ı ulûhiyet makâmına yakışmayan sıfatlardan tenzîh eder ve O’na hamd ederim.” sözlerini sık sık söyler olmuştu. Hazret-i Âişe vâlidemiz: “–Yâ Rasûlallâh! «Sübhânallâhi ve bi-hamdihî estağfirullâhe ve etûbü ileyh» sözlerini pek sık söylediğinizi görüyorum, bunun sebebi nedir?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz: “–Rabbim bana ümmetim içinde bir alâmet göreceğimi bildirdi. Onu gördüğümden bu yana bu tesbîhi çok söylerim. Ben o alâmeti, Mekke’nin fethine işâret eden, «Allâh’ın yardımı ulaşıp fetih gerçekleşince ve insanların grup grup Allâh’ın dinine girdiklerini gördüğünde Rabbini hamd ile tesbîh et ve O’ndan mağfiret dile! Çünkü Allâh tevbeleri çok çok kabûl edendir.” (meâlindeki Nasr) Sûresi’nde gördüm.” buyurdu. (Müslim, Salât, 220) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetine farklı istiğfar şekilleri de tâlim buyurmuştur. Bunların en mühimi, “Seyyidü’l-İstiğfâr”dır ki, bunu Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- bir hadîs-i şerîflerinde şöyle beyân etmiştir: “İstiğfârın en üstünü kulun şöyle demesidir: «Allâh’ım! Sen benim Rabbimsin. Sen’den başka ibâdete lâyık ilâh yoktur. Beni Sen yarattın. Ben Sen’in kulunum. Ezelde Sana verdiğim sözümde ve vaadimde hâlâ gücüm yettiğince durmaktayım. İşlediğim kusurların şerrinden Sana sığınırım. Bana lutfettiğin nîmetleri yüce huzûrunda minnetle anar, günâhımı îtirâf ederim. Beni affet, şüphe yok ki günahları Sen’den başka affedecek yoktur.»” Rasûl-i Ekrem Efendimiz sözlerine devamla şöyle buyurur: “Her kim, bu Seyyidü’l-İstiğfârı sevâbına ve fazîletine bütün kalbiyle inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse cennetlik olur. Yine her kim, sevâbına ve fazîletine gönülden inanarak gece okur da sabah olmadan ölürse cennetlik olur.” (Buhârî, Deavât, 2, 16; Ebû Dâvûd, Edeb, 100-101) Tevbe ve istiğfârı, arkasından yapılacak amel-i sâlihlerle takviye etmek lâzımdır. İbn-i Ömer radıyallâhu anh- anlatıyor: “Bir kişi Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek: “–Ben büyük bir günah işledim, buna tevbe imkânım var mı?” dedi. Allâh Rasûlü: “–Annenhayatta mı?” diye sordu. Sahâbî: “–Hayır.” dedi. “–Peki teyzen var mı?” dedi. Sahâbî: “–Evet, var.” deyince Fahr-i Kâinât Efendimiz:
“–Öyleyse ona iyilikte bulun. Teyze, anne makâmındadır!” buyurdu. (Tirmizî, Birr, 6) Burada Peygamber Efendimiz, nedâmet ateşiyle yanan ve istiğfarda bulunan sahâbîye, tevbesini amel-i sâlihlerle desteklemesini tavsiye buyurmuştur. Yapılan iyilik ve hayırların kötülüklere keffâret olarak onları yok edeceğini bildirmiştir. Fahr-i Kâinât Efendimiz, bir gece rüyâsında Bilâl -radıyallâhu anh-’ı görmüştü. Sabahleyin müezzini Bilâl’i yanına çağırdı ve ona: “–Bilâl! Dün gece cennette, senin ayakkabılarının tıkırtısını önümde duydum. Hangi ameli yaparak benden önce cennete girdin?” diye sordu. Bilâl -radıyallâhu anh- da: “–Yâ Rasûlallâh, ne zaman küçük bir günah işlesem arkasından hemen kalkıp iki rekât namaz kılarım. Abdestim bozulduğunda da hemen abdest alırım.” dedi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “–İşte bunun sâyesinde!” buyurdular.32 Görüldüğü üzere, herhangi bir kusur işlediğimizde vakit kaybetmeden tevbe etmemiz ve bunun için de sâlih amellerle tevessülde bulunmamız îcâb etmektedir. İhmâli sebebiyle Tebük Seferi’ne katılmayı geciktiren, nihâyet kâfileyi kaçıran Kâ’b bin Mâlik radıyallâhu anh-, bu hatasından dolayı hemen tevbe ve istiğfâr etmiş, işlediği kusurun pişmanlığından, dünyâ bütün genişliğine rağmen kendisine dar gelmişti. Tevbesinin kabûl edildiği haberini aldığında ise, sevincinden derhâl secdeye kapandı. (İbn-i Mâce, Salât, 192) Daha sonra da bütün mal varlığını Peygamber Efendimiz’e teslîm ederek bununla tasaddukta bulunmasını istedi. Ancak Allâh Rasûlü, malının yarısını infâk edip, diğer yarısını da ehline bırakmasını tavsiye buyurdu. (Buhârî, Megâzî, 79) Zîrâ Allâh Rasûlü, herkesin infâkını kalbî durumuna göre kabûl ederdi. Çünkü sonunda pişmân olup infâk ettiklerinin ecrinin zâyî olmasını istemezdi.
Cenâb-ı Hak, tevbe ve istiğfâr eden kullarını her türlü sıkıntıdan kurtarır ve onlara pek çok lutuflarda bulunur. Bir defâsında Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne dört kişi gelerek biri kuraklıktan, diğeri fakirlikten, öteki tarlasının verimsizliğinden, bir başkası da çocuğunun olmayışından şikâyette bulunmuş, Hazret’ten himmet talep etmişlerdi. Bu büyük velî, onların her birine de istiğfârı tavsiye etti. Yanındakiler kendisine: “–Efendim, bu kimselerin dert ve sıkıntıları farklı farklı, lâkin siz hepsine de aynı şeyi tavsiye ettiniz?!” dediler. Hasan-ı Basrî Hazretleri onlara şu âyet-i kerîmeyi okuyarak cevap verdi: “Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır. (Mağfiret dileyin ki) üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsân etsin,
sizin için ırmaklar akıtsın!” (Nûh, 10-12) (İbn-i Hacer, Fethü’l-Bârî, XI, 98; Aynî, Umdetü’l-Kârî, Beyrut ts. XXII, 277-278) Şeytanın iğvâsına aldanarak tevbeyi geciktirmek, en büyük israflardan biri olan ömür isrâfıdır. Akıllı bir mü’min, tevbede acele etmeli ve kendisini son nefese hazırlamalıdır. Rivâyete göre bir terzi, sâlihlerden bir zâta: “–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in: «Allâh Teâlâ, kulunun tevbesini, canı boğazına gelmediği müddetçe kabûl eder.» (Tirmizî, Deavât, 98/3537) hadîs-i şerîfi hakkında ne buyurursunuz?” diye suâl etti. O zât da sordu: “–Evet, böyledir. Ama senin mesleğin nedir?” “–Terziyim, elbise dikerim.” “–Terzilikte en kolay şey nedir?” “–Makası tutup kumaşı kesmektir.” “–Kaç seneden beri bu işi yaparsın?” “–Otuz seneden beri.” “–Canın gırtlağına geldiği zaman, kumaş kesebilir misin?” “–Hayır, kesemem.” “–Ey terzi! Bir müddet zahmet çekip öğrendiğin ve otuz sene kolaylıkla yaptığın bir işi o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tevbeyi o an nasıl yapabilirsin? Bugün gücün kuvvetin yerinde iken tevbe eyle! Yoksa son nefeste istiğfar ve hüsn-i hâtime nasîb olmayabilir… Sen hiç: «Ölüm gelmeden evvel tevbe etmekte acele ediniz!» (Münâvî, V, 65) sözünü işitmedin mi?” Bunun üzerine terzi ihlâsla tevbeye sarıldı ve sâlihlerden oldu. Zîrâ Peygamber Efendimiz, insanların nasıl yaşarlarsa o hâl üzere öleceklerini ve nasıl ölürlerse öyle haşredileceklerini haber vermiştir.33 Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri ilâç yaparken rastladığı bir hekime: “–Ey hekim! Sende benim hastalığıma da ilâç var mı?” dedi. Hekim: “–Hastalığın nedir?” diye sorunca Bâyezîd Hazretleri: “–Günah hastalığı…” cevabını verdi. Hekim ellerini iki yana açarak: “–Ben günah hastalığının ilâcını bilmem.” dedi.
O esnâda orada bulunmakta olan meczûb bir genç söze karışıp: “–Baba, senin hastalığının ilâcını ben biliyorum.” dedi. Bâyezîd Hazretleri de sevinçle: “–Söyle ey delikanlı!” dedi. Halkın meczûb gördüğü, ancak hakîkatte ârif biri olan genç, günah hastalığının ilâcını şöyle târif etti: “–On dirhem tevbe kökü ile on dirhem istiğfar yaprağı al! Bunları kalb havanına koy! Tevhîd tokmağı ile döv! İnsaf eleğinden geçir! Gözyaşlarıyla yoğur! Aşk ve nedâmet fırınında pişir! Böylece oluşacak olan macundan her gün beş kaşık al; hastalığından eser kalmaz!..”
Bunları dinleyen Bâyezîd-i Bistâmî, içini çekti ve: “–Senin gibi âriflere mecnûn diyerek kendilerini akıllı sananlara eyvahlar olsun!..” dedi. Hâsılı, hatâ işlemekten sâlim olmayan insanoğlunun, tevbe ve istiğfârı hiçbir zaman dilinden düşürmemesi, niyetini de amel-i sâlihlerle tescil ve takviye etmesi zarûrîdir. İstiğfarlar ve amel-i sâlihler, Allâh’a kul olmanın bir îcâbıdır. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Ey insanlar! Allâh’ın vaadi gerçektir, sakın dünyâ hayâtı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) da Allâh hakkında sizi kandırmasın!” (Fâtır, 5) Nefs ve şeytana uyarak tevbeyi ömrün sonlarına bırakmak, âkıbeti hüsrân olan en büyük bir aldanıştır. O hâlde tevbe ve istiğfarda acele etmek, samîmî olmak ve amel-i sâlihlerle istikâmetlenmek îcâb eder. Bu hâl, kulu belâ ve musîbetlerden muhâfaza ettiği gibi, ilâhî lutuf ve nîmetlere de nâil kılar.
5. Allâh ve Rasûlü’nün Emirlerine İtaat
Mü’minin mânevî seviyesi, Allâh ve Rasûlü’nün emirlerine itaati nisbetindedir. Îmânın kemâlâtı da bu itaattaki titizlik, hassâsiyet, muhabbet ve aşk nisbetinde artar. Allâh ve Rasûlü’ne muhabbet ve itaatte mertebe kateden kimseler, iki cihanda da ilâhî lutuflara mazhar olurlar. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Kim Allâh’a ve Rasûlüne itaat ederse, işte onlar, Allâh’ın kendilerine lutuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (enNisâ, 69) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle haber vermiştir:
“Rabbiniz -azze ve celle- buyuruyor ki: «Eğer kullarım Bana îcâb ettiği şekilde itaat etseler, Ben onlara yağmuru (dahî) gece yağdırırım, gündüz de üzerlerine güneşi doğdururum. Onlara ayrıca gök gürleme sesini de duyurmam!»…” (Ahmed, II, 359; Hâkim, IV, 285/7657) Allâh’ın emirlerine itaati, muhabbet ve teslîmiyet ile îfâ ederek değişen şartlar karşısında rızâ hâlini muhâfaza edebilenlerin gönül âlemleri, hikmet, hayır ve feyz mecrâsı olur. Bunun zıddına, haramlardan ve şüpheli şeylerden korunmayan kalb ve bedenler ise, baştanbaşa bir şer barınağı ve ahlâksızlık yuvasına dönüşür.
Fazîlet Tabloları
Bedir Gazvesi öncesinde Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbının fikrini öğrenmek istedi. O zaman Mikdâd bin Esved -radıyallâhu anh- ayağa kalkarak şu konuşmayı yaptı: “–Yâ Rasûlallâh! Ne ile emrolunduysan onu yap, biz Sen’inle beraberiz. Allâh’a yemin ederim ki, biz Sana İsrâîloğulları’nın Mûsâ -aleyhisselâm-’a dediği gibi demeyiz. Onlar Mûsâ’ya: “…Sen ve Rabbin gidin savaşın. Biz burada oturacağız.” (el-Mâide, 24) demişlerdi. Sen’i hak peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, şâyet Sen bizi Birkü’l-Gımâd’a34 kadar yürütsen, Sen’inle birlikte olduktan sonra daha fazla güçlüğe bile katlanırız. Sen’in sağında, solunda, önünde ve ardında düşman ile sonuna kadar çarpışmaya her an hazırız!..”35 (Buhârî, Meğâzî 4, Tefsîr 5/4; Vâkıdî, I, 48) Hazret-i Mikdâd’ın ardından Sa’d bin Muâz -radıyallâhu anh- ayağa kalktı: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bizler Sana inandık, Sen’i tasdîk ettik. Getirdiğin Kur’ân ve Sünnet’in hak olduğuna şehâdet ettik. Bu yolda her sözünü dinlemek ve itaat etmek üzere Sana kesin söz de verdik! Yâ Rasûlallâh! Nasıl dilersen öyle yap! Sen’i hak peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, Sen bize şu denizi gösterip içine dalsan, Sen’inle birlikte biz de dalarız, içimizden hiç kimse de geri kalmaz! Senin yarın bizi düşmanımızla karşı karşıya getirmenden de hoşnutsuzluk duymayız. Savaşta sabır ve sebat göstermek, düşmanla karşılaşınca da sadâkatten ayrılmamak, bizim şiârımızdır. Umulur ki Allâh, Sana bizden, gözünü aydın edecek şeyler gösterecektir! Haydi yâ Rasûlallâh, yürüt bizi Allâh’ın bereketine doğru!” dedi. Bu sadâkat ve teslîmiyet dolu sözler üzerine Allâh Rasûlü’nün mübârek sîmâları tebessümle doldu, hayır duâ ederek şöyle buyurdu: “–Öyleyse, haydi Allâh’ın bereketiyle yürüyünüz! Size müjdeler olsun ki, Allâh iki tâifeden gayr-i muayyen olan birini va’detti.36 Vallâhi ben, sanki Kureyşlilerin harp sahasında yıkılacakları yerleri şu anda görüyor gibiyim…” (Müslim, Cihâd, 83; Vâkıdî, I, 48-49; İbn-i Hişâm, II, 253-254)
Ashâb-ı kirâm bu sözleriyle, Allâh’a ve Rasûlü’ne olan muhabbet ve itaatlerini ne güzel tescil etmişlerdir. Enes -radıyallâhu anh-, ashâb-ı kirâmın Allâh ve Rasûlü’nün emirlerine itaatteki ihlâs, samîmiyet, hassâsiyet ve sür’atlerini en güzel bir şekilde ortaya koyan şu hâdiseyi nakleder: Ebû Talha’nın evinde insanlara sâkîlik yaptığım, yâni kadehlerini doldurduğum bir esnâda içki haram kılınmıştı. Allâh Rasûlü bir münâdîye emretmiş, o da insanlara bu yasağı duyurmuştu. Biz evdeyken münâdînin sesini işittik. Ebû Talha: “–Çık da bir bakıver, şu ses neyin nesidir?” dedi. Çıkıp baktım ve: “–Bir münâdî: «Dikkat, dikkat; içki haram kılınmıştır!» diye nidâ ediyor.” dedim. Bana: “–Öyleyse git ve bütün içkileri dök!” dedi. O andan itibâren Medîne sokaklarından içki aktı. (Buhârî, Tefsîr, 5/11) Ashâb-ı kirâm, içkinin haram kılındığını duyar duymaz hiçbir mâzeret ileri sürmeden ve; “Elimdekileri bitireyim de ondan sonra bırakırım.” demek gibi bir oyalanmaya da girmeden derhâl emre itaat etmiş, o an içmekte olduğu kadehte kalan içkiye varıncaya kadar bütün içkileri derhal dökebilme dirâyetini göstermiştir. Eslem Kabîlesi’nden bir delikanlı, Peygamber Efendimiz’e gelerek: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben gazveye katılmak istiyorum, fakat harp için gerekli olan hiçbir malzemem yok.” dedi. Peygamber Efendimiz: “–Filân kişiye git; o harbe gitmek üzere hazırlanmıştı, fakat hastalandı.” buyurdu. Delikanlı o kimseye gitti ve: “–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sana selâm ediyor ve harp için hazırladığın malzemeleri bana vermeni söylüyor.” dedi. Bunun üzerine adam hanımına: “–Hanım! Hazırladığım harp malzemelerinin hepsini bu delikanlıya ver, onlardan hiçbir şey geriye bırakma. Allâh hakkı için, onlardan hiçbir şey bırakma ki, berekete nâil olalım.” dedi. (Müslim, İmâre, 134) Bu sâhâbî, Rasûlullâh’ın emrine büyük bir aşk ve vecdle icâbet etmiş, hazırladığı hiçbir malzemeyi bırakmadan vermesi için hanımına ısrarla tembihte bulunmuştur. Böylece hem Allâh Rasûlü’ne muhabbet, bağlılık ve itaatini hem de hayırlı amellere duyduğu büyük arzu ve iştiyâkını ortaya koymuştur. İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor: “Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Fetih günü, Mescid-i Harâm’a geldiklerinde Kâbe’nin hâciblerinden37 olan Osman bin Talha’ya Kâbe’nin anahtarını getirmesini emretti.
Osman -radıyallâhu anh-, anahtarları muhâfaza eden annesine gitti. Ancak müşrik kadın, anahtarı vermekten imtinâ etti. Osman -radıyallâhu anh-: “–Vallâhi, ya anahtarı verirsin, ya da şu kılıç kınından çıkacaktır!” dedi. Kadın anahtarı verdi. Osman -radıyallâhu anh-, onu Rasûlullâh’a getirdi. Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm- kapıyı açıp Beytullâh’a girdi. Onunla birlikte Hazret-i Üsâme, Bilâl ve Osman -radıyallâhu anhüm- de girdiler. Efendimiz, gündüz vakti Kâbe’nin içinde uzun müddet kaldı, sonra çıktı. Ardından insanlar içeri girmede yarış ettiler. Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh-, ilk giren kimseydi. İçeri girer girmez Bilâl -radıyallâhu anh-’ı kapının arkasında ayakta duruyor buldu. “–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nerede namaz kıldı?” diye sordu. Hazret-i Bilâl, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın namaz kıldığı yeri işâret ederek gösterdi. Abdullâh radıyallâhu anh- der ki: “–Kaç rekât kıldığını sormayı unuttum.” (Buhârî, Cihâd 127, Salât 30, 81, 96, Teheccüd 25, Hacc 51, 52, Megâzî 77, 48; Müslim, Hacc 389) Bu misalde Osman -radıyallâhu anh-’ın, Allâh Rasûlü’nün emrini yerine getirmedeki yüksek azmi ve Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anhümâ-’nın Efendimiz’e ittibâdaki takdîre şâyan titizliği müşâhede edilmektedir. Peygamber Efendimiz: “Hiç kimse, bir başkasını yerinden kaldırıp sonra da oraya kendisi oturmasın. Ancak (halkayı) genişletin, yer açın, Allâh da size genişlik versin.” buyurmuşlardı. Allâh Rasûlü’nün bu emrini öğrenen Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anhümâ-, hayâtı boyunca bunu tatbîk etmiş, birisi kendisi için kalkıp yer verecek olsa, aslâ oraya oturmamıştır.” (Buhârî, İsti’zân, 32; Müslim, Selâm, 29) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Dâvet edildiğiniz zaman icâbet edin!” buyurmuşlardı. Bunu duyan İbn-i Ömer Hazretleri, oruçlu bile olsa, düğün ve diğer dâvetlere mutlakâ icâbet ederdi. (Buhârî, Nikâh, 71, 74; Müslim, Nikâh, 103) Yâni nâfile oruç tutuyor ise dâvete gittiğinde orucunu bozar, daha sonra kazâ ederdi. Şâyet farz veyâ vâcib oruç tutuyor ise, Allâh Rasûlü’nün bu emrine itaat edebilmek için, orucunu bozmadan da olsa dâvete icâbet ederdi. Fahr-i Kâinât Efendimiz, Mescid’in bir kapısı hakkında: “Bu kapıyı kadınlara ayırsak!” buyurmuştu.
Bunun üzerine İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-, ölünceye kadar o kapıdan bir daha hiç girmedi. (Ebû Dâvûd, Salât, 53/571) Übey bin Kâ’b’ın tâbiînden sayılan oğlu Tufeyl, sahâbîlerle görüşür, onların bilgilerinden istifâde ederdi. Zaman zaman da Abdullâh bin Ömer’i ziyâret eder ve onunla birlikte çarşıya çıkarlardı. Tufeyl, Hazret-i Abdullâh’ın, Peygamber Efendimiz’in emirlerine itaatteki gayretini şöyle anlatır: “Çarşıya çıktığımızda, Abdullâh bin Ömer kime rastlasa selâm verirdi. Karşılaştığı şahıs ister eski eşya satan, ister değerli mal satan, ister yoksul veya tanınmayan biri olsun, mutlakâ ona selâm verirdi. Bir gün yine onun yanına gitmiştim. Yine birlikte çarşıya çıkmayı teklif etti. Ona: “–Çarşıda ne yapacaksın! Alışverişten anlamazsın. Satılan malların fiyatlarını sormazsın. Bir şey satın almazsın. Herkesin oturup sohbet ettiği yerlerde oturmazsın. Çarşıya çıkacağımıza şurada otur da, birlikte sohbet edelim.” dedim. Bunun üzerine Abdullâh -radıyallâhu anh- bana şunları söyledi: “–Kardeşim! Biz, karşılaştığımız kimselere Allâh’ın selâmını vermek için çarşıya çıkıyoruz. Başka bir maksadımız yok.” (Muvatta, Selâm, 6; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, s. 348) Bütün sahâbe-i kirâm, Allâh ve Rasûlü’nün emirlerine itaat husûsunda son derece hassas davranırlardı. Selâmı yaygınlaştırıp muhabbeti ziyâdeleştirerek mü’min gönüllerde îman kardeşliğinin yaşanacağı müstesnâ bir zemîn hâsıl ederlerdi. Lâkin Abdullâh bin Ömer radıyallâhu anhümâ-’nın bu husustaki şevk ve heyecânı, dikkatleri celbedecek kadar yüksek derecedeydi. Nitekim yukarıdaki misaller bunu en bâriz bir şekilde göstermektedir. Kur’ân-ı Kerîm’den; “Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin!..” (el-Hucurât, 2) âyeti nâzil olduğunda Sâbit bin Kays -radıyallâhu anh- evinde oturup ağlamaya başladı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Sâbit’i bir müddet göremeyince nerede olduğunu sordu. Orada bulunanlardan biri: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben onun yerini biliyorum!” dedi ve hemen gidip onu evinde oturmuş, başı önünde ağlıyor vaziyette buldu. “–Neyin var, (niye ağlıyorsun)?” diye sordu. O da: “–(Sorma), şer var! Sesim, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sesinin üstüne çıkıyordu, bütün amellerim boşa gitti, cehennemlik oldum.” cevâbını verdi. Sahâbî, Sâbit’in bu sözlerini Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e haber verdi. Efendimiz: “–Ona git ve söyle, sen cehennemlik değil, bilâkis cennetliksin!” buyurdu. (Buhârî, Menâkıb 25, Tefsîr 49/1; Müslim, Îmân 187)
Gür sesli bir sahâbî olan Sâbit -radıyallâhu anh-, Allâh’ın emrine itaatsizlik ettiği düşüncesine kapılarak derin bir üzüntüye gark olmuş, âdeta hayâtı kararmıştı. Ancak, gür seslilik onun tabiî hâli olduğundan ve samîmî bir kalbe sâhip bulunduğundan onun durumu istisnâ teşkil etmiş ve haberi getiren sahâbî, büyük bir sevinç içinde dönerek onu cennetle müjdelemiştir. Sâbit -radıyallâhu anh-’ın durumunu öğrenmek için koşan sahâbî de, ashâb-ı kirâmın, Peygamber Efendimiz’in bir işâretini dahî emir telâkkî ederek her şeylerini O’na fedâya hazır olduklarını gösteren güzel bir numûnedir. Abdullâh bin Revâha’nın hanımı şöyle anlatır: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hutbeye çıkmıştı. Bu esnâda Mescid’e doğru gelmekte olan Abdullâh -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü’nün; “Oturun!” buyurduğunu uzaktan işitti. Daha mescide varmamış olmasına rağmen, hemen olduğu yere oturuverdi. Bu durum daha sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bildirildiğinde, Hazret-i Abdullâh’a: “–Allâh Teâlâ senin, Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat iştiyâkını artırsın.” buyurdu.38 Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatır: Uyeyne bin Hısn, Medîne’ye geldi ve yeğeni Hur bin Kays’a misâfir oldu. Hur bin Kays, Hazret-i Ömer’in istişâre heyetinden idi. Zâten genç olsun yaşlı olsun bütün âlimler (Kurrâ) Hazret-i Ömer’in danışma meclisinde bulunurlardı. Bu sebeple Uyeyne, yeğeni Hur bin Kays’a: “–Yeğenim, senin devlet başkanı yanında îtibârın yüksektir. Beni kendisiyle görüştür.” dedi. Hur, Ömer -radıyallâhu anh-’tan izin aldı. Uyeyne, Hazret-i Ömer’in yanına girince: “–Ey Hattâb oğlu! Allâh’a yemin ederim ki, bize fazla bir şey vermiyorsun. Aramızda adâletle de hükmetmiyorsun.” dedi. Hazret-i Ömer hiddetlendi. Uyeyne’ye cezâ vermek istedi. Bunu sezen Hur: “–Ey mü’minlerin emîri! Allâh, peygamberine, “Af yolunu tut, iyiliği emret, câhillerden yüz çevir!” (el-A’râf, 199) buyurdu. Benim amcam da câhillerdendir.” dedi. Allâh’a yemin ederim ki, Hur bu âyeti okuyunca Ömer -radıyallâhu anh-, Uyeyne’yi cezâlandırmaktan derhâl vazgeçti. Zâten Hazret-i Ömer, Allâh’ın kitâbına son derece bağlı idi. (Buhârî, Tefsîr 7/5, İ’tisam 2) Kendisine Allâh’ın bir emri hatırlatıldığında Hazret-i Ömer, hemen öfkesine hâkim olmuş ve emr-i ilâhîye itaat ederek, kendi yapmak istediği şeyden derhâl vazgeçmiştir. Böylece kâmil bir mü’minin, Allâh’ın emirlerine itaattaki hassâsiyetini sergilemiştir. Sahâbeden Hişâm bin Hakîm, Filistin’de bulunuyordu. Vergilerini ödemedikleri için başlarına zeytinyağı dökülerek güneş altında beklemeye mahkûm edilen bir grup gayr-i müslim çiftçi
gördü. Doğruca vâlinin makâmına giderek bunun çok yanlış bir davranış olduğunu söyledi. Sonra da bizzat Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den işittiği: “İnsanlara haksız yere dünyâda azâb edenlere, Allâh mutlakâ azâb eder!” hadîs-i şerîfini nakletti. Bunun üzerine vâli çiftçileri derhâl serbest bıraktı. (Müslim, Birr, 117-119; Ebû Dâvûd, İmâre, 32; Ahmed, III, 403, 404, 468) Zîrâ onlar, nebevî beyanlar karşısında bir an bile tereddüd etmez, derhâl itaat ederlerdi. Abdullâh bin Ebî Evfâ -radıyallâhu anhümâ-, kızının cenâze namazında dört defa tekbir almıştı. Dördüncü tekbirden sonra, iki tekbir arasında durduğu kadar durup kızının bağışlanmasını diledi ve ona duâ etti. Cemaattekiler onun beşinci defa tekbir alacağını zannetmişlerdi. Sonra sağına ve soluna selâm verdi. Namazdan sonra: “–Bu yaptığın nedir?” diye sordular. O da: “–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böyle yapardı.” diye cevap verdi. (Hâkim, I, 360; İbni Mâce, Cenâiz, 24)
Abdullâh bin Ebî Evfâ’nın cevâbı, ashâb-ı kirâmın, her hususta Allâh Rasûlü’nü örnek alabilme titizliğini göstermesi bakımından çok mühimdir. Onların hayat ölçüleri, Hazret-i Peygamber’in Sünnet’iydi. Bu yüzden savunmaları ve îzahları hep Kur’ân ve Sünnet’ten delil göstermek şeklindeydi. Hayatlarını Kur’ân ve Sünnet’e göre ayarlamışlardı. Günümüzde de bilhassa Sünnet’in her işimizde ölçü alınmasına, delillerin ve tartışmaların Kur’ân ve Sünnet’in feyzinden istifâde ederek ilâhî istikâmette buluşmasına ne kadar çok ihtiyâcımız var! Zîrâ karakter ve şahsiyetimizdeki yücelik ile Müslümanlıktaki kemâlimiz, Kur’ân ve Sünnet’e bağlılığımız nisbetindedir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir yatsı vakti ashâbına: “–Yarın namaz için toplanın, size bildirmek istediğim hususlar var.” buyurdu. Ashâbdan biri, arkadaşlarına şöyle dedi: “–Ey falan, sen Rasûlullâh’ın söyleyeceği ilk sözü, sen ondan sonrakini, sen de ondan sonrakini iyice belle ki, Allâh Rasûlü’nün konuştuklarından hiçbir şey kaçırmayalım.” (Heysemî, I, 46) Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in emirlerini öğrenme ve tatbîk etme husûsunda ashâbın gösterdiği bu titizlik de takdîre şâyandır. Zîrâ o mübârek neslin bu titiz gayretleri sâyesinde bugün Peygamber Efendimiz’in her hâl ve hareketini daha yakından tanıma imkânına sâhibiz. Allâh onlardan râzı olsun…
Ebû Bürde şöyle anlatır: Ebû Mûsâ el-Eş’arî hastalandı ve başı hanımının kucağında iken bayıldı. Bunun üzerine hanımı, bir çığlık atıp yüksek sesle ağlamaya başladı. Fakat Ebû Mûsâ, hanımını bu davranıştan men edecek durumda değildi. Ayılınca: “–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hoşlanmayıp uzak kaldığı şeyden ben de hoşlanmam ve uzak olurum. Peygamber Efendimiz, vâveylâcı, saçını yolan, üstünü başını yırtan kadınlardan uzaktı.” diye hanımını îkâz etti. (Buhârî, Cenâiz, 37, 38; Müslim, Îmân ,167; Nesâî, Cenâiz, 17) Ölümle pençeleşirken dahî Allâh Rasûlü’nün emirlerine titizlikle itaat gayreti içinde bulunmak, ne muazzam bir îman hassâsiyetidir. Dıhye bin Halîfe -radıyallâhu anh-, bir gün (bâzı kimselerin sünnete muhâlif davrandıklarını gördüğünde) şöyle dedi: “Vallâhi bugün, vukûa geleceği hiç aklımdan geçmeyen bir hâdise ile karşılaştım: Birkısım insanlar Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ve ashâbının sünnetinden yüz çevirdiler. Allâh’ım! Artık beni yanına al, (rûhumu kabzet)!” (Ebû Dâvûd, Savm, 47/2413) Bişr-i Hafî -rahmetullâhi aleyh- der ki: “Bir gece rüyamda Fahr-i Âlem Efendimiz’i gördüm. Bana dedi ki: «–Ey Bişr! Allâh senin kadrini niçin yüceltti, bilir misin?» «–Hayır yâ Rasûlallâh!» dedim. Buyurdular ki: «–Benim sünnetime ittibâ etmen, sâlih kimselerin hizmetinde bulunman, din kardeşlerine va’z u nasîhat etmen, ashâbımı ve Ehl-i Beyt’imi sevmen, seni sâlihlerin makâmına yükseltti.»”39 Abdülhâlık Gücdüvânî Hazretleri, hakîkî kulluğu ne güzel açıklar: Bir gün kendisine sordular: “–Nefsin istediklerini mi yapalım, istemediklerini mi?” Hazret-i Pîr şöyle cevap verdi: “–Bu ikisinin farkını tespit edebilmek oldukça zordur. Nefs, bu isteklerin Rahmânî mi yoksa şeytânî mi olduğunu bilme husûsunda insanları ekseriyâ yanıltır. Bunun içindir ki, yalnızca Allâh’ın emrettiği yapılır, nehyettiği yapılmaz. Hakîkî kulluk budur.” Hak yolunun sâlikleri, Allâh’ın emirlerine itaati ve din kardeşlerine hizmet ve nasîhati kendilerine vazgeçilmez bir düstûr edinmeli ve bu ebedî saâdet vâsıtalarıyla Hakk’ın rızâsını tahsîle gayret göstermelidirler. Bir gün, Dâvûd-i Tâî Hazretleri’nin sohbetine devâm eden sâlih bir zât Mâruf-i Kerhî’ye:
“–Sakın amel işlemeyi terk etme! Zîrâ amel, seni Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına yaklaştırır.” dedi. Mâruf sordu: “–Amel ile neyi kasdediyorsun?” O zât buyurdu ki: “–Her hâlükârda Rabbine itaat hâlinde olmayı; müslümanlara hizmet ve nasihatte bulunmayı…” Velhâsıl, Allâh’a muhabbetin en büyük alâmeti O’na itaattir. “Seven, sevdiğine itaat eder.” düstûrunca, Rabbini seven bir mü’min, dâimâ O’na itaat hâlinde olur. İtaat ve teslîmiyet ile yapılan az bir ibâdet, itaatsiz ve teslîmiyetsiz yapılan dağlar kadar ibâdetten Hak katında daha makbûldür. Zîrâ kulluk, itaat ve teslîmiyetle başlar. Nitekim şeytan, yüce dergâhtan ibâdet eksikliği sebebiyle değil, itaat ve teslîmiyet noksanlığından dolayı kovulmuştu. Ashâb-ı kirâm hazarâtı, Allâh’a ve Rasûlü’ne olan sevgi, bağlılık ve itaatleri nisbetinde tekâmül ettiler. İlâhî emirlere, sevgi ve teslîmiyet ile îtirazsız boyun eğmeleri sâyesinde, bütün ümmete numûne olan yıldız şahsiyetler hâline geldiler. Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’sinde cemâdâtın dahî ilâhî emirlere itaat hâlinde olduklarını ne güzel ifâde eder: “Görmez misin? Bulutlar, güneş, ay ve yıldızların hepsi de bir nizam üzere hareket ederler. Bu sayısız yıldızların her biri, vaktinde doğar, doğuş zamanları ne gecikir, ne de önce olur. Bu hârikaları nasıl oldu da, peygamberlerin mûcizelerinden bilmedik, anlayamadık? Onlar taşı ve asâyı akıllı hâle getirdiler. Bunları gör de öbür cansızları asâ ile, taş parçası ile kıyâs et. Taş parçalarının azîz Peygamber Efendimiz’e ve asânın da Hazret-i Mûsâ’ya itaat etmeleri, diğer cansız sandığımız bütün varlıkların Hakk’ın emrine nasıl boyun eğdiklerini haber verir. Onlar lisân-ı hâl ile derler ki: «Biz Allâh’ı biliyoruz ve O’na itaat ediyoruz. Biz rastgele yaratılmış boş şeyler değiliz. Biz hepimiz Kızıldeniz’e benzeriz. O, deniz olduğu hâlde batırıp boğacağı Firavun ile İsrâîloğullarını tanıyıp ayırt etti.» Nerede bir ağaç ve taş varsa, Hazret-i Mustafâ’yı görünce apaçık selâm vermişti ya; işte cansız bildiğin her şeyin de canlı olduklarını böylece bil!..” Yâni sâdece insanlar ve cinler değil, hayvânât ve hattâ cemâdât dahî, Allâh ve Rasûlü’ne itaat hâlindedir. Bütün varlıklar itaate koşarken, insanın isyan bataklıklarında boğulması ne kadar hazindir. O hâlde, Allâh’ın yarattığı mahlûkâtın itaatlerinden ibret alarak, huzûr-i ilâhîde kemâl-i edeple eğilmemiz îcâb eder. 6. İbâdetlerde Titizlik
İnsan, ilâhî azamet ve kudret akışlarının sayısız nakışı ile donatılmış bu âlemde ilâhî sanatın zirvesi olarak yaratılmış, bu yaratılışın şükrânesi ve “Hakk’a vuslat”ın, yâni Rabbi ile dost
olabilmenin temini için de ibâdetlerle mükellef kılınmıştır. Cenâb-ı Hak birçok âyet-i kerîmede, insanın ebedî hüsrandan kurtulabilmesi ve kalb-i selîm, kalb-i münîb40 ve nefs-i mutmainneye nâil olabilmesi için, amel-i sâlihlere sarılmasını emretmiştir. İbâdetler, kulun ezelde Rabbine verdiği söze sâdık kaldığını gösteren bir vefâ nişânesidir. Mü’mini Cenâb-ı Hakk’a yaklaştıran vuslat demleridir. Diğer taraftan ibâdetler, insanoğlunu ölüm ötesinin kaygı ve endişelerinden âzâd edebilecek en müessir şifâ, huzur ve tesellî kaynağıdır. Kalbî muvâzene ve selâmetin temini ve kulluğun seviye kazanabilmesi için de zarûrî bir feyz menbaıdır. Dolayısıyla ibâdetlerimiz, üzerinde çok titizlik göstermemiz ve hassas olmamız îcâb eden mevzûların başında gelmektedir.
Fazîlet Tabloları
Ehemmiyetine binâen, öncelikle abdest husûsunda titizliğin lüzûmuna temâs etmek gerekmektedir. Çünkü abdestte gösterilecek îtinâsızlık ve ihmâller, onun akabinde yapılan ibâdetlere de o nisbette, menfî bir sûrette akseder. Nitekim bir defâsında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sabah namazını kıldırmıştı. Namazda Rûm Sûresi’ni okurken kısmen yanılmalar oldu. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, namazı tamamladıktan sonra cemaate dönüp: “Bâzı kimseler namaza abdestsiz geldikleri için, şeytan kıraati karıştırmamıza sebep oluyor. Namaza geldiğinizde abdestinizi güzelce alın!” buyurdular. (Ahmed, III, 471; Nesâî, İftitah, 41; Müctebâ Şerhi, II, 156) Demek ki namaz öncesindeki temizlik ve abdesti güzelce almak, ibâdetlerimizin sıhhati açısından çok mühim hususlardır. İmkân nisbetinde dâimâ abdestli bulunmak da büyük bir fazîlettir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bütün işlerini abdestli iken yapmayı severdi. Ebû Cuheym -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre Allâh Rasûlü, Cemel Kuyusu tarafından gelirken bir kişiye rastlamıştı. Adam ona selâm verdi, fakat Efendimiz selâmını almadı. Hemen bir duvarın yanına varıp yüzünü ve ellerini meshederek teyemmüm etti, ondan sonra adamın selâmını aldı. (Buhârî, Teyemmüm, 3) Allâh Rasûlü bu davranışıyla, abdestli bulunmanın ve bir iş yaparken onu abdestli olarak yapmanın -mecbûrî olmamakla birlikte- fazîletli bir davranış tarzı olduğunu fiilî olarak beyan buyurmuştur. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Rasûl-i Ekrem Efendimiz tuvaletten çıkar, önce suyu eline dökerek ellerini yıkar, sonra toprakla teyemmüm ederdi. O’na: «–Ey Allâh’ın Rasûlü, suyun yakınındasınız! (Niçin böyle yapıyorsunuz?)» dedim. Efendimiz şöyle cevap verdi: “–Ne bileyim, belki ona ulaşamadan (rûhumu teslîm edebilirim.)” (Ahmed, I, 288, 303; Heysemî, I, 263) Bir başka rivâyete göre de Fahr-i Kâinât Efendimiz, gusül abdesti alması gereken durumlarda, gusledinceye kadar abdestsiz durmamak için, ellerini duvara vurup teyemmüm ederdi. (Heysemî, I, 264) İşte Fahr-i Kâinât Efendimiz’in biz ümmetine gösterdiği maddî ve mânevî temizlik ufku… Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbıyla birlikte kabristana gitti ve: “Allâh’ın selâmı üzerinize olsun ey mü’minler diyârının sâkinleri! İnşâallâh bir gün biz de size katılacağız. Kardeşlerimizi görmeyi çok isterdim. Onları ne kadar da özledim!” buyurdu. Ashâb-ı kirâm: “–Biz Sen’in kardeşlerin değil miyiz yâ Rasûlallâh?” dediler. Efendimiz: “–Sizler benim ashâbımsınız, kardeşlerimiz ise henüz gelmemiş olanlardır.” buyurdular. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm: “–Ümmetinden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksın ey Allâh’ın Rasûlü?” dediler. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Bir adamın alnı ve ayakları ak olan bir atı olduğunu düşünün. Adam bu atını, hepsi de simsiyah olan bir at sürüsü içinde tanıyamaz mı?” diye sordu. Sahâbe: “–Evet, tanır ey Allâh’ın Rasûlü!” dediler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “–İşte onlar da abdestten dolayı yüzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak geleceklerdir. Ben önceden gidip havuzumun başında ikrâm etmek için onları bekleyeceğim. Dikkat edin! Birtakım kimseler yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim havuzumdan kovulacaklar. Ben onlara «Buraya gelin!» diye nidâ edeceğim. Bana: «–Onlar Sen’den sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in Sünnet’ini tâkip etmeyip başka yollara saptılar.)» denilecek. Bunun üzerine ben de: «–Uzak olsunlar, uzak olsunlar» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret 39, Fedâil 26)
Demek ki abdest husûsunda titiz davranan mü’minler, Allâh Rasûlü’nün sevgisine ve “Kardeşlerim” hitâbına mazhar olmaktadırlar. Abdest ve diğer ibâdetlerde zaaf gösterip yanlış yollara sapanlar ise kıyâmet günü yabancı develer gibi kovulacak ve Allâh’ın Rasûlü’nden uzaklaştırılmak gibi en fecî bir bedbahtlığa dûçâr olacaklardır. Tâbiînden Ebû Hâzim, Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın abdest alırken kollarını koltuğunun altına kadar yıkadığını görmüştü. “–Ebû Hüreyre, bu nasıl abdest?” diye sordu. Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-: “–Ey Benî Ferrûh! Siz burada mıydınız? Burada olduğunuzu bilseydim böyle abdest almazdım.” dedikten sonra şöyle devâm etti: “–Ben, dostum Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i şöyle buyururken işittim: “Kıyâmet gününde mü’minin nûru, abdest suyunun ulaştığı yere kadar varır.” (Müslim, Tahâret, 40) Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın şu sözleri, Allâh Rasûlü’nün ibâdet aşkını ne güzel ifâde etmektedir: “Bedir günü aramızda Mikdâd’dan başka süvâri yoktu. İyi biliyorum, o zaman Allâh Rasûlü hâriç hepimiz uyumuştuk. Rasûl-i Ekrem Efendimiz ise sabaha kadar bir ağaç altında namaz kılıp ağlamıştı.”41 Ne muazzam bir ibâdet aşkı ki, hazarda da seferde de aslâ zaafa uğramıyor!.. Cenâb-ı Hak buyurur: “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” (el-Hicr, 99) “Secde et ve yaklaş!” (el-Alak, 19) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namaz mevzuunda çok hassas davranan Abdullâh bin Revâha Hazretleri’ni “Kardeşim” hitâbıyla taltif buyurarak şöyle medhetmiştir: “Allâh, kardeşim Abdullâh bin Revâha’ya rahmet etsin! Namaz vakti nerede girse, hemen durur ve namazını kılar.” (Heysemî, IX, 316) Cerh bin Abdullâh -radıyallâhu anh- anlatıyor: Bir gece Rasûl-i Ekrem Efendimiz’le birlikte oturuyorduk. Dolunaya bakarak şunları söyledi: “–Şu dolunayı birbirinizi itip kakmadan rahatça nasıl görüyorsanız, Rabbinizi de öyle rahatça göreceksiniz. Artık güneşin doğmasından ve batmasından önceki bütün namazları kılabilmek için elinizden gelen gayreti gösteriniz.”
Ardından da şu âyet-i kerîmeyi okudu: “…Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbîh et; gece saatlerinde ve gündüzleri de tesbîh et ki, Rabbinin rızâsına eresin.” (Tâhâ, 130) (Buhârî, Mevâkît 16, 26, Tefsîr 50/1, Tevhîd 24; Müslim, Mesâcid 211) Demek ki Yüce Rabbimiz’i görebilmemiz için en büyük vesîle, farz namazlara gösterilen titizliktir. Yapılan her ibâdet, âdeta cennete giriş vizesi gibi görülmeli ve bu ulvî ruh heyecânı içinde îtinâ ile îfâ edilmelidir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “Kişi rükû ve secdesini tam yaparak namazı güzel bir şekilde edâ ederse namaz o kişiye: «–Beni muhâfaza ettiğin gibi Allâh da seni muhâfaza etsin!» der. Namaz yükseltilir. Kişi rükû ve secdesini tam olarak yapmaz, namazını güzelce edâ etmezse namaz ona: «–Beni zâyî ettiğin gibi Allâh da seni zâyî etsin!» der. Namaz, eski elbisenin dürüldüğü gibi dürülüp adamın yüzüne çarpılır.”42
Âyet-i kerîmede buyrulur: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. (Gafletle kılarlar.)” (el-Mâûn, 4-5) Ağırdan alarak namazı son vaktine kadar geciktirmek ve kerhen kalkarak vazîfe savar gibi hemen farzını kılıvermek, Allâh muhâfaza buyursun, insanı münâfıklığa götüren kötü bir haslettir. Alâ bin Abdurrahmân anlatıyor: “Bir öğleden sonra Enes bin Mâlik’in yanına gitmiştik. Enes, biz varınca hemen kalkarak ikindi namazını kıldı. Namazını bitirince kendisine namazı erken kıldığını söyledik. O da niçin böyle erken kıldığını anlatarak şöyle dedi: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu işittim: «O münâfıkların namazıdır! O münâfıkların namazıdır! O münâfıkların namazıdır!43 Onlardan biri oturur, oturur, tam güneş sararıp batmaya yüz tutunca, şeytanın iki boynuzu arasına girince kalkar, kuşun yem toplaması gibi hızlıca dört defâ yatıp kalkar, namazda Allâh’ı da pek az zikreder.»” (Muvatta, Kur’ân-ı Kerîm, 46; Müslim, Mesâcid, 195) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, vâlilerine şöyle nasihat etmiştir:
“Benim katımda en mühim işiniz namazdır. Kim onu koruyup vakitlerine dikkat ederse, dînini korumuş olur, kim de onu yerine getirmeyip yitirirse, dînini de kısa zamanda yitirir.” (Muvatta, Vukûtu’s-Salât, 6) Misver bin Mahreme -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- hançerlendiğinde zaman zaman baygınlık geçiriyordu. Bir keresinde yanına girdim, üstüne bir örtü örtmüşler, kendinden geçmiş vaziyette yatıyordu. Yanındakilere: «–Durumu nasıl?» diye sordum. «–Gördüğün gibi baygın.» dediler. «–Namaza çağırdınız mı? Eğer hayattaysa onu namazdan başka hiçbir şey korkutup uyandıramaz.» dedim. Bunun üzerine: «–Ey Mü’minlerin Emîri namaz! Namaz kılındı!» dediler. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anhhemen ayıldı ve: «–Öyle mi? Vallâhi namazı terk edenin İslâm’dan nasîbi yoktur.» dedi. Kalktı ve yarasından kanlar akarak namazını kıldı.” (Heysemî, I, 295; İbn-i Sa’d, III, 35; Muvatta, Tahâret, 51) Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- Kûfe’de hutbe verirken, Allâh Rasûlü’nden işittiğini bildirerek şöyle buyurmuştur: “Cuma günü olunca şeytan erkenden çarşı ve pazara bayraklarıyla gider, insanlara bin bir engel çıkararak mânî olmaya, (en azından) onları Cuma’ya geciktirmeye çalışır. Melekler de erkenden gidip mescidin kapılarına dururlar. Gelenleri; birinci saatte gelenler, ikinci saatte gelenler diye yazarlar. Bu hâl, imam (hutbeye) çıkıncaya kadar devâm eder. Kişi mescidde, imamı görüp dinleyebileceği bir yere oturur, can kulağıyla dinler ve konuşmazsa, kendisine iki kat sevap vardır. Kişi uzakta kalır ve imamı dinleyemeyeceği bir yere oturur, sessiz durur ve konuşmazsa bir sevap alır. Eğer, imamı görüp dinleyebileceği bir yere oturur, fakat boş konuşma yapar, sessiz kalmazsa, ona iki vebâl yazılır…” (Ebû Dâvûd, Salât, 209/1051) Cuma namazına ehemmiyet vererek câmiye erkenden gelen, imamı rahatça duyabileceği bir yere oturarak tefekkürle dinleyen ve huşû üzere bulunan kimseler, elbette böyle olmayanlara nazaran daha kazançlı çıkacaklardır. Tâbiînin önde gelen tefsîr ve kıraat âlimlerinden Mücâhid -rahmetullâhi aleyh- diyor ki: “Abdullâh bin Zübeyr -radıyallâhu anhümâ- ibâdette hiç kimsenin erişemediği bir noktaya erişmişti. Bir defâsında tavaf mahallini sel basmıştı, halk bir hafta tavaf yapamamıştı. Abdullâh ise bir hafta boyunca Kâbe’yi yüzerek tavâf etti.” (Ali el-Müttakî, XIII, 471/37228; Zehebî, Siyer, III, 370)
Şeyh Sâdî’nin Gülistan adlı eserinde anlattığı şu hâtırası da, ibâdetleri kalbî galatlarla hebâ etmemek gerektiğini ne güzel ifâde etmektedir: “Çocukluğumda zühde, riyâzata, gece ibâdetine çok düşkündüm. Bir gece babamın yanında oturuyordum. Bütün gece gözümü yummamış, Kur’ân-ı Kerîm’i elimden bırakmamıştım. Birtakım kimselerse etrâfımızda uyuyorlardı. Babama: «–Şunların bir tanesi bile başını kaldırıp iki rekât teheccüd namazı kılmıyor; sanki ölü gibi uyuyorlar.» dedim. Bu sözüm üzerine babam kaşlarını çattı ve: «–Oğlum Sâdî! Başkalarının dedikodusunu edeceğine, keşke sen de onlar gibi uyusaydın! (Zîrâ senin hor gördüklerin, şu andaki ilâhî rahmetten mahrûmiyet içindelerse de, onlara Kirâmen Kâtibîn melekleri menfî bir şey yazmıyor. Senin amel defterine ise, din kardeşlerini küçük görme ve gıybet günâhı yazıldı.)» karşılığını verdi.” Müslümanlar, ibâdetlerine gösterdikleri titizliği savaş zamanlarında dahî muhâfaza etmişler ve böylece Allâh’ın yardımına mazhar olmuşlardır. Venedikli Travijani, Yıldırım Bâyezid’in kahraman ve muzaffer ordusunu şöyle tasvîr eder: “Osmanlı ordusunda bizde olduğu gibi şarap, kumar ve fuhuş gibi şeyler yoktur. Onlar, hiç aksatmadıkları askerî tâlimlerine ilâveten, Allâh’ın büyük ve yüce ismini devamlı zikrederler, gece ve gündüz ibâdetle meşgul olurlar. Bu sebeple de dâimâ gâlip gelirler.” Bâyezîd Câmii, bir cuma günü ibâdete açılmış ve orada ilk namazı, Fâtih’in oğlu II. Bâyezîd Han kıldırmıştır. Bu hâdiseyi Evliyâ Çelebi şöyle anlatır: “Câminin inşâsı tamamlanınca, bir cuma günü büyük bir merâsimle ibâdete açıldı. Bâyezîd-i Velî buyurdular ki: «–Her kim, ömründe ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetini hiç terk etmemiş ise, şu mübârek vakitte o imâm olsun!» Deryâ misâli cemaat içinden kimse çıkmayınca, Bâyezîd Han mecbûr kalarak: «–Elhamdülillâh! Savaşta ve barışta biz bu sünnetleri hiç terk etmedik!..» dedi ve kendisi imâm olup namazı kıldırdı.” Osmanlı sultanlarından VI. Mehmed Reşad, saraydaki hânedan çocuklarını yetiştirmek üzere “Muallime-i Selâtîn: Sultanların Hocası” tâyin ettiği Safiye Hanım’a, ilk olarak şunu emretmiştir: “Namaz kılmayanlara, oruç tutmayanlara yedirdiğim tuz ve ekmeği harâm ediyorum. Bu irâdem hoca hanım tarafından, talebe şehzâde ve hanım sultanlara söylensin.”44 Dünyevî makam ve mevkî, o insanlara ibâdet hassâsiyetini unutturmamış, her işlerinin başına namaz ve oruç gibi âhiret azığı olacak gayretleri yerleştirmekten geri bırakamamıştır.
İbâdetler husûsundaki titizliğin en canlı misallerinden biri de Kafkasların şanlı mücâhidi Şeyh Şâmil’e âittir. O, 1829’daki Gimri savunmasında, birçok süngü, kılıç ve kurşun yarası almıştı. Göğsünden girip sırtından çıkan bir süngü ciğerini parçalamış, ayrıca kaburgaları ve sağ köprücük kemiği kırılmıştı. Cerrah olan kayınpederinin tedâvileri neticesinde altı aya yakın bir zamanda ancak kendine gelebildi. Yaralandığı günden itibâren 25 gün boyunca komada yatan bu genç mücâhid, yirmi beşinci günün sonunda kendine gelip gözlerini açınca, başucunda annesini buldu. Ona söylediği ilk sözü: “–Anacığım! Namaz vakti geçti mi?” oldu.45 Çanakkale Harbi’nin devâm ettiği günlerde bir Ramazan bayramı arefesiydi. Cephe kumandanı Vehip Paşa, 9. Tümen’in genç imamını çağırarak mahzun bir şekilde, istemeye istemeye şöyle dedi: “–Hâfız! Yarın Ramazan bayramı. Asker toplu olarak bayram namazı kılmak istiyor. Ne dediysem, vazgeçiremedim. Zîrâ böyle bir şey, pek tehlikeli, yâni düşmanın arayıp bulamayacağı toplu bir imhâ fırsatı olur. Münâsip bir dille bunu erâta bir de sen anlatıver!..” İmam Efendi, Paşa’nın yanından henüz ayrılmıştı ki, karşısına nur yüzlü bir zât çıktı ve: “–Oğlum! Sakın ola askerlere bir şey söyleme! Gün ola hayır ola; Allâh ne derse, öyle olur.” dedi.
Ertesi sabah, herkesi hayrete düşüren ilâhî bir tecellî yaşandı. Gökten hevenk hevenk bulutlar indi ve gönlü Allâh’a kulluk aşkıyla dolup taşan mü’min askerlerin üzerini kapladı. Onları dürbünle gözetleyen düşman kuvvetleri, artık bembeyaz bulutlardan başka bir şey göremiyordu. O sabah, bambaşka bir mânevî heyecan içinde kılınan bayram namazında alınan gür tekbirler, dalga dalga semâya yükseliyordu. Nur yüzlü ihtiyar zât, Fetih Sûresi’nden birkısım âyetleri tilâvet ederken askerlerin gönüllerinden taşan kelime-i tevhîd sesleri, birer îman sayhası hâlinde düşman saflarından bile duyulmaktaydı. İşte bu esnâda İngiliz kuvvetleri arasında büyük bir kargaşa başgösterdi. Zîrâ çeşitli İngiliz sömürgelerinden kandırılarak getirilmiş bulunan birkısım müslüman askerler, yine kendileri gibi müslüman bir toplulukla savaştıklarını, işittikleri tekbir ve tevhid seslerinden anlamışlar ve bunun üzerine isyân etmişlerdi. Ne yapacağını şaşıran zâlim İngilizler, onların bir kısmını kurşuna dizdi, diğerlerini de alelacele cephe gerisine çekmek zorunda kaldı. İslâm askerlerinin sînesinde sarsılmaz bir kale olan îman, cephede dahî ibâdetlerini îfâ etmelerini sağlamış ve bunun netîcesinde ilâhî feyz ve yardım inerek bütün orduyu kaplamıştı. Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-, insanların sırat köprüsünden, ibâdetlere verdikleri ehemmiyet nisbetinde hızlı geçeceklerini bildirerek şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar cehenneme gelirler, sonra amellerine göre oradan geçerler: Onların ilk grubu şimşek hızıyla geçer, ikinci grup rüzgâr gibi geçer. Sonraki bir atlı sür’atiyle, sonraki bir deve binicisi sür’atiyle, sonraki koşarak, en sonraki de yürüyerek geçer.” (Tirmizî, Tefsîr, 19/3159) Hâsılı, ibâdet ve kulluktaki gâye, kalben Allâh ile beraber olabilmektir, yâni mârifetullâh ve muhabbetullâhtır. İbâdetler, îmânın kalbdeki tezâhürü kadar kişiye zarâfet ve güzel ahlâk kazandırır. Şevk ve iştiyâk ile yapılan ibâdetler, rûhu derinleştirir ve kulu Allâh’a yakınlaştırır. Kalbde merhamet ve cömertlik duygularını inkişâf ettirir. Cenâb-ı Hak, böyle kullarının gören gözü, işiten kulağı olur. Yâni onların görüşleri, duyuşları, düşünüşleri ve ifâdeleri artık hep ilâhî nûrun cereyânından ibâret hâle gelir. Rabbimiz cümlemize nasîb eylesin! Âmîn!..
a. Nâfile İbâdetler
Nâfile ibâdetler, farzları takviye eder ve kulun Allâh’a yakınlaşmasına vesîle olur. Farzları tam ve kusursuz olarak, Allâh indinde en makbûl mâhiyetiyle edâ edebilmek, -beşeriyet îcâbıkâmil mânâda mümkün değildir. Ne kadar ihtimam gösterilse de, elbette zaman zaman kusur ve hatâlar olabilmektedir. Dolayısıyla bu noksanlığı tamamlamak için nâfilelerden başka çâre yoktur. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle haber vermiştir: “Kıyâmet gününde kulun hesâba çekileceği ilk amel, namazdır. Eğer namazı düzgün olursa, işi iyi gider ve kazançlı çıkar. Namazı düzgün değilse, kaybeder ve zararlı çıkar. Şâyet farzlarından bir şey noksan olursa, Azîz ve Celîl olan Rabbi: «Kulumun nâfile namazları var mı, bakınız?» buyurur. Farzların eksiği nâfilelerle tamamlanır. Sonra diğer amellerinden de bu şekilde hesâba çekilir.” (Tirmizî, Salât, 188/413) Lâkin bu ifâdelerden, farzları bırakıp nâfilelerle meşgul olmak şeklinde bir hüküm çıkarılmamalıdır. Sırf farzlarla meşgul olup nâfileleri ihmâl etmek doğru olmadığı gibi, sadece nâfilelerle meşgul olup farzları ihmâl etmek de doğru olmaz. Doğru olan, farzları edâ etmekle birlikte mümkün mertebe nâfile ibâdetleri de huzûr içinde îfâ etmeye gayret göstermektir. Rasûlullâh ve ashâbının hayâtındaki tatbîkât, bu hususta yegâne istikâmet çizgisidir. Diğer taraftan kazâ borcu bulunan kimselerin sırf kazâ kılıp nâfileleri terk etmesi de doğru değildir. Zîrâ kazâlar, kerâhat vakitleri hâriç, günün her vaktinde edâ edilebilir. Oysa teheccüd, işrâk, kuşluk, evvâbîn gibi birkısım nâfile namazlar vakitlere bağlı olduğundan onları edâ husûsunda basîretli davranmak gerekir.46 Kul, Allâh’a farzlarla yaklaştığı kadar hiçbir amel ile yaklaşamaz. Lâkin, bu ulvî yolculuğa nâfilelerle devâm eder. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Her kim (ihlâs ile Bana kulluk eden) bir dostuma düşmanlık ederse, Ben de ona karşı harp îlân ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık kazanamaz. Kulum Bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle durmadan yaklaşır, nihâyet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben onun (âdeta) işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı akleden kalbi ve konuşan dili olurum. Ben’den her ne isterse, onu mutlakâ veririm. Bana sığınırsa, onu korurum. Ben, yapacağım bir şeyde, mü’min kulumun rûhunu kabzetmekteki tereddüdüm kadar hiç tereddüde düşmedim: (Zîrâ) o, ölümü sevmez; Ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” (Bkz. Buhârî, Rikâk, 38; Ahmed, VI, 256; Heysemî, II, 248) Nâfile ibâdetler, kulluk şuurunu canlı tutar, kalbi rakîkleştirir, rûhu inceltir, yüze nûr u melâhat bahşeder. Nâfilelere huşû, huzur ve kalb uyanıklığıyla devâm edenlerin îman heyecanları daha fazla, vuslat arzuları daha coşkundur. Tabiî âhiretteki saâdet ve sevinçleri de o nisbette tahakkuk eder.
Fazîlet Tabloları
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in günleri ve geceleri, farzların hâricinde devâm ettiği pek çok nâfile ibâdetle feyizlenmişti. Farzlardan önce ve sonra kıldığı sünnet namazları, geceleri devâm ettiği Teheccüd namazı, zikir ve tefekkür gibi ibâdetleri, her gün muayyen miktarda Kur’ân okuması, İşrâk, Duhâ, Evvâbîn gibi namazları, nâfile oruçları, bitip tükenmeyen infakları, Allâh yolundaki gayretleri, mübârek yüzünde bir gül gibi açan dâimî tebessümleri, O’nun Allâh Teâlâ ile huzur verici beraberliğinin alâmetleriydi. Sevindiğinde veya sevindirici bir haber aldığında, Allâh’ın bu ihsânına şükretmek için secdeye kapanır47 ve namaz kılardı.48 Güneş ve ay tutulması gibi fevkalâde hâdiseler, yâni ilâhî azamet tecellîleri karşısında hemen namaza dururdu.49 Allâh’tan bir hâcetini talep edeceğinde yine namaz kılardı. Allâh Rasûlü’nün Ramazan-ı şerîfi, terâvîh, îtikâf, infak gibi ibâdetlerle daha ayrı bir rûhâniyet kazanırdı. Ramazan’dan sonra da zaman zaman nâfile oruç tutmaya devâm ederdi. Husûsiyle pazartesi ve perşembe günleri oruçlu olmayı tercih eder ve bunun sebebini de şu şekilde açıklardı: “Ameller Allâh Teâlâ Hazretleri’ne pazartesi ve perşembe günleri arz edilir. Ben, amelimin oruçlu olduğum hâlde arz edilmesini severim.” (Tirmizî, Savm, 44/747) Her hicrî ayın “Eyyâm-ı Bîz” denilen 13, 14 ve 15’inci günlerinde oruç tutmaya önem verir ve bunu ashâbına da tavsiye ederdi. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-: “Peygamber Efendimiz, Eyyâm-ı Bîz’da oruç tutmayı hazarda da seferde de bırakmazdı.” der. (Nesâî, Savm, 70) Allâh Rasûlü, Şevvâl ayından altı günü oruçla geçirir,50 Muharrem’in 9-10 veya 10-11’inci günlerinde Aşûre orucu tutardı.51
Yine Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, umre ve haccın fazîletlerini beyân eder, dâimâ Allâh’ı zikir hâlinde bulunur, hamd, tesbîhât ve istiğfârı dilinden düşürmezdi. Kendisi için ve ümmetinden güç yetiremeyenler adına kurbanlar keserdi.52 Rebîa bin Kâ’b -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in kapısında geceler, ona abdest suyunu hazırlar, ihtiyâcı olan şeyleri getirirdim. Gece bir müddet: «Semiallâhu li-men hamideh», bir müddet de: «Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn» dediğini duyardım. (İbn-i Sa’d, IV, 313) Bir gün Allâh Râsûlü: «–Benden dilediğini iste!» buyurdu. Ben: «–Cennette Sen’inle beraber olmayı isterim.» dedim. Efendimiz: «–Başka bir şey istesen olmaz mı?» buyurdu. Ben: «–Dileğim ancak budur!» dedim. Bunun üzerine Allâh Rasûlü: «–Öyleyse çokça secde ederek kendin için bana yardımcı ol!» buyurdu.” (Müslim, Salât, 226) Secdeden maksat, umûmiyetle namazdır. O hâlde cennete girerek orada Allâh’ın Habîbi’ne komşu olmak isteyenler, bol bol namaz kılmalı, Hakk’a yakınlık anları olan secdeleri artırmalıdırlar. Zîrâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in cennetteki mevkii, peygamberlerin de üzerinde olan, zirve bir makamdır. Hadîs-i şerîften anlaşıldığı vechile, Efendimiz’e cennette yakın olabilmek için, sünnet-i seniyyeyinin gerektirdiği vazîfeleri yerine getirmek ve bilhassa huşû içinde çokça namaz kılmak îcâb etmektedir.
Ümmü Habîbe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «Kim her gün farzlar hâricinde on iki rekât nâfile kılarsa Allâh onun için cennette mutlakâ bir ev inşâ eder.» buyurmuştu. Bu müjdeyi Allâh Rasûlü’nden işittiğim günden beri bu namazları hiç terk etmedim.” (Müslim, Müsâfirîn, 103) Hayber’in fethedildiği gün birisi Peygamber Efendimiz’e gelerek: “–Ey Allâh’ın Rasûlü, bugün ben öyle bir kâr elde ettim ki, böylesini şu vâdi ahâlisinden hiçbiri elde etmemiştir.” dedi. Efendimiz: “–Bak hele! Neler kazandın?” diye sordu. Sahâbî: “–Ben alıp satmaya ara vermeden devâm ettim. Öyleki üç yüz ukıyye53 kâr elde ettim.” dedi. Buna karşılık Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Sana kârların en hayırlısını haber vereyim mi?” diye sordu. O zât: “–Nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” dedi. Efendimiz şu cevâbı verdi: “–(Farz) namazdan sonra kılacağın iki rekât nâfile namazdır.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 168/2785) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir bölgeye askerî birlik göndermişti. İslâm askerleri kısa sürede büyük ganimetlerle döndüler. Bunun üzerine bir şahıs: “–Yâ Rasûlallâh! Biz bunlardan daha çabuk dönen ve daha fazla ganimet getiren başka bir birlik görmedik.” dedi. Allâh Rasûlü: “–Ben size bundan daha çabuk dönen ve daha çok ganimet sağlayan bir şeyi haber vereyim mi?” diye sordu ve sözlerine devamla: “–Bir adam güzelce abdest alarak mescide varır, sabah namazını edâ eder, ardından da kuşluk namazını kılarsa, işte bu şahıs, hem daha çabuk dönmüş, hem de daha fazla kazanmış olur.” buyurdu. (İbn-i Hibbân, VI, 276/2535) İbn-i Ömer -radıyallâhu anh- der ki: Ebû Zer -radıyallâhu anh-’a: “–Amcacığım, bana tavsiyede bulunur musunuz?” dedim. Bana şöyle dedi: “–Benim Rasûlullâh’tan istediğim şeyi sen de benden istedin. Allâh Rasûlü şöyle buyurmuştu: «Duhâ namazını iki rekât kılarsan, gâfillerden yazılmazsın; dört rekât kılarsan, âbidlerden yazılırsın; altı rekât kılarsan, Allâh senin ihtiyaçlarını giderir; sekiz rekât kılarsan, kânitîn (çok ibâdet edenlerden) yazılırsın; şâyet on iki rekât kılarsan, senin için cennette bir ev inşâ edilir. Hiçbir gün, hiçbir gece, hattâ hiçbir an yoktur ki, Allâh Teâlâ o vakitte kullarından dilediğine ihsan ve ikramda bulunuyor olmasın! Allâh Teâlâ hiçbir kuluna, kalbine zâtının zikrini ilhâm etmekten daha büyük bir ihsanda bulunmamıştır.»” (Heysemî, II, 236; Ali el-Müttakî, VII, 809/21511)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “Cennette bir kapı vardır ki, adına Duhâ Kapısı denir. Kıyâmet günü bir münâdî: «–Duhâ (kuşluk) namazına devâm edenler neredeler? İşte kapınız, Allâh’ın rahmetiyle oradan (cennete) giriniz!» diye çağırır.” (Süyûtî, I, 355/2323)54
Her abdest veya boy abdesti aldıktan sonra, en az iki rekât namaz kılmak sûretiyle, İslâm nîmetini ve abdest alma bahtiyarlığını lutfeden Cenâb-ı Hakk’a şükretmek, güzel bir haslettir. Nitekim Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, insanlara öğretmek maksadıyla abdest aldıktan sonra şöyle demiştir: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bu şekilde abdest alırken gördüm. Abdesti bitince de Efendimiz şöyle buyurmuştu: «–Kim şu abdestim gibi abdest alır, arkasından iki rekât namaz kılar ve namazda nefsinin vesvesesinden uzak durursa, geçmiş günahları affedilir.»” (Buhârî, Vudû, 24) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Bilâl -radıyallâhu anh-’a: “–Ey Bilâl! Müslüman olduktan sonra yaptığın ibâdetler içinde en fazla sevap umduğun hangisidir? Çünkü ben cennette, senin ayakkabılarının sesini önümde duydum!” diye sordu. Hazret-i Bilâl de: “–Gece veya gündüz, abdest aldıktan sonra kılabildiğim kadar namaz kılarım. En fazla sevap beklediğim ibâdet budur.” dedi. (Buhârî, Teheccüd 17, Tevhîd 47; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 108) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Bilâl’in cennette önünde yürüdüğünü rüyâsında görmüştür.55 Cenâb-ı Hak, nâfile namazın ehemmiyetini bildirmek için Efendimiz’e böyle bir rüyâ göstermiştir. Ebû Katâde bir gün Mescid-i Nebevî’ye geldi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in, ashâb-ı kirâm arasında oturduğunu görünce, o da gelip yanlarına oturdu. Bunun üzerine Allâh Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Katâde’ye dönerek: “–Oturmadan önce iki rekât namaz kılmana ne mânî oldu?” diye sordu. Ebû Katâde de: “–Yâ Rasûlallâh! Sen’in ve cemaatin oturduğunu gördüm (bu sebeple kılmadım).” dedi. Bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Biriniz mescide girdiğinde, iki rekât namaz kılmadan oturmasın!” buyurdu. (Müslim, Müsâfirîn, 70) Ashâb-ı kirâmın, herhangi bir ihtiyaç veya sıkıntıları olduğunda hemen nâfile namaz kılar ve Allâh’a ilticâ ederlerdi. Bir yaz günü bahçıvanı Hazret-i Enes’e gelerek, yağmur yağmadığından ve bahçenin kuruduğundan yakındı. Enes -radıyallâhu anh-, su isteyerek abdest aldı ve namaza durdu. Selâm verdikten sonra bahçıvana: “–Gökyüzünde bir şey görebiliyor musun?” diye sordu. Bahçıvan: “–Göremiyorum.” dedi. Enes -radıyallâhu anh- tekrar içeri girip namaz kılmaya devâm etti. Üçüncü yahut dördüncü kez:
“–Gökyüzünde bir şey görebiliyor musun?” diye sorunca, bahçıvan: “–Kuş kanadı kadar bir bulut görüyorum.” dedi. Bunun üzerine Enes -radıyallâhu anh-, namazını ve duâsını sürdürdü. Az sonra bahçıvan yanına girdi ve: “–Gök bulutlarla kaplandı ve yağmur yağmaya başladı.” dedi. Hazret-i Enes: “–Haydi, Bişr bin Şegaf’ın gönderdiği ata bin de yağmurun nerelere kadar yağdığına bakıver!” dedi. Bahçıvan ata binip etrâfı dolaştığında, yağmurun Müseyyerîn köşkleriyle Gadbân sarayından öteye geçmediğini gördü ki, Hazret-i Enes’in bahçesi de bu sınırlar dâhilindeydi. (İbn-i Sa’d, VII, 21-22) Ashâb-ı kirâm, nâfile ibâdetlerdeki hassâsiyetlerini evlâtlarına da yansıtırlardı. Hanım sahâbîlerden Rubeyyi’ bint-i Muavviz -radıyallâhu anhâ- diyor ki: “…Biz Aşûre orucu tutardık. Küçük çocuklarımıza da tuttururduk. Mescide gider çocuklara yünden oyuncaklar yapardık. Onlardan biri yiyecek için ağladığında bu oyuncağı vererek onu iftar vaktine kadar oyalardık.” (Buhârî, Savm, 47; Müslim, Sıyâm, 136) Velhâsıl farzlar, kullara emredilen asgarî seviyedeki ibâdetlerdir. Mü’minlerin, bu asgarî vazîfelere ilâveten, Rablerine yakınlık arzusuyla ve nâil oldukları nîmetlere şükrâne olarak, gerek rahat zamanlarında gerekse de dara düştüklerinde nâfile ibâdetlere devâm etmeleri ve bunları imkânları nisbetinde artırmaları gerekmektedir. Çünkü ibâdet, Allâh Teâlâ’nın huzûruna çıkmak ve O’nunla mülâkât etmektir. Bu ise mü’min gönülleri mânevî hazlara gark eden ve ulvî iklimlere kanat açtıran müstesnâ bir mazhariyettir. Nâfile ibâdetlerle yapılan temrinler ve gösterilen gayretler, nihâyetinde kulu, Allâh ile dâimî bir sûrette beraber olmayı ifâde eden ihsân hâline ulaştırır. Nâfileler, insanın yaratılış maksadına en uygun bir davranış ve bir kul için en mühim âhiret azığıdır. b. Cemaate Devam
İctimâî terbiye, İslâm’ın en mühim esaslarından biridir. Müslümanın ilk ictimâî terbiyesi de cemaatle namaz kılmaktan başlar. Tevhîd üzerine binâ edilen İslâm toplumunda birlik ve beraberlik duygusunu perçinleyen en mühim sâlih amel, işte budur. Nerede cemaatle namaz kılınıyorsa, orada İslâm’ın rûhî ve ictimâî yapısı idrâk edilmeye başlanmış demektir. İslâm, mü’minlerin cemaat hâlinde yaşamalarını, her hususta birbirlerini destekleyip yardımlaşmalarını ve âdeta tek bir saf gibi birlik ve beraberlik içinde Allâh yolunda gayret etmelerini emretmektedir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Allâh, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş, kurşunla perçinlenmiş müstahkem bir binâ gibi saf bağlayarak mücâdele eden kimseleri sever.” (es-Saff, 4) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur: “…Cemaat hâlinde olmanızı ve ayrılığa düşüp dağılmaktan şiddetle kaçınmanızı isterim. Zîrâ şeytan, yalnız başına yaşayan kimselerle beraberdir. İki kişi de olsa, beraber yaşayanlardan ise uzaktır. Cennetin ortasında bulunmak isteyen kimse, cemaate devam etsin…” (Tirmizî, Fiten, 7/2165) Namazın her rekâtında okuduğumuz Fâtiha Sûresi’nde, “Ancak Sana ibâdet eder ve ancak Sen’den yardım isteriz!” derken, günde en az kırk defâ, cemaat hâlinde olduğumuzu Rabbimize arz etmekteyiz. Peygamber Efendimiz’in, gerek Kubâ’da gerekse Medîne-i Münevvere’yi teşrif buyurduklarında yaptıkları ilk iş, bir mescid inşâ etmek olmuştur. Kendileri de bizzat inşaatında çalışarak İslâm cemaatinin temellerini atmışlardır. Efendimiz’in bu sünnetini tâkip eden ecdâdımız da şehirlerin îmârında evvelâ merkeze azametli bir câmi inşâ etmiş, sonra da şehri bu câminin etrâfına bir nûr hâlesi gibi örmüşlerdir. Dolayısıyla namazları cemaatle kılmak, İslâm’ın maksadına en uygun bir davranış ve Yüce Mevlâ’mızın emridir. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- buyurur: “Müslüman bir kimse, namaz ve zikir için çokça câmilerde bulunduğunda, Allâh Teâlâ onun bu hâlinden tıpkı bir âilenin, gurbetteki yakınları döndüğünde sevindiği gibi, sevinç duyar ve hoşlanır.” (İbn-i Mâce, Mesâcid, 19) “Her kim mescide ülfet ederse, Allâh da onunla ülfet eder.” (Süyûtî, II, 143)
“Size Allâh Teâlâ’nın, hatâları neyle silip dereceleri neyle yükselttiğini haber vereyim mi? Soğuk günlerde abdest almak, uzak yerlerden cemaate gitmek ve namazı kıldıktan sonra diğer vakti beklemektir. İşte gerçek bağlılık budur! İşte gerçek bağlılık budur! İşte gerçek bağlılık budur!” (Muvatta, Kasrü’s-Salât, 55) Âişe -radıyallâhu anhâ- da şöyle demiştir: “Kim ezânı işitir de câmiye gitmezse, hayrı istememiş veya kendisi hakkında hayır murâd edilmemiş olur.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, III, 57)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cemaate devam husûsunda ihmalkârlık gösterenlere karşı son derece tâvizsiz davranmıştır. Nitekim bir gün: “Kim, müezzini işitir ve kendini engelleyen bir özrü olmadığı hâlde cemaate gitmezse, münferiden kıldığı namaz (kâmil bir namaz olarak) kabûl edilmez.” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm: “–(Ey Allâh’ın Rasûlü!) Özür nedir?” dediler. Efendimiz: “–Tehlike korkusu veya hastalıktır.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Salât, 46/551) Cemaati terk etmek, İslâm cemiyetinin dağılmasına sebep olur. Cenâb-ı Hak, cemaati parçalayan kimseleri şu şekilde yermektedir: “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, Sen’in onlarla hiçbir alâkan yoktur…” (el-En’âm, 159)
Fazîlet Tabloları
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir sefer esnâsında, Dacnân ile Usfân arasında konaklamıştı. Müşrikler: «–Onların bir namazları vardır ki, onlar için babalarından ve evlâtlarından daha kıymetlidir. Bu namaz ikindi namazıdır. Hazırlığınızı yapın, üzerlerine toptan hücûm edin!» dediler. Bunun üzerine Cebrâîl -aleyhisselâm-, Allâh Rasûlü’ne gelerek savaş esnâsında cemaatle namazın nasıl kılınacağını târif eden Nisâ Sûresi’nin 102. âyetini getirdi.” (Tirmizî, Tefsîr, 4/21) Yâni şartlar ne olursa olsun, hattâ harp hâlinde bile olunsa, müslümanlar için namazı ertelemek ve cemaatle kılınmasını terk etmek mevzubahis değildir. Câfer bin Amr, babasının şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i (bir koyunun) ön kolundan kesip yerken gördüm. O anda namaza çağrıldı. Hemen ayağa kalktı, elindeki bıçağı bir tarafa bıraktı ve yeniden abdest almadan namaza durdu.” (Buhârî, Ezân, 43) Allâh Rasûlü, cemaate devam husûsunda sâhip olduğu titizlik sebebiyle, yemeğini terk etmiş ve yemekten sonra da kılması mümkün olan namazı hemen ilk vaktinde edâ etmiştir. Yezîd bin Âmir -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Allâh Rasûlü namaz kılarken yanına varmıştım. Oturdum ve cemaate iştirâk etmedim. Efendimiz namazdan sonra bize doğru dönünce, kenarda oturduğumu gördü: «–Ey Yezîd, sen müslüman olmadın mı?» buyurdu. «–Oldum yâ Rasûlallâh!» dedim. «–Öyleyse cemaate katılmaktan seni alıkoyan nedir?» buyurdu. «–Sizin namazı kılmış olduğunuzu zannederek evimde kılmıştım.» dedim. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: «–Şâyet namaza gelir de insanları namazda bulursan, onlarla birlikte kıl. Eğer daha önceden namazını kılmış isen, bu senin için nâfile olur. Evde kıldığın da farz yerine geçer.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Salât, 56/577)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, vefâtına sebep olan hastalığı esnâsında bile titizlik gösterdiği en mühim hususlardan biri de cemaatle namaz olmuştur. Hazret-i Enes’in bildirdiğine göre Fahr-i Kâinât Efendimiz, hastalığının sâdece son üç gününde cemaatle namaza iştirâk edememiştir. (Buhârî, Ezân, 46) Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- diyor ki: “Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hastalığı şiddetlendiğinde: «–Ashâbım namaz kıldı mı?» diye sordu. «–Hayır yâ Rasûlallâh, Siz’i bekliyorlar.» dedik. «–Öyleyse benim için su hazırlayınız!» buyurdu. Su koyduk, yıkandı. Kalkmaya davranırken bayıldı. Bir müddet sonra ayıldı. Yine: «–Ashâbım namaz kıldı mı?» diye sordu. «–Hayır yâ Rasûlallâh, Siz’i bekliyorlar.» dedik. «–Öyleyse benim için su hazırlayınız!» dedi. Su koyduk, yıkandı. Kalkmaya davranırken bayıldı. Bir müddet sonra ayıldı. Bu durum birkaç defa tekrar etti. O esnâda insanlar, mescidde Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ı yatsı namazına bekliyorlardı. Bunun üzerine Allâh Rasûlü, namaz kıldırması için Hazret-i Ebû Bekir’e haber gönderdi. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- yufka yürekli bir zât idi, bu sebeple Hazret-i Ömer’e: «–Yâ Ömer, insanlara namazı sen kıldırsan?» dedi. Hazret-i Ömer ise:
«–Sen buna daha lâyıksın.» diye cevap verdi. O günlerde namazı Ebû Bekir -radıyallâhu anhkıldırdı. Daha sonraki günlerde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisini biraz iyi hissedince iki kişinin kollarına girerek, bir öğle namazı için mescide çıktı. (Yürürken tâkatsizliğinden dolayı mübârek ayaklarını yerde sürümesi hâlâ gözümün önündedir.)56 Hazret-i Ebû Bekir bu esnâda namaz kıldırıyordu. Efendimiz’in geldiğini görünce geri çekilmek istedi. Ancak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona, yerinden ayrılma, diye işâret buyurdu. Sonra gelip Hazret-i Ebû Bekir’in yanına oturdu. Bu durumda Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamber’e, insanlar da Hazret-i Ebû Bekir’e tâbî olarak namazı tamamladılar.” (Buhârî, Ezân, 51) Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Hazret-i Ebû Bekir namaz kıldırıyordu. Nihâyet pazartesi günü olunca saf saf namaza durduğumuzda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hücre-i saâdetlerinin perdesini kaldırıp bizi temâşâya başladı. Ayakta duruyordu. Sîmâsı Mushaf yaprağı gibi pırıl pırıldı. Sonra tebessüm etti, mübârek dişleri gözüktü. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’i görünce o kadar sevindik ki, neredeyse namazı bozacaktık. Hazret-i Ebû Bekir, Allâh Rasûlü’nün namaza iştirâk edeceğini düşünerek safa girmek için geri geri gelmeğe başladı. Ancak Fahr-i Kâinât sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namazınızı tamamlayınız, diye işâret edip perdeyi örttü. İşte (bu, O’nu son görüşümüz oldu) o gün dâr-ı bekâya irtihâl etti.” (Buhârî, Ezân, 46) Allâh Rasûlü, arkasında, kurşunla perçinlenmiş bir binâ gibi tek saf hâlinde ve namazlarına cemaatle devâm eden bir topluluk bıraktığı için o kadar mesrûr olmuştu ki, onları seyrederken mübârek yüzünde güller açmıştı. Âlemlerin Efendisi’nin kâinâtı aydınlatan bu tebessümü ashâb-ı kirâma ümit vermişti, lâkin O artık günül huzûru içinde Refîk-ı A’lâ’ya yönelmiş, vuslat ânını bekliyordu.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in vefâtı esnâsında son sözleri: “Namaza, özellikle namaza dikkat ediniz. Elinizin altında bulunanlar hakkında da Allâh’tan korkunuz.” olmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124/5156; İbn-i Mâce, Vasâyâ, 1) Câbir bin Abdullâh -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor: Benim kabîlem olan Selimeoğulları mahallesi, mescide bir hayli uzaktı. Mescid-i Nebevî’nin etrafında ise boş yerler vardı. Evlerimizi satıp mescidin yakınına taşınmak istedik. O sırada şu âyet-i kerîme nâzil oldu: “Şu bir gerçektir: Biz ölüleri yeniden dirilteceğiz. Onların yaptıkları iyi-kötü her işi, geride bıraktıkları iyi-kötü her izi kayda geçireceğiz.” (Yâsîn, 12) Niyetimizi öğrenen Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Selimeoğulları’na:
“–Duyduğuma göre mescidin yakınına taşınmak istiyormuşsunuz, öyle mi?” diye sordu. Onlar da: “–Evet, ey Allâh’ın Rasûlü! Bunu gerçekten istiyoruz.” dediler. O zaman Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: “–Selimeoğulları! Yerinizde kalınız da, mescide gelirken attığınız her adıma sevap yazılsın. Evet, yerinizde kalınız; mescide gelirken attığınız her adıma sevap yazılsın.” (Müslim, Mesâcid, 280, 281; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 36/1) Abdullâh bin Ümmi Mektûm -radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallâh! Medîne’nin zehirli haşereleri ve yırtıcı hayvanları çoktur. (Ben bu hayvanların zarar vermesinden korkarım, benim cemaate çıkmayıp evde namaz kılmama ruhsat var mı?)” dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Hayye ale’s-salâh ve hayye ale’l-felâh’ı işitiyor musun? Öyleyse durma mescide gel.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Salât, 46/553) Görüldüğü üzere Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, her ne durumda olunursa olunsun, imkânları zorlayarak da olsa cemaate iştirâkin ehemmiyetini vurgulamıştır. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cemaate devâm etmeyenler için muhtelif îkazlarda bulunmuştur. Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün bize sabah namazını kıldırdı ve: «–Filân kimse namaza geldi mi?» diye sordu. «–Gelmedi.» dediler. «–Filân geldi mi?» diye sordu. Yine: «–Gelmedi.» dediler. Bunun üzerine: «–İşte bu iki namaz (yatsı ve sabah) münâfıklara en ağır gelen namazdır. Bunlarda ne kadar çok ecir ve sevap olduğunu bilseydiniz, diz üstü emekleyerek de olsa cemaate gelirdiniz. Birinci saf, meleklerin safı gibidir. Ondaki fazîleti bilseydiniz ona yarışarak giderdiniz. Bir kimsenin diğer bir kimseyle olan namazı, yalnız kıldığı namazdan daha bereketli ve sevâbı daha fazladır. İki kişi ile olan namazı da bir kişi ile olan namazından daha bereketli ve üstündür. Beraber kılanların sayısı ne kadar çok olursa, Allâh Teâlâ’nın o kadar çok hoşuna gider.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Salât, 47/554; Nesâî, İmâmet, 45) Abdullâh bin Mes’ud -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:
“Vallâhi ben, nifâkı bilinen bir münâfıktan başka namazdan geri kalanımız olduğunu görmemişimdir. Allâh’a yemin ederim ki (hasta) bir adam iki kişi arasında ayakta sallanır hâldeyken bile namaza getirilir ve onların iki taraflı desteğiyle safta durdurulurdu.” (Müslim, Mesâcid, 256-257)
Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh-, bir gün çarşıda dolaşırken namaz vakti gelmişti. Müslümanların ezanı duyar duymaz tezgâh ve dükkânlarını kapatarak câmiye gittiklerini gördü. Bunun üzerine şöyle dedi: “–Allâh Teâlâ’nın: «Öyle erler vardır ki, onları ne ticâret ne de alışveriş Allâh’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamaz. Onlar, kalblerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.» (en-Nûr, 37) diye medhettiği kimseler işte bunlardır.” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, III, 306; Heysemî, VII, 83) Şifâ bint-i Abdillâh -radıyallâhu anhâ- şöyle demiştir: Ömer bin Hattâb bize gelmişti. Âile fertlerinden iki kişinin uyuduğunu görünce: “–Bu adamların neyi var ki benimle birlikte cemaate iştirâk etmediler?” dedi. Ben: “–Ey Mü’minlerin Emîri! Akşam herkesle birlikte namaz kıldılar, -bu hâdise Ramazan’da idisabaha kadar da namaz kılmaya devâm ettiler. Daha sonra da sabah namazını kılıp yattılar.” dedim. Hazret-i Ömer ise şu mukâbelede bulundu: “–Sabah namazını cemaatle kılmak, benim için sabaha kadar namaz kılmaktan daha sevimlidir.”57 Osman bin Affân -radıyallâhu anh- yatsı namazına gitmişti. Cemaati az görünce mescidin gerisinde uzandı, cemaatin çoğalmasını bekledi. O sırada İbn-i Ebî Amre geldi, Hazret-i Osman’ın yanına oturdu. Osman -radıyallâhu anh- ona kim olduğunu sordu. O da kendisini tanıttı. “–Kur’ân’dan ne kadar biliyorsun?” diye sordu. Buna da cevap verdikten sonra Hazret-i Osman: “–Ey kardeşimin oğlu! Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i şöyle buyururken işitmiştim: «Yatsı namazını cemaatle kılan kimse, gecenin yarısını namazla geçirmiş gibidir. Sabah namazını cemaatle kılan kimse ise, bütün gece namaz kılmış gibidir.»” (Bkz. Muvatta, Salâtü’l-Cemâa, 7; Müslim, Mesâcid, 260) Sâbit bin Haccâc, ashâbın cemaate devâm etmeyenlere bakışını aksettiren şu hâdiseyi nakleder:
Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- namaz için câmiye gelmişti. İnsanlara doğru döndü, müezzine ezân okumasını emretti ve ayağa kalkarak: “–Namazımız için kimseyi beklemeyiz.” dedi. Namazı edâ edince de cemaate yönelerek şunları söyledi: “–Birtakım insanlara ne oluyor ki cemaatten geri kalıyorlar, böylece başkalarının da geri kalmasına sebep oluyorlar. Vallâhi içimden geçti ki, onlar üzerine adam göndereyim, yakalanarak getirilsinler ve onlara «Namaza iştirâk edin!» diye ihtâr edilsin.” (Abdürrazzak, I, 519) Ümmü’d-Derdâ -radıyallâhu anhâ- anlatıyor: Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anhümâ- öfkeli bir şekilde yanıma geldi. Kendisine: “–Seni öfkelendiren nedir?” diye sordum. Şu cevâbı verdi: “–Vallâhi, Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmeti hakkında, cemaat hâlinde namaz kılmalarından başka bir şey bilmiyorum. (Bu insanlar niçin cemaatle namaz konusunda ihmalkâr davranıyorlar.)” (Buhârî, Ezân, 31) Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh-, bir namazı cemaatle kılmayı kaçırdığı zaman, sonraki vakit namazına kadar ibâdetle meşgul olurdu. Hatta bu kâide yatsı namazı için de geçerliydi. Yâni böyle bir durumda sabaha kadar ibâdet ederdi. (İbn-i Hacer, İsâbe, II, 349) Ashâb-ı kirâmdan Hâris bin Hassân -radıyallâhu anh- yeni evlenmişti. O devirde bir adam yeni evlendiğinde birkaç gün dışarı çıkmaz, dolayısıyla sabah namazına da gelmezdi. Ancak Hâris evlendiği gecenin sabâhı câmiye gelmişti. Kendisine: “–Henüz bu gece gerdeğe girdin, nasıl dışarı çıkarsın?” diyenler oldu. O da bunlara: “–Vallâhi sabah namazını cemaatle kılmama mânî olacak bir hanım ne kötü bir hanımdır.” cevâbını verdi. (Heysemî, II, 41) İbn-i Cüreyc, tâbiînin meşhur âlimlerinden Atâ -rahmetullâhi aleyh-’e sorar: “–Bir kimse (evinde) farzı kılarken ezan veya kâmeti duysa, namazını kesip câmiye gitmesi gerekir mi?” “–Farzın herhangi bir kısmına yetişeceğini ümîd ediyorsa evet.” der. “–Peki kâmeti duyduğumda da ezânı duyduğum gibi namaza gelmem gerekiyor mu?” diye sorar. Bu defa da; “–Evet.” cevâbını verir. (Abdürrazzâk, I, 528) Nitekim İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-, evinde (dört rekâtlık bir) farz namazın iki rekâtını kılmıştı. Bu sırada kâmeti işitti, hemen câmiye gitti. (Abdürrazzâk, I, 514-515) Âmir bin Abdullâh, ölüm döşeğinde idi. Nefesleri sayılı iken yakınları etrafında ağlaşıyorlardı. Akşam ezânını duyunca etrafındakilere:
“–Beni kaldırın!” dedi. “–Hayrola, nereye?” dediler. “–Mescide!” dedi. Etrâfındakiler hayretle: “–Bu hâlinle mi?” dediler. O, büyük bir metânetle: “–Sübhânallâh, müezzini işiteyim de ona icâbet etmeyeyim mi? Bu mümkün mü? Beni kaldırın!” dedi. Yakınlarının refâkatiyle mescide gitti ve orada imamla beraber bir rekât kıldıktan sonra secdede rûhunu teslîm etti. Ömrü boyunca cemaate ehemmiyet veren bir kulun, Cenâb-ı Hakk’ın lutfuyla son nefesini de secdede vermesi, “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.” hadîs-i şerîfinin ne güzel bir tecellîsidir.
Atâ bin Sâbit -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır: Hak dostlarından Abdullâh-ı Sülemî’nin hasta olduğunu duyduk. Gidip kendisini ziyâret edelim, dedik. Bize onun mescidde kaldığını söylediler. Biz bunu biraz yadırgadık. Evde yatağı dururken mescidde ikâmet ediyor olması garibimize gitti. Mescide gittiğimizde hakîkaten onu orada namaz kılarken gördük. Nefes almakta zorlandığını görünce korktuk ve üzüldük: “–Yâ şeyh! Yatağında olsan senin için daha rahat olmaz mıydı?” dedik. Şu cevâbı verdi: “–Bana ulaşan bir hadîs-i şerîfe göre, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kişinin cemaatle namaz kılmasının daha hayırlı olduğunu bildirmiştir. Ben, rûhumun mescidde namaz kılarken kabzedilmesini isterim.” Muhammed bin Semmâd Hazretleri oldukça âbid bir zât idi. Cemaatle namaz kılma husûsunda çok hassas davranırdı. O der ki: “Namazlarımı cemaatle edâ ederdim. Kırk sene boyunca bir defa olsun iftitah tekbirinden mahrum kalmadım. Ancak annemin ölümünde cenâzesiyle meşgul olduğum için bir vaktin ilk rekâtına yetişememiştim. Bu vaktin namazını, cemaat sevâbını alayım ümîdiyle, tam yirmi beş kere kıldım. O gece rüyâmda bana: «–Ey Muhammed, namazını yirmi beş kere kıldın, lâkin meleklerin “âmîn” demesinin sevâbını nasıl telâfî edeceksin?» denildi.” (Kandehlevî, Fezâil-i A’mâl, s. 275) Zîrâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “İmam, Fâtiha’yı bitirdiğinde cemaat «Âmîn!» desin. Zîrâ cemaatin bu sözü, semâ ehlinin «Âmîn!» demesine muvâfık düşerse, kişinin geçmiş bütün (küçük) günahları affedilir.” (Buhârî, Ezân, 113; Müslim, Salât, 76)
Rivâyete göre kıyâmet günü Allâh Teâlâ: “–Benim komşularım nerede?” diye soracak. Melekler: “–Sana kim komşu olabilir ki yâ Rabbî?!” diyecekler. Allâh Teâlâ da: “–Mescidlerimi îmâr edenler (yâni cemaatle namaza devâm edenler).” buyuracak. (Ali elMüttakî, VII, 578/20339) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur: “Mescid, her müttakînin evidir. Allâh Teâlâ, evi mescid olan kimseye, rahatlığı, rahmeti, sırat köprüsünü geçip cennete ve Allâh’ın rızâsına ermeyi va’detmiştir.”58 İlk Osmanlı târihçilerinden Âşık Paşazâde der ki: “Bu Âl-i Osman, sâdık bir soydur. Onlardan meşrû olmayan bir hareket sâdır olmamıştır. Onlar, ulemânın günah dediği hareket ve amellerden son derece kaçınmışlardır.” Nitekim onların bu sûrette davranışları sebebiyledir ki, Şeyhülislâm Molla Fenârî, cemaate devâm etmemesi sebebiyle Yıldırım Bâyezîd’in şâhitliğini kabûl etmeme cesâretini gösterebilmiştir. Kendisine bunun sebebini soran Sultân’a da açık bir şekilde: “–Sultanım! Sizi cemaatte göremiyorum. Hâlbuki sizler, bu milletin rehberleri olarak ilk safta yer almalısınız. Yâni sizin amel-i sâlih sâhibi olmanız gerekir… Şâyet cemaate iştirâk etmezseniz, halka kötü örnek olursunuz ki, bu da şâhitliğinizin kabûlüne mânîdir…” cevâbını vermiştir. Bu hâdise üzerine, diğer bir rivâyete göre de Niğbolu Zaferi’nin bir şükrânesi olarak Yıldırım Bâyezîd, Bursa’daki meşhur Ulu Câmî’yi yaptırdı ve beş vakit cemaate devâm etti. Hâsılı, cemaate devâm etmek, îmanda sadâkatin bir tezâhürüdür. Nitekim Peygamber Efendimiz: “Bir şahsın mescide devâm ettiğini görürseniz, onun îmanlı biri olduğuna şehâdet ediniz.” buyurmuş ve: “Allâh’ın mescidlerini ancak Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allâh’tan başkasından korkmayan kimseler mâmûr eder (ihyâ eder). İşte doğru yola ermişlerden olması umulanlar bunlardır.” (et-Tevbe, 18) âyet-i kerîmesini okumuştur. (Tirmizî, Îmân, 8/2617) Günde beş vakit câmilerde cemaate devâm etmenin belli başlı faydalarını ehlullâh şöyle sıralamıştır:
- Allâh’ın câmilere lutfettiği feyiz ve bereketten istifâde ile mü’minin gönlünde ictimâîleşme şuurunun kökleşmesi, - Namazları en makbul zamanda, yâni ilk vaktinde kılmak, - Meleklerin duâ, istiğfar ve şâhitliğine mazhar olmak, - Şeytandan uzaklaşmak, - İftitâh tekbirine yetişerek büyük bir ecre nâil olmak, - Ameldeki nifak sıfatından arınmak, - Toplu yapılan duâ ve zikirlerin feyzinden istifâde etmek, - Müslümanlar arasındaki ülfetin devâmını sağlamak, - Tâat ve ibâdet husûsunda yardımlaşmak, - Sesli okunan namazlarda tilâvet ahkâmına alışmak ve öğrenmek, - Namazı kâmilen ve huzurlu bir şekilde edâ edebilmek. Görüldüğü gibi cemaatle namaz kılmanın pek çok faydası bulunmaktadır. İşte bu sebeple Allâh Teâlâ ve O’nun Habîb-i Ekrem’i, mü’minlerin câmi ve cemaate devâm etmelerini ısrarla emretmişlerdir. c. Gece İbâdeti Gecenin derûnunda Cenâb-ı Hak ile beraber olmak, kul için târifsiz bir saâdet kaynağı, Mevlâ’mızın da bundan râzı ve hoşnud olması sebebiyle müstesnâ bir rahmet, mağfiret ve lutuf vesîlesidir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “(O müttakîler, geceleri namaz kılmak ve istiğfâr etmek için) yanlarını (tatlı) yataklarından ayırırlar. Rablerinin azâbından korkarak ve rahmetini umarak duâ ederler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da hayır yollarına infâk ederler.” (es-Secde, 16) Rabbimizin geceye lutfettiği sırlar, hikmetler ve feyizler kişinin kalbî seviyesi nisbetinde ayân olur. Mîrâc gibi ilâhî ikramların, vahyin nüzûlünün ve bunların zıddı olan ilâhî intikam tecellîlerinin daha ziyâde gecenin derûnunda vukû bulmuş olması da gösteriyor ki, günün bu vakitlerine ayrı bir ihtimam göstermek îcâb etmektedir. Allâh’a yakınlaşma azmindeki mü’minler için geceler, derûnundaki sükûnet ve feyz dolayısıyla müstesnâ bir ganimettir. Nitekim hadîs-i şerîfte: “Gecede bir saat vardır ki, müslüman bir kimsenin Allâh’tan, dünyâ veya âhiretle alâkalı bir hayır talebi o saate rastlarsa, Allâh dilediğini ona mutlakâ verir. Bu saat her gecede vardır.” buyrulmuştur. (Müslim, Müsâfirîn, 166)
Hâce Ali Râmitenî -kuddise sirruh- da şöyle buyurur: “Üç kalb birleştiği zaman, mü’min kulun arzusu tahakkuk eder: Mü’minin samîmî kalbi, Kur’ân’ın kalbi Yâsîn Sûresi ve gecenin kalbi seher vakitleri.”59 Bu ganimetin kadrini lâyıkı ile bilenler, bütün mahlûkâtın istirahate çekilip cümle âlemi derin bir sükûnetin kapladığı bir zamanda, duâ, ibâdet ve Rablerine teveccüh etmenin en feyizli zemînini bulurlar. Cenâb-ı Hak, o bahtiyar kullarını medhederek şöyle buyurur: “Onlar, geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfâr ederlerdi.” (ez-Zâriyât, 17-18) Geceler, tatlı ve yumuşak yatakları sırf Allâh Teâlâ’nın rızâ-yı şerîfi için terk ederek ilâhî huzûra, yalnızca ve yalnızca muhabbet ve aşk sebebiyle baş koyma zamanıdır. Dolayısıyla gecenin huzurlu iklîminde kılınan namazların, okunan Kur’ân’ların ve yapılan tesbîhâtın Allâh’a yakınlık bakımından çok büyük bir ehemmiyeti vardır. Gece yapılan ibâdetler, âdeta Yüce Yâr ile buluşup sohbet etme mâhiyeti taşır. Herkes uyurken uyanık olmak, Mevlâ-yı Müteâl’in rahmet iklîmine girmek, muhabbet ve merhamet meclisine dâhil olan müstesnâ kullar arasına girmek demektir. Gece ibâdetine gösterilen rağbet, gönüllerdeki aşk ve muhabbet-i ilâhînin şiddeti nisbetinde olur. Nitekim gece ibâdetinin mânevî hazzını ve feyzini tadan bâzı âbidler: “Ben ölümden korkmazdım, lâkin o benimle gece namazımın arasına girmektedir.” demişlerdir. Hakîkaten, Rabbini sevdiğini iddiâ eden bir kimsenin derin bir gaflet içinde sabaha kadar uyuması nasıl düşünülebilir? Bu sebepledir ki seherleri ihyâ etmek, kulun Rabbine duyduğu hâlisâne muhabbet ve tâzîmin bir ifâdesidir. Gafletle geçirilen veya uykuya mahkûm edilen bir gece ise; taşa, denize ve çöle yağan yağmur gibi semeresiz ve telâfisi zor bir kayıp sayılmalıdır. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Abdullâh bin Amr bin Âs’a şu tavsiyede bulunmuştur: “–Abdullâh! Falan adam gibi olma! Çünkü o, gece ibâdetine devâm ederken artık kalkmaz oldu.” (Buhârî, Teheccüd, 19) Demek ki teheccüdden geri kalmak, mühim bir kayıp ve hüsran sebebidir. Geceden nasip alabilmek, “istiğfâr” ile başlar; tevhîd, salevât-ı şerîfe ve zikrin rûhâniyetine bürünmekle devâm eder. Seherlerdeki zikir, yâni kulun Mevlâ’sı ile buluşması, kalbin ihyâsı bakımından bulunmaz bir fırsat ve ihmâl edilemez bir ihtiyaçtır. Zîrâ cesedimizin maddî gıdâya ihtiyâcı olduğu gibi, rûhumuzun da mânevî gıdâya ihtiyâcı vardır. Cenâb-ı Hak, seherlerde îfâ edilen zikre, sâir zamanlardakinden daha fazla kıymet vermektedir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Gecenin bir kısmında O’na secde et; gecenin uzun bir bölümünde de O’nu tesbîh et! Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyâyı seviyor, istiyor ve tercih ediyorlar da önlerindeki çetin bir günü (âhireti) ihmâl ediyorlar.” (el-İnsan, 26-27) Amr bin Abese -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vakitler içinde Allâh’a yakınlık bakımından, diğerlerine göre daha fazîletli olan bir vakit var mıdır?” diye sordum. “–Evet, Rabbin kula en yakın olduğu vakit, gecenin son kısmının ortasıdır. Eğer o saatte Allâh’ı zikreden kimselerden olmaya gücün yeterse ol! Çünkü namaz (o saatte) meşhûddur (melekler o esnâda hazır bulunurlar).” buyurdu. (Nesâî, Mevâkîtü’s-Salât, 35) Velhâsıl mü’min, geceyi Allâh ve Rasûlü’nün tavsiyeleri istikâmetinde gâyeli kullanabilir ve zikrin rûhâniyetinden nasip alabilirse, gecesi gündüzünden daha aydınlık olur. Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri: “Geceler gündüz hâline gelmeden bana hiçbir sır fetholunmadı.” demiştir. Gecelerin kıymetini bilerek o büyük lutuflarla dolu zamanı lâyıkıyla ihyâ edebilenler için, seherlerin rûhâniyeti, bütün güne yansır. Bu itibarla gecelerin feyz ve rûhâniyet dolu iklîminden lâyıkıyla istifâde edebilmek için, seher modelini bütün günümüze yaygınlaştırarak gündüzleri de mâsiyetten sakınmamız îcâb eder. Fazîlet Tabloları Cenâb-ı Hak, Habîb-i Ekrem’ine, gecelerin feyizli iklîminden istifâde etmesi için şöyle emir buyurmuştur: “Gecenin bir kısmında da sâdece sana mahsus bir fazlalık olmak üzere Kur’ân oku, teheccüd namazı kıl! Umulur ki Rabbin Sen’i Makâm-ı Mahmûd’a eriştirir.” (el-İsrâ, 79) Bu emr-i ilâhîden sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gecelerin bereketli ve feyizli anlarında namaz kılmayı, istiğfarda bulunmayı, Kur’ân okumayı ve duâ etmeyi hiç terk etmemiştir. Öyle ki, hastalandığı ve ayağa kalkamayacak kadar tâkatsiz kaldığı zamanlarda dahî, teheccüd namazından geri kalmamış, oturarak da olsa seherleri ihyâ etmiştir. (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 18/1307) Rasûl-i Ekrem Efendimiz, teheccüd namazını hayâtı boyunca vitirle birlikte on üç, ömrünün son yıllarında da on bir rekât olarak kılmaya devâm etmiştir. Vefatlarına yakın, hastalıkları esnâsında ise dokuz rekât olarak kılmış ve hiçbir zaman terk etmemiştir. (Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 26/1363) Hazret-i Âişe vâlidemiz şöyle haber verir: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ne Ramazan’da ne başka zamanda gece on bir rekâttan fazla namaz kılmazdı. Önce dört rekât kılardı ki, onların güzelliği ve uzunluğu
anlatılacak gibi değildi. Sonra dört rekât daha kılardı. Onların da güzelliğini ve uzunluğunu hiç sormayın. Sonra üç rekât daha kılardı. Bir defasında ben: “–Yâ Rasûlallâh! Vitri kılmadan mı uyuyorsunuz?” diye sordum. “–Âişe! Benim gözlerim uyur ama kalbim uyumaz.” buyurdu. (Buhârî, Teheccüd 16, Terâvih 1; Müslim, Müsâfirîn 125.) Bu hadîs-i şerîf, Peygamber Efendimiz’in kalbinin sadece ibâdetler esnâsında değil, her dâim Cenâb-ı Hak ile beraber olduğunu da ifâde etmektedir. Bir defâsında nâfile namaz kılmakta olan Efendimiz’e tâbî olan Huzeyfe -radıyallâhu anh-, O’nun ibâdet esnâsındaki hâlini şöyle anlatıyor: “Bir gece Allâh Rasûlü ile beraber namaza durdum. Bakara Sûresi’ni okumaya başladı. Ben içimden, «Yüzüncü âyete gelince rukûya varır herhalde.» dedim. Yüzüncü âyete geldikten sonra da okumasını sürdürdü. «Herhalde bu sûre ile iki rekât kılacak.» diye zihnimden geçirdim. Okumasına devâm etti. «Sûreyi bitirince rükûya varır.» diye düşündüm. Ancak yine bitirmedi, Nisâ Sûresi’ni okumaya başladı. Bitirince de Âl-i İmrân Sûresi’ne geçti.60 Ağır ağır okuyor; tesbih âyetleri geldiğinde, «sübhânallâh» diyor, duâ âyeti geldiğinde duâ ediyor, istiâze âyeti geldiğinde de Allâh’a sığınıyordu. Sonra rükûya vardı, «Sübhâne Rabbiye’l-Azîm» demeye başladı. Rükûu da kıyâmı kadar sürdü. Sonra, «Semiallâhu li-men hamideh. Rabbenâ leke’l-hamd» diyerek (doğruldu). Rükûda kaldığına yakın bir müddet kıyamda durdu. Sonra secdeye vardı. Secdede, «Sübhâne Rabbiye’l-A’lâ» diyordu. Secdesi de kıyâmına yakın uzunlukta sürdü.” (Müslim, Müsâfirîn, 203) Hazret-i Âişe vâlidemiz şöyle der: “Bir gece Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanımda olmadığını fark ettim. Diğer hanımlarından birinin yanına gittiğini zannettim. Aramaya başladım. Bir müddet sonra dönüp geldim, bir de baktım ki O, rükû veya secde hâlinde: «(Allâh’ım) Sen’i noksan sıfatlardan tenzîh eder ve Sana hamd ederim. (Rabbim!) Sen’den başka ilâh yoktur.» diyordu. Bunun üzerine (biraz da kendimden utanarak) şöyle dedim: «–Anam babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Ben nelerle meşgulüm, Siz nelerle!..»” (Müslim, Salât, 221) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mânevî terakkînin en mühim vâsıtalarından biri olan teheccüdün bütün ümmeti tarafından hassâsiyetle edâ edilmesini istemiştir. Bu husustaki telkinlerine öncelikle yakınlarından başlamış ve bir gece Hazret-i Ali ile Fâtımâ’nın kapısını çalarak: “–Namaz kılmayacak mısınız?” buyurmuş,61 gecenin mânevî feyzinden istifâde etmelerini ısrarla tavsiye etmiştir. Diğer ashâbına da:
“Aman gece kalkmaya gayret edin! Çünkü o, sizden önceki sâlih kimselerin âdeti ve Allâh’a yakınlık vesîlesidir. (Bu ibâdet) günahlardan alıkoyar, hatâlara keffâret olur ve bedenden dertleri giderir.” (Tirmizî, Deavât, 101/3549) buyurarak onları seherlerde uyanık olmaya dâvet etmiştir. Câbir bin Abdullâh -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki: “Hazret-i Dâvûd’un oğlu Süleyman -aleyhisselâm-’ın annesi, oğlu Süleyman’a: «–Yavrucuğum! Geceleyin fazla uyuma! Zîrâ geceleyin fazla uyku, kişiyi kıyâmet günü fakir bırakır.» demiştir.” (İbn-i Mâce, İkâmetü’s-Salâh, 174) İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-’nın anlattığı şu hâdise, teheccüdün insanı cehennem azâbından uzaklaştıracağını açıkça ortaya koymaktadır: “Allâh Rasûlü’nün sağlığında rüyâ gören bir kimse, onu Peygamberimiz’e anlatırdı. Ben de bir rüyâ görmeyi ve onu Efendimiz’e anlatmayı çok isterdim. O zaman bekâr bir delikanlı idim ve mescidde uyurdum. Bir defasında rüyâmda iki melek beni cehenneme götürdüler. Baktım ki o, kuyu duvarı gibi örülmüş olup kuyununki gibi iki direği vardı. Şaşırdım, orada kendilerini tanıdığım birkısım insanlar da bulunmaktaydı. Ben: «–Cehennemden Allâh’a sığınırım! Cehennemden Allâh’a sığınırım!» diye haykırdım. O sırada bir başka melek gelip bana: «–Korkma sana bir şey olmayacak!» dedi.
Bu rüyâyı ablam Hafsa’ya anlattım, o da Allâh Rasûlü’ne anlatmış. Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyurmuş: «–Abdullâh ne güzel ve ne iyi bir adamdır! Bir de geceleyin namaz kılmış olsaydı!..»” Abdullâh -radıyallâhu anh-, o günden sonra gecenin büyük bir kısmını ibâdetle geçirir, çok az uyurdu. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 19) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir kudsî hadîste Yüce Rabbinden naklen; gizlice infakta bulunan, teheccüde kalkan ve Allâh yolunda samîmiyetle gayret gösteren mü’minleri medhederek şöyle buyurmuştur: “Üç kişi vardır, Allâh onları sever. Üç kişi de vardır ki, Allâh onlara buğzeder. Allâh’ın sevdiği üç kişiye gelince:
Bir adam bir cemaate gelir, aralarındaki bir yakınlık sebebiyle değil de, sırf Allâh adına onlardan bir şeyler ister. İstediğini vermezler. Bu topluluktan biri yavaşça, kimseye hissettirmeden cemaatin arka tarafına kayar ve isteyen kimseye gizlice ihsanda bulunur. (Öyle gizli verir ki) onun verdiğini sâdece Allâh ile yardım ettiği kimse bilir. (İkinciye gelince: ) Bir cemaat yoldadır. Gece boyu yürürler. Derken (yorulurlar ve) uyku herşeyden kıymetli hâle gelir. Bir yerde konaklarlar. (Herkes uyur.) İçlerinden birisi kalkıp Bana karşı tevâzû ile tazarrûda bulunur, âyetlerimi okur. (Üçüncüsü de şudur: ) Bir kimse seriyyeye (askerî harekâta) katılmıştır. Düşmanla karşılaşır ve hezîmete uğrarlar. Ancak o ilerler, öldürülünceye veya muvaffak oluncaya kadar savaşmaya devâm eder. Allâh’ın buğzettiği üç kişi ise: Zinâ eden ihtiyar, kibirli fakir ve zâlim zengindir.” (Tirmizî, Cennet, 25/2568; Nesâî, Zekât, 75) Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın rivâyetine göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Cennette birtakım köşkler vardır. Dışları içlerinden, içleri de dışlarından görülür.” buyurmuştu. Bunu işiten bir bedevî ayağa kalkıp: “–Bu köşkler kimler içindir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz: “–Sözünü güzel ve hoş söyleyen, tatlı dilli, yemek yediren, oruca devâm eden ve gece herkes uyurken kalkıp Allâh için namaz kılan kimseler içindir!” buyurdu. (Tirmizî, Birr, 53/1984) Muhterem üstâdımız Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, rehber-i fâzılı olan Sultânü’l-Ârifîn Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri’nin mârifetullâh ve kulluk yolundaki yüksek ahlâkı ile geceleri ihyâ hâlinden bir ânını şöyle anlatır: “Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri’nin, sîmâ-yı âlî, vech-i mübârekleri mütebessim olmasına rağmen, yüce gönülleri, için için ağlardı. Ümmet-i müslimenin, zâlimlerin elinden necât bulmaları için gözyaşı dökerlerdi. Günahkârların kurtuluşu ve affı için ağlarlar, yaşlarını içlerine akıtırlardı. Kur’ân-ı Kerîm tilâvet edilirken huşû içinde dinlerler, bâzen gözyaşları süzüle süzüle yanaklarına akardı. Bilhassa hac esnâsında Medîne-i Münevvere ile Mekke-i Mükerreme arasında vâsıta içinde refîklerinin uyuduğu zaman, ay ışığı altında, gözlerinden inci tâneleri gibi gözyaşlarının süzüldüğü görülürdü. Tasvîre sığmayan bu lâhûtî manzara, şâir ve edîblerin bile târifini yapmakta güçlük çekecekleri bir güzellikte idi.” Merhum pederimiz Mûsâ Efendi Hazretleri’nin gece ibâdetlerine olan iştiyakları, âşığın mâşuku ile buluşma ânına olan arzu ve hasretinin târifsiz bir tezâhürü hâlindeydi. Bedenen sıkıntılı ve muzdarip oldukları hastalık günlerinde dahî bu hâllerini muhâfaza ederler, böylece dâimâ ilâhî muhabbet ufkunun zirvesinde yaşarlardı. Nitekim geçirdikleri bir göz ameliyatı sonrası narkozdan henüz uyanmışlardı ki, etrafındakilere ilk sorduğu suâlleri: “–Saat kaç oldu?” cümlesinden ibâret olmuştu.
“–Efendim! Saat üç olmak üzere!” denilince: “–Gece ibâdeti pek mühimdir; ihmâl edilmez!” diyerek yanındakilerin yardımıyla hemen teyemmüm almışlar, içinde bulunduğu ıztıraplı hâli âdeta unutmuşçasına gönlünü Rabb’ine vererek târifsiz bir mânevî zevk ve şevk içinde îmâ ile iki rekât teheccüd namazı kılmışlar, sonra da mûtad zikir ve tesbîhâtını îfâya koyulmuşlardı. Bu hâliyle bizlere âdeta: “Korkuyla ve ümitle Rablerine yalvarmak üzere vücutları yataklarından uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allâh yolunda harcarlar.” (es-Secde, 16) âyet-i kerîmesinin sırrını anlatıyorlardı. Bir kimse İbrâhîm bin Edhem Hazretleri’ne: “–Gece ibâdetine kalkamıyorum, bana bir çâre öğret.” deyince şu cevâbı alır: “–Gündüzleri Allâh’a isyân etme; geceleri O seni huzûrunda durdurur, geceleyin O’nun huzûrunda bulunmak, en yüce bir şereftir. Günahkârlar bu şerefi hak edemezler!” Gece ibâdeti, rûhî ve bedenî sıhhatin te’mininde de en mühim müessirlerden biridir.62 Hastalıkları defeder, maddî ve mânevî bir kuvvet, dirâyet ve heybet bahşeder. Bu hususla ilgili şu hâdiseler ne kadar ibretlidir: Yermük Harbi’nde iki ordu birbirine yaklaşınca Rum kumandanı, İslâm askerlerinin durumunu tedkîk için bir Arap câsusu vazîfelendirdi. Câsus, gerekli istihbârâtı edinip dönünce: “–Müslümanların durumu nasıl? Ne yapıyorlar?” diye sordu. Câsus gördüklerini şöyle anlattı: “–Onlar geceleri âbid, gündüzleri de süvâri bir millet!..” Bunun üzerine komutan şu cevâbı verdi: “–Şâyet doğru söylüyorsan, yerin altında olmak, onlarla yerin üstünde karşılaşmaktan daha hayırlıdır…”63 Buna benzer diğer bir hâdise: Savaşlarda hiçbir düşman Rasûlullâh’ın ashâbına üstün gelemiyordu. Aynı şekilde müslümanlara yenilen Rum hükümdârı Hirakl, askerlerine hiddetle: “–Yazıklar olsun size! Şu savaştığınız kavim nasıl insanlardır? Onlar da sizin gibi beşer değiller mi?” diye sordu. “–Evet.” dediler. “–Peki siz mi çoksunuz, yoksa onlar mı?” diye sorunca:
“–Efendim, biz her hususta onlardan kat kat üstünüz.” dediler. “–O hâlde size ne oluyor ki, onlarla her karşılaştığınızda hezîmete uğruyorsunuz?” dediğinde ise Rum büyüklerinden bilge bir ihtiyar ayağa kalkarak şu tespitlerde bulundu: “–Çünkü onlar, geceleri ibâdetle geçirirler, gündüzleri oruç tutarlar, ahitlerini yerine getirirler, iyiliği emredip kötülükten sakındırırlar ve aralarında her şeylerini paylaşırlar…” Bu cevap üzerine Hirakl: “–Sen gerçekten doğru söyledin.” dedi.64 Velhâsıl geceler, zihnin ve kalbin berrak; idrâk, tahassüs ve ifâdenin keskin; hâfızanın kuvvetli, maddî-mânevî yollarda ilerlemenin sür’atli ve kolay olduğu müstesnâ zamanlardır. Kendisini büyük vazîfelerin beklediği kimselerin gündüzlere hazırlanması için, geceler bulunmaz bir fırsattır. Toplumun ıslâhına gayret eden takvâ sâhibi, fedâkâr ve şuurlu kimseler için şahsiyeti inşâ demleridir. Gecenin sükûnet dolu bediî manzarasının hakîkî sırları ise, ancak onu ibâdet ve tefekkürde derinleşerek ihyâ edebilen sâlih mü’minlere âittir. Bu sır ve hikmetlere sâhip olan kulların kalb âlemleri, ulvî hasletlerle, yerler ve gökler kadar genişleyip nice ilâhî tecellîlere mâkes olur ve mârifetullâh libâsına bürünür. Yâ Rabbî! Şu kısacık ömrümüzde, geceleri gafletle geçirme israf ve hüsrânından bizleri muhâfaza buyur! Gecenin esrârından bizlere hisseler nasîb eyle! İhyâ edilen gecelerin feyz yağmurlarıyla gönlümüzü âbâd eyle! Bir gece hükmünde olan şu dünyâdan bizleri Sen’in rızâna ermiş bir âşık-ı sâdık olarak âhiret sabâhına ulaştır ve ruhlarımızı vuslatının lezzeti ile mütelezziz eyle!.. Âmîn!.. d. Duâ ve Münâcât Duâ ve münâcât, Allâh’ın azameti karşısında kulun, aczini îtirâf ederek muhabbet ve tâzîm hissiyâtı içinde O’ndan lutuf ve yardım istemesidir. Münâcât, yâni duâdaki ilticâ, bir acziyet ifâdesi ve yalnız ilâhî dergâha sığınmanın bir nişânesi olduğu için dînen pek mühimdir. Kul, Cenâb-ı Hakk’a münâcâtını, sâdece sözle değil kalben de büyük bir samîmiyetle îfâ etmelidir. Duâları, “havf ve recâ” yâni “korku ile ümit” duyguları arasında bir hâlet-i rûhiye ile yapmalıdır. Duâ yürekten gelmeli; kalb, duânın yüklendiği mânâya âit arzularla titremelidir. Aynı zamanda duâ bir günâhın affedilmesi istikâmetinde ise, o günâhın bir daha işlenmemesi husûsunda kat’î bir azim ve kararlılıkla îfâ edilmelidir. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur: “Nedâmet ateşiyle dolu bir gönülle ve nemli gözlerle duâ ve tevbe et! Zîrâ çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar!”
Mü’min, kulluğunun bir îcâbı olarak, her hâlükârda Rabbine yakarış hâlinde bulunmalıdır. Gerçek bir dînî terbiye de, duâ hâlini mü’minin rûhunda sürekli kılmayı hedefler. Zîrâ duâ, kalbde Allâh’a açılan en yüce kapının anahtarıdır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Kullarım Sana Ben’i sorduklarında, (bilsinler ki) Ben onlara çok yakınım. Bana duâ edenlerin duâlarını kabûl ederim…” (el-Bakara, 186) Duâ tekrarlandıkça derûnî duyuşlar şeklinde mü’minin rûhuna nakşolur, şahsiyetine nüfûz edip onun bir husûsiyeti hâline gelir. Bu sebepledir ki büyük ve yüksek ruhlar, devamlı duâ hâlinde yaşarlar. Duâ, sonsuz kudret sâhibi Cenâb-ı Hakk’a, acziyetimizi müdrik bir şekilde yönelerek, O’nun huzûrunda teslîmiyet ve sükûnetle boyun eğmemizdir. Gerçekten, duâlara acziyet ve kusûrunu îtiraf ile başlamak, merhamet-i ilâhiyyeyi dâvette ve dolayısıyla duânın makbûl olmasında, büyük bir tesiri hâizdir. Duâyı bizlere yaşayışıyla en güzel şekilde tâlim eden, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. O, gözyaşları içinde ve ayakları şişinceye kadar kıldığı namazlara ilâveten, acziyet duyguları içinde Cenâb-ı Hakk’a dâimâ ilticâ ederdi. Özlü duâları çok sever, özlü olmayan duâyı yapmazdı.65 “Kulun Rabbine en yakın olduğu hâl, secde hâlidir. İşte bu sebeple secdede çok duâ etmeye bakın!” (Müslim, Salât, 215) tavsiyesinde bulunurdu.
Mü’min, devamlı duâ etmenin yanında bir de din kardeşlerinden, fakir, zayıf ve muhtaçlardan duâ alma gayreti içinde olmalıdır. Zîrâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Bir mü’minin diğer bir mü’mine gıyâbında yaptığı duâdan daha çabuk kabûl edilen hiçbir duâ yoktur.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Birr, 50/1980) Mevlânâ Hazretleri de şöyle der: “Sen, varlığını, malını, mülkünü güzel bir şekilde infâk et de, bir gönül almaya bak! Ki o gönlün duâsı, mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin, nûr olsun!..” Fazîlet Tabloları Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün: “Yeryüzünde bir müslüman Allâh’tan bir şey dilerse, günah olan bir şeyi istemediği veya akrabâsı ile alâkasını kesmeyi arzu etmediği müddetçe, Allâh Teâlâ onun murâdını mutlakâ yerine getirir veya ona vereceği şey kadar kötülüğü kendisinden uzaklaştırır.” buyurmuşlardı. Sahâbe-i kirâmdan bir kimse:
“–O takdirde biz Allâh’tan çok şey isteriz!” deyince Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “–Allâh’ın lutfu sizin istediğiniz şeylerden daha geniştir.” buyurdu. (Tirmizî, Deavât, 115/3573; Ahmed, III, 18) Cenâb-ı Hak samîmî duâları reddetmez. Lâkin bütün samîmiyetine rağmen, Kader-i Mutlak’a muvâfık düşmeyen bâzı taleplere de icâbet buyurmaz. Lâkin kul, hiçbir zaman bezginlik göstermeyip duâya devâm etmelidir. Zîrâ böyle hâllerde duânın karşılığı âhiret âlemine havâle edilmiş demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak: “…Bana duâ edin ki duânızı kabûl edeyim…” (el-Mü’min, 60) buyurmaktadır. Fahr-i Kâinât Efendimiz: “–Bir kul günah olan veya akrabâsı ile darılmasına yol açan bir şeyi dilemedikçe yahut acele etmedikçe duâsı kabûl olunur.” buyurmuştu. “–Yâ Rasûlallâh! Acele etmek ne demektir?” diye sordular. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Kul; «Nice defâlar hep duâ ediyorum da Rabbim duâmı kabûl etmiyor.» der. Duâsının hemen kabûl edilmemesi sebebiyle bıkar ve duâyı bırakır. (İşte o zaman acele etmiş olur.)” cevâbını verdi. (Müslim, Zikir, 92) Nitekim Zekeriyyâ -aleyhisselâm-’ın, dîni te’yîd maksadıyla; “…Rabbim! Beni yalnız bırakma!..” (el-Enbiyâ, 89) diyerek istediği evlât, kendisine ancak kırk sene sonra Yahyâ aleyhisselâm- olarak ihsân edilmiştir.66 Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namazdan sonra salât ü selâm getirmeden duâ eden bir adam gördü. Bunun üzerine: “–Bu adam acele etti.” buyurdu. Sonra o adamı yanına çağırdı ve bütün ümmetine şu tembihte bulundu: “–Biriniz duâ edeceği zaman önce Allâh Teâlâ’ya hamd ü senâ etsin, sonra bana salât ü selâm getirsin. Daha sonra da dilediği şekilde duâ etsin.” (Tirmizî, Deavât, 64/3477) Fahr-i Kâinât Efendimiz, bir mü’minin din kardeşine gerek huzûrunda gerekse gıyâbında duâ etmesini tavsiye etmiştir. Umre için kendisinden izin isteyen Hazret-i Ömer’e: “–Kardeşim, bizi de duâna dâhil et, bizleri unutma!” buyurmuştur. (Tirmizî, Deavât, 109/3562) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bu iltifatkâr talep karşısındaki hâlini: “–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in
bu sözüne karşılık bana dünyâyı verselerdi bu kadar sevinmezdim.” diyerek ifâde etmiştir. (Ebû Dâvûd, Vitir, 23/1498) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Bir müslümanın, yanında bulunmayan din kardeşine yapacağı duâ kabûl olunur. Bir kimse din kardeşine hayır duâ ettikçe, yanında bulunan vazîfeli bir melek ona, «Allâh duânı kabûl etsin, aynı şeyleri sana da versin!» diye duâ eder.” (Müslim, Zikir 87, 88; İbn-i Mâce, Menâsik, 5) Şu hâlde biz, hem müslüman kardeşlerimiz için duâ etmeli, hem de onlardan duâ talebinde bulunmalıyız. Şu fânî âlemde en çok muhtaç olduğumuz haslet takvâ olduğundan, duâlarımızda ekseriyetle takvâ hâlini talep etmeliyiz. Bir kimse Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a gelerek: “–Yâ Rasûlallâh! Yolculuğa çıkıyorum, benim için duâ ediniz.” dedi.
Rasûl-i Ekrem de: “–Allâh sana takvâ nasîb etsin.” buyurdu. O kişi: “–Biraz daha yâ Rasûlallâh!” deyince: “–Allâh günâhını bağışlasın.” buyurdu. Sahâbî: “–Biraz daha, anam babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh!” dedi. Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Allâh Teâlâ, bulunduğun her yerde, kolayca hayır yapmanı sağlasın.” buyurdu. (Tirmizî, Deavât, 44/3444) Bir gün Allâh Rasûlü, İbrâhim -aleyhisselâm-’ın: “Rabbim, putlar insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir…” (İbrâhim, 36) sözünü ve Îsâ -aleyhisselâm-’ın: “Eğer kendilerine azâb edersen, şüphesiz onlar Sen’in kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen izzet ve hikmet sâhibisin.” (el-Mâide, 118) duâsını okudu. Akabinde ellerini kaldırdı ve: “Allâh’ım, ümmetimi koru, ümmetime merhamet et!” diye yalvararak ağladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: “–Ey Cebrâîl! -Rabbin herşeyi daha iyi bilir ya- (insanlar da bilsin diye) git, Muhammed’e niçin ağladığını sor.” buyurdu.
Cebrâîl -aleyhisselâm- geldi. Rasûlullâh Efendimiz ona, ümmeti için duyduğu endişe sebebiyle ağladığını bildirdi. (Hazret-i Cebrâîl’in dönüp durumu haber vermesi üzerine) Allâh Teâlâ: “–Ey Cebrâîl! Muhammed’e git ve O’na: «Ümmetin husûsunda Sen’i râzı edeceğiz ve Sen’i asla üzmeyeceğiz.» müjdemizi ulaştır.” buyurdu. (Müslim, Îmân, 346) İşte Peygamber Efendimiz, ümmetine böylesine düşkün ve merhametli idi. Bu hadîs-i şerîfi iyice tefekkür ederek, bizim O’na ne kadar muhabbet beslediğimizi ve bu muhabbetimizin delîli olarak O’nun Sünnet-i Seniyye’sini davranışlarımıza ne kadar yansıtabildiğimizi, O’nun ahlâkına ne derece yaklaşabildiğimizi muhâsebe etmek durumundayız. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in geceleyin namazdan sonra şu duâyı okuduğunu işittim: “Allâh’ım! Sen’den, katından vereceğin öyle bir rahmet istiyorum ki, onunla kalbime hidâyet, işlerime nizam, dağınıklığıma düzen, içime kâmil îman, dışıma amel-i sâlih, amellerime temizlik ve ihlâs ver, rızâna uygun istikâmeti ilhâm et, ülfet edeceğim dost lutfet ve beni her türlü kötülüklerden koru! Allâh’ım, bana öyle bir îman, öyle bir yakîn ver ki, artık bir daha küfür (ihtimâli) kalmasın. Öyle bir rahmet ver ki, onunla, dünyâ ve âhirette Sen’in nazarında kıymetli olan bir mertebeye ulaşayım. Allâh’ım! Hakkımızda vereceğin hükümde lutfunla kurtuluş istiyorum, (yakınlığına mazhar olan) şühedâya has makamları niyâz ediyorum, bahtiyar kullarının yaşayışını diliyorum, düşmanlara karşı yardım talep ediyorum! Allâh’ım! Anlayışım kıt, amelim az da olsa (dünyevî ve uhrevî) ihtiyaçlarımı Sen’in kapına getiriyor (karşılanmasını Sen’den talep ediyorum). Rahmetine muhtâcım, hâlimi arz ediyorum. Ey işlere hükmedip yerine getiren, kalblerin ihtiyâcını görüp şifâyâb kılan Rabbim! Denizlerin aralarını ayırdığın gibi benimle cehennem azâbının arasını da ayırmanı, helâke dâvetten, kabir azâbından korumanı diliyorum. Allâh’ım! Kullarından herhangi birine verdiğin bir hayır veya mahlûkâtından birine va’dettiğin bir lutuf var da buna idrâkim yetişmemiş, niyetim ulaşamamış ve bu sebeple de istediklerimin dışında kalmış ise, ey Âlemlerin Rabbi, onun husûlü için de Sana yakarıyor, bana rahmetinle onu da ihsân etmeni Sen’den istiyorum.
Ey Allâh’ım! Ey (Kur’ân gibi, dîn gibi) kuvvetli ipin ve doğru yolun sâhibi! Kâfirler için cehennem va’dettiğin kıyâmet gününde, Sen’den cehenneme karşı emniyet, ardından başlayacak ebediyet gününde de huzûr-i Kibriyâ’na ulaşmış mukarrabîn meleklerle, (dünyâda iken çok) rükû ve secde edenler ve ahitlerini yerine getirenlerle birlikte cennet istiyorum. Sen sınırsız rahmet sâhibisin, Sen hadsiz bir muhabbet sâhibisin, Sen dilediğini yaparsın. (Dilek sâhipleri ne kadar çok, ne kadar büyük şeyler isteseler bile, hepsini de yerine getirmeye muktedirsin.) Allâh’ım! Bizi, sapıtmayıp saptırmayan, hidâyete ermiş hidâyet rehberleri kıl. Dostlarına sulh (vesîlesi), düşmanlarına da düşman kıl. Sen’i seveni (Sana olan) sevgimiz sebebiyle seviyoruz. Sana muhâlefet edene, Sen’in ona olan adâvetin sebebiyle düşmanlık ediyoruz. Allâh’ım! Bu bizim duâmızdır. Bunu fazl u kereminle kabûl etmek Sana kalmıştır. Bu, bizim gayretimizdir, dayanağımız Sen’sin. Allâh’ım! Kalbime bir nûr, kabrime bir nûr ver; önüme bir nûr, arkama bir nûr ver; sağıma bir nûr, soluma bir nûr ver; üstüme bir nûr, altıma bir nûr ver; kulağıma bir nûr, gözüme bir nûr ver; saçıma bir nûr, derime bir nûr ver; etime bir nûr, kanıma bir nûr ver; kemiklerime de bir nûr ver! Allâh’ım nûrumu artır, (söylediklerimin hepsine bedel olacak) bir nûr ver, (söylemediklerimi de ihâta edecek) bir nûr ver! İzzeti bürünmüş, onu kendisine alem edinmiş olan Zât’ı tesbîh ederim. Büyüklüğü bürünmüş ve bu sebeple kullarına bol bol ikramlarda bulunmuş olan Zât’ı tesbîh ederim. Tesbîh ve takdîs sâdece kendine lâyık olan Zât’ı tesbîh ederim. Fazl u nîmetler sâhibi Zât’ı tesbîh ederim. Azamet ve kerem sâhibi Zât’ı tesbîh ederim. Celâl ve ikram sâhibi Zât’ı tesbîh ederim. O bütün noksanlardan münezzehtir.” (Tirmizî, Deavât, 30/3419) Bir defâsında Habîb-i Ekrem Efendimiz’e yağmur yağmadığından şikâyet edilmişti. Bunun üzerine Allâh Rasûlü, bir minber getirilmesini istedi. Minber, Cuma, bayram ve cenâze namazlarının kılındığı alana (musallâya) kuruldu. İnsanların orada toplanması için gün tespit edildi. Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, güneşin kızıllığı ufukta görülür görülmez yola çıktı. Musallâya varıp minbere oturdu. Tekbir getirdi, Allâh’a hamd etti ve: “Sizler, memleketinizin kuraklığa uğradığından, yağmurun tabiî vaktinde yağmayıp gecikmesinden şikâyet ettiniz. Allâh -celle celâlühû- kendisine duâ etmenizi emrediyor. Duânıza icâbet edeceğini va’dediyor.” buyurdu ve şöyle duâ etti: “Hamd, Âlemlerin Rabbi’ne mahsustur. O, Rahmân ve Rahîm’dir. Âhiret gününün sâhibidir. Allâh’tan başka ilâh yoktur. O dilediğini yapar. Ey Rabbimiz! Sen kendisinden başka ilâh olmayan Allâh’sın. Sen zenginsin, biz fakiriz. Üzerimize yağmur indir. İndirdiğini bize kuvvet ve güç kıl. Onu belli bir müddet bize yetir!” Bunu söyledikten sonra ellerini kaldırdı. O kadar yukarı kaldırdı ki, koltuğunun altındaki beyazlık göründü. Sonra sırtını halka döndü, elbisesini ters çevirdi, elleri bu sırada hep yukarı
kalkmış vaziyette idi. Sonra tekrar halka döndü. Minberden indi ve iki rekât namaz kıldı. Allâh Teâlâ, hemen o anda bulutlarını gönderdi. Gök gürledi, şimşek çaktı. Allâh’ın izniyle yağmur yağmaya başladı. Fahr-i Kâinât Efendimiz, daha mescidine dönmeden seller aktı. Allâh Rasûlü, cemaatin sığınaklara dönmedeki acelelerini müşâhede edince tebessüm etti ve: “Şehâdet ederim ki, Allâh her şeye kâdirdir ve ben de Allâh’ın kulu ve Rasûlü’yüm” buyurdu. (Ebû Dâvûd, İstiskâ, 2/1173) Peygamber Efendimiz, Allâh Teâlâ’dan yağmur istediğinde “İstiskâ Namazı” kılmış, böylece duâsının kabûlü için nâfile namazla da tevessülde bulunmuştur. Hazret-i Âişe vâlidemiz der ki: “Bir gece uyandığımda Allâh Rasûlü’nü yanımda göremedim. Aklıma, diğer hanımlarından birinin yanına gitmiş olabileceği ihtimâli geldi. El yordamıyla etrâfı yokladım. Elim ayaklarına dokundu. O zaman Allâh Rasûlü’nün secdede olduğunu anladım. Kulak verdim, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve şöyle münâcâtta bulunuyordu: «Allâh’ım! Sen’in gazabından Sen’in rızâna sığınırım. Cezâlandırmandan affına sığınırım! Allâh’ım başka değil, Sen’den yine Sana sığınırım. Sen’i senâ etmekten âcizim. Sen zâtını nasıl senâ ettiysen öylesin!»” (Müslim, Salât, 222; Tirmizî, Deavât, 75/3493) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Bedir günü Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müşriklere baktı, onlar bin kişiydiler. Ashâbı ise üç yüz on üç kişi idi.67 Hemen kıbleye yönelip, ellerini kaldırdı. Rabbine sesli olarak şöyle yakarmaya başladı: «Ey Allâh’ım! Bana olan vaadini ihsân eyle! Allâh’ım! Bana zafer nasîb et. Ey Allâh’ım! Eğer ehl-i İslâm’ın bu topluluğunu helâk edersen, artık yeryüzünde Sana ibâdet edecek kimse kalmayacak!» Ellerini uzatmış vaziyette münâcâtına öyle devâm etti ki, ridâsı omuzundan düştü. Bunu gören Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, yanına gelerek ridâsını aldı, omuzuna koydu ve yanına yaklaşıp: «–Ey Allâh’ın Rasûlü! Rabbine olan yakarışın yeter. Allâh Teâlâ Sana olan vaadini mutlakâ yerine getirecektir.» dedi. O sırada Azîz ve Celîl olan Allâh Teâlâ şu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu: «Hani siz Rabbinizden imdâd istiyordunuz, O da; “Muhakkak ki Ben size meleklerden birbiri ardınca bin(lercesi ile) imdâd edeceğim.” diyerek duânızı kabul buyurmuştu.» (el-Enfâl, 9) Hak Teâlâ Hazretleri o gün mü’minlere melekleriyle yardım etti.” (Müslim, Cihâd, 58; Buhârî, Megâzî, 4)
Ebû Mı’lâk isminde bir sahâbî vardı. Bu zât, başkaları ile ortaklık kurarak ticâret yapardı. Dürüst ve takvâ sâhibi bir kimseydi. Bir defâsında yine yola çıkmıştı. Karşısına çıkan silahlı bir hırsız: “–Neyin varsa çıkar, seni öldüreceğim.” dedi. Ebû Mı’lâk: “–Maksadın mal almaksa al!” dedi. Hırsız: “–Ben sâdece senin canını istiyorum.” dedi. Ebû Mı’lâk: “–Öyleyse bana müsâade et de biraz namaz kılayım.” dedi. Hırsız: “–İstediğin kadar kıl!” dedi. Ebû Mı’lâk namazını kıldıktan sonra şöyle duâ etti: “Ey gönüllerin sevgilisi! Ey yüce Arş’ın sâhibi! Ey her istediğini yapan Allâh’ım! Ulaşılmayan izzetin, kavuşulmayan saltanatın ve Arş’ını kaplayan nûrun hürmetine beni şu (hırsızın) şerrinden korumanı istiyorum! Ey imdâda koşan Allâh’ım, yetiş imdâdıma!” Ebû Mı’lâk, bu duâyı üç defâ tekrarladı. Duâsını bitirir bitirmez, elindeki kargıyı kulakları hizâsında tutan bir süvârî peydâ oldu ve hırsızı öldürdü. Allâh’ın lutfuyla kurtulan sahâbî, o süvârîye: “–Sen kimsin? Allâh seni vasıta kılarak bana yardım etti!” diye sordu. Süvârî: “–Ben dördüncü kat semâ ehlindenim. İlk duânı yapınca semâ kapılarının çatırdadığını işittim. İkinci defa duâ edince, gök ehlinin gürültüsünü işittim. Üçüncü defa duâ edince, «Zorda kalan biri duâ ediyor!» denildi. Bunu duyunca Allâh’tan, hırsızı öldürmeye beni memur kılmasını istedim. Allâh Teâlâ da arzumu kabûl etti ve geldim. Şunu bil ki, abdest alıp dört rekât namaz kılan ve bu duâyı yapan kimsenin, zorda olsun veya olmasın duâsı kabûl edilir.” dedi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 182) Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ- vâlidemize: “–Ey mü’minlerin annesi! Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- senin yanında bulunduğu zamanlarda en çok hangi duâyı okurdu?” diye sorulmuştu. O, şu karşılığı verdi: “–Çoğu zaman: «Ey kalbleri hâlden hâle çeviren Allâh’ım! Benim kalbimi dînin üzere sâbit kıl!» diye duâ ederdi.” (Tirmizî, Deavât, 89/3522; Ahmed, IV, 182, VI, 91) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetinin hidâyeti için pek çok duâlar etmiştir. Yemen halkının hidâyeti için, “Allâh’ım! Onların kalblerini bize yönelt!” (Tirmizî, Menâkıb, 71/3934) şeklinde duâda bulunmuştur. Beldelerinden kendisini taşlayarak ve türlü hakâretlerle çıkaran, hicrî dokuzuncu yıla kadar da şiddetle direnerek müslümanlara pek çok
zâyiât verdiren Tâifliler hakkında, “Yâ Rabbî! Sakîf’e hidâyet nasîb eyle! Onları bize gönder!” diye Hakk’a niyâz ve ilticâ eylemiştir. (İbn-i Hişâm, IV, 134; Tirmizî, Menâkıb, 73/3942) Yine Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Ali’yi Yemen’e kadı olarak gönderirken, üzerine aldığı vazîfenin mes’ûliyetinden endişe eden yeğeninin göğsü üzerine elini koyup şu duâyı yapmıştır: “Allâh’ım! Bunun kalbini doğruya hidâyet eyle, lisânını hak üzere sâbit kıl.” Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- diyor ki: “Bu duâdan sonra iki kişi arasında hüküm verirken hiçbir tereddüt geçirmedim.” (İbn-i Mâce, Ahkâm, 1) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hac esnâsında vakfede bir eliyle devesinin yularını tutup diğer elini kaldırarak kulluğunun ve kalbî hayâtının hassâsiyetini ifâde eden uzunca bir duâ yaptı. Bu güzel duânın bir kısmı şöyledir: “Ey Allâh’ım! Sen’in buyurduğun şekilde ve bizim söylediğimizden daha üstün olarak Sana hamd olsun! Ey Allâh’ım! Benim namazım, ibâdetim, hayâtım ve ölümüm Sen’in içindir! Dönüşüm ancak Sanadır! Ey Allâh’ım! Kabir azâbından, gönle üşüşen vesveselerden, işlerin dağınıklığından Sana sığınırım! Ey Allâh’ım! Rüzgârların getirdiği âfetin şerrinden Sana sığınırım! Ey Allâh’ım! Gözümde bir nûr, kulağımda bir nûr, kalbimde bir nûr yarat! Ey Allâh’ım! Sadrıma genişlik ver! İşimi kolaylaştır! Ey Allâh’ım! Sağlığın hastalığa çevrilmesinden, birdenbire gelip çatacak azâbından ve bütün gazabından Sana sığınırım! Ey Allâh’ım! Beni doğru yoluna ulaştır! Geçmişimi, geleceğimi affet! Ey dereceleri yükselten, bereketleri indiren, ey gökleri ve yeri yaratan Allâh’ım! Sesler türlü türlü dillerle coşup Sana doğru yükseliyor, Sen’den taleplerde bulunuyor! Benim isteğim de; dünyâ halkının beni unuttuğu imtihan yurdunda Sen’in beni hatırlamandır! Ey Allâh’ım! Sen sözümü işitiyor, bulunduğum yeri görüyor, gizli açık neyim varsa biliyorsun! İşlerimden hiçbiri Sana gizli değildir! Ben çâresizim, yoksulum, Sen’den yardım ve emân diliyorum! Korkuyorum, kusurlarımı îtirâf ediyorum! Bir çâresiz Sen’den nasıl isterse, ben de öyle istiyorum! Zelîl bir günahkâr Sana nasıl yalvarırsa, ben de öyle yalvarıyorum! Sen’in yüce huzûrunda boynunu bükmüş, Sen’in için gözlerinden yaşlar boşanan, Sen’in uğrunda bütün varlığını fedâ eden, Sen’in için yüzünü topraklara süren bir kulun Sana nasıl duâ ederse, ben de öyle duâ ediyorum! Ey Rabbim! Duâmın kabûl edilmesinden beni mahrum bırakma! Bana Raûf ve Rahîm ol, ey kendisinden istenilenlerin en hayırlısı ve verenlerin en keremlisi!”68 Hiç günâhı olmayan Allâh Rasûlü’nün, Cenâb-ı Hakk’ın huzûrundaki gönül kıvâmını gösteren ne samîmî ve özlü bir duâ… Selef-i sâlihînin Arafat’ta yaptığı duâlardan bir kısmı da şöyledir:
“İlâhî! Sana karşı kim kendisini övebilir? İlâhî! Dilim mâsiyetlerle tutulmuş, benim Sana vesîle kılacak, ne işe yarar bir amelim ne de rahmetini ümîd etmekten başka bir şefaatçim var! İlâhî! Biliyorum ki; kusurlarım yüzünden ne huzûrunda mevkiim ne de Sen’den özür dilemeye yüzüm kalmıştır! Fakat Sen keremlilerin en keremlisisin! İlâhî! Ben merhametine nâil olmaya lâyık değilsem de, merhametin bana yetişebilir! Çünkü Sen’in rahmetin her şeyi kuşatacak derecede geniştir! İlâhî! Benim kusurum ne kadar büyük de olsa, Sen’in affının yanında küçük kalır! Sen onları bağışla ey kerem sâhibi Allâh’ım! Rabbim! Sen ancak itaatkâr kullarını affedeceksen, günahkârlar kime gidip sığınsınlar? Rabbim! Sen sâdece takvâ sâhibi kullarına rahmet ve merhamet edeceksen, mücrimler kimden yardım istesinler! Ben Sana her an muhtâcım! Sen’in ise bana hiçbir ihtiyâcın yoktur! Yaratanım olarak ancak Sen beni bağışlarsın! Beni şu durduğum yerden, bütün hâcetlerimi yerine getirmiş, taleplerimi ihsân etmiş, temennîlerimi gerçekleştirmiş olarak döndür! Ey isteyenlerin ihtiyaçlarına sâhip ve mâlik olan Allâh’ım! Ey susmakta olanların içlerinden geçirdiklerini bilen Allâh’ım! Ey kendisinden başka yardım beklenecek başka Rab bulunmayan Allâh’ım! Ey kendisinin üstünde korkulacak başka bir yaratıcı bulunmayan Allâh’ım! Ey yanına varılacak vezîri, rüşvet verilecek kapıcısı bulunmayan Allâh’ım! Ey dilekler çoğaldıkça cömertlik ve keremi artan; ihtiyaçlar çoğaldıkça fazl u ihsânı çoğalan Allâh’ım! Ey Allâh’ım! Sen her misâfiri ağırlarsın! Bizler de Sen’in misâfirleriniz! Bizleri cennetinde ağırla! Ey Allâh’ım! Her kâfileye hediye, her isteyene atiyye verilir; her ziyâretçiye ikrâm edilir! Sevap ümîd eden her kişiye de sevap verilir! Bizler topluca Sen’in Beyt-i Harâm’ına geldik! Şu büyük meşâirde vakfeye durduk! Şu mübârek yerlerde hazır bulunduk! Ümîdimiz, yüce katındaki sevap ve mükâfâta nâil olmaktır! Ümîdimizi boşa çıkarma Allâh’ım!”69 Ebû Ümâme -radıyallâhu anh- şöyle der: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birçok duâ okumuştu, fakat biz ondan hiçbir şey ezberleyememiştik. Bunun üzerine: “–Yâ Rasûlallâh! Pek çok duâlar okudunuz, biz onları ezberleyemedik.” dedik. O zaman Rasûli Ekrem şöyle buyurdu: “–O duâların hepsini içine alan bir duâyı size öğreteyim mi? Şöyle deyiniz: Allâh’ım! Peygamber’in Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Sen’den istediği hayırları biz de dileriz. Peygamber’in Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Sana sığındığı şerlerden biz de Sana sığınırız. Yardım ancak Sen’den beklenir. İnsanı dünyâ ve âhirette murâdına erdirecek olan Sen’sin. Günahtan kaçacak güç, ibâdet edecek kuvvet ancak Allâh’ın yardımıyla kazanılabilir.” (Tirmizî, Deavât, 88/3521) Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son derece zayıflamış bir hastayı ziyâret etti ve: “–Allâh’a bir şey için duâ ediyor muydun veya O’ndan bir şey istiyor muydun?” diye sordu. Hasta: “–Evet; «Allâh’ım! Bana âhirette vereceğin cezâyı bu dünyâda hemen peşin olarak ver!» diye duâ ederdim.” cevâbını verdi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “–Sübhânallâh! Senin buna gücün yetmez. Şöyle duâ etseydin olmaz mıydı: «…Rabbimiz! Bize dünyâda da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azâbından koru!» (el-Bakara, 201)” Bunun üzerine adam bu duâyı yaptı ve şifâ buldu. (Müslim, Zikir, 23; Tirmizî, Deavât, 71/3487) Duâ ederken Allâh Teâlâ’dan ne istediğimize dikkat etmeli ve duânın âdâbına riâyet göstermeliyiz. Cenâb-ı Hak’tan devamlı hayır, iyilik ve âfiyet istemeliyiz. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre mükâtep (anlaşmalı) bir köle ona gelerek: “–Borcumu ödeyecek gücüm yok, bana yardım et!” dedi. O da: “–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bana öğrettiği duâyı ben de sana öğreteyim mi? Buna devâm ettiğin takdirde, üzerinde Sebir Dağı kadar borç olsa bile Allâh Teâlâ onu ödemene yardım eder.” dedi ve şu duâyı okudu: “Allâh’ım! Bana helâl rızık nasip ederek beni haramlardan koru! Lutfunla beni Sen’den başkasına muhtaç etme!” (Tirmizî, Deavât, 110/3563) Sultan I. Murad Hüdâvendigâr, 8 Ağustos 1389’da Kosova ovasına girdiğinde ortalığı toza dumana katan bir fırtına ile karşılaşmıştı. Bu durumda âdeta göz gözü görmüyordu. İşte o gece Berât Gecesi idi. Murad Han, iki rekât namaz kıldıktan sonra, gözyaşları içinde şu duâyı yaptı: “Yâ Rabbî! Bu fırtına, şu âciz Murad kulunun günahları sebebiyle çıktıysa, onun yüzünden mâsum askerlerimi cezâlandırma!.. Allâh’ım! Onlar ki buraya kadar sâdece Sen’in adını yüceltmek ve İslâm’ı teblîğ etmek için geldiler! İlâhî! Bunca kerre beni zaferden mahrûm etmedin. Dâimâ duâmı kabul buyurdun. Yine Sana ilticâ ediyorum, duâmı kabûl eyle! Bir yağmur nasîb eyle! Bu toz bulutu kalksın. Kâfirin askerini âşikâr görüp, yüz yüze cenk edelim! Yâ İlâhî! Mülk de, bu kul da Sen’indir. Ben âciz bir kulum. Benim niyetimi ve esrârımı en iyi Sen bilirsin. Mal ve mülk maksadım değildir. Yalnız Sen’in rızânı isterim.
Yâ İlâhî! Bu mü’min askerleri küffâr elinde mağlûb edip helâk eyleme! Onlara öyle bir zafer lutfet ki, bütün müslümanlar bayram eylesin! Dilersen o bayram gününün kurbânı da şu Murad kulun olsun! Yâ İlâhî! Bunca müslüman askerin helâkine beni sebep kılma! Bunlara yardım eyle ve zafer bahşeyle! Bunlar için ben cânımı kurbân ederim; yeter ki Sen beni şehîdler zümresine kabûl eyle!.. İslâm askerleri için rûhumu teslîme râzıyım… Beni gâzî kıldın. Sonunda lutfen ve keremen şehîdlik de nasîb eyle!.. Âmîn!” Bu hâlisâne münâcâttan sonra Sultan, fevkalâde bir huzur içinde Kur’ân-ı Kerîm tilâvetine başladı. Çok geçmeden rahmet bulutları peydâ oldu. Kosova meydanı üzerine sağnak hâlinde yağmur boşaldı. Rüzgâr durdu. Toz bitti… Bu tecellîlerin ardından düşmana hücûm edildi. Sekiz saat süren muhârebe zaferle netîcelendi. Murad Han, savaş meydanında bulunan yaralı ve şehîdlerin arasında dolaşıyordu ki, ölüler arasından yaralı bir Sırp askeri kalkarak: “–Beni bırakınız; pâdişâhın elini öpüp müslüman olacağım!” dedi. Yaralı taklidi yapan Sırp, pâdişâhın elini öper gibi yaptı ve koltuğunun altında sakladığı hançerini hızla Hünkâr’ın göğsüne sapladı. Orada şehâdet şerbetini içen Murad Hân’ın duâsı da kâmilen gerçekleşmiş oldu… Velhâsıl duâ, kulluğun ve ibâdet hayâtının özü mevkiindedir. Zîrâ Allâh’ın en çok hoşnud olduğu şeylerden biri de, kulunun, acziyetini idrâk ederek el açıp hâlini Rabbine arz etmesi, duâ ve ilticâda bulunmasıdır. Bu yüzdendir ki Allâh Teâlâ, duâya tenezzül etmeyip kendisinden bir şey istemeyen kimseyi azâba uğratır. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “(Ey Rasûlüm!) De ki: Eğer sizin kulluk ve yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!..” (el-Furkân, 77) Duâ, rahmet kapılarının anahtarı, mü’minin silâhı, dînin direği, göklerin ve yeryüzünün nûrudur. Kime duâ kapıları açılmışsa, ona hayır, hikmet ve rahmet kapıları açılmış demektir. Sıkıntı ve darlık zamanında duâsının kabûl olmasını isteyen kimse, bolluk ve rahatlık zamanında da duâyı bol yapmalıdır. Büyük ruhlar, hayatlarını dâimâ duâ hâlinde yaşayanlardır. e. Huşû Huşû, kalbin Allâh muhabbeti ve korkusuyla dolu olması, uzuvların da bu duygularla huzur ve sükûn bulmasıdır. Huşû, aslı kalbde, tezâhürleri bedende olmak üzere iki taraflıdır. Kalbe âit tarafı; Rabbin azamet ve celâli karşısında kendi hiçliğini idrâk ederek, nefsi, Hakk’ın emrine boyun
eğdirmek, son derece yüksek bir edeb, tâzîm ve saygı hissi duymaktır. Dış görünüşle alâkalı yönü de, bedenin uzuvlarında bu duygunun tesiriyle bir vakar ve sükûnetin meydana gelmesidir. Meselâ namazda gözlerin etrâfa değil, önüne ve secde mahalline bakması gibi… Hayâtın ve ibâdetlerin huşû içinde nasıl yaşanacağının en güzel misallerini Peygamber Efendimiz’in ve ashâb-ı kirâmın örnek hayâtında müşâhede etmekteyiz. Hayâtının hiçbir safhasını âhiret gerçeğinden ayrı mütâlaa etmeyen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ibâdetlerde de son nefesteki hâlet-i rûhiyeye bürünmenin lüzûmuna dikkat çekmiştir. Nitekim bir sahâbî, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek: “–Yâ Rasûlallâh! Bana öğüt ver, ancak kısa ve öz olsun!” dedi. Bunun üzerine Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Namazını, (hayâta) vedâ eden bir kimsenin namazı gibi kıl! Özür dilemen gereken bir sözü söyleme! İnsanların elindekilere tamah etme!” buyurdular. (İbn-i Mâce, Zühd, 15; Ahmed, V, 412) İbâdetler ancak mânevî teyakkuz, huşû ve tefekkür ile îfâ edildiğinde kıymet kazanır. Ashâb-ı kirâmın ve onları güzelce tâkip eden sâlih mü’minlerin en mühim hasleti de bu kalbî kıvâma sâhip olmalarıdır. Nitekim Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, dostlarına şöyle derdi: “–Siz, ashâbdan daha çok namaz kılıyor ve daha çok gayret gösteriyorsunuz. Lâkin onlar sizden daha fazîletliydiler.” “–Ne ile bizden daha fazîletli oldular?” denilince de: “–Onlar dünyâya karşı sizden daha zâhid, âhirete karşı sizden daha rağbetli idi.” derdi. (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, Beyrut 1979, I, 420) Namazdaki huşû hâli o derecede mühimdir ki, kulun kurtuluşa giden yolu bu kapıdan geçer. Zîrâ Mü’minûn Sûresi’nde: “Muhakkak ki (şu) mü’minler felâh bulmuştur: Onlar, namazlarında huşû içindedirler.” (elMü’minûn, 1-2) buyrulmaktadır. Peygamber Efendimiz de, kulun, namaza riâyeti nisbetinde muâmele göreceğini şöyle haber vermektedir: “Kul namaz kılar fakat namazının ancak onda biri, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri veya yarısı kendisi için yazılır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 123124/796) Yâni kul için ancak huşû ve huzûr ile kıldığı namazın sevâbı vardır. Yine Rabbimiz, namazı huşû ile kılmanın nasıl mümkün olabileceğini şöyle îzâh etmektedir:
“Sabır ve namaz ile Allâh’tan yardım isteyin. Şüphesiz ki o, huşû sâhibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir. Huşû sâhipleri kendilerinin hakîkaten Rablerine kavuşacaklarına ve O’na rücû edeceklerine inanırlar.” (el-Bakara, 45-46) Yâni namazı, bir gün muhakkak Rabbinin huzûruna çıkacağı, eninde sonunda O’na dönüp hesap vereceği şuuruyla kılan bir kimse, gerçek huşû hâline ulaşmış olur. Namazdaki bu huşû hâli devâm ettikçe, zamanla mü’minin bütün hayâtını kuşatır. Bunun içindir ki, Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, «Onlar, namazlarında dâimdirler.» (el-Meâric, 23) âyet-i kerîmesini işârî olarak: “Namazdan sonraki hâlin de aynen namazdaki gibi olmasıdır.” şeklinde tefsîr eder. Bu hâle erebilmek için de, samîmî ve derûnî bir gönül râbıtası ile Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ulvî ahlâkından nasîb alarak O’nunla aynîleşmek zarûreti vardır. Zîrâ Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurmuştur: “…Allâh Teâlâ, huşû dolu, hüzünlü, merhametli, insanlara hayrı öğretip Allâh’a itaat etmeye çağıran her kalbi sever. Katı, boş şeylerle meşgul olan, rûhunun tekrar kendisine iâde edilip edilmeyeceğini bilmediği hâlde bütün geceyi uykuyla geçiren ve Allâh’ı çok az zikreden her kalbe de buğzeder.” (Deylemî, I, 158) Fazîlet Tabloları Abdullâh bin Şıhhîr -radıyallâhu anh-, Efendimiz’in huşûunu şöyle anlatmaktadır: “Bir keresinde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitmiştim. Namaz kılıyor ve ağlamaktan dolayı göğsünden, kaynayan kazan sesi gibi sesler geliyordu.” (Ebû Dâvûd, Salât, 156-157/904; Ahmed, IV, 25, 26) Namazın fıkhî cihetine dikkat edilmesi zarûrîdir. Lâkin hadîs-i şerîfte de buyrulduğu vechile, onun rûhânî tarafına da bilhassa îtinâ göstermemiz îcâb etmektedir. Fıkıh; tahâret, abdest ve temizlik ile kulu namaza hazırlar iken, kalbî temizlik, yâni huşû ise; mü’mini huzûra, kalbî duyuşlara ve “ilâhî vuslat”a nâil eyler. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namazın büyük bir huşû içerisinde ve Cenâb-ı Hakk’a yalvarırcasına bir hâlet-i rûhiye ile kılınması gerektiğini şöyle ifâde buyurmuştur: “Namaz ikişer ikişer kılınır. Her iki rekâtta bir teşehhüd vardır. Namaz, huşû duymak, tevâzû ve tezellül izhâr etmektir. (Bitirince de) ellerini, içleri yüzüne dönük olarak Yüce Rabbine kaldırırsın ve; «Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!» diye yalvarırsın. Kim bunu yapmazsa namazı eksiktir.” (Tirmizî, Salât, 166/385) Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor: Ebû Cehm -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, işlemeli, zarif bir elbise hediye etmişti. Rasûl-i Ekrem, o elbise ile namaz kıldı. Namazı bitirince:
“–Bu elbiseyi Ebû Cehm’e geri ver, namazda gözüm nakışlarına takıldı. Neredeyse namazda huzûrumu kaçıracaktı.” buyurdu. (Muvatta, Salât, 67; Buhârî, Salât, 14) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Vedâ Haccı’nda ümmetine haccın rükünlerini bizzat tatbîk ederek öğretmiştir. Diğer ibâdetlerde olduğu gibi hacda da bilhassa huşû üzere bulunmak gerektiğini anlatmıştır: Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Arefe günü (Arafat’tan Müzdelife’ye) dönüyordu. Arka tarafta bâzı kimselerin bağırıp çağırdığını, devesine vurduğunu ve develerin böğürdüğünü duyunca, onlara asâsıyla işâret ederek şöyle buyurdu: “–İnsanlar! Yavaş olun! Acelecilik yapmakla sevap kazanılamaz.” (Buhârî, Hac, 94; Müslim, Hac, 268) Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle rivâyet eder: Peygamber Efendimiz, namazda sakalı ile oynayan birini görmüştü. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Kalbi huşû duysaydı, âzâları da huşû içinde olurdu.” (Ali el-Müttakî, VIII, 197/22530) Hazret-i Âişe’nin naklettiğine göre, annesi Ümmü Rûmân şöyle demiştir: Namaz kılarken sağa sola sallanıyordum. Ebû Bekir bu hâlimi görünce beni öyle bir azarladı ki, az daha namazı bozacaktım. Sonra da şöyle dedi: “–Rasûlullâh Efendimiz şöyle buyurmuştu: «Herhangi biriniz namaza durduğunda her tarafı sâkin olsun, huşû içinde bulunsun. Yahûdîler gibi sallanmasın. Zîrâ namazda âzâların sükûneti, namazı tamamlayan hususlardandır.»”70 Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-, kendisine o kadar büyük bir zenginlik ve saltanat lutfedilmiş olmasına rağmen, dâimâ huşû, tevâzû ve vecd içinde bir kulluk hayâtı yaşayıp kalbini dünyâdan müstağnî kılmayı bilmiştir. Nitekim O’nun bu fazîletini beyan sadedinde: “Süleyman -aleyhisselâm- kendisine bahşedilen mülke rağmen Allâh’a duyduğu huşû sebebiyle, ölünceye kadar başını semâya kaldırmamıştır.” buyrulmuştur.71 Abdullâh bin Ebû Bekir -radıyallâhu anhümâ- nakleder: “Ebû Talha kendi bahçesinde namaz kılıyordu. Dübsi denilen bir kuş, bahçeden dışarı çıkmak için uçtu, çıkacak yer arayarak sağa sola gitti. Bu, Ebû Talha’nın hoşuna gitti ve bir an gözleriyle onu izledi. Sonra namazına döndü, fakat kaç rekât kıldığını şaşırdı. Bunun üzerine bu malım fitneye sebep oldu, huşû hâlimi bozdu diye düşünerek Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelip bahçede başına gelen durumu anlattı: «–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bu malım Allâh için sadakadır, istediğin gibi kullanır, istediğin yere verebilirsin.» dedi.” (Muvatta, Salât, 69)
Ashâb-ı kirâmın namazdaki huşûunu gösteren şu hâdise ne müthiştir: Peygamber Efendimiz bir seferden Medîne’ye dönerken bir yerde konaklamıştı. Ashâbına dönerek: “–Bu gece bizi kim bekleyecek?” diye sordu. Muhâcirlerden Ammâr bin Yâsir ve Ensâr’dan Abbâd bin Bişr hemen: “–Biz bekleriz yâ Rasûlallâh!” dediler. Abbâd -radıyallâhu anh-, Ammâr’a: “–Sen gecenin hangi kısmında; başında mı yoksa sonunda mı nöbet tutmak istersin?” diye sordu. Ammâr -radıyallâhu anh-: “–Son kısmında beklemek isterim!” dedi ve yanı üzerine uzanıp uyuyuverdi. Abbâd da namaz kılmaya başladı. O sırada bir müşrik geldi. Ayakta duran bir karaltı görünce gözcü olduğunu anladı ve hemen bir ok attı. Ok, Abbâd’a isâbet etti. Abbâd oku çıkardı ve namazına devâm etti. Adam ikinci ve üçüncü kez ok atıp isâbet ettirdi. Her defâsında da Abbâd -radıyallâhu anh- ayakta sâbit durarak okları çekip çıkarıyor ve namazına devâm ediyordu. Derken rükû ve secdeye vardı. Selâm verdikten sonra arkadaşını uyandırarak: “–Kalk! Ben yaralandım!” dedi. Ammâr sıçrayıp kalktı. Müşrik, onları görünce kendisini fark ettiklerini anladı ve kaçtı. Ammâr, Abbâd’ın kanlar içinde olduğunu görünce: “–Sübhânallâh! İlk ok atıldığında beni neden uyandırmadın?!” dedi. Abbâd namaza olan aşk ve şevkini, ibadetteki huşûunu gösteren şu muhteşem cevâbı verdi: “–Bir sûre okuyordum, onu bitirmeden namazımı bozmak istemedim. Ama oklar peş peşe gelince, okumayı kesip rükûya vardım. Allâh’a yemin ederim ki, Allâh Rasûlü’nün korunmasını emrettiği bu mevkiyi kaybetme endişem olmasaydı, sûreyi yarıda bırakıp namazı kesmektense ölmeyi tercîh ederdim.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 78/198; Ahmed, III, 344; İbn-i Hişâm, III, 219; Vâkıdî, I, 397) Hazret-i Ebû Bekir’in kızı Esmâ’ya, torunu Abdullâh: “–Nineciğim! Hazret-i Peygamber’in ashâbı, Kur’ân dinledikleri zaman ne yaparlardı?” diye sordu. Esmâ -radıyallâhu anhâ- şu cevâbı verdi: “–Aynen Kur’ân-ı Kerîm’in bahsettiği gibi, gözlerinden yaşlar dökülür, vücutları ürperirdi.” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, II, 365) Cenâb-ı Hak, huşû ile Kur’ân okuyan kullarını şöyle tasvîr eder:
“(Kur’ân okunduğu zaman) ağlayarak yüzüstü secdeye kapanırlar. Kur’ân onların huşûunu artırır.” (el-İsrâ, 109) “…Rablerinden korkanların, bu Kitâb’ın tesirinden tüyleri ürperir. Derken hem bedenleri hem de gönülleri Allâh’ın zikrine ısınıp yumuşar…” (ez-Zümer, 23) Bir muhârebede Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın ayağına ok saplanmıştı. Iztırâbından dolayı çıkaramadılar. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-: “–Ben namaza durayım da öyle çıkarın!” dedi. Dediği gibi yaptılar. Hiçbir zorluk çekilmeden, kolayca çıkarıldı. Herhangi bir acı hissetmeyen Hazret-i Ali selâm verince: “–Ne yaptınız?” diye sordu. Onlar da: “–Oku çıkardık!..” dediler. Annesi, Veysel Kârânî Hazretleri’ne sordu: “–Oğlum bütün bir gece sabaha kadar nasıl ibâdet edebiliyorsun? Buna nasıl dayanabiliyorsun?” O büyük Allâh dostu şöyle cevap verdi: “–Ey güzel annem! İbâdetimi özene bezene yapıyorum. Kalbim huşû ile öyle genişliyor ki, yorulmak nedir bilmediğim gibi, yeryüzü ve her türlü bedenî hislerle alâkam kesiliyor. Bir de bakıyorum, sabah oluvermiş!..” “–Nedir bu huşû hâli ey Üveys?” “–Huşû; bir bedene mızrak saplansa, canın ondan haberdâr olmamasıdır.” Rivâyete göre Zeynelâbidîn Hazretleri, abdest için kalktığında sararıp solar, namaza başlayacağı zaman ayakları titrerdi. Sebebini soranlara: “–Kimin huzûruna çıkacağımdan haberiniz yok mu?” diye cevap verirdi. (Ebû Nuaym, Hilye, III, 133) Bir defasında o namaz kılmaktayken evinde yangın çıkmıştı. Fakat onun bundan haberi olmadı. Selâm verince hâdiseyi kendisine haber verdiler ve: “–Evin yandığı hâlde sana bunu fark ettirmeyen şey nedir?” diye sordular. Zeynelâbidîn Hazretleri: “–İnsanları bekleyen âhiret yangını, bana dünyâdaki bu küçük yangını hissettirmedi.” dedi.
Müslim bin Yesâr’ın namazı da böyleydi. O, Basra’da bir mescidde namaz kılıyordu. Bu sırada mâbed büyük bir gürültüyle yıkıldı. Ancak Müslim bin Yesâr, bu durumdan habersiz bir hâlde namazına devâm etmekteydi. Selâm verince: “–Mescid çöktü gitti, kılını bile kıpırdatmadın? Nedir bu hâl?” dediler. O ise hayretle: “–Mescid mi çöktü?” diyerek namaz esnâsında hiçbir şey hissetmediğini ifâde etti. Bir Hak dostu şöyle anlatıyor: “Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri’nin arkasında bir ikindi namazı kıldım. O mübârek velî, «Allâhu ekber» dediği zaman «Allâh» zikrinin onun üzerinde öyle büyük bir tesiri oldu ki, sanki bedeninde can kalmadı. Öylece dondu kaldı. «Ekber» dediği zaman da onun aldığı tekbirin heybetinden benim kalbim âdeta parça parça oldu.” Âmir bin Abdullâh, namaza durduğunda dış dünyâ ile bütün alâkası kesilir ve mâsivâ ile alâkalı hiçbir şey onun namazdaki huşûunu bozamazdı. “Namazda başkalarının söz ve hareketlerinin farkına varmaktansa, vücûduma ok saplanmasını tercîh ederim.” derdi. Bahâüddîn Nakşibend -kuddise sirruh-’a sordular: “–Bir kul, namazda nasıl huşûa erer?” O da cevâben: “–Dört şeyle!” buyurup şunları beyân etti: “1. Helâl lokma, 2. Abdest sırasında gafletten uzak durmak, 3. İlk tekbîri alırken kendini huzurda bilmek, 4. Namaz dışında da Hakk’ı aslâ unutmamak, yâni namazdaki huzur, sükûn ve mâsiyetten uzakta durma hâlini namazdan sonra da devâm ettirebilmek.” Velhâsıl huşû, Allâh’ın emirlerini vecd içinde îfâ etmek, nehiylerinden de büyük bir titizlikle sakınmaktır. Huşû, takvâ, ihlâs ve ihsân, mânâları birbirine çok yakın hâllerdir. Bu hâllerin menbaı, Allâh muhabbetidir. Allâh muhabbeti, mü’minlerin kalbî seviyesinin göstergesidir. Bu mânevî seviye ise, huşû ile edâ edilen ibâdetler ve davranış mükemmelliği sûretinde tezâhür eder. Huşû, başta namaz olmak üzere bütün ibâdetlerimizde ve hayâtımızın her ânında kalbimizi doldurmalı, âzâlarımızdan da etrâfımıza huzur ve sükûn hâlinde yansımalıdır.
7. Kur’ân-ı Kerîm ile Hemhâl Olmak Kur’ân-ı Kerîm, insanlara hak yolu gösteren bir hidâyet rehberi, mü’minler için bir rahmet, kalbdeki hastalıklar için de bir şifâdır. O aynı zamanda Rabbimizin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaran, Allâh Teâlâ’ya yaklaştıran ilâhî bir rehberdir. Kur’ân-ı Kerîm, mevcûdâtın yaratılış gâyesini ve insanın varlık hikmetini beyân edip kâinâttaki ilâhî nizâma münâsip bir hayat yaşamamızı emreden bir fermân-ı ilâhîdir. Cenâb-ı Hak buyurur: “Allâh sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab’ın tesiriyle tüyleri ürperir, derken hem bedenleri hem de gönülleri Allâh’ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allâh’ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidâyet rehberidir. Allâh kimi de saptırırsa, artık ona yol gösteren olmaz.” (ez-Zümer, 23) Bu âyet-i kerîme, Kur’ân-ı Kerîm ile nasıl bir kalbî alâkamızın olması gerektiğini beyân etmektedir. Takvâ seviyemizin ifâdesi, Kur’ân-ı Kerîm kültürümüzdür. Kur’ân kültürümüz ise, ibâdetlerde ihlâs, davranışlarda güzellik, kalbî derinlik gibi Kur’ân ahlâkı olarak tezâhür eder. Kur’ân-ı Kerîm, Allâh’ın rızâsını elde etmek, kötülüklerden ve ebedî azaptan kurtulmak isteyenler için Allâh Teâlâ’nın kullarına uzattığı, tutunabilecekleri en sağlam kulptur. Ona tutunanlar kurtulur, yücelir ve izzet bulur; onu terk edenlerse alçalır, süflîleşir ve doğru yoldan uzaklaşır. Kur’ân-ı Kerîm, Allâh Teâlâ’nın kullarına ikramda bulunmak için hazırladığı mânevî bir ziyâfet sofrasıdır. Rabbimizin dâvetine icâbetle bu ziyâfete katılanlar, huzur, sürûr ve neş’e verici sonsuz nîmetlerle mütelezziz olurlar. İnsanın gerçek haysiyet ve şerefi, Kur’ân’ın ahkâmıyla âmil, ahlâkıyla da kâmil olduğu nisbettedir. Yâni insan, ilâhî emirlere itaati ve Kur’ân’ın feyz ve rûhâniyetine bürünebildiği nisbette varlığının gâyesine münâsip bir izzet ve haysiyete kavuşur. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’i lâyıkıyla idrâk edip hayat ve hâdiseleri Kur’ân mantığı ile tefekkür etmemizi emretmektedir. Zîrâ saâdete de sefâlete de vesîle olabilen aklımızı, vahyin muhtevâsında istikâmetlendirmemiz zarûrîdir. Kur’ân-ı Kerîm’in bize açtığı tefekkür kapısı olmasaydı, birçok hakîkati hem idrâkten hem de ifâdeden mahrum kalırdık. Bu itibarla Kur’ân’ın sonsuz muhtevâsı üzerinde zihin yormak, pek çok hayır yollarının keşfini sağlayacaktır. İslâm ahlâkını lâyıkıyla tahsîl için Kur’ân-ı Kerîm ile hemhâl olmak, onunla daha fazla meşgul olmak îcâb eder. Hadîs-i şerîflerde buyrulur:
“Sizden birisi Rabbi ile münâcât ve mükâlemeyi (O’na yalvarıp O’nunla konuşmayı) severse huzûr-i kalb ile Kur’ân okusun.” (Süyûtî, I, 13/360) “Kur’ân okuyunuz! Çünkü Kur’ân, kıyâmet gününde kendisini okuyanlara şefaatçi olarak gelecektir” (Müslim, Müsâfirîn, 252, 253; Ahmed, V, 249, 251) “Kim Kur’ân-ı Kerîm’i okur ve onunla amel ederse, kıyâmet günü ebeveynine bir tâc giydirilir. Bu tâcın ışığı, güneş dünyâdaki bir eve konulduğunda onun vereceği ışıktan daha güzeldir. Öyleyse, Kur’ân-ı Kerîm ile bizzat amel edenin ışığı nasıl olur, düşünebiliyor musunuz?” (Ebû Dâvûd, Vitir, 14/1453) Kur’ân-ı Kerîm ile hemhâl olmak, Allâh Teâlâ’nın râzı ve hoşnud olduğu sâlih amellerdendir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Allâh Teâlâ, güzel sesli bir peygamberin, Kur’ân’ı tegannî ile72 yüksek sesle okumasından râzı olduğu kadar hiçbir şeyden râzı olmamıştır.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân 19, Tevhîd 32; Müslim, Müsâfirîn 232-234) “Allâh, geceleyin iki rekât namaz kılan (ve Kur’ân okuyan) bir kulu dinlediği kadar hiçbir şeyi dinlemez. Allâh’ın rahmeti, namazda olduğu müddetçe kulun başı üstüne saçılır. Kullar, Kur’ân’la hemhâl oldukları andaki kadar hiçbir zaman Allâh’a yaklaşmış olamazlar.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 17/2911) Kur’ân ile meşgul olmadığı için, bildiği sûreleri unutan insanların büyük bir günâha girdikleri bildirilmiştir.73 Kalbinde Kur’ân’dan bir miktar bulunmayan kimse ise zâten harap olmuş bir ev gibidir.74 Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “–Kalbler, demirin paslandığı gibi paslanır.” buyurmuştu. Sahâbe-i kirâm: “–Onun cilâsı nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular. Allâh Rasûlü: “–Allâh’ın kitâbını çokça tilâvet etmek ve Allâh’ı çok çok zikretmektir.” cevâbını verdi. (Ali elMüttakî, II, 241) Yine bir gün Peygamber Efendimiz, sahâbîlerine: “–Gözlerinize ibâdetten nasîbini veriniz!” tavsiyesinde bulunmuştu. “–Gözlerimizin nasîbi nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular. Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem- de: “–Mushafa bakmak, onun içindekileri düşünmek ve inceliklerinden ibret almaktır.” buyurdular. (Süyûtî, I, 39) Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Şüphesiz insanlardan Allâh’a yakın olanlar vardır!” buyurmuştu. “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Onlar kimlerdir?” diye sorulunca da: “–Onlar, Kur’ân ehli, Allâh ehli ve Allâh’ın has kullarıdır!” cevâbını vermişti. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 16) Fahr-i Kâinât Efendimiz, insanların bir araya gelerek Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup anlama gayreti içinde bulunmalarından ziyâdesiyle memnûn olurdu. Nitekim böyleleri hakkında buyurmuştur ki: “…Bir cemaat, Allâh Teâlâ’nın evlerinden bir evde toplanıp Allâh’ın kitâbını okur ve onu aralarında müzâkere eder, anlayıp kavramaya çalışırlarsa, üzerlerine sekînet iner ve kendilerini rahmet kaplar. Melekler onları kuşatırlar. Allâh Teâlâ da onları kendi nezdinde bulunanların arasında zikreder. Amelinin kendisini geride bıraktığı kişiyi ise, nesebi öne geçirmez.” (Müslim, Zikir, 38; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17) O hâlde, iki cihan saâdetimiz için, Kur’ân-ı Kerîm ile kalbî irtibâtımızı artırmalıyız. Onu okuyup anlamalı, kalbimizde hissetmeli ve hükümlerini ihlâs ile tatbîke gayret etmeliyiz. Fazîlet Tabloları Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Kur’ân-ı Kerîm’i hakkıyla okur, mânâsı üzerinde çokça tefekkür eder, emirlerini derhâl tatbîke koyulurdu. Âdeta Kur’ân’ı hissederek, yaşayarak ve kalbiyle okurdu. Okurken Allâh’ı tesbîh etmekten bahseden âyetlere gelince “Sübhânallâh” gibi tesbîh ifâdeleriyle Allâh’ı noksanlıklardan tenzîh ederdi. Duâ âyetleri gelince onlarla Allâh’a münâcâtta bulunurdu. Cenâb-ı Hakk’a sığınmaktan bahseden âyetleri okuyunca hemen Allâh’a sığınırdı.75 Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, her gün düzenli bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm okurdu.76 Medîne’ye gelen Sakîf Kabîlesi heyetinde bulunan Evs bin Huzeyfe -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gece yatsıdan sonra uzun müddet yanımıza gelmedi. «–Yâ Rasûlallâh! Yanımıza gelmekte niçin geç kaldınız?» diye sorduk. Peygamber Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm-: «–Her gün Kur’ân’dan bir hizb okumayı kendime vazîfe edinmişimdir. Bunu yerine getirmedikçe, gelmek istemedim.» buyurdu. Sabaha çıkınca ashâb-ı kirâma; «Siz Kur’ân’ı nasıl hizipleyip okursunuz?» diye sorduk. Onlar: «–Biz sûreleri ilk üçünü bir hizb, sonra devâmındaki beş sûreyi ikinci bir hizb, daha sonra sırayla yedi, dokuz, on bir ve on üç sûreyi birleştirerek birer hizb yaparız. En son olarak da Kâf
Sûresi’nden sonuna kadar mufassal sûreleri bir hizb yaparak Kur’ân-ı Kerîm’i (yedi kısımda) okuruz.» dediler.” (Ahmed, IV, 9; İbn-i Mâce, Salât, 178) Abdullâh ibn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle nakleder: Bir defâsında Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ey İbn-i Mes’ûd! Bana Kur’ân oku!” diye emretti. Ben de: “–Yâ Rasûlallâh! Kur’ân Siz’e vahyedildiği hâlde onu Siz’e ben mi okuyacağım?” dedim. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ben Kur’ân’ı başkasından dinlemeyi de severim.” buyurdu. Ben de Nisâ Sûresi’ni okumaya başladım. Ne zaman ki; “Her ümmetten bir şâhit getirdiğimiz ve Sen’i de onlara şâhit gösterdiğimiz zaman hâlleri nice olacak!” (en-Nisâ, 41) âyet-i kerîmesine geldim, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Kâfî!” buyurdular. O esnâda baktım ki, Rasûlullâh Efendimiz’in gözlerinden inci tânesi gibi yaşlar süzülüyordu.” (Buhârî, Tefsîr, 4/9; Müslim, Müsâfirîn, 247) Efendimiz’in biz ümmetine olan merhametini sergileyen, ne güzel bir manzara… Bir gün Hazret-i Âişe vâlidemiz, Allâh Rasûlü’nün yanına gitmekte geç kaldığında, Efendimiz, kendisine bunun sebebini sormuştu. O da: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Mescidde bir adam vardı ki, ondan daha güzel Kur’ân okuyan kimse görmedim.” diyerek gecikme sebebinin Kur’ân dinlemekten kaynaklandığını ifâde etti. Bunun üzerine Efendimiz mescide giderek o zâtın Sâlim -radıyallâhu anh- olduğunu gördü. Hissiyâtını şöyle dile getirdi: “Ümmetimin arasında böyle birini bulunduran Allâh’a hamd olsun!” (İbn-i Mâce, İkâmet, 176; Ahmed, VI, 165; Hâkim, III, 250/5001) Bir sahâbî Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e: “–Yâ Rasûlallâh! Hangi amel Allâh katında daha sevimlidir?” diye sordu. Habîb-i Ekrem Efendimiz: “–Hâl ve mürtehil(in ameli).” cevâbını verdi. Sahâbî: “–Peki hâl ve mürtehil kimdir?” diye sorunca Efendimiz: “–Kur’ân’ı başından sonuna kadar okuyan ve her bitirdiğinde hemen başa dönüp yeniden başlayandır.” buyurdu. (Tirmizî, Kırâât, 11/2948)
Bu hadîs-i şerîfte bahsedilen fazîlete erebilme hikmetine binâen, hatim duâlarında Kur’ân’ın son sûreleri olan İhlâs, Felak ve Nâs okunduktan sonra, tekrar Kur’ân’ın en başına dönülüp Fâtiha Sûresi ve Bakara Sûresi’nin ilk beş âyeti okunmaktadır. Bu şekilde hemen yeni bir hatme başlangıç yapılarak Hak katında makbûl olan bu sâlih amel tatbîk edilmiş olmaktadır. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kur’ân-ı Kerîm’e son derece ehemmiyet verir, ashâbından da böyle olanları çok severdi. Bir defâsında Peygamber Efendimiz sayıca kalabalık bir müfreze gönderecekti. Onlara Kur’ân okuttu. Her biri ezberinde olduğu kadarıyla Allâh’ın âyetlerinden okudu. Efendimiz, yaşça en genç olan sahâbînin yanına geldi ve: “–Ey filân! Senin ezberinde ne var?” buyurdu. O da: “–Ezberimde falan falan sûreler ve bir de Bakara Sûresi var!” dedi. Efendimiz: “–Ezberinde Bakara Sûresi var mı?” diye sordu: “–Evet!” cevâbını alınca: “–Haydi git, onların emîri (kumandanı) sensin! Çünkü bu sûre, neredeyse dînin tamamını ihtivâ eder.” buyurdu. Cemaatin ileri gelenlerinden biri: “–Yâ Rasûlallâh! Muhtevâsını yaşayamayacağım korkusu, benim Bakara Sûresi’ni ezberlememe mânî olmuştur.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “–Kur’ân’ı öğrenin, okuyun, okutun ve onunla amel edin! Çünkü Kur’ân’ı öğrenen, okuyan ve onunla amel eden kişi, içi misk dolu dağarcık gibidir ki, kokusu her tarafa yayılır. Kur’ân’ı öğrenip uyuyan, (Kur’ân’a hizmetten geri kalan) kimse de, içine misk doldurulup ağzı bağlanmış dağarcık gibidir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 2/2876) Bu hâdise, Bakara Sûresi’ni okuyup yaşayan bir kişinin maddî ve mânevî tahsîlinin seviyesini sergilemektedir. Yine bu hadîs-i şerîfiyle Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Kur’ân ile hemhâl olma ve onun tâlîmi hususlarında mü’minlerin mes’ûliyetini beyân buyurmuşlardır. Ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh Efendimiz’den on âyet öğrendiklerinde, bunlardaki emir ve hikmetleri iyice anlayıp hayatlarına tatbîk etmeden diğer on âyete geçmemişlerdir. Kur’ân’daki ilimlerle âmil olmuş ve yine Kur’ânî hikmetlerle de kâmil hâle gelmişlerdir. (Ahmed, V, 410) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“Bakara Sûresi’ni on iki senede tamamladım ve şükrâne olarak bir deve kurbân ettim.” buyurmuştur.77 Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh- da, Bakara Sûresi’ni sekiz senede bitirebilmiştir. (Muvatta, Kur’ân, 11) Kur’ân’ı okumak; yaşamak ve yaşatmak için olursa bir kıymet ifâde eder. Peygamber Efendimiz’le görüşmek üzere gelen Sakîf Kabîlesi temsilcileri, aralarında bulunan Osman bin Ebi’l-Âs’ı, yaşca en gençleri olması sebebiyle geride, hayvanlarının yanında bırakmışlardı. Temsilciler onun yanına dönüp öğle sıcağında uykuya daldıkları zaman, Osman -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in yanına gelerek ona dinî sorular sorar, Kur’ân-ı Kerîm dinler ve öğrenirdi. Böylece Efendimiz’den bâzı sûreleri okuyup ezberledi. Temsilci arkadaşlarından önce gizlice bey’at edip müslüman olan Osman -radıyallâhu anh-, Kur’ân öğrenmek için geldiğinde, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müsâit değilse, ya Ebû Bekir’e ya da Übey bin Kâ’b’a gider, soracağını sorar, öğrenmek istediğini öğrenirdi. Onun bu hâli, Allâh Rasûlü’nün çok hoşuna gidiyor, kendisini seviyordu. Sakîf temsilcileri yurtlarına dönmek istediklerinde: “–Yâ Rasûlallâh! İçimizden birini bize imam (idâreci) yapar mısınız!” dediler. O da Osman bin Ebi’l-Âs’ı, yaşca en gençleri olmasına rağmen, onlara imam tâyin etti. (İbn-i Sa’d, V, 508; İbn-i Hişâm, IV, 185; Ahmed, IV, 218) Farklı sebeplere binâen ve peyderpey nâzil olan Kur’ân âyetleri, her indiğinde Allâh Rasûlü’nü ve ashâbını târifsiz bir sürûra gark eder, azimlerini artırır ve Allâh ile olan kalbî irtibatlarını tâzelerdi. Onlar vahiy ile o kadar hemhâl olmuşlardı ki, Efendimiz’den sonra vahyin kesilmesi, kederlerini bir kat daha artırmıştı. Bu muhabbetin en câlib-i dikkat misâlini şu hâdisede görmekteyiz: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra Hazret-i Ebû Bekir, Ömer radıyallâhu anh-’a: “–Kalk, Allâh Rasûlü’nün yakını olan Ümmü Eymen’e gidelim, Rasûlullâh’ın yaptığı gibi, biz de onu ziyâret edelim.” dedi.
Yanına vardıklarında Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ- ağlamaya başladı. Onlar: “–Niçin ağlıyorsun? Efendimiz için Allâh katındaki nîmetin çok daha hayırlı olduğunu bilmiyor musun?” dediler. Ümmü Eymen: “–Ben onun için ağlamıyorum. Allâh katındaki nîmetlerin, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz için elbette daha hayırlı olduğunu biliyorum. Ben, vahyin kesilmiş olmasından dolayı ağlıyorum.” dedi.
Vahy-i İlâhiye hasretini ifâde eden bu sözleriyle, Hazret-i Ebû Bekir ve Ömer’i de duygulandırdı. Ümmü Eymen ile birlikte onlar da ağladılar. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 103) Peygamber Efendimiz’in ashâbı, Kur’ân-ı Kerîm’i çokça okur; onu okumadıkları ve sayfalarına bakmadıkları bir günün geçmesini istemezlerdi. Günlerine Kur’ân ile başlar, göz rahatsızlığı olanlara da Mushaf-ı Şerîf’e bakmayı tavsiye ederlerdi. (Heysemî, VII, 165) Kur’ân’a yaptığı hizmetleri sebebiyle “Câmiu’l-Kur’ân: Kur’ân’ı Toplayan” vasfıyla tebcîl edilen Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, Kur’ân-ı Kerîm ile çok meşgul olduğu için iki mushaf eskitmişti.78 Üseyd bin Hudayr -radıyallâhu anh- anlatıyor: Bir gece Bakara Sûresi’ni okuyordum. Atım da yanıbaşımda bağlı duruyordu. Bir ara at şahlanmaya başladı. Okumayı kestim; at sâkinleşti. Tekrar okumaya başladım, at yine şahlandı. Hattâ oğlum Yahyâ’yı atın çiğnemesinden endişe ederek yanıma aldım. O esnâda semâya baktığımda üzerimde kandillere benzer bir şeyler olduğunu gördüm. Sonra onlar göğe doğru yükselip gözden kayboldu. Sabahleyin, olup biteni Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e anlattığımda bana: “–Oku ey Üseyd, oku!” buyurdu… Sonra da: “–Ey Üseyd! O gördüklerinin ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu. “–Hayır.” dedim. Bunun üzerine Allâh Rasûlü: “–Onlar, senin Kur’ân tilâvetini dinlemeye gelen meleklerdi. Eğer sen okumaya devâm etseydin, sabaha kadar seni dinleyeceklerdi. O melekler, insanlara gizli kalmayacak, insanlar da onları görebileceklerdi.” buyurdular. (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân 15, Menâkıb 25; Müslim, Müsâfirîn 241-242) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir gün Kur’ân âşıklarından Übey bin Kâ’b Hazretleri’ne hitâben: “–Allâh Teâlâ, «Lem yekünillezine keferû» sûresini sana okumamı emir buyurdu.” dedi. Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh-: “–Allâh Teâlâ benim ismimi zikretti mi?” dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Evet!” buyurdu. Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh-, bu ilâhî iltifat karşısında son derece duygulandı ve içli içli ağlamaya başladı. (Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 16, Tefsîr 98/1, 3; Müslim, Müsâfirîn 246)
Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh-, Kur’ân’ı tamamıyla ezberleyen hâfız sahâbîlerin başında gelirdi. Peygamber Efendimiz’in, “Kur’ân’ı dört kişiden öğreniniz!” iltifâtına mazhar olan bahtiyarlardan biriydi. Kur’ân’ı en güzel ve en fazla okuyan da o idi.79 İşte Übey -radıyallâhu anh-’ın, Kur’ân-ı Kerîm ile bu şekilde hemhâl olması, onu, peygamberler hâricindeki sayılı birkaç kişiye nasîb olan bir lutfa, şerefe ve izzete nâil eyledi; ilâhî iltifâta mazhar kıldı. Ne büyük bir izzet, ne büyük bir saâdet!.. Ashâb-ı kirâm, her hususta olduğu gibi Kur’ân’a bağlılık ve onun muhtevâsını gönül âlemlerinde hazmederek canlı bir Kur’ân hayâtı yaşama husûsunda da Allâh Rasûlü’nün izinde yürümekteydiler. Kinâne el-Adevî -rahimehullâh- anlatıyor: Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- ordu kumandanlarına: “Kur’ân’ı ezberlemiş zevâtı tespit edip bana bildirin, onlara şeref bahşedip ihsanlarda bulunayım ve etrâfa göndereyim ki, insanlara Kur’ân’ı öğretsinler.” diye yazmıştı. Ebû Mûsâ el-Eş’arî, Hazret-i Ömer’e idâresi altında 300 küsur Kur’ân hâfızı bulunduğunu haber verdi. Hazret-i Ömer’in o hâfızlara80 hitâben yazdığı mektupta yer alan nasihatlerin bir kısmı şöyledir: “Biliniz ki Kur’ân, sizler için bir sevap ve şeref hazinesidir. O’na tâbî olunuz. O’nu kendinize uydurmayınız. Kim Kur’ân’ı kendisine uydurursa Kur’ân o kimseyi tepe üstü düşürür, tâ cehenneme atıverir. Her kim de Kur’ân’a tâbî olursa, Kur’ân onu Firdevs cennetlerine ulaştırır. Gücünüz yeterse Kur’ân’ın sizlere şefâatçi olmasını, hasmınız olmamasını temine çalışınız. Zîrâ Kur’ân’ın şefâat ettiği kimse cennete, dâvâcı olduğu şahıs da cehenneme gider. Biliniz ki bu Kur’ân, hidâyet menbaı ve ilimlerin en parlağıdır. O, Rahmân’dan gelen ve kendisiyle kör gözlerin, sağır kulakların ve kilitli kalblerin açıldığı en son kitaptır…” (Ali elMüttakî, II, 285-286/4019) Allâh Rasûlü’nün akıllı ve gönüllü hizmetçisi Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-, Kur’ân-ı Kerîm’i hatmettiği zaman âilesini toplar, onlarla birlikte hatim duâsı yapardı.81 Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh-, sesi çok güzel olan ve Kur’ân’ı pek mükemmel bir sûrette okuyan Ebû Mûsâ el-Eş’arî -radıyallâhu anh-’a zaman zaman: “–Ey Ebû Mûsâ! Haydi bize Rabbimizi hatırlat!” derdi. O da Kur’ân-ı Kerîm okurdu.82 Yine bir defâsında Ebû Mûsâ el-Eş’arî’ye: “–Kardeşim! Rabbimize olan şevkimizi artır!” demişti. O da Kur’ân okumaya başladı. Bir müddet okuduktan sonra Hazret-i Ömer’i namaza çağırdılar. Derin bir huşû ile Kur’ân dinleyen Halîfe, birden kendine gelerek: “–Biz zâten namazda değil miydik?” dedi. (İbn-i Sa’d, IV, 109)
Abdullâh bin Ömer’in âzatlısı Nâfî’ye: “–Abdullâh evinde ne yapardı?” diye sorulduğunda: “–İnsanlar onun yaptığını yapamaz! O, her vakit namazı için yeni bir abdest alır ve bu iki vakit arasında Mushaf-ı Şerîf’i açar, sürekli Kur’ân okurdu.” demiştir. (İbn-i Sa’d, IV, 170) Kur’ân-ı Kerîm ile hemhâl olan hakîkî hâfızlar dünyâ ve âhirette pek çok ilâhî ikramlara nâil olurlar. Nitekim Allâh dostlarından Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu -kuddise sirruh-, Adana’da bu vasıfta vefât etmiş bir hâfızın 30 sene sonra yol geçme zarûreti sebebiyle nakil için kabrinin açıldığını, ancak o kimsenin cesedinin hiç bozulmamış olduğunu, üstelik kefeninin pırıl pırıl durduğunu, bizzat müşâhede eden biri olarak nakletmişlerdir. Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Hâmil-i Kur’ân (Kur’ân-ı Kerîm’in ahkâmı ile yaşayan, ahlâkı ile ahlâklanan ve hikmeti ile kemâle eren bir hâfız efendi) öldüğü zaman Allâh, onun vücûdunu yememesini yere vahyeder. Yer de der ki: «Yâ Rabbî! Sen’in kelâmın sînesinde iken, ben onun vücûdunu nasıl yiyebilirim?..»” (Deylemî, I, 284/1112; Ali el-Müttakî, I, 555/2488) Rabbimiz’in kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm’e karşı edep ve hürmet husûsunda son derece hassas ve titiz davranmamız gerekir. Çünkü Kur’ân’ın fazîlet ve rûhâniyetine en fazla muhtaç olduğumuz bir zamanda yaşıyoruz. Meselâ abdestsizken Kur’ân okumamak ve okutmamak îcâb eder. Zîrâ âyet-i kerîmede açık ve kesin olarak şöyle buyrulmaktadır: “Ona tam bir sûrette temizlenmiş (yâni tertemiz) olanlardan başkası dokunamaz.” (el-Vâkıa, 79) Bu âyette küçük abdest, büyük abdest ve kadınların muayyen hâlleri (yâni âdet ve lohusalık hâlleri) mevzubahistir. Dört hak mezhep de, Mushaf’a abdestsiz el sürmenin haram olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir.83 Zâten Hazret-i Peygamber’den itibâren 1400 küsur senedir bu hüküm böyle tatbik edilegelmiştir. Hadîs-i şerîflerde buyrulur: “Ne hayızlı kadın ne de cünup kimse Kur’ân’dan hiçbir şey okuyamaz.” (Tirmîzî, Tahâret, 98/131) “Kur’ân’a temiz olan dışında hiç kimse dokunmasın!” (Hâkim, I, 553/1447) Yine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Amr bin Hazm’ı Yemen’e gönderirken ona farzları, sünnetleri ve hukûkî hükümleri açıklayan bir beyannâme yazmıştı. O yazıda Hazret-i
Amr’ın insanlara Kur’ân’ı öğretmesi, onun emir ve hikmetlerini tebliğ etmesinin yanında, temiz olmayan insanları Kur’ân’a dokunmaktan nehyetmesi de bildirilmektedir.84 İmâm Mâlik şöyle der: “Tâhir/abdestli olmayan kimse, Mushaf’ı kılıfıyla veya yastık üzerinde dahi olsa taşıyamaz, mekruhtur… Bu, Kur’ân’a ikram ve tâzîm sebebiyledir.” (Muvatta, Kur’ân, 1) Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm’i bel hizâsından aşağı bir mevkîde tutmamak, ona doğru ayak uzatmamak, üzerine başka kitap ve eşya koymamak, Kur’ân-ı Kerîm’le tuvalete girmemek gibi her türlü hürmet ve ihtirâmı bir ibâdet vecdiyle yerine getirmek ve bu hassâsiyeti yeni nesillere intikâl ettirmek gerekir. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm, en mühim “Şeâir-i İslâm”dandır, yâni İslâm’ın nişânelerinin başında gelir. Âyet-i kerîmede ise: “…Kim Allâh’ın şeâirine tâzîm ederse, şüphe yok ki bu kalblerin takvâsındandır.” (el-Hac, 32) buyrulmaktadır. Velhâsıl, Kur’ân-ı Kerîm, insanların doğru yolu bulmaları, kendi gayretleriyle bilemeyecekleri hususları öğrenmeleri ve âhireti elde etmeleri için gönderilmiş ilâhî bir kitaptır. O hâlde ona sarılmamız ve sâhip çıkmamız, tutulacak en akıllıca yoldur. Kur’ân ile hemhâl olmanın fazîleti, hadîs-i şerîfte şöyle beyân edilmektedir: “Kur’ân, bir ucu Allâh’ın, diğer ucu da sizin elinizde olan sağlam bir ip (gibi)dir. Ona sıkıca sarılınız. İşte o zaman sapıtmaz ve helâk olmazsınız.” (Heysemî, IX, 164) Kur’ân’dan ne kadar rûhâniyet ve feyz alabilirsek îmanımız da o derece seviye kazanır. Kur’ân-ı Kerîm’de fânî olanlar, Allâh ve Rasûlü’nün rızâsını kazanarak idrâk ötesi ilâhî lutuflara mazhar olurlar. Cenâb-ı Hak bu hâli cümlemize nasîb ve müyesser eylesin. Âmîn!.. 8. Zikrullâh ve Salevât-ı Şerî
“İnsan” kelimesi, bir görüşe göre “nisyân” yâni unutma kelimesiyle aynı kökten gelmektedir. “Nisyân”, zikrin (hatırlamanın) zıddıdır ve unutkanlığı ifâde eder ki, insanoğlunun en büyük zaaflarından biridir. İnsanda fıtrî olarak mevcut bulunan “nisyan”ın zararlarını telâfî için “Allâh” ve ona karşı “kulluk” idrâkinin dâimâ canlı ve zinde tutulması maksadıyla, her şeyden önce “zikr”e ihtiyaç vardır. Zîrâ her tekrar, tekrar edilen şeyin idrâk ve iz’ândaki yerini kuvvetlendirir. Kulluk vazîfeleri içindeki husûsî ehemmiyeti sebebiyle, zikir kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de iki yüz elliden ziyâde yerde geçmektedir. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’a hakîkî mânâda kulluk yapabilmek ve bu sûretle mârifetullâha ulaşmak, zikrin kalbde kazandığı mevkî ve hissedilişindeki derinlik nisbetinde gerçekleşir. Bu sebeple Yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
“Rabbini, kendi içinde (kalbinde), yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle, gecegündüz zikret! Gâfillerden olma!” (el-A’râf, 205) “…Allâh’ı zikretmek; elbette en büyük (ibâdet)’tir…” (el-Ankebût, 45) “(O gerçek akıl sâhibi) mü’minler, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerinde yatarken dâimâ Allâh’ı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191) Vücut mülkünün sultânı mevkiinde olan kalb, zikrullâh ile ihyâ olup hakkı bâtıldan ayırt edebilecek bir nûra kavuştuğunda, bedeni hakka ve hayra yönlendiren bir pusula hâline gelir. Emri altındaki bütün uzuvlara isâbetli tâlimatlar verir. Netîcede Hakk’ın râzı olduğu bir kulluk kıvâmına erişilir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zikrin fazîletini şöyle beyan buyurur: “Allâh’ı zikreden kimseyle zikretmeyenin misâli, diri ile ölü gibidir.” (Buhârî, Deavât, 66) Nitekim zikirden uzak kimseler, Allâh sevgisinden de uzak oldukları için ilâhî tehdîd altındadırlar. Âyet-i kerîmelerde buyrulur: “Ey îmân edenler! Sakın mallarınız ve evlâtlarınız, sizi Allâh’ı zikretmekten alıkoymasın! Kim böyle yaparsa, işte onlar, hüsrâna uğrayanların tâ kendileridir.” (el-Münâfikûn, 9) “…Allâh’ı zikretmek husûsunda kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!..” (ez-Zümer, 22) “Kim Rahmân (olan Allâh)’ı zikretmekten gâfil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz.” (ez-Zuhruf, 36) “Kim Ben’im zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun hakkı dar bir geçimdir ve Biz onu kıyâmet gününde kör olarak haşrederiz.” (Tâhâ, 124) Zikrullâh’tan gâfil kalmanın büyük tehlikeleri sebebiyledir ki, Cenâb-ı Hak, biz kullarına bu hususta pek çok îkazlarda bulunmuştur. Bunlardan birinde şöyle buyurur: “Îmân edenlerin Allâh’ı zikretme ve O’ndan inen Kur’ân sebebiyle kalblerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi?..” (el-Hadîd, 16) Bu âyet, Mekke’de çile ve sıkıntı içinde yaşadıkları hâlde, hicretten sonra bol rızık ve nîmetlere kavuştukları için gevşeyen birkısım sahâbîyi îkâz için nâzil olmuştur. (Bkz. Süyûtî, Lübâb, II, 151-152) Hazret-i Mûsâ ve Hârûn -aleyhimesselâm- birer peygamber oldukları hâlde, Cenâb-ı Hak onları tebliğ için Firavun’a gönderirken: “Sen ve kardeşin, birlikte âyetlerimi götürün. Ben’i zikretme husûsunda ihmâlkâr davranmayın.” (Tâhâ, 42) buyurmuştur. Böylece onları dahî zikirden uzak kalmama husûsunda îkâz ederek, bizlere bir örnek ve ibret teşkil etmelerini murâd eylemiştir.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her an zikrullâh ve murâkabe hâlinde bulunmanın lüzûmu hakkında şöyle buyurmuştur: “Allâh’ı unutarak lüzumsuz konuşmalara dalmayın. Çünkü Allâh’ı unutarak yapılan çok konuşmalar kalbi katılaştırır. Allâh’tan en uzak olan kimse ise kalbi katı olandır.” (Tirmizî, Zühd, 62/2411) Mü’min gönüllerin gaflet katılığından kurtulup ilâhî rızâya nâil olabilecek hassâsiyete ulaşmalarının yolu, “zikr-i dâimî”den geçmektedir. Bu da bir müddet veya bir dönem değil; bir ömür boyu, her nefes alıp verişte zikrullâh şuurunu taşımakla mümkündür ki, ancak bu sâyede mânevî uyanıklık hâsıl olur. Nitekim Hazret-i Âişe vâlidemiz şöyle demiştir: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her ânında Allâh Teâlâ’yı zikir hâlindeydi.” (Müslim, Hayz, 117) İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-: “Ey îmân edenler! Allâh’ı çokça zikredin!” (el-Ahzâb, 41) âyetini tefsîr ederken şöyle der: “Allâh Teâlâ, kullarına farz kıldığı her ibâdete belli bir sınır tâyin etmiştir. Bu hususta mâzeret sâhibi olanların özürlerini de kabûl etmiştir. Ancak zikir, bunun dışındadır. Allâh Teâlâ zikir hakkında nihâyetine erişilebilecek bir sınır tâyin etmemiştir. Aklı muhtel hâle gelenin dışında, zikri terk eden hiç kimsenin mâzeretini de kabûl etmez. Cenâb-ı Hak, insanlara her hâlükârda zikir hâlinde olmalarını emretmiştir.”85 Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, zikretmeyi ve ehl-i zikrin yanında bulunmayı teşvik sadedinde şöyle buyurmuştur: “Allâh’ı zikreden bir cemaatle sabah namazı vaktinden güneş doğuncaya kadar birlikte oturmak, bana İsmâiloğulları’ndan dört tânesini kölelikten kurtarmaktan daha sevimli gelir. Yine Allâh’ı zikreden bir cemaatle, ikindi namazı vaktinden güneş batıncaya kadar beraber olmak, bana dört kişi âzâd etmekten daha sevimlidir.” (Ebû Dâvûd, İlim, 13/3667) Diğer taraftan, Peygamber Efendimiz’e getirdiğimiz salevât-ı şerîfeler de zikir cümlesindendir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Şüphesiz ki Allâh ve melekleri, Peygamber’e çokça salât ederler. Ey mü’minler! Siz de O’na salevât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) Âlemlerin Efendisi, salevâtın kıymetini şu şekilde beyân eder: “Kim bana bir defa salât ü selâm getirirse, bu sebeple Allâh Teâlâ da ona on misli merhamet eder,86 on hatâsı silinir ve on derece yükseltilir.” (Nesâî, Sehv, 55) “Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanları; bana en çok salât ü selâm getirenlerdir.” (Tirmizî, Vitir, 21/484)
Bununla birlikte namaz, tesbîh, tahmîd, tekbîr, tehlîl ve istiğfar gibi ibâdetler yanında bilhassa Kur’ân-ı Kerîm okumak ve âyetler üzerinde tefekkür etmek de bir zikirdir. Fazîlet Tabloları
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in geceleyin ibâdet için kalktığında, onar defa “Allâhu ekber”, “elhamdülillâh”, “sübhânallâhi ve bihamdih”, “sübhâne’l-meliki’l-kuddûs”, “estağfirullâh”, “lâ ilâhe illâllâh” diye zikredip ardından yine on kere: “Allâh’ım! Dünyâ ve âhiretin sıkıntı ve darlığından Sana sığınırım.” şeklinde duâ ve niyazda bulunduğunu, sonra da namaz kılmaya başladığını haber vermektedir. (Ebû Dâvûd, Edeb, 101/5085) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, lafzen kısa ancak mânâsı geniş olan zikir ve duâları daha çok severdi. Bir gün sabah namazını kıldıktan sonra, Cüveyriye -radıyallâhu anhâvâlidemiz namaz kıldığı yerde oturmakta iken, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- erkenden evinden çıktı. Kuşluk vakti eve döndüğünde Hazret-i Cüveyriye’nin hâlâ yerinde oturmakta olduğunu gördü: “–Yanından ayrıldığımdan beri hep burada oturup zikirle mi meşgul oldun?” diye sordu. Muhtereme vâlidemiz, “Evet” cevâbını verince, Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurdu: “–Yanından ayrıldıktan sonra üç defa söylediğim şu dört cümle, senin sabahtan beri söylediğin zikirlerle tartılacak olsa, sevap bakımından onlara eşit olur: «Mahlûkâtı sayısınca, kendisinin hoşnud olacağı kadar, Arş’ının ağırlığınca ve bitip tükenmeyen kelimeleri adedince Allâh’ı ulûhiyet makâmına yakışmayan bütün noksan sıfatlardan tenzîh eder ve O’na hamd ederim.»” (Müslim, Zikir, 79) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Dile hafif, mîzâna konduğunda ağır gelen ve Rahmân olan Allâh’ı hoşnud eden iki cümle vardır: Ben, Allâh’ı ulûhiyet makâmına yakışmayan sıfatlardan tenzîh eder ve O’na hamd ederim. Ben Azîm olan Allâh’ı ulûhiyet makâmına yakışmayan sıfatlardan tekrar tenzîh ederim.” (Buhârî, Deavât 65, Eymân 19, Tevhîd 58; Müslim, Zikir 31) Cenâb-ı Hak, kulunun gönlünün her an kendisiyle beraber olmasını murâd etmektedir. Nitekim âyet-i kerîmede; “Onlar, ayaktayken, otururken ve yanları üzerindeyken (her vakit) zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191) buyurmaktadır. Yukarıdaki hadîs-i şerîflerde ise, yapılan bu tesbîhâtın fazîleti ve ecrinin büyüklüğü ifâde edilmektedir. Yâni bir bakıma terğîb ve teşvîk
içindir. Bu itibarla, Allâh’ı zikretmeyi yalnız bu tesbîhâta hasretmeyip, zikr-i dâim hâlinde bulunmamız, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler muktezâsınca zarûrîdir. Abdullâh bin Büsr -radıyallâhu anh- anlatıyor: Rasûlullâh Efendimiz’e iki bedevî soru sormak üzere geldiler. Onlardan birisi: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! İnsanların hangisi daha hayırlıdır?” dedi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ömrü uzun, ameli de sâlih olandır.” buyurdu. Diğeri de: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! İslâm’ın hükümleri çoğaldı, bana öyle bir amel söyle ki, ona yapışayım.” dedi. Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Dilin dâimâ Allâh’ın zikriyle ıslak olsun.” buyurdu. (Ahmed, IV, 188) Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın buyurduğu üzere mü’minin dâimî bir zikir hâlinde bulunması, onu gaflet ve nisyandan muhâfaza edeceği için, Allâh’ın emir ve nehiyleri karşısındaki itaat ve teslîmiyetinin de ziyâdeleşmesine vesîle olacaktır. Yâni zikir, aynı zamanda mü’minlerin dînî hükümleri îfâ husûsundaki rağbetini artıran mânevî bir takviye ve feyz vesîlesidir. Bir sahâbî Allâh Rasûlü’ne gelerek: “–Hangi cihâdın ecri daha büyüktür?” diye sordu. Peygamber Efendimiz: “–Allâh Teâlâ’yı en çok zikreden kimsenin cihâdı!” buyurdu. Adam: “–Hangi oruçlunun ecri daha büyüktür?” diye sordu. Efendimiz: “–Allâh Teâlâ’yı en çok zikreden kimsenin orucu!” buyurdu. Bundan sonra adam, namaz kılanlar, zekât verenler, hacca gidenler ve sadaka verenler için de aynı soruyu tekrarladı. Fahr-i Kâinât Efendimiz bunların hepsine de: “–Allâh Teâlâ’yı en çok zikredeninki!” buyurdu. Bunun üzerine Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ömer’e: “–Ey Ömer! Allâh’ı zikredenler, hayrın tümünü alıp götürdü!” dedi. Bunu duyan Kâinâtın Efendisi onlara doğru yöneldi ve: “–Evet öyledir!” buyurdu. (Ahmed, III, 438; Heysemî, X, 74) Yâni her hâlükârda zikir üzere bulunmaya kendimizi alıştırmamız, bizim için en büyük kazanç olacaktır. Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh- der ki:
Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e: “–Yâ Rasûlallâh! Bana bir tavsiyede bulun?” dedim. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Elinden geldiği kadar Allâh’a karşı takvâ sâhibi ol! Bulunduğun her taşın ve her ağacın yanında Allâh’ı zikret. İşlediğin kötü işten dolayı da gizlisine gizlice, açığına açıkça tevbe et!” buyurdu. (Heysemî, X, 74) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir gün sahâbîlere zikir halkalarının fazîletini beyân ederek: “–Cennet bahçelerine uğradığınızda oradan hakkıyla istifâde ediniz.” buyurdu. Ashâb-ı kirâm: “–Cennet bahçesiyle neyi kasdediyorsunuz yâ Rasûlallâh?” dediler. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Zikir halkalarını.” diye mukâbelede bulundu. (Tirmizî, Deavât, 82/3510) Abdullâh bin Revâha -radıyallâhu anh-, ashâb-ı kirâmdan biriyle karşılaştığı zaman: “–Gel (kardeşim!) Allâh için bir müddet oturup Rabbimize îmânımızı tâzeleyelim (O’nu zikredelim).” derdi. Bunun ne demek olduğunu anlayamayan bir sahâbî, gidip durumu Hazret-i Peygamber’e anlattı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ona: “–Allâh, Abdullâh bin Revâha’ya rahmet etsin. O, meleklerin medhettiği (zikir) meclislerini çok sever.” karşılığını verdi. (Ahmed, III, 265) Abdullâh bin Şeddâd -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor: Benî Uzre Kabîlesi’nden üç kişi Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e geldiler ve müslüman oldular. Allâh Rasûlü: “–Bunların bakımını kim üstlenir?” diye sordu. Talha -radıyallâhu anh-: “–Ben, yâ Rasûlallâh!” dedi. Onlar Talha -radıyallâhu anh-’ın yanında iken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir seriyye gönderdi. O üç kişiden biri bu birlik içinde çıktı ve şehîd oldu. Daha sonra bir seriyye daha gönderdi. Bununla da ikincisi çıktı ve o da şehîd oldu. Üçüncü şahıs ise bir müddet sonra yatağında vefât etti. Talha -radıyallâhu anh- bundan sonrasını şöyle anlatır: “–Yanımda kalan bu üç şahsı rüyamda cennette gördüm. Yatağında ölen en öndeydi, ikinci sırada şehîd olan onu tâkip ediyordu, ilk defa şehîd düşen de en sondaydı. Şaşırdım ve bu
vaziyet biraz da ağırıma gitti. Hemen Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e giderek gördüklerimi anlattım. Allâh Rasûlü şöyle buyurdu: “–Bunda şaşılacak bir şey yok! Allâh katında tesbîh, tekbîr ve tehlîli dilinden düşürmeden İslâm üzere ömür süren mü’minden daha fazîletli bir kimse yoktur.” (Ahmed, I, 163) Bir gün Üftâde Hazretleri, müridleriyle beraber bir kır sohbetine çıkmıştı. Emri üzerine bütün dervişler kırın en güzel yerlerini dolaşarak hocalarına birer demet çiçek getirdiler. Ancak sonradan Azîz Mahmûd Hüdâyî diye şöhret bulacak olan eski Bursa Kadısı Mahmûd Efendi’nin elinde, sapı kırılmış, solgun bir çiçek vardı sâdece… Diğerlerinin ellerindekileri neş’eyle hocalarına takdîminden sonra Mahmûd Efendi, boynunu bükerek, bu kırık ve solgun çiçeği Üftâde Hazretleri’ne takdîm etti. Üftâde Hazretleri diğer mürîdânın meraklı bakışları arasında sordu: “–Evlâdım Mahmûd! Herkes demet demet çiçek getirdikleri hâlde sen niçin sapı kırık, solgun bir çiçek getirdin?” Mahmûd Efendi, büyük bir edeple başını önüne indirerek cevap verdi: “–Efendim! Size ne takdîm etsem azdır. Ancak hangi çiçeği koparmak için elimi uzattıysam, onu «Allâh, Allâh» diyerek Rabbini zikreder bir hâlde buldum. Gönlüm onların bu zikirlerine mânî olmaya râzı gelmedi. Çâresiz ben de elimdeki, zikrine devâm edemeyen şu çiçeği getirmek zorunda kaldım.” Rakîk bir kalbe sâhip olanlar için, kâinâttaki her zerre, ibretler meşheridir. Canlı cansız bütün varlıklar Allâh’ı zikrederler. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Yedi kat gök, yer ve bunlarda bulunan herkes, O’nu tesbîh eder. O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbîhini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.” (el-İsrâ, 44) İşte insanoğlu da kâinâttaki bu muazzam tablodan ibret alarak aslî vazîfesinin şuuruna varmalı ve Rabbini zikretmekten gâfil kalmamalıdır. En fazîletli zikirlerimizden biri de salevât-ı şerîfedir. Mü’min, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ne kadar salât ü selâm getirirse, o nisbette mânen istifâde eder. Çünkü Efendimiz’in Allâh katındaki kıymeti çok yüksektir. Her şeyden önce bizzat Rabbimiz, Allâh Rasûlü’ne salât ederek onu rahmet, rızâ ve hoşnutluğu ile yüceltmiş ve bize de böyle yapmamızı emretmiştir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e selâm verdiğimiz yerlerden birisi, namazda okuduğumuz Tahiyyât’tır. Rivâyet edildiğine göre Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Mîrâc gecesi Rabbimi kalb gözüyle gördüm. Hak Teâlâ Hazretleri bana:
«–Konuş benimle ey Habîbim!» buyurdu. Ben hayretten donakaldım. Sonra Allâh Teâlâ benim gönlüme ilhâm etti de ben: «Hamd ü senâ gibi kavlî; namaz, oruç gibi fiilî ve zekât gibi mâlî bilcümle ibâdetler, Hak -celle ve alâ- Hazretleri’ne mahsustur.» dedim. Bunun üzerine Allâh Teâlâ: «Ey Nebiyy-i Muhterem! Allâh’ın selâmı, rahmeti ve bütün bereketleri Sen’in üzerine olsun.» buyurdu. Ben de mukâbele ederek: «Allâh’ın selâmı bizim ve Allâh’ın bütün sâlih kulları üzerine olsun.» dedim. Allâh Teâlâ da: «–Ey Rasûlüm, Ben Cebrâîl’i bile aramızdan çıkardım. Sen ümmetini aramızdan çıkarmadın.» buyurdu. Cenâb-ı Hakk’ın bu latîfesini duyan Cebrâîl -aleyhisselâm- da: «Şehâdet ederim ki, Allâh’tan başka kulluğa lâyık hiçbir ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammedü’l-Emîn, O’nun kulu ve Rasûlü’dür.» diyerek şehâdette bulundu.” (Bkz. Kurtubî, III, 425) Übey bin Kâb -radıyallâhu anh- diyor ki: “Gecenin üçte biri geçince, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- uyanıp kalktı ve şöyle buyurdu: «İnsanlar! Allâh’ı zikredin! Allâh’ı zikredin! Yeri yerinden oynatan birinci sûr üflenecek. Arkasından ikincisi gelecek. Ölüm bütün şiddetiyle gelip çatacak! Ölüm bütün şiddetiyle gelip çatacak!» Hazret-i Peygamber’e: «–Yâ Rasûlallâh! Ben Sana çok salevât-ı şerîfe getiriyorum. Acabâ bunu ne kadar yapmam gerekir?» diye sordum. «–Dilediğin kadar yap.» buyurdu. «–Duâlarımın dörtte birini salevât-ı şerîfeye ayırsam uygun olur mu?» diye sordum. «–Dilediğin kadarını ayır. Ama daha fazla yaparsan bu senin için hayırlı olur.» buyurdu. «–Öyleyse duâmın yarısını salevât-ı şerîfeye ayırayım.» dedim. «–Dilediğin kadar yap. Ama fazlasını yaparsan bu senin için daha hayırlı olur.» buyurdu. Ben yine: «–Şu hâlde üçte ikisi yeter mi?» diye sordum. «–İstediğin kadar. Ama artırırsan senin için çok daha hayırlı olur.» buyurdu.
«–Öyleyse duâya ayırdığım zamanın hepsinde sana salevât-ı şerîfe getirsem nasıl olur?» deyince: «–O takdirde Allâh senin bütün sıkıntılarını giderir ve günahlarını bağışlar.» buyurdu.” (Tirmizî, Kıyâmet, 23/2457) Bir defasında Rasûl-i Ekrem Efendimiz, sahâbîlerden birinin Allâh’a hamd ve Rasûlü’ne salevât getirerek duâya başladığını gördüğünde, onu takdîr ederek: “–Ey namaz kılan zât! Duâ et, (duâna hamdele ve salvele ile başladığın müddetçe) duân kabûl olunur.” buyurmuştur. (Tirmizî, Deavât, 64/3476) Nitekim Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- şöyle demiştir: “Yaptığın duâ yerle gök arasında durur. Peygamber Efendimiz’e salevât getirmedikçe hiçbir duân Allâh katına yükselmez.” (Tirmizî, Vitir, 21/486) Kâ’b bin Ucre -radıyallâhu anh- anlatıyor: Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e: “–Yâ Rasûlallâh! Siz’e nasıl selâm vereceğimizi öğrendik, ancak nasıl salevât getireceğimizi bilmiyoruz?” dedik. O da şöyle buyurdu: “–«Allâh’ım! (İbrâhim’e ve) âline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e ve âline de rahmet et. Şüphesiz Sen övülmeye lâyık ve yücesin. Allâh’ım! (İbrâhim’e ve) âline hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e ve âline de hayır ve bereket ihsân et. Şüphesiz Sen övülmeye lâyık ve yücesin!» deyiniz.” (Buhârî, Deavât, 32; Tirmizî, Vitir, 20; İbn-i Mâce, İkâme, 25) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Günlerinizin en fazîletlisi cuma günüdür… Bu sebeple o gün bana çokça salât ü selâm getiriniz, zîrâ sizin salât ü selâmlarınız bana arz olunur.” buyurmuştu. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm: “–Yâ Rasûlallâh! Vefât ettiğin ve Sen’den hiçbir eser kalmadığı zaman salât ü selâmlarımız Sana nasıl arz olunur?” diye sorunca Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Allâh Teâlâ peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi, toprağa haram kılmıştır.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Salât 201/1047, Vitir 26) Cuma günü salât ü selâma devâm etmenin fazîletiyle alâkalı olarak Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle der: “Her kim cuma günü Peygamber Efendimiz’e yüz kere salevât getirirse kıyâmet günü mahşer yerine yüzü çok güzel ve nûrlu olarak gelir. İnsanlar gıptayla, «Bu adam acabâ hangi ameli işliyordu?» diye birbirlerine sorarlar.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, III, 212)
Kâ’b bin Ucre -radıyallâhu anh- anlatıyor: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün bize; “Minbere yaklaşın!” buyurdu. Biz de yaklaştık. Birinci basamağı çıktı; “Âmîn!” dedi. İkinci basamağı çıktı, yine; “Âmîn!” dedi. Üçüncü basamağı çıktı, aynı şekilde; “Âmîn!” dedi. Minberden indiğinde: “–Yâ Rasûlallâh! Bugün sizden daha önce işitmediğimiz şeyler duyduk. (Bunun hikmeti nedir?)” diye sorduk. Şöyle buyurdular: “–Cibrîl -aleyhisselâm- bana göründü ve; «Ramazan’a erişip de günahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun!» dedi. Ben de «Âmîn!» dedim. İkinci basamağa çıktığımda; «Sen’in ismin yanında zikredilip de Sana salevât getirmeyen kimse rahmetten uzak olsun!» dedi. Ben de «Âmîn!» dedim. Üçüncü basamağı çıktığımda: «Anne-babası veya ikisinden birisi yanında yaşlanıp da (onları râzı ederek) cenneti kazanamayan kimse rahmetten uzak olsun!» dedi. Ben de «Âmîn!» dedim.” (Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545) Sâlih zâtların birinden şöyle nakledilmiştir: Benim bir komşum vardı. Âlimlerin yazdığı kitapları yazarak çoğaltırdı. Vefât ettiğinde onu rüyâmda gördüm: “–Allâh Teâlâ sana nasıl muâmele etti?” diye sordum. “–Beni bağışladı.” dedi. “–Hangi amelin buna vesîle oldu?” dedim. “–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek ism-i şerîflerini kitaba yazdığım zaman, mutlakâ salât ü selâm getirirdim. Bu sebeple Rabbim bana, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir kimsenin hayal bile edemediği nîmetler ihsân etti.” dedi. (Nebhânî, Saâdetü’d-Dâreyn, s. 101) Rivâyet olunur ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkı ile ahlâklanmamış olan bir kimse, bir gün rüyâsında Âlemlerin Efendisi’ni gördü. Allâh Rasûlü, kendisine hiç iltifat etmiyor, alâka göstermiyordu. Mahzun bir şekilde sordu: “–Yâ Rasûlallâh! Bana kırgın mısınız?” “–Hayır!” “–O hâlde niçin bana alâkasız davranıyorsunuz?” “–Seni tanımıyorum ki!”
“–Nasıl olur yâ Rasûlallâh? Ben ümmetinden biriyim. Âlimler, ümmetinizin fertlerini, bir annenin evlâdını tanımasından daha iyi tanıdığınızı söylüyorlar…” “–Doğru! Ancak ben, senin üzerinde güzel ahlâkımdan bir emâre görmüyorum. Ayrıca bana senden hiç salât ü selâm da gelmedi. Bilesin ki ben, ümmetimden herhangi birini benim ahlâkıma büründüğü ölçüde tanırım.” Uykudan büyük bir üzüntü ile uyanan o mü’min kişi, eski hâline tevbe etti ve Hazret-i Peygamber’in ahlâk-ı hamîdesine büründü. Bol bol salevât-ı şerîfe ile meşgul oldu. Bir müddet sonra rüyâsında yine Allâh Rasûlü’nü gördü. Bu defa Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisine: “–Şimdi seni tanıyorum ve sana şefaat edeceğim…” buyurdu. Sözün özü, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “Kişi sevdiği ile beraberdir.” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 96) “Seven, sevdiğinin her şeyini sever.” düstûrunca, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a hâl ve davranışlarımızla ittibâ etmemiz şarttır. Öyle ki, bu husustaki aşk, muhabbet ve ittibâ, Hakk’a muhabbetin bel kemiğini oluşturur. Bunun aksine olan her sevgi, Kur’ân ve Sünnet yolunda geçersiz kılınmıştır. Cenâb-ı Hakk’a varabilecek yegâne “vuslat” yolu, Hazret-i Peygamber’e muhabbetle noktalanmıştır. Zikrullâh ve salevât-ı şerîfe, mânevî varlığımızın gıdâsı, ebedî saâdetimizin teminâtıdır. Kalb ve ruh dünyâmız, zikir ile kemâle erer. Nitekim Cenâb-ı Hak: “…Bilesiniz ki, kalbler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) buyurmaktadır.
Allâh’a yakın bir kul olabilmenin yolu, “zikr-i dâimî”den geçer. Ancak o sâyede hayâtımız mânevî bir lezzet ve halâvet kazanır. Rabbimiz, hepimize nasîb eylesin! Âmîn!.. 9. Son Nefes Endişesi/Ölüm ve Ötesi İçin Hazırlık Yapmak
İnsan, kâinat manzûmesine ibret nazarı ile baktığında, hayatta en çok alâkadar olması gereken husûsun, “ölüm” gerçeği olduğunu idrâk eder. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir…” (er-Rahmân, 26) “Her can, ölümü tadacaktır.” (el-Enbiyâ, 35) Ne tuhaftır ki insan, bir-iki günlük misafir olarak bulunduğu bu dünyâda kendini aldatır. Her gün cenâze sahnelerini seyrettiği hâlde, ölümü kendine uzak görür. Kendisini, kaybetmesi her an muhtemel olan fânî emânetlerin mutlak sâhibi zanneder. Hâlbuki insan, rûhuna cesed
giydirilerek bir kapıdan dünyâya dâhil edildiğinde, artık o bir ölüm yolcusu demektir. O yolun hazırlık mekânına girmiştir de bunu hiç hatırına getirmez. Bir gün gelir, ruh cesedden ayrılır. Âhiret kapısı olan kabirde diğer bir büyük yolculuğa uğurlanır. Allâh Teâlâ buyurur: “Kime uzun ömür verirsek, Biz onun gelişmesini tersine çeviririz. Hiç (bu manzarayı) düşünmüyorlar mı? (Bu ibretli yolculuğu idrâk etmiyorlar mı?)” (Yâsîn, 68) İnsanoğlu için dünyâ hayâtının esas gâyesi, Allâh’ın râzı olduğu bir kulluk hayâtı yaşamak sûretiyle âhiret saâdetini elde edebilmektir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “Akıllı kimse, nefsinin hevâ ve hevesine uymayan ve ölümden sonrası için hazırlık yapandır…” (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459) Merhum Necip Fâzıl bunu ne güzel ifâdelendirir:
Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir;
Mezarda geçer akça neyse onu biriktir!.. Hayat, bir bardağı dolduran damlalar gibidir. Bardaktaki suyun berraklığı ise damlaların berraklığına bağlıdır. Bardağı dolduran son damla, son nefestir. Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Kimin (hayatta söylediği) en son sözü olursa, cennete girer.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 15-16/3116; Hâkim, I, 503) Yâni kalbindeki lüzumsuz hevâ, heves ve nefsânî arzu ilâhlarını yok ederek gönlünü Allâh ile doldurur ve son ânına kadar bu minvâl üzere rûhânî bir hayat yaşarsa, îmanla göçüp cennete nâil olması umulur. Zîrâ farklı bir hayat yaşayan kimsenin son nefeste, “Lâ ilâhe illâllâh” diyebilmesi çok zordur. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.” buyurmuşlardır. (Bkz. Müslim, Cennet, 83; Münâvî, V, 663) Son nefes; buğusuz, berrak bir ayna gibidir. İnsanoğlu kendisini en net olarak son nefesinde tanır. Hayâtın muhâsebesi, kalbinin ve gözünün önünde sergilenir. Bu sebeple insanoğlu için ölüm ânından daha ibretli bir manzara yoktur. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Kabir, (amellere göre) ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Tirmizî, Kıyâmet, 26/2460) Güzel bir kul olarak bu fânî âleme vedâ edebilmek ve kabrimizin cennet bahçelerinden bir bahçe olabilmesi için, sayılı nefesleri son nefese iyi hazırlamak zarûrîdir. Yâni mes’ûd bir âhiret hayâtı için; amel-i sâlihlerle müzeyyen, feyizli ve istikâmet üzere bir dünyâ hayâtı elzemdir. Zîrâ Cenâb-ı Hak: “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” (el-Hicr, 99) buyurmaktadır. Ömrünü bu şekilde Allâh ve Rasûlü’nün aşkıyla geçiren ve bu istikâmette amel-i sâlihlerle süsleyen has kullar, -Allâh’ın lutfuyla- son demlerinde kelime-i şehâdetin mânevî huzûruyla göçerler. Bunun aksine, toprak üstünde fânî, izâfî ve nefsânî câzibelerin aldatmacalarına kanan ve bu sûretle rûhânî vasıflarını zaafa uğratan bedbahtlar da, ekseriyetle, yaşantılarına uygun bir şekilde ölüp, toprak altında da hüsran ve zillete dûçâr olurlar. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, biz ümmetini îkaz sadedinde: “–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.” buyurmuştu. “–O pişmanlık nedir yâ Rasûlallâh?” diye soruldu. Efendimiz: “–(Ölen), muhsin (ihsan sâhibi, sâlih) bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şâyet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevâbını verdiler. (Tirmizî, Zühd, 59/2403) Cenâb-ı Hak bu hususta kullarını şöyle îkâz eder: “Ey îmân edenler, sizi ne mallarınız, ne evlâtlarınız Allâh’ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrâna uğrayanların tâ kendileridir. Herhangi birinize ölüm gelip de: «Ey Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka versem ve sâlihlerden olsam!» demesinden evvel size rızık olarak verdiklerimizden Allâh yolunda harcayın. Zîrâ Allâh Teâlâ, hiç kimseyi eceli gelince asla geri bırakmaz. Allâh ne yaparsanız, hakkıyla haberdardır.” (elMünâfikûn, 9-11) Velhâsıl, ölümümüz ve kıyâmete kadar sürecek olan kabir hayâtımız, dünyâdaki vaziyetimize ve amellerimize göre şekillenecektir. Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler: “Oğul, herkesin ölümü kendi rengindedir, insanı Allâh’a kavuşturduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere ve ölüme düşman olanlara, ölüm korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.” “Ey ölümden korkup kaçan can! İşin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen aslında ölümden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun.”
“Çünkü ölüm aynasında görüp ürktüğün, korktuğun, ölümün çehresi değil, kendi çirkin yüzündür. Senin rûhun bir ağaca benzer. Ölüm ise, o ağacın yaprağıdır. Her yaprak, ağacın cinsine göredir…” Demek ki ölümün güzelleşmesi, hayâtın sâlih amellerle güzelleştirilmesine bağlıdır. Fazîlet ve İbret Tabloları
Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh- anlatıyor: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte idim. Ensâr’dan bir zât gelip Allâh Rasûlü’ne selâm verdi ve: “–Yâ Rasûlallâh! Mü’minlerin en fazîletlisi kimdir?” diye sordu. Efendimiz: “–Ahlâkça en güzel olanlardır!” cevâbını verdi. Bu sefer o zât: “–Peki mü’minlerin en akıllısı kimdir?” diye sordu. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Ölümü en çok hatırlayan ve sonrası için en güzel şekilde hazırlık yapanlardır. İşte (gerçek) akıllılar bunlardır.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zühd, 31) a Berâ -radıyallâhu anh- anlatıyor: “Biz Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte bir cenâzede beraberdik. Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm-, kabrin kenarına oturup ağladılar, öyle ki (gözyaşlarıyla) toprak ıslandı. Sonra da: «–Ey kardeşlerim! İşte (hepimizin başına gelecek olan) şu ölüme iyi hazırlanın!» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19) a Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir hizmetkârına: “–Yâ Ömer ölümü unutma!” cümlesini hergün kendisine tekrar etmesini emretmişti. Lâkin sakalına ak düşünce: “–Kâfî! Aklaşan sakalım bana ölümü her an tebliğ ediyor.” dedi. Hakîkaten nefsimizin arzularını dizginleyebilmek için fânîliği, yâni ölümü unutmamak gerekir. a
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, düşünüp ibret almamız ve son nefese, ölüm ve ötesine hazırlanmamız için kabir, kıyâmet ve âhiret ahvâlinden bâzı manzaralar nakletmiştir. Bunların bir kısmı şöyledir: “Bir müslüman, muhtazar olduğu (can çekişme ânına girdiği) zaman, rahmet melekleri, beyaz bir ipek (elbise) ile gelirler ve şöyle derler: «–Sen Rabbinden râzı, Rabbin de senden râzı olarak bedenden çık. Allâh’ın rahmet ve reyhânına ve sana gazabı olmayan Rabbine kavuş!» Bunun üzerine ruh, en güzel bir misk kokusu gibi çıkar. Öyle ki, melekler onu birbirlerine verirler, tâ semânın kapısına kadar getirirler ve: «–Size arzdan gelen bu koku ne kadar güzel!» derler. Sonra onu mü’minlerin ruhlarına getirirler. Onlar, onun gelmesi sebebiyle sizden birinin kaybettiği şeyi bulduğu zamanki sevincinden daha çok sevinirler. Ona: «–Falanca ne yaptı? Falanca ne yaptı?» diye (dünyâdakilerden haber) sorarlar. Birkısım ruhlar da, kendisinden sorulan biri hakkında: «–Bırakın onu, o dünyâ telâşına dalmıştı.» derler. Bunun üzerine gelen ruh: «–Falan ölmüştü, yanınıza gelmedi mi?» der. Onlar: «–(Öyle mi? O hâlde) o, gideceği yere, Hâviye cehennemine götürüldü!» derler. Kâfir muhtazar olduğu vakit, azap melekleri mish (denilen kıldan kaba bir elbise) ile gelirler: «–Bu cesedden kendin öfkeli, Allâh’ın da gazabını celbetmiş olarak çık ve Allâh’ın azâbına koş!» derler. Bunun üzerine, cesedden, en kötü bir cîfe kokusuyla çıkar. Melekler onu arzın kapısına getirirler. Orada: «–Bu koku ne kadar da pis!» derler. Sonunda onu kâfir ruhların yanına getirirler.” (Nesâî, Cenâiz, 9) a Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle haber verir: “Kıyâmet gününde Âdemoğlu âdeta bir kuzu gibi getirilip Allâh’ın huzûrunda durdurulacak ve Allâh Teâlâ ona şöyle buyuracak: «–Sana bolca nîmet verdim, mülk verdim, bu kadar lutuf ve ihsanda bulundum. Buna karşılık sen ne yaptın?»
«–Yâ Rabbi biriktirdim, artırdım, olduğundan daha fazla bir hâlde geride bıraktım. Beni (dünyâya) geri gönder de onu Sana getireyim.» diyecek. Allâh Teâlâ şöyle buyuracak: «–Haydi bana önceden âhirete gönderdiklerini göster.» «–Yâ Rabbi onları biriktirdim, artırdım, olduğundan daha fazla bir hâlde geride bıraktım. Beni (dünyâya) geri gönder de onu Sana getireyim.» diyecek. Zîrâ bu kul, önceden hiçbir hayır göndermemiştir. İşte bu sebeple de cehenneme atılacaktır.”
İşte dünyâ hayâtında böyle bir gaflet içinde ömrünü tüketip, âhiret için hazırlıkta bulunmayanlar hazin bir âkıbete uğrayacaklardır. Bunu Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde şöyle haber vermektedir: “Kimin de kitâbı arkasından verilirse, derhâl yok olmayı isteyecek; alevli ateşe girecektir. Zîrâ o, (dünyâda) âilesi içinde (mal-mülk sebebiyle) şımarmıştı. O, hâlinin hiçbir zaman değişmeyeceğini ve Rabbinin huzûrunda hesâba çekilmeyeceğini sanmıştı.” (el-İnşikâk, 1014) Dünyâda servetine, mevkiine, kuvvetine güvenerek şımaranların dûçâr olduğu fecî sona diğer bir misâl de Kârun’dur. Cenâb-ı Hak, onun ibret dolu kıssasını Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirmektedir: “Kârun, Mûsâ’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona şöyle demişti: Şımarma! Bil ki Allâh şımarıkları sevmez. Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasîbini unutma. Allâh sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allâh, bozguncuları sevmez. Kârun ise: «–O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sâyesinde verildi.» demişti. Bilmiyor muydu ki Allâh, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helâk etmişti. Günahkârlardan günahları sorulmaz (Allâh onların hepsini bilir). Derken Kârun, ihtişâmı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ hayatını arzulayanlar: «–Keşke Kârun’a verilenin bir benzeri bize de verilseydi; doğrusu o çok şanslı!» dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler: «–Yazıklar olsun size! Îmân edip sâlih ameller işleyenler için Allâh’ın mükâfâtı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.» Nihâyet Biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allâh’a karşı kendisine yardım edecek avenesi olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.” (elKasas, 76-81)
Kârun’un hâli, dünyâ üzerinde servetine ve gücüne güvenerek şımaran ve bir gün öleceğini hatırına getirmeyen gâfillerin âkıbetine bâriz bir misaldir. a Bir gün Peygamber Efendimiz’e: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kıyâmet günü Rabbimizi görebilecek miyiz?” diye sordular. Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Bulutsuz bir günde, öğle vaktinde güneşi görebilmek için hiç izdiham yaşıyor musunuz?” diye sordu. Ashâb-ı kirâm: “–Hayır!” deyince: “–Bulutsuz bir gecede ayı görebilmek için birbirinizi itip kakar mısınız?” diye tekrar sordu. Ashâb yine: “–Hayır yâ Rasûlallâh!” deyince şöyle buyurdu: “–Nefsim kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun ki, Rabbinizi görme husûsunda da hiçbir itişip kakışmanız olmayacak. Tıpkı güneş ve ayı görmede itişip kakışmanız olmadığı gibi. Böylece kul, Rabbiyle karşı karşıya gelecek. Allâh Teâlâ: «–Ey filân! Ben sana ikrâm etmedim mi? Seni efendi yapmadım mı? Sana zevce vermedim mi? Atı, deveyi sana musahhar kılmadım mı (hizmetine vermedim mi)? Reislik yapmana, ganimet malından dörtte bir almana müsâade etmedim mi?» diye sorar. Kul: «–Evet ey Rabbim!» der. Allâh Teâlâ: «–Peki Ben’imle karşılaşacağını hiç düşünmedin mi?» buyurur. Kul bu soruya: «–Hayır yâ Rabbî!» karşılığını verir. Hak Teâlâ da: «–Öyleyse şimdi de Ben seni unutuyorum. Tıpkı (dünyâda) senin Ben’i unuttuğun gibi!» buyurur. Sonra ikinci kul Allâh’ın karşısına çıkar. Allâh Teâlâ ona da aynı şeyleri söyler. Sonra üçüncüye de aynısını söyler. Kul, (her seferinde Rabbinin söylediklerini tasdîk mecbûriyetinde kalarak): «Evet, ey Rabbim!» der. Allâh Teâlâ da: «–Benimle karşılaşacağını hiç aklından geçirdin mi?» diye sorar. Kul: «–Ey Rabbim, Sana, kitaplarına ve peygamberlerine inandım. Namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim!» der ve elinden geldiğince (Hak Teâlâ hakkında) güzel medh ü senâlarda bulunur. Allâh -celle celâlühû-:
«–Dur öyleyse! Şimdi senin aleyhine bir şâhit gönderilecek!» der. Kul kendi kendine: «–Benim aleyhime şâhitlik yapacak da kim?» diye düşünür. Kulun ağzı mühürlenir. Uyluğuna, etine ve kemiklerine: «Haydi konuşun!» denir. Uyluğu, eti ve kemikleri konuşup, onun yaptığı her şeyi anlatır. Bu, ona, ileri sürebileceği bir özür bırakmamak içindir. Bu kimse, Allâh’ın gazabına uğrayan münâfıktır.” (Müslim, Zühd, 16) Bütün âzâların ve yeryüzünün şâhitlik yapacağı bir mahkemede kul, günahlarını nasıl gizleyebilir ki? Bu yüzden orada mahcûb olmamak için, hayatımızı çok titiz yaşamamız lâzımdır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki: “Kul kabrine konulup, yakınları da ondan ayrılınca -ki o, geri dönenlerin ayak seslerini işitirkendisine iki melek gelir. Onu oturtup: «–Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında ne düşünüyordun?» diye sorarlar. Mü’min kimse bu soruya: «–Şehâdet ederim ki, O, Allâh’ın kulu ve elçisidir!» diye cevap verir. Ona: «–Cehennemdeki yerine bak! Allâh orayı cennette bir mekâna tebdîl etti.» denilir. (Adam bakar) her ikisini de görür. Allâh da ona, kabrinden cennete bakan bir pencere açar. Eğer ölen kâfir veya münâfık ise (meleklerin sorusuna): «–(Sorduğunuz zâtı) bilmiyorum. Ben de herkesin söylediğini söylüyordum!» diye cevap verir. Kendisine: «–Anlamadın ve tâbî olmadın!» denilir. Sonra kulaklarının arasına demirden bir sopa ile vurulur. (Sopanın acısıyla) öyle bir çığlık atar ki, onu insan ve cinler âlemi hâricinde ona yakın olan bütün varlıklar işitir.” (Buhârî, Cenâiz, 68, 87; Müslim, Cennet, 70) Hazret-i Dâvûd’un oğlu Süleyman -aleyhisselâm- toprak süren bir çiftçinin yanından geçmişti. Çiftçi: “–Şüphesiz Dâvûd âilesine büyük bir saltanat verilmiştir!” dedi. Rüzgâr bu sesi Süleyman -aleyhisselâm-’ın kulağına iletti. Süleyman -aleyhisselâm- hemen bineğinden indi ve yürüyerek çiftçinin yanına vardı: “–Sana yürüyerek geldim ki güç yetiremeyeceğin bir şeyi temennî etmeyesin!” dedi. Sonra da sözlerine devâm ederek: “–Allâh Teâlâ’nın kabul buyurduğu bir tesbîh, Dâvûd âilesine verilen mülk ve saltanattan muhakkak daha hayırlıdır.” buyurdu.87
Hakîkaten bu fânî âlemde ihlâs ile yapılan sâlih ameller, ebediyet âlemindeki saâdet sermâyemiz olacaktır. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allâh’tan korkun, çünkü Allâh, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18) Ölümden kaçış mümkün değildir. Tek çâre ona hazırlanmaktır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Dâvûd -aleyhisselâm-, gayret-i dîniyyesi pek şiddetli ve nâmusuna da çok düşkün biriydi. Evden çıktığı zaman kapıyı iyice kapatır, dönünceye kadar da kimse oraya giremezdi. Bir gün yine evinden çıkıp kapısını kapattı… Dâvûd -aleyhisselâm- geri döndüğünde evin ortasında duran bir adam gördü. Ona: «–Sen kimsin?» diye sordu. O da: «–Ben, o kimseyim ki, krallardan korkmam ve perdeler (engeller) bana mânî olamaz.» dedi. Bunun üzerine Dâvûd -aleyhisselâm-: «–Öyleyse, vallâhi sen ölüm meleğisin. Allâh’ın emriyle hoş geldin.» dedi. Bir müddet sonra da rûhu kabzolundu…” (Ahmed, II, 419) İşte, her an ölüme hazır olanların, Azrâîl -aleyhisselâm-’ı karşılaması… Merhum Necip Fâzıl ne güzel söyler:
O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrâil’e hoş geldin diyebilmekte hüner… Allâh Teâlâ’nın bahşettiği nîmetleri, elde imkân varken âhirete göndermeli, kıyâmetin o “zor ve belâlı günü” için hazırlık yapmalıdır. Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın şu hikmetli sözleri, ölüm ve ötesine hazırlanmanın lüzûmunu ve yolunu ne güzel hulâsa etmektedir: “Bir malda üç ortak vardır. Birincisi mal sâhibi, yâni sen, ikincisi kaderdir. O, hayır mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz. Üçüncüsü mîrasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yâni ölmeni) bekler, ölünce malını alır götürür, sen de hesâbını verirsin. Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma! Allâh Teâlâ: «Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe birre (hayrın kemâline) eremezsiniz…» (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor. İşte benim en sevdiğim malım şu devemdir, (âhirette karşıma çıkması için) onu kendimden önce gönderiyor (sadaka olarak veriyor)um.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)
Osmanlı döneminde Üçbaş Nûreddin Hamza Efendi88 diye meşhur bir âlim varmış. Parasını harcamaya kıyamayıp biriktirirmiş. Ata binmez, eski elbise ve ayakkabı ile yetinir, böylece malından tasarruf edermiş. Bu sebeple halk arasında “Paracı Hoca” olarak tanınırmış. Bu hocaefendi, biriktirdiği para ile Fâtih Karagümrük’te önce Üçbaş Medresesi’ni, daha sonra da Üçbaş Mescidi’ni yaptırmış. Âlimlerin ve fukarânın kalması için odalar yaptırarak bunlar için pek çok vakıflar tahsis etmiş. Bunu duyan tanıdıkları şaşırmışlar ve: “–Hocam sen parayı bu kadar çok sevdiğin hâlde harcamaya nasıl kıydın?” diye takılmışlar. Hocaefendi de şu mânidar ve nükteli cevâbı vermiş: “–Kıymetli dostlarım! Sizler haklısınız. Ben parayı çok severim. Bunun için de paramın dünyâda kalmasına gönlüm râzı olmadı. Onu kendimden önce âhirete gönderdim.” Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle demiştir: “Dünyâ arkasını dönmüş gidiyor. Âhiret ise yüzünü dönmüş geliyor. Her birinin kendine has evlâtları (tâlipleri) vardır. Siz âhiretin evlâtları olun, dünyânın evlâtlarından olmayın! Bugün amel işleme günüdür, hesap yoktur. Yarın ise hesap vardır, amel işleme imkânı yoktur.” (Buhârî, Rikâk, 4) Tıpkı imtihan salonundan çıkan bir talebenin, artık imtihan sorularına cevap yazamayacağı, notunu artıramayacağı gibi… Bâzı Hak dostları, Hazret-i Ali’nin bu sözünden istifâdeyle şöyle demişlerdir: “Dünyâ arkasını dönmüş gidiyor, âhiret ise bize doğru yönelmiş geliyor. Hayret o kimseye ki arkasını dönüp gidene yöneliyor da, kendisine doğru gelene sırt çevirip onunla meşgul olmuyor.” Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- şöyle derdi: “Sizin, insanı eğlendiren nîmetlere dalarak, gizli bir şehvete kapılmanızdan korkuyorum. Bu şehvet, ilim bakımından aç kaldığınız hâlde mîdenizi yemekle iyice doldurduğunuz zaman ortaya çıkar. Sizin en hayırlınız, arkadaşına şu nasihati yapandır: «–Haydi gel, ölmeden evvel oruç tutalım.» En hayırsızınız da dostuna şöyle diyendir: «–Gel de ölmeden önce eğlenelim, yiyip içelim, hayâtın tadını çıkaralım…»” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 218) Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin genç yaşta beli bükülmüştü. Sebebini soranlara şöyle derdi: “–Kendisinden ilim tahsil ettiğim bir hocam vardı. Vefâtı esnâsında ona telkînde bulunduğum hâlde bir türlü kelîme-i tevhîdi söyleyemedi. İşte bu hâli görmek, benim belimi büktü.”
Son nefes husûsunda peygamberler hâricinde hiç kimse emniyette değildir. Hâttâ Yûsuf aleyhisselâm-’ın Cenâb-ı Hakk’a: “…(Ey Allâh’ım!) Benim cânımı müslüman olarak al ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle!” (Yûsuf, 101) diye ilticâ etmesi, peygamberlerin bile son nefes endişesi taşıdıklarını ifâde etmektedir. Bu sebeple mü’min, havf ve recâ duyguları arasında sürekli çalışmalı, âhiret azığı biriktirmelidir. Şakîk-i Belhî, bir mezarlığın kenarından geçerken ibretle baktı ve yanındakilere: “–Buradakilerin çoğu dünyâda iken aldandıklarının farkına vardılar…” dedi. “–Niçin?” diye sordular. Şöyle cevap verdi: “–Onlar hayattayken malım var, mülküm var, evim var, bineğim var, akrabam var, bağımbahçem var zannetmezler miydi? Ama şimdi siz de görüyorsunuz ki öyle değilmiş!..” Hak dostu Rebî bin Haysem’in şu hâli, sık sık nefs muhâsebesine girerek ölüm ve âhiret için hazırlık yapmak husûsunda câlib-i dikkat bir misaldir: Rebî bin Haysem Hazretleri, bahçesine bir mezar kazmıştı. Kalbinin katılaştığını hissettiği zamanlarda bu kabre girer, bir müddet orada kalırdı. Gün gelip dünyâya vedâ edeceğini ve mezarda bir istiğfar ve sadakaya muhtaç vaziyette kalacağını tefekkür eder, âhiretteki hesâbını düşünerek bir muhâsebe iklîmine girerdi. Daha sonra: “Nihâyet onlardan birine ölüm gelip çattığında: «Rabbim! Beni geri gönder; tâ ki boşa geçirdiğim dünyâda sâlih ameller işleyeyim.» der…” (el-Mü’minûn, 99-100) âyetlerini okurdu. Mezardan çıkınca da kendi kendine: “–Ey Rebî! Bak, bugün geri çevrildin. Bu talebinin kabûl edilmeyeceği, dünyâya geri gönderilmeyeceğin bir vakit de gelecektir. Şimdiden tedbirini al ve sâlih amellerini, Allâh yolundaki gayretlerini ve âhiret hazırlıklarını ziyâdeleştir.” derdi. İmâm Gazâlî Hazretleri’nin şu nasîhatleri ne güzeldir: “Her mü’min, sabah namazını kıldıktan sonra ve güne başlamadan evvel, bir süre nefsi ile başbaşa kalıp, onunla bâzı sözleşmeler yapmalı ve birtakım şartlar üzerinde anlaşmalıdır. Nitekim bir tüccar da sermâyesini ortağına teslîm etmek durumundaysa onunla böyle sözleşme yapar. Bu arada ona bâzı îkazlarda bulunmayı da ihmâl etmez. İnsan da nefsine şu îkaz ve telkinlerde bulunmalıdır: «–Benim sermâyem ömrümdür. Ömrüm gidince anaparam da gider ve artık kâr ve kazanç son bulur. Fakat bu başlayan gün, yeni bir gündür. Allâh Teâlâ bugün de bana müsâade ederek ikramda bulundu. Eğer beni öldürseydi, elbette bir günlüğüne de olsa geri gönderilip burada devamlı sâlih ameller ve çeşitli hayırlarda bulunmayı temennî edecektim. Şimdi kabûl et ki öldürüldün ve geri çevrildin. O hâlde bugün günah ve mâsıyete kat’iyyen yaklaşma ve
sakın ola ki bugünün bir ânını bile boşa geçirme. Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir. İyi bil ki bir gün, gece ve gündüzüyle yirmi dört saattir. Kıyâmet günü insanoğlunun önüne her gün için yirmi dört tâne kapalı kutu getirilir. Kutunun birini açıp, o saatte yaptığı amellerin mükâfâtı olarak, içinin nûr ile dolu olduğunu görünce, Allâh’ın lutfedeceği mükâfâtı düşünerek kul öyle sevinir ki, bu sevinci cehennem halkı arasında paylaştırılsa, cehennemin acısını duymaz olurlardı. İkinci kutuyu açtığında, bundan karanlık ve pis kokular çıkar ki, bu da isyân ile geçirdiği saattir. Buna da öyle üzülür ki, eğer bu üzüntü cennet halkına dağıtılsaydı, kederlerinden cennetin zevkini alamazlardı. Üçüncü bir kutu daha açılır ki, içi tamâmen boştur. Bu da uyku veya mübah şeylerle geçirdiği saattir. Fakat küçük bir hayrın ecrine dahî şiddetle ihtiyaç duyulan o günde, imkânı olduğu hâlde büyük bir kazancı kaybeden tüccarın hasreti gibi ve hattâ çok daha fazla nedâmet ateşiyle yanar ve o saati boşa geçirmesinin acısıyla kıvranır durur. O hâlde; ey nefsim! Fırsat eldeyken sandığını iyi doldur, sakın boş bırakma. Tembelliğe düşme, yoksa yüksek derecelerden düşersin!»” Zâhirî ve bâtınî ilimlerin zirvesine ulaşmış olan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de ömrünü son nefes endişesi içinde geçirmiştir. Mektûbât’ında şu cümlelere yer verir: “…Allâh Teâlâ’ya yemin ederim ki, annem beni doğurduktan bugüne kadar, Allâh katında makbûl ve mûteber olup hesâbı sorulmayacak bir tek hayır işlediğime inanmıyorum. (Lâkin Rabbimin rahmetine sığınıyorum.) Eğer kendi nefsini bütün hayır işlerde iflâs etmiş olarak görmüyorsan, bu, cehâletin en son noktasıdır…”89 Hazret’in bir dostuna gönderdiği mektubunda yer alan şu ifâdeler de, onun son nefese hazırlık husûsundaki endişesinin bir yansımasıdır: “…Son nefeste lâzım olacak şeyle meşgul olmanızı, sünnet-i seniyyeye uygun amel işlemenizi, fânî dünyânın aldatıcı güzelliklerine iltifat etmemenizi, (kendini kasdederek) bu fakir kulu da tevfîk ve hüsn-i hâtime (yâni Allâh’ın istediği gibi yaşayıp îmanla güzel bir şekilde ölebilme) duâsından unutmamanızı dilerim.” (Mektûbât-ı Mevlânâ Hâlid, s. 175) İşte büyük Hak dostları hiçbir zaman amellerine güvenmeyip son nefes husûsunda dâimâ Allâh’ın rahmet ve mağfiretine ilticâ etmişlerdir. O hâlde bizim de ilmimize ve amellerimize güvenmeden, Cenâb-ı Hak’tan dâimâ hüsn-i hâtime istememiz lâzımdır. Dükkânı şehrin çıkış kapısında bulunan bir bakkal vardı. O kapıdan ne zaman bir cenâze çıksa yanında bulundurduğu testiye bir meyve çekirdeği atar ve bir ay sonra da onları sayarak: “–Bu ay şu kadar kişi testiye düştü!” derdi. Bir gün o da öldü. Epey bir zaman geçmişti ki, ölümünden habersiz bir dostu kendisini ziyârete geldi. Onu göremeyince komşularına sordu. “–Burada oturan bakkala ne oldu?”
Dediler ki: “–O da testiye düştü!..” Ne kadar ibretli bir nükte… Unutmayalım ki nihâyetinde herkes ecel testisine düşecektir. Fakat insanoğlu umûmiyetle çevresindeki insanların birer birer dâr-ı bekâya göç ettiklerini seyreder de, yine de gaflet sebebiyle kendini ölümden uzak görür… Yavuz Sultan Selîm Hân’ın nedîmi Hasan Can şöyle anlatır: “Yavuz’un sırtında şîrpençe adı verilen bir çıban çıkmıştı. Çıban, kısa zamanda büyüdü, bir delik hâline geldi. Öyle ki, yaranın içinden Yavuz’un ciğerini görüyorduk. Kendisi çok muzdaripti. Âdeta yaralı bir arslan gibiydi. Acziyeti bir türlü kabullenemiyor, cengâverlerine taktik ve tâlimat vermeye devâm ediyordu. Yanına yaklaştım. Bana kendi hâlini kasdederek: «–Hasan Can, bu ne hâldir?» dedi. Ben de, artık fânî yolculuğun sonuna gelmiş, bâkî hayâtın başına ulaşmış olduğunu sezdiğim için gönlümü şimdiden yakan ayrılık hüznüyle: «–Pâdişâhım, artık Allâh Teâlâ ile beraber olma zamanınız herhâlde geldi!» dedim. Koca sultan döndü, yüzüme hayretle baktı: «–Hasan, Hasan! Sen beni bu âna kadar kiminle beraber zannederdin?.. Cenâb-ı Hakk’a teveccühümde bir kusûr mu müşâhede eyledin?» dedi. Bu sözler karşısında mahcûb olarak: «–Hâşâ Sultanım! Öyle demek istemedim. Sâdece içinde bulunduğunuz zamanın diğerlerinden farklı olduğunu beyân için ihtiyaten buna cür’et edebildim.» dedim. Koca Sultan, artık bambaşka âlemlere dalmış vaziyette bana son hitâbı olarak: «–Hasan! Sûre-i Yâsîn’i oku!» dedi. Nemli gözlerle tilâvete başladım. «Selâm» âyetine geldiğim zaman muazzez rûhunu Rabbine teslîm etti.” Hayatlarında Allâh ile beraber olmayanlar, ekseriyetle son nefeslerinde bu nîmete mazhar olamazlar. Bu yüzden, güzel bir ölüm için hayâtı gâyeli kullanmak zarûrîdir. Sultan II. Murad Hân, rahatını değil, Allâh rızâsını düşünen bir şahsiyetti. Bu uğurda hayâtını fedâdan çekinmeyecek derecede metîn irâdeli ve azimkâr idi. En büyük kaygısı, son nefesini îmân ile verebilmek, mahşer günü Allâh’ın huzûruna alnı açık ve günahtan pâk bir şekilde çıkabilmekti. Nitekim oğlunu ve kızlarını evlendirdikten sonra veziri Çandarlı İbrahim Paşa’ya: “–Ey Çandarlı! Hamd olsun, bu dünyâda evlâda karşı vazîfelerimizi de Allâh Teâlâ’nın izniyle yerine getirdik. Gayri geriye îmân ile göçebilmek kaldı…” demişti.
Çanakkale Muhârebeleri’nde büyük muvaffakıyetler sergileyen Zâbit Muzaffer, daha sonra gittiği Doğu Cephesi’nde de kahramanca savaşıyordu. Kanlı bir çarpışma esnâsında ağır bir şekilde yaralanmıştı. Artık sesinin çıkmadığı ve gözlerinin bile birşey anlatamadığı son anlarında, cebinden bir zarf çıkardı; sonra yerden bir çöp parçası alarak yarasından akan kanlara batırıp yazmağa başladı: “–Kıble ne tarafta?..” Etrafındakiler, Muzaffer Bey’in kıbleye dönerek rûhunu Rabbine teslîm etmek istediğini anlayıp onun bu arzusunu hemen yerine getirdiler. Ölüm ânında, bir yandan yüzü vuslat neş’esiyle dolan zâbit, diğer yandan da mukaddes gâyenin ulvî müdâfaasının kaygısı içerisinde son bir hamleyle kahraman askerlerine şu mesajı verdi: “–Bölük Allâh için cihâda devâm etsin; kanım yerde kalmasın!..” Üçüncü bir mesaj daha yazacaktı ki, ömrü elvermedi ve muazzez rûhunu şehîden Rabbine teslîm eyledi. Ne büyük bir hassâsiyet ki, rûhunu kıbleye karşı teslim edebilmek için dilinin bir şey anlatamadığı son nefesinde dahî damarından kan çekerek merâmını ifâdeye çalışıyor. İşte Allâh yolunda harcanan bir ömrün son demi de böyle mübârek ve mukaddes oluyor. Hak dostlarından Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri’nin son nefesteki hâli de bizler için güzel bir numûnedir. Sâmi Efendi ki, gönlü Peygamber aşkıyla dolu bir Hak dostu idi. Nasıl bir kimse karda gider de onun ardında izler oluşur; sonra gelen de o izleri tâkip ederek yolunu bulur; işte Sâmi Efendi de Peygamber Efendimiz’in izlerini tıpkı böyle bir sadâkatle takip ederek ömür sürmüştü. Bunun tezâhürü olarak da son nefesini, hayâtı boyunca izini tâkip etme aşk ve heyecânında olduğu Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in civârında ve teheccüd ezânı okunduğu esnâda teslîm etmek nasîb oldu. O son demde yanında bulunanlar, lisânından çıkan lafızların sâdece: “Allâh, Allâh, Allâh!..” olduğunu işitiyorlardı. Aslında yalnız dili değil, bütün hücreleriyle beraber bedeni de, rûhu da dâimâ “Allâh” diyordu… Hâsılı kulun, hüsn-i hâtime ile, yâni îmân ile son nefesini verebilmesi için öncelikle nefsini tezkiye, kalbini tasfiye etmesi, yâni çirkin temâyüllerden temizlenip, yüce hasletlerle müzeyyen hâle gelmesi ve Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsının (güzel isimlerinin) tecellîlerine nâil olması gerekmektedir. Zîrâ, bu sûretle kalbin takvâ kıvâmına ulaşması, hayat yolculuğunun en kıymetli hidâyet meş’alesidir. Mevlânâ Hazretleri’nin şu ifâdeleri de, âdeta tezkiyenin bu mâhiyetini îzâh etmektedir: “Mezar yapmak; ne taşladır, ne tahta ile, ne de keçe iledir. Lekesiz bir gönülde, kendi iç temizlik âleminde, kendine bir mezar kazman îcâb eder ki, onun için Allâh’ın yüce varlığı önünde kendi iddiâ ve benliğini yok etmen gerekir.”
Daha sonra da tezkiye olmuş bir nefisle, ibâdet, tâat, hayır ve infaklarda bulunarak en güzel bir şekilde ebedî âleme hazırlanmak îcâb eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, ömrünü amel-i sâlihlerle tezyîn edip hiçbir zaman Rabbini unutmayan kuluna son nefesinde şu güzel müjdeyi verir: “Şüphesiz, Rabbimiz Allâh’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner, onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin.» derler.” (Fussilet, 30) Rabbimiz cümlemize bu müjdenin muhtevâsına girebilmeyi lutfeylesin! Âmîn!.. 2.ŞAHSİYET VE KALBİ KIVAM:1. Muhabbet
Muhabbet, hayâtımızın tadı, neş’esi, huzur ve sürûrudur. Varlığın hamuru, muhabbet mayası ile yoğrulmuştur. Muhabbet istîdâdı, Rabbimizin kullarına bahşettiği en büyük nîmetlerdendir. Bu bakımdan muhabbeti, dostluğun hakîkatine ermiş gönüllerde kullanmak îcâb eder. Fakat ne yazık ki, insanların pek çoğu, ilâhî bir lutuf olan muhabbeti, fânî ve nefsânî arzular uğrunda isrâf etmektedirler. Rabbine muhabbet ihtiyâcını hissetmeyecek kadar katılaşmış bir kalbin ise, ne kıymet ve şerefi olabilir ki? Hazret-i Mevlânâ, muhabbet sermâyesini fânî ve izâfî varlıklar uğruna hebâ ederek, Allâh aşkından mahrum kalanlar için şu ibretli misâli verir: “Dünyâya gönül verenler, tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir? Nitekim budala bir avcı, kuşun gölgesini kuş zannetti de, onu yakalamak istedi. Fakat dalın üzerindeki kuş bile bu ahmağa şaştı kaldı.” Varılacak nihâî gâye olan “Hakk’a vuslat”ı unutarak; mal, mülk, mevkî, servet, âile ve evlât gibi fânî muhabbet merhalelerinden birine takılıp kalmak, gönül âleminin ziyân edilmesi demektir. Nitekim bir şâir bu hakîkati şu şekilde terennüm etmiştir:
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak,
Pâdişah girmez saraya hâne mâmûr olmadan… Mecnûn’un bütün zaferi, Mevlâ’ya giden yolda, akl u fikrini târumâr eden Leylâ’da takılıp kalmaması, yâni onu muhabbet merhalelerinde son durak edinmemesidir. Bu çileli yolda Leylâ, kimine göre karşı bir cins, kimine göre mal, kimine göre de makam ve mevkî olmuştur. Mecâzî diye adlandırılan bu sevgiler, mutlakâ hakîkî muhabbete köprü kılınmalıdır. 2.ŞAHSİYET VE KALBİ KIVAM:1. Muhabbet
İnsan, muhabbet duyduğu varlığın buna liyâkati nisbetinde bir netice elde eder. Bu sebeple insan kalbi, fıtrî olan sevme temâyülünü ancak Cenâb-ı Hakk’a yönelttiği takdirde muhabbette kemâle ulaşabilir. Zîrâ, hakîkî muhabbete lâyık yegâne varlık, bütün muhabbetlerin kaynağı olan Allâh Teâlâ’dır. Çünkü: - Her şeyi yaratan, canlılara rızıklarını ihsân eden, onları koruyup gözeten mutlak kemâl ve kudret sâhibi yalnız O’dur. - O, kullarını çok sevmektedir. Âdem’i cennette en güzel sûrette ve büyük bir ihtimamla yaratmıştır. Kullarının da cennete girmesini arzu etmektedir. Muhabbetin karşılığı ise ancak muhabbettir.90 - Zâtına vuslat ve muhabbet yollarını kullarına kolaylaştırmıştır. - Dünyâ ve âhiretin yegâne mâliki O’dur. - İnsan, nihâyetinde Allâh Teâlâ’nın huzûruna varacak ve O’ndan başka bir sığınak, barınak ve yardımcı bulamayacaktır. Âlemlerin Rabbi olan Allâh, ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır. - Üzerimizdeki bunca ilâhî nîmetlere ilâveten, bizi en çok muhabbet duyduğu Peygamberi’ne ümmet kılması ve en mütekâmil kitâbı Kur’ân-ı Kerîm ile nasiplendirmesi sebebiyle de Cenâbı Hakk’a şükür borcumuz sonsuzdur. Dolayısıyla muhabbeti Allâh Teâlâ’ya tevcîh etmemiz, kulluğumuzun bir muktezâsıdır. Hiç şüphesiz ki muhabbet, her Hak dostu âşık ve ârifte ayrı ayrı tecellî eder. Bu farklı tecellîler sebebiyle Hazret-i Mevlânâ, gönülleri yakıp kavuran sevdâ ateşiyle dolu engin kelâm okyanusunda, dilinden hikmetler fışkıran ve nâdide inciler saçan bir mânâ ve hikmet menbaı olmuştur. Hallâc-ı Mansûr, aşkın, seveni sevilende fânî kılan lâhûtî iklîminde ilâhî vuslata nâil olmuştur. Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, yıllarca, yaralı ve muzdarip hayvanlara bakmak, sokakların temizliği ile meşgul olmak ve herkesin uzaklaştığı hastaların şifâ bulması için onların ihtiyaçları ile ilgilenmek sûretiyle hizmet yollarında Allâh’ta fânîleşmiş, tasarruf ve mârifetullâhta engin bir himmet deryâsı hâline gelmiştir. Usuller ayrı, fakat kalbî sermâye hep aynıdır: Aşk ve muhabbetullâh ile dopdolu olmak… Cenâb-ı Hak, böyle farklı tecellîlere mazhar kıldığı cümle velîlerini, hakîkatte aşk ve mârifetullâh ilmi ile donatarak muhabbet iklîminin müstesnâ goncaları hâlinde bütün insanlığa armağan etmiştir. Velhâsıl Hakk’ı seven bir mü’min, hakîkatte hiçbir şeye mâlik olmadığının idrak ve şuurunda olmalıdır. Zîrâ muhabbet, fedâkârlık gerektirdiği için mâlikiyet ile imtizâc etmez. Yâni sevenin, sevdiği uğruna her şeyden geçmesi îcâb eder. Muhabbet, gönülde tabiî olarak maddî ve mânevî bir ikram meyli doğurur. Bu da muhabbetin şiddeti nisbetinde gerçekleşir. Bu sebepledir ki, insanlar en büyük bedelleri, muhabbetleri mukâbilinde öderler. Bu, muhabbetin şiddetine bağlı olarak, sevilen uğruna hayat nîmetinden vazgeçmeye kadar varabilen bir fedâkârlık tablosu şeklinde tezâhür eder.
Ne mutlu o mü’minlere ki, Allâh ve Rasûlü’nün muhabbetini her şeyin üstünde tutarlar ve yabânî bahçelerin sahte çiçeklerine aldanmazlar!..
Fazîlet Tabloları
Allâh’a muhabbet mevzuunda zirve şahsiyet, hiç şüphesiz Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. O, duâlarında Allâh Teâlâ’nın muhabbetini talep ederek, Dâvûd aleyhisselâm-’ın şu niyâzını tekrâr ederdi: “Allâh’ım! Sen’den muhabbetini, Sen’i sevenlerin muhabbetini ve Sen’in sevgine ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allâh’ım! Sen’in muhabbetini bana nefsimden, âilemden, malımdan ve soğuk sudan daha sevgili kıl!” (Tirmizî, Deavât, 72/3490) Peygamber Efendimiz’in bu husustaki diğer bir duâsı da şöyledir: “Allâh’ım! Beni, Sen’in muhabbetinle ve sevgisi Sen’in katında fayda verecek olan kimsenin muhabbetiyle rızıklandır. Allâh’ım! Bana ihsân ettiğin ve benim de kendilerini sevdiğim nîmetleri, Sen’in sevdiğin ve râzı olduğun amelleri işleyebilmem husûsunda bir kuvvet kıl. Allâh’ım! İstediğim hâlde bana vermediğin şeyleri de, zihnimi Sen’in sevdiğin şeylerle meşgul etmeme ve tamâmen Sen’in tâatine yönelmeme bir sebep kıl.” (Tirmizî, Deavât, 73/3491) “Seven sevdiğini dilinden düşürmez, dâimâ onu düşünür.” kâidesince, Peygamber Efendimiz de her hâlükârda Allâh’ı zikir üzere bulunur, dâimâ O’nun sıfatları, kudret ve azamet tecellîleri ve lutfettiği nîmetleri üzerinde tefekkür ederek her hareketinde Rabbine duâ ederdi. Nitekim bir yere girerken, oradan çıkarken, otururken, kalkarken, bir işe başlarken, onu bitirirken, muhtelif zaman ve mekânlarda yaptığı duâlar, ashâb-ı kirâmın ezberlemekten neredeyse âciz kalacağı miktarlara ulaşmış ve Efendimiz’den kısa ve öz duâlar talep etmelerine sebep olmuştur. Rabbimizin muhabbetine eren bir kimsenin, O’nun rızâsına ve huşû hâline nâil olacağını bildiren şu rivâyet ne kadar ibretlidir: Ashâb-ı kirâm bir gün Rasûlullâh Efendimiz’e şöyle sordular: “–Bir mü’mini huşû içinde, diğer bir mü’mini de huşûdan mahrum görüyoruz. Bu farklılığın sebebi nedir?” Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle cevap verdi: “–Îmânın tadını alan mü’min, huşû sâhibi olur. Îmânın tadını alamayan mü’min ise huşû sâhibi olamaz!” “–Peki, îmânın tadı nasıl elde edilir, ona nasıl ulaşılır?” diye sorulunca Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular:
“–Ona Allâh sevgisinde sâdık olmakla ulaşılır.” Ashâb-ı kirâm bu sefer: “–Allâh sevgisi ne ile elde edilir?” diye sordular. Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “–Allâh’ın Rasûlü’ne muhabbetle elde edilir. Bu sebeple siz, Allâh ve Rasûlü’nün rızâsını, yine Allâh ve Rasûlü’ne muhabbet beslemekte arayınız.” buyurdular. (Senderûsî, Keşf-i İlâhî, II, 651; Halebî, Mevsûatü’l-Ehâdis, VI, 492/16010) Bütün ömrünü Allâh Teâlâ’nın muhabbet ve iştiyâkı ile geçiren Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rabbine vuslat ânını da bir şeb-i arûs (düğün gecesi) heyecânı ile karşılamıştır. Âişe vâlidemiz şöyle anlatır: “Allâh Rasûlü son anlarını yaşarken, mübârek başı benim göğsüme yaslı bulunuyordu. Ben; «–Ey insanların Rabbi! Hastalığı gider! Gerçek hekim, hakîki şifâ verici, ancak Sen’sin!» diyerek şifâ diliyordum. Peygamber Efendimiz ise: «–Hayır! Allâh’ım beni Refîk-ı A’lâ’ya kavuştur. Ey Allâh’ım! Bana mağfiret et! Bana rahmetini ihsân et! Beni Refîk-ı A’lâ’ya (en yüce Dost’a) kavuştur!» diyerek duâya devâm ediyordu.” (Ahmed, VI, 108, 231) Diğer bir rivâyette Âişe vâlidemiz hâdisenin devâmını şöyle anlatır: “Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sağlıklı günlerinde birçok defâ: «Hiçbir peygamber, cennetteki makâmını görmedikçe, rûhu kabzolunmaz! Sonra, dünyâda kalmak ile makâmına gitmek arasında muhayyer bırakılır!» buyurmuştu. Kendisi hastalanıp vefâtı yaklaşınca, başı benim dizimde bulunduğu hâlde, üzerine bir baygınlık geldi. Ayılınca gözünü evin tavanına çevirdi ve: «Allâh’ım! Refîk-ı A’lâ!» dedi. Ben o zaman: «Rasûlullâh bizi tercih etmiyor!» dedim. Anladım ki Efendimiz’in bu temennîsi, sıhhatli zamanlarında bize söyleyip durduğu bir haberin, kendisinde tahakkuk ettiğinin bir işâretidir!” (Buhârî, Megâzî, 84; Ahmed, VI, 89) Vefâtı esnâsında Âlemlerin Efendisi ile Ölüm Meleği arasında vukû bulan şu konuşma, Allâh Rasûlü’ndeki muhabbetullâhın derecesini daha açık bir şekilde göstermektedir. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in vefât ânı geldiğinde, Ölüm Meleği içeri girmek için izin istedi. Cebrâîl -aleyhisselâm-: “–Ey Ahmed! Bu Ölüm Meleği’dir. Sen’in yanına girmek için izin istiyor! Hâlbuki o, Sen’den önce hiçbir kimsenin yanına girmek için izin istemediği gibi, Sen’den sonra da hiç kimseden izin istemeyecektir! Kendisine izin ver!” dedi. Ölüm Meleği içeri girip Peygamberimiz’in önünde durdu ve:
“–Yâ Rasûlallâh! Yâ Ahmed! Yüce Allâh beni Sana gönderdi ve her emrine itaat etmemi de bana emretti! Eğer rûhunu almamı emredersen alacağım, bırakmamı emredersen, rûhunu Sana bırakacağım!” dedi. Allâh Rasûlü: “–Bunu gerçekten yapacak mısın?” diye sordu. Ölüm Meleği: “–Ben, her hususta Sana itaat etmekle emrolundum!” dedi. Bu esnâda Cebrâîl -aleyhisselâm-: “–Ey Ahmed! Yüce Allâh Sen’i özlüyor!” dedi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Allâh katında olan daha hayırlı ve daha devamlıdır! Ey Ölüm Meleği! Haydi, emrolunduğun şeyi yerine getir! Rûhumu al!” buyurdu.91 Allâh’a muhabbet husûsunda diğer peygamberlerden de pek çok misaller verilebilir. Bunlardan bir kısmını şöylece zikredebiliriz: Allâh Teâlâ, Hazret-i İbrâhîm’e sayılamayacak kadar koyun sürüleri ihsân etmişti. Cebrâîl aleyhisselâm-, insan sûretinde gelerek sordu: “–Bu sürüler kimin? Bana sürülerden birini satar mısın?” İbrâhim -aleyhisselâm-: “–Bu sürüler Rabbimindir. Şu anda benim elimde emânet olarak bulunuyor. Bir kere zikredersen, üçte birini; üç kere zikredersen hepsini al, götür!” dedi. Cebrâîl -aleyhisselâm- üç defâ: “Bizim Rabbimiz, Rûh’un ve melâike-i kirâmın Rabbi, bütün kusurlardan münezzeh, cümle eksikliklerden pâk ve yücedir.” diye zikredince İbrâhim -aleyhisselâm-: “–Al hepsi senin olsun, al götür!” dedi. Cebrâîl -aleyhisselâm-: “–Ben insan değil, meleğim, alamam.” dedi. İbrâhim -aleyhisselâm-: “–Sen meleksen, ben de Halîl’im (Allâh’ın dostuyum). Verdiğimi geri almak bana yakışmaz.” diyerek karşılık verdi. Nihâyet İbrâhim -aleyhisselâm-, sürülerinin hepsini sattı. Mülk alıp vakfetti. İbrâhim -aleyhisselâm-, canı, evlâdı ve malı ile ağır bir imtihan geçirdi. Hepsinde de Rabbine büyük bir teslîmiyet ve muhabbetle râm oldu. Halîlullâh (Allâh’ın dostu) olarak kulluğun zirvesine erişti. Gönlündeki ilâhî muhabbeti, kelâmullâh vesîlesiyle izhâr eden bir sahâbînin hikâyesi şöyledir:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o sahâbîyi bir seriyyenin başında kumandan olarak göndermişti. O mübârek sahâbî, arkadaşlarına namaz kıldırıyor, ancak kıraatini her defâsında İhlâs Sûresi ile bitiriyordu. Medîne-i Münevvere’ye döndüklerinde, durumu Allâh Rasûlü’ne haber verdiler. Efendimiz: “–Ona, niçin böyle yaptığını sorun!” buyurdu. Arkadaşları bunun sebebini sorduklarında sahâbî: “–Bu sûre, Rahmân’ın vasıflarını anlatmaktadır. Bu yüzden, onu okumayı seviyorum.” cevâbını verdi. Bunu öğrenen Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “–Ona söyleyin, Allâh Teâlâ da onu seviyor.” (Buhârî, Tevhîd, 1) Ammar bin Yâsir -radıyallâhu anh-, bir savaşa iştirâk etmek üzere Fırat Nehri’nin kıyısında yürürken, Allâh’a olan muhabbetini şöyle dile getiriyordu: “Ey Allâh’ım! Kendimi şu dağdan atarak aşağıya yuvarlanmamın, Sen’in benden daha fazla hoşnut kalmana vesîle olacağını bilsem, bunu hemen yaparım. Büyük bir ateş yakarak içine atlamamın, Sen’in benden daha çok râzı olmana vesîle olacağını bilsem, onu derhâl yaparım. Yâ Rabbi! Kendimi suya atıp boğulmamın, Sen’in daha ziyâde hoşnutluğunu celbedeceğini bilsem, onu da hemen yaparım. Ey Allâh’ım! Ben sırf Sen’in rızân için savaşıyorum, beni zarara uğratmamanı diliyorum, ben Sen’i istiyorum.” (İbn-i Sa’d, III, 258) Abdullâh ibn-i Ömer -radıyallâhu anh-, ashâb-ı kirâmın ileri gelen zenginlerinden biriydi. Servetinin fazla birikmesine meydan vermez, eline geçeni yoksullara dağıtırdı. Sâhip olduğu şeyler içinde en çok beğendiklerini, Allâh yolunda sarf edilmek üzere ayırırdı. İyi hâlini gördüğü ve bilhassa namaz kıldığını öğrendiği bütün kölelerini âzâd etmeye başlamıştı. Dostlarından biri, onu îkâz etti ve; kölelerinden bir kısmının Allâh rızâsı için değil de, sırf âzâd edilmek maksadıyla câmiye geldiğini söyledi. Hazret-i Abdullâh, kalbindeki Allâh muhabbetini yansıtan şu güzel cevâbı verdi: “–Bizi Allâh ile aldatmak isteyenlere aldanmaya râzıyız!” (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 343) Fudayl bin Iyâz Hazretleri, ârif, fâzıl, Allâh korkusu sebebiyle çok ağlayan bir zât idi. Aynı zamanda güvenilir bir hadis râvîsiydi. Bu zât yine o devirde yaşayan âbide, zâhide, Allâh sevgisi ve korkusuyla çok ağlayan Şi’vâne Hâtun ile karşılaşmıştı. Fudayl ona: “–Bana duâ et.” dedi. Şi’vâne Hâtun şu cevâbı verdi: “–Fudayl! Allâh ile aranda, duâ ettiğin zaman duânı kabul edeceği bir yakınlık yok mu ki benden duâ istiyorsun.” Bu muhteşem sözü duyan Fudayl hıçkırıklara boğularak kendinden geçti.92
Rivâyet edildiğine göre Hallâc-ı Mansûr’un, îdâm edilmeden önce yaptığı şu duâ, onun Allâh’a duyduğu muhabbetin seviyesini ve ihlâsını ne güzel sergilemektedir: “Allâh’ım! Sen’in kulların, Sana olan yakınlıklarından ve dinlerine bağlılıklarından dolayı beni öldürmek için toplandılar. Onları bağışla. Çünkü Sen, bana lutfettiğin sırları, onlara da nasîb etseydin, hakkımda böyle düşünmeyeceklerdi. Şâyet onlardan gizlediğin şeyleri, benden de gizlemiş olsaydın, böyle ifşaatta bulunmayacaktım. Yâ Rabbî onları affet! Çünkü onlar, beni Sana kavuşturuyorlar.” Hallâc’ın hâlini mânâ âleminde seyredenlerden nakledilir ki, onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve: “–Bir «ene»93 sen dedin, bir «ene» de ben dedim. Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime ise lânet yağıyor!” diye sordu. Hallâc, iblise şöyle cevap verdi: “–Sen, «ene» demekle kendini Âdem’den üstün görmüş, kibrini ortaya koymuştun. Ben ise «Ene’l-Hak» diyerek kendimi Hak’ta ifnâ ettim. Benliği ortaya koymak olan kibir, cehennem alâmetidir. Benliği ortadan kaldırmak, yâni Hak’ta fânî olmak ise «hîç»liğin ifâdesidir. Bu sebepten bana rahmet, sana ise lânet ve zillet indi.” Hallâc’ın, kendisini ziyaret eden İbrâhim bin Fâtik’e şöyle dediği nakledilir: “–Ey oğlum! Bâzı insanlar benim küfre düştüğüme inanıyorlar, bâzıları da velî olduğum kanaatindeler. Allâh katında ve benim nazarımda, küfrümü îlân edenler, velî olduğumu söyleyenlerden daha sevimlidir.” “–Efendim, niçin böyle söylüyorsunuz?” denildiğinde ise: “–Velî olduğuma inananlar, bana olan hüsn-i zanlarından dolayı; küfrüme kâil olanlar ise, dinlerine olan bağlılıkları sebebiyle böyle yapıyorlar. Dînine sadâkat gösteren kimse, sâdece hüsn-i zan besleyenden Allâh katında daha sevimlidir.” buyurmuştur. Hazret-i Mevlânâ, fenâ-fillâh ve bekâ-billâh hâlinde ilâhî aşkla kavruluşunu ve rûhunda yanan bu ateşin ölümle bile sönmeyeceğini ne güzel ifâdelendirir: “Vefâtımdan sonra benim kabrimi aç ve içimin ateşi sebebiyle kefenimden nasıl dumanlar yükseldiğini gör! Ölümü korkutucu kılan, şu ten kafesidir. Teni bir sedef gibi «aşk»la kırdığın zaman, ölümün bir inciye benzediğini sen de göreceksin!..” Allâh dostlarının en mühim husûsiyetlerinden birisi de, ilâhî aşkla yanıp kavrulmalarıdır. Yine Hazret-i Mevlânâ, yukarıdaki sözlerle dile getirdiği aşk hâli içinde ömür boyu hep bu şekilde yanan gerçek âşıkları aramıştır. Bu arzusunu şu şekilde ifâde eder: “Bana öyle bir âşık gerek ki, içindeki alevden kıyâmetler kopmalı, gönlünün harâreti ile ateşleri bile kül etmeli!..”
Dostlarından biri, Mârûf-i Kerhî Hazretleri’ne: “–Ey Mârûf! Seni bu derece ibâdete sevk eden nedir?” diye sormuştu. Hazret sükût etti. Arkadaşı ısrâr ederek: “–Ölümü hatırlamak mı?” dedi. Mârûf-i Kerhî cevap verdi: “–Ölüm dediğin nedir ki?” “–Kabir ve âlem-i berzahı düşünmek mi?” “–Kabir dediğin nedir ki?” Arkadaşı yine ısrâr ederek: “–Cehennem korkusu veya cennet ümîdi mi?” diye sordu. Bunun üzerine Mârûf-i Kerhî Hazretleri şu muhteşem cevâbı verdi: “–Bunlar da nedir ki?!. Bu saydığın şeylerin hepsini elinde tutan Zât-ı Kibriyâ öyle yüce bir Rab’dır ki, eğer O’na karşı derin bir muhabbet ve iştiyâka sâhip olabilirsen, bu dediklerinin hepsini sana unutturur. Allâh ile aranda bir mârifet, bir muhabbet meydana gelir ve bu sâyede O, saydıklarının hepsinden seni kurtarır!”94 Mecnûn’un şu hâli de Allâh muhabbetine nâil olanların hâlini aksettirmesi bakımından câlib-i dikkattir: Bir gün Mecnûn, Leylâ’dan ayrı kalmanın derdinden ansızın hastalanıp yatağa düştü. Tedâvî için bir doktor çağırdılar. Doktor: “–Damardan kan almaktan başka çâre yok!” diyerek hacamat yapmak için Mecnûn’un kolunu bağladı. Tam neşteri eline almıştı ki, Mecnûn: “–Ey doktor, hacamat etmeyi bırak! Ücretini al ve git! Bu hastalıktan ölürsem öleyim, ziyânı yok. Bu köhneleşmiş beden varsın ölsün, ne çıkar?!” dedi. Doktor şaşkın bir şekilde Mecnûn’a sordu: “–Sen çöllerde kükremiş arslanlardan korkmuyorsun da, kan aldırmaktan mı korkuyorsun?” Mecnûn’un cevabı şöyle oldu: “–Benim korkum neşterden değil… Cümle âlem bilir ki, benim sabır ve tahammülüm, kayalardan meydana gelmiş olan bir dağdan bile fazladır! Ben hiçbir şeyden korkmayan ve dünyâya âit bir samanlığı dahî olmayan bir insanım; şu fânî tenim yaralanmazsa rahat etmez! Yaralar aşkımın merhemidir; bunun için yaralanmaya koşa koşa giderim…
Lâkin benim vücûdum Leylâ ile dolu; içimde Leylâ’dan başka bir varlık yok! Bu sadef gibi olan bedenim, o incinin sıfatları ile dolmuştur. Dolayısıyla ey doktor; beni hacamat ederken neşteri ansızın Leylâ’ya vurur, onu yaralarsın da incitirsin diye korkuyorum… Zîrâ Allâh’ın has kulları iyi bilir ki, Leylâ ile benim aramda fark yoktur.” Leylâ, seneler sonra Mecnûn’un yanına gelir. Mecnûn onunla alâkadar olmaz. Leylâ: “–Benim için çöllere düşen sen değil miydin?” der. Mecnûn: “–İzâfî ve gölge olan Leylâ eridi ve aradan çıktı.” diye karşılık verir. Bir zamanlar Mecnûn’un hayâtının gâyesi olan Leylâ, ilâhî muhabbete bir basamak teşkil etmiştir. Mecnûn, hakîkatini aradığı ilâhî muhabbet âleminde yerini bulunca, hayâtındaki Leylâ’nın rolü bitmiştir. Mesnevî hikâyelerinde geçen Leylâ, sonunda ilâhî muhabbete dönen ve kişiliğini Hak’ta fânî kılan ilâhî aşkın sembolüdür. Diğer bir ifâdeyle Leylâ, gönülleri mecnûn eden ve fizikî irâdeyi sıfırlayan ilâhî bir aşk ufkudur. Bu bakımdan Leylâlar ile başlayan muhabbet mâcerâsı, Mevlâ’da sükûn bulursa, ulvî bir kıymet kazanır. Leylâ’sı uğrunda ve onun aşkı ile çöllere düşen Mecnun, tüyleri dökülmüş, ağzından salyalar akan bir köpeği seviyor, okşuyor ve gözlerinden öpüyordu. Onun bu hâlini gören birisi dayanamayıp: “–Ey ham Mecnun! Yaptığın bu çılgınlık nedir? Bu hayvanı, niye sarılmış öpüyorsun?” dedi. Mecnun cevap verdi: “–Sen baştanbaşa bir sûret, şekil ve bedenden ibâretken, benim yaptığım işten ne anlarsın?! İçeriye gir, yâni rûh âlemime dal da ona bir de benim gözümle bak! Bu köpeğin ne meziyeti var biliyor musun?! Bu köpekte senin çözemeyeceğin ilâhî bir sır var. Allâh, onun gönlünde sâhibine karşı duyduğu muhabbet ve vefânın hazinesini gizlemiştir. Hem baksana o, bu kadar köyün içinde gitmiş de Leylâ’nın köyünü yurt edinmiş ve o köye bekçi olmuş!.. Köpek deyip geçme, sen onun himmetine nazar et. O benim gönül dünyâmın mübârek yüzlü Kıtmîr’idir. Benim sürûr ve hüzün ortağımdır. Bunun bir kılını arslanlara değişmem. Gönlüne, canına, irfânına dikkat et ki, onun fazîletini göresin!.. Leylâ’nın köyünü yurt tutan köpeğin ayağının bastığı toprak bile benim için azîzdir…” Allâh muhabbetiyle kavrulan bir gönül, bu muhabbet sebebiyle O’nun bütün mahlûkâtını da sever. Allâh’ı hatırlatan her şey, O’na yakınlık derecelerine göre, kendisi için paha biçilmez bir kıymet arz eder. Bir Hak dostu, Allâh’a duyulan muhabbetin semeresini gösteren şu hâdiseyi nakleder:
Geniş ve ıssız bir ovadan geçiyordum. Garip bir çobana rastladım. Gördüm ki, derin bir huşû içinde namaz kılıyor, sürüsünü de kurtlar koruyordu. Taaccüb ettim. Merakla namazını bitirmesini bekledim ve: “–Ey çoban! Kurtlar nasıl oldu da koyunlarınla dost oldu? Onlardaki düşmanlık ve cânîlik rûhu, nasıl oldu da yerini sulh ve muhabbete terk etti?” diye sordum. Allâh’a secdeden dolayı sîmâsı nûra bürünmüş olan sâlih çoban, şöyle cevap verdi: “–Ey garip yolcu! Kurtların kuzularla olan şu dostluğundaki sır; çobanın, sürünün ve kurtların asıl sâhibine olan dostluğuna bağlıdır. Yâni bu hâl, muhabbetteki bir sırdır.” Seven, sevdiği uğruna her şeyini fedâ eder. Molla Câmî -kuddise sirruh-’un anlattığı şu hâdise bu kabîldendir: Pîrimiz Mevlânâ Sâdeddîn Kaşgarî’nin sohbet halkasında bir genç vardı. Bu genç, riyâzat, halvet ve aşkta en ileri derecede idi. O da benim gibi, bir fânî güzele tutulmuştu. Böylece gönlünde biriktirdiği kıymeti bir lahzada o tarafa devretmişti. Altından ve pırlantadan çok kıymetli bir hediye alıp, o güzelin geçeceği yola bırakmış ve oradan geçenlerden birinin onu almaması için de bir kenara gizlenmişti. Fikrince sevgilisi oradan geçecek ve hediyeyi görüp alacaktı. Fakat kimden ve nasıl geldiğini bilmeyecekti. Ben vaziyeti öğrenince ona dedim ki: “–Ne garip bir iş işlemektesin! Türlü zahmetlerle elde ettiğin şeyi onun yolu üzerine bırakıyorsun! Bulsa, görse, alsa bile, kimden ve niçin olduğunu bilmeyecek. Bâri bir şey yap ki, senden geldiğini bilsin!” Genç, gözyaşları ile sarsılarak cevap verdi: “–Sen ne diyorsun? Yaptığım işin tuhaflığını ben bilmiyor muyum sanıyorsun! Bu işi yaparken hiçbir karşılık beklemiyorum ki. Zîrâ hediyelerimden dolayı onun bana karşı bir minnet altına girmesini istemiyorum!” Bu cevaptan titredim. Bir fânîye olan mecâzî muhabbet, böylesine bir derinlik, incelik, zarâfet ve gönül güzelliği sergiler ise, kim bilir “zâtî muhabbet”e nâil olanlar ne ulvî tecellîlere mâkes olurlar. Hâsılı, Peygamber Efendimiz: “Allâh güzeldir, güzelliği sever!” (Müslim, Îmân, 147) buyurmaktadır. Buna göre bütün güzelliklerin sâhibi olan Allâh, aynı zamanda hakîkî muhabbetin de kaynağıdır. Çünkü O, Vedûd’dur.95 Bu ism-i şerîf, “çok seven” mânâsına geldiği gibi “çok sevilen” mânâsına da gelir.96 Bu sebeple mü’minin vazîfesi, ilâhî muhabbeti gönüllere aşılayan bir rahmet kapısı olmaktır. Zîrâ mü’min, Rabbine olan sevgisini (muhabbetullâhı), Allâh’tan gayrı her şeye duyulan sevgi
ve bağlılığın üstüne çıkarmadıkça “Sırât-ı Müstakîm”e lâyıkıyla ulaşamaz. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede: “…Mü’minlerin Allâh’a olan muhabbetleri ise her şeyden daha ileri ve daha kuvvetlidir…” (el-Bakara, 165) buyurmaktadır. Mü’minler için bu hâlin zarûrî olduğu, diğer bir âyet-i kerîmede şöyle ifâde edilir: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabânız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler, size Allâh’tan, Rasûlü’nden ve Allâh yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise, artık Allâh emrini getirinceye kadar bekleyin. Allâh, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (et-Tevbe, 24) Muhabbetullâhı temin edebilmek için de, Allâh’ı kalbde tanıyabilmek, yâni O’nun güzel isimlerinin, yâni Esmâ-i Hüsnâ’nın tecellîlerine mazhar olabilmek zarûrîdir. Cenâb-ı Hakk’ı zikretmek de, muhabbetullâh istikâmetinde bir terakkîye vesîle olur. Ancak bu terakkî, zikrin keyfiyeti, yâni kalbdeki hissediliş seviyesi nisbetinde gerçekleşir. Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Allâh’ı sevmenin alâmeti, Allâh Teâlâ’nın zikrini sevmektir.” (Süyûtî, II, 52) Allâh’a muhabbet istikâmetinde ilerleyebilmek için, kalbin ona tahammül edecek bir liyâkat ve kifâyet kazanması lâzımdır. Bu ise, beşerî muhabbet temrinleriyle elde edilebilir. Bu yüzden, kalb için bir hazırlık teşkîl etmesi sebebiyle, meşrû ölçüler dâhilindeki beşerî aşka müsâmaha nazarıyla bakılır ve o, “aşk-ı mecâzî” adıyla yâd olunur. Tıpkı bir kişinin âilesine olan muhabbeti gibi… Bu hâl üzere devâm ederek muhabbetullâha ulaşmak, insanoğlunun yaratılış gâyesini gerçekleştirmesi, Allâh’ın rızâsına nâil olması demektir. Zîrâ İslâm’da insana sunulan ilâhî tekliflerin zirvesi ve nihâî hedefi, “vâsıl-ı ilallâh” olmaktır. Bunun da en mühim sermâyesi muhabbettir. Diğer ameller, bu muhabbetin bir tezâhürüdür. Mârifetullâh ve muhabbetullâha eren bir mü’min, nefsinin şerrinden ve şeytanın desîselerinden uzaklaşır ve yalnız Hakk’ın rızâsını talep ederek yaşar. Kâinât kitabının sayfaları kendisine aralanır ve bütün mahlûkât ile dost olur. Yâni Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakabilme istîdâdı kazanır. Cihandaki ilâhî hikmet ve esrar akışlarını ibretle seyre dalar. Allâh’ın farz ve mecbûrî kıldığı asgarî kulluk vazîfelerini büyük bir huşû içinde îfâ ettikten sonra, zarûrî olmadığı hâlde, sırf gönülden gelen aşk ve muhabbet sebebiyle nâfile ibâdetleri ve hayırlı amelleri de kemâl-i edeb, tâzîm ve şevk ile artırmaya çalışır. Cümle nefsânî lezzetleri ifnâ ederek gerçek lezzetin sırrını îmanda bulur.
b. Allâh Rasûlü’ne Muhabbet
Ol Seyyidü’l-kevneyn Muhammed Mustafâ’ya salevât!.. Ol Rasûlü’s-sekaleyn Muhammed Mustafâ’ya salevât!.. Ol İmâmu’l-Harameyn Muhammed Mustafâ’ya salevât!.. Ol Ceddü’l-Haseneyn Muhammed Mustafâ’ya salevât!.. Beşerî muhabbet merhalelerinde ulaşılabilecek zirve, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem’e duyulan muhabbettir. İnsanlığın muhabbet meyline O’ndan daha lâyık bir insan tasavvur olunamaz. Zîrâ: - Bütün mahlûkât varlığını, Allâh Teâlâ’nın O’na olan muhabbetine borçludur. - Allâh Rasûlü, insanlar ve cinler âlemini ezelî ve ebedî hakîkatle tanıştırarak onların, âhiretteki sonsuz azaptan kurtulmalarına vesîle olmuştur. - Allâh Teâlâ, Kur’ân ve İslâm nîmetlerini kullarına, O’nun kalb-i pâkinde sergilemiştir. - O, ümmeti için, hiçbir beşerin uğramadığı sıkıntı ve iptilâlara mâruz kalmış ve en büyük acılara katlanmıştır. - O, mü’minlere karşı engin bir şefkat ve merhametle doludur. Bir merhamet ummânıdır. Ümmetine çok düşkündür, herhangi bir sıkıntıya uğramaları O’na çok ağır gelir.97 - Kullukta örnek ve ideal bir şahsiyettir. - Kulları Allâh Teâlâ’nın mârifetine ulaştıracak en mühim vâsıta yine O’dur. - Allâh Teâlâ, bütün peygamberler içinde yalnız O’nun hayâtı üzerine yemin ederek “:Sen’in hayâtın üzerine and olsun ki!” buyurmuş ve böylece ümmetinin, bütün dikkatini Allâh Rasûlü’nün üsve-i hasene olan hayâtına teksîf etmesini arzu buyurmuştur. - Allâh Teâlâ, kendi muhabbet ve mağfiretini, Habîb-i Ekrem’ine itaat şartına bağlamıştır. Âyet-i kerîmede buyrulur: “(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana tâbî olun ki Allâh da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allâh Gafûr’dur, Rahîm’dir.” (Âl-i İmrân, 31) - Allâh Rasûlü’ne olan muhabbetimiz, azâb-ı ilâhîden kurtuluşumuza bir vesîledir. Zîrâ Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde iken Allâh, onlara azâb edecek değildir!..” (el-Enfâl, 33) - En mühimi de Cenâb-ı Hak O’nu sevmiş ve «Habîbim» iltifâtına mazhar kılmıştır.98 Allâh Teâlâ’nın Habîbi’ni sevmek, ne büyük bir şereftir!
O hâlde, gönüllerimize O eşsiz sultânın ism-i latîfini, nâmını ve salevâtını hiç silinmeyen bir muhabbet yazısı ile nakşetmeliyiz ki, kalblerimiz, kendisine verilen ulvî kıymete liyâkat kazanmaya başlasın. Ancak şunu da hatırlatmak gerekir ki, Peygamber Efendimiz dahî muhabbette nihâî hedef değildir. İnsan için, muhabbetin tahsîs edilmesi gereken yegâne varlık, kâinâtın yaratıcısı Allâh Teâlâ’dır. Habîb-i Ekrem Efendimiz’e olan muhabbetimiz ise, bizi Allâh’ın mârifet ve muhabbetine götüren en mühim bir vesîle ve vâsıtadır. Fazîlet Tabloları
Ashâb-ı kirâm, muhabbetleri sebebiyle Allâh Rasûlü’nün etrafında pervâne olur, her sözüne, her emrine ve hattâ en küçük bir îmâsına dahî: “Anam, babam, malım ve canım sana fedâ olsun, yâ Rasûlallâh!..” derlerdi. O’nun tenine dokunabilenler, bundan büyük bir iftihar duyar: “İşte şu iki elimle Rasûlullâh’a bey’at ettim!” diyerek ellerini gösterirlerdi. (İbn-i Sa’d, IV, 306; Heysemî, VIII, 42) Ebû Esmâ eş-Şâmî -radıyallâhu anh-, bu mevzûdaki misallerden biridir: O, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yanına elçi olarak gelmişti. İslâm’ın esas mevzûlarını, kendilerini temsîlen geldiği kabîlesine iletmesi gereken bâzı hususları öğrendikten sonra, Allâh Rasûlü’nün mübârek elini tutarak ona bey’at etti. İki Cihân Güneşi Efendimiz’in elini tutmanın derin hazzıyla sarsılan Ebû Esmâ, o mübârek elin bereketini ve sıcaklığını her zaman hissetmek düşüncesiyle olmalı ki, o günden sonra kimseyle musâfaha yapmayacağına dâir kendine söz verdi ve ölene kadar bir daha kimsenin eline dokunmadı. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 7) Ashâb-ı kirâmın Rasûlullâh’a muhabbetleri o derecedeydi ki, hanım sahâbîler, evlâtları, Allâh’ın Rasûlü ile uzun müddet görüşmedikleri zaman onları azarlıyorlardı. Huzeyfe radıyallâhu anh-, birkaç gün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görmediği için annesi ona kızmış ve onu azarlamıştır. Kendisi bunu şöyle anlatmaktadır: Annem bana: “–Peygamber Efendimiz’le en son ne zaman görüştün?” diye sordu. Ben: “–Birkaç günden beri O’nunla görüşemedim.” dedim. Çok kızdı ve beni fenâ bir şekilde azarladı. “–Anneciğim! Dur kızma! Hemen Rasûlullâh Efendimiz’in yanına gideyim, O’nunla beraber akşam namazını kılayım ve O’ndan benimle senin için istiğfâr etmesini taleb edeyim.” dedim… (Tirmizî, Menâkıb, 378; Ahmed, V, 391-2)
Zeyd bin Hârise’nin kardeşi Cebele -radıyallâhu anh-, ashâb-ı kirâmın Fahr-i Kâinât Efendimiz’e olan muhabbetle bağlılığını şöyle sergiler: “Hazret-i Peygamber’e gidip: «–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kardeşim Zeyd’i benimle gönder.» dedim. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–İşte kendisi burada. Eğer seninle gelmek isterse, ben ona mânî olmam.» buyurdu. Ancak Zeyd benim teklifimi reddederek: «–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben hiç kimseyi Sana tercih etmem?» dedi. Daha sonra, kardeşim Zeyd’in görüşünün benimkinden daha isâbetli olduğunu anladım.” (Tirmizî, Menâkıb, 39/3815) İkinci Akabe Bey’ati’nde kâfilenin başında gelen Mus’ab -radıyallâhu anh-, kendi evinden önce Rasûlullâh Efendimiz’in yanına gitti. Medînelilerin büyük bir hızla İslâm’ı kabûl ettiklerini haber verdi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mus’ab’ın getirdiği haberlerle mesrûr oldu. Hazret-i Mus’ab’ın önce Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yanına gitmesi, müşriklerden olan annesinin kulağına gidince çok kızdı. Mus’ab ise: “–Ben Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den önce kimsenin yanına gitmem, O varken kimseye öncelik veremem.” dedi. Efendimiz’den izin istedikten sonra annesinin yanına gitti ve onu İslâm’a dâvet etti. (İbn-i Sa’d, III, 119) Hicret esnâsında Sevr Mağarası’na doğru giderken Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Fahri Kâinât Efendimiz’in kâh önünde, kâh arkasında yürüyordu. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ey Ebû Bekir, niçin böyle yapıyorsun?” diye sordu. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallâh! Arkanızdan yetişebileceklerini düşünüyor, arkadan yürüyorum; ileride pusu kurup bekleyebileceklerini düşünüyor, önünüzden yürüyorum!” dedi. Nihâyet Sevr Mağarası’na ulaştılar. Ebû Bekir -radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallâh! Ben mağarayı temizleyinceye kadar, Siz burada bekleyin!” dedi ve mağaraya girdi. Mağaranın içini temizledi. Eliyle yokluyor, bir delik bulduğunda hemen elbisesinden bir parça yırtıp orayı kapatıyordu. Bu minvâl üzere üst elbisesinin tamâmını deliklere tıkadı, sâdece bir delik kaldı. Ona da topuğunu koyduktan sonra: “–Artık gelebilirsiniz ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi.
Sabah olduğunda Hazret-i Ebû Bekir’in üst kısmında elbise olmadığını fark eden Allâh Rasûlü: “–Elbisen nerede, ey Ebû Bekir?” diye hayretle sordu. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- akşam yaptıklarını anlattı. Bu âlicenap davranış karşısında son derece duygulanan Allâh Rasûlü, ellerini kaldırarak Ebû Bekir için duâ buyurdu.99 Müşrikler, mağaranın ağzına kadar geldiklerinde endişeye kapılan Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hitâben: “–Ben öldürülürsem, nihâyet bir tek kişiyim, ölür giderim. Fakat Sana bir şey olursa, o zaman bir ümmet helâk olur.” diyordu. Peygamberimiz ayakta namaz kılıyor, Hazret-i Ebû Bekir de gözcülük yapıyordu. Hazret-i Ebû Bekir: “–Mekkeliler Sen’i arayıp duruyorlar. Vallâhi ben kendim için endişelenmiyorum. Fakat Sana zarar vermelerinden korkuyorum.” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Yâr-ı Gâr’ına (Mağara Dostu’na): “–Ey Ebû Bekir! Mahzûn olma! Hiç şüphesiz Allâh bizimledir!” buyurdu.100 Sevr Mağarası’nda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir ara mübârek başlarını Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın dizine koyup hafif bir uykuya dalmışlardı. O esnâda Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, mağarada açık kalan bir deliği ayağıyla kapatıyordu. İmtihân-ı ilâhî, gerçekten de bir müddet sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, düşüncesinde haklı çıktı. Zîrâ bir yılan, Hazret-i Ebû Bekir’in ayağını şiddetli bir şekilde ısırdı ve zehrini akıttı. O büyük sahâbînin canı o kadar yandı ki, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- uyanmasın diye hiç kıpırdamadıysa da, gözlerinden süzülen birkaç damlaya mânî olamadı. Öyle ki, bu inci tânesi damlalardan biri, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vech-i mübâreklerine düşüverdi. Bunun üzerine uyanan İki Cihan Serveri -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Ne var yâ Ebâ Bekir? Ne oldu?” diye sordu. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-: “–Bir şey yok yâ Rasûlallâh!” dediyse de, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ısrârı üzerine meseleyi anlatmak zorunda kaldı101 ve: “–Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Ayağımı yılan soktu!” dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ebû Bekir’in ayağına mübârek tükürüklerinden sürdü. O anda sanki hiçbir şey olmamış gibi Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın elemi dindi, ıztırâbı sona erdi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefât ettikten sonra zehir tekrar tesirini gösterdi ve Hazret-i Ebû Bekir’in şehâdetine sebep oldu.102
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, halîfeliği zamânında bâzılarının kendisini Hazret-i Ebû Bekir’e üstün tutar biçimde konuştuklarını işitince: “–Vallâhi, Ebû Bekir’in o gecesi, Ömer’in bütün hânedânından daha hayırlıdır! Rasûlullâh aleyhissalâtü vesselâm- mağaraya gitmek için evden çıktığı zaman, Ebû Bekir O’nun yanında idi…” demiştir. (Hâkim, III, 7/4268) Berâ -radıyallâhu anh-, babasının her fırsatta, Allâh Rasûlü’ne âit bir hâtırayı dinleyebilme arzusunu şöyle anlatır: Ebû Bekir Sıddîk -radıyallâhu anh-, babamdan on üç dirheme bir semer satın aldı ve: “–Berâ’ya söyle de onu bizim eve götürüversin.” dedi. Babam: “–Hayır! Bana Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mekke’den Medîne’ye nasıl hicret ettiğini anlatıncaya kadar olmaz.” dedi. Bunun üzerine Ebû Bekir -radıyallâhu anh- hicret yolculuğunu uzun uzun anlattı. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 2; Ahmed, I, 2) İslâm ordusu Bedir’de karargâha yerleştikten sonra Sa’d bin Muâz Hazretleri, Allâh Rasûlü’ne olan muhabbetini ve O’nun üzerine titreyişini gösteren şu konuşmayı yaptı: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz Sana bir gölgelik yapalım. Bineklerini de yanında bulunduralım. Sonra biz düşmanla çarpışırız. Eğer Allâh kuvvet verip zafer nasîb ederse ne âlâ! Aksi takdirde Sen atına biner ve geride bıraktığımız kardeşlerimizin yanına varırsın! Ey Allâh’ın Peygamberi! Onlar da Sen’i bizim kadar çok severler. Eğer Sen’in savaşa gireceğini bilselerdi, aslâ geride kalmazlardı. Allâh Sen’i onlarla korur. Onlar Sana candan bağlıdırlar ve Sen’in yanında cihâd ederler.” Peygamber Efendimiz, Hazret-i Sa’d’ı senâ etti ve ona hayır duâda bulundu. Sa’d -radıyallâhu anh- kılıcını sıyırıp yapılan gölgeliğin kapısında nöbet tuttu. (İbn-i Hişâm, II, 260; Vâkıdî, I, 49) Abdurrahmân bin Avf -radıyallâhu anh-, ashâb-ı kirâmın yediden yetmişe Rasûlullâh muhabbetiyle yoğrulduğunu gösteren şu ibretli hâdiseyi anlatır: Bedir günü sağıma soluma baktım, Ensâr’dan iki gencin arasında olduğumu gördüm. Bundan pek hoşlanmadım. Oysaki daha kuvvetli kimseler arasında bulunmak isterdim. Onlardan biri, arkadaşına duyurmadan bana: “–Ey amca! Sen Ebû Cehil’i tanır mısın?” diye sordu. Ben de: “–Evet, tanırım! Ne yapacaksın onu?” dedim. Genç: “–Duyduğuma göre o Rasûlullâh’a sövermiş! Varlığım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, onu bir görürsem, ikimizden biri ölmedikçe ondan ayrılmayacağım!” dedi.
Gencin bu sözüne hayran kaldım. Öbür genç de aynı şeyleri söyledi. Şimdi bu iki gencin arasında olduğum için büyük bir sürur duyuyordum. Az sonra Ebû Cehil’i harp meydanında dönüp dururken gördüm ve: “–Bakın, işte sorduğunuz kimse!” dedim. Gençler hemen kılıçlarını sıyırdılar. Ebû Cehil’e doğru koştular ve onu kılıçtan geçirdiler. Bu gençler, Muâz bin Afrâ ile Muâz bin Amr idi.” (Buhârî, Meğâzî, 10; Müslim, Cihâd, 42) Uhud Gazvesi’nde yaralandığı vakit Varlık Nûru Efendimiz: “–Allâh Teâlâ, Rasûlü’nün yüzünü yaralayan kavme çok gazaplandı!” buyurdu. Sa’d bin Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh- şöyle demiştir: “–Vallâhi Rasûlullâh’ın bu sözünü duyunca, (O’nu yaralayan) kardeşim Utbe bin Ebî Vakkâs’ı öldürmeye duyduğum hırs kadar, hiç kimseyi öldürmeye hırs duymadım!” Nitekim gönlü Allâh Rasûlü’nün muhabbetiyle dolu olan Sa’d -radıyallâhu anh- o gün müşrik saflarını yararak pek çok defâ kardeşini öldürme teşebbüsünde bulunmuş, ancak Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buna mânî olmuştur.103 Talha bin Ubeydullâh der ki: “Uhud’da Rasûlullâh’ın ashâbı dağılınca, müşrikler saldırıya geçtiler ve Allâh Rasûlü’nü her taraftan kuşattılar. Kendisini, gelen saldırılara karşı, önünden mi, arkasından mı, sağından mı, yoksa solundan mı müdâfaa edeceğimi bilemez hâldeydim. Kılıcımı sıyırıp bir kere önünden, bir kere de arkasından gelenleri uzaklaştırdım, nihâyet dağıldılar.” (Vâkıdî, I, 254) Yine Uhud’da, müşriklerin keskin nişancısı Mâlik bin Züheyr, Rasûlullâh’a bir ok atmıştı. Talha bin Ubeydullâh, okun Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e isâbet edeceğini anlayınca elini oka karşı tuttu. Okun isâbeti sebebiyle de parmağı sakat kaldı.104 Muhâcir ve Ensâr’dan birkısım sahâbîler canlarından çok sevdikleri Allâh Rasûlü’nün etrâfını sardılar; O’nun önünde şehîd olmak üzere Allâh’a söz verdiler ve: “–Yüzüm yüzünün önünde siper, vücûdum Sen’in vücûduna fedâdır! Allâh’ın selâmı her dâim Sen’in üzerine olsun! Hiçbir zaman yanından ayrılmayız yâ Rasûlallâh!” diyerek sonuna kadar savaştılar. (İbn-i Sa’d, II, 46; Vâkıdî, I, 240) Ebû Talha -radıyallâhu anh-, yayını çok sert çeken mâhir bir okçu idi. Uhud günü elinde iki, üç yay kırılmıştı. Allâh Rasûlü, yanından ok torbası ile geçen herkese: “–Ok torbanı Ebû Talha’nın yanına boşalt!” buyurmakta idi. Peygamber Efendimiz, onun arkasından müşriklere bakmak için yükselip başını kaldırdıkça Ebû Talha:
“–Yâ Rasûlallâh! Anam-babam Sana fedâ olsun! Başınızı kaldırmayınız! Belki müşrik oklarından biri isâbet eder. Benim göğsüm Sen’in göğsüne siper olsun. Sana dokunacak olan, bana dokunsun!” derdi. (Buhârî, Meğâzî, 18) Katâde bin Nûmân -radıyallâhu anh- da Rasûlullâh’ı korumak için önüne durarak yayının başı yamuluncaya kadar müşriklere ok attı. Nihâyetinde kendisi de bir okla gözünden vuruldu. Göz bebeği yanaklarının üzerine aktı. Katâde’yi böyle görünce Allâh Rasûlü’nün gözleri yaşardı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Katâde’nin göz bebeğini eliyle aldı ve yerine koydu. Bundan sonra o göz diğerine göre daha güzel oldu ve daha keskin görmeye başladı.105 Hanım sahâbîlerden Ümmü Umâre -radıyallâhu anhâ- da Uhud Savaşı’na katılarak oku ve yayı ile Fahr-i Kâinât Efendimiz’i müdâfaa edenlerden biridir. Savaştan sonra Medîne’ye dönen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Harp esnâsında sağıma soluma döndükçe Ümmü Umâre’nin hep yanıbaşımda çarpıştığını görüyordum.” demiştir. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 479) Bu vesîleyle Peygamber Efendimiz’in muhtelif iltifat ve duâlarına mazhar olan Ümmü Umâre Hâtun, Allâh Rasûlü’ne: “–Allâh’a duâ et de cennette Sana komşu olalım.” dedi. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Allâh’ım! Bunları bana cennette komşu ve arkadaş eyle!” diyerek duâ etti. Bunun üzerine Ümmü Umâre -radıyallâhu anhâ-: “–Artık bundan sonra dünyâda ne musîbet gelirse gelsin, aldırmam!” dedi. (Vâkıdî, I, 273; İbn-i Sa’d, VIII, 415) Enes bin Nadr -radıyallâhu anh-, Uhud’da ye’s içinde ne yapacağını bilemeyen birtakım mü’minlerden Âlemlerin Efendisi’nin şehîd olduğu şâyiasını duyduğunda büyük bir gönül yangını içinde: “–Rasûlullâh şehîd olduktan sonra artık yaşayıp da ne yapacaksınız? Haydi siz de O’nun gibi savaşarak şehîd olun!” diye haykırdı ve müşriklerin üzerine hücûm etti. Bir müddet sonra da seksenden fazla yara almış olarak şehâdet şerbetini yudumladı. (Ahmed, III, 253; İbn-i Hişâm, III, 31) Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Uhud Gazvesi nihâyete erdiğinde, Sa’d bin Rebî -radıyallâhu anh-’ı bulup ne durumda olduğunu öğrenmesi için ashâbından birini gönderdi. Sahâbî, Sa’d -radıyallâhu anh-’ı ne kadar aradıysa da bulamadı, ne kadar seslendiyse de cevap alamadı. Nihâyet son bir ümitle: “–Ey Sa’d! Beni Rasûlullâh gönderdi. Allâh Rasûlü, senin diriler arasında mı, yoksa şehîdler arasında mı bulunduğunu kendisine haber vermemi emretti!” diye yaralı ve şehîdlerin bulunduğu tarafa doğru seslendi.
O sırada son anlarını yaşayan ve cevap verecek mecâli kalmamış olan Sa’d -radıyallâhu anh-, kendisini Allâh Rasûlü’nün merak ettiğini duyunca bütün gücünü toplayarak ancak cılız bir inilti hâlinde: “–Ben, artık ölüler arasındayım!” diyebildi. Belli ki artık öteleri seyrediyordu. Sahâbî, Sa’d radıyallâhu anh-’ın yanına koştu. Onu, vücûdu kılıç darbeleriyle delik-deşik olmuş bir vaziyette buldu. Ve ondan ancak fısıltı hâlindeki kısık bir sesle, Rasûlullâh’a duyduğu dâsitânî muhabbeti dile getiren şu sözleri işitti: “–Vallâhi gözleriniz kımıldadığı müddetçe, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ı düşmanlardan korumaz da başına bir musîbet gelmesine mahal verirseniz, sizin için Allâh katında ileri sürülebilecek hiçbir mâzeret yoktur!” (Muvatta, Cihâd, 41; Hâkim, III, 221/4906; İbn-i Hişâm, III, 47) Medîne-i Münevvere’deki hanımlar, harp sahasından gelecek bir haber alma ümîdi ile şehir dışına çıkmışlardı. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- da onlar arasında idi. Âişe vâlidemiz, Harre mevkiine gelince, sâliha bir kadın olan Hind bint-i Amr’a rastladı. Hind, kocası Amr bin Cemûh, oğlu Hallâd ve kardeşi Abdullâh’ın şehîd bedenlerini bir deveye yüklemiş götürüyordu. Hazret-i Âişe ona: “–Geride ne haber var?” diye sordu. Hind bint-i Amr -radıyallâhu anhâ- şu muhteşem cevâbı verdi: “–Hayırdır, Rasûlullâh sağdır. O sağ olduktan sonra her musîbet hafif kalır…”106 Uhud’dan diğer bir ibretli manzara da şöyledir: Uhud günü Medîne bir haberle çalkalandı. “Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellemöldürüldü!” denilince şehirde çığlıklar koptu, feryatlar Arş’a dayandı. Herkes yollara düşerek gelenlerden bir haber almaya çalışıyordu. Ensâr’dan Sümeyrâ Hâtun’a iki oğlu, babası, kocası ve kardeşinin şehîd olduğu haber verildiği hâlde, o mübârek hanım, bunlara hiç aldırmıyor, kendisini asıl kaygılandıran husûsu, yâni Allâh Rasûlü’nün hâlini merâk ediyor: “–O’na bir şey oldu mu?” deyip duruyordu. Sahâbe-i kirâm cevâben: “–Allâh’a hamd olsun ki durumu iyidir. O, senin arzu ettiğin gibi hayattadır!” dediler. Sümeyrâ Hâtun: “–Onu görmeden gönlüm huzur bulmayacak, bana Allâh’ın Rasûlü’nü gösteriniz.” dedi. Gösterdiklerinde derhâl gidip elbisesinin ucundan tuttu ve: “–Anam-babam sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Sen sağ olduktan sonra, gayrı hiçbir şeye aldırmam!” dedi. (Vâkıdî, I, 292; Heysemî, VI, 115)
İşte Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e duyulan muhabbetin zirvesi ve bu muhabbetle dolup taşan mü’min gönüllerin sergilediği fedâkarlık ve fazîlet numûneleri… Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün Uhud şehîdlerine uğramıştı. Şehîdleri kasdederek: “–Onların (îman ve sadâkatlerine) şehâdet ederim.” buyurdu. Ebû Bekir -radıyallâhu anh-: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz onların kardeşleri değil miyiz? Onlar nasıl müslüman oldularsa biz de öyle müslüman olduk, onların cihâd ettiği gibi biz de cihâd ettik!” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz şu cevâbı verdi: “–Evet (söylediğiniz hususlar doğru), ancak benden sonra ne gibi bid’atler çıkaracağınızı bilemiyorum.” Rasûlullâh Efendimiz’in bir anlık firkatine bile tahammülü olmayan Hazret-i Ebû Bekir radıyallâhu anh- ağladı, ağladı ve: “–Yâni biz Sen’den sonraya mı kalacağız yâ Rasûlallâh?” (diyerek O’nsuz yaşanacak bir hayattan duyduğu endişe ve kederi izhâr etti). (Muvatta, Cihâd, 32) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm’ı öğretmek üzere etraftaki kabîlelere muallimler gönderirdi. Adal ve Kâre Kabîleleri de Allâh Rasûlü’nden kendilerine muallim göndermesini istemişlerdi. Bu kabîleler için on kişilik bir heyet yola çıktı. Fakat bu kâfile tuzağa düşürüldü. Muallimlerin sekizi şehîd, ikisi de esir edildi. Esir düşen Zeyd bin Desine ve Hubeyb -radıyallâhu anhümâ- da, teslim edildikleri Mekkeli müşrikler tarafından şehîd edildiler. Şehîd olmadan evvel Hazret-i Hubeyb’e: “–Hayâtının kurtulmasına mukâbil, senin yerinde Peygamber’inin olmasını ister miydin?” diye soruldu. Hubeyb -radıyallâhu anh-, bu suâli soran Ebû Süfyan’a acıyarak baktı ve: “–Benim, çoluk-çocuğumun arasında olup Peygamber’imin burada olmasını istemek şöyle dursun, (benim ölümden kurtulmama karşılık) O’nun şu an bulunduğu yerde ayağına diken batmasına bile aslâ gönlüm râzı olmaz.” dedi. Bu eşsiz muhabbet manzarası karşısında hayretten donakalan Ebû Süfyan:
“–Hayret doğrusu! Ben, dünyâda Muhammed’in ashâbının O’nu sevdiği kadar, birbirini seven iki kimse daha görmedim.” dedi. (Vâkıdî, I, 360; İbn-i Sa’d, II, 56)
Hubeyb -radıyallâhu anh-’ın şehîd edilmeden evvel bir tek arzusu vardı: “Hazret-i Peygamber’e muhabbet dolu bir selâm gönderebilmek!..” Lâkin kiminle gönderebilirdi ki! Çâresiz, gözlerini semâya kaldırdı ve: “–Allâh’ım! Burada selâmımı Rasûlullâh’a ulaştıracak hiç kimse yok. O’na selâmımı Sen ulaştır!” diye ilticâ etti. O sırada Medîne’de ashâbıyla beraber olan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Ve aleyhisselâm!” yâni “Onun üzerine de selâm olsun!” buyurdu. Bunu işiten ashâb hayretle: “–Yâ Rasûlallâh! Kimin selâmına karşılık verdiniz?” diye sorunca: “–Kardeşiniz Hubeyb’in selâmına. İşte Cibrîl, Hubeyb’in selâmını getirdi!” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Cihâd 170, Meğâzî 10, 28; Vâkıdî, I, 354-363) Ashâbın, Efendimiz’e muhabbetleri bâzen o kadar coşardı ki, Allâh’ın Rasûlü’nü aralarında paylaşamazlardı. Kâ’b bin Ucre -radıyallâhu anh-, şu ibret verici hâdiseyi anlatmaktadır: “Bir gün Mescid-i Saâdet’te Allâh Rasûlü’nün huzûrunda oturuyorduk. Ensâr’dan, Muhâcirler’den ve Haşimoğulları’ndan birer grup vardı. «Rasûl-i Ekrem Efendimiz acabâ içimizden hangi zümreyi daha çok seviyor?» diye iddiâya tutuştuk. Biz Ensâr cemaati: «–Biz Allâh Rasûlü’ne îmân ettik, O’na tâbî olduk, düşmanlarına karşı yanında savaştık. Bunun için Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizi daha çok sever.» dedik. Muhâcir kardeşlerimiz de: «–Bizler Allâh ve Rasûlü uğrunda hicret ettik, bu yolda evlâd ü ıyâlimizi terk ettik, mallarımızdan vazgeçtik, sizin katıldığınız savaşlara bizler de katıldık. Bunun için Allâh Rasûlü bizi daha çok sever.» dediler. Hâşimoğulları’ndan olan kardeşlerimiz ise: «–Bizler Peygamber Efendimiz’in yakınlarıyız, sizin bulunduğunuz harplerde bizler de bulunduk. Bu sebeple Efendimiz bizi daha çok sever.» dediler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanımıza geldi ve: «–Siz bir şeyler söylüyordunuz, nedir o konuştuklarınız?» buyurdu. Her birimiz söylediğini tekrar etti. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her gruba: «–Doğru söylemişsiniz! Kim bunun aksini iddiâ edebilir?» buyurdu. Daha sonra:
«–Aranızda hüküm vermemi ister misiniz?» diye sordu. «–Tabiî yâ Rasûlallâh! Babalarımız, analarımız Sana fedâ olsun.» dedik. Allâh Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Sizler ey Ensâr cemaati! Ben sizin kardeşinizim.» buyurdu. Ensâr sevinçle: «–Allâhu ekber! Kâbe’nin Rabbine and olsun ki O’nu biz kazandık.» dediler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Ey Muhâcir cemaati! Ben sizlerdenim.» buyurdu. Muhâcirler de sevinerek: «–Allâhu ekber! Kâbe’nin Rabbine and olsun ki O’nu biz kazandık.» dediler. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Ey Hâşimoğulları! Sizlere gelince, sizler bendensiniz ve bana geldiniz.» buyurdu. Hâşimoğulları da sevinç içinde: «–Allâhu ekber! Kâbe’nin Rabbine and olsun ki O’nu biz kazandık.» dediler. Hepimiz hoşnud olarak kalktık. Her bir grup Allâh Rasûlü’nün iltifâtıyla memnûn ve mesrûr olmuştu.” (Heysemî, X, 14) Peygamber Efendimiz’in sevdiğini sevmek, ashâb için büyük bir zevk idi. Hazret-i Enes radıyallâhu anh- anlatıyor: “Bir terzi, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i hazırladığı bir yemeğe davet etti. Beraberinde ben de gittim. (Ev sâhibi sofraya) arpa ekmeği, içerisinde kabak bulunan bir çorba ve kadid (kurutulmuş et) getirdi. Ben, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tabaktaki kabakları özellikle seçip yediğini gördüm. O günden beri kabağı sevmeye devâm ediyorum.” (Buhârî, Et’ime 33, Büyû’ 30; Müslim, Eşribe 144; Muvatta, Nikâh 51) Sevdiğinin sevdiğini sevmek, sevginin en âşikâr alâmetidir. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın şu hâli, benzeri bulunmayan bir muhabbet ve incelik eseridir: O, Mekke Fethi’nde, gözleri görmeyen ihtiyar babasını müslüman olmak üzere Allâh Rasûlü’nün huzûruna getirmişti. Rasûl-i Ekrem Efendimiz onları görünce: “–Yâ Ebâ Bekir! İhtiyar babanı niye buraya kadar getirip ona zahmet verdin? Biz onun yanına gidebilirdik.” dedi.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise:
“–Allâh’ın ona sevap vermesini istediğim için onu huzûrunuza getirdim.” dedi. Hazret-i Ebû Bekir’in babası Ebû Kuhâfe -radıyallâhu anh-, bey’at etmek üzere elini Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek eline uzatınca, Peygamber âşığı Ebû Bekir -radıyallâhu anhkendini tutamayıp ağlamaya başladı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ebû Bekir’e hayretle niçin ağladığını sorunca, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- gözyaşları içinde şöyle dedi: “–Yâ Rasûlallâh! Sana bîat etmek üzere uzanan şu el, benim babamın eli değil de, Sen’in amcan Ebû Tâlib’in eli olsaydı da, bu vesîleyle Allâh Teâlâ benim yerime Sen’i sevindirseydi, kim bilir ne târifsiz bir sevince nâil olurdum. Çünkü Sen, onu çok seviyor ve îmân etmesini çok istiyordun…” (Heysemî, VI, 174; İbn-i Sa’d, V, 451) Allâh Rasûlü, hacca giderken uğradığı yerlerde müslümanlara imam olup namaz kıldırmıştı. Daha sonra bir vefâ ve muhabbet tezâhürü olarak müslümanlar, buralara mescidler yaparak O’nun hatırasını ebedîleştirmek istemişlerdir. (İbn-i Sa’d, II, 173) Ashâb-ı kirâm, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e âit herhangi bir şeyle teberrük husûsunda da pek çok fazîlet numûneleri sergilemişlerdir. Vedâ Haccı’nda Peygamber Efendimiz’in alnındaki saçları kesildiğinde Hâlid bin Velîd -radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallâh! Alnının saçını bana ver! Bu hususta hiç kimseyi bana tercih etme! Anam, babam Sana fedâ olsun!” diyerek yalvardı.107 Saçlar kendisine verilince, onları gözlerine sürdü ve külâhının içinden ön kısmına yerleştirdi. Bu mübârek saçların da bereketiyle onun savaşta karşılaşıp mağlup etmediği hiçbir topluluk olmadı. Nitekim Hâlid -radıyallâhu anh-: “–Ben onu hangi tarafa yönelttimse, orası fetholundu!” demiştir. (Vâkıdî, III, 1108; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 111) Yine ashâb-ı kirâmdan bir hanım, dokuduğu bürdeyi Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e getirip hediye etmiş ve: “–Bunu giymeniz için kendi ellerimle dokudum.” demişti. Tam da böyle bir kumaşa ihtiyâcı olan Peygamber Efendimiz onu aldı, giyinip ashâbının yanına geldi. Bunu gören bir zât, Hazret-i Peygamber’e: “–Ne kadar da güzelmiş! Bunu verseniz de ben giysem yâ Rasûlallâh!” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “–Peki!” buyurdu. Orada biraz oturduktan sonra evine döndü. Elbiseyi katlayıp o adama gönderdi. Ashâb-ı kirâm o sahâbîye: “–Hiç de iyi yapmadın. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle bir elbiseye ihtiyâcı olduğu için onu giymişti. Üstelik sen, Hazret-i Peygamber’in, kendisinden bir şey isteyeni geri çevirmediğini bile bile onu istedin!” dediler.
Bunun üzerine sahâbî şu açıklamayı yaptı: “–Vallâhi ben onu giymek için değil, kendime kefen yapmak için istedim.” Hakîkaten de bu elbise, o zâtın kefeni oldu. (Buhârî, Cenâiz 28, Büyû’ 31, Libâs 18) Sehl bin Sa’d -radıyallâhu anh-, küçük çocukların dahî Allâh Rasûlü’ne karşı muhabbette aynı şuurda olduğunu gösteren şu hâdiseyi nakleder: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir içecek getirilmişti. Ondan bir miktar içtiler. Bu esnâda sağ tarafında bir çocuk, sol tarafında ise ashâbın büyüklerinden yaşlı kimseler oturuyordu. İkram husûsunda da âdetleri îcâbı dâimâ sağ tarafından başlayan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, sağındaki çocuğa, kâbına varılmaz bir incelik ve nezâketle: “–Müsâade eder misin, bu içeceği evvelâ şu büyüklerine vereyim?” diye sordular. O akıllı çocuk ise, herkesi şaşkınlığa sevk eden, fakat bir o kadar da ibret dolu olan şu hârikulâde cevâbı verdi: “–Yâ Rasûlallâh! Sen’den bana ikrâm olunan bir nasîbi hiç kimseye vermem!” Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mübârek ellerindeki içeceği önce o çocuğa ikrâm ettiler. (Buhârî, Eşribe, 19) Canlarından çok sevdikleri Allâh Rasûlü’nün aralarından ayrılması, ashâb-ı kirâma çok acı ve ağır gelmişti. Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle der: Peygamber Efendimiz’in hastalığı ağırlaşınca sıkıntıları çoğaldı. Durumu gören Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-: “–Vâh babacığım, ne büyük sıkıntın var!” dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–(Kızım), bugünden sonra babanın sıkıntısı olmayacak.” buyurdu. Rasûl-i Ekrem Efendimiz vefât edince, bu defa Hazret-i Fâtıma: “Rabbine kendisinden daha yakını bulunmayan babacığım, vâh! Rabbin dâvetine icâbet eden babacığım, vâh! Makâmı Firdevs Cenneti olan babacığım, vâh! Kara haberini ancak dostu Cebrâîl’le paylaşacağımız babacığım, vâh!” diye ağladı. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in defninden sonra da Hazret-i Fâtıma tahassür ve elemini şöyle dile getirdi: “–Rasûlullâh’ın üzerine (çarçabuk) toprak atmaya eliniz nasıl vardı, gönlünüz nasıl râzı oldu!?” (Buhârî, Meğâzî, 83; Dârimî, Mukaddime, 14. Bkz. İbn-i Mâce, Cenâiz, 65) Abdullâh bin Zeyd el-Ensârî -radıyallâhu anh-, bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem’e gelip:
“–Yâ Rasûlallâh! Sen bana nefsimden, malımdan, evlâdımdan ve âile efrâdımdan daha sevgilisin. Eğer, gelip de Sen’i görme gibi bir nîmet olmasaydı ölmeyi arzu ederdim.” diyerek ağlamıştı. Bunun üzerine Rasûlullâh Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Niçin ağlıyorsun.” diye sorduklarında Abdullâh bin Zeyd -radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallâh! Bir gün Siz’in de bizim de öleceğimizi, Siz’in peygamberlerle beraber yüksek makamlarda olacağınızı, bizim ise cennete girsek bile aşağı makamlarda olacağımızı düşünerek (Sen’i göremeyeceğim endişesiyle) ağladım.” cevâbını vermişti. Merhamet ummânı Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevap vermeyip sükût buyurmuşlar ve bu sırada şu âyet-i kerîme nâzil olmuştu: “Kim Allâh’a ve Peygamber’ine itaat ederse işte onlar, Allâh’ın kendilerine nîmet verdiği nebîler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraber olacaklardır. Onlar ne güzel dostlardır!” (enNisâ, 69) Abdullâh bin Zeyd -radıyallâhu anh- bir gün bahçesinde çalışırken oğlu nefes nefese gelip büyük bir üzüntü ile Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefât haberini verdi. Bu acı haberle dünyâsı başına yıkılan Abdullâh -radıyallâhu anh- şöyle duâ etti: “–Allâh’ım! Gözlerimi al ki artık bundan sonra tek sevdiğim Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den başka kimseyi görmeyeyim.” Abdullâh -radıyallâhu anh-’ın duâsı kabûl oldu ve oracıkta gözleri görmez oluverdi.108 Allâh Rasûlü’nün vefâtından sonra gözlerini kaybeden bir başka sahâbînin hissiyâtı da Abdullâh bin Zeyd’inkinden farklı değildi. Sevgililer Sevgilisi’nin ardından gözlerini kaybettiğinde dostları onu tesellîye gelmişlerdi. Hâlbuki onun gözlerini yitirmekten dolayı bir derdi, tasası yoktu. Kendisini tesellîye gelenlere şöyle mukâbele etti: “Ben o gözleri Rasûlullâh’a bakmak için istiyordum. O’nun vefâtından sonra dünyânın en güzel ceylanlarının gözüne sâhip olsam ne çıkar!” (İbn-i Sa’d, II, 313) Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vefât ettiğinde ashâbın hâli, hüznünden yanıp eriyen mumlar gibiydi. O gün Allâh Rasûlü’nün firâkı ile gönüller bir anda hasret yangınlarıyla kavrulmuş, ashâb-ı kirâm, hâlden hâle girmişti. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anhdahî bir an kendinden geçmiş, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, insanları teskîn edinceye kadar bin bir güçlük yaşamıştı. Zîrâ O’nu görmemeye bir gün bile dayanamayan âşık gönüller, artık bu fânî dünyâda O’nu hiç göremeyeceklerdi.
Efendimiz’in vefâtından sonra Peygamber müezzini Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh- da üzüntüsünden, o semâları titreten güzel sesiyle bir daha ezân okuyamaz olmuştu. Hazret-i Bilâl, ashâbın ısrarlarına dayanamayıp ne zaman ezân okumaya niyet ettiyse, mihrapta Allâh Rasûlü’nü göremeyince hıçkırıklarla boğazı tıkandı, sesi kısıldı, ezân okumaya muvaffak olamadı. İçini kavuran aşk ateşini teskîn edebilmek için Medîne’den uzaklaştı, Şam’a gitti. Bir gün rüyâsında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördü. Peygamber Efendimiz: “–Nedir bu ayrılık yâ Bilâl! Beni ziyâret etme vaktin hâlâ gelmedi mi?” diye sitem etti. Bunun üzerine Bilâl -radıyallâhu anh- mahzun bir şekilde uyandı ve hemen yola çıktı. Âlemlerin Efendisi’nin kabr-i şerîfini ziyâret için Medîne’ye geldi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda ağlayıp yüzünü gözünü kabrine sürdüğü esnâda, Peygamber Efendimiz’in torunları Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin geldiler. Bilâl -radıyallâhu anhonları bağrına basıp öpmeye başladı. Onların: “–Ey Bilâl! Ezânını dinlemeyi çok istiyoruz!” diye ısrarları üzerine ezân okumaya başladı. Daha o anda Medîne sarsıldı. “Eşhedü enne Muhammede’r-Rasûlullâh” dediğinde kadın-erkek bütün insanlar, Allâh Rasûlü dirildi zannederek Mescid-i Nebevî’nin yollarına döküldüler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra Medîne’de insanların bu kadar çok ağladığı bir gün görülmemişti. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 244-245; Zehebî, Siyer, I, 357-358) Bu Rasûlullâh âşığı mübârek sahâbî, altmış küsur yaşında Dımaşk’ta vefât etti. Vefâtı esnâsında: “–Yarın inşâallâh sevgili dostlarıma; Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’a ve arkadaşlarına kavuşacağım.” dedi. Bunun üzerine hanımı: “–Vâh başıma gelenlere!” diye ağlamaya başladı. Gönlü hasretle dolu Peygamber âşığı Bilâl radıyallâhu anh- ise: “–Âh ne güzel, ne hoş!” diyordu. (Zehebî, Siyer, I, 359) Onlar artık Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, “Öyleyse sen sevdiğinle beraber olacaksın.” beyânına sarılıyor, ellerindeki en büyük sermâye ve yegâne tesellî kaynağı olarak Allâh Rasûlü’nün muhabbetini ziyâdeleştirmeye, katmerlendirmeye çalışıyorlardı. Nitekim Enes -radıyallâhu anh- şöyle demiştir: “İslâm’a girme nîmetinden sonra hiçbir şey bizi Allâh Rasûlü’nün; “Muhakkak sen sevdiğinle berabersin.” müjdesi kadar sevindirmemiştir. İşte ben de Allâh’ı, O’nun Rasûlü’nü, Ebû Bekir’i ve Ömer’i seviyorum, -her ne kadar onların yaptıkları amelleri yapamadıysam da- onlarla beraber olmayı umuyorum.” (Müslim, Birr, 163) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir gece kontrol maksadıyla şehrin sokaklarında dolaşırken bir evde kandil yanmakta olduğunu gördü. Eve yaklaştığında ihtiyar bir kadının hem yün eğirdiğini hem de şu meâlde bir şiir okuduğunu duydu:
“Sâlihlerin salât ü selâmı Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üzerine olsun. Yâ Rasûlallâh! Bütün mümtaz şahsiyetler Sana rahmet okusun. Sen geceleri ibâdet eder, seher vakitleri çokça ağlardın. Ama ölüm merhale merhale herkese erişiyor. Âh! Bir bilebilseydim, âhiret yurdu beni sevgili (Peygamberi)mle bir araya getirecek mi?” Ömer -radıyallâhu anh- bu hissiyat yüklü şiir karşısında oturup bir müddet ağladı. Sonra kapıyı çaldı. İhtiyar kadın ona kim olduğunu sordu: “–Ömer bin Hattâb.” cevâbını verdi. Kadın: “–Ömer’in benimle ne işi var, bu saatte burada ne arıyor?” diye endişelenince: “–Allâh’ını seversen kapıyı aç, korkma!” dedi. Kadın kapıyı açınca, Hazret-i Ömer ona: “–Biraz önce söylediğin şiiri bir daha okur musun?!” dedi. Kadın da okudu. Son mısrâya gelince Ömer -radıyallâhu anh-: “–Beni de aranıza katmanı ricâ ediyorum!” dedi. Bunun üzerine kadın, şiirin son mısrâını: “Âh! Bir bilebilseydim, âhiret yurdu sevgili (Peygamberi)mle beni ve Ömer’i bir araya getirecek mi? Ey Gaffâr olan Allâh’ım! Ömer’e mağfiret eyle!” diye bağladı. Ömer radıyallâhu anh- da memnûn olarak geri döndü. (Ali el-Müttakî, XII, 562/35762) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra Hazret-i Fâtıma’nın yüzünün güldüğü hiç görülmemişti. (İbn-i Sa’d, II, 312) Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh-’ın da, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i yâd edip ağlamadığı hiçbir zaman yoktu. (İbn-i Sa’d, II, 312) Enes -radıyallâhu anh-: “Rüyâmda Sevgili (Peygamberim)’i görmediğim hiçbir gece yoktur.” deyip ağlıyordu. (İbn-i Sa’d, VII, 20) Enes -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’i en iyi tanıyanlardan biri olduğu için, tıpkı Allâh Rasûlü gibi yaşar, onun gibi namaz kılardı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e âit bir çubuğu ve onun bir saç telini hep yanında taşırdı. Öldüğü zaman bu çubuk, vasiyeti üzerine, kabirde yanına; Efendimiz’in saç teli de dilinin altına kondu. Ashâb-ı kirâm, Allâh Rasûlü’nden bahsederken, husûsiyle “habîbî: sevgilim”, “halîlî: dostum” gibi coşkun muhabbetlerini ifâde eden tâbirlerle söze başlamaktan büyük bir haz alırlardı.109 Dünyâ üzerindeki her şey onlara Sevgili Dostları’nı hatırlatıyordu. Nitekim Ebû Zer radıyallâhu anh- şöyle derdi:
“Vallâhi Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âhirete göçerken bizi öyle bir hâlde bırakmıştı ki, bir kuş gökte kanat çırpsa, onun bu hareketi bize Rasûlullâh’ın bir hadîsini hatırlatırdı. Çünkü Âlemlerin Efendisi bize; «Cennete yaklaştıran, cehennemden de uzaklaştıran ne varsa hepsi size açıklanmıştır.» buyurmuştu.” (Ahmed, V, 153, 162; Heysemî, VIII, 263) Ukbe bin Hâris -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor: Bir gün Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ikindi namazını kılmış ve (Hazret-i Ali ile birlikte) mescidden çıkmış yürüyorlardı. Derken Efendimiz’in torunu Hasan’ı çocuklarla oynarken gördüler. Hazret-i Ebû Bekir, hemen onu yakalayarak boynuna bindirdi ve: “–Babam sana fedâ olsun! Vallâhi Rasûlullâh’a benziyor, Ali’ye değil!” demeye başladı. Hazret-i Ali de yanlarında tebessümle onları seyrediyordu. (Buhârî, Menâkıb, 23) Ashâb-ı kirâm, Allâh Rasûlü’nün hadîs-i şerîflerini naklederken de, Efendimiz’in sözü hâricinde bir şey söylememe kaygısıyla çok büyük bir titizlik gösterirlerdi. Amr bin Meymûn şöyle anlatıyor: “Ben, İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-’ın perşembe akşamları olan sohbetlerini hiç aksatmazdım. Bu sohbetlerde, onun herhangi bir şey husûsunda (hassâsiyetinden dolayı): “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki…” dediğini hiç duymadım. Lâkin bu akşamların birinde, “Rasûlullâh Efendimiz buyurdular ki…” diyerek (söze başladı, fakat arkasını getiremeyip) başını öne eğdi. (Biraz bekledikten sonra) kendisine baktım. Gömleğinin ilikleri çözülmüş, gözlerinden yaşlar boşanmış, avurtları şişmiş vaziyette ayakta duruyordu. (Bir müddet bu vaziyette kaldıktan sonra) sözünü şöyle tamamladı: “–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle veya ona yakın ya da ona benzer bir şey söylemişti.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 3) Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in vefâtından sonra bir hadis nakledeceği zaman Allâh Rasûlü’nü hatırladıkça ağlar, konuşmakta güçlük çekerdi. Ebû Hüreyre radıyallâhu anh- onun bu hâlini şöyle anlatır: “Ebû Bekir -radıyallâhu anh- minbere çıktı ve: «–Biliyorsunuz ki Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geçen sene aranızda şu benim durduğum gibi durmuştu…» dedi. Sonra ağladı. Sonra bu sözünü tekrar etti ve yine ağladı. Üçüncü kez yine tekrarladı ve kendini tutamayarak bir daha ağladı…” (Bkz. Tirmizî, Deavât, 105) Âişe -radıyallâhu anhâ-, babası Hazret-i Ebû Bekir’in vefât ânında, biricik dostu Hazret-i Peygamber’e duyduğu vuslat heyecânını şöyle ifâde eder: Babam Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ölüm hastalığında: “–Bugün hangi gündür?” diye sordu.
“–Pazartesi.” dedik. “–Eğer bu gece ölürsem beni yarına bekletmeyiniz! Zîrâ benim için gün ve gecelerin en sevimlisi Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e en yakın olanıdır. (Yâni O’na bir an evvel kavuşacağım andır.) dedi.” (Ahmed, I, 8) Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra kendisini hep gurbette hissediyordu. Vefât edeceği zaman ise Allâh ve Rasûlü’ne yapacağı yeni bir hicretin heyecânı içindeydi. Ashâb-ı kiramdan bâzıları da, Allâh Rasûlü’ne âşık olup bir an evvel vuslatı arzulayan hastalara, Allâh’a ve Rasûlü’ne kavuşmaları yaklaştığı için gıpta ile bakmış, onlarla Gönüller Sultânı Efendimiz’e muhabbet dolu selâmlarını göndermişlerdir. Meselâ Muhammed bin Münkedir -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh âşığı Hazret-i Câbir’i, son hastalığında ziyâret etmişti. Onun, ölüme iyice yaklaştığını anlayınca da, gönlü Rasûlullâh hasretiyle muzdarip olan Câbir radıyallâhu anh-’a: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bizden selâm götür!” dedi. (İbn-i Mâce, Cenâiz, 4) Allâh Rasûlü’nün yakınlarını ve sevdiklerini sevmek de ashâbın şiârıydı. Meselâ Hazret-i Ömer’in yanında dokuz adet tabak vardı. Meyve, çerez, her ne varsa bu tabaklara koyup Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zevcelerine gönderirdi. Kızı Hafsa’ya ise en son gönderirdi. Eğer bunda bir eksiklik olursa, kendi hissesinden tamamlardı. (Muvatta, Zekât, 44) Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in âzatlısı Zeyd bin Hârise’nin oğlu Üsâme’ye üç bin beş yüz dirhem tahsis etmiş, kendi oğlu Abdullâh’a da üç bin dirhem vermişti. Abdullâh, babası Hazret-i Ömer’in bu taksîmine îtirâz ederek: “–Üsâme’yi niçin benden üstün tutuyorsun? O benden daha çok savaşa katılmadı ki!” demişti. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, o eşsiz adâletine ilâveten, ne kadar engin bir gönül âlemine sâhip olduğunu gösteren şu cevâbı verdi: “–Oğlum! Rasûlullâh Efendimiz, Üsâme’nin babasını senin babandan daha çok severdi. Üsâme’ye de senden daha çok muhabbeti vardı. İşte bu sebeple, Rasûlullâh’ın sevdiğini kendi sevdiğime tercih ettim.” (Tirmizî, Menâkıb, 39/3813) Enes -radıyallâhu anh-’ın anlattığı şu duygu yüklü hâdise de bu kabîldendir: “Cerîr bin Abdullâh110 ile bir yolculuğa çıkmıştım. (Benden yaşlı olduğu hâlde) Cerîr bana hizmet ediyordu. Ona: «–Lütfen böyle yapmayınız!» deyince bana:
«–Ben Ensâr’ın Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e pek çok hizmet ettiğini görmüş ve kendi kendime; “Şâyet Ensâr’dan biriyle arkadaşlık yaparsam ben de ona hizmet edeceğim.” diye yemin etmiştim.» dedi.” (Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 181) Aman yâ Rabbî, bu ne ulvî bir muhabbet!.. Ashâb-ı kirâmın pek çoğu, Rasûlullâh’ın hâtırâlarıyla yaşıyordu. Meselâ Ebû Mahzûra radıyallâhu anh-, alnındaki saçları ne kestirir ne de ayırırdı. Çünkü onlara Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in elleri dokunmuştu. (Ebû Dâvûd, Salât, 28/501) Yine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Gıfarlı bir hanıma: “–Bir su kabı al, içerisine tuz at. Sonra örtüye değen kanı onunla yıka!” tavsiyesinde bulunmuştu. O sahâbî hanım ömrü boyunca büyük bir muhabbet içerisinde bu tavsiyeyi tatbik etti, suyuna tuz katmadan elbiselerini hiç yıkamadı. Hattâ öldüğü zaman cenâzesinin yıkanacağı suya da tuz atılmasını vasiyet etti.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 122/313) Bir ömür kuvvetinden hiçbir şey kaybetmeyen, bilâkis artarak devâm eden, ne müthiş bir muhabbet!.. Bir gün İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-’nın ayak sinirleri toplanmış ve ayağı kasılmıştı. Yanında bulunan Abdurrahmân bin Sa’d -radıyallâhu anh-: “–En çok sevdiğin kimsenin ismini an!” dedi. O da: “–Yâ Muhammed!” dedi ve o anda ayağı iyileşiverdi. (İbn-i Sa’d, IV, 154) Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetinin kendisine duyduğu derin aşkına işâretle: “Ümmetim içinde beni en çok sevenlerin bir kısmı benden sonra gelenler arasından çıkacaktır. Onlar beni görebilmek için mallarını ve âilelerini fedâ etmeye can atarlar.” buyurmuştur. (Müslim, Cennet, 12; Hâkim, IV, 95) İşte bu yüzden asr-ı saâdetten günümüze kadar Allâh ve Rasûlü’nün muhabbetiyle kavrulan nice Hak dostları gelmiştir. Bunlardan birkaç misal şöyledir: Abdullâh bin Mübârek anlatıyor: İmâm Mâlik’in yanındaydım. Bize Allâh Rasûlü’nün hadîs-i şerîflerinden naklediyordu. Bu esnâda bir akrep gelip onu defalarca soktu. Rengi değişiyor, sararıyor, ancak Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadîsini kesmiyordu. Ders bitip de insanlar dağıldıktan sonra ona dedim ki: “–Ey Ebû Abdullâh! Bugün sende bir gariplik gördüm?”
“–Evet.” dedi. “Bir akrep beni defâlarca ısırdı, hepsine de sabrettim. Buna ancak Rasûlullâh’a olan muhabbet ve tâzîmim sebebiyle dayandım.” (Münâvî, III, 333; Süyûtî, Miftâhu’l-Cennet, s. 52) İmâm Mâlik -rahmetullâhi aleyh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile aynîleşmenin vecdi içinde yaşardı. Efendimiz’in rûhâniyetine hürmeten, Medîne-i Münevvere’de hayvan üzerine binmezdi, def-i hâcete çıkmazdı. Ravza’da imam iken hep kısık sesle konuşurdu. Devrin halîfesi Ebû Câfer Mansur yüksek sesle konuşunca: “–Yâ Halîfe! Bu mekânda sesini kıs! Allâh’ın ihtârı senden çok daha fazîletli insanlar üzerine indi.” buyurmuş ve şu âyet-i kerîmeyi okumuştu: “Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’le yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (el-Hucurât, 2) İmâm Mâlik, gençliğinden itibâren Hazret-i Peygamber’in hadîs-i şerîflerine hürmette son derece titiz davranırdı. Onları doğru bellemek için tâzîm içinde olmakla birlikte huzur ve sükûnetle dinlemeye de çok ehemmiyet verirdi. Bu sebeple hadîs-i şerîfleri ayakta iken dinlemez, sıkıntılı, üzüntülü, kararsız bir hâlde iken hadis dersi almazdı. Hadîs-i şerîfler husûsunda bir hatâya düşmekten korkardı. Bir gün ona: “–Amr bin Dinar’dan hadîs dinledin mi?” diye sorulunca şöyle cevap vermişti: “–Onu hadîs rivâyet ederken gördüm, insanlar ayakta durmuşlar, yazıyorlardı. Ben ise Rasûl-i Ekrem’in hadîs-i şerîflerini ayakta yazmayı hoş görmedim.” İmâm Mâlik, heybetli olduğu kadar bütün ahvâlinde ve dersinde son derece güzel bir ahlâk üzereydi. Gerek meseleler hakkında fetvâ verirken, gerekse de Hazret-i Peygamber’den hadîs-i şerîf naklederken yüzü parlak bir hâl alırdı. Hazret-i Peygamber’in hadîs-i şerîflerini rivâyet edeceği zaman abdest alır, hazırlanır, en güzel elbiselerini giyerdi. Kürsüsüne ancak hadîs-i şerîf okutacağı zaman otururdu. İnsanlar evine geldiğinde hizmetçisi çıkar, onlara şöyle derdi: “–İmâm; «Hadîs mi dinlemek istiyorsunuz, yoksa fıkhî bir mesele mi soracaksınız?» diye soruyor.” derdi. Eğer fıkhî mesele soracaklarsa, İmâm dışarı çıkar, sorularına cevap verirdi. Şayet hadîs-i şerîf dinlemek istiyorlarsa, o zaman onlara, «Oturun!» derdi. Hemen gider, gusleder, güzel kokular sürünür, yeni elbiseler giyer, sarığını sarar, kürsüye çıkar ve huşû içinde hadîs dersi verirdi. İçeride öd ağacı yakılır, hadîs-i şerîf dersi bitinceye kadar buhurdanlık etrâfa güzel râyihalar saçardı. Abîde es-Selmânî, Tabiîn neslinin önde gelen fakih ve muhaddislerinden biriydi. Peygamber Efendimiz’in vefâtından iki yıl önce müslüman oldu, fakat O’nu görme bahtiyarlığına eremedi. Abîde’nin şu sözü, ilk müslümanların Efendimiz’e duyduğu sevgiyi pek güzel anlatır:
“Yanımda Rasûlullâh’ın bir tel saçının bulunması, benim için dünyânın bütün servetinden daha değerlidir.” (Ahmed, III, 256) Meşhur İslâm âlimi Zehebî de, Abîde es-Selmânî’nin Peygamber sevgisini dile getiren yukarıdaki sözlerini okuyunca, duygularını şöyle dile getirmiştir: “Rasûlullâh’ın bir tel saçını, insanların sâhip olduğu bütün altın ve gümüşlere tercih eden Abîde’nin bu sözleri, doruk noktasındaki bir muhabbetin göstergesidir. O büyük âlim, Hazret-i Peygamber’in vefâtının üzerinden yalnızca elli sene geçmişken böyle söylerse, O’nun ufûlünden yedi yüz sene sonra biz, O’nun bir tel saçını veya pabucunun kayışını yâhut da su içtiği toprak kabın bir parçasını elde edecek olsak, acabâ ne söylememiz gerekir? Şâyet zengin bir adam, servetinin büyük bir kısmını böyle bir şeyi elde etmek için sarf etse, sen ona servetini saçıp savuran veya akılsızca para harcayan biri gözüyle mi bakarsın? Hayır, hayır! Rasûlullâh’ın mübârek elleriyle yaptığı Mescid-i Nebevî’sini ziyâret edebilmek, onun azîz şehrinde Hücre-i Saâdet’inin yanıbaşında kendisine selâm verebilmek için varını yoğunu harcamaktan çekinme! Medîne’ye vardığında O’nun sevgili Uhud’una doya doya bak ve onu sen de sev! Çünkü Uhud Dağı’nı Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- çok severdi. O’nun Ravza’sına ve oturup kalktığı yerlere defâlarca giderek rûhunu kana kana doyurmaya gayret et! Zîrâ Kâinâtın Efendisi olan O Zât’ı canından, yavrundan, sâhip olduğun her şeyden, kısacası bütün insanlardan daha çok sevmedikçe mü’min olamazsın…” (Zehebî, Siyer, IV, 42-43) İmâm Şâfiî’nin talebelerinden olan Rabî bin Süleyman anlatır: Bir gün İmâm Şâfiî bana: “–Rabî, bu mektubu al, Ahmed bin Hanbel’e götür ve sonra da cevabını getir.” dedi. Ben de mektubu aldım ve Bağdad’a gittim. Sabah namazında Ahmed bin Hanbel ile buluştum. Onunla birlikte sabah namazını edâ ettim. İmâm Ahmed mihraptan ayrılınca mektubu kendisine takdîm ederek: “–Bu, Mısır’dan kardeşin İmâm Şâfiî’nin sana göndermiş olduğu mektuptur.” dedim. Bana: “–Mektup neden bahsediyor, biliyor musun?” diye sordu. Ben de: “–Hayır.” diye karşılık verdim. Bunun üzerine Ahmed bin Hanbel mektubun üzerindeki mührü çözdü ve okumaya başladı. Birden gözleri yaşlarla doldu. Ben kendisine: “–Ey İmâm! Hayrola! Mektupta ne yazıyor?” dedim. O da bana: “–İmâm Şâfiî rüyâsında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görmüş. Allâh Rasûlü ona:
«–Ahmed bin Hanbel’e bir mektup yaz ve benden de selâm söyle. Elbette o büyük bir fitneye mâruz kalacak ve ondan; “Kur’ân mahluktur(!)” demesi istenecek. Sakın bu isteğe boyun eğmesin! Allâh, onun adını kıyâmete kadar yaşatıp yükseltecektir.» buyurmuş.” Ben: “–Yâ İmâm! Bu, senin hakkında ne büyük bir müjdedir.” dedim. Bunun üzerine İmâm Ahmed, sevincinden üzerindeki gömleğini çıkarıp bana verdi. Ben de mektubun cevâbını aldıktan sonra Mısır’a döndüm. Mektubu İmâm Şâfiî’ye takdîm ettim. Bunun üzerine İmâm Şâfiî bana: “–Onun hediye etmiş olduğu bu gömleği alıp seni üzmek istemeyiz. Ancak, hiç olmazsa onu bir suya batır ve o suyu bize ver ki, biz de o gömleğin bereketine böylece ortak olalım.” dedi.111 Hadîs âlimi ve müctehid İmâm Nevevî Hazretleri, her hâl ve hareketinde Allâh Rasûlü’ne tâbî olmayı hayâtına öylesine nakşetmiş, Efendimiz’le o kadar aynîleşmişti ki; Rasûlullâh’ın, karpuzu kırarak mı, keserek mi yediğini bilemediği için hayâtı boyunca karpuz yememişti. İmâm Bûsîrî’nin Rasûlullâh muhabbeti de zikre değerdir: Meşhur Kasîde-i Bür’e şâiri İmâm Bûsîrî bir gün evine giderken yolda nûr yüzlü bir pîr-i fânîye rastlar. Yaşlı zât ona: “–Yâ Bûsîrî! Bu gece rüyânda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördün mü?” diye sorar. İmâm Bûsîrî: “–Hayır, görmedim.” diye cevap verir. Pîr-i fânî, bu kısa konuşmanın ardından başka bir şey söylemeden ayrılır. Fakat onun bu sözleri İmâm’ın gönlündeki Hazret-i Peygamber’e olan aşk ve muhabbeti coşturur. O gece İmâm, rüyâsında Hazret-i Peygamber’i görür ve uyanınca gönlünün neş’e ve huzurla dolduğunu fark eder. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i medheden ve nice Peygamber âşıklarını muhabbet deryâsına gark eden birçok medhiyeler yazar. Bir müddet sonra vücûdunun yarısı felç olur. Yürüyemez ve hareket edemez hâle gelir. O zaman meşhur Kasîde-i Bür’e’yi yazıp bununla Cenâb-ı Hak’tan şifâ diler. Kasîdeyi bitirdiği gece rüyâsında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görür ve kasîdeyi O’na okur. Kasîdenin tamamen okunmasından sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mübârek elleriyle İmâm Bûsîrî’nin felçli uzuvlarını mesheder. Ne derin bir muhabbetin eseridir ki, İmâm Bûsîrî, uyandığı zaman hastalığının zâil olduğunu görür ve Allâh’a şükreder. O gecenin sabahında sıhhatine kavuşmuş olarak sürûr içinde câmiye giderken, yolda Şeyh Ebu’r-Recâ Hazretleri’ne rastlar. Hazret ona:
“–Yâ Bûsîrî! Fahr-i Âlem’i medhettiğin kasîdeyi okur musun?” der. İmâm Bûsîrî: “–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i medheden kasîdelerim pek çok. Hangisini istiyorsunuz?” diye sorar. Şeyh Ebu’r-Recâ: “–Hazret-i Peygamber’in huzûrunda okuduğunu istiyorum. Çünkü Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu kasîdeden çok memnûn olduğunu gördüm.” der. Bu kasîdeyi henüz hiç kimsenin duymadığını bilen İmâm Bûsîrî hayretler içinde kalır.112 Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar İslâm’ın nûrunu ve feyzini gönüllerde yeşerten büyük velî Seyyid Ahmed Yesevî, 63 yaşına girdiği zaman, yerin altına temsîlî bir mezar kazdırıp: “Bana bu yaştan sonra toprak üstünde yaşamak gerekmez!” diyerek, bir rivâyete göre geri kalan on yıllık ibâdet ve irşad hayâtını, Rasûlullâh’la aynîleşme arzusuyla bir mezarın içinde devâm ettirmiştir. Hindistan fâtihi Gazneli Mahmûd’un “Muhammed” isminde çok sevdiği bir hizmetçisi vardı. Ona dâimâ ismiyle hitâb ederdi. Günün birinde bu hizmetçisini kendi ismiyle değil de babasının ismiyle çağırdı. Sultan Mahmûd’un bu tavrı karşısında hizmetçi çok üzüldü ve kalbi kırıldı. Niçin böyle hitâb ettiğini sorduğunda ise Peygamber âşığı Gazneli Mahmûd şöyle cevap verdi: “–Evlâdım! Her gün sana isminle hitâb ediyordum. Zîrâ abdestli bulunuyordum. Şu anda ise abdestim yok. Bu sebeple ismini abdestsiz söylemekten hayâ ediyorum. Onun için seni babanın ismiyle çağırdım.” Osmanlı Devleti, pâdişâhından çobanına kadar bütün halkının Peygamber muhabbetiyle temâyüz ettiği bir devletti. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, her adı anıldığında salât ü selâm getirmenin yanında, ihtirâm ile elini kalbine koymak, O’nun Mevlid-i Şerîf’i okunurken velâdet ânını ifâde eden mısrâları topyekûn ayakta dinlemek gibi sayısız hürmet tezâhürlerini, bir örf hâline getirmişlerdir. Medîne-i Münevvere postası geldiği zaman abdestini tazelemeden, oradan gelen kâğıtları öpüp gözüne sürmeden ve ayağa kalkmadan okutturan bir tek Osmanlı pâdişâhı yoktur. Ayrıca Mescid-i Nebevî’nin tâmirinde her taşı abdestli olarak ve besmele ile yerine koyan Osmanlılar’ın bu esnâda çekiçlerine keçe bağlayarak rûhâniyet-i Rasûlullâh’ı rahatsız etmekten teeddüb etmeleri, misli görülmemiş bir edeb ve hürmet numûnesidir. Yine Osmanlılar devrinde Medîne-i Münevvere’ye gönderilen Surre Alayı,113 şehre girmeden, yakın bir yerde konaklar, kendilerini Medîne-i Münevvere’nin mânevî havasına hazırlayıp istihâreden sonra mânevî işâretle huzûr-i Rasûlullâh’a varırlar, ziyâretlerini îfâ
ederlerdi. Dönüşlerinde de memleketlerine şifâ ve teberrük olarak Medîne-i Münevvere’nin mübârek toprağını götürürlerdi. Osmanlı pâdişahlarının, zamanın portreleri demek olan minyatürlerinde görünen sarıklarının ucundaki sorguçlar bir süpürge maskotudur. Bununla kendilerinin Harameyni’ş-Şerîfeyn’in süpürgecisi olduklarını îmâ ve telâkkî ederler ve Harameyn’in temizlik hizmetlerini deruhte eden zevâtın maaşlarını, kendi keselerinden verirlerdi. Yine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den muazzez bir hâtıra olarak saç ve sakallarının mübârek tellerinin, câmî minberlerinde kırk bohça içinde saklanıp “Sakal-ı Şerîf” nâmıyla asırlardan beri ümmete bir bereket ve rahmet olması, ne büyük bir muhabbet ve hürmet nişânesidir. Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır’ı fethetmiş, Hicaz bölgesinin idâresi de kendisine teslîm edilmişti. 20 Şubat Cuma günü, Melik Müeyyed Câmii’nde hatîbin kendisinden: “Hâkimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medîne’nin hâkimi)” diye bahsetmesi üzerine Yavuz derhâl hatîbe müdâhale ederek: “–Hayır, hayır! Bilâkis; Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medîne’nin hizmetçisi!) deyiniz.” diye nemli gözlerle cevap verdi. Ardından halıyı kaldırıp toprak üzerine secde ederek Rabbine şükretti. Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn’liğini ifâde etmek için de, sarığının üzerine süpürge biçiminde bir sorguç taktı. Daha sonra bu mübârek beldelerin kazaskerliğini verdiği Pîrî Paşa’ya söylediği şu sözler de, onun Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbetinin samîmî ve dervişâne bir tezâhürüdür: “–Paşa! Mekke ve Medîne pâdişahlığı Server-i Kâinât’ın evlâd-ı kirâmı elindedir. Ben o memleketi asker ile varıp almadım. Onlar, kendi kemâlât, hüsn-i edeb ve ihsanlarından dolayı İslâm birliği yolunda bana itaat eylediler. Bu izzetin mükâfâtı üzerime vâcibdir. Hak Teâlâ’ya gece gündüz şükrederim ki, o mübârek beldelerde okunan hutbelerde ismim yâd olunur. Bu saâdeti cihan pâdişahlığına değişmem! Bu itibarla Harameyni’ş-Şerîfeyn’in halkına ne lâzımsa esirgemeyesin! Ve sakın ola, o iki mübârek beldenin işlerine müdâhale etmeyesin!” Mübârek ecdâdımız, asırlar boyunca Allâh Rasûlü’nün hâtıralarına ve mukaddes emânetlerine târifi mümkün olmayan bir hürmet ve muhabbet göstermişlerdir. Bunun muhteşem misallerinden bir kısmını görmek için, ecdâdımızın onlara hizmeti en büyük bir şeref telâkkî ettikleri Mukaddes Emânetler’in târihine bir göz atmak kâfî gelecektir. Peygamber Efendimiz’in Hırka-i Saâdet’inden bir an bile ayrılmak istemeyen Osmanlı sultanları, onu muhtelif vesîlelerle gittikleri yerlere de götürmüşlerdir. Nitekim, şimdiki Beylerbeyi Sarayı’nın olduğu yerde bulunan İstavroz Sarayı’nda ve Eski Edirne Sarayı’nda da, tıpkı Topkapı’daki gibi birer Hırka-i Saâdet dâiresi inşâ edilmiştir.
Hırka-i Saâdet’in harplere götürüldüğü de olmuştur. Bu seferlerden birinin tasvîr edildiği bir minyatür, oldukça câlib-i dikkattir. Bu minyatürden anlaşıldığına göre, yolculuk müddetince Hırka-i Saâdet, vazîfeli muhâfızların başı üzerinde taşınmıştır. Osmanlı sultanlarından III. Mehmed, mizaç bakımından hayli sert ve asabî bir pâdişah olmasına rağmen, Peygamber muhabbetiyle dolu bir şahsiyetti. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ism-i şerîfleri anıldığında derhâl ayağa kalkarak O’na olan muhabbet ve tâzîmini izhâr ederdi. III. Mehmed, Eğri Seferi’ne giderken Sancak-ı Şerîf ve Hırka-i Saâdet’i de beraberinde götürmüştü. Savaş esnâsında bir ara, müslüman askerlerin safında bozgun hâli başgösterince Sultân’ın hocası Sâdeddin Efendi: “–Hünkârım! Sizin gibi Âl-i Osmân’a sultan, Peygamber Efendimiz’in yolunda halîfe olan bir kimsenin, böyle durumlarda Hırka-i Saâdet’i giymesi, Hak Teâlâ’ya duâlar etmesi münâsiptir.” diyerek, pâdişâhın Hırka-i Saâdet’i giymesine fetvâ verdi. Bunun üzerine salât ü selâm ve tekbîrlerle Hırka-i Saâdet’i giyen Sultan III. Mehmed, İslâm askerlerini büyük bir heyecâna sevk etmiş ve neticede kesin bir zafer müyesser olmuştur. Sultan I. Ahmed Han, kendi ismiyle yâd edilecek câminin inşâsı sırasında Mısır’da Sultan Kayıtbay türbesinde bulunan Hazret-i Peygamber’in “Nakş-ı Kadem” denilen mübârek ayak izlerini Eyyûb Sultan türbesine getirtmişti. Câminin inşaatı tamamlanınca da, bunu, câmiye koydurdu. Ancak Sultan, bu nakil işleminin yapıldığı gece, şöyle bir rüyâ gördü: “Bütün sultanların toplandığı yüce bir meclis kurulmuştu ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de kadılık makâmında oturmaktaydı. Bir nevî mahkeme kurulmuştu. Sultan Kayıtbay, türbesini ziyârete vesîle olan bu Kadem-i Saâdet’in alınıp İstanbul’a götürülmesinden dolayı Sultan Ahmed’den dâvâcı olmuştu. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, kadı sıfatıyla, Kadem-i Şerîf’in, derhâl geri gönderilmesine hükmetti…” Sultan Ahmed Han, dehşet ve korku ile uyandı. Rüyâsını içlerinde Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin de bulunduğu ulemâ ve meşâyıha tâbir ettirdi. “–Sultânım! Rüyâ gâyet açıktır. Tâbire bile gerek yoktur. Emânet derhâl geri gönderilmelidir…” dediler. Peygamber âşığı Sultan I. Ahmed Han, verilen hükme boyun eğip emâneti titizlikle ve mahzun bir şekilde yerine iâde etti. Ancak yüreği aşk-ı Peygamberî ile yanmış bulunan I. Ahmed Han, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mermer üzerindeki mübârek ayak izlerinin maketini yaptırdı. Kavuğunun üzerine yerleştirerek tedâîsinden feyz almağa çalıştı. Yanık gönlünden dökülen şu mısrâlar, O’nun bu aşk hâlini ne güzel aksettirir:
N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim,
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusül’ün…
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir,
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o Gül’ün!.. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e son derece sevdâlı bir pâdişah olan Abdülazîz Han, Ravza-i Mutahhara’ya konulmak üzere Hazret-i Peygamber’in rûhâniyetine hitâben Medîne’ye çok içli bir mektup114 göndermiştir. Bu mektuptan bâzı cümleleri arz ediyoruz: “Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm. Bir olan Allâh’a hamd olsun! Salât ü selâm da Sen’in üzerine olsun yâ Rasûlallâh! Salât ü selâm, Sen’in üzerine olsun yâ Habîballâh! Salât ü selâm, Sen’in üzerine olsun ey ümmetin Peygamberi!.. Dostluğa hakkıyla riâyet eden, ihsan ve cömertliğin değişmez şiârı ve; «Sen olmasaydın kâinâtı yaratmazdım!» yüce hitâbının muhâtabı, varlıkların iftihar kaynağı, Efendiler Efendisi, şefaatçimiz, sığınağımız, her işi temiz ve her işi zarif olan, ayak tozu bile pırıl pırıl parlayan, varlıklar âleminin en yüce terbiyecisi, ıtır saçan feyizli eserlerin sâhibi, muhabbeti bütün kâinâtı dolduran, peygamberlerin sonuncusu ve sığınağı, kıyâmet gününün seyyidi, ümmetinden günahkâr olanların şefaatçisi, vahdet meclisinin süsü, peygamberlik eyvânının suffe zîneti, nebîlik dîvânının hâkimi, Halîm olan Allâh’ın yoluna girenlerin peygamberi, Rahîm olan Allâh’ın sevgilisi! Bütün bu sıfatlarla kasdettiğim, Muhammed Mustafâ Hazretleri… O’nun nurlu şebekesine, pırıl pırıl kabrine, sular gibi temiz ve berrak toprağına, yalvarış ve âdâb içerisinde binlerce mahcûbiyet ve hicâb duygularımla âcizâne kara yüzümü sürmek cür’etini gösterdim. O’nun güzel kokular saçan eşiğine, cezâlandırılmaya müstehak olan günahkâr alnımla, yüzbinlerce utanma, hayâ duyguları ve hürmet içerisinde (yazdığım) yığınla kederlerin ifâdesi olan bu arzuhâli sunmaya cür’et ettim… Allâh’a hamd olsun ki beni, bizzat melekût âlemlerindeki ayların dolunayı ve ceberût semâsının parlak güneşinin kendisinden nûr ve feyz almaktan mahcûb olageldiği o kerem ve bereketi bol bol sunan Allâh’ın Sevgilisi, Rahîm ve Vehhâb olan Allâh’ın dostu, en mükemmel güzellik ve iyiliklere lâyık olan müttakîlerin serdârı Efendimiz Hazretleri’ne sadâkat ve safâ, şeref ve vefâ ile kâmil ümmet olmaya inâyet ve muvaffak kıldı…
(Yine hamd olsun ki) bütün varlıklara ve mümkün olabilecek her şeye aslî bir maya, yaratılmışlara yüksek bir temel ve yaratılmışlar içinden muazzam ve mübârek olanlara cennet nîmeti olan bereketli, muazzez ve kemâl derecede muhterem rahmet cömertliğinin kaynağının varlığından ve meleklere has olgunlukların toplanma yerinden (Hazret-i Peygamber’den ve Medîne’den) ayrı düşen o güzelim saâdet elbiselerine (Hırka-i Saâdet’e) bekçilik lutfetti… İnşâallâh, bu lutfun devâmı olarak «Mal ve evlâdın hiçbir fayda sağlamayacağı…» (eş-Şuarâ, 88) mükâfât ve cezâ gününde, yüce şefaatinize mazhar olurum. Naîm Cenneti’ne ilk girenler ile size kavuşmak için gece ve gündüz yalvarıp duâ etmekte olan ümmetinizden, işte bu suçlu, âsî ve bütün kazancı isyan olan Mahmud Han oğlu Abdülazîz Han Gâzî’nin, peygamberlik şânı Efendimiz huzûrunda hesap olunacağını ve (işlediği her türlü) suç ve isyânı ikrâr ve îtirâf ediciyim. (Bu hakîkati ifâde ve şefaatinizi istirhâm için yâ Rasûlallâh) o merhamet dağıtan kapınıza keder dolu şu arzuhâli takdîme cür’et ettim. Bütün günahlarıma estağfirullâh! Tekrar tekrar estağfirullâh!.. Amân, el-amân yâ Rasûlallâh! Mahrum gönderme!.. Ey Fâtımâtü’z-Zehrâ -radıyallâhu anhâ-’nın babası! Salât ü selâm Sen’in üzerine olsun! Ey Hasan ve Hüseyin’in dedesi! Sana salât ü selâm olsun! Ey öncekilerin de sonrakilerin de Efendisi! Salât ü selâm olsun Sana!..”115 Dünyâ müslümanlarının Harameyn’e kolayca gidip gelmelerini te’mîn için Hicaz Demiryolu Hattı’nı inşâ ettiren II. Abdülhamid Han da, bu demiryolunun sünnet-i seniyyeye uygun olması için, Hazret-i Peygamber’in seferlerinde dinlendiği noktalara istasyon yapılmasını emretmiş, böylece demiryollarını bile bir muhabbet akışı içinde Medîne’ye ulaştırmıştır. Şâirlerin Allâh Rasûlü’ne muhabbetlerini izhâr ettikleri na’t ve kasîdeler, ciltlerce kitap oluşturacak kadar çoktur. Şâir Nâbî ne güzel söyler:
Bende de cür’et-i medhün o memerdendür kim
Geldi nutk itdi huzûrunda nebâtât ü cemâd… “Sen’i medhetmeye cür’et edişim şu sebepledir ki, pek çok ağaçlar ve taşlar, bitkiler ve cansız varlıklar dahî Sen’in huzûr-ı saâdetine gelip konuşmuşlardır.” Hakîkaten insanlardan başka hayvanlar ve nebâtât dahî, Allâh Rasûlü’ne olan engin muhabbetlerini zaman zaman dışa vurmuşlardır. Onlardan bir misâli Rasûlullâh Efendimiz’in azatlı kölesi Sefîne -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“–Denize açılmıştım. Binmiş olduğum gemi parçalandı. Bir tahta parçasına tutundum. O da beni aslanların bulunduğu sık ağaçlı bir yere attı. Aslanların birisi beni parçalamak için üzerime doğru geliyordu. Ona dedim ki: «–Ey Ebu’l-Hâris! Ben Rasûlullâh’ın kölesiyim, durumum şöyle şöyledir, başıma şu hâller geldi.» Bunun üzerine aslan durdu, başını eğerek yaklaştı. Omuzları ile iterek beni sık ağaçların içinden çıkardı. Beni yola getirdikten sonra mırıldanmaya başladı. Anladım ki beni uğurluyor. Bu onu son görüşüm oldu.” (Hâkim, III, 702/6550; Abdürrazzak, XI, 281-282; Taberânî, VII, 94) Hâsılı, ümmetin Allâh Rasûlü’ne duydukları dâsitânî muhabbet tezâhürlerine dâir daha söylenecek pek çok söz, nakledilecek sayısız misaller vardır. Biz deryâdan bir katre misâli, ancak bâzı numûneler arz etmiş olduk. Şunu çok iyi biliyoruz ki, ibâdetlerdeki rûhâniyet, muâmelâttaki nezâket, ahlâktaki zarâfet, gönüllerdeki letâfet, sîmâlardaki nûr-i melâhat, lisanlardaki selâset, duygulardaki incelik, nazarlardaki derinlik, velhâsıl bütün güzellikler O Varlık Nûru’na olan muhabbetten kalblere akseden parıltılardır. Allâh’a muhabbet deryâsına götürecek olan yegâne rahmet ve muhabbet pınarı, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Öyle ki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet, Allâh’a muhabbet; O’na itaat, Allâh’a itaat; O’na isyan, Allâh’a isyan sadedindedir. Hak Teâlâ sırât-ı müstakîme yegâne rehber olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânâ iklîminden kalblerimize ulvî bir nasîb, O’nun engin rûhâniyetinden gönüllerimize feyz şebnemleri ihsan buyursun! Kalblerimiz, Allâh ve Rasûlü’nün muhabbetine ebedî bir mekân olsun! Cenâb-ı Hak, cümlemizi O’nun şefâat-i uzmâsına nâil eylesin! Âmîn!.. Dahîlek yâ Rasûlallâh!.. Meded yâ Rasûlallâh!.. Şefâat yâ Rasûlallâh!.. c. Din Kardeşine Muhabbet
Kulun gönlünde Allâh muhabbeti arttıkça, bu muhabbet, önce Nûr-i Muhammedî’yi, sonra Hazret-i Peygamber’in muazzez varlığını, Hak dostlarını, daha sonra da gittikçe genişleyerek Allâh katında makbûl her varlığı, makbûliyet derecelerine göre sevmeyi îcâb ettirir. İşte Allâh’a yönelişte böyle bir muhabbet dâiresi, ruhlara bir şifâ ve rahmet menbaıdır. Buna göre mü’minler, birbirleriyle münâsebetlerinde aslâ bu merhamet ve muhabbet dâiresinden çıkmamalıdırlar. Zîrâ Allâh’ı sevme ve O’na yakınlık peydâ edebilmenin yolu ve netîcesi, budur.
Allâh Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minlerin kardeş olduğunu beyân buyurur.116 Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem- de din kardeşleri arasında sağlam bir muhabbet bağı tesis edilmeden kâmil bir îmâna ulaşılamayacağını bildirir. Bu muhabbetin sağlanabilmesi için de, ümmetine aralarında selâmı yaymalarını tavsiye eder.117 Mü’minlerin birbirlerini sevmeleri, Allâh’ın râzı olduğu güzel bir haslettir. İki cihan saâdeti de bu muhabbete bağlıdır. Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kıyâmet günü Allâh Teâlâ şöyle buyurur: Celâlim hakkı için, bana itaat maksadıyla birbirlerini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bugün, onları gölgemde gölgelendireceğim, onları muhâfaza edeceğim.” (Müslim, Birr, 37) “Allâh Teâlâ: «Ben’im rızâm uğrunda birbirlerini sevenler için, peygamberlerin ve şehîdlerin bile gıpta edeceği118 nurdan minberler vardır.» buyurdu.” (Tirmizî, Zühd, 53/2390) Diğer bir hadîs-i şerîfte de, Allâh Teâlâ’nın, kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde, birbirlerini Allâh için seven, buluşmaları da ayrılmaları da Allâh için olan din kardeşlerini, Arş’ının gölgesinde gölgelendireceği haber verilmektedir.119 Tabiî ki bu, zor ve meşakkatli zamanların kardeşliğidir. Mü’min kardeşlerin birbirlerine küsmeleri ise hiçbir zaman tasvîb edilmeyen kötü bir davranıştır. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Bir mü’minin, din kardeşini üç günden fazla terk edip küs durması helâl değildir. Üç gün geçmişse, onunla karşılaşıp selâm versin. Eğer selâmını alırsa, her ikisi de sevapta ortak olurlar. Yok eğer selâmını almazsa, almayan günâha girmiş olur. Selâm veren ise küs durmaktan çıkmış olur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 47/4912) “Kim, din kardeşini bir yıl terk edip küs durursa, onun kanını dökmüş gibi günâha girer.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 47/4915) Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın beyânına göre Pazartesi ve Perşembe günü kulların yaptığı işler Allâh Teâlâ’ya arz edilir. Din kardeşi ile arasında düşmanlık bulunan kişi hâricinde, Allâh’a şirk koşmayan her kulun günahları affedilir. Meleklere; “Şu iki kişinin af işlemini birbiriyle barışıncaya kadar erteleyin!” diye sıkı sıkıya tembih edilir. (Müslim, Birr, 3536; Ebû Dâvûd, Edeb, 47) Fazîlet Tabloları
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir gün Muâz -radıyallâhu anh-’ın elini tutarak: “–Ey Muâz! Allâh’a yemin ederim ki, ben seni gerçekten seviyorum.” buyurdu. Muâz radıyallâhu anh- da:
“–Anam babam Sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Ben de Sen’i çok seviyorum!” dedi. Daha sonra Peygamber Efendimiz, ona şöyle buyurdu: “–Ey Muâz! Sana her namazın sonunda; «Allâh’ım! Sen’i zikretmek, Sana şükretmek ve Sana güzelce kulluk yapabilmek husûsunda bana yardım et!» duâsını hiç bırakmamanı tavsiye ediyorum.” (Ahmed, V, 244-245; Ebû Dâvûd, Vitir, 26; Nesâî, Sehv, 60; Tirmizî, Zühd, 30) Ne güzel bir muhabbet tezâhürü!.. Allâh Rasûlü, bir din kardeşi olarak Hazret-i Muâz’ı seviyor ve bu muhabbetinin bir alâmeti olarak da mü’min kardeşinin istifâde edeceği bir tavsiyede bulunuyor. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Allâh’ın kullarından birtakım insanlar vardır ki, nebî değildirler, şehîd de değildirler, fakat kıyâmet gününde Allâh katındaki makamlarından dolayı onlara nebîler ve şehîdler imrenerek bakacaklardır.” Ashâb-ı kirâm: “–Bunlar kimlerdir ve ne gibi hayırlı ameller yapmışlardır? Bize bildir de biz de onlara sevgi ve yakınlık gösterelim yâ Rasûlallâh!” dediler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Bunlar öyle bir kavimdir ki, aralarında ne akrabâlık ne de ticâret ve iş münâsebeti olmaksızın, sırf Allâh rızâsı için birbirlerini severler. Vallâhi yüzleri bir nûrdur ve kendileri de nûrdan birer minber üzerindedirler. İnsanlar korktukları zaman bunlar korkmazlar, insanlar mahzûn oldukları zaman bunlar hüzünlenmezler.” buyurdu ve peşinden şu âyeti okudu: “Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar ki Allâh’a îmân etmişlerdir ve hep takvâ ile (de) korunur dururlar. Onlara dünyâ hayâtında da, âhiret hayâtında da müjdeler vardır. Allâh’ın sözlerinde değişiklik yoktur. İşte bu, en büyük kurtuluştur.” (Yûnus, 62-64) (Ebû Dâvûd, Büyû, 76/3527; Hâkim, IV, 170) Ebû İdris el-Havlânî -rahimehullâh- şöyle anlatır: Dımaşk mescidine girmiştim. Orada mütebessim çehreli bir delikanlı ve başına toplanmış bir grup insan gördüm. Bunlar herhangi bir mevzûda ihtilâfa düştüklerinde hemen o delikanlıya mürâcaat ediyor ve fikrini kabulleniyorlardı. Bu gencin kim olduğunu sordum. “Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-’tır.” dediler. Ertesi gün erkenden mescide koştum. Baktım ki o genç benden evvel gelmiş namaz kılıyor. Namazını bitirinceye kadar bekledim, sonra önüne geçerek selâm verdim ve: “–Allâh’a yemin ederim ki ben seni seviyorum!” dedim.
“–Allâh için mi seviyorsun?” dedi. “–Evet Allâh için.” dedim. O iki defâ daha: “–(Hakîkaten) Allâh için mi seviyorsun?” dedi. Ben de her defâsında: “–Evet, (hakîkaten) Allâh için seviyorum.” cevâbını verdim. Bunun üzerine elbisemden tutarak beni kendisine doğru çekti ve şöyle dedi: “–Seni tebrîk ederim. Zîrâ ben Allâh Rasûlü’nü şöyle buyururken işittim: «Allâh Teâlâ, “Sırf Ben’im için birbirini seven, Ben’im rızâm için toplanan, Ben’im rızâm uğrunda birbirini ziyâret eden ve sâdece Ben’im rızâm için sadaka verip iyilik edenler, Ben’im sevgimi hak ederler.” buyurmuştur.»” (Muvatta, Şa’r, 16) Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, din kardeşini Allâh için sevmenin kişiyi Allâh’ın muhabbetine nâil edeceğini beyan sadedinde şu hâdiseyi nakletmiştir: “Bir kimse başka bir köydeki (din) kardeşini ziyâret etmek için yola çıktı. Allâh Teâlâ, adamı gözetlemek için onun yolu üzerinde bir meleği vazîfelendirdi. Adam meleğin yanına gelince, melek: «–Nereye gidiyorsun?» dedi. O zât: «–Şu köyde bir din kardeşim var, onu görmeye gidiyorum.» cevâbını verdi. Melek sordu: «–O kardeşinden elde etmek istediğin bir menfaatin mi var?» Adam: «–Yok hayır, ben onu sırf Allâh rızâsı için severim, onun için ziyâretine gidiyorum.» dedi. Bunun üzerine melek: «–Sen onu nasıl seviyorsan Allâh da seni öylece seviyor. Ben, bu müjdeyi vermek için Allâh Teâlâ’nın sana gönderdiği elçiyim.» dedi.” (Müslim, Birr, 38; Ahmed, II, 292) Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’ın naklettiği şu hâdise de hakkıyla yaşanan din kardeşliğinin, cenneti kazandıracağını beyân etmektedir: Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber oturuyorduk. Buyurdular ki: “–Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.” Bir de baktık ki Ensâr’dan, abdest suyu sakalından damlayan ve ayakkabılarını sol eline asmış bir adam çıkageldi. Ertesi gün olunca Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine evvelki
gibi söyledi. Bu adam yine önceki gibi çıkageldi. Üçüncü gün olunca Rasûl-i Ekrem Efendimiz yine aynı sözü tekrar etti ve yine aynı adam ilk hâliyle geldi. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kalkınca Abdullâh bin Amr, o adamı tâkip etti ve ona: “–Ben babamla münâkaşa ettim, üç gün onun yanına gitmeyeceğime yemin ettim. Bu zaman zarfında beni evinde misâfir eder misin?” dedi. Adam: “–Olur.” dedi. Daha sonra Abdullâh bin Amr -radıyallâhu anh-, şöyle anlattı: “–Üç geceyi onunla bir arada geçirdik. Fakat gece kalktığını görmedim. Ancak sabah namazına kadar uyandıkça Allâh Teâlâ’yı zikretti ve tekbîr getirdi. Onun hayırdan başka bir şey söylediğini de işitmedim. Üç gün geçince sanki onun amelini küçümser gibi oldum ve dedim ki: «–Ey Allâh’ın kulu! Babam ile benim aramda bir ihtilâf vâkî değildir. Fakat Rasûl-i Ekrem’in senin için üç kere; “Şimdi yanınıza cennetlik bir adam gelecektir.” buyurduğunu işittim. Üç defâ da sen çıkageldin. Ne gibi ameller işlediğini öğrenmek için senin yanında kalmak ve seni örnek almak istedim. Fakat büyük bir amel işlediğini de görmedim. Seni, Rasûlullâh’ın söylediği mertebeye ulaştıran amel nedir?» O zât: «–Şu gördüğünden başkası değildir.» dedi. Ben ayrılmak için dönünce ardımdan seslendi ve dedi ki: «–Benim amelim, senin gördüğünden başkası değildir. Ancak ben müslümanlardan hiçbir kimseye kalbimde kin tutmam (gönlüm bütün müslümanlara muhabbetle doludur) ve Allâh’ın verdiği herhangi bir hayırdan dolayı da kimseye aslâ hased etmem.» Bunun üzerine: «–İşte seni o dereceye ulaştıran bu hâlindir.» dedim.” (Ahmed, III, 166) İşte, bütün mü’minlere hakîkî bir kardeş gözüyle bakan ve onlara fazîletle muâmele eden bir müslüman gönlü… Uhud’da yaşanan kâbına varılmaz bir din kardeşliği manzarasını Zübeyr bin Avvâm radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Annem Safiye, yanında getirdiği iki hırkayı çıkarıp: «–Bunları kardeşim Hamza’ya kefen yapasınız diye getirdim.» dedi.
Hırkaları alıp Hazret-i Hamza’nın yanına gittik. Yanında Ensâr’dan bir başka şehîd daha bulunuyordu ve henüz onu örtecek bir kefen bulunamamıştı. Hırkaların ikisini de Hamza’ya sarıp Ensârî’yi kefensiz bırakmaktan utandık. Hırkanın birisi Hamza’ya, öbürü de Ensârî’ye kefen olsun dedik. Hırkalardan biri büyük diğeri küçük olduğu için de aralarında kura çektik.” (Ahmed, I, 165) Din kardeşliğinin akrabâlık asabiyetini aşmasını sergileyen ne ibretli bir fazîlet manzarası… İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- asr-ı saâdetteki kalbî olgunluğu şu sözleri ile ne güzel ortaya koymaktadır: “Biz öyle zamanlar gördük ki, içimizden hiç kimse kendisinin altın ve gümüşe müslüman kardeşinden daha lâyık olduğunu düşünmezdi. Şimdi öyle bir devirdeyiz ki, altın ve gümüşü müslüman kardeşimizden daha çok seviyoruz.” (Heysemî, X, 285) Bir mü’min, din kardeşleriyle alâkadar olmalı, onları düşünmeli, dertleriyle dertlenmelidir. Hattâ kendisinden evvel onları düşünmeli ve ihtiyaçlarını gidermeye çalışmalıdır. Bunun en güzel tezâhürlerinden birini, Dâvûd-i Tâî Hazretleri’nin şu muhteşem davranışında müşâhede etmek mümkündür: Hizmetine bakan talebesi bir gün ona: “–Biraz et pişirdim; arzu buyurmaz mısınız?” dedi ve üstâdının sükût etmesi üzerine eti getirdi. Ancak Dâvûd-i Tâî -kuddise sirruh-, önüne konan ete bakarak: “–Falanca yetimlerden ne haber var evlâdım?” diye sordu. Talebe, durumlarının iyi olmadığını ifâde sadedinde içini çekip: “–Bildiğiniz gibi efendim!” dedi. O büyük Hak dostu: “–O hâlde bu eti onlara götürüver!” dedi. Hazırladığı ikrâmı üstâdının yemesini arzu eden samîmî talebe ise: “–Efendim, siz de uzun zamandır et yemediniz!..” diye ısrâr edecek oldu ise de, Dâvûd-i Tâî Hazretleri kabûl etmeyip: “–Evlâdım! Bu eti ben yersem kısa bir müddet sonra dışarı çıkar, fakat o yetimler yerse, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’ya yükselir!..” dedi. Allâh ile dost olanlar, bütün mahlûkât ile ve bilhassa da din kardeşleriyle dost olurlar. Mü’min kardeşlerine, Hakk’ın şefkat ve merhamet nazarıyla bakarlar. Onlara derin bir muhabbet beslerler. Hattâ bu muhabbetleri daha da genişleyerek bütün insanları kurtarmanın derdine düşerler. Nitekim dostluğun şâhikasında bulunan Fahr-i Kâinât Efendimiz, Tâif’te taşlanırken Rabbine, o belde halkının hidâyeti için duâ ediyordu. Yâsîn-i Şerîf’in ikinci sayfasında kıssası anlatılan Habîb en-Neccar, dünyâya âit perdeler kapanıp ilâhî perdeler açılınca kendisini taşlayanlara merhamet ederek:
“…Âh keşke Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrâma mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi.” (Yâsîn, 26-27) demiştir. Bu da, kendisini şehîd eden kavminin bile kurtuluşunu arzulayan bir mü’minin gönül ufkundaki şefkat ve merhameti sergilemektedir. Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleri, İslâm kardeşliği hakkındaki duygularını ifâde ederken tahdîsi nîmet kabîlinden şöyle buyurur: “Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada birinin parmağına diken batsa, o benim parmağıma batmıştır. Birinin ayağına taş çarpsa o benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben hissederim. Bir kalbde hüzün varsa o kalb benim kalbimdir.” Sehl bin İbrâhim, muhteşem bir din kardeşliği misâlini şöyle anlatıyor: İbrâhim bin Edhem’le dost idik. Bir keresinde ağır bir hastalığa tutulmuştum. Bunun üzerine İbrâhim bin Edhem, elindeki bütün her şeyi benim sıhhatim için harcadı. Sonra iyileşmeye başladım. Bir ara kendisinden canımın çektiği yiyecek bir şeyler istedim. Elinde bir şeyi kalmadığından, merkebini satıp arzumu yerine getirdi. Sıhhate kavuştuğumda bir yere gitmek için merkep lâzım oldu ve: “–Ey İbrâhim, merkep nerede?” diye sordum. İbrâhim bin Edhem: “–Sattık.” dedi. Sıhhatim yol yürümeye müsâit olmadığı için: “–Peki ama şimdi ben neye bineceğim?” dedim. O ârifler sultânı: “–Sırtıma bineceksin, kardeşim!” dedi ve beni üç konaklık mesâfeye sırtında taşıdı. Fâtih Sultan Mehmed Hazretleri, İstanbul’un Fethi’nden sonra Bizans zamanında zindana atılan bâzı insaflı papazlara, Osmanlı Devleti hakkındaki fikir ve mülâhazalarını sormuştu. Onlar da, ancak bir müddet tahkîkât ve inceleme yaptıktan sonra kanaatlerini bildireceklerini ifâde ettiler. Papazlar, kendilerine verilen fermanla her yere girip çıktılar. Sabahın erken saatinde bir bakkala giderek bir şeyler almak istediler. Bakkal onlara: “–Efendim, ben siftah yaptım. Siz, siftah yapmayan şu komşumdan alın!” dedi. Bu İslâm kardeşliği manzarası onları hayrette bıraktı… Hakîkaten menfaat-perestlikten arınmış ve kendisi kadar müslüman kardeşini de düşünen bu ulvî gönüle ne kadar gıpta edilse azdır. Hâsılı, Allâh Teâlâ, din kardeşlerinin, birbirini yıkayan iki el gibi olmalarını arzu buyurmaktadır. Allâh için hakîkî dostluk, bedenleri ayrı olan iki varlığın bir kalbde yaşamasıdır. Din kardeşliğinin mes’ûliyetini, hassas ve fedâkârâne bir hizmetle îfâ gayretinde bulunanların ömrü, fânî hayatlarından sonra da devâm eder. Onlar hep rahmetle yâd edilirler. Tıpkı Muhâcirler, Ensâr ve gönül âlemlerini bir vakıf hâline getiren mü’minler gibi…
Günümüz şartlarında, hidâyet yolunu arayanlara, zayıflara, yetimlere ve güçsüzlere, muhabbet dolu bir mü’min kardeşliği ile şefkat ve merhamet etmemiz, ilâhî rızâya medâr olacak en mühim kardeşlik vazîfelerindendir. d. Bütün Mahlûkâta Muhabbet
Bütün mahlûkât, insana hizmet ve ibret olarak yaratılmış ve bu dünyâ hayâtında yine ona emânet edilmiştir. Bu sebeple bütün mahlûkâta muhabbetle yaklaşmak, insan için bir vicdan borcudur. Arı, insana bal ikrâm etmek için yaşar. Koyun, bütün ömrünü insana et, süt, yün ve yavru vermek uğrunda tüketir. Kedi, köpek yine insanın emrindedir. Cenâb-ı Hakk’ın celâlî tecellîsinin bir tezâhürü olan yılan, çıyan, akrep gibi mahluklar da azâb-ı ilâhîyi hatırlatmaları ve tabiattaki pek çok vazîfeleri sebebiyle, insana lutfedilen nîmetler cümlesindendir. Taş, toprak, ağaç, bulut, dağ, ova hep insan için vardır… Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lutuf olmak üzere) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13) Hizmetimize âmâde kılınan varlıklara zulmetmek, sonunda zararı bize dokunacak olan bir ahmaklıktır. Hayvanlara haksızlık etmek ise kıyâmette karşımıza çıkacak ağır bir vebâldir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Yeryüzünde debelenen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasın. Biz kitapta (levh-i mahfuzda) hiçbir şeyi eksik bırakmadık, sonra hepsi Rablerinin huzûrunda toplanacaklardır.” (el-En’âm, 38) Diğer taraftan Hâlık’tan ötürü mahlûkâta muhabbet de, bir kulluk vazîfesidir. Dünyâ ve nîmetlerinde diğer mahlûkâtın da hakkı vardır. Onların hakkını gasp etmek büyük bir kıyâmet hesâbıdır. Şâir Firdevsî, Şehnâme adlı eserinde ne güzel söyler:
“Bir yem tânesi çeken karıncayı dahî incitme! Çünkü onun da canı vardır. Can ise, tatlı ve hoştur.” Âlemlerin Efendisi, hayvanların faydasız ve sebepsiz yere, keyfî bir şekilde öldürülmesini yasaklamıştır. Bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmuştur: “Kim bir serçeyi boş yere sırf eğlence olsun diye öldürürse, kıyâmet günü o serçe feryâd ederek Allâh’a şöyle seslenir:
«–Ey Rabbim! Falan kişi beni gereksiz yere öldürdü, herhangi bir fayda için öldürmedi.»” (Nesâî, Dahâyâ, 42) Fazîlet Tabloları
Abdullâh bin Mesûd -radıyallâhu anh- der ki: Biz bir yolculukta Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber idik. Efendimiz bir ihtiyacı için yanımızdan ayrıldı. O sırada bir kuş gördük, iki tane de yavrusu vardı. Biz yavrularını aldık, kuş ise aşağı yukarı çıkıp inerek çırpınmaya başladı. Rasûl-i Ekrem Efendimiz geldiğinde bu hâli gördü ve şöyle buyurdu: “–Kim bu zavallının yavrusunu alarak ona eziyet etti, çabuk yavrusunu geri verin!” (Ebû Dâvûd, Cihâd 112/2675, Edeb 163-164) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün ashâbıyla birlikte otururken elinde üzeri sarılı bir şey bulunan bir adam gelerek Efendimiz’e şöyle dedi: “–Ey Allâh’ın Rasûlü, Sen’i görünce buraya geldim. Gelirken bir ağaç kümesinin yanına uğradım. Orada bir kuşun yavrularının seslerini işittim de hemen onları alıp elbisemin arasına sardım. Derken anneleri gelip başımın üzerinde dönmeye başladı. Neticede ben yavrularının üzerini açtım, anne kuş gelip onların üzerine kondu. Ben tekrar üzerlerini örttüm. Şimdi onlar işte buradadır.” Fahr-i Kâinât Efendimiz: “–Onları hemen bırak!” diye emretti. Adam da bıraktı. Ana kuş, kaçıp uzaklaşmak yerine yavrularının başında durdu, onları terk etmedi. Bunun üzerine Allâh Rasûlü ashâbına sordu: “–Şu annenin yavrularına şefkatine hayret ediyorsunuz değil mi?” “–Evet yâ Rasûlallâh!” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz: “–Beni hak ile gönderen Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun ki, Allâh’ın kullarına karşı rahmeti, şu anne kuşun yavrularına karşı taşıdığı şefkatten daha fazladır. Onları götür, aldığın yere koy, anneleri de beraber olsun!” buyurdu. Sahâbî de onları derhâl yerlerine götürdü. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 1/3089) Bir keresinde Hazret-i Âişe vâlidemiz hırçın bir deveye binmişti. Hayvanı sâkinleştirmek için onu sert bir şekilde ileri geri götürmeye başladı. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Âişe’ye: “–Hayvana yumuşak davran! Çünkü yumuşaklık nerede bulunursa orayı güzelleştirir. Yumuşaklığın bulunmadığı her davranış çirkindir.” buyurdu. (Müslim, Birr, 78, 79)
Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm-, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsının bâzen çok küçük bir şeyde olabileceğini şu misalle ne güzel anlatmaktadır: “Vaktiyle bir adam yolda giderken çok susadı. Bir kuyu buldu, içine indi su içti ve dışarı çıktı. Bir de ne görsün; bir köpek, dili bir karış dışarıda soluyor ve susuzluktan nemli toprağı yalayıp duruyordu. Adam kendi kendine: «–Bu köpek de tıpkı benim gibi pek susamış!» deyip kendi içinde bir vicdan muhâsebesi yaptı. Hemen kuyuya indi, ayakkabısını su ile doldurdu, onu ağzına alarak yukarıya çıktı ve köpeği suladı. Adamın bu hareketinden Allâh Teâlâ hoşnud oldu ve onu bağışladı.” Sahâbîler: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bizim için hayvanlardan dolayı da sevap var mı?” dediler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “–Her canlı sebebiyle sevap vardır.” buyurdu. (Buhârî, Şürb, 9; Müslim, Selâm, 153) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ensâr’dan bir kimsenin bahçesine uğramış, orada bir deve görmüştü. Deve, Peygamber Efendimiz’i görünce inledi ve gözlerinden yaşlar aktı. Efendimiz, devenin yanına gitti, kulaklarının arkasını şefkatle okşadı. Deve sâkinleşti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: “–Bu deve kimindir?” diye sordu. Medîneli bir delikanlı yaklaştı ve: “–Bu deve benimdir ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz: “–Sana lutfettiği şu hayvan hakkında Allâh’tan korkmuyor musun? O senin, kendisini aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikâyet ediyor.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2549) Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- hayvanlar üzerindeyken gereksiz yere muhabbete dalarak onlara eziyet eden kimseleri de şöyle îkâz etmiştir: “Hayvanlarınızın sırtını minberler olarak kullanmaktan sakının! Zîrâ tek başınıza güçlükle gidebileceğiniz bir yere sizi götürmeleri için Allâh onları emrinize verdi. Arzı da sizin (duracak yeriniz) kıldı, öyleyse ihtiyaçlarınızı arz üzerinde (yâni hayvanların sırtından inerek yerde, toprak üzerinde) görün.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 55/2567) Bir gün Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sabahın ilk saatlerinde ihtiyacını görmek için dışarı çıktı. Mescidin kapısına çökertilmiş bir deve gördü. Peygamber Efendimiz günün son saatlerinde yine oradan geçti; deve yine aynı vaziyette duruyordu. Nebiyy-i Ekrem sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Bu devenin sâhibi nerede?” diye sordu.
Devenin sâhibini aradılar, fakat bulamadılar. Devenin aç, susuz bırakılmasına çok üzüldüğü anlaşılan Allâh Rasûlü şöyle buyurdu: “Allâh’tan korkunuz da, derdini anlatamayan bu zavallı hayvanlara haksızlık etmeyiniz. Onlara güçlü, kuvvetli ve semiz oldukları hâlde bininiz.” (Ahmed, IV, 181) Sehl bin Amr -radıyallâhu anh- diyor ki: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- karnı sırtına yapışmış (böğürleri çökmüş) bir devenin yanından geçerken şöyle buyurdu: “Konuşamayan bu hayvanlar hakkında Allâh’tan korkun! Besili olarak binin, besili olarak kesip yiyin!” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2548) Peygamber Efendimiz koyun kesen bir adam görmüştü. Adam, kesmek üzere koyunu yere yatırdıktan sonra bıçağını bilemeye çalışıyordu. Bu katı ve duygusuz davranış karşısında Rasûl-i Ekrem Efendimiz adamı şöyle îkâz etti: “–Hayvanı defalarca mı öldürmek istiyorsun? Bıçağını, onu yere yatırmadan önce bilesen olmaz mıydı?” (Hâkim, IV, 257, 260/7570) Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dağlanarak yüzüne damga vurulmuş bir merkebin yanından geçti. Bunun üzerine: “Bu hayvanın yüzünü dağlayana Allâh lânet etsin!” buyurdu. (Müslim, Libâs, 107) Bir defâsında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’ye gitmek üzere ihramlı olarak Medîne’den çıkmıştı. Üsâye mevkiine geldi. Burası Ruveyse ile Arc arasında bir yer idi. Burada, gölgede kıvrılıp uyumakta olan bir ceylan gördü. Âlemlerin Efendisi, ashâbından bir şahsa, herkes geçinceye kadar ceylanın yanında bekleyip kimseye hayvanı tedirgin ve rahatsız ettirmemesini emretti. (Muvatta, Hacc, 79; Nesâî, Hacc, 78) Peygamberimiz ve ashâbı, fethetmek üzere Mekke’ye doğru ilerlerken hayvanlara muâmele husûsunda muhteşem bir tablo daha sergilemişlerdi. Bu tavır, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının da bir ifâdesidir. Âlemlerin Efendisi, on bin kişilik muhteşem ordusuyla Arc mevkiinden hareket edip Talûb’a doğru giderken, yolda yavrularının üzerine gerilmiş ve onları emzirmekte olan bir köpek gördü. Hemen ashâbından Cuayl bin Sürâka’yı yanına çağırarak onu bu kelp ve yavrularının başına nöbetçi dikti. Anne kelbin ve yavrularının İslâm ordusu tarafından ürkütülmemesi husûsunda tembihte bulundu. (Vâkıdî, II, 804) Hayvanların haklarına gösterilen ihtimâmın bir başka örneğini Allâh Rasûlü’nün terbiyesinde büyümüş Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor: “Biz bir yerde konakladığımız zaman develerin yüklerini çözüp onları rahatlatmadan Allâh’ı tesbih (nâfile namaz) ve ibâdete başlamazdık.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2551)
İslâm âlimleri bir yolcunun, konakladığında kendisi yemek yemeden önce hayvanının yemini vermesi gerektiğini, bunun müstehab olduğunu ifâde etmişlerdir. (Ebû Dâvûd, Sünen, III, 51) İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- bir gün, bir kuşu hedef alarak ok atan Kureyşli gençlere rastlamıştı. Hedefe isâbet etmeyen her ok için kuş sâhibine para ödüyorlardı. Gençler, İbn-i Ömer’in geldiğini görünce etrafa dağıldılar. İbn-i Ömer arkalarından şöyle seslendi: “–Bunu yapan kim? Allâh ona lânet etsin. Nitekim canlı bir hayvanı hedef olarak dikip ona atış yapana, Rasûllullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de lânet okumuştu.” (Buhârî, Zebâih, 25; Müslim, Sayd, 59) Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, Allâh’a muhabbetinin şiddetiyle rûhen o kadar hassaslaşır ve incelirdi ki, Yaratan’dan ötürü yaratılanlardan her birinin ıztırâbını sînesinde hisseder ve muzdarip olurdu. Bu Hak dostu bir gün, dövülmekten arkasından kan boşanmış bir merkep gördü. O anda Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin de baldırlarından kan sızmaya başladı. Yine bu büyük Allâh dostu, yolculuk esnasında bir ağacın altında biraz istirahat ettikten sonra yolculuğa devâm etmişti. Yolda torbaların üzerinde, dinlendiği yerde gördüğü birkaç karıncanın gezindiğini fark etti. Onları yurtlarından ayrı düşürmemek ve onlara gurbet hayâtı yaşatmamak için o kadar yolu geri döndü. Dinlendikleri yere geldi ve karıncaları eski yerlerine bıraktı. Büyük Allâh dostu Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, hayvanlara muâmelenin şâhikası sayılabilecek benzersiz bir hâlini şu şekilde anlatır: Arayış içinde olduğum ilk günlerde Allâh Teâlâ’nın sevgili kullarından olan Emîr Külâl Hazretleri ile karşılaştım. O zaman cezbe hâlim ileri idi. Bana şöyle dedi: “–Gönül almaya bak; güçsüzlere hizmet et! Zayıfları, gönlü kırıkları koru! Onlar öyle kimselerdir ki, halktan hiçbir gelirleri yoktur. Bununla beraber tam bir kalb huzûru, tevâzû, kırıklık içinde kalıp giderler. Onları ara bul!” Bu kadri yüce zâtın emrini tuttum. Söylediği yolda uzun süre çalıştım. Bundan sonra o Allâh dostu, bana hayvanlara bakmayı emretti. Onların hastalıklarını tedâvî etmemi söyledi. Tek başıma onların yaralarını sarmayı, temizlemeyi ve bu işleri de iyi niyetle, ihlâsla yapmamı tavsiye buyurdu. Bu hizmeti de yerine getirdim. Bana nasıl târif ettiyse öyle yaptım. Bu sıralarda benliğim o hâle geldi ki, yolda giderken bir köpek görecek olsam, olduğum yerde durur, önce onun geçip gitmesini beklerdim. Ondan evvel adım atmazdım. Bundan sonra bana köpeklere muhabbetle ve saygı ile bakmamı ve bu hizmetlerim vesîlesiyle ilâhî inâyete erişmeye çalışmamı emretti. Şöyle buyurdu: “–O köpeklerden birinin hizmetini yaparken, büyük bir saâdet duyacaksın.”
Onun bu emrini bir ganimet bildim. Hiçbir gayreti elden bırakmadım. Onun işaretindeki mânâyı anladım; verdiği müjdeyi bekledim ve köpeklerden birinin yanına gittim. Bende büyük bir hâl meydana geldi. Onun önünde durdum; beni bir ağlamak tuttu. Sanki o köpek, Ashâb-ı Kehf’ten feyz almış Kıtmîr gibiydi… Ben öyle ağlamakta iken o sırtüstü yattı, ayaklarını göğe dikti. Bundan sonra hazin hazin sesler çıkarmaya, ağlayıp inlemeye başladı. Ben de ellerimi açtım, tevâzû ve kırık bir gönülle: “–Âmîn!” dedim. O da sustu ve döndü. Yine o günlerden biri idi. Evden çıkıp bâzı yerlere gittim. Yolda öyle bir hayvan gördüm ki, güneşin rengine göre renk değiştiriyordu. Mânevî bir hazza dalmıştı. Bana ondan, büyük bir vecd hâli geldi. Tam bir edeb ve saygı ile karşısında durdum. Ellerimi kaldırdım. Derken o mübârek hayvan, daldığı âlemde hâlden hâle geçti ve sırtüstü yatarak göğe doğru yüzünü çevirdi. O bu hâlde iken ben: “–Âmîn!” diyordum.120 Bir gün Kânûnî Sultan Süleyman, sarayın bahçesindeki armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülebilmesi için Şeyhulislâm Ebu’s-Suûd Efendi’den aşağıdaki beyitle fetvâ istemişti:
Dırahta ger ziyân etse karınca
Zararı var mıdır ânı kırınca? Pâdişâh’ın bu fetvâ talebi üzerine, Ebu’s-Suûd Efendi de, bir beyitle şöyle cevap verdi:
Yarın Hakk’ın dîvânına varınca;
Süleyman’dan hakkın alır karınca! Bir karıncayı bile incitmekten çekinecek kadar mükemmel bir mânevî terbiyeden geçmiş bulunan Kânûnî Sultan Süleyman, hem dirâyetli bir kumandan, hem çok zekî ve teşkilatçı bir devlet adamı, hem de âlim ve edip bir şahsiyetti. İstanbul Aksaray’daki Vâlide Câmii’ni yaptırmış olan Pertevniyâl Vâlide Sultan vefât ettiğinde, sâlih bir kimse onu rüyâsında güzel bir makamda gördü ve sordu: “–Yaptırdığın mâbed dolayısıyla mı Allâh seni bu makâma yükseltti?” Pertevniyâl Vâlide Sultan:
“–Hayır.” dedi. O sâlih zât şaşırarak: “–O hâlde hangi amelinle bu mertebeye nâil oldun?” diye sordu. Vâlide Sultan şu ibretli cevâbı verdi: “–Çok yağmurlu bir gündü. Eyüb Sultan Câmii’ne ziyârete gidiyorduk. Kaldırımın kenarında oluşan su birikintisi içinde cılız bir kedi yavrusunun çırpındığını gördüm. Faytonu durdurdum; yanımdaki bacıya:121 «–Git de, şu kediciği alıver; yoksa zavallı yavru boğulacak!..» dedim. Bacı ise: «–Aman Sultânım! Senin de benim de üstümüz kirlenir.» deyip yavruyu getirmek istemedi. Ben de onu kırmamak için arabadan kendim inip çamurun içine girdim ve o kedi yavrusunu kurtardım. Kedicik titriyordu. Acıdım ve onu kucağıma alıp, iyice ısıttım. Çok geçmeden zavallıcık canlanıverdi. Allâh Teâlâ, o kediye olan küçük hizmet ve merhametimden dolayı bana bu yüce makâmı ihsân eyledi.” İşte bâzen, çok basit ve önemsiz gibi görünen küçük bir iyilik, Cenâb-ı Hakk’ın merhametini o kadar celbedebilir ki, büyük ikram ve lutuflara vesîle olur. Bu yüzden insan, çoğu zaman önemsiz zannedilen küçük hayırlardan bile kendini müstağnî görmemelidir. Zîrâ insanın dünyâda da ukbâda da büyük-küçük her hayrın mânevî yardımına ihtiyâcı vardır… Pederim Mûsâ Efendi, mahlûkât ile dost olmak husûsunda başlarından geçen bir vak’ayı şöyle anlatmışlardı: “Tahmînen kırk sene evvel, Muhterem Üstad Sâmi Efendi -kuddise sirruh- ile Medîne-i Münevvere’de bir ev kiralamıştık. Zamanın şartlarına göre o zamanki evler ker***tendi. Kendi istirahatleri için hazırladığımız odaya teşrif ettiklerinde köşede kıvrılmış bir yılan görüp gayr-i ihtiyârî heyecanlandık. Kendileri ise sükûn ve huzûr içinde: «–Allâh’ın bu mahlûkunu kendi hâline bırakın ve ona dokunmayın.» buyurdu. Nihâyet bir müddet sonra hayvancağız ortalıktan kayboldu.” Yine Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır: “Bir hac mevsiminde idi. Muhterem Üstâd Sâmi Efendi Hazretleri ve evlâtları ile Mekke-i Mükerreme’de Beytullâh Mescidi’ne yakın, Türkistanlı Abdüssettâr Efendi’nin, Ecyâd semtindeki evinde idik. Efendi Hazretleri’nin odası, sokağa karşı, refikleri olan bizlerin ise içe doğru idi. Bir öğle vakti, bulunduğumuz odanın kapısına geldiler ve:
«–Dışarıda birisinin gâlibâ yemeğe ihtiyâcı var!» buyurdular. Fakir, hemen verilecek yemekleri hazırlayıp kapıya çıktığımda, ortalıkta kimseyi göremedim. Beklemeyip gittiğini tahmin ederek geri döndüm. Sekiz on dakika geçmişti ki, Efendi Hazretleri tekrar kapıda göründüler: «–O muhtaç tekrar geldi; içeriye bakıyor!» buyurdular. Tekrar yemekleri alıp kapının önüne çıktığımda, dilini dışarı çıkarıp içeriye bakan hayvancağızı, yâni acıkmış köpeği gördüm. Hemen yemekleri olduğu gibi önüne koydum. Çok acıkmış olacak ki, hepsini yiyiverdi.” İşte büyüklerin nezâket ve tevâzuu böyle olur. Sâmi Efendi Hazretleri, o acıkmış köpeği cins ismiyle çağırmamış, “kişi” tâbirini kullanmıştı. Hattâ çok zaman hayvanlardan bahsederken bile “yaratık” yerine, “Allâh’ın kulu” tâbirini kullanırlardı. Çünkü Yaratan’dan ötürü yaratılanlara gösterilen ahlâk güzelliği, hakîkatte Yaratan’a arz edilmiş, O’na candan bağlı bir gönlün, yâni kalb-i selîmin güzelliğidir. Yüce dînimiz İslâm, her fırsatta ve pek çok vesîleyle, canlı-cansız bütün varlıklara karşı güzel davranmamızı telkîn etmektedir. Bu cümleden olarak Mekke’nin harem bölgesindeyken ve ihramlıyken ağaç kesmek, ot koparmak, avlanmak, hattâ avcıya avı göstermek gibi bâzı fiilleri yasaklamış ve bu yasakları çiğneyenler hakkında muhtelif cezâlar tâyin etmiştir. Böylece mü’minlerin, harem bölgesinde küçük günahları dahî işlememe, hiçbir bitki ve canlıya zarar vermeme gibi tam mânâsıyla “zararsızlık” ifâde eden bir hâl ve kıvâma gelmelerini murâd etmiştir. İnsan, hac mevsiminde yaptığı temrinlerle öyle bir hassâsiyet kazanacak ki, rafes, fısk ve cidâli bertarâf etme husûsunda zirveye çıkacak. Bir ot dahî koparmayacak, kadın-erkek birlikte tavâf, sa’y ve vakfe yaparken rafesten korunacak, devamlı ayaklarının ucuna bakarak fısktan ve cidâlden berî kalacak… İslâm’ın bu hassâsiyeti sâdece harem bölgesine ve ihram hâline mahsus değildir. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Kim bir sidre ağacını keserse, Allâh onun başını cehenneme uzatır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 158159/5239) Bu hadis hakkında kendisine sorulunca Ebû Dâvûd şu cevâbı vermiştir: “Bu hadis muhtasardır, mânâsı şudur: Kırda bayırda yolcuların ve hayvanların gölgesinden istifâde ettikleri bir sidre ağacını, o ağaçta herhangi bir hak sâhibi olmayan bir kimse, haksız olarak keserse Allâh onun başını cehenneme uzatır, demektir.” İslâm’ın, insan ve hayvan ile birlikte nebâtâta dahî şâmil olan sevgi ve alâkasına misal gösterilebilecek şu hâdise ne kadar ibretlidir:
Asbâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- Şam’da ağaç dikmekteydi. Yanına birisi yaklaştı ve: “–Sen, Hazret-i Peygamber’in dostu olduğun halde, ağaç dikmekle mi meşgul oluyorsun?” diyerek gördüğü hâl karşısındaki şaşkınlığını ifâde etti. Ebu’d-Derdâ Hazretleri de o kimseye şu cevâbı verdi: “–Dur bakalım, hakkımda böyle rastgele, çarçabuk hüküm verme! Ben Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i şöyle buyururken işittim: «Bir kimse ağaç diker de o ağacın meyvesinden bir insan veya Allâh’ın mahlûkâtından herhangi bir varlık yerse, bu, o ağacı diken kimse için sadaka olur.»” (Ahmed, VI, 444) Tabiî bunun aksine bitkilere ve diğer canlılara zarar vermek de vebâli mûcip bir davranıştır. Nitekim ecdâdımız bunu; “Yaş kesen, baş keser.” diyerek veciz bir sûrette ifâde etmişlerdir. Peygamber Efendimiz, insanları ağaç dikmeye ve çevreyi yeşillendirmeye teşvik etmiştir. Kendisi de ashâbına bu hususta bizzat örnek olmuştur. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâşöyle nakleder: Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, iki kabrin yanından geçerken onlar hakkında: “İkisi de azap görüyorlar, ancak (kendilerine göre) büyük bir günahtan dolayı değil. Birisi söz götürüp getirdiğinden, diğeri de küçük abdest bozarken îcâb ettiği sûrette korunmadığından (üzerine sıçrattığından) dolayı muazzeb oluyor.” buyurdu. Akabinde yaş bir hurma dalı istedi. Onu ikiye ayırdı ve daha sonra bunları kabirlerin başına birer birer dikti. Sonra da sözlerine şöyle devâm etti: “Kurumadıkları müddetçe onların azâbını hafifletmeleri umulur.” (Müslim, Tahâret, 111) Zîrâ yaş bir yaprak dahî bizim idrâkimizin dışında zikir hâlindedir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbîh eder. O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbîhini anlamazsınız. O, hilm sâhibidir, bağışlayıcıdır.” (el-İsrâ, 44) Velhâsıl, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı bâzen büyük bir şeyde, bâzen orta, bâzen de küçük bir şeyde gizlidir. Gazabı için de aynı şey geçerlidir. Öyleyse Allâh’ın bütün mahlûkâtına şefkat, merhamet ve muhabbetle yaklaşmalı, gerektiğinde hizmetlerine de koşmalıdır. İslâm, bütün canlılara, insanlara, hayvanlara ve bitkilere dahî merhamet ve muhabbetle muâmeleyi emreder. Onların her birine karşı insanoğlunun vazîfeleri vardır. İşte İslâm’ın güzelliği, bütün varlıkları ihâta eden bu âlemşümûl muhabbet ve merhamet anlayışında gizlidir. Bir müslüman, uzun yollar boyunca bin bir canlıya; hayvanâta, ağaca, güle, sümbüle,
bülbüle hizmet ederek akıp giden ve bereket taşıyan bir ırmak gibidir ki, sonunda onun varacağı menzil ancak sonsuzluk ve vuslat deryâsıdır. Güneş için ısıtmamak nasıl imkânsız ise, büyük ruhlar için de mahlûkâta acımamak öyle imkânsızdır. Merhamet, bütün âleme yayılmış ilâhî bir cevherdir. O sevgi ve şefkatin kaynağı da Cenâb-ı Hak’tır. Merhametten mahrûm olanlar, en büyük hazineyi, yâni saâdetin kapısını açacak anahtarı yitirmişlerdir. Muhabbetin kaynağına Allâh ve Rasûlü’nde erişen Hak dostları, ebediyyen bütün mahlûkâtın dostu olarak kalırlar. Onlar mâzî olmazlar, ömürleri, vefatlarından sonra da devâm eder. Hak dostu Yûnus Emre Hazretleri bunu ne güzel ifâde eder:
Yûnus öldü deyû salâ verirler
Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez… 2. Allâh Korkusu, Havf ve Recâ
Îmanda kemâle eren mü’minlerin fârik vasıflarından biri de onlardaki tâzîm ve muhabbetten neş’et eden Allâh korkusudur. Esâsen Allâh korkusu; Rabbimizin biz kullarına olan nihâyetsiz muhabbetini, rızâ ve hoşnutluğunu kaybetme korku ve endişesidir. Bu yüzden, îmanda kemâle eren mü’minlerin büyük bir teyakkuz içindeki kalbleri, Allâh zikredildiği zaman büyük bir haşyetle ürperip titrer. Bu hâl, mü’minlerin Allâh’a karşı sâhip olmaları gereken edep, ihlâs ve takvâ gibi yüksek hâlleri de beraberinde getirir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Mü’minler ancak, Allâh zikredildiği zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğunda îmanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (el-Enfâl, 2) “…(Ey Nebî!) O mütevâzı, itaatkâr ve samîmî insanları müjdele! Onlar ki Allâh anıldığı zaman kalbleri titrer…” (el-Hac, 34-35) Bir kimsenin Allâh hakkındaki bilgi, mârifet ve muhabbeti ziyâdeleştikçe, Allâh korkusu da o nisbette artar. Nitekim Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Ben Allâh’ı en iyi bileniniz ve O’ndan en çok korkanınızım.” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 72; Müslim, Fedâil, 127) Yine bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e: “–Kur’ân tilâveti için hangi ses ve kıraat daha güzeldir?” diye sorulmuştu. Allâh Rasûlü şu cevâbı verdi:
“–Kur’ân okuyuşunu duyduğunda Allâh’tan korktuğunu hissettiğin kimsenin sesi ve kıraatidir.” (Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 34) Allâh’tan hakkıyla korkanlar, başka hiçbir şey karşısında korku duymazlar. Allâh korkusu, kalblerin saâdet ışığıdır. Rablerinden korkan mü’minler, Allâh’ın kendilerinden, kendilerinin de Allâh’tan râzı olduğu kimselerdir.122 Cenâb-ı Hak böyle kullarına, iki cennet va’detmektedir.123 Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “Sinek başı kadar bile olsa, gözünden Allâh korkusuyla yaş çıkan ve bu yaşı yanaklarına değecek kadar akan hiçbir mü’min yoktur ki, Allâh onu (ebedî) ateşe harâm etmesin!” (İbn-i Mâce, Zühd, 19) “Allâh korkusu sebebiyle ağlayan kişi, (sağılan) süt memeye dönmedikçe cehenneme girmeyecektir. Allâh yolunda kaldırılan toz ile cehennem dumanı aslâ bir araya gelmez.” (Tirmizî, Zühd, 8/2311) “Allâh katında iki damla ve iki izden daha sevimli bir şey yoktur: İki damla; haşyetullâh sebebiyle akan gözyaşı ile Allâh yolunda akıtılan kan damlasıdır. İki iz de; Allâh yolunda (cihâd ederken) bırakılan iz ile Allâh’ın farzlarından birini edâ esnâsında bırakılan izdir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 26/1669) Mü’minlerin Allâh korkusuyla döktükleri gözyaşları, fânî gecelerin zîneti, kabir karanlıklarının kandilleri, cennet bahçelerinin şebnemleridir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in hikmet ve esrârı karşısında duygulanmayan yürekten ve Allâh korkusuyla yaşarmayan gözden cümlemizi muhâfaza buyursun. Zîrâ Allâh Teâlâ, haşyetullâhtan mahrûm olan katı kalbli kimseleri zemmederek şöyle buyurmaktadır: “…(Ne var ki) bunlardan sonra yine kalbleriniz katılaştı. Artık kalbleriniz taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, yarılır da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allâh korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır. Allâh yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir.” (el-Bakara, 74) Habîb-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Allâh’ım, faydasız ilimden, korkmayan kalbden, doymayan nefisten ve icâbet edilmeyen duâdan Sana sığınırım.” niyâzıyla bu hâlden Rabbine ilticâ etmiştir. (Müslim, Zikir, 73) Allâh’tan korkmayan kimse, hayvanâttan ve cemâdâttan daha aşağı seviyededir. Nitekim atalarımız, “Kork, Allâh’tan korkmayandan!” demişlerdir. Hakîkaten onların âkıbeti
korkulacak bir âkıbettir. Zîrâ onlardaki kalb katılığı, gaflet karanlığı ve hissizlik, cansız varlıklarda bile yoktur. Nitekim pek çok ilâhî beyâna göre cansız zannedilen varlıklar bile Allâh korkusu ile hâlden hâle girmektedir. Bu gerçeği ifâde eden bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik Allâh korkusundan onu baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.” (el-Haşr, 21)124 Mü’minlerin kalbinde, Allâh’ın rızâ ve muhabbetinden mahrum kalıp gazabına dûçâr olma korkusuyla; O’nun sonsuz rahmet ve merhametine nâil olabilme ümîdi dâimâ bir arada bulunmalıdır. Yâni mü’minin kalbi, korku ile ümit kutupları arasında kulluk heyecânı içinde titremelidir. Korku ile ümit duyguları arasındaki bu muvâzene; “beyne’l-havfi ve’r-recâ” şeklinde tâbir olunmuştur. Mü’min, dâimî bir duâ, hiçlik ve ilticâ hâlinde bulunup, yakîn (ölüm) gelinceye kadar bu kalbî âhengi muhâfaza etmelidir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur: “…Allâh’a, korkarak ve (rahmetini) ümîd ederek duâ edin. Muhakkak ki ihsan sâhiplerine Allâh’ın rahmeti çok yakındır.” (el-A’râf, 56) “…O’nun rahmetini umarlar ve azâbından korkarlar. Çünkü Rabbinin azâbı, sakınılacak bir azaptır.” (el-İsrâ, 57) Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur: “Eğer mü’min, Allâh’ın azâbının şiddet ve keyfiyetini bilseydi, cennet ümîdine kapılmazdı. Kâfir de Allâh’ın rahmetini tam olarak idrâk edebilseydi, O’nun cennetinden aslâ ümîdini kesmezdi.” (Müslim, Tevbe, 23) “Cennet, her birinize ayakkabısının bağından daha yakındır. Cehennem de aynen öyledir.” (Buhârî, Rikâk, 29) Bu bakımdan, ebedî saâdet ve selâmetin yolu, Allâh’a duyulan korku ve ümit duygularını kalbde âhenk içinde muhâfaza etmekten geçer. Zîrâ seven, dâimâ sevdiğini incitme korkusuyla ve onun muhabbetini kaybetme endişesi ile yaşar. Mü’min de Allâh’ın muhabbetini kaybetmekten korkmalı, fakat O’nun rahmetinden de ümitvâr olmalıdır. Fazîlet ve İbret Tabloları
Hazret-i Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu duâyı çok yapardı: «Ey kalbleri çekip çeviren Allâh’ım! Kalbimi dinin üzerine sâbit kıl!» Ben (bir gün kendisine):
«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz Sana ve Sen’in getirdiklerine inandık. Sen bizim hakkımızda korkuyor musun?” dedim. Bunun üzerine bana şöyle cevap verdi: “–Evet! Kalbler, Rahmân’ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği gibi çevirir.” (Tirmizî, Kader, 7/2140) Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- diyor ki: “Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalbleri ürpererek yapanlar var ya, işte hayır işlerine koşan ve hattâ bunun için yarışanlar onlardır.” (el-Mü’minûn, 60-61) âyetleri nâzil olunca Allâh Rasûlü’ne: “–Âyette zikredilenler, zinâ, hırsızlık ve içki gibi haramları işleyenler midir?” diye sormuştum. O da: “–Hayır ey Sıddîk’ın kızı! Âyette anlatılmak istenenler, namaz kıldığı, oruç tuttuğu ve sadaka verdiği hâlde, bu ibâdetlerinin kabûl olup olmama endişesiyle korkanlardır.” buyurdu. (Tirmizî, Tefsîr, 23/3175; İbn-i Mâce, Zühd, 20) Müslüman, amellerine ve yaptığı iyiliklere güvenmemelidir. Allâh’ın rahmetine sığınmaktan başka bir çıkar yol yoktur. Süheyl bin Amr, Kureyşlilerin hatîbi idi. Sözün ziyâdesiyle tesirli olduğu bir devirde, devamlı İslâm aleyhine konuşurdu. Bu zât Bedir Gazvesi’nde esir alındı. Hazret-i Ömer: “–Yâ Rasûlallâh! Müsâade buyur, Süheyl’in ön dişlerini sökeyim de dili dışarı sarksın! Bundan sonra hiçbir zaman ve hiçbir yerde Sen’in aleyhinde hutbe îrâd edemesin?!” dedi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Bırak onu ey Ömer! Ben, onun uzuvlarına böyle bir zarar veremem. Şâyet bunu yapacak olursam, peygamber olmama rağmen, Allâh da aynısını bana yapar. Acele etme, gün gelir o, senin medhedip hoşlanacağın bir makamda konuşma yapar ve seni sevindirir.” buyurdu. (İbn-i Hişâm, II, 293) Peygamber Efendimiz bu davranışıyla, dâimâ Allâh’tan korkup, O’nun gazabını celbedecek bir davranışta bulunmaktan son derece sakınmak gerektiğini tâlîm etmiş oldu. Nitekim Allâh Rasûlü’nün vefâtından sonra, insanlar arasında irtidat hareketlerinin başgösterdiği bir hengâmede, Süheyl bin Amr -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü’nün haber verdiği o medhe şâyan konuşmasını yapmıştır. Ezcümle şöyle diyordu: “…Vallâhi, ben iyi biliyorum ki bu dîn, güneşle ayın doğuşu ve batışı devâm ettikçe, dipdiri ayakta kalacaktır…” Süheyl bin Amr -radıyallâhu anh-, hutbesini bitirdiğinde halk teskin oldu. Ömer -radıyallâhu anh-, Hazret-i Süheyl’in bu konuşmasını işittiğinde, Allâh Rasûlü’nün sözünü hatırladı ve:
“–Sen’in, Allâh’ın Rasûlü olduğuna bir kez daha şehâdet ederim (yâ Rasûlallâh)!” demekten kendini alamadı. (İbn-i Hişâm, IV, 346; Vâkıdî, I, 107; Belâzurî, I, 303-304; İbn-i Abdilberr, II, 669-671; Hâkim, III, 318/5228) Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın naklettiğine göre, havanın aşırı rüzgarlı olduğu anlarda veya gökyüzünde siyah bir bulut görüldüğünde, Peygamber Efendimiz’in yüzünün rengi değişir, bâzen o buluta karşı durur bakar, bâzen geri döner, eve girer çıkardı. Yağmur yağdığında ise sevinirdi. Bu tavırlarının sebebi sorulduğunda, Âd Kavmi’ne gelen azâbın kendi ümmetinin başına gelmesinden endişe ettiğini söylerdi. (Müslim, İstiskâ, 14-16) Efendimiz’in ümmetine olan merhameti, bir anne-babanın evlâdına duyduğu merhametten daha ziyâdedir. Cenâb-ı Hak bunu şöyle haber verir: “And olsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (et-Tevbe, 128) Allâh Rasûlü, hiçbir beşerin kendisi kadar korkutulmadığını, ezâ ve meşakkat görmediğini, açlığa mâruz kalmadığını beyân etmiştir.125 Bu meşakkatler, Allâh’ın kullarını Allâh’ın yoluna döndürme uğruna çekilmişti. Peygamber Efendimiz bundan aslâ şikâyetçi değildi. O’na göre bir tek insanın kurtarılması bile, üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha üstündü. Tâif’te taşlanmış, ayakları kan revân içinde kalmıştı, lâkin bir kölenin hidâyete ermesi, Allâh Rasûlü’nün gönlünü ferahlatmıştı. Ebû Bekir Sıddîk -radıyallâhu anh- şöyle buyurur: “Ben Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında iken O’na şu âyet-i kerîme nâzil oldu: «Kim bir kötülük yaparsa cezâsını görür ve Allâh’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilir.» (en-Nisâ, 123) Peygamber Efendimiz: «–Ey Ebû Bekir! Bana indirilen bir âyeti sana okutayım mı?» buyurdu. Ben: «–Tabiî ki yâ Rasûlallâh!» dedim. Bana bu âyeti okuttu. Sanki belimin kırılıp ayrıldığını hissettim ve öylece kasılıp kaldım. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-: «–Neyin var, ne oldu ey Ebû Bekir?» diye sordu. «–Anam babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Hangimiz kötülük işlemez ki? Şimdi biz işlediklerimiz yüzünden muhakkak cezâlandırılacak mıyız?» diye üzüntümü ifâde ettim. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu îzahta bulundu:
«–Ebû Bekir! Sen ve mü’minler, hatâlarınız sebebiyle dünyâda (bâzı sıkıntı ve meşakkatlere uğratılarak) cezâlandırılırsınız. Öyle ki sonunda Allâh’a günahsız olarak kavuşursunuz. Diğerlerine gelince onların yaptıkları biriktirilir ve cezâları kıyâmet günü verilir.»” (Tirmizî, Tefsîr, 4/3039)
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın Allâh korkusunu aksettiren şu misal ne kadar ibretlidir: Ebû Bekir -radıyallâhu anh- berrak bir havada dışarı çıkmıştı. Semâya bakıyor, Allâh Teâlâ’nın kullarına ibret için sergilediği bin bir türlü kudret akışlarını seyrediyordu. Gözü bir kuşa takıldı. Ağacın dalına konmuş, güzel sesiyle tatlı tatlı ötüyordu. Hazret-i Ebû Bekir içini çekti. Gıpta ve hasretle kuşa şöyle seslendi: “–Ne mutlu sana ey kuş! Vallâhi ben de senin gibi olmak isterdim. Ağacın üzerine konuyorsun, meyvelerinden yiyorsun, sonra da uçup gidiyorsun. Ne hesap var ne de azap! Vallâhi Rabbimin huzûrunda hesâba çekilecek bir insan olmaktansa, yolun kenarında bir ağaç olmayı, bir devenin gelip beni ağzına alarak ezmesini ve yiyip yutmasını ne kadar isterdim!” (İbn-i Ebî Şeybe, VIII, 144) Yine Ebû Bekir -radıyallâhu anh- bir gün kıyâmeti, mîzânı, cenneti, cehennemi, meleklerin saf saf dizilmesini, göklerin dürülmesini, dağların savrulmasını, güneşin dürülmesini, yıldızların saçılmasını hatırladı, bunlar üzerinde tefekküre daldı. Sonra da Allâh korkusuyla: “–İsterdim ki, şu yeşillikler gibi bir yeşillik olaydım ve bir hayvan gelip beni yeseydi de yok olup gitseydim.” dedi. Bunun üzerine: “Rabbinin mâkamında durup hesap vermekten korkan kimseye iki cennet vardır.” (erRahmân, 46) âyet-i kerîmesi nâzil oldu. (Süyûtî, Lübâbu’n-Nukûl, II, 146; Âlûsî, XXVII, 117) Ashâb-ı kirâm, Cenâb-ı Hakk’ın: “Ey îmân edenler! Allâh’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) îkâzını hiçbir zaman akıllarından çıkarmıyor ve hep bu duygular içinde yaşıyorlardı. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- bir cuma günü çıkıp insanlara: “–Yarın toplanın da zekât develerini taksîm edelim; ancak hiç kimse izin almaksızın huzûrumuza girmesin!” dedi. Ertesi gün, bir kadın kocasının eline bir yular vererek: “–Şunu al git; kim bilir, belki Allâh Teâlâ bize bir deve nasîb eder.” dedi. Adam elinde yularla develerin dağıtıldığı yere varınca Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer’i zekât develerinin
bulunduğu ağılda buldu ve izin almaksızın yanlarına vardı. Onu gören Ebû Bekir -radıyallâhu anh-: “–Buraya nasıl girdin?” diyerek elindeki yuları aldı ve ona îkaz sadedinde hafifçe vurdu. Lâkin yaptığı bu harekete de çok üzüldü. Develerin taksîmini bitirdiğinde, o kişiyi çağırarak yuları kendisine verdi ve: “–Al, sen de bana vur, kısas yap!” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer: “–Allâh’a yemin ederim ki böyle bir şey olmayacaktır. Sen bunu kendinden sonrakiler için bir âdet olarak bırakma!” dedi. Ebû Bekir -radıyallâhu anh-: “–Peki o hâlde kıyâmet gününde beni Allâh’ın gazabından kim kurtaracak?” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer: “–Öyleyse onun gönlünü al!” tavsiyesinde bulundu. Hazret-i Ebû Bekir, hizmetçisine, adam için çuluyla birlikte bir deve getirmesini ve ayrıca beş dinar vermesini emretti. O zât da Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ı affetti. (Ali el-Müttakî, V, 595-596/14058) Ensâr’dan bir genç vardı. Kalbini cehennem korkusu sarmıştı. Cehennemden bahsedildiğinde ağlardı. Nihâyetinde evine kapandı. Bu durum Allâh Rasûlü’ne haber verildi. Efendimiz gencin yanına geldi. Genç, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hasretle baktı, hemen fırladı, Âlemlerin Efendisi’nin boynuna sarıldı ve rûhunu Hakk’a teslîm ederek yere yığıldı. Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurdu: “–Kardeşinizi yıkayıp kefenleyin! Cehennem korkusu onun ciğerini parçalamış. Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, Allâh onu ateşten korudu. Kim bir şeyi isterse onu elde etmenin yollarını arar, kim de bir şeyden korkarsa ondan kaçar.” (Hâkim, II, 536/3828; Ali el-Müttakî, III, 708/8526) Kâsım -rahimehullâh- şöyle anlatır: “Sabah çıktığımda önce (akrabam) Hazret-i Âişe’nin evine uğrar ve kendisine selâm verirdim. Bir gün yine evine gittiğimde, nâfile namaz kılıyor ve: «(Müttakîler şöyle derler: Şükürler olsun ki) Allâh bize lutfetti de bizi, o kavuran ateşten korudu.» (et-Tûr, 27) âyetini okuyordu. Kıyâmda duâ ediyor, ağlıyor ve bu âyeti tekrar edip duruyordu. Yoruluncaya kadar bekledim, daha sonra da bâzı ihtiyaçlarımı karşılamak üzere çarşıya gittim. İşlerimi bitirip döndüğümde Âişe -radıyallâhu anhâ- aynı vaziyette ayakta duruyor, namaz kılıyor ve ağlıyordu.” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 31) İbn-i Ebî Müleyke -rahimehullâh- şöyle demektedir: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından otuz kişiye ulaştım. Onların hepsi kendi nefsi için nifaktan korkuyorlardı. Onların hiçbirisi Cibrîl ve Mîkâîl’in îmânı gibi bir îmâna sâhip olduğunu söyleyemiyordu.” (Buhârî, Îmân, 36)
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, bir gün Hanzala -radıyallâhu anh-’a rastladı. Hâl ve hatırını sordu. Hanzala -radıyallâhu anh- büyük bir teessür ve endişe içinde: “–Hanzala münâfık oldu, ey Sıddîk!” dedi. Hazret-i Ebû Bekir: “–Sübhânallâh! Bu nasıl söz böyle?” deyince, Hanzala -radıyallâhu anh- şöyle devâm etti: “–Biz, Hazret-i Peygamber’in sohbetinde iken, O bize cennet ve cehennemi hatırlatıyor, hattâ onları gözümüzle görüyormuş gibi bir hâle bürünüyoruz. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrundan çıkıp çoluk-çocuğumuz ve dünyevî maîşetimizle meşgul olmaya dalınca da, duyduklarımızın pek çoğunu unutuveriyoruz. (O’nun sohbetindeki feyz ve rûhâniyetimizi kaybediyoruz.)” dedi. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-: “–Vallâhi, buna benzer hâller bizde de oluyor.” dedi. Bunun üzerine ikimiz kalkıp doğru Rasûlullâh Efendimiz’in huzûruna vardık ve durumu kendisine arz ettik. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de: “–Canım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, benim yanımdaki hâlinizi devamlı muhâfaza edip, zikr-i dâimî üzere olabilseydiniz, yatakta yatarken de, yollarda yürürken de melekler sizinle musâfaha ederlerdi. (Üç defa tekrarlayarak): «–Yâ Hanzala! Bâzen öyle, bâzen de böyle olur!»” buyurdu. (Müslim, Tevbe, 12) Görüldüğü üzere ashâb-ı kirâm, devamlı bir nefs muhâsebesi hâlinde yaşamışlardır. Hayâtın bütün meşakkatlerine rağmen asıl endişeleri, kalbî hayatlarında bir zaafa mahal vermemek olmuştur. Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir evin önünden geçerken, hâne sâhibinin, evin dışına taşacak kadar yüksek bir sesle Tûr Sûresi’ni okuduğunu işitti. Adam: “Rabbinin azâbı hiç şüphesiz vukû bulacaktır, onu defedecek hiçbir şey de yoktur.” (et-Tûr, 78) âyet-i kerîmesine gelince, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bineğinden indi, bir müddet duvara yaslanarak dinledi. Sonra bu âyetin îkâzındaki şiddetin tesiriyle evinde bir müddet hasta yattı.126 Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle demiştir: “Gökten gelen bir ses; «–Ey insanlar! Sadece bir kişi cehenneme girecek.» dese, acabâ o kimse ben miyim diye korkarım. «–Ey insanlar! Sadece bir kişi cennete girecek.» dese, o zaman da acabâ o kişi ben miyim diye ümîd ederim.”127 İşte mü’minlerin bu hâlet-i rûhiye içinde, yâni havf ve recâ arasında olması, âyet-i kerîmede de şöyle emredilir:
“(O müttakîler, geceleri namaz kılmak ve istiğfâr etmek için) yanlarını (tatlı) yataklarından ayırırlar. Rablerinin azâbından korkarak ve rahmetini umarak duâ ederler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da hayır yollarına infâk ederler.” (es-Secde, 16) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir defâsında Allâh Teâlâ’nın huzûrunda hesap vermenin zorluğunu düşünerek yerden bir saman çöpü almış ve: “Âh! Şöyle bir saman çöpü olsaydım, dünyâya hiç gelmeseydim, anam beni doğurmasaydı, büsbütün unutulup gitseydim.” diye hayıflanmıştır. (İbn-i Sa’d, III, 360-361) Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a: “–Ey mü’minlerin emîri! Namaz vakti gelince niçin yüzünüzün rengi değişiyor ve titremeye başlıyorsunuz?” diye sordular. Şöyle cevap verdi: “–Yerin ve göğün kaldıramadığı, dağların taşımaktan âciz kaldığı bir emâneti edâ etme zamanı gelmiştir. Onu kusursuz olarak yapabilecek miyim, yapamayacak mıyım, bilemiyorum.” Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-’ın, abdest esnâsında rengi değişirdi. Bunu gören bir kimse: “–Yâ Hasan! Abdest alırken niçin böyle sararıp soluyorsun?” diye sordu. O da şöyle cevap verdi: “–Yegâne kudret sâhibi, Azîz ve Celîl olan Allâh’ın huzûruna çıkma vakti gelmiştir.” Hasan -radıyallâhu anh-, mescide girerken de şöyle duâ ederdi: “Ey Rabbim! Kulun kapındadır. Ey lutuf sâhibi Allâh’ım! Günahkâr kulun Sana gelmiştir. Sen sâlih kullarına, kötü kimselerin kötülüklerini affetmeyi emrettin. Çünkü Sen af ve kerem sâhibisin. Ey Allâh’ım! Benim yaptığım kötülükleri de o af ve kereminle bağışlayıp bana merhamet eyle!” Ebû Bekir Verrâk Hazretleri’nin küçük bir oğlu vardı. Kur’ân-ı Kerîm öğrenmek için bir hocadan ders okumaktaydı. Bir gün mektepten benzi sararmış bir vaziyette, titreyerek ve erkenden döndü. Ebû Bekir Verrâk Hazretleri, bu duruma şaşırarak sordu: “–Hayırdır evlâdım, bu hâlin ne, niçin mektepten erken döndün?” Oğlu, o küçücük yüreğine yerleşmiş bulunan Allâh korkusu netîcesinde sonbahar yaprağına dönen bir çehre ile: “–Ey babacığım! Bugün hocamız bana Kur’ân’dan bir âyet öğretti, onun mânâsını idrâk edince korkumdan bu hâle geldim!” dedi. Bu defâ babası: “–Evlâdım, o hangi âyet-i kerîmedir?” dedi. Küçük çocuk okumaya başladı:
“Eğer inkâr ederseniz, çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek o günden kendinizi nasıl koruyacaksınız?” (el-Müzzemmil, 17) Daha sonra küçük yavru, bu âyetin dehşet ve heybetinden hasta olup ölüm döşeğine düştü, çok geçmeden de rûhunu teslîm etti. Babası bu hâdise karşısında çok duygulandı. Öyle ki, sık sık oğlunun kabrine gider ve ağlayarak kendi kendine şöyle derdi: “–Ey Ebû Bekir! Senin oğlun, Kur’ân’dan bir âyet öğrendi de Allâh korkusundan rûhunu teslîm etti. Sen ise bunca zamandır Kur’ân-ı Kerîm okursun, hâlâ hukûk-ı ilâhîden bir çocuk kadar dahî korkmazsın!” Şüphesiz ki bu hâdise, Cenâb-ı Hakk’ın, kalbine rikkat ihsân ettiği küçük bir yavrunun îman hassâsiyetini sergilemektedir. Fakat Allâh’ın kelâmını nasıl bir tefekkür ve kalbî rikkat ile okumamız gerektiğiyle birlikte azamet-i ilâhiye karşısında bürünmemiz gereken kalbî tavıra, yâni haşyetullâh’a da işâret etmektedir. Bu hâle ulaşmanın yolunu Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyan buyurur: “Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiret azâbından sakınan ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki: «HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?» Ancak akl-ı selîm sahipleri ibret ve öğüt alır.” (ez-Zümer, 9) Buna göre Hak katında gerçek ilim, kulu Allâh karşısında takvâ ve haşyet duygularına sevk eden bir ilimdir, yâni mârifetullâhtır. Bu ilme vâsıl olabilmek içinse, âyet-i kerîmede bildirildiği üzere şu hususlara riâyet etmek îcâb eder: 1. Geceleri secde ve kıyâm hâlinde olarak Cenâb-ı Hak’la kalbî beraberliği temin edebilmek. 2. Her an, her hâl ve her davranışımızda âhiretteki hesâbın endişesi içinde olarak fânîliği unutmamak. 3. Rabbimizin merhametini ümîd ederek dâimâ O’na duâ ve ilticâ hâlinde bulunmak. Zîrâ büyük ruhlar, dâimâ duâ hâlinde yaşarlar. Mansûr bin Ammâr şöyle anlatır: Bir gece sabah oldu zannıyla dışarı çıktım. Ancak henüz sabah olmadığını gördüm. Bir evin önünden geçerken içeride birisinin dertli dertli ağlayarak şu duâyı yaptığını işittim: “İlâhî, çok günah işledim. Kendime yazık ettim. Maksadım Sen’in sözünü imtihan etmek değildi. Ben kendi nefsime yenik düştüm. Hem gördüm ki ne kusur işlesem Sen bir şey yapmıyorsun, Sen’in Settâr sıfatına aldandım. İşlediğim günahları câhilliğimden işledim. Hatâ ettiğimi şimdi anladım. Bana azâb etsen hâlim nice olur! Vay bana, vay bana! Yâ Rabbî! Kullarına Sırât’ı geçmelerini emrettiğin gün kimisi cehenneme düşecek, kimisi cennete geçecek. Acabâ bu miskin kulun hangi gruptan olur?!”
Bu arada cehennemden bahseden bir âyet işitildi. İçerde münâcâtta bulunan genç, bir kez “Âh!” etti ve iniltisi kesildi. “Acabâ ne oldu ki sesi kesildi?” diye merak ettim. Evin yerini iyice tespit ettikten sonra evime döndüm. Sabah geldiğimde o kapı önünde bir cenâze vardı. Ne olduğunu sorduğumda annesi bana şunları anlattı: “–Bu ölen oğlumdur. Peygamber Efendimiz’in soyundandır. Gece olunca namazgâhında sabaha kadar ağlardı. Gündüz kazandıklarını fakirlere infâk ederdi. Cehennem âyetlerinden birini işitince dayanamadı, ağlaya ağlaya düştü ve rûhunu Hakk’a teslîm eyledi.” Ben de kendisine: “–Ey hanım, oğlun cennete girdi. Çünkü Allâh korkusundan ağlayan, cehenneme girmez. Bu hâlde canını teslîm eden hiç cehenneme girer mi? Allâh’a şükret!” dedim. Yavuz Sultan Selîm Han, yapılan hatâ ve gâfilâne hareketlere karşı son derece celâlli bir pâdişahtı. Ancak bu celâli de, cemâli gibi Allâh’ın emirleri dâiresinde âdeta eriyip yok olmuştu. Ondaki Allâh korkusu her şeyin üzerindeydi. Bir seferinde, hazinedeki ihmallerinden dolayı vâkî olan hırsızlık sebebiyle yaklaşık kırk kişinin öldürülmelerini emretmişti. Durumu öğrenen Şeyhulislâm Zenbilli Ali Efendi, karar icrâ edilmeden buna mânî olabilmek için alelacele ve destur bile almadan Yavuz’un yanına vardı. Hâdisenin aslını bir de Sultan’dan dinledi. Yavuz: “–Efendi Hazretleri! Duyduklarınız doğrudur, ancak sizin devlet işlerine karışmaya hakkınız yoktur…” şeklinde sert bir cevap verdi. Bunun üzerine Şeyhulislâm Zenbilli Ali Efendi, aynı sertlikle şu mukâbelede bulundu: “–Sultanım! Ben size şer’î hükümleri bildirmeye geldim. Zîrâ bizim vazîfemiz sizin âhiretinizi korumaktır…” Yüce İslâm’ın kıldan ince, kılıçtan keskin ölçüsü karşısında sâkinleşen Yavuz Sultan Selîm Han: “–Umûmî ahvâlin düzelmesi için bir fırkanın öldürülmesine cevaz yok mudur?” diye sordu. Zenbilli Ali Efendi: “–Bunların öldürülmesi ile âlemin düzelmesi arasında bir alâka yoktur. Suçlarına göre cezâ gerekir…” dedi. Koca orduları dize getiren pâdişah, başını önüne eğdi ve kararını geri aldı. Bundan son derece memnûn olan Zenbilli, tam huzûrdan ayrılıyordu ki, tekrar geri döndü. Kendisine merakla bakan Yavuz’a: “–Sultanım! Birinci talebim, dînimizin hükmünü teblîğden ibâretti. İkinci bir talebim daha var ki, bu da sâdece bir ricâdır…” dedi ve ilâve etti:
“–Sultanım! Bu mücrimlerin suçları kendilerine âittir. Ancak onlar, hapisteyken mâsum âilelerine kim bakacak? Dolayısıyla sizden ricam, verilecek cezâ bitene kadar bu mücrimlerin âilelerine nafaka bağlamanızdır.” (Bkz. Mustafa Nûri Paşa, Netâicü’l-Vukûât, Ankara 1987, c. I-II, s. 90-91) Bu ikinci talebi de yerine getiren Yavuz, hiç şüphesiz ki farkında olduğu ilâhî mes’ûliyetin îcâbını îfâ ediyordu. Yine buna benzer bir mes’elede Zenbilli Ali Efendi, Sultân’ı îkâz etmişti. Fakat Sultan, verdiği kararda kendisini haklı gördüğünden Şeyhulislâm’a evvelki gibi: “–Sizin vazîfeniz devlet işlerine karışmak değildir!..” demişti. Bu tehditkâr hitâba karşı Zenbilli Ali Efendi de pervâsız bir şekilde: “–Sultanım! Bunlar âhiret işlerindendir ve bizim müdâhale etmeye hakkımız vardır. Şâyet verdiğiniz yanlış karardan vazgeçmezseniz, rûz-i mahşerdeki şiddetli azâba hazır olunuz!..” dedi. Şeyhulislâm, bu sözlerinden sonra Sultân’a selâm bile vermeden dönüp gitti. O sıra sefer üzre olan Yavuz Sultan Selîm Han, hiç kimseden görmediği bu tavır karşısında biraz hiddetlendi ise de, hakîkati anladı ve Şeyhulislâm’ın îkâzını kabûl edip ona göre kararını değiştirdi. Zenbilli Ali Efendi’ye de özür dileyen bir mektup bıraktı. Cihan pâdişâhı da olsa, kalbindeki Allâh korkusu, Yavuz’u kendi arzusuna göre hareket etmekten alıkoymuştur. Şeyhulislâm’ın Allâh korkusu ise ona büyük bir cesâret vermiş, her şeyi göze alarak Yavuz gibi sert bir pâdişâhı bile hiç korkmadan ikâza sevk etmiştir. Zamanın vezirlerinden biri, büyük mutasavvıf Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri’yle görüştü ve: “–Bana himmet buyur, gece-gündüz pâdişâhın hizmetiyle meşgulüm, iyiliğini umuyorum, fakat darılıp azarlamasından korkuyorum.” dedi. Zünnûn Hazretleri ağladı ve: “–Eğer ben, senin pâdişahtan korktuğun kadar Allâh’tan korksaydım sıddîklar zümresinden olurdum.” dedi. Velhâsıl, “Her hayrın başı Allâh sevgisi, hikmetin başı da Allâh korkusudur.” Allâh’ı seven ve tanıyan bir kimse O’nun muhabbetine lâyık olamama ve azâbına dûçâr olma korkusuyla dâimâ dikkatli davranır, hayâtını ihsan kıvâmında yaşar. Kul, Allâh’tan hakkıyla korkarsa hayâtına İslâm muhtevâsında bir istikâmet verir ve bütün dünyâ ve âhiret korkularından emîn olur. Nitekim Âlemlerin Efendisi şöyle buyurur: “Üç şey vardır ki münciyâttandır, insanı kurtarır: Gizli ve açıkta Allâh’tan haşyet duymak, yâni korkmak, rızâ ve gazap hâlinde adâleti sağlamak, fakirlik ve zenginlik ânında iktisatlı olmak.
Şu üç şey de mühlikâttan, helâk edici şeylerdendir: Kendisine tâbî olunan hevâ, cimrilik ve kişinin kendisini beğenmesi.” (Münâvî, III, 404/3471) Dünyâ ve âhirette huzur ve saâdete kavuşabilmek için, bu fânî âlemde Allâh’tan lâyıkıyla korkarak, rükû ve secdelerimizi, duâ ve niyazlarımızı, gözyaşlarımızla yoğurmalı, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine nâiliyet ümîdiyle O’na ilticâ etmeliyiz.
3. Tâzîm
Tâzîm, îmandan neş’et eden takvâ, muhabbet, tevâzû, kadirşinaslık gibi güzel duyguların ve kalbî hassâsiyetlerin bir hâsılasıdır. Zâten İslâm’ın özü de kısaca şu iki ölçü çerçevesinde târif edilmiştir: a. “Tâzîm li-emrillâh”, yâni Allâh’ın emirlerini titizlik ve ihtirâm içinde yerine getirmek. b. “Şefkat alâ halkillâh”, yâni Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhamet göstermek. En büyük edeb, Cenâb-ı Hakk’a karşı tâzîm göstermektir. Bunun da en güzel ve güçlü tezâhürü ibâdetlerde kendini gösterir. Daha sonra, Allâh’a yakınlık derecelerine göre diğer varlıklara hürmet duygularıyla yaklaşmaktır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “…Her kim Allâh’ın şiarlarına (dînin alâmetlerine) tâzîm gösterirse, şüphesiz bu, kalblerin takvâsındandır.” (el-Hac, 32) Buna göre namaz, Kur’ân-ı Kerîm, Ezân-ı Muhammedî, kurban gibi nice mukaddes emânetler ile Kâbe-i Muazzama, Safâ-Merve Tepeleri gibi nice kudsî mahaller, hep Allâh’ın birer şiârı hükmündedir. Hac ve umre esnâsında, bunlara hürmette kusur etmeyip bilhassa tâzîm göstermek îcâb eder. Kâbe’ye doğru ayak uzatarak oturmak veya yatmak, o mübârek mekânlarda boş ve mâlâyânî konuşmalarda bulunmak, bilhassa Kur’ân-ı Kerîm’i saygısız bir şekilde tilâvet etmek, dinlemek ve tâzîmi zedeleyecek şekilde onu yere koymak gibi nâhoş davranışlardan sakınmak gerekir. Allâh -celle celâlühû-; Zât-ı İlâhî’sine, peygamberlerine, velîlerine ve mukaddes emânetlere hürmet ve tâzîmde bulunanları âbâd eylemiş, üzerlerine dâimâ rahmetini indirmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- içlerinde bulunduğu müddetçe, Mekke müşriklerine dahî azâb etmemiştir.128 Kur’ân-ı Kerîm’de ibretli kıssaları anlatılan Firavun’un sihirbazları, Allâh’ın şiarlarına tâzîmin getirdiği müstesnâ nâiliyetlere en güzel misallerden biridir. Nitekim Firavun, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm-’ın mûcizeleri karşısında âciz kalınca, Mısır sihirbazlarını topladı, onlara büyük
mükâfatlar va’detti. Lâkin sihirbazlar, musâbakaya başlarken Allâh’ın Peygamber’i Mûsâ aleyhisselâm-’a nezâketle tâzîm gösterip öncelik hakkını onun tercihine bıraktılar. Bu nâzik tavır, Cenâb-ı Hakk’ı hoşnud etmiş olacak ki, daha o an sihirbazların gönüllerinde hidâyet muhabbeti neşv ü nemâ bulmaya başladı. Ardından da şâhid oldukları mûcizevî tecellîler, o kalbî zeminde îman şerefini tatmalarına vesîle oldu. Hem de öyle bir îman ki, candan fedâkârlık mukâbilinde bile aslâ tâviz verilmeyen kâmil bir îman… Hazret-i Mevlânâ bu kıssada sergilenen, Allâh’ın şiarlarına tâzîm sırrının tecellîlerini şöyle ifâde buyurur: “Sihirbazlar, büyük bir peygambere, Allâh’a yakın yüce bir kula, müsâbakanın başında öncelik tanıyarak gösterdikleri nezâket, iltifat ve hürmet dolayısıyla tevhîd akîdesine geldiler, fakat o büyük peygamberle müsâbakaya çıkmaları sebebiyle de cezâya uğradılar.” Osman Gâzî’nin Kur’ân-ı Kerîm’e hürmet ve tâzîmi neticesinde gördüğü rüyâ ve bu rüyâyı tâbir eden Şeyh Edebali Hazretleri’nin kızını onunla evlendirmesi de meşhur bir hâdisedir. Bu sebeple dünyâ târihinin en uzun ömürlü devleti olan Osmanlı’nın temelinde Kur’ân-ı Kerîm’e karşı gösterilen hürmet, tâzîm, muhabbet, nezâket ve hizmetin bulunduğunu söylemek mümkündür. Kuvvetini Kur’ân-ı Kerîm’e dâsitânî bir hürmetten alan bu Devlet-i Aliyye, daha sonra mukaddes emânetlere sâhip olunca, onları da târihte misli görülmemiş bir tâzîm ile muhâfaza etmiş, ayrıca Harameyn-i Şerîfeyn’e, lâyık olduğu hürmet ve kudsiyete münâsip bir sûrette uzun asırlar hizmet etmiştir. Fazîlet ve İbret Tabloları
Ebû Hüreyre’den rivâyet edildiğine göre, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mescidin kıble tarafında bir balgam görmüştü. İnsanlara dönerek: “–Bâzılarına ne oluyor ki Rabbine yöneliyor ve önüne tükürüyor. Biriniz kendisine dönülüp yüzüne tükürülmesini ister mi?..” îkâzında bulundu. (Müslim, Mesâcid, 53) Cüneyd-i Bağdâdî, takvâ ehli olduğu söylenen birini ziyâret için gittiğinde, onun kıble istikâmetine tükürdüğünü gördü. Bunun üzerine: “Bu adam sünnete uymuyor!” düşüncesiyle görüşmeyip geri döndü. Enes -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tuvalete gireceği zaman, Allâh Teâlâ’ya tâzîminden dolayı üzerinde “Muhammedün Rasûlullâh” yazan yüzüğünü çıkarırdı. (Ebû Dâvûd, Tahâret, 10/19) Rasûl-i Ekrem Efendimiz, haccı esnâsında Beytullâh’ı görünce ellerini kaldırmış ve:
“Ey Allâh’ım! Bu Beyt’inin şerefini, azametini, keremini ve heybetini artır. Ona hac ve umre ile tâzîmde bulunanların da şereflerini, keremlerini, heybetlerini, tâzîmlerini ve iyiliklerini artır!” diyerek duâ etmiştir. (İbn-i Sa’d, II, 173) Âyet-i kerîmede, “Biz, (kurbanlık olarak seçtiğiniz) büyükbaş hayvanları da Allâh’ın şiarlarından (O’nu hatırlatan nişânelerden) kıldık…” (el-Hac, 36) buyrulduğu üzere kurban da İslâm’ın şiarlarındandır. Bu sebeple kurbana ve kurbanlık hayvanlara Allâh için hürmetkâr olmak îcâb eder. Bütün ibâdetlerde olduğu gibi, kurbanda da aslolan, tâzîm ve takvâ hisleridir. Nitekim Allâh Teâlâ şöyle buyurur: “Allâh’a, kestiğiniz kurbanların ne etleri ne de kanları ulaşır. O’na ancak sizin takvânız ulaşacaktır…” (el-Hac, 37) Âlemlerin Efendisi’nin kurban vâsıtasıyla Allâh’a göstermiş olduğu tâzîme, şu hâdise güzel bir misal teşkil eder: Müslümanlar umre yapmak üzere Hudeybiye’ye kadar gelmiş, ancak müşrikler Mekke’ye girmelerine mânî olmuşlardı. Ashâb-ı kirâm, yanlarında kurbanlıklarını da getirmişlerdi. Bunlar arasında, Bedir Gazvesi’nde ganimet olarak ele geçirilen ve burnunda gümüş halka takılı olan Ebû Cehil’e âit iyi cins bir deve de bulunuyordu. Bu deve, kurbanlık develerle birlikte yayıldığı sırada, kaçarak Mekke’ye kadar gitti ve Ebû Cehil’in evine vardı. Amr bin Aneme -radıyallâhu anh- da devenin ardından gitti. Birtakım kimseler onu Amr’a teslîm etmek istemediler. Daha sonra bu deveye karşılık yüz deve vermeyi teklîf ettiler. Durumdan haberdar olan Peygamber Efendimiz: “–Eğer biz onu, kurbanlık olarak belirlememiş olsaydık, dileğinizi yerine getirirdik!” buyurdu. (Vâkıdî, II, 614) Burada Allâh Rasûlü’nün hilm ve müsâmaha sıfatı ile Allâh’a tâzîmi müşâhede edilmektedir. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanların en yumuşak huylusu idi. İnsanların meşrû isteklerini kırmak âdeti değildi. Burada görüldüğü gibi kâfirlerin isteğini de yerine getirecekti, lâkin O’ndaki, Allâh’a ve dîninin alâmetlerine olan tâzîm hissi, her şeyin üzerindeydi. Bu sebeple Allâh için kurban kesilmek üzere işâretlenmiş bir deveyi başka yönde kullanmadı. Kurban husûsunda Allâh dostlarının gösterdiği tâzîm de ne kadar ibretlidir: Sâmi Efendi Hazretleri ve rahmetli pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, kurban keserken çok hassas davranırlardı. Bir çukura iki kurban kestirmezlerdi. Hayvanın gözünü bağlatırlardı. Hayvanı kesileceği yere iterek kakarak sürükletmezler, şâyet küçükbaş bir kurban ise, kucağa alınarak rıfk ve mülâyemetle götürülmesini isterlerdi. Keserken bıçağın keskin olmasına dikkat ederlerdi. Hayvana eziyet vermeyecek şekilde güzelce kesilmesini ve kanın iyice boşalmasını arzu ederlerdi. Kurban kesilirken oturmaz, hayvanın kanı tamamen akıncaya kadar ayakta beklerlerdi.
Çünkü kurban da diğerleri gibi şuurla îfâ edilmesi gereken bir ibâdettir. Allâh’a tâzîmin, verdiği nîmetlere şükrün ve O’nun yolunda fedâkârlığın bir ifâdesidir. Allâh Teâlâ, hayvanı insanın istifâdesi için yaratmış ve ona âmâde kılmıştır. Etinden, sütünden, derisinden, yününden, hâsılı her şeyinden faydalanılan bu nîmet, Allâh’ın kullarına büyük bir ikrâmıdır. Bir bardak su ikrâm edene bile teşekkür etmek, insanlık îcâbı bir davranıştır. O hâlde bizlere sayısız nîmetler ihsân etmesi sebebiyle Allâh’a dâimâ şükür hâlinde bulunmalı, istifâdemize sunulan bu mübârek hayvanları kurban ederken de tâzîme riâyet ederek nezâketli, merhametli ve şefkatli davranmalıyız. Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman -radıyallâhu anhümâ-, her sabah kalktıklarında Mushaf-ı Şerîf’i hürmetle öpmeyi âdet hâline getirmişlerdi. Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh- da her sabah Mushaf’ı eline alır, büyük bir tâzîmle öper ve duygulu bir şekilde: “Rabbimin ahdi, Rabbimin apaçık fermânı!” diye bağrına basardı. (Kettânî, II, 196-197) İkrime -radıyallâhu anh- Mushaf-ı Şerîf’i alır, yüzüne gözüne sürerek ağlar ve: “Rabbimin kelâmı! Rabbimin kitâbı!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a olan tâzîm ve muhabbetini ifâde ederdi. (Hâkim, III, 272/5062) Önceleri, mürekkeple yazılan yazılar silinmek istendiğinde, su ile yıkanırdı. Enes -radıyallâhu anh-, Hulefâ-i Râşidîn zamanındaki talebelerin, Kur’ân âyetlerinin yıkandığı suları rastgele sağa sola atmadıklarını, bilâkis husûsî bir kapta biriktirerek kabir kenarlarında veya ayak basılmayan yerlerde açılan temiz kuyulara döktüklerini bildirmektedir. Bu suları aynı zamanda şifâ niyetiyle kullandıkları da olmuştur. (Kettânî, II, 200) Kur’ân-ı Kerîm nâzil olmadan evvel Mekke halkı, fesâhat ve belâğatta önde gelen yedi şiiri seçerek Muallakât-ı Seb’a ismiyle Kâbe duvarına asmayı âdet hâline getirmişlerdi. Bu şiirlerden birisi de, Lebîd bin Rebîa’ya âitti. Lebîd’in eseri yıllarca Kâbe duvarında asılı kalmıştı. Lebîd, îman nîmetiyle şereflendiğinde, Allâh’ın kelâmına olan tâzîm ve hürmeti sebebiyle, bir daha şiir söylemedi. Son şiiri de müslüman olduğunda söylediği şu beyit oldu: “Allâh’a hamd olsun ki ecelim gelip çatmadan, İslâm’ın o nurlu elbisesini ben de giydim.” (İbn-i Abdilber, el-İstîâb, III, 1335) Süleyman -aleyhisselâm-, Sebe melîkesi Belkıs’a îmâna dâvet eden bir mektup gönderdi. O zaman putperest olan Belkıs, mektubu okuyunca: “–Beyler, ulular! Bana şerefli bir mektup gönderildi. Mektup Süleyman’dandır. Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adı ile başlamaktadır.” dedi. Onun bu tâzîmi dolayısıyla bâzı âlimler: “Belkıs, Hazret-i Süleyman’ın mektubuna hürmet edip değer verdiği için îmân ile şereflendi.” demişlerdir.
Allâh dostlarından Bişr-i Hafî Hazretleri, hayâtının ilk devresinde günahkâr biriydi. Bir gün sarhoş vaziyette yolda yürürken üzerinde besmele yazılı bir kağıt buldu. Onu öpüp başına koydu. Kokular sürdü ve güzel bir yere sakladı. O gece rüyâsında şöyle bir nidâ işitti: “Benim ismimi güzel kokulara sardın, ona tâzîm ve hürmette bulundun. Ben’im izzetim ve azametim hakkı için, Ben dahî senin adını iki cihanda hürmetli kılacağım.” Bunun üzerine Bişr uyandı, tevbe etti, sadâkat ve samîmiyetle Allâh’a yöneldi.129 Allâh Teâlâ ve Rasûlü’ne her vesîle ile tâzîmlerini ifâde eden ve bunu hayatlarının tabiî bir düstûru hâline getiren ecdâdımız, te’lîf ettikleri eserlerde “Lafzatullâh”ı hürmeten açık olarak yazmamışlardır. Kitapların yere konulabileceği düşüncesiyle «ˆG» lafzınının yerine «√G» kısaltmasını kullanmışlardır. Anlatıldığına göre, bir gün Hak dostlarından İbrâhim bin Edhem’in yolu İmâm-ı Âzam Hazretleri’ne uğradı. Ebû Hanîfe’nin etrafındaki talebeler İbrâhim bin Edhem’e küçümseyen, garipseyen gözlerle baktılar. İmâm-ı Âzam bu hâli gördü ve İbrâhim bin Edhem’e: “–Buyurun efendimiz, meclisimize şeref veriniz!” diye seslendi. İbrâhim bin Edhem mahcup bir edâ ile selâm verip geçti. İbrâhim bin Edhem oradan ayrılınca, etrâfındaki talebeleri İmâm-ı Âzam’a sordular: “–Bu zât, efendilik ve büyüklük sıfatına ne bakımdan lâyıktır? Sizin gibi bir zât ona nasıl «efendimiz» der?” Bunun üzerine İmâm-ı Âzam, evliyâullâha olan tâzîm hissini ve aynı zamanda kendisinin yüksek tevâzuunu ifâde eden şu cevâbı verdi: “–O, dâimî bir sûrette Allâh ile meşgul, biz ise işin kıyl u kâliyle…” Yine Îmâm-ı Âzam Hazretleri, sâdece teheccüd namazlarında giymek üzere, gayet kıymetli ve güzel bir kumaştan elbise diktirmiştir ki, bu da onun Allâh’a olan tâzîmi sebebiyle, ibâdetlere nasıl bir edeb, hürmet ve ehemmiyetle yaklaştığını göstermektedir. Ahmed bin Hanbel -rahmetullâhi aleyh-, sık sık büyük velî Bişr-i Hafî -kuddise sirruh-’un yanına gider, onunla sohbet ederdi. Tam mânâsıyla ona bağlanmıştı. Bir defasında talebeleri dediler ki: “–Ey İmâm! Sen, Kur’ân ve Sünnet ilimlerinde müctehid bir âlimsin. Buna rağmen böyle sıradan bir insanın yanına gidip gelmen sana yakışır mı?” Büyük İmâm şu cevâbı verdi: “–Evet, saymış olduğunuz hususları ben ondan daha iyi bilirim. Ama o, Cenâb-ı Hakk’ı benden daha iyi bilmekte ve tanımaktadır.”
Görüldüğü üzere İmâm-ı Âzam ve Ahmed bin Hanbel Hazretleri, Allâh’a duydukları muhabbet ve tâzîm sebebiyle O’nun ârif kullarına hürmet etmiş ve ziyâretlerine giderek kendilerinden istifâde etmeye çalışmışlardır. Sînâ Çölü, kimsenin geçmeye muvaffak olamadığı dehşetli bir yerdi. Lâkin Yavuz Sultan Selîm’in azmi ve kat’î kararı ile Osmanlı ordusu çöle girmişti. Bir müddet sonra Yavuz, atından indi, yürümeye başladı. Askerî erkân, hayret ve dehşet içinde idi. “Atların bile kanının kaynayıp zor yürüdüğü bu çölde, Sultan niye atından inip yürümeye başladı?” diye aralarında fısıldaştılar ve onlar da atlarından inip yürümeye koyuldular. Paşalar, Yavuz’un samîmî dostu Hasan Can’a: “–Ne olur Hünkâr’a sor; acep bu ne iştir?” dediler. Hasan Can, merakla Yavuz’a, bu hâlin neyin nesi olduğunu sorunca, Yavuz: “–Hasan görmüyor musun; önümüzde Allâh’ın Rasûlü Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz yürüyor?! O Âlemler Sultânı yaya iken biz nasıl at üzerinde olabiliriz?” cevâbını verdi. Osmanlılar’da pâdişahlık alâmeti taç değildir. Her ne kadar lâkap olarak “tâc-dâr” kelimesi, resmî metinlerde geçerse de, bir pâdişahın pâdişahlığı, bey’at ve kılıç kuşanma ile gerçekleşirdi. Bu, 36. Osmanlı pâdişâhı olan Sultan Vahîdüddîn’e kadar hep böyle devâm etmiştir. İstanbul’un fethinden sonra kılıç kuşanma mahalli, Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin türbesi oldu. Bunun için yapılan merâsime “Kılıç Alayı” denirdi. Yeni pâdişâhın taktığı kılıç, Topkapı Sarayı’nda muhâfaza edilen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a âit kılıçtı. Bu kılıcı, pâdişâha devrin en mûteber din adamı takar, sonra da cehrî bir duâ ile pâdişah tebrîk edilirdi. Gayr-i müslimlerin tebrikleri için Edirnekapı surlarının iç tarafına bir otağ-ı hümâyûn kurulurdu. Çünkü 1839 “Tanzîmat Fermânı”na kadar Eyüp havâlîsine gayr-i müslim ayağı bastırılmazdı. Zîrâ Harem-i Şerîf toprağı gibi mübârek addedilen bu havâlîde bilinen ve bilinmeyen birçok sahâbî medfûndur. Yâni bu arâzî, mübârek sahâbî kanlarıyla sulanmış ve onlara meşhed olmuştur. IV. Murad devrinde bir sel baskını olur ve Kâbe’nin iki tarafında çöküntü meydana gelir. Bunun üzerine Mîmarbaşı Rıdvan Ağa tamir için derhâl Mekke-i Mükerreme’ye gönderilir. Gerekli tespitleri yapan Mîmarbaşı, çöken yerleri ifâde ederken Kâbe-i Muazzama hakkında “yıkılma ve çökme” gibi tâbirleri kullanmaktan hayâ eder ve şöyle bir ifâde kullanır: “Kâbetullâh’ın falanca falanca kısımları semt-i sücûda varmıştır.” Ayrıca tâmir esnâsında da inşâ için lüzumlu malzemeleri taşıyan hayvanâtın o mübârek mekânları kirletmemesi için gerekli tedbirlerin alınması gibi câlib-i dikkat hürmet tezâhürleri sergilenmiştir.
Esâsen Osmanlı’nın o kudsî beldelere tâzîmi, tâ pâyitahtta başlar. Öyle ki, o zamanlar hac yolculuğunda Avrupa kıtasından Asya’ya geçişteki ilk yere “Harem” ismi verilmiş ve Harameyni’ş-Şerîfeyn’in mâneviyat ve edebine daha orada bürünülerek yola çıkılmıştır. Ve o yolda gaflet ifâde eden hiçbir hareket tasvip edilmemiştir. Şâir Nâbî, 1678 yılında, devlet adamları ile beraber Hac seferine çıkar. Kâfile Medîne’ye yaklaşırken, heyecandan Nâbî’nin gözüne uyku girmez olur. Kâfilede bulunan bir paşanın, ayağını gafleten Medîne-i Münevvere’ye doğru uzattığını görür. Bu durumdan çok müteessir olarak meşhur na’tini yazmaya başlar. Sabah namazına yakın Medîne-i Münevvere’ye yaklaştıklarında Nâbî, yazdığı na’tin Mescid-i Nebî’nin minârelerinden okunduğunu duyar:
Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu. “Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun sevgili peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın makâmı ve beldesi olan bu yerde edebe riâyetsizlikten sakın!..”
…
Murâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,
Metâf-ı kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu. “Ey Nâbî, bu dergâha edeb kâidelerine uyarak gir! Burası, kudsî ruhların etrafında pervâne olduğu ve peygamberlerin (eşiğini) öptüğü mübârek bir makamdır.” Bu durum karşısında çok heyecanlanan şâir Nâbî, hemen müezzini bulur: “–Bu na’ti kimden ve nasıl öğrendiniz?” diye sorar. Müezzin: “–Bu gece Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- rüyâmızda bize: «–Ümmetimden Nâbî isimli bir şâir beni ziyârete geliyor. Bu zât bana son derece aşk, muhabbet ve hürmetle doludur. Bu aşkı sebebiyle onu mescidimin minârelerinden kendi na’ti ile karşılayın!..» buyurdu. Biz de bu emr-i nebevîyi yerine getirdik…” der. Nâbî, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Hem ağlar, hem de şunları söyler:
“–Demek Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana «ümmetim» dedi! Demek, İki Cihân Güneşi beni ümmetliğe kabul buyurdu!..” Son Osmanlı pâdişahlarından Abdülazîz Han, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e son derece hürmet ve muhabbetle bağlı bir pâdişahtı. Bir gün hasta yatağında baygın ve sararmış bir vaziyette yatarken kendisine: “–Medîne-i Münevvere mücâvirlerinden bir dilekçe var!” denilmişti. Bunu duyan hünkâr, bütün gücünü toplayıp, yâverlerine: “–Derhâl beni ayağa kaldırınız! Harameyn’den gelen talepleri ayakta dinleyeyim! Allâh Rasûlü’ne komşu olanların talepleri, böyle ayak uzatılarak edebe mugâyir bir şekilde dinlenemez!..” diyerek Medîne’ye ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbet ve tâzîmini izhâr etmiştir. Yine o, Medîne-i Münevvere postası her geldiğinde abdest tâzeler, mektupları; “Bunlarda Medîne-i Münevvere’nin mübârek tozu var!” diye öpüp alnına götürür, ondan sonra başkâtibe uzatır ve; “Aç, oku!” derdi. Ecdâdımızın ulemâ ve fazîlet erbâbına gösterdikleri hürmet de zikre şâyandır. Ertuğrul Gâzî, Allâh dostlarına ihtimam husûsunda oğlu Osman Gâzî’ye ve O’nun şahsında bütün haleflerinin ruhlarına yön verecek olan şu kıymetli vasiyette bulunmuştur: “Bak Oğul! Beni incit, Şeyh Edebali’yi incitme! O, bizim aşîretimizin mâneviyat güneşidir. Terâzîsi dirhem şaşmaz! Bana karşı gel, O’na karşı gelme! Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim; O’na karşı gelirsen gözlerim sana bakmaz olur, baksa da görmez olur! Sözümüz Edebali için değil, senceğiz içindir! Bu dediklerimi vasiyetim say!..” Osman Gâzî de, oğlu Orhan Gâzî’ye şu nasihatte bulunmuştur: “…Devlete mânen güç veren fazîlet sâhibi sâlih âlimlere hürmet, ikram ve ihsanda bulun. Diğer bir ülkede olgun bir âlimin, bir ârifin, bir velînin bulunduğunu duyarsan, onu nezâket ve tâzîmle memleketine dâvet et! Dîn ve devlet işleri, onların bereket ve himmetleri ile istikâmetlensin!..” Orhan Gâzi döneminde Geyikli Baba diye mâruf bir Allâh dostu, Uludağ’a yerleşmişti. Onun şöhretini duyan Orhan Gâzi, haber gönderip kendisini çağırttı. Ancak dağda geyiklerle dolaşan bu Allâh dostu, yapılan dâveti kabûl etmedi. Ayrıca; “Sakın Orhan da bana gelmesin!” diye haber gönderdi. Orhan Gâzi, merak edip hayretle sebebini sordurunca, şu cevâbı aldı: “Dervişler basîret ehlidir, ehl-i kalbdir. Yerli yerince hareket etmeleri zarûrîdir. Aksi hâlde istikâmetten ayrılırlarsa, duâları makbûl olmaz. Sizlerse, ümmetin emânetçilerisiniz. Bu
durumda sizler, serhad askeri, bizler de duâ askeriyiz. Zaferler, duâ askerleri ile serhad askerlerinin müşterek gayretleri neticesinde elde edilir. Bu muvaffakıyete ulaşma istikâmetinde serhad askerleri, nasıl harp ilmi ve cesâretle techîz ediliyorlarsa; duâ askerlerinin de, dünyâ meyil ve muhabbetinden uzak tutulmaları zarûrîdir. Dolayısıyla korkarım ki, benim sizin yanınıza gelişimle vâkî olması muhtemel atıyye ve ikramlar, dervişlerimizin kalblerine dünyâ muhabbeti sokar ve ukbâ muhabbetini azaltır. Böylece siz de biz de zarar görürüz… Sultanım! Ancak bilesiniz ki, vakti gelince görüşmemiz mukadder olur inşâallâh.” Bir müddet sonra Geyikli Baba, Bursa’ya geldi ve Orhan Gâzî’nin avlusuna bir çınar dikti. Durumu sultana bildirdiler. Orhan Gâzî, derhâl oraya geldi. Geyikli Baba, O’na: “–Teberrüken diktik. Durdukça, dervişlerin duâsı sana ve nesline makbûl ola.” dedi. Orhan Gâzî, daha evvel kendisine gönderdiği mâlumâta rağmen Geyikli Baba’ya gönlünden bir atıyye olarak İnegöl ve çevresini vermeyi teklîf etti. Ancak gözü ve gönlü tok olan Geyikli Baba: “–Mülk Allâh’ındır. Ehline verir. Biz ehli değiliz.” diyerek kabûl etmedi. Sultan, ısrâr etti. Bunun üzerine Geyikli Baba, verileni kabûl etmemenin kibir olacağından korktu ve: “–Şu karşıda duran tepecikten beriye olan yerler dervişlerin avlusu olsun!” dedi. Ehlullâha hürmette kusûr etmeyip devletin temel harcını onlarla yoğuran Orhan Gâzî, ikrâmının Geyikli Baba tarafından kabûlünden sonra büyük bir sevinç içerisinde onun ellerine kapandı; öptü, öptü, öptü… Vefâtından sonra da ona bir türbe ve mescid yaptırdı. Bu türbe hâlâ ziyâret edilmektedir. Târih şâhittir ki, Osmanlı sultanlarının Allâh dostlarına olan tâzîmi, kendilerine ihsân edilen te’yîd-i ilâhînin (ilâhî yardımın) başlıca sebeplerindendir. Fâtih’in, Akşemseddîn Hazretleri’ne gösterdiği tâzîm, pek yüksektir. Öyle ki, İstanbul’u fethettiği gün etrâfındakilere: “–Bende gördüğünüz bu sevinç ve huzur, yalnız bu kalenin fethinden değil; Akşemseddîn gibi azîz ve mübârek bir Allâh dostunun benim zamanımda ve benimle beraber olmasındandır…” demesi, şâyân-ı dikkattir. Meşhur Osmanlı âlimlerinden Kemâl Paşazâde, önceleri iyi bir asker iken daha sonra bu mesleği bırakıp kendisini tamamen ilme vermiştir. Bâzı kaynaklarda onun bu tercîhi husûsunda kendi ağzından şöyle bir rivâyet nakledilir: “Sultan Bâyezîd Hân-ı Velî ile beraber bir seferdeydik. Sultânın yanında vezîr İbrâhim Paşa ve meşhur kumandanlardan Evranosoğlu da vardı. Evranosoğlu ki, hiçbir kumandan onun önüne geçemez, meclislerde ondan ileriye oturamazdı. Fakat o sırada eski püskü elbiseler içinde bir
âlim geldi ve kumandanın üst tarafına oturdu. Hiç kimsenin bir şey deyip mânî olmadığı bu duruma son derece şaşırdım. Yanımdakilere: «–Evranosoğlu gibi bir kumandanın önüne geçip oturabilen bu şahıs kimdir?» diye sordum. «–Molla Lütfî adında âlim ve fâzıl bir zâttır!» dediler. «–Ne kadar maaş alır?» dedim. «–Otuz dirhem.» dediler. Hayretle: «–Bu kadar az bir mansıbla nasıl olur da bir kişi eşsiz bir kumandanın önüne geçebilir?» dedim. O zaman dediler ki: «–Âlimler, sâhip oldukları dînî ilimlerin yüceliği sebebiyle böyle tâzîm görür. Zâten aksi bir duruma, îman, irfan ve edeple yoğrulmuş olan paşa ve kumandanların gönülleri de râzı olmaz!..» Bunun üzerine bendeki liyâkatin bu kumandanlar kadar olmaya yetmeyeceği, ancak ilim sahasında son derece tebârüz edebileceğim hissine istinâden artık tamamen ilimle meşgûliyete meyledip askerliği bıraktım.” Bu tercihten sonra Kemâl Paşazâde, ilimde “ferîd-i asrihî: Asrında tek olan” tâbiriyle ifâde edilen bir mertebeye ulaştı. Zenbilli Ali Efendi’nin vefâtından sonra da Osmanlı Devleti’nin dokuzuncu şeyhulislâmı oldu. Sultan I. Ahmed Han, Üsküdar’a gittiği bir günde, çarşıda Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’ne tesâdüf eder. Derhâl atından inerek, yerine şeyhini oturtup kendisi de atın arkasından yürümeye koyulur. Hüdâyî Hazretleri’nin gönlü, koca pâdişâhın yaya olarak yürümesine râzı olmaz ve bir müddet sonra: “–Sırf şeyhimin duâsı ve sultânımın emri yerini bulsun diye bindim!” diyerek attan iner. Böylece de şeyhi Üftâde Hazretleri’nin: “–Oğlum! Pâdişahlar ardınca yürüsün!” şeklindeki duâsı yerine gelmiş olur. Sultan I. Ahmed Han, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’ne müstesnâ bir hürmet gösterir ve ikramda kusur etmezdi. Bir gün Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri ile sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest tazelemek isteyen Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri için ibrik ve leğen getirdiler. Pâdişah, hocasına hürmeten ibriği eline aldı ve abdest suyunu kendisi döktü. Sultan Ahmed Hân’ın annesi de kafes arkasında havluyu hazırlamıştı. Vâlide Sultan bir ara kalbinden: “Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin bir kerâmetini görebilseydim!” diye geçirmişti. Hüdâyî Hazretleri, Vâlide Sultan’ın gönlünden geçenlere Allâh’ın lutfu ile vâkıf olarak: “–Hayret! Bâzıları bizden kerâmet beklerler. Hâlbuki Halîfe-i Rûy-i Zemîn’in elimize su dökmesi ve muhterem vâlidelerinin de bize havlu hazırlamasından daha büyük kerâmet mi olur?” buyurdu.
Çanakkale müstahkem mevkî kumandanı Mirlivâ Cevat Paşa, Boğaz’a çöreklenen düşman donanmalarının bombardımanları karşısında melûl ve mahzun bir hâlde iken, aşırı yorgunluktan dolayı hafîf bir uykuya dalmıştı. Rüyâsında hâtiften bir ses işitti: “–Ey Cevat! Sizler Allâh Teâlâ’nın yüce kelâmına hürmet ve tâzîm edersiniz. Bunun için Cenâb-ı Hakk’ın yardımından dolayı size müjdeler olsun! Şu denizin üzerine bir bakıver!” Cevat Paşa, Karanlık Koy’a baktığında, bir nûr cümbüşü arasında «kef» ve «vav» harflerini gördü. Ardından uyandı. Ertesi gün Cevat Paşa, bir mezarın başında Fâtiha okurken rüyâsındaki sesi bir daha işitti: “–Ey Cevat! Depolardaki 26 mayını denize döşe!” Heyecana kapıldı. Mânevî bir muammâ ile karşı karşıya idi. Bunu nasıl çözeceğini düşünürken az ileride kendisini süzen nûr yüzlü bir zâta rastladı. O zât, Paşa’ya yaklaştı ve bir derdi olup olmadığını sordu. Paşa da, olup bitenleri anlattı. O Allâh dostu, Paşa’nın anlattığı muammâyı derûnî bir vukûfiyetle açıkladı: “–Evlâdım! Deniz üzerinde gördüğün nûr, zaferimize alâmettir. Kâfirlerin bu topraklara sâhip olamayacağını gösterir. «Kef» ve «vav» harfleri ise, ebced hesâbına göre 26 eder. O hâlde deponuzdaki 26 mayını Karanlık Koy’a döşemeniz, zaferin en büyük hamlelerinden biri olacaktır.” Bu sözlerinin ardından o nûr yüzlü zât, gözden kaybolup gitti. Normalde mayınların boğaza dik döşenmesi lâzımken bu rüyâya göre Karanlık Koy’da karaya paralel olarak döşenmesi isteniyordu. Burası boğazın pasif bir koyu olup stratejik açıdan mayın dökülmeye hiç de müsâit değildi. Her şeye rağmen bu mânevî zuhûrâta teslîm olan Cevat Paşa, vakit geçirmeden mayınların döşenmesi için derhâl emir verdi. Yüzbaşı Hakkı Bey’in kumandasındaki Nusret Mayın Gemisi, vazîfesini mükemmel bir şekilde yerine getirdi. Gece yarısı denize salınan mayınların her biri tekbîr ile suya yerleştirilmişti. O sabah Yüzbaşı Hakkı Bey, vazîfesini tamamladıktan sonra geçirdiği bir kalb krizi ile şehîd oldu. Ertesi gün, düşman zırhlıları Boğaz’a girdiğinde, gece döşenmiş olan mayınlar, vazîfelerini îfâ etmeye başladı. Neticede düşman donanmasının birkısım mühim zırhlıları bu mayınlarla Boğaz’ın sularına gömüldü. Böylece düşmanın hücûmu bertarâf edildi. Winston Churchill 1930’da “Revue de Paris” dergisinde bu hâdiseyi şöyle tahlil eder: “Birinci Dünyâ Harbi’nde bu kadar insanın ölmesine, harbin ağır masraflara mâl olmasına ve denizlerde beş bin adet ticâret ve savaş gemisinin batmasına başlıca sebep, Türkler tarafından bir gece önce atılan ve incecik bir çelik halat ucunda sallanan 26 adet mayındır.” İşte Allâh Teâlâ’nın, Kelâm-ı İlâhî’sine gösterilen hürmet ve tâzîmin müstesnâ berekâtı…
Velhâsıl, Kur’ân-ı Kerîm’de îmandan sonra emredilen en mühim husus amel-i sâlihtir. İstiğfardan sonra yapılması istenilen de yine amel-i sâlihtir. Yâni Hak Teâlâ’nın katında kulların seviyelerinin yükselmesi ve istiğfarlarının kabûlü, amel-i sâlih işlemelerine bağlıdır. Amel-i sâlih ise kısaca; “tâzîm li-emrillâh ve şefkat alâ halkillâh” yâni Allâh’ın emirlerine hürmetle ittibâ, mahlûkâtına da şefkat ve merhametle hizmettir. 4. Emânet ve Ahde Vefâ
Emânet, îman ile aynı kökten gelir. Allâh’a îmân edenlerin umûmî bir ismi olan “mü’min” tâbiri, aynı zamanda Allâh’ın güzel isimlerinden biridir ve O’nun emniyet menbaı oluşunu, kullarına güven vermesini, onları emîn kılmasını ifâde eder. Peygamberlerini “emânet” sıfatıyla vasıflandıran, yâni onları güvenilir kılan da O’dur. Bu itibarla mü’min de, îmân eden, emânet edilen, emniyet telkin eden ve güvenilir kimse demektir. Ebû Mûsâ -radıyallâhu anh- şöyle der: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Müslümanların en fazîletlisi kimdir?” diye sordum. “–Dilinden ve elinden müslümanların emniyette olduğu kimse.” cevabını verdi. (Buhârî, Îmân 4, 5, Rikâk 26; Müslim, Îmân 64, 65) Güvenilir olmak ve ahde vefâ, yâni verilen sözlere, yapılan anlaşmalara sadâkat, toplum ve fert hayâtının temel esaslarından biridir. Toplumun huzuru, insanların emîn olmalarına ve ahidlerine riâyet etmelerine bağlıdır. Bu vasıf olmadan ne dînin ne de dünyânın ıslâhı aslâ düşünülemez. Âyet-i kerîmelerde, peygamberlerin emânet vasfına husûsiyle temâs edilerek şöyle buyrulur: “Size Rabbimin vahyettiklerini teblîğ ediyorum ve ben sizin için emîn bir nasihatçiyim.” (elA’râf, 68) “Şüphesiz ben, size gönderilen emîn bir peygamberim.” (eş-Şuarâ, 107)130 Diğer taraftan bu güzel vasıflar, ümmet-i Muhammed’in de şiârıdır. Çünkü Peygamber Efendimiz, nübüvvetinden önce bile en çok “Emîn” vasfıyla tanınmış ve bu isimle çağrılır olmuştur. Emânetle birlikte ahde vefâ da mühim bir vasıftır. Cenâb-ı Hak, verilen sözlerin yerine getirilmesini emrederek şöyle buyurur: “Ey îmân edenler! Akitlerin gereğini yerine getirin!..” (el-Mâide, 1) “…Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz mes’ûliyeti îcâb ettirir.” (el-İsrâ, 34) Cenâb-ı Hak kurtulaşa eren mü’minlerin vasıflarından birini de:
“Onlar emânetlerine ve ahitlerine riâyet ederler.” (el-Mü’minûn 8) şeklinde ifâde buyurmaktadır. Şunu hiçbir zaman unutmamak lâzımdır ki, insanlara verilen bütün sözler ve yapılan her türlü anlaşmalar, aynı zamanda Allâh’a söz vermek mânâsına gelir. Allâh’ın huzûrunda yapılan anlaşma ve verilen sözlere ise mutlakâ uyulmalı ve titizlikle yerine getirilmelidir. Cenâb-ı Hak, İbrâhim -aleyhisselâm-’ı: “Çok vefâkâr olan (ahdine vefâ gösteren) İbrâhim…” (en-Necm, 37) ifâdeleriyle takdîr ve tekrîm buyurmuştur. Peygamber Efendimiz de emîn ve dürüst tâcirlere: “Doğru sözlü, dürüst ve emîn bir müslüman tâcir, kıyâmet günü nebîler, sıddîklar ve şehîdlerle beraberdir.” müjdesini vermiştir. (Tirmizî, Büyû, 4/1209; İbn-i Mâce, Ticârât, 1) Bunun aksine emîn olmayan ve sözünde durmayan kimseler hakkında çok dehşetli îkazlar mevcuttur. Meselâ, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Emâneti olmayanın îmânı da yoktur.” buyurmuştur. (Ahmed, III, 135) Bir kişinin çevresine güven vermemesi, îmânının zayıfladığına, haysiyetini yitirdiğine ve İslâmî hassâsiyetlerini kaybettiğine işârettir. Artık onda îmânın sâdece adı kalmış, ibâdetlerinin içi boşalmış, elinde samîmiyetsiz ve riyâkâr bir görüntüden başka bir şey kalmamıştır. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu husûsu ne güzel ifâde eder: “Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız. Konuştuğunda doğru söylüyor mu, kendisine bir şey emânet edildiğinde emânete riâyet ediyor mu, dünyâya meylettiği zaman helâl-haram gözetiyor mu, ona bakınız.”131 Emânete hıyânet ve ahde riâyetsizlik hâli tedâvi edilmediğinde, bu durum sonunda en fenâ vasıf olan münâfıklığa kadar gitmektedir. Nitekim Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuştur: “Dört vasıf vardır ki, bunlar kimde bulunursa, o kişi tam münâfık olur. Kimde de bu vasıflardan biri bulunursa, onu terk edinceye kadar o kişide münâfıklıktan bir sıfat kalmış olur: Kendisine bir şey emânet edildiği zaman ona ihânet eder. Konuştuğunda yalan söyler. Söz verince sözünden döner. Düşmanlıkta haddi aşar, haksızlık yapar.” (Buhârî, Îmân 24, Mezâlim 17; Müslim, Îmân 106) “Allâh Teâlâ şöyle buyurdu: Ben kıyâmet günü şu üç (grup) insanın düşmanıyım: Ben’im adıma yemin ettikten sonra sözünden dönen kişi, hür bir insanı köle diye satıp parasını yiyen kişi, ücretle bir işçi tutup işini gördüren ve işçinin ücretini vermeyen kişi.” (Buhârî, Büyû 106, İcâre 10)
Demek ki emînlik ve ahde riâyet, müslümanlığın şiârıdır. Bir mü’minin emîn olmaması ve sözünden Fazîlet Tabloları
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nübüvvetten önce de mürüvvet itibârıyla kavminin en üstünü, soy itibârıyla en şereflisi, ahlâk bakımından en güzeliydi. Komşuluk hakkına en ziyâde riâyet eden, hilim ve sadâkatte en üstün olan, emniyet ve güvenilirlikte en önde gelen, insanlara kötülük ve eziyet etmekten en fazla uzak duran, yine O idi. Hiç kimseyi haksız yere kınayıp ayıpladığı, hiç kimseyle münâkaşa ettiği görülmemişti. Öyle ki, Cenâb-ı Hak bütün güzel haslet ve meziyetleri O’nda topladığı için kavmi kendisine «el-Emîn» vasfını lâyık görmüştü.132 “Emîn” sıfatı, Hazret-i Peygamber Efendimiz’in âdeta ikinci bir ismi olmuştur. Nitekim Fahr-i Kâinât sallâllâhu aleyhi ve sellem- 25 yaşına geldiğinde, Mekke’de sâdece el-Emîn (en emniyetli kişi) ismiyle çağrılıyordu.133 Kâbe hakemliği esnâsında O’nun geldiğini görenler “el-Emîn geliyor!” diyerek sevinmiş ve her hususta kendisine îtimâd ederek O’nunla istişâre etmişlerdir. Uğrunda canını, malını ve her şeyini fedâya hazır olan ashâb-ı kirâmın yanı sıra, O’nun canına kasdeden hasımları bile Peygamber Efendimiz’in emînliği hilâfına bir şey söyleyememişlerdir. Efendimiz hakkında kullanılan Muhammedü’l-Emîn tâbiri, müşriklerin de dillerinden düşmez ve onlar emânetlerini kendi yandaşlarına değil, Rasûlullâh Efendimiz’e teslîm ederlerdi. Hattâ Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- hicret edeceği zaman dahî, üzerinde müşriklerin birtakım emânetleri vardı. Ve ölüm tehlikesine rağmen Hazret-i Ali’yi Mekke’de bırakıp onları sâhiplerine teslîm ettirmişti.134 Allâh Rasûlü’ne el-Emîn ve es-Sâdık sıfatlarını verdiren pek çok numûne-i imtisâl hâdiseden birini, Abdullâh bin Ebi’l-Hamsâ -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor: “Bi’setten önce Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile bir alışveriş yapmıştım. Kendisine borçlandım, biraz beklerse hemen getireceğimi va’dederek oradan ayrıldım. Fakat verdiğim sözü unutmuşum. Üç gün sonra hatırlayıp konuştuğumuz yere geldiğimde, O’nu aynı yerde beklerken buldum. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yaptığım kusur karşısında beni azarlamayıp sâdece: «–Ey delikanlı! Bana zahmet verdin, üç gündür burada seni bekliyorum.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 82/4996) Emânet ve ahde vefânın erişilmez zirvelerinde bulunan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın bu bekleyişi, basit bir para alma meselesi değildi. O’nu üç gün bekleme zahmetine katlanmaya sevk eden asıl mesele, sözünde durmuş olma husûsundaki yüksek hassâsiyetiydi. Huzeyfe -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Babam Hüseyl ile Mekke’den Medîne’ye doğru yola çıkmıştık. Kureyş kâfirleri bizi yakaladılar ve: «–Siz muhakkak Muhammed’in safına katılmak istiyorsunuz.» dediler. Biz de: «–Hayır, Medîne’ye bu sebeple değil, başka bir iş için gidiyoruz.» dedik. Bunun üzerine bizden, Allâh Rasûlü’nün safında yer alıp O’nunla birlikte savaşmayacağımıza dâir söz aldılar. Medîne’ye gelip olanları Rasûlullâh’a arz edince Âlemlerin Sultânı Efendimiz: «–Haydi gidin. Biz sizin verdiğiniz sözü tutar, onlara karşı da Allâh’tan yardım dileriz!» buyurdular. İşte benim Bedir Harbi’ne iştirâk edemeyişimin sebebi budur.” (Müslim, Cihâd, 98) Hudeybiye Muâhedesi yapılmış, anlaşma maddeleri yazılmak üzereydi. Tam bu esnâda Kureyş temsilcisi Süheyl bin Amr’ın oğlu Ebû Cendel, ayaklarındaki zincirleri sürüyerek yavaş yavaş Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Ebû Cendel -radıyallâhu anh-, müslüman olduğu için müşriklerden çok işkence görmüştü. Bir fırsatını bularak ellerinden kaçmış ve kendini müslümanların arasına atmıştı. Süheyl, antlaşma gereğince ilk iâde edilecek kimsenin, kendi oğlu olduğunu söyledi ve elindeki sopayla Ebû Cendel’in yüzüne vurdu. Hâdiseleri üzülerek tâkip eden Rahmet Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Cendel’in antlaşma hârici bırakılmasını ve onu kendisine bağışlamasını Süheyl’den ısrarla ve defâlarca ricâ etti. Fakat taş yürekli müşrik buna yanaşmıyordu. Ebû Cendel -radıyallâhu anh- da müşriklere teslîm edilirken feryatlarla müslümanlara yalvarıyor ve yardım istiyordu. Son derece mahzun bir şekilde: “–Beni tekrar aynı zulüm ateşlerinin içine mi atacaksınız?” diye sorarken de yürekleri parçalamıştı. Müslümanlar onun hâline dayanamayıp ağlamaya başladılar. Yapılacak bir şeyin kalmadığı bu anda, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Cendel’e: “–Ebû Cendel! Biraz daha sabret! Allâh Teâlâ’dan bunun mükâfâtını bekle! Hiç şüphesiz yüce Allâh sen ve yanında bulunan zayıf ve kimsesiz müslümanlar için bir genişlik ve çıkar yol yaratacaktır. Biz şu kavimle bir barış antlaşması yapmış ve bu yolda kendilerine Allâh’ın ahdiyle söz vermiş bulunuyoruz. Onlar da bize Allâh’ın ahdiyle söz verdiler. Sözümüze vefâsızlık edemeyiz. Zîrâ verdiğimiz sözde durmamak bize yakışmaz!” buyurarak onu tesellî ettiler. (Ahmed, IV, 325; Vâkıdî, II, 607-608; İbn-i Hişâm, III, 367; Belâzurî, I, 220) Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra Ebû Basîr isminde müslüman olmuş bir Mekkeli de Medîne’ye sığınmıştı. Ancak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şartnâmeye göre onu müşriklere teslîm etmek zorunda kaldı. Ebû Basîr de önce Allâh Rasûlü’nün bu hareketine bir mânâ veremeyerek: “–Beni puta tapıcılığa mı döndürmek istiyorsunuz?” sözleriyle hayretini izhâr etti. Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sâkin bir şekilde onu tesellî buyurdu: “–Ebû Basîr! Biz ahdimizi bozamayız. Ama sen biraz sabret; Allâh Teâlâ, sana ve senin gibilere elbette bir selâmet yolu gösterecektir.”
Bu sözlerden sonra Ebû Basîr, sesini çıkarmayarak hükm-i Peygamberî’ye boyun büktü. Umum müslümanların durumunu düşünerek müşriklere teslîm oldu. Ancak o, Mekke’ye değil, ölüme götürülüyordu. Bunu bildiğinden, yolda bir fırsatını bulup kendisini götürenlere hücûm ederek nefsini müdâfaa etti. Yanındaki iki kişiden Huneys’i öldürdü, diğerini ise elinden kaçırdı. Ebû Basîr, Huneys’in elbisesini, eşyâlarını ve kılıcını aldı, Allâh Rasûlü’ne getirdi: “–Yâ Rasûlallâh! Bunların beşte birini ayır, kendin için al!” dedi. Efendimiz: “–Ben bunun beşte birini aldığım zaman, onlarla yapmış olduğum muâhedeye riâyet etmemiş olurum. Fakat sen ayrı bir durumdasın. Senin davranışın da, öldürdüğün adamın eşyâsı da seni ilgilendirir.” buyurdu. (Vâkıdî, II, 626-627) Firâsetle hareket eden Ebû Basîr, bir müddet sonra Medîne’den çıktı. Deniz kıyısında Mekke ile Şam arasında Îs denilen bir yere yerleşti. Kısa bir müddet sonra orası tarafsız bir bölge olarak bir ilticâ mekânı hâline geldi. Az önce bahsi geçen Ebû Cendel de zâlimlerin elinden kurtularak Ebû Basîr’e katıldı. Böylece müslümanların sayısı çok geçmeden üç yüze ulaştı. Mekkelilerin Şam ticâret yolu tehlikeye girdi. Bunun üzerine Mekkeli müşrikler, çâresiz kalarak Peygamber Efendimiz’den bu husustaki maddenin kaldırılmasını taleb ettiler. Yâni Mekke’den müslüman olup da kaçanların Medîne’ye kabûl olunmasını ricâ ettiler. Böylece müslümanların baştan kabûl etmek istemedikleri ve en fazla ağırlarına giden madde, ahde vefâ netîcesinde lehlerine işlemiş oldu.135 Görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz’in ahde vefâsı, bütün mü’minler için bir rahmet ve bereket olmuştur. Hayber’in Fethi esnâsında, yahûdî ileri gelenlerinden birinin koyunlarına çobanlık yaparak geçimini sağlayan Yesâr, bir sabah kale dışında koyun güderken, Peygamber Efendimiz’le karşılaşmıştı. Bir müddet sohbet ettikten sonra Yesâr İslâm’ı kabûl etti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun ismini “Eslem” yaptı. Daha sonra çoban, elindeki koyunları ne yapması gerektiğini Peygamber Efendimiz’e sordu. Allâh Rasûlü de: “–Onları geri çevir ve kovala! Hiç şüphen olmasın ki, hepsi de sâhiplerine döneceklerdir.” buyurdu. Eslem, bir avuç çakıl alarak koyunlara doğru attı ve: “–Sâhibinize dönün! Vallâhi bundan sonra ebediyyen sizinle beraber olmayacağım.” dedi. Koyunlar topluca gittiler, sanki onları sevk eden birisi varmış gibi kaleye girdiler. Müslüman olur olmaz hemen cihâda iştirâk eden Eslem -radıyallâhu anh-, bir müddet sonra şehîd oldu.136 Savaş gibi erzak sıkıntısının had safhada olduğu bir zamanda bile Allâh Rasûlü, ayağına kadar gelen düşmanlarına âit koyunları sâhiplerine geri göndermiştir. Çoban da anlaşmalı bulunduğu sâhibinin malına ihânet etmemiştir. Zîrâ “el-Emîn” olan Peygamber’e ve O’nun “mü’min” olan ümmetine yakışan da budur.
Mekke fethedilince Peygamber Efendimiz, Kâbe’nin anahtarını elinde bulunduran Osman bin Talha’ya haber göndererek anahtarı getirmesini istedi. Osman, anahtarın tekrar kendisine verilmeyeceğinden korkarak: “–Bunu Sana, Allâh’ın emâneti olarak veriyorum!” dedi. (Vâkıdî, II, 833; Heysemî, VI, 177) Kâbe’ye girip namaz kılan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, oradan çıktıktan sonra bir Fetih Hutbesi îrâd buyurdular. Hutbenin sonunda: “–Osman nerede?” diye sordular. Osman bin Talha ayağa kalktı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Allâh, size emânetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allâh, size böylece ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allâh, işiten (ve) görendir.” (en-Nisâ, 58) âyetini okuduktan sonra: “–Ey Ebû Talha Oğulları! Allâh Teâlâ’nın bu emânetini, sürekli sizde kalmak ve dürüst hareket etmek üzere alınız! Onu, zâlim olmadıkça hiç kimse elinizden alamaz! Bugün, iyilik ve ahde vefâ günüdür.” buyurdu ve Kâbe’nin anahtarını tekrar Osman bin Talha’ya tevdî etti. (İbn-i Hişâm, IV, 31-32; Vâkıdî, II, 837-838; İbn-i Sa’d, II, 137) Hâlbuki Allâh’ın evine hizmet etmeyi en üstün bir şeref ve mukaddes bir vazîfe telâkkî eden ashâbın ileri gelenlerinden pek çoğu, Kâbe anahtarının kendisine verilmesini istiyordu. Ancak Allâh Rasûlü, emâneti ehline verdi. Bu hakşinaslık karşısında bütün insanlar hayran kaldı, hattâ bir kısmı da hidâyetle şereflendi. Mekke sulh yoluyla fethedildiğinden, ganimet olarak hiçbir şey alınmamıştı.137 Varlık Nûru Efendimiz, İslâm ordusunun bir hayli yekûn tutan zarûrî ihtiyaçlarını karşılamak üzere Mekke zenginlerinden ödünç para ve zırh aldı. Daha sonra bunu, Hevâzin ganimetinden tamâmıyla ödedi ve: “–Ödüncün karşılığı, teşekkür etmek ve onu ödemektir!” buyurdu. (Vâkıdî, II, 863; Ebû Dâvûd, Büyû’, 88/3562; Muvatta, Nikâh, 44) Borç veren zenginler, gâlip bir kumandanın mallarına el koyacağını zannederek baştan endişeye kapılmışlardı. Lâkin fazla bir zaman geçmeden, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in “el-Emîn” olduğunu bir kez daha tasdîk ettiler. Mûsâ -aleyhisselâm- Medyen’e geldiğinde, orada hayvanlarını sulayan birçok insan gördü. Onların epey gerisinde de hayvanlarını sulamak için bekleyen iki kızcağız vardı ki, çobanlar oradan ayrılmadan suya yaklaşmıyorlardı. Hazret-i Mûsâ onlara yardım etti. Onlar da babaları Şuayb -aleyhisselâm-’a gidip durumu anlattılar, kendilerine yardım eden genci mükâfatlandırmasını istediler. Kızların küçük olanı: “…Babacığım O’nu ücretle tut. Şüphesiz ücretle tutacağın kimselerin en hayırlısı, kuvvetli ve emîn olandır.”
(el-Kasas, 26) dedi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle haber verir: “…Şuayb -aleyhisselâm- ona: «–Kızım, kuvvetli olduğunu nereden anladın?» diye sordu. Küçük kız: «–Ağır bir taş aldı ve kuyunun üzerine koydu.» dedi. Şuayb -aleyhisselâm-: «–Peki, emîn olduğunu nereden anladın?» dedi. Kızı: «–Onu sizin adınıza dâvet edip buraya getirirken bana: “Arkamdan yürü, önümde yürüme!” dedi. Bu sözünden O’nun emîn olduğunu anladım.» cevâbını verdi.” (Heysemî, VIII, 203-204) Câbir -radıyallâhu anh-’ın babası Uhud’da şehîd düşmüş, geriye, bakıma muhtaç kalabalık bir âile ve bir hayli borç bırakmıştı. Hazret-i Câbir şöyle anlatır: Bir gün Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana: “–Eğer Bahreyn’den zekât malı gelirse sana şöyle şöyle doldurup veririm.” buyurdu. Fakat Efendimiz vefât edene kadar Bahreyn’den mal gelmedi. Daha sonra mal geldiğinde Ebû Bekir -radıyallâhu anh-: “–Allâh Rasûlü’nün birine vaadi veya borcu varsa bize mürâcaat etsin!” diye îlân etti. Bunun üzerine huzûruna vararak: “–Peygamberimiz bana böyle böyle demişti.” dedim. Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, elini ganimet malına daldırıp bir avuç aldı. Bunları sayınca 500 (dinar) olduğunu gördüm. O zaman Ebû Bekir -radıyallâhu anh- bana: “–Bunun iki mislini daha al!” dedi. (Buhârî, Kefâlet, 3) Hazret-i Ebû Bekir, Allâh Rasûlü’nün ahdini O’nun adına yerine getirerek vefâkârlığını birkez daha göstermiştir. Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır: Amcam Enes bin Nadr, Bedir Savaşı’na katılamamış ve bu ona çok ağır gelmişti: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allâh Teâlâ müşriklerle yapılacak bir savaşta beni bulundurursa, neler yapacağımı elbette görecektir.” dedi. Sonra Uhud Gazvesi’ne katıldı. Müslüman safları dağılınca, arkadaşlarını kasdederek; “Rabbim, bunların yaptıklarından dolayı Sana özür beyân ederim.”, müşrikleri kasdederek de; “Bunların yaptıklarından da uzak olduğumu bildiririm.” deyip ilerledi. Sa’d bin Muâz’la karşılaştı ve:
“–Ey Sa’d! İstediğim cennettir. Kâbe’nin Rabbi’ne yemin ederim ki, Uhud’un eteklerinden beri hep o cennetin kokusunu alıyorum.” dedi. Sa’d, daha sonra hâdiseyi anlatırken: “–Ben onun yaptığını yapamadım yâ Rasûlallâh!” demiştir. Amcamı şehîd edilmiş olarak bulduk. Vücûdunda seksenden fazla kılıç, süngü ve ok yarası vardı. Müşrikler müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu kimse tanıyamadı. Sâdece kız kardeşi parmak uçlarından tanıdı. Şu âyet, amcam ve onun gibiler hakkında nâzil oldu: “Mü’minler içinde öyle yiğitler vardır ki, Allâh’a verdikleri sözlerine sadâkat gösterdiler. Onlardan kimi ahdini yerine getirdi (çarpıştı, şehîd düştü), kimi de (sırasını) beklemektedir. Bunlar aslâ sözlerini değiştirmemişlerdir.” (el-Ahzâb, 23) (Buhârî, Cihâd, 12) Berâ bin Ma’rûr -radıyallâhu anh-, Akabe Bey’ati’ne on iki temsilciden biri olarak katılmıştı. Hazret-i Berâ, hac mevsiminde Mekke’ye geleceğini Peygamber Efendimiz’e va’detmişti. Ancak hac mevsimi gelmeden ölüm döşeğine düştü. Bu durumda âilesine: “–Allâh’ın Rasûlü’ne olan vaadim sebebiyle beni Kâbe’ye doğru çeviriniz. Çünkü ben O’na geleceğimi söylemiştim.” dedi ve böylece hem hayattayken hem de öldükten sonra Kâbe’ye yönelenlerin ilki oldu. Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Medîne’ye geldiğinde ashâbıyla birlikte Berâ bin Ma’rûr -radıyallâhu anh-’ın kabri başına gitti. Saf bağlatıp cenâze namazı kıldırdı: “Allâh’ım onu affet! Ona rahmet et ve ondan râzı ol!” diye duâ etti. (İbn-i Abdilber, I, 153; İbn-i Sâ’d, III, 619-620) Haneş -radıyallâhu anh- der ki: Hazret-i Ali’yi, iki koç kurban ederken gördüm: “–Niçin böyle yapıyorsun?” dedim: “–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana, vefâtından sonra kendisi için de kurban kesmemi vasiyet buyurmuştu. İşte ben O’nun vasiyetini yerine getirmek üzere kesiyorum! Bundan sonra da kesmeye devâm edeceğim!” dedi. (Ebû Dâvûd, Edâhî, 1-2/2790; Ahmed, I, 107) Halîfe Muâviye bin Ebû Süfyan, vaktiyle Bizanslılarla bir sulh antlaşması yapmıştı. Antlaşma süresi henüz dolmadan, Muâviye ordusuyla birlikte Bizans’a doğru yola çıktı. Bizans’a yakın bir yerde bekleyecek, antlaşma süresi bitince onlarla savaşacaktı. Ordu Bizans’a doğru yol alırken, bir atlı göründü. Adam: “–Allâhu ekber, Allâhu ekber! Ahde vefâ göstermeli, sözden dönmek yok!” diye seslendi.
Dikkatlice bakılınca, onun ilk müslümanlardan Amr bin Abese -radıyallâhu anh- olduğu anlaşıldı. Halîfe ona adam göndererek ne demek istediğini sordu. Amr -radıyallâhu anhşunları söyledi: “–Ben Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu işittim: «Bir kimse, bir kavimle antlaşma yapmışsa, süresi bitene veya antlaşmayı bozduğunu onlara bildirene kadar antlaşmayı ne bozsun, ne de onu yenilesin!» Bunun üzerine Muâviye ordusuyla birlikte geri döndü. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 152/2759; Ahmed, IV, 111, 113, 385-386) Böylece kendisine söz verilen kimsenin müslim veya gayr-i müslim olması arasında fark bulunmadığı, biriyle antlaşma yapan müslümanın sözüne ve ahdine mutlakâ sâdık kalması gerektiği iyice öğrenilmiş oldu. Osmanlılarda mertlik, sözünü muhakkak yerine getirmek ve vefâkârlık gibi yüksek fazîletler, gönülleri süsleyen ulvî bir ahlâk hâlinde âbideleşmiş ve âdeta şahsiyetlerinin bir parçası hâline gelmişti. Öyle ki, Avrupa’da “Türklük” ile “Müslümanlık” aynı mânâda kullanılır olmuştu. Bundan dolayı: “Türk demek, sözüne güvenilir insan demektir.” denilmiş ve diğer bâzı milletlerin aksine Osmanlıların aslâ yalan yere yemin etmedikleri beyân edilmiştir. Nitekim III. Ahmed devrinde Osmanlı Devleti’ne ilticâ etmiş olan eski Fransız general Comte de Bonneval, bu yöndeki bir müşâhedesini şu cümleyle ifâde eder: “Türkler vaatlerine, dindarâne bir sadâkat gösterirler.” İsveç sefîri Mouradgea d’Ohsson da: “Müslüman-Türkler yemin ve ahidlerine son derece sâdıktırlar. Allâh’ın adını ağızlarından düşürmemeye gayret ederler. Sözlerine Allâh’ı şâhit göstermekten başka hiçbir delîle lüzum görmezler.” demektedir. Aslen, eserlerinde Türk düşmanlığıyla temâyüz etmiş bir Fransız müellif olan Henri Mathieu ise kendini bir hususta îtirafta bulunmaya mecbur hisseder ve şöyle der: “Türklerde eşsiz bir hazine mâhiyetinde mevcûd olan nâmus ve ahlâk anlayışını tasdîk etmemek, büyük bir haksızlık olur. Onlar, doğruluğu, fazîletin temeli olarak kabûl eden ve verdiği sözü de mukaddes bilen kimselerdir.” Velhâsıl, Cenâb-ı Hak, “…Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allâh ile olan ahdine vefâ gösterirse, Allâh ona büyük bir mükâfat verecektir.” (el-Fetih, 10) buyurmaktadır.
Müslüman, söz verirken Allâh’ı şâhit tutmaktadır. Dolayısıyla insanlara verdiği her sözü, aynı zamanda Allâh’a vermiş olmaktadır. O hâlde mü’mine düşen; ahdine riâyet etmek, elindendilinden insanların emîn olduğu, vefâkâr ve güvenilir bir insan olmaktır. Allâh Teâlâ, her şeyin sâhibi ve bütün hükümler kendisine âit olduğu hâlde pek çok âyette “katında sözün değişmeyeceğini” bildirmektedir.138 Müslüman da “Söz ağızdan bir defâ çıkar.” diyerek emîn ve sâdık olmalı, yâni Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmalıdır. Vefâkârlık da, peygamberlere, velîlere ve fazîlet sâhibi kimselere âit bir vasıf olarak beşerî hayâtı en yüce bir seviyede taçlandıran mânevî bir sıfattır. Bu itibarla bâzı müfessirler İslâm’ı; kalb ile tasdîk ve dil ile ikrarla beraber bütün kazâ ve kaderinde Allâh Teâlâ’ya teslîmiyet ve vefâ olarak târif etmişlerdir. 5. Sadâkat
Peygamberlerin en mühim vasıflarından biri olan “sıdk/sadâkat”, sözde ve özde doğruluk, ihlâslı ve samîmî olmak demektir. Peygamberler, ilâhî istikâmet üzere olan hâlleri ve kavilleri ile dâimâ sadâkati tebliğ hâlindedirler. Kur’ân-ı Kerîm’de, bâzı peygamberlerin şahsiyeti anlatılırken; “O, sıddîk (dosdoğru) bir nebî idi.” (Meryem, 41, 56) buyrulmaktadır. Yine Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh, sadâkat gösterenleri, sadâkatleri sebebiyle mükâfatlandıracaktır…” (el-Ahzâb, 24) buyrulur. Bu mühim vasfa sâhip olabilmek için, dünyâda birtakım gayretlerde bulunmak lâzımdır. Bunların en mühimini Cenâb-ı Hak bizlere şöyle beyan buyurmaktadır: “Ey îmân edenler! Allâh’a karşı takvâ sâhibi olun ve sâdıklarla beraber bulunun!” (et-Tevbe, 119) Yâni sâdıklarla beraberliği artırmak, sadâkat vasfını kazanmaya ve onların hâliyle hâllenmeye vesîle olacaktır. Şeyh Sâdî-i Şîrâzî, sâdıklarla beraberliğin fazîletini ve bunun zıddına sâdıklardan ayrılmanın hazin âkıbetini şöyle ifâde eder: “Ashâb-ı Kehf’in köpeği Kıtmîr, sâdıklarla beraber olup onlara sadâkat gösterdiği için büyük bir şeref kazandı, nâmı Kur’ân-ı Kerîm’e geçti.139 Nûh ve Lût -aleyhimesselâm-’ın hanımları ise, fâsıklarla beraber oldukları için cehenneme dûçâr oldular.140” İnsanların yardıma en fazla muhtaç olduğu ve kimsenin kimseye fayda vermediği kıyâmet gününde, sadâkat, en kıymetli sermâye durumuna gelecektir. Dünyâda bu vasıfla yaşayanlar, orada hakîkî karşılıklarını alacaklar, en sıkıntılı anlarında imdatlarına yetişen sadâkat
sâyesinde selâmete ereceklerdir. Allâh Teâlâ, o günü; “…Bu, sâdıklara sadâkatlerinin fayda vereceği gündür…” (el-Mâide, 119) şeklinde tavsîf eder. Yine âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere o gün; “…Allâh Teâlâ, sâdık erkek ve kadınlara, mağfiret ve büyük bir ecir hazırlamıştır.” (el-Ahzâb, 35) Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, sadâkatin ehemmiyetini bizlere şöyle ifâde buyurur: “Sıdk, insanı iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi, doğru söylemeye devâm ettikçe, sonunda sıddîklardan olur. Yalan, kişiyi fücûra, fücûr da cehenneme götürür. Kişi yalan söylemeye devâm ettikçe, sonunda Allâh indinde yalancılardan yazılır.” (Buhârî, Edeb, 69; Müslim, Birr, 103-105) Fazîlet Tabloları
Âlemlerin Efendisi, sadâkatin zirvesinde idi. O’nun bu hâlini, en azılı düşmanları Ebû Cehil, Ahnes bin Şerik, Nadr bin Hâris ve daha sonra müslüman olan Ebû Süfyan bile îtirâf etmek mecbûriyetinde kalmışlardır.141 Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hiçbir zaman hak olmayan bir söz söylememiş, hattâ şaka yaparken dahî sadâkatten ve doğru sözlülükten ayrılmamıştır. Ebû Süfyan -radıyallâhu anh-, müslüman olmadan önce, İslâm düşmanlarının önde gelenlerinden biriydi. Bir zamanlar, ticâret için gittiği bir yerde, Bizans Kralı Herakliyus ile uzun bir konuşma yapmıştı. Ebû Süfyan -radıyallâhu anh-, o konuşmayı naklederken şöyle der: “…Herakliyus bana: «–Peygamberlik iddiâsında bulunmazdan evvel, O’nu hiç yalancılıkla ithâm etmiş miydiniz?» diye sordu. «–Hayır!» dedim. «–Hiç sözünde durmadığı olur muydu?» dedi. «–Hayır! Verdiği sözü muhakkak tutar, ancak biz şimdi O’nunla bir müddet antlaşma hâlindeyiz. Bu müddet zarfında ne yapacağını bilmiyoruz!» dedim. O’nu kötülemek için araya sokuşturacak bundan başka bir söz bulamadım!.. «–O zât size neleri emrediyor?» diye sordu. Ben de: «–O; “Yalnız Allâh’a kulluk ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız, atalarınızın îmân ettiklerini söyledikleri şeyleri terk ediniz.” diyor ve bize namaz kılmayı, sadâkati, iffetli yaşamayı ve akrabâ ile ilgilenmeyi emrediyor.» dedim…
Herakliyus şöyle dedi: «–Ben sana; bu iddiâsından önce O’nu hiç yalanla ithâm ettiniz mi, diye sordum, sen; hayır, dedin. Böylece anladım ki O, ne insanlara ne de Allâh’a yalan söyleyecek biri değildir. Hiç sözünde durmadığı oldu mu, diye sordum; hayır, dedin. Peygamberler de böyledir, sözlerinden aslâ dönmezler…» Herakliyus tekrar: «–Size ne emrediyor?» diye sordu. «–Sâdece Allâh’a kulluk, namaz, zekât, sadâkat, iffetli yaşamak ve sıla-i rahim.» dedim. Bunun üzerine Herakliyus şöyle dedi: «–Eğer bu dediklerin doğru ise O zât, çok yakın bir zamanda şu ayaklarımın bastığı yerlere bile hâkim olacaktır…»” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 6; Müslim, Cihâd, 74) Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurmuştur: “Bana şu altı şey hakkında söz verin, ben de size cennet için kefîl olayım: 1. Konuştuğunuz zaman doğru konuşun! 2. Vaatte bulunduğunuz zaman yerine getirin! 3. Emânet husûsunda güvenilir olun! 4. İffetinizi koruyun! 5. Gözlerinizi haramdan muhâfaza edin! 6. Ellerinizi haramdan uzak tutun!” (Ahmed, V, 323) Abdullâh bin Âmir -radıyallâhu anh- anlatıyor: Bir gün annem beni çağırdı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de evimizde bulunuyordu. Annem: “–Gel de sana bir şey vereyim!” dedi. Allâh Rasûlü: “–Ona ne vermeyi düşünmüştün?” diye sorunca, annem: “–Ona bir hurma vermek istemiştim.” cevâbını verdi. Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Bil ki, eğer ona bir şey vermeseydin, sana bir yalan günâhı yazılırdı.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 80/4991; Ahmed, III, 447)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çarşıda bir satıcının yanına vardı. Önündeki buğday yığınının içine elini daldırdı ve ıslak olduğunu fark etti. Satıcıya: “–Nedir bu?” diye sordu. Adam: “–Ey Allâh’ın Rasûlü, yağmur ıslattı.” deyince Efendimiz: “–Bu yaşlığı üstte bırakıp insanların görmesini sağlayamaz mıydın? Aldatan benden değildir!” buyurdu. (Müslim, Îmân, 164) Müslüman, bütün hâl ve hareketlerinde aslâ doğruluktan ayrılmamalı, kimseyi aldatmamalıdır. Ashâb-ı kirâm ve onların izinden yürüyen sâlih mü’minler, yeri geliyor bir râvîden hadîs alabilmek için, o zamanın zorlu şartları altında bir aylık mesâfeyi kat ediyorlardı. Onlar, nebevî terbiye ile öyle bir fazîlet âbidesi hâline gelmişlerdi ki, hayvanını yanına çekmek için boş yem torbasını gösterip onu kandıran kişinin bu davranışını bir şahsiyet zaafı telâkkî edip ona îtimâd etmiyorlar, böyle kimselerin ahlâkını mûteber saymıyorlardı. Yâni bir hayvanı bile olsa kandırma ve aldatma duygusu taşıyan kişiyi, Allâh Rasûlü’nün hadîs-i şerîfleri muktezâsınca yaşamadığı için, hadîs nakline liyâkatli görmüyorlardı. İmâm Mâlik -rahimehullâh- anlatıyor: Bana anlatıldığına göre, bir gün Lokmân Hakîm’e: “–Sende gördüğümüz (meziyet ve fazîletlerin mâhiyeti) nedir?” diye sorulmuştu. O da şu cevâbı vermişti: “–Doğru sözlülük, emâneti yerine getirmek, beni ilgilendirmeyen şeyi terk etmek ve ahde vefâ göstermek.” (Muvatta, Kelâm, 17) Varlık Nûru Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, İsrâ ve Mîrâc hâdisesini Kureyş müşriklerine haber vereceği zaman: “–Ey Cebrâîl! Kavmim beni tasdîk etmez!” dedi. Cebrâîl -aleyhisselâm-: “–Ebû Bekir Sen’i tasdîk eder. O sıddîktır.” dedi. (İbn-i Sa’d, I, 215) Nitekim müşrikler, Mîrâc hâdisesini duyduklarında, derhâl Hazret-i Ebû Bekir’e gittiler: “–Arkadaşın, bir gece içinde Mescid-i Aksâ’ya gittiğini, oradan da göklere çıkıp sabah olmadan tekrar Mekke’ye geldiğini söylüyor. Bakalım buna ne diyeceksin?” dediler. Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan dâsitânî îman sadâkatinin şevki içinde:
“–O ne söylüyorsa doğrudur! Çünkü O’nun yalan söylemesine imkân ve ihtimal yoktur! Ben, O’nun her getirdiğine peşînen inanırım…” dedi. Müşrikler tekrar: “–Sen O’nu tasdîk ediyor, bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-: “–Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allâh’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tasdîk ediyorum.” dedi. Daha sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Olanları bizzat O’nun mübârek fem-i saâdetlerinden dinledi ve: “–Sadakte (doğru söyledin) yâ Rasûlallâh!..” dedi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, O’nun bu tasdîkinden gâyet memnun kalarak cihânı aydınlatan tebessümüyle Hazret-i Ebû Bekir’e: “–Ey Ebû Bekir! Sen «Sıddîk»sın!..” buyurdu. (İbn-i Hişâm, II, 5) O günden sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, “Sıddîk” lâkabıyla meşhur oldu. İşte îmanda sadâkat… Bütün mes’ele doğruyu bulmak ve ondan hiç ayrılmamak… Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birbedevîden at satın almıştı. Efendimiz, atı eve kadar getirmesini ve orada parasını almasını bedevîden ricâ etti. Kendisi biraz hızlıca önden gitti; bedevî ise ağır yürüdüğü için arkada kalmıştı. Bu esnâda bâzı kimseler bedevîye gelip at hakkında pazarlık yapmaya başladılar ve daha fazla fiyat teklif ettiler. Onu Peygamber Efendimiz’in satın aldığını bilmiyorlardı. Bedevî, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e seslenerek: “–Şu atı alacaksan al, yoksa satıyorum!” dedi. Allâh Rasûlü, bedevînin bu sözünü işitince ona dönüp: “–Ben onu senden satın aldım ya!” buyurdu. Fakat bedevî: “–Vallâhi ben onu Sana satmadım!” diye inkâr etmeye başladı. Efendimiz: “–Bilâkis! Ben onu senden satın aldım.” dedi. Bu sefer bedevî: “–Şâhit getir!” demeye başladı. Huzeyme bin Sâbit -radıyallâhu anh- hemen atılıp: “–Ben şehâdet ederim, Siz onu satın aldınız!” dedi. Allâh Rasûlü, Huzeyme’ye yaklaşarak:
“–Sen alışveriş esnâsında bizim yanımızda değildin, ne ile şehâdet ediyorsun?” diye sordu. Huzeyme -radıyallâhu anh-: “–Sana olan tasdîkim ile, ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu engin sadâkati sebebiyle Huzeyme’nin şehâdetini iki kişinin şehâdeti yerine kabûl etti. (Ebû Dâvûd, Akdiye, 20/3607; Nesâî, Büyû, 91; Ahmed, V, 215-216) Bir rivâyete göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Huzeyme’ye: “–Sen alışveriş esnâsında bizim yanımızda değildin. Seni şâhitliğe sevk eden nedir?” diye sordu. Huzeyme: “–Ben Siz’in getirdiğiniz (risâleti) tasdîk ettim, bildim ki, haktan başka bir şey söylemezsiniz!” dedi. Bunun üzerine Allâh Rasûlü: “–Huzeyme kimin lehinde veya aleyhinde şehâdette bulunursa, bu ona yeter, (iki şâhit değerindedir).” buyurdu. İşte Allâh ve Rasûlü’ne sadâkatin şâhikası sayılabilecek misallerden biri… Kâ’b bin Mâlik -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü’nün bütün seferlerine iştirâk etmişti. Tebük Seferi’ne iştirâki ise, bugün-yarın derken gecikmişti. Bu arada ordu gitmiş, Kâ’b da Medîne’de kalmıştı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- seferden döndüğünde herkes bir mâzeret ileri sürerken, o ve birkaç sahâbî doğruyu söyleyerek Allâh’tan affını talep etti. Tevbelerinin kabûl edildiğini haber veren âyet-i kerîme tam elli gün sonra nâzil oldu. Bu zaman zarfında çok büyük sıkıntılar çektiler. Dünya, bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmişti. Fakat samîmiyetle tevbe etmelerinden ötürü ilâhî affa mazhar oldular. Doğruluğa sarılarak kusûrunu îtirâf eden Kâ’b bin Mâlik -radıyallâhu anh-, sadâkatinden gördüğü faydayı şöyle anlatır: “Allâh’a yemin ederim ki, İslâm ile şereflendirdikten sonra Cenâb-ı Hakk’ın bana verdiği en büyük nîmet, Peygamber Efendimiz’in huzûrunda doğruyu söylemek, böylece yalan söyleyenlerle birlikte helâk olmaktan kurtulmaktır. Çünkü Allâh Teâlâ, Tebük Seferi’ne katılmayıp da yalan söyleyenler hakkında, onların hazîn âkıbetini bildiren şu âyetleri vahyetti: «…Onlardan yüz çevirin, çünkü onlar necistirler. İrtikâb ettikleri günâhın cezâsı olarak varacakları yer cehennemdir. Kendilerinden râzı olasınız diye de size yemin ederler. Siz onlardan râzı olsanız bile, Allâh o fâsıklardan asla râzı olmaz.» (et-Tevbe, 95-96)” (Buhârî, Megâzî, 79) Uhud Harbi sonrası, Medîne-i Münevvere’deki hanımlar, bir haber alabilmek ümîdiyle şehir dışına çıkmışlardı. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- da onlar arasında idi. Harre mevkiinde sâliha kadın Hind bint-i Amr’a rastladı. Hind, savaşta şehîd düşen kocası Amr bin Cemûh, oğlu Hallâd ve kardeşi Abdullâh’ın cesedlerini bir deveye yüklemiş götürüyordu. Hazret-i Âişe ona:
“–Geride ne haber var?” diye sordu. Hind bint-i Amr -radıyallâhu anhâ-: “–Hayırdır, Rasûlullâh sağdır. O sağ olduktan sonra her musîbet hafif kalır.” dedi. Hazret-i Âişe, devenin üzerindeki cesetleri göstererek: “–Bunlar kim?” diye sordu. Sâliha hanım Hind: “–Kardeşim Abdullâh, oğlum Hallâd ve kocam Amr’dır.” dedi. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-: “–Onları nereye götürüyorsun?” diye sorunca da: “–Medîne’ye götürüyorum. Orada defnedeceğim.” dedi. Hind, devesini yürümesi için biraz zorlayınca, deve olduğu yere çöktü. Hazret-i Âişe: “–Deve, yükünün ağırlığından mı çöküyor?” diye sordu. Hind: “–Neden çöktüğünü bilmiyorum. Hâlbuki başka zamanlarda iki devenin yükünü taşırdı. Fakat şimdi onda farklı bir hâl seziyorum.” dedi. Zorlayınca deve kalktı, ancak Medîne’ye yöneltilince yine çöktü. Yönü Uhud’a çevrilince de koşmaya başladı. Hind, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yanına varıp durumu anlattı. Efendimiz ona: “–Deve vazîfelidir. Amr’ın herhangi bir vasiyeti var mıydı?” diye sordu. Hind: “–Amr, Uhud’a gideceği zaman kıbleye dönmüş; «Allâh’ım! Bana şehîdlik nasîb et! Beni me’yûs ve mahrum bir hâlde ev halkıma döndürme!» diye duâ etmişti.” dedi. Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sadâkatin yüceliğini ifâde eden şu sözleri söyledi: “–İşte bu yüzden deve yürümüyor. Ey Ensâr topluluğu! Sizden her kim Allâh’a yemin etmişse ona sâdık kalsın. Ey Hind! Kocan Amr sâdıklardandır. O şehîd edildiği andan itibâren melekler kanatlarıyla üzerine gölgelik yaptılar ve nereye defnedilecek diye bakıp durdular. Ey Hind! Cennette Amr bin Cemûh, oğlun Hallâd ve kardeşin Abdullâh bir araya gelecek ve arkadaş olacaklar.” Bu müjde karşısında Hind, bir sadâkat örneği daha sergileyerek: “–Yâ Rasûlallâh! Ne olur Allâh’a duâ et, beni de onlarla bir araya getirsin.” diye yalvardı. (Vâkıdî, I, 265-266; İbn-i Hacer, Fethü’l-Bârî, III, 216; İbn-i Abdilber, el-İstiâb, III, 1168) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hudeybiye Antlaşması öncesinde Hazret-i Osman’ı, görüşme yapmak üzere Mekke’ye göndermişti. Osman -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh’ın emri
mûcibince hemen hareket ederek Mekke’ye gitti. Müşriklere; niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu anlattı. Müşrikler, buna rağmen yine de izin vermediler. Ayrıca Hazret-i Osman’ı göz hapsine alarak: “–İstiyorsan sen Kâbe’yi tavâf edebilirsin!..” dediler. Bütün müslümanlar tavaf hasretiyle yanıyor, Kâbe gözlerinde tütüyordu. Hattâ, Hazret-i Osman’ın tavâf edeceğini düşünerek ona gıpta edenler bile vardı. Bâzıları da tereddütlüydü. Belki de Osman -radıyallâhu anh- büyük bir sadâkat ve diğergâmlık örneği sergileyerek bütün müslümanlara izin verilmedikçe Kâbe’yi tavâf etmezdi. Durum, tam da ikinci grubun düşündüğü gibi oldu. Kendisini Allâh’a ve Rasûlü’ne adamış olan sâdık sahâbî: “–Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı ancak O’nun arkasında ziyâret ederim. Allâh Rasûlü’nün kabûl edilmediği bir yerde ben de yokum…” diyerek Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan sadâkatini tescîl etti. (Ahmed, IV, 324) Yavuz Sultan Selim Han, mâlum ve meşhur celâdetine rağmen, aynı zamanda çok hassas ve ince ruhlu bir insandı. Fakat devletin birlik ve bekâsı anlayışı, bâzen Osmanlı pâdişahlarını, kabûlü zor kararlar almaya mecbur etmiştir. Nitekim Yavuz Sultan Selim de, bu mecbûriyetin bir netîcesi olarak, kardeşi Korkut’u bertarâf etmiş, sonra da cenâzesinde hazır bulunarak bizzat tabutunu taşımış ve: “Ey kardeşim! Ne sen öyle yapsaydın ne de ben böyle yapmak mecbûriyetinde kalsaydım!..” diyerek ağlamıştır. Şehzâde Korkut’un Piyâle adındaki sâdık adamını takdîr ederek: “–Seni, büyük bir fazîlet olan sadâkatin sebebiyle affediyorum! Bu sadâkatinin mükâfâtı olarak da seni istediğin makâma tâyin edeyim. İstersen vezîrim ol!” teklifinde bulundu. O da teşekkür etti ve sadâkatini katmerleyerek: “–Sultânım! Bundan sonra benim vazîfem, Şehzâde Korkut’un türbedârı olmaktır!..” dedi. Sözün özü, mü’min sözünde, özünde ve niyetinde doğru olarak ismini sâdıklar dîvânına yazdırmalı, dünyâ ve âhirette sadâkatinin faydasını görmelidir. Ziyâ Paşa ne güzel söyler:
İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh, Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allâh!.. 6. Hâle Rızâ
Aşırı sürûr ve aşırı ıztırap, insan nefsi için büyük bir tuzaktır. “Hâle rızâ” ve bunun netîcesi olan “sabır ve tevekkül” ise, kemâl sâhibi mü’minlerin fârik vasfıdır. Saâdetin şaşmaz kâidesi; aklı vahye tâbî kılmak, kalbi güzel ahlâk ile tezyîn etmek ve bu sâyede hayâtın beklenmedik sürprizlerine karşı rızâ gösterebilmektir. Yine gerçek saâdet, hayâtın med ve cezirlerini olduğu gibi kabul, meşakkatlerine tahammül, ıslâhına gayret ve her şeyin güzel tarafını görüp Âlemlerin Rabbi’ne teslîm olmakla mümkündür. Lokmân Hakîm’in şu nasîhati ne güzeldir: “Yavrucuğum! Gönlünü kederlerle ve üzüntülerle meşgul etme! Aç gözlülükten sakın. Takdîre rızâ göster. Allâh tarafından sana verilene kanaat et ki, hayâtın güzelleşsin, gönlün sürurla dolsun ve hayattan zevk alasın.” Gönle sürur veren tecellî ve hâdiseler karşısında râzı olup, buna mukâbil gam ve keder veren hâdiseler karşısında hoşnutsuzluk göstermek, İslâm ahlâkıyla bağdaşmaz. Fakat insan, mânevî olgunluğun zirvesine varmadıkça, bu beşerî zaaftan kolay kolay kurtulamaz. Nefsini tezkiye edip “Râdıye” makâmına ulaştığında ise, ilâhî irâdenin hayır veya şer şeklinde tecellî eden bütün kazâ hükümlerine tereddütsüz teslîm olup rızâ gösterir, aslâ şikâyetçi olmaz. Böyleleri hakkındaki ilâhî müjde ne büyüktür: “Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön. (Sâlih) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 27-30) Sevilen ve benimsenen şeyi yapmak veya ona katlanmak insana kolay gelir. Kolay gelen şey ise, rahatlıkla yapılır, zevkle yerine getirilir. Allâh’ı seven mü’mine de O’ndan gelen her şey kolay gelir, zevk verir ve hoşuna gider. Yakînî îmâna sâhip olan sâlihler, Allâh’ın kazâsına rızâ gösterir ve Cenâb-ı Hakk’ın yazmadığı hiçbir musîbetin başlarına gelmeyeceğini bilirler. Bu sâyede dünyâda başlarına gelen her şeyi, âhiret azâbına kıyasla küçük görürler ve Allâh Teâlâ böyle kimselerin gönül âlemlerine huzur hâli ihsân eder. Hattâ onların nazarında Hakk’ın muhtelif tecellîleri, bu geçici hayâl ve serap âleminin sürûr ve bayramlarından bin kere evlâdır! Çünkü onlar, avâmın yöneldiği lutuf zannedilen şeylerden el çekmişlerdir. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurur: “Mükâfâtın büyüklüğü, belânın şiddetine göredir. Allâh, sevdiği topluluğu belâya uğratır. Kim başına gelene rızâ gösterirse, Allâh ondan hoşnud olur. Kim de rızâ göstermezse, Allâh’ın gazabına uğrar.” (Tirmizî, Zühd, 57/2396; İbn-i Mâce, Fiten, 23) Diğer bir hadîs-i şerîf de şöyledir: “Kuvvetli mü’min, (Allâh katında) zayıf mü’minden daha hayırlı ve daha sevimlidir. (Bununla birlikte) her ikisinde de hayır vardır. Sen, sana faydalı olan şeyi elde etmeye çalış. Allâh’tan yardım dile ve asla acziyet gösterme. Başına bir şey gelirse, «Eğer şöyle yapsaydım, böyle olurdu.» diye hayıflanıp durma! «Allâh’ın takdîri bu, O, ne dilerse yapar.» de! Zîrâ; «Eğer
şöyle yapsaydım.» sözü, şeytanı memnun edecek işlerin kapısını açar.” (Müslim, Kader, 34; İbn-i Mâce, Mukaddime, 10) Hâle rızâ göstermeyip “Keşke şöyle şöyle yapsaydım.” diyen bir insan, rızâsızlık, kadere karşı çıkma ve Allâh’ın irâdesini beğenmeme gibi îmâna zıt hâllere dûçâr olur. Bu ise şeytanı sevindiren, insanı hüsrâna sürükleyen bir durumdur. Hâle rızâ ise, insanı Allâh’ın rızâsına erdirir. Kur’ân-ı Kerîm’de dünyâ ve âhirete âit bütün bahtiyarlıklar sayıldıktan sonra: “…Allâh’ın rızâsı bunların hepsinden üstün, hepsinden daha büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur.” (et-Tevbe, 72) buyrulur. Fazîlet Tabloları
Üsâme bin Zeyd -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatır: Kızı (Zeynep), Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e: “–Oğlum ölmek üzeredir, lütfen bize kadar geliniz.” diye haber gönderdi. Peygamber aleyhissalâtü vesselâm-: “–Alan da veren de Allâh’tır. O’nun katında her şeyin belli bir vakti vardır. Sabretsin ve ecrini Allâh’tan beklesin!” buyurarak kızına selâm gönderdi. Bunun üzerine kızı, Allâh Rasûlü’ne: “–Ne olur, mutlakâ gelsin diye tekrar haber yolladı.” Bu defa Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanında Sa’d bin Ubâde, Muâz bin Cebel, Übey bin Kâ’b, Zeyd bin Sâbit ve başka bâzı sahâbîler olduğu hâlde, kalkıp kızının evine gitti. Çocuğu Hazret-i Peygamber’e verdiler, kucağına aldı. Yavrucak nefes almakta güçlük çekiyordu. Rasûlullâh’ın mübârek gözlerinden yaşlar boşandı. Durumu gören Sa’d bin Ubâde: “–Ey Allâh’ın Rasûlü, bu ne hâldir?” dedi. Allâh Rasûlü de: “–Bu, Allâh’ın, kullarından dilediğinin kalbine koyduğu merhamet duygusudur. Zâten Allâh, ancak merhametli kullarına rahmet eder.” buyurdu. (Buhârî, Cenâiz 33, Eymân 9, Merdâ 9; Müslim, Cenâiz 9, 11) Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kızına gönderdiği ilk selâm ve yaptığı tavsiyeler, tam mânâsıyla başa gelene rızâ göstermektir. Asıl mârifet, o acılı anda kadere rızâ göstererek teslîm olmaktır. İkinci hâli de, bâzı sahâbîlerin ilk anda zannettikleri gibi, Efendimiz’in yasakladığı şekilde kadere isyân ile bağıra çağıra ve üst-baş yırtarak ağlamak değil, Allâh’ın kullarına lutfettiği merhamet hissinin bir tezâhürüdür. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, rızâ hâlindeki bir mü’minin mükâfâtını şöyle bildirir:
“Bir kulun çocuğu vefât ettiğinde Allâh Teâlâ meleklerine: «–Kulumun çocuğunun rûhunu mu aldınız!» buyurur. Melekler: «–Evet yâ Rabbî.» derler. Allâh Teâlâ: «–Onun gönül meyvesini mi kopardınız?» buyurur. Melekler: «–Evet yâ Rabbî.» derler. Hak Teâlâ: «–Peki kulum ne dedi?» buyurur. Melekler: «–O Sana hamd etti ve:
“…Biz Allâh’a âidiz ve yine O’na döneceğiz.” (el-Bakara, 156) diyerek yalnız Sana ilticâ etti.» derler. Bunun üzerine Allâh Teâlâ şöyle buyurur: «–Kulum için cennette bir ev inşâ edin ve ismini de “Beytü’l-Hamd: Hamd Evi” koyun.»” (Tirmizî, Cenâiz, 36/1021) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur: “Kul hastalanınca, Allâh Teâlâ ona iki melek gönderir ve onlara: «–Gidin bakın, kulum yardımcılarına ne diyor bir dinleyin!» diye emreder. Eğer o kul, melekler geldiği zaman Allâh’a hamd ediyor ve senâda bulunuyor ise, onlar kulun bu hâlini, her şeyi (zâten) en iyi bilmekte olan Allâh’a yükseltirler. (Meleklerini sırf kulunun ameline şâhid olsunlar diye gönderen) Allâh Teâlâ: «–Kulumun rûhunu kabzedersem, onu cennete koymak, kulumun üzerimdeki hakkı olmuştur. Şâyet şifâ verirsem, onun etini daha hayırlı bir etle, kanını daha hayırlı bir kanla değiştirmek ve günahlarını da affetmek, üzerimde hakkı olmuştur.» buyurur.” (Muvatta, Ayn, 5) Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatıyor: Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına: “–Şu kelimeleri kim benden alıp onlarla amel edecek ve (buna ilâveten) onlarla amel edecek olana öğretecek?” buyurdular. Ben hemen atılıp: “–Ben, ey Allâh’ın Rasûlü!” dedim. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- elimden tuttu ve şu beş şeyi saydı: “- Haramlardan sakınırsan, Allâh’ın en âbid kulu olursun!
- Allâh’ın sana olan taksîmine râzı olursan, (kanaatta) insanların en zengini olursun! - Komşuna ihsanda bulun ki (kâmil bir) mü’min olasın. - Kendin için istediğini, başkaları için de iste ki (kâmil bir) müslüman olasın! - Fazla gülme! Çünkü fazla gülmek kalbi öldürür.” (Tirmizî, Zühd, 2/2305; İbn-i Mâce, Zühd, 24) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Ebû Bekir -radıyallâhu anh- oturuyorlardı. Hazret-i Ebû Bekir’in üzerinde eski bir abâ (elbise) vardı. Öyle ki, elbisenin uçlarını göğsünün üstünde ağaç çöpleriyle birbirine tutturmuştu. Bu esnâda Cebrâîl -aleyhisselâm- nüzûl etti. Peygamber Efendimiz’e Allâh Teâlâ’nın selâmını bildirdi ve: “–Yâ Rasûlallâh! Ebû Bekir’in bu hâli nedir? Eski bir elbise giymiş, uçlarını da ağaç çöpleriyle tutturmuş!” dedi. Âlemlerin Efendisi: “–Ey Cibrîl! O, malını Fetih’ten önce Allâh’ın dîni uğruna harcadı, onun için bu hâldedir.” buyurdu. Bunun üzerine Cebrâîl -aleyhisselâm-: “–Ona Allâh Teâlâ’nın selâmını bildir. De ki: Rabbin sana soruyor; «Şu fakr u zarûret içinde bulunman sebebiyle Ben’den râzı mısın, yoksa hâlinden şikâyetçi misin?»” Allâh Rasûlü, dostu Ebû Bekir’e dönerek: “–Ey Ebû Bekir! İşte Cibrîl burada, sana Allâh Teâlâ’dan selâm getirdi. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki; «Şu fakr u zarûret içinde bulunman sebebiyle Ben’den râzı mısın, yoksa hâlinden şikâyetçi misin?»” Ebû Bekir -radıyallâhu anh- bu iltifât-ı ilâhî karşısında sevincinden ne yapacağını bilemedi. Âdeta dili tutuldu. Bir müddet ağladı, ağladı… Sonra da: “–Rabbimden mi şikâyetçi olacağım?!. Ben Rabbimden râzıyım, ben Rabbimden râzıyım, ben Rabbimden râzıyım.” dedi. (Ebû Nuaym, Hilye, VII, 105; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, I, 249250) Rivâyete göre Yûnus -aleyhisselâm-, bir defasında Hazret-i Cebrâîl’e: “–Bana yeryüzünün en âbid kimsesini gösterir misin?” dedi. O da, bir adam gösterdi ki, elleri ve ayakları cüzzamdan dolayı çürümüş bir vaziyetteydi ve gözünü de kaybetmişti. Fakat şöyle demekteydi:
“Ey Allâh’ım! Bana bu eller ve ayaklar vâsıtasıyla ne vermiş isen, ancak Sen verdin. Neden uzaklaştırmış isen de, ancak Sen uzaklaştırdın. Ey Allâh’ım! Benim içimde sâdece bir arzu bıraktın ki, o da yalnızca Sana vuslat arzusudur.” Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-, hastalığının en şiddetli günlerini yaşıyordu. Hanımı Rahîme Hâtun: “–Sen bir peygambersin! Allâh Teâlâ’dan sıhhat ve âfiyet istesen de bu dertlerden kurtulsan!” dedi. Eyyûb -aleyhisselâm-: “–Sıhhat ve âfiyetle geçen günlerimiz ne kadardı?” diye sordu. Rahîme Hâtun: “–Seksen yıl idi.” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-: “–Ey Rahîme! Cenâb-ı Hak bana seksen sene sıhhatli bir ömür ihsân etti. Hastalık müddetim sıhhatle geçen ömrüme nazaran çok az. Hâl böyleyken Cenâb-ı Mevlâ’ya hâlimi şikâyet etmekten hayâ ederim. Allâh Teâlâ, bizlere nîmetler verirken (râzı oluyoruz da), O’ndan gelen belâlara niçin sabretmeyeyim?! Ben Rabbimden râzıyım!” dedi. Eyyûb -aleyhisselâm-’ın bu tavrı, rızânın en güzel misâlini sergiler. Eyyûb -aleyhisselâm-, bütün musîbet ve sıkıntılarına rağmen, hâlinden şikâyetçi duruma düşmemek ve takdîre rızâda kusur göstermemek için, hastalığını Cenâb-ı Hakk’a arz etmekten, kendisi için sıhhat ve âfiyet dilemekten bile çekinmiştir. Nihâyet zevcesinin ısrarları karşısında sâdece: “…(Rabbim!) Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!..” (el-Enbiyâ, 83) diye niyazda bulunmuştur. Bu duâ üzerine Allâh Teâlâ, kullukta dâim olanlara bir rahmet hâtırası olmak üzere onun derdini gidermiş, hastalığına şifâ vermiş ve kendisine yeniden mal ve evlâtlar lutfetmiştir. Cenâb-ı Hak sabır, şükür ve hâle rızâ makâmında zirveleşen Eyyûb -aleyhisselâm- için: “…: O ne güzel kuldu!..” (Sâd, 44) iltifâtında bulunmuştur. Hazret-i Mevlânâ, hakîkî muhabbet ve dostluğun, dosttan gelen ezâ ve cefâyı dahî hoş karşılamakla, ona rızâ ve teslîmiyet göstermekle mümkün olabileceğini aşağıdaki hikâyede şöyle anlatır: “Bir efendiye, ziyârete gelen yakın dostları hediye olarak kavun getirmişlerdi. O da sevdiği, gönüldaşı, derin duygulu sâdık hizmetkârı Lokmân’ı çağırttı. Lokmân gelince, efendisi kavundan bir dilim kesip, ona ikrâm etti. Lokmân o dilimi sanki bal gibi, şeker gibi âfiyetle yedi. Öyle hoşlanarak öyle zevkle yemişti ki, onu görenlerin de iştahları kabarıyor, ona âdeta imreniyorlardı. Efendisi ona ikinci bir dilim daha verdi. Zîrâ efendisi, sâdık hizmetkârı Lokmân’ın duyduğu bu lezzet karşısında huzur buluyordu. Derken kavundan son bir dilim kaldı. O zaman efendisi:
“–Bunu da ben yiyeyim de, ne kadar tatlı bir kavun olduğunu anlayayım!” dedi. Fakat efendisi o dilimi yer yemez, kavunun acılığından ağzını bir ateş kapladı. Dili uçukladı, boğazı yandı. Kavunun acılığından kendinden geçti. Bunun üzerine Lokmân’a: “–Ey benim canım hizmetkârım! Ey benim cihânım!” dedi. “Böyle bir zehri, nasıl oldu da tatlı tatlı yedin? Böyle bir kahrı, nasıl oldu da lutuf saydın? Bu ne sabırdır? Kim bilir, şimdiye kadar ne acılara katlandın da yüzünü ekşitmeden sabrettin? Yoksa sen tatlı canına düşman mısın? Neden bir şey söylemedin? Neden; «Beni mâzur görün, şimdi yiyemem!» demedin?” Lokmân dedi ki: “–Ben, efendimizin elinden o kadar tatlı yemekler yedim, maddî mânevî o kadar nâdide gıdalar aldım ki, size bunlar için mukâbelede bulunamadığımdan dolayı utancımdan iki büklüm olmuşumdur. Elinizle sunduğunuz bir şeye, nasıl olur da; «Bu acıdır, yenilemez.» diyebilirim?! Hem, sizin elinizle gelen her acı bana tatlı gelir. Çünkü bedenimin her hücresi, sizin nîmetlerinizle perverde olmuştur.” Sonra Lokmân, heyecan ve muhabbet dolu sözlerle içini dökmeye şöyle devâm etti: “–Efendim! Sizden gelen bir acıdan feryâd edersem, başıma yüzlerce defa toprak saçılsın. Lutufkâr elinin tadı, bu kavunda nasıl acılık bırakır? Muhabbetten acılar tatlılaşır, muhabbet yüzünden bakırlar altın olur. Muhabbet ile tortular durulur, arınır. Muhabbetten, dermansız dertler şifâ bulur. Muhabbetten ölüler dirilir. Muhabbet yüzünden pâdişahlar kul olur. Muhabbetten zindanlar gül bahçelerine döner. Muhabbet yüzünden karanlık evler aydınlanır. Muhabbet yüzünden nâr, nûr olur. Muhabbet yüzünden, çirkinler bile hûri kesilir. Muhabbetten kederler, üzüntüler neşe olur, sevinç olur. Yoldan çıkaranlar, yol kesenler, muhabbet sâyesinde yol gösterici bir saâdet rehberi olur. Muhabbet yüzünden hastalıklar, sıhhat ve âfiyete çevrilir. Muhabbetten kahırlar rahmet olur.” İşte Allâh’a muhabbetin en bâriz alâmeti, gerçek bir rızâ hâlidir. Ömer bin Abdülazîz -rahmetullâhi aleyh- kendisine: “–Neyi seversin?” diye soranlara: “–Benim sevincim, yalnız mukadderâttadır. Ben Allâh Teâlâ’nın hükmünü severim…” derdi. Bir efendi ile kölesi arasında geçen şu mükâleme, ne kadar ibretlidir: Adamın birisi bir köle satın almıştı. Köle, takvâ sâhibi, sâlih bir mü’min idi. Efendisi onu alıp evine götürünce, aralarında şöyle bir konuşma geçti: Efendi: “–Benim evimde neler yemek istersin?” Köle:
“–Ne verirsen onu.” “–Nasıl elbiseler giymek istersin?” “–Ne giydirirsen onu.” “–Evimin hangi odasında kalmak istersin?” “–Hangi odada kalmamı istersen orada.” “–Evimin hangi işlerini yapmak istersin?” “–Hangi işleri yapmamı istersen onları.” Bu son cevâbın ardından, efendi bir müddet tefekküre daldı ve gözlerinden süzülen yaşları silerken şöyle dedi: “–Keşke ben de Rabbime böyle teslîm olabilseydim. O zaman ne mutlu olurdum!..” Bu arada köle dedi ki: “–Ey benim efendim! Efendisinin yanında, kölenin irâde ve ihtiyârı olur mu?..” Bunun üzerine efendi: “–Seni âzâd ediyorum. Allâh için hürsün. Fakat, benim yanımda kalmanı da arzu ediyorum. Tâ ki canım ve malımla sana hizmet edeyim…” dedi. Kim ki Allâh’ı hakkıyla tanır, O’na gerçek bir muhabbetle teslîm olur, O’nun kendisi için takdîr ettiği hâle rızâ gösterirse, onda ne irâde kalır ne de ihtiyâr. O artık yalnız şöyle der: “–Allâh’tan istekte bulunmak benim neyime?!.”142 Hak dostlarından Sünbül Sinan Efendi, bir gün mürîdânına sordu: “–Farz-ı muhal, Cenâb-ı Hak bu kâinâtın sevk u idâresini size vermiş olsaydı, ne yapardınız?” Böyle bir suâl ile hiç karşılaşmamış olan mürîdler, şaşırmakla beraber, Hazret-i Pîr’e cevap vermeme nezâketsizliğinde bulunmamak için, muhtelif mütâlaalar serdettiler: “–Efendim, dünyâ üzerinde bir tek kâfir bırakmazdım!” “–Bütün kötülükleri yok ederdim!” “–İçki içenleri helâk ederdim!” gibi devâm edip giden cevaplar verdiler. İçlerinde biri ise cevap vermeden susuyordu. Hazret-i Pîr’in dikkatini çekti ve ona bakarak: “–Evlâdım! Ya sen ne yapardın?” dedi. Edebinden yüzü kızaran mürîd, büyük bir mahviyet içinde:
“–Efendim! Allâh Teâlâ’nın bu kâinâtı sevk u idâresinde -hâşâ- bir noksanlık mı var ki, ben farklı bir şey yapabileyim? Kâinâttaki ilâhî tanzîm, tasavvurların ötesinde bir kudret akışı içinde devâm ederken, benim âciz, kısıtlı, mahdûd akıl ve irâdemle; «Şunu şöyle yapardım, bunu böyle yapardım!» demek ne haddime!..” dedi ve utancından gözlerini yere indirdi. Hazret-i Pîr ise, bu ârifâne cevaptan son derece memnûn kaldı. Mütebessim ve nurlu çehresiyle mürîdini derûnî nazarlarıyla süzerek: “–İşte şimdi iş, merkezini buldu!..” dedi. Bundan sonra o mürîdin adı “Merkez Efendi” olarak kaldı ve asıl ismi olan Mûsâ Muslihiddîn unutuldu. Hâsılı, hâle rızâ; Allâh’a muhabbet ve îtimâdın bir tezâhürüdür. Allâh’ın verdiğine râzı olmak, ancak hasetten, kıskançlıktan ve cehâletten kurtularak mârifete erişmiş kulların elde edebileceği yüksek bir makamdır. Allâh Teâlâ, kulunun iyiliğini, ondan daha iyi bilir. Bu sebeple en selâmetli yol, ilâhî takdîre râzı olmak ve her hâlükârda şükredebilmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak şu îkazda bulunur: “…Hoşlanmadığınız bir şey, sizin için hayırlı olabilir. Yine sevdiğiniz bir şey de hakkınızda şer olabilir. 7. Tevekkül ve Teslîmiyet
Tevekkül, “dayanma, vekîl tutma ve vekîle güvenme” demektir. Yâni, gönlü Allâh ile dolu olan kimsenin, yalnız O’na güvenmesi ve O’na sığınmasıdır. Allâh’ın güzel isimlerinden biri de “el-Vekîl”dir. Bu ism-i şerîf, “işlerini usûlüne göre kendisine havâle edenlerin işlerini yoluna koyup, onların yapabileceğinden daha iyi bir şekilde yapan, kendisine tevekkül edilen, her şeyi idâre ve hâkimiyeti altında bulunduran” gibi mânâlara gelir. Her hususta güvenilecek yegâne merciin, ölümsüz, ebedî ve Kâdir-i Mutlak olması zarûrîdir. Aksi takdirde îtimâd etmenin bir mânâsı kalmaz. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Aslâ ölmeyecek, hakîkî hayat sâhibi ve dâimâ diri olan Allâh’a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbîh et!..” (el-Furkân, 58) Allâh Teâlâ, kullarının sâdece kendisine güvenip dayanmalarını arzu etmektedir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “…Mü’minler ancak Allâh’a tevekkül etsinler!” (İbrâhim, 11) “…Allâh’a tevekkül edene, Allâh kâfîdir!..” (et-Talâk, 3) Peygamber Efendimiz de:
“Eğer siz Allâh’a hakkıyla tevekkül edebilirseniz, sabahleyin karınları aç gidip, akşamları tok dönen kuşların rızıklandığı gibi rızıklanırsınız!” buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 33/2344; İbn-i Mâce, Zühd, 14) Teslîmiyete gelince, o da boyun eğmek, başa gelen hâdiseleri îtirazsız kabûllenmek ve selâmete çıkmak mânâsına gelir. Teslîmiyet, kalbin bir fiili olup Allâh tarafından haber verilen hususlarla alâkalı şüphelerden, ilâhî emirlere ters düşen nefsânî arzulardan, ihlâsla bağdaşmayan isteklerden, ilâhî takdîre ve şer’-i şerîfe îtiraz illetinden kurtulmak demektir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Hayır, Rabbine and olsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Sen’i hakem tâyin ederek verdiğin hükmü, içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan kabûl edip teslim olmadıkları müddetçe tam mü’min olamazlar.” (en-Nisâ, 65) Teslîmiyet, İslâm kelimesi ile aynı köktendir. Bu sebeple İslâm’ı hakkıyla yaşayabilmek ve hakîkî kullukta bulunabilmek, ancak teslîmiyetle mümkündür. Çünkü Allâh -celle celâlühû-, kulunun kendisinden başkasına râm olmasından hoşlanmaz. Teslîmiyet, muhabbete dayalı bir itaat işidir. Bu itaat ve teslîmiyet bereketiyle İbrâhim aleyhisselâm-’a, canı, malı ve evlâdı, yüce Rabbinin yolunda hiçbir engel teşkîl edemedi. Buna karşılık da hac ibâdeti, O’nun Rabbine tevekkül ve teslîmiyetinin kıyâmete kadar devâm edecek en güzel bir sembolü oldu. Çünkü İbrâhim -aleyhisselâm-’ın dili kalbine tercüman olarak dâimâ: “…Ben Âlemlerin Rabbi’ne teslîm oldum!” (el-Bakara, 131) demekteydi. Muhabbeti esas alan ve İslâm’ın özü olan tasavvuf, kulun ilâhî istikâmet üzere yaşayabilmesi ve her nefeste Rabbine daha ziyâde yaklaşabilmesi için, Hakk’a rızâ ve teslîmiyet duygusunu gönüllere yerleştirmeyi hedefler. Çünkü şu fânî âlemi kuşatan bin bir elem, keder ve çilelerin tesiri ve nefsânî aldanışların kesâfeti, ancak Hakk’a rızâ ve teslîmiyet netîcesinde azalmaya başlar. İbrâhim Hakkı Erzurûmî Hazretleri ne güzel söyler:
Sen Hakk’a tevekkül kıl
Teslîm ol da rahat bul
Her işine râzı ol
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler!.. Fazîlet Tabloları
Bir bedevî: “–Yâ Rasûlallâh! Hayvanımı bağlayıp da mı tevekkül edeyim yoksa bağlamadan mı?” diye sormuştu. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevâben: “–Önce bağla, sonra tevekkül et!” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 60/2517) Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ-’nın bildirdiğine göre, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- evinden her çıktığında muhakkak yüzünü semâya çevirir ve şöyle duâ ederdi:
“Bismillâh! Allâh’a tevekkül ettim. Allâh’ım! Dalâlete düşmekten ve başkaları tarafından dalâlete sürüklenmekten, kaymaktan ve kaydırılmaktan, haksızlık yapmaktan ve haksızlığa uğramaktan, câhilce davranmaktan ve câhillerin davranışlarına muhâtap olmaktan Sana sığınırım.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 102-103/5094; Tirmizî, Deavât, 35) Bir sefer esnâsında, öğle vakti ağaçlık bir vâdiye geldiklerinde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- askerlerine istirahat vermiş, mücâhitler de gölgelenmek üzere çevreye dağılmışlardı. Allâh Rasûlü, Semüre denilen sık yapraklı bir ağaç altında istirâhate çekilmiş, kılıcını da ağaca asmıştı. Hâdisenin bundan sonraki seyrini Câbir -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor: “Biraz uyumuştuk ki Allâh Rasûlü’nün bizi çağırdığını işittik ve hemen koştuk. Yanında bir bedevînin olduğunu gördük. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurdu: «–Ben uyurken bu bedevî kılıcımı almış. Uyandığımda kılıç kınından sıyrılmış vaziyette elindeydi. Bana: “–Şimdi Sen’i benim elimden kim kurtaracak?” dedi. Ben de üç defa: “–Allâh!” cevâbını verdim.»” (Buhârî, Cihâd, 84, 87; Müslim, Fedâil, 13) Fahr-i Kâinât Efendimiz, ölümle yüz yüze geldiği hâlde, Allâh Teâlâ’ya tevekkülü sâyesinde hiç korku duymamış ve kendisinden emin bir şekilde “Beni Allâh kurtaracaktır!” cevâbını vermiştir. Bunun üzerine bedevînin elinden kılıcı düşmüş ve teslim olmuştur. Âlemlerin Efendisi, canına kasdeden bu bedevîyi cezâlandırmamış, ona İslâm’ı anlatıp müslüman olmasını teklif etmiştir. Bu ulvî davranış karşısında âdeta eriyen bedevî, kavminin yanına döndüğünde:
“–Ben insanların en hayırlısının yanından geliyorum.” demekten kendini alamamıştır. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 87) Ebû Bekir es-Sıddîk, -radıyallâhu anh- anlatıyor: (Hicret yolculuğunda) Rasûlullâh ile mağaradayken, tepemizde dolaşıp duran müşriklerin ayaklarını gördüm ve: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Eğer şunlardan biri eğilip aşağıya bakacak olursa mutlakâ bizi görür.” dedim. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “–Üçüncüleri Allâh olan iki kişiyi sen ne zannediyor (ve haklarında neler düşünüyor)sun, ey Ebû Bekir?!” (Buhârî, Tefsîr, 9/9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 1) İsmet bin Mâlik -radıyallâhu anh-: “«…Allâh Sen’i insanlardan korur…» (el-Mâide, 67) âyet-i kerîmesi nâzil oluncaya kadar Allâh Rasûlü’nü geceleri korurduk.” demiştir. (Süyûtî, Lübâbu’n-Nukûl, I, 148) Hazret-i Âişe vâlidemiz de şöyle anlatır: Bir gece Rasûlullâh Efendimiz’in uykusu kaçtı. Ben: “–Ne oldu ey Allâh’ın Rasûlü?” dedim. “–Bu gece bizi muhâfaza edecek sâlih bir zât yok mu?” buyurdu. Biz bunları konuşurken dışarıdan kılıç şakırtısı geldi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Kim o?” dedi. Bir ses: “–Sa’d ve Huzeyfe, ey Allâh’ın Rasûlü! Sen’i korumak üzere geldik.” dedi. Daha sonra Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm- uyudu. Hattâ düzenli bir şekilde nefes alışını işittim. Bunun üzerine; «…Allâh Sen’i insanlardan korur…» (el-Mâide, 67) âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Hazret-i Peygamber çadırdan başını çıkarıp: “–Ey insanlar, artık gidebilirsiniz. Çünkü beni Allâh korumaktadır.” buyurdu.143 Fahr-i Kâinât Efendimiz tedbîrini alır, sonra da Allâh’a tevekkül ederdi. Cenâb-ı Hak, kendisini muhâfaza etmeyi va’dettikten sonra ise hiçbir endişe duymadan Allâh Teâlâ’ya tevekkül etmiştir. Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre, bir adam Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e gelerek, kardeşinin, mîdesinden rahatsız olduğunu söyledi. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Ona bal şerbeti içir!” buyurdu. Adam denileni yaptı. Bir müddet sonra tekrar gelip:
“–Bal şerbeti içirdim, ancak onun rahatsızlığını artırmaktan başka bir işe yaramadı.” dedi. Adam, bu minvâl üzere üç defa gidip geldi. Sonunda Efendimiz: “–Şüphesiz Allâh doğru söylemekte, kardeşinin karnı ise yalan söylemektedir.” buyurdu. Sonra o kimse bir kere daha bal şerbeti içirdiğinde kardeşi şifâ buldu. (Buhârî, Tıb, 4; Müslim, Selâm, 91) Bu sözüyle Allâh Rasûlü, “Balda insanlar için şifâ vardır.” (en-Nahl, 69) âyetinde ifâde buyrulan hakîkate işâret ederek Allâh Teâlâ’ya olan tevekkül ve teslîmiyetini ortaya koymuştur. Daha sonra sahâbî de tevekkül ve teslîmiyete sığınarak murâdına ermiştir. Abdullâh bin Abbâs Hazretleri’nin rivâyetine göre:
“Allâh bize yeter, O ne güzel vekîldir.” sözünü İbrâhim -aleyhisselâm-, ateşe atılırken söylemiştir. Peygamberimiz de bu sözü; “Müşrikler size karşı toplandılar, başınızın çâresine bakınız!” denildiğinde söylemiştir. Bunun üzerine müslümanların îmanları artmış ve hep birlikte; “Allâh bize yeter, O ne güzel vekîldir!” diyerek, Allâh’a karşı büyük bir teslîmiyet örneği sergilemişlerdir.144 Cenâb-ı Hak bu tevekkül ehli müslümanları şöyle medheder: “Bâzı münâfıkların müslümanlara; «Düşmanlarınız size hücûm için hazırlandılar; aman onlardan sakının!» demeleri, onların îmanlarını bir kat daha artırdı ve; «Allâh bize yeter, O ne güzel vekildir!» dediler. Bunun üzerine onlara hiçbir zarar dokunmadan, Allâh’ın nîmet ve ikramlarıyla döndüler. Böylece Allâh’ın rızâsına da uymuş oldular. Allâh büyük kerem sâhibidir.” (Âl-i İmrân, 173-174) (Vâhidî, s. 135) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’ın tevekkül ehlini dünyâda ve âhirette muhâfaza edeceğini ve onların hesapsız ve azapsız cennete gireceklerini şu hadîs-i şerîfleriyle açıkça bildirmişlerdir: “Geçmiş ümmetler bana gösterildi. Peygamber gördüm, yanında üç beş kişilik küçük bir grup vardı. Peygamber gördüm, yanında bir iki kişi bulunuyordu. Ve peygamber gördüm, yanında kimsecikler yoktu. Bu arada önüme büyük bir kalabalık çıktı. Kendi ümmetim sandım. Bana; «Bunlar Mûsâ’nın ümmetidir, Sen ufka bak!» dediler. Baktım, çok büyük bir karaltı gördüm. «İşte bunlar Sen’in ümmetindir. İçlerinden hesapsız ve azapsız cennete girecek yetmiş bin kişi vardır.» dediler.” İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- diyor ki: Söz buraya gelince Peygamber Efendimiz kalkıp evine gitti. Oradaki sahâbîler bu yetmiş bin kişinin kimler olabileceği hakkında konuşmaya başladı. Kimileri; “Bunlar peygamberin sohbetinde bulunanlar olmalı.” derken, kimileri de; “Bunlar İslâm geldikten sonra doğup, şirki
tanımamış olanlardır.” dediler. Daha başka görüşler de ileri sürüldü. Onlar bu meseleyi tartışırken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- oraya geldi. Ashâb: “–Hesapsız ve azapsız cennete gireceklerin kimler oldukları hakkında konuşuyoruz.” dediler. Bunun üzerine Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Onlar büyü yapmayan, yaptırmayan, uğursuzluğa inanmayan ve Rablerine tevekkül edenlerdir.” buyurdu. Bunu duyan Ukkâşe bin Mıhsan -radıyallâhu anh- yerinden fırlayarak: “–Beni de onlardan kılması için Allâh’a duâ et (yâ Rasûlallâh)!” dedi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de: “–Sen onlardansın!” buyurdu… (Müslim, Îmân, 374; Buhârî, Rikâk, 50) Cenâb-ı Hak; Hazret-i İbrâhim, Hazret-i İsmâil ve Hâcer vâlidemizi, öyle büyük imtihanlardan geçirmiştir ki, nihâyetinde onlar birer teslîmiyet âbidesi olarak târihe geçmişlerdir. Cenâb-ı Hak bir mükâfât olarak onların teslîmiyetteki ihlâslarını, umre ve hac ibâdetleriyle ebedîleştirmiştir. Allâh -celle celâlühû-, Hazret-i İbrâhim’i dost edinince melekler: “–Ey Rabbimiz! İbrâhim Sana nasıl dost olabilir? Nefsi, malı ve evlâdı var. Kalbi bunlara meyyâldir…” dediler. Müteâkıben şu ibretli manzaralara ve Hazret-i İbrâhim’in ağır imtihanlarına şâhid oldular: Hazret-i İbrâhim -aleyhisselâm-, mancınıkla ateşe atılacağı zaman, melekler heyecanlandı. Bir kısmı, Hazret-i İbrâhim’e yardım etmek için Allâh Teâlâ’dan izin istedi. Melekler, Hazret-i İbrâhim’e bir isteği olup olmadığını sordular. O ise: “–Dostla dostun arasına girmeyin!” buyurdu. Daha sonra Cebrâîl -aleyhisselâm- geldi: “–Bana ihtiyâcın var mı?” diye sordu. İbrâhim -aleyhisselâm-: “–Sana ihtiyâcım yok. O bana yetişir; O ne güzel Vekîl’dir!” buyurdu. Nitekim Halîlullâh’ın bu yüce teslîmiyeti ve yalnız Hakk’a tevekkülü üzerine, O daha ateşin içine düşmeden Allâh Teâlâ ateşe emretti: “…Ey ateş! İbrâhim’e serin ve selâmet ol!” (el-Enbiyâ, 69)
Bu emirle birlikte İbrâhim -aleyhisselâm-’ın düştüğü yer bir anda gülistâna döndü. Orada tatlı bir pınar kaynayıp akmaya başladı. Peygamber Efendimiz şöyle anlatır: “İbrâhim -aleyhisselâm-, Hazret-i Hâcer ile henüz süt çağındaki oğlu İsmâil’i alıp Mekke’ye getirmişti… Hazret-i İbrâhim, âilesi ile oğlunu, yanlarına bir dağarcık hurma ve bir kırba su koyarak birçok hikmete binâen orada bıraktı. İbrâhim -aleyhisselâm- arkasını dönüp giderken Hazret-i Hâcer: «–İbrâhim! Bizi konuşup görüşecek bir kimsenin, yiyip içecek bir şeyin bulunmadığı bu vâdide, tek başımıza bırakıp da nereye gidiyorsun?» diye sordu. Bu soruyu birkaç defa tekrarladıysa da İbrâhim -aleyhisselâm- susuyordu. Sonunda Hâcer vâlidemiz: «–Bunu böyle yapmanı sana Allâh mı emretti?» dedi. Bu defâ Hazret-i İbrâhim: «–Evet, Allâh emretti.» dedi. (Bu cevap üzerine rahatlayan Hâcer vâlidemizin dilinden, Allâh’a teslîmiyetin zirvesini gösteren) şu sözler döküldü: «–Öyleyse Allâh bizi korur, zâyî etmez!..» Daha sonra geri döndü. İbrâhim -aleyhisselâm- da yürüyüp gitti. Kimsenin kendisini göremediği Seniyye mevkiine varınca, yüzünü Kâbe tarafına çevirdi, ellerini kaldırarak şöyle duâ etti: «Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını Sen’in Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nîmetlere şükrederler.» (İbrâhim, 37)” (Buhârî, Enbiyâ, 9) İsmâil -aleyhisselâm- koşup oynayacak yaşa gelmiş, hayâtının en sevimli çağını yaşıyordu. İbrâhim -aleyhisselâm-’ın, Allâh’a verdiği sözü yerine getirmesi için, oğlu Hazret-i İsmâil’i kurban etmesi lâzımdı. Hazırlıklarını yapıp yola çıktıklarında, melekler heyecanlandılar: “–Bir peygamber, bir peygamberi kurban etmeğe götürüyor!” dediler. İsmâil -aleyhisselâm- ise, babası Hazret-i İbrâhim’e: “–Ey babacığım! Emrolunduğunu yap! İnşâallâh beni sabredenlerden bulursun. Bıçağını iyi bileyle; hemen kessin; can vermek kolay olur… Bıçağı çekerken de yüzüme bakma! Belki babalık şefkati ile Allâh’a olan sözünü geciktirebilirsin. Benim üzüntüm, kendi elinle kurban ettiğin evlâdının acısını ve hasretini ömür boyu unutamayacak olmanadır…” dedi. Baba-oğul, bu şekilde teslîmiyet deryâsında yüzerlerken, Cebrâîl -aleyhisselâm- yetişti. Bıçağı köreltti. Cennetten kurban edilecek koçu indirdi. (Bkz. Taberî, Târih, I, 275; İbn-i Esîr, elKâmil, I, 112; Hâkim, II, 606/4040) Cenâb-ı Hak, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın tevekkül ve teslîmiyetini şöyle anlatır:
“Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi: «–Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için hakkında müzâkere yapıyorlar. Derhâl (buradan) çık! İnan ki ben, Sen’in iyiliğini isteyenlerdenim!» dedi. Mûsâ etrâfını kontrol ederek endişe içinde oradan çıktı: «–Rabbim! Beni zâlimler gürûhundan kurtar!» dedi.” (el-Kasas, 20-21) Mûsâ -aleyhisselâm- bu davranışıyla, hakîkî bir tevekkülün nasıl olması gerektiğini sergilemektedir: Önce istişâre, sonra azim (karar), ardından tedbîr ve netîceyi Allâh’a havâle etmek, yâni duâ, teslîmiyet ve rızâ hâlinde olmak. İşte gerçek tevekkül!.. Yemenliler hacca giderken yanlarına yol azığı almazlardı; böyle yapmanın tevekkül olduğunu zanneder: “–Biz Allâh’ın evini ziyârete gidiyoruz; O bizi doyurmaz mı?” derlerdi. Mekke’ye varınca da sâil durumunda kalırlardı. Bunun üzerine; “…Kendinize yol azığı hazırlayınız…” (el-Bakara, 197) âyeti nâzil oldu. Çalışıp gayret etmeden işi tembelliğe vardıran, sonra da; “Biz tevekkül ehliyiz.” diyen kimseleri Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; “Siz Allâh’a değil, başkalarının malına güvenen yiyicilersiniz. Hakîkî mütevekkil; toprağa tohumu attıktan sonra Allâh’a güvenen insandır.” diye azarlamıştır.145 Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın naklettiği şu hadîs-i şerîf pek ibretlidir: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Benî İsrâîl’den bir zâtın şu güzel hâlini anlattı. O kişi, birisinden bin dinar borç istemişti. Kendisinden borç talep edilen kimse: “–Bana şâhitlerini getir, onların huzûrunda vereyim, şâhid olsunlar!” dedi. İsteyen ise: “–Şâhid olarak Allâh yeter!” dedi. Borç verecek olan kimse: “–Öyleyse bana kefil getir.” dedi. Borç isteyen kişi: “–Kefil olarak da Allâh yeter.” dedi. Borç verecek olan şahıs: “–Doğru söyledin!” dedi ve belli bir vâde ile parayı ona verdi. Adam deniz yolculuğuna çıktı ve ihtiyacını gördü. Sonra borcunu vâdesi içinde ödemek maksadıyla geri dönmek üzere bir gemi aradı, ama bulamadı. Çâresizlik içinde bir odun parçası alıp içini oydu. Bin dinarı, sâhibine hitâb eden bir mektupla birlikte oyuğa yerleştirdi. Sonra oyuğun ağzını kapayıp düzledi. Deniz kıyısına gelip: “–Ey Allâh’ım! Biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almıştım. Benden şâhid istediğinde ben; «Şâhid olarak Allâh yeter!» demiştim. O da şâhid olarak Sana râzı olmuştu. Benden kefil
isteyince de; «Kefil olarak Allâh yeter!» demiştim. O da kefil olarak Sana râzı olmuştu. Ben ise şimdi, bir gemi bulmak için gayret ettim, ama bulamadım. Onu Sana emânet ediyorum!” dedi ve odun parçasını denize attı. Odun, denizde yüzüp giderek gözden kayboldu. Bundan sonra adamcağız, oradan ayrılıp, kendini götürecek bir gemi aramaya devâm etti. Bu arada borç veren kimse de, parasını getirecek gemiyi beklemekteydi. Gemi yoktu ama, içinde parası bulunan odun parçasını gördü. Onu evine odun yapmak üzere aldı. (Testere ile) parçalayınca para ve mektupla karşılaştı. Bir müddet sonra borç alan kimse de (bir gemi buldu ve memleketine) döndü. (Odun parçası içinde gönderdiği parayı almamış olabileceği ihtimâli ile derhâl) bin dinarla borç aldığı adamın yanına geldi: “–Paranı getirmek için aralıksız gemi aradım. Ancak beni getiren bu gemiden daha önce gelen bir gemi bulamadım.” dedi. Alacaklı: “–Sen bana bir şeyler göndermiş miydin?” diye sordu. “–Ben sana, daha önce bir gemi bulamadığımı söyledim.” dedi. Alacaklı: “–Allâh Teâlâ, odun parçası içerisinde gönderdiğin parayı senin yerine (bana) ödedi (yâni ihlâsın mukâbili Cenâb-ı Hak sana kefil olarak bana ulaştırdı. Dolayısıyla şimdi getirdiğin bin dinar da sana kaldı. Bu vesîleyle huzur içinde) bin dinarına kavuşmuş olarak dön!” dedi. (Buhârî, Kefâlet 1, Büyû 10) Allâh bir şeye kefîl olursa imkânsız gibi görünen şeyler dahî kolayca husûle gelir. Kula düşen, O’na tevekkülde ihlâs ve samîmiyet… İbn-i Abbâs Hazretleri’nden rivâyet edildiğine göre, Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- Şam’a doğru yola çıktı. Serg denilen yere varınca, kendisini orduların başkumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh ile komuta kademesindeki arkadaşları karşıladı ve ona Şam’da vebâ hastalığının başgösterdiğini haber verdiler. Hazret-i Ömer, İbn-i Abbâs’a: “–Bana ilk Muhâcirleri çağır!” dedi. Hazret-i Ömer, onlarla istişâre etti ve Şam’da vebâ salgını bulunduğunu kendilerine bildirdi. Onlar, nasıl hareket edilmesi gerektiğinde ihtilâf ettiler. Bâzıları: “–Sen belirli bir iş için yola çıktın; geri dönmeni uygun bulmuyoruz.” dediler. Bâzıları da: “–Müslümanların kalanı ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbı senin yanındadır. Onları bu vebânın üstüne sevk etmeni uygun görmüyoruz.” dediler. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “–Gidebilirsiniz.” dedi. Daha sonra İbn-i Abbâs’a: “–Bana Ensâr’ı çağır!” dedi.
Ensâr da Muhâcirler gibi ihtilâfa düşünce Ömer -radıyallâhu anh-: “–Siz de gidebilirsiniz.” dedi. Sonra İbn-i Abbâs’a: “–Bana Mekke’nin fethinden önce Medîne’ye hicret etmiş olan ve burada bulunan Kureyş Muhâcirlerinin yaşlılarını çağır!” dedi. Ben de onları çağırdım. Onlardan iki kişi bile ihtilâf etmedi ve: “–İnsanları geri döndürmeni ve onları bu vebânın üzerine götürmemeni uygun görüyoruz.” dediler. Bunun üzerine Ömer -radıyallâhu anh- herkese seslendi ve: “–Ben sabahleyin hayvanın sırtındayım, siz de binin!” dedi. Ebû Ubeyde bin Cerrâh radıyallâhu anh-: “–Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sordu. Hazret-i Ömer: “–Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebû Ubeyde!” dedi. Ömer -radıyallâhu anh-, Ebû Ubeyde’ye muhâlefet etmek istemezdi. Sözüne şöyle devâm etti: “–Evet, Allâh’ın kaderinden yine Allâh’ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersin, senin develerin olsa da iki tarafı olan bir vâdiye inseler, bir taraf verimli diğer taraf çorak olsa, verimli yerde otlatsan Allâh’ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Allâh’ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?” Tam o esnâda, birtakım ihtiyaçlarını karşılamak için ortalarda görünmeyen Abdurrahmân bin Avf -radıyallâhu anh- geldi ve: “–Bu hususta bende bilgi var. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i: «Bir yerde vebâ olduğunu işittiğinizde oraya girmeyiniz. Bir yerde vebâ ortaya çıkar, siz de orada bulunursanız, hastalıktan kaçarak oradan dışarı çıkmayınız!» buyururken işitmiştim.” dedi. Bunun üzerine Ömer -radıyallâhu anh- Allâh’a hamd etti ve oradan ayrılıp yoluna devâm etti. (Buhârî, Tıb, 30; Müslim, Selâm, 98) Bu hâdise, İslâm’ın tevekkül ve kader anlayışını mükemmel bir sûrette yansıtmaktadır. Buna göre, bile bile kendini ve mü’minleri tehlikeye sürüklemek, gerçek bir tevekkül anlayışıyla bağdaşmaz. Sultan I. Ahmed Han zamanında yaşamış olan Meyyit-zâde, fazîlet ve irfânıyla meşhur büyük bir Osmanlı âlimidir. Kendisine Meyyit-zâde, yâni “ölünün oğlu” isminin verilmesi, rivâyete nazaran başından geçen şu ilâhî tecellî sebebiyle olmuştur: Meyyit-zâde’nin babası yiğit bir askerdi. Birçok cengâver gibi o da, Sultan III. Mehmed’in 1596 yılında yaptığı Eğri Seferi’ne çağrılmıştı. Fakat o esnâda hanımı hâmileydi ve doğumu da bir hayli yaklaşmıştı. Bununla beraber, Allâh yolunda cihâdı her şeyin üstünde tutan cengâver
baba, sefer hazırlıklarını tedârik etti ve hanımıyla helâlleşti. Ellerini edeble Cenâb-ı Hakk’ın ulvî dergâhına açtı. Gözlerine biriken merhamet damlaları arasında niyâz eyledi: “İlâhî! Sen’in yolunda gazâya gidiyorum. Sen’den başka da kimsem yok! İlâhî! Şu vefâkâr ve çilekeş hanımımdan doğacak olan evlâdımı Sana emânet ediyorum. Lutuf ve kereminle onu muhâfaza eyle!” Bundan sonra atına atlayan cengâver baba, hızla gözden kayboldu. Allâh’ın inâyet ve nusretiyle Osmanlı ordusu muzaffer oldu. Dönüşte kumandanından müsâade alan cengâver baba, doğruca evine gitti. Ancak eve geldiğinde kimsecikleri göremedi. Oysa ordunun muzafferen döndüğü haberi her tarafta duyulmuş bulunduğundan hanımının evde kendisini bekliyor olması lâzımdı. Büyük bir merak ve telâş içerisinde hemen etraftaki komşulara koştu ve hanımını sordu. Cengâver babayı karşılarında gören komşular, mahzun bir şekilde: “–Yiğit! Allâh gazânızı mübârek etsin ve sizin ömrünüze bereket ihsân eylesin!” dediler. Bu cümleden kasdedilen mânâyı anlayan baba, bir anda kalbini saran yakıcı bir elemin verdiği irâdesizlikle: “–Hayır, olamaz!” diye kekeledi ve ardından hafif bir sesle: “–Olamaz! Ben doğacak yavrumu Kâinâtın Rabbi’ne emânet etmiştim! O, muhâfaza edenlerin en hayırlısıdır!..” dedi. Bir müddet derûnî bir sükûta dalan kederli baba, yanındakilere baktı; sonra içine doğan bir ilhamla: “–Elbette ki merhamet sâhibi olan Allâh, muhâfaza edenlerin en hayırlısıdır! Tez bana refîkamın kabrini gösterin!” dedi. Birlikte kabristana gittiler. Kabir kendisine gösterildiğinde, heyecanla kulağını mezarın toprağına koydu ve dinlemeye başladı. Bir müddet sonra haykırdı: “–İşte yavrumun sesini işitiyorum!” Hemen kazma ve küreğe sarılarak kabri açmaya koyuldu. Onunla beraber gelenler de, mezardan ince ince yayılan çocuk sesini duydukları için bu mahzun babaya yardım ettiler. Kabir tamamen açıldığında ortaya çıkan manzara, irâdeleri sıfırlayacak kadar hayret ve dehşet vericiydi: Kabirde, ölü anneden doğmuş nûr topu gibi bir yavru vardı ve annesinin göğsüne yapışmış bir vaziyette duruyordu. Gâzî baba, hemen yavrusunu alıp bağrına bastı. Onun pembe yanaklarına bûseler kondurdu. Sonra yavruyu sıcak bir kundağa sardı. Açılmış olan kabri de, hanımına «vedâ Fâtihası» okuyarak îtinâ ile kapattı. Herkes, bu mûcizevî tecellî karşısında hayret ve hiçlik makâmında, büyük bir tâzîmle Cenâb-ı Allâh’ı tesbîh ve takdîs ediyordu. Baba
da, nemli gözlerle secdeye kapanmış, hanımının vefâtı dolayısıyla mahzun, evlâdı sebebiyle de mesrur bir gönülle Rabbine hamd ediyordu. Bu yavru, güzel bir tahsîl ve terbiye içerisinde büyüdü ve şöhreti bütün Osmanlı mülkünü saran zâhid bir âlim oldu. Başından geçen bu mûcizevî tecellî dolayısıyla, hep Meyyit-zâde diye anılageldi. O, Hak Teâlâ’ya mutlak ve samîmî bir teslîmiyetin ibretli ve hikmetli bir bereketiydi. Sözün özü, dünyâda gönül huzûru ve âhirette ebedî saâdete kavuşabilmek, ilâhî azameti idrâk edip tevekkül ve teslîmiyet göstererek, ilâhî taksîme râzı olmakla mümkündür. Allâh’ın emrine itaat, teslîmiyet ve rızâ hâlinde olan kalbler; birer hikmet, hayır ve feyz menbaı olurlar. Hakk’a kâmil mânâda teslîmiyet, tevekkül ve itaat ise, îman lezzetiyle dolu bir gönül sâhibi olmaya bağlıdır. Ancak bu muhabbetle gönlün seviye kaydetmesi netîcesindedir ki insan, bütün varlığıyla Rabbine yönelir, dünyâ ve dünyâdakilerden kalben müstağnî kalır. Kulun Allâh’a teslîmiyeti, Allâh hakkındaki bilgisi ve O’na olan îmânı nisbetindedir. Teslîmiyet, kulluğun özünü oluşturması bakımından, kalbin Allâh’a olan en mühim yönelişidir. Bu yöneliş îmanla başlar, mârifetullâh arttıkça o da artarak devâm eder. Mevlânâ -kuddise sirruh-, fenâ fillâh mertebesine kavuşabilmenin sırrının, mutlak teslîmiyette olduğunu şu şekilde ifâde eder: “Deniz suyu, kendisine bütünüyle teslim olan ölüyü başı üstünde taşır. Diri olan ve en ufak tereddüdü bulunan ise, denizin elinden nasıl sağ kurtulur? Aynı şekilde «Ölmeden evvel ölünüz!» sırrı ile beşerî sıfatlardan soyunarak ölürsen, esrar denizi seni başı üzerinde gezdirir.” 8. İhsân ve Murâkabe Hâli
Mü’minin sürekli ilâhî murâkabe altında, yâni bir nevî ilâhî kameralar gözetiminde bulunduğu şuur ve idrâkinin kalbde sabitleşmesini ifâde eden ihsân hâli, Allâh’a yakın kulların ruh mîrâcıdır. Cenâb-ı Hakk’ın, kullarının her hareketini görmekte olduğu ve zamanı geldiğinde onları hesâba çekeceği, âyet-i kerîmelerde şöyle beyân edilmektedir: “Onlara (olup bitenleri) tam bir bilgi ile mutlakâ anlatacağız. Biz onlardan gâip değiliz. (Yâni onlardan uzak ve habersiz değiliz, her şeye şâhidiz.)” (el-A’râf, 7) “(Münâfıklar) Allâh’ın, gizlediklerini de fısıldadıklarını da bilmekte olduğunu ve (yine) Allâh’ın, bütün bilinmeyenleri en iyi şekilde bildiğini hâlâ öğrenemediler mi?” (et-Tevbe, 78) “(Lokmân, öğütlerine devamla şöyle demişti:) Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tânesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yâhut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allâh onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allâh, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Lokmân, 16)
Günlük hayâtımızda bir çift gözün kendisini gördüğünü sezen bir insan, nice yanlış söz ve davranıştan el çekiyor. Üstelik ona cezâ veremeyecek bir çift cılız göz karşısında… Aynı şekilde ihsân hâli üzere yaşayan mü’min kişi, Allâh Teâlâ’nın kendisini gördüğünü ve düşündüğü, konuştuğu, yaptığı her şeyi bildiğini idrâk eder. İhsânın diğer bir mânâsı da herhangi bir iş ve davranışı en mükemmel ölçüler dâhilinde îfâ etmektir. Son nefese hazırlıkta mühim hususlardan biri de, ihsân duygusunu kalbde sâbitleyebilmektir. Yâni Cenâb-ı Hak ile her an kalbî beraberliği sağlamak ve kendini dâimâ ilâhî müşâhede altında hissetmektir. Bu kalbî beraberliği sağlayabilmek, ancak Cenâb-ı Hakk’ı çok çok zikretmekle mümkün olur. İhsân ve murâkabe hâline ulaşmada ikinci adım ise Cenâb-ı Hakk’ın şu beyanlarını tefekkür etmektir: “…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4) “…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 16) “…Şunu iyi bilin ki Allâh, insan ile kalbi arasına girer…” (el-Enfâl, 24) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu hususta: “Îmânın en üstün mertebesi, nerede olursan ol, Allâh’ın seninle beraber olduğunu bilmendir.” buyurmuştur. (Heysemî, I, 60) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, gece-gündüz, dar vakitte-rahat zamanda, savaşta-barışta dâimâ “ihsân” hâli üzere bulunduğunda en ufak bir şüphe yoktur. Her an zikir üzere bulunması, her hareketinde yaptığı duâ ve münâcâtları, devâm ettiği nâfile ibâdetleri, geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılması, hakları îfâ husûsundaki titizliği, dâimâ adâlet ve hakkı tevzî hâlinde olması gibi fazîletler O’nun sâhip olduğu derin ihsân şuurunun en kuvvetli delilleridir. Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh-, ihsân hâlinin kendilerine nasıl tebliğ ve tâlim edildiğini de gösteren ve “Cibrîl Hadîsi” diye meşhur olan şu vâkıayı nakleder: Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda bulunduğumuz sırada, elbisesi beyaz mı beyaz, saçları siyah mı siyah, yoldan gelmiş gibi bir hâli olmayan ve içimizden kimsenin tanımadığı bir adam çıkageldi. Peygamber Efendimiz’in yanına sokuldu, önüne oturdu, dizlerini Allâh Rasûlü’nün dizlerine dayadı, ellerini (kendi) dizlerinin üstüne koydu ve: “–Ey Muhammed! İslâm nedir?” dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–İslâm, Allâh’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allâh’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı (tastamam) vermen, Ramazan orucunu (eksiksiz) tutman, yoluna güç yetirebilirsen Kâbe’yi ziyâret (hac) etmendir.” buyurdu. Adam: “–Doğru söyledin.” dedi. Onun hem sorup hem de tasdîk etmesi tuhafımıza gitti. Adam bu sefer de: “–Peki îman nedir?” diye sordu. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Allâh’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir.” buyurdu. Adam tekrar: “–Doğru söyledin.” diye tasdîk etti ve: “–Peki ihsân nedir, onu da anlat.” dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–İhsân, Allâh’a, O’nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da O seni mutlakâ görüyor.” buyurdu. Adam yine: “–Doğru söyledin.” dedi, sonra da: “–Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sordu. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Kendisine soru yöneltilen, bu konuda sorandan daha bilgili değildir.” cevâbını verdi. Adam: “–O hâlde alâmetlerini haber ver.” dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Annelerin, kendilerine câriye muâmelesi yapacak çocuklar doğurması, yalın ayak, başı açık, çıplak koyun çobanlarının, yüksek ve mükemmel binâlar yapma husûsunda birbirleriyle yarışmalarıdır.”146 buyurdu. Adam, (sessizce) çekip gitti. Ben bir süre öylece kalakaldım. Daha sonra Peygamber aleyhissalâtü vesselâm-: “–Ey Ömer, soru soran kişi kimdi, biliyor musun?” buyurdu. Ben: “–Allâh ve Rasûlü bilir.” dedim. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–O Cebrâîl idi, size dîninizi öğretmeye geldi.” buyurdu. (Müslim, Îmân, 1, 5; Buhârî, Îmân 37; Tirmizî, Îmân, 4; Ebû Dâvûd, Sünnet, 16)
Âlimlerimiz, bu hadîs-i şerîfin, sünnetin esâsı olduğunu söylemişlerdir. Demek ki İslâm ve îmanda kemâle erebilmek; ihsân kıvâmına ulaşmaya bağlıdır. İhsân hâline ulaşamamış bir mü’minin dîni eksik kalmış demektir. Böyle bir îman, kendi hayâtiyetini bile devâm ettirmesi mümkün olmayan meyvesiz ağaca benzer. Bir müddet sonra kuruması kuvvetle muhtemeldir. Bu hadîs-i şerîf, ihsân duygusunu mü’minlerin gönüllerine sâbitlemeyi hedefleyen tasavvufun da, îman ve İslâm’ın özü olup, onlardan farklı telâkkî edilemeyeceği hakîkatinin en bâriz bir ifâdesidir. Aslında kulun en büyük saâdeti, Rabbi ile beraber olabilmesidir. Zîrâ Kâinâtın Hâlıkı, kulu ile her an beraber olmayı arzu ediyor ve şöyle buyuruyor: “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler; «Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından koru!» (derler).” (Âl-i İmrân, 191) Lâkin kalbe bağlı olmayan ve nefsânî arzulara mağlup bir akıl, Cenâb-ı Hak ile beraber olabilmenin lezzetini idrâkten âcizdir. Yâni en büyük fazîlet ve saâdetten gâfildir. İbâdetlerden zevk ve lezzet almak, onlardan yorulmamak, ancak ihsân duygusu ile mümkündür. Gönlünde ihsân duygusu bulunmayan kimse, namaz kılsa yorulur; namaz ona ağır gelir. Zenginse; zekât ve sadaka vermekten, imkânlarını muhtaçlara infâk etmekten çekinir. Çünkü ilâhî murâkabeden uzak olduğu için, îmânın lezzetini alamamıştır. Bu bakımdan denilebilir ki; dosdoğru kılınacak namaz, gönülden verilecek zekât ve sadaka, muhabbetle tutulacak oruç, aşkla yapılacak hac, havf ve recâ arasında bulunan kalb-i selîm, güzel ahlâk ve sâir bütün güzellikler, hep ihsân hâlinin bereketidir. Fazîlet Tabloları
Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatır: Bir gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in terkisinde bulunuyordum. Bana: “–Yavrucuğum, sana bâzı kâideler öğreteyim.” dedi ve şöyle buyurdu: “–Allâh’ın buyruklarını gözet ki, Allâh da seni gözetip korusun. Allâh’ın (rızâsını) her işte önde tutarsan, Allâh’ı önünde bulursun. Bir şey isteyeceksen Allâh’tan iste. Yardım dileyeceksen, Allâh’tan dile!..” (Tirmizî, Kıyâmet, 59/2516) Diğer bir rivâyette de şöyle buyrulmaktadır:
“Allâh’ın emir ve yasaklarını gözet ki, O’nu önünde bulasın. Bolluk içindeyken (emirlerine bağlı kalmakla) Allâh’ı tanı ki, O da darlığa düşünce (kurtarmak sûretiyle) seni tanısın…” (Ahmed, I, 307) Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu sözleriyle ihsân hâlinin özünü ve tezâhürlerini ne güzel hulâsa etmiştir… Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh-, arkadaşlarıyla birlikte Medîne civârında bir yere çıkmıştı. Onun için bir sofra kurdular. Bu sırada yanlarına bir koyun çobanı uğradı ve selâm verdi. İbn-i Ömer: “–Gel ey çoban, sofraya buyur.” dedi. Çoban: “–Ben oruçluyum.” cevâbını verdi. İbn-i Ömer: “–Bu şiddetli ve boğucu sıcakta oruç mu tutuyorsun, bir de bu hâlde koyun güdüyorsun?” dedi. Daha sonra çobanın verâ ve takvâ duygusunu denemek için: “–Şu süründen bize bir koyun satsan, parasını sana ödesek, etinden de iftar edeceğin kadarını sana versek olmaz mı?” teklîfinde bulundu. Çoban: “–Benim sürüm yok, bu koyunlar efendimindir.” cevâbını verdi. İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-: “–Kayboldu, dersin, efendin nereden bilecek ki?” dedi. Çoban ondan yüzünü çevirdi ve parmağını semâya kaldırarak: “–Allâh nerede?” dedi. İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-, çobanın bu ihsân ve murâkabe hâlinden çok duygulandı. Bu düşünceler içinde çobanın sözünü kendi kendine tekrar ederek; “Çoban dedi ki: Allâh nerede? Çoban dedi ki: Allâh nerede?” deyip durdu. Medîne’ye geldiğinde, çobanın efendisine bir elçi göndererek sürüyü ve çobanı satın aldı. Çobanı âzâd ettikten sonra sürüyü de kendisine bağışladı. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 341) İşte ihsân ve murâkabe duygusunun güzelliği ve bu güzelliklerin daha dünyâdaki bereket ve mükâfâtı… Kim bilir âhiretteki mükâfâtı nasıl olacaktır?!. Bir gece vaktiydi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, mûtâdı olduğu üzere Medîne sokaklarını gezmekteydi ki, ansızın durakladı. Önünden geçmekte olduğu evden dışarıya kadar taşan bir tartışma sesi dikkatini çekmişti. Bir ana, kızına: “–Kızım, yarın satacağımız süte biraz su karıştır!” demekteydi. Kız ise: “–Anacığım, halîfe süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” dedi. Ana, kızının sözlerine sert çıkarak:
“–Kızım, gecenin bu saatinde halîfe süte su kattığımızı nereden bilecek?!.” dedi. Ancak gönlü Allâh sevgisi ve korkusu ile dipdiri olan kız, anasının süte su katma hîlesini yine kabullenmedi: “–Anacığım! Diyelim ki halîfe görmüyor, peki Allâh da mı görmüyor? Bu hîleyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi görüp bilen Kâinâtın Hâlıkı Allâh’tan gizlemek mümkün mü?..” dedi. Rabbânî hakîkatlerle dolu temiz bir vicdan ve diri bir kalbe sâhip olan bu kızın, derûnî bir Allâh korkusu içinde annesine verdiği cevap, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ı son derece duygulandırdı. Mü’minlerin Emîri, onu sıradan bir sütçü kadının kızı değil, gönlündeki takvâsı ile müstesnâ bir nasip bildi ve oğluna gelin olarak aldı. Beşinci halîfe olarak zikredilen meşhur Ömer bin Abdülazîz, işte bu temiz silsileden doğdu. (Bkz. İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 203204) Bu misâl de gösteriyor ki, ihsân hâli üzere yaşamak, ferdi aşarak bütün ümmete şâmil olan bir fazîlet ve bereket vesîlesidir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, hilâfeti devrinde Hazret-i Muâz’ı Kilâboğulları aşiretine göndermişti. Devlet hazinesinden ödenmesi gereken paraları ödeyecek, verilmesi gereken malları verecek, zenginlerden alınan zekâtları fakirlere ve muhtaçlara dağıtacaktı. Muâz -radıyallâhu anh-, üzerine aldığı bu vazîfeyi îtinâ ile îfâ ediyor, gönüller fethederek tatlı hatıralarla geri dönüyordu. Geri döndüğünde, dünyâ malı olarak sâdece omuzuna attığı atkısı kalıyordu. Bu atkı zaten, giderken de var olan bir atkıydı. Bir defâsında hanımı dayanamayıp sordu: “–Böyle bir vazîfe üstlenenler, belli bir ücret alırlar, evlerine de hediye getirirler. Senin hediyelerin nerede?” Muâz -radıyallâhu anh- cevap verdi: “–Benimle birlikte yanımdan hiç ayrılmayan bir murâkıp vardı. Her aldığımı, verdiğimi hesap ediyordu.” Hanımı kızdı: “–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her şeyde sana güvenirdi. Ebû Bekir de öyle. Ömer geldi; seninle birlikte murâkıp mı gönderiyor? Her yaptığını tâkip mi ettiriyor?” dedi. Söz, Hazret-i Ömer’in hanımına, ondan da Hazret-i Ömer’e ulaştı. Hazret-i Ömer, Muâz radıyallâhu anh-’ı çağırıp sitemle sordu: “–Ben senin ardından böyle bir murâkıp göndermediğim hâlde, duyduklarım nedir yâ Muâz? Benim sana îtimâdım yok mu zannediyorsun?” Hazret-i Muâz’ın cevâbı pek mânidardı:
“–Ey Mü’minlerin Emîri! Hanımıma özür olarak öne sürebilecek ancak bunu bulabildim. Hem murâkıp dediğim, sizin murâkıbınız değil, Allâh’ın murâkabesi idi. Bu sebeple yaptığım hizmetin ecri zâyi olmasın diye -câiz bile olsa- nefsim için hiçbir şey alamam…” Hazret-i Ömer, onun bu sözlerle neyi kasdettiğini anlamıştı. Zîrâ Muâz -radıyallâhu anhnefsine ve dünyâya âit her şeyden müstağnî idi. Halîfe, onu taltîf ederek kendinden bir miktar hediye verdi ve: “–Git bununla âilenin gönlünü al!” dedi. İhsân ve murâkabe hâlini veciz bir şekilde anlatan güzel bir misal de şudur: Bir vâiz kürsüde âhiret ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı suâllerden bahisle: “–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mülkünü nerede harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbâdetlerin ne durumda, sorulacak! Harama-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!.. Bunlar sorulacak; şunlar sorulacak!..” diye uzun uzadıya birçok husus saydı. Bu kadar teferruata rağmen meselenin özüne dikkat çekilmemesi üzerine Şiblî Hazretleri, vâize seslendi: “–Vâiz efendi! Suâllerin en mühimini unuttunuz! Allâh Teâlâ kısaca soracak ki: Ey kulum! Ben her an seninleydim, sen kiminleydin?” Ölüm döşeğindeyken, Allâh dostlarından Ebû Bekir Kettânî -kuddise sirruh-’a hayâtında ne gibi bir ameli olduğu sorulduğunda, şu güzel sözlerle mukâbele etmiştir: “–Ölümümün yaklaştığını bilmeseydim, riyâ olacağı endişesiyle size amelimden bahsetmezdim. Tam kırk yıl kalbimin kapısında bekçilik yaptım. Onu Allâh Teâlâ’dan başkasına açmamaya çalıştım. Kalbim o hâle geldi ki, Allâh’tan başkasını tanımaz oldum.” Rivâyete göre Îsâ -aleyhisselâm-, teninde alacalar bulunan ve iki şakağı da çökmüş, hasta bir şahsa rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklardan âdeta habersiz bir hâlde kendi kendine: “–Yâ Rabbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, insanların pek çoğunu müptelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!..” diyordu. Îsâ -aleyhisselâm-, muhâtabının idrâk seviyesini anlamak ve mânevî kemâlini yoklamak maksadıyla ona: “–Ey kişi! Allâh’ın seni halâs eylediği hangi dert var ki?!.” dedi. Hasta şöyle cevap verdi: “–Ey Rûhullâh! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gâfil ve mahrum olmasıdır. Şükürler olsun ki ben Cenâb-ı Hak ile beraber olmanın zevk, lezzet ve füyûzâtı içindeyim. Sanki vücûdumdaki hastalıklardan haberim bile yok…”
On dokuzuncu asrın meşhur mutasavvıflarından Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî’nin, “beşerî irâde”yi, yâni cüz’î irâdeyi inkâr ettiği yolunda bir dedikodu yayılır. Bunu duyan Sultan Abdülmecid Han, Hazret-i Pîr’in huzur derslerine çağrılmasını ve orada kendisine bu meselenin sorulmasını irâde buyurur. Ferman yerine getirilerek Şeyh huzur dersine dâvet edilir. Orada kendisine meselenin keyfiyeti suâl olunduğunda Hazret şöyle cevap verir: “Ben umûmî mânâda irâde-i cüz’iyye yoktur deyip onu inkâr etmedim. Ancak birkısım insanlar için onun âdeta yok hükmünde olduğunu söyledim. Çünkü evliyâullâhın büyükleri, dâimâ huzûr-i ilâhîde olduklarının idrâki içinde yaşadıkları için irâde-i cüz’iyyelerinde de tezâhür imkânı yok denilecek kadar azdır. Bu sebeple her hâlükârda kendi irâdelerine değil, mülkünde bulundukları Cenâb-ı Hakk’ın irâdesine tâbî olarak hareket ederler. Aksi hâlde, edebe mugâyir davranmış ve kusur işlemiş olurlar. Meselâ bizler şimdi pâdişâhın huzûrundayız. «Gel» denilir geliriz; «git» denilir gideriz. İrâdemizi, bizi kuşatan pâdişâh irâdesine rağmen isteğimize göre kullanmamız mümkün değildir. Oysa bir de dışarıdaki gâfillere ve diğer mahlûkâta bakın; gâyet serbest ve irâdelerinde hürdürler.” Aldığı cevaptan memnun kalan pâdişah, Şeyh Muhammed Nûru’l-Arabî’ye ihsan ve ikramda bulunmuştur. Allâh’ın, her zaman ve mekânda hâzır ve nâzır olduğunun şuur ve idrâkiyle yaşayan ihsân ve murâkabe ehli has kullar, kendi arzuları yerine, her hâlükârda ilâhî irâdeye râm olurlar… Hulâsa, ihsân ve murâkabe hâli, îmânın özü ve cevheridir. Bütün ibâdet ve davranış güzelliklerinde arzu edilen huşû, ihlâs ve takvâ gibi irfan meyveleri, ancak bu kalbî kıvâm ile mümkündür. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’ı görüyormuşçasına yapılan her amel-i sâlih, ihlâs dallarını filizlendirir, takvâ çiçeklerini açar ve huşû meyvesini verir. Kullardan kimsenin görmediği yerlerde dahî istikâmet üzere olmak, beşer nazarlarından uzak mekânlarda bile günahlardan sakınmak, ancak “O beni her zaman ve mekânda görüyor!” şuuru içerisinde olmakla mümkündür. Onun için tasavvuf, baştan sona bütün usûl ve erkânında gönlü bu hâle kavuşturma gâyesini hedefler. Hak dostları, bir ömür, hep bu hâlin tahsîli için talebe olmuşlardır. Bu durumda bize düşen; kalbî seviyemizi yükselterek Allâh’ın, bizim üzerimizdeki müşâhedesini dâimî bir şuur ve idrâk hâline getirdikten sonra, ahlâkımızı, ihsân hâlinin en müşahhas âbidesi olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüksek hâlleri ile mîzân ederek istikâmetlenmektir. “…Muhakkak ki ihsan sâhiplerine Allâh’ın rahmeti çok yakındır.” (el-A’râf, 56) 9. Tevâzû
Tevâzû; alçak gönüllü olmak, Hak karşısında hiçliğinin idrâkine erebilmektir. İnsan kendisinde bulunan ilim, mevkî ve mal gibi her hangi bir nîmet sebebiyle, bunlardan mahrum olanlara karşı üstünlük iddiâ ederek maddî-mânevî haksızlık yapmamalıdır. Şâir ne güzel söyler:
Mâl ü mülke olma mağrûr, deme var mı ben gibi!
Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi… Zîrâ her ânın ve yarınların sâhibi Allâh’tır ve istikbâlde insanın başına ne geleceği bilinemez. Cenâb-ı Hak, şöyle buyurur: “Sana tâbî olan mü’minlere alçak gönüllü davran!” (eş-Şuarâ, 215) “Rahmân’ın kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler, câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflarla sataştığı zaman, «Selâm!» derler (geçerler).” (elFurkân, 63) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Allâh Teâlâ bana; «O kadar mütevâzı olun ki, kimse kimseye böbürlenmesin; kimse kimseye zulmetmesin!» diye emretti.” (Müslim, Cennet, 64) “Kim Allâh Teâlâ’nın rızâsı için (Allâh’ın kullarına karşı) bir derece tevâzû gösterirse, bu sebeple Allâh onu bir derece yükseltir…” (İbn-i Mâce, Zühd, 16) İdrîs -aleyhisselâm-, kavmine hikmetli sözler ile nasîhatlerde bulunurdu. Bu nasihatlerinden birinde şöyle buyurur: “Akıllı kimsenin mertebesi yükseldikçe tevâzû hâli artar.” Yûsuf-i Esbat Hazretleri, bir nevî “hiçlik” demek olan tevâzû hâlini kâmil mânâda yaşamayı şöyle îzâh eder: “Sabahleyin evinden dışarı çıktığında kime rastlarsan, kendinden üstün göresin. Tevâzû odur ki, kim sana hak bir şey söylerse onu kabûl edesin ve senden aşağıdakileri kendinden üstün bilesin. Seni kötüleyenle medheden, katında eşit olsun…” Allâh Teâlâ âhiret saâdetini; dünyâdayken haşmet ve azamet taslamayan, fesat çıkarmayan ve gönüllerinde Allâh’ın muhabbeti dolup taşanlara nasîb eylemiştir. Zîrâ tevâzû nîmetinden uzaklaşıp kötü sıfatlara sarılanlar, Firavunlaşmaktan kurtulamamışlardır. O hâlde, tevâzûya sarılarak bu tür mezmûm sıfatlardan kurtulmak gereklidir.
Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sâhiplerinindir.” (el-Kasas, 83) Şâir ne güzel söyler:
Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyicek hâke nebât
Mütevâzî olanı rahmet-i Rahmân büyütür.147 Ashâb-ı kirâm, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine emânet ettiği dünyevî makam ve mevkîleri hiçbir zaman gurur ve kibir gibi nefsânî bir üstünlük vehmine âlet etmemiş, Hazret-i Peygamber’in mütevâzı yaşayışını kendilerine hayat düstûru edinmişlerdir. Medîne’de kurulan, yaklaşık dört yüz âileden müteşekkil, İslâm site devletinin, on sene zarfında hudutları Irak ve Filistin’e dayanmıştı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtı esnâsında Bizans ve Perslerle harp hâli yaşanıyordu. Medîne’ye ganimet malları akıyordu. Lâkin ashâbın on sene evvelki o hâli, yâni dünyâdan müstağnî, mütevâzı yaşantısı, evlerinin hendesesi ve infak heyecânı değişmemişti. Onlar, îman lezzetini zedelemesi endişesiyle, dünyâ nîmetlerini nefisleri hesâbına kullanmamanın titizliği içindeydiler. Bu yüzden yaşantılarını Allâh rızâsını tahsil etme gâyesine göre şekillendirdiler. Fazîlet Tabloları
Âlemlere rahmet olarak gönderilen ve kâinâtın yüzüsuyu hürmetine yaratıldığı Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sâhip olduğu bütün ulvî haslet ve fazîletlere rağmen dâimâ «» yâni “Övünmek yok!” buyurarak tevâzû ve mahviyet hâlini muhâfaza etmiştir. Nitekim bir gün ashâb-ı kirâm kendi aralarında konuşuyorlardı. Allâh’ın, yarattığı insanlardan biri olan Hazret-i İbrâhim’i halîl/dost edinmesine, Hazret-i Mûsâ ile konuşmasına, Hazret-i Îsâ’nın O’nun kelimesi ve rûhu olmasına ve Hazret-i Âdem’i seçmesine taaccüb etmişlerdi. Efendimiz yanlarına geldi ve onların konuşmalarını işitti. Bunun üzerine; “Evet, bahsettiğiniz gibi.” diyerek dediklerinin doğruluğunu tasdîk etti, sonra da kendi vasıflarını şöyle zikretti: “Ben Rasûllerin efendisiyim, lâkin övünmek yok! Ben peygamberlerin sonuncusuyum, ancak övünmek yok! İlk şefaat edecek ve şefaati ilk olarak kabûl edilecek olan da benim, ancak (bunları aslâ) övünmek için söylemiyorum.” (Dârimî, Mukaddime, 8) “Kıyâmet günü, yer yarılıp açıldığında ilk defa (diriltilecek olan) benim, ancak övünmek için söylemiyorum. Hamd sancağı bana verilecek, ancak bununla da övünmüyorum! Ben kıyâmet gününde insanların efendisiyim, ancak övünmek yok! Kıyâmet günü cennete ilk girecek
benim, ancak bunu da övünç vesîlesi yapmıyorum.” (Dârimî, Mukaddime, 8. Ayrıca bkz. Tirmizî, Menâkıb, 1/3616) Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dört kişinin taşıyabildiği Garrâ adlı bir yemek kabı vardı. Kuşluk vakti girip Duhâ Namazı da kılındıktan sonra, içinde tirit bulunan bu yemek kabını getirdiler. Ashâb-ı kirâm da etrafına toplandı. Sahâbîler çoğalınca Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diz çöktü. Bunu gören bir bedevî: “–Bu nasıl oturuş?” diye sordu. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de: “–Allâh Teâlâ beni şerefli bir kul olarak yarattı, inatçı bir zorba değil!” buyurdu. Sonra sözüne şöyle devâm etti: “–Yemek kabının kenarlarından başlayarak yiyin. Ortasından yemeyin ki, yemek bereketli olsun!” (Ebû Dâvûd, Et’ime, 17/3773) Abdullâh bin Cübeyr -radıyallâhu anh- anlatıyor: Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir grup ashâbıyla yolda yürürken, birisi gelip örtü ile Allâh Rasûlü’nü güneşten korumak istedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, örtünün gölgesini görünce başını kaldırdı, baktı ki bir çarşafla gölgelik yapılmış. Efendimiz, adama örtüyü bırakmasını söyledi. Ardından çarşafı alıp yere koydu ve: “–Ben de sizin gibi bir insanım!” buyurdu. (Heysemî, IX, 21) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Parmakla gösterilmek, günah olarak kişiye yeter.” buyurmuştu. “–İyi olsa da mı yâ Rasûlallâh?” diye sordular. Efendimiz: “–Allâh’ın muhâfaza ettikleri hâriç, iyi olsa da. Eğer kötü olursa zâten kendisi için bu hâl ne fenâdır.” buyurdu. (Taberânî, Kebîr, XIII, 138/14971. Ayrıca bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 21/2453) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hiç kimsenin kendisini arkadaşlarından farklı görmesini sevmezdi. Bir sefer esnâsında, ashâbından koyun kesip pişirmelerini istemişti. Sahâbeden biri: “–Yâ Rasûlallâh, onu ben keseyim.” dedi. Başka biri: “–Yâ Rasûlallâh, yüzmesi de benim vazîfem olsun.” dedi. Bir başkası da: “–Yâ Rasûlallâh, pişirmesi de bana âit olsun.” dedi.
Fahr-i Kâinât Efendimiz de: “–O hâlde odun toplamak da bana âit olsun.” buyurdu. Sahâbîler: “–Yâ Rasûlallâh! Biz onu da yaparız, Siz’in yorulmanıza gerek yok.” dedilerse de Peygamber Efendimiz: “–Sizin, benim işimi de yapabileceğinizi biliyorum. Fakat ben, size göre imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allâh Teâlâ, kulunun, arkadaşları arasında imtiyazlı durumda olmasını sevmez.” buyurdu.148 Efendimiz’in fetihten sonra Mekke-i Mükerreme’ye girişi, en büyük tevâzû örneklerindendir. Orada bulunan ashâb-ı kirâm bu hâli şöyle tasvîr ederler: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’yi fethe giden ordunun başında bulunuyordu. Zafer müyesser olup da devesinin üzerinde Mekke’ye girerken, başını Yüce Rabbine karşı tevâzû ile o derece eğmişti ki, sakalının uçları neredeyse devenin semerine değmekteydi. Sanki bir şükür secdesindeydi. O esnâda devamlı olarak:
«Ey Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır!» diyordu.” (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1)149 Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muhâcirler ve Ensâr’dan bâzılarıyla birlikte Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-’ı Yemen’e vâli olarak uğurlamaya çıkmıştı. Muâz radıyallâhu anh- binek üzerinde, Allâh Rasûlü ise onun yanında yaya olarak gidiyordu. Muâz radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallâh! Ben binitliyim, Siz ise yayasınız! Ben de inip Siz’inle ve ashâbınızla birlikte yürüsem olmaz mı?” diye mahcûbiyetini dile getirdi. Onu teskîn eden Efendimiz, kendisini meşgûl eden esas düşüncenin ne olduğunu şöyle ifâde buyurdu: “–Ey Muâz! Bu adımlarımın, Allâh yolunda atılan adımlar olmasını arzu ediyorum.”150 İşte Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- tevâzûda da böyle bir âbideydi. Onun kaygısı şahsıyla ilgili değildi. Onun bütün derdi, hattâ kendisini yıpratacak derecedeki endişesi, insanların hidâyet bulup dünyâ ve âhiret saâdetine nâil olmalarıydı. Nebevî terbiye altında yetişen Enes -radıyallâhu anh-, çocukların yanından geçerken onlara selâm verir ve: “Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- da çocuklara böyle selâm verirdi.” buyururdu. (Buhârî, İsti’zân, 15; Müslim, Selâm, 15) Hazret-i Enes, diğer bir rivâyette şöyle buyurmuştur:
“Çocuklarla birlikte oyun oynadığım o çocukluk günlerimden birinde, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanımıza gelerek bize selâm verdi. Elimden tuttu ve beni bir işe gönderdi. Kendisi de ben dönene kadar duvarın gölgesinde oturdu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 135-136/5203) Yine Hazret-i Enes’ten öğrendiğimize göre, tevâzû âbidesi olan Rasûl-i Ekrem Efendimiz, zaman zaman Ensâr’ı ziyârete giderdi. Evlerine vardığında çocuklara selâm verir, başlarını okşar ve onlara duâ ederdi. (Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 90) Enes -radıyallâhu anh- şöyle der: Medîneli bir adamın hizmetçisi, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın elinden tutar, onu istediği yere kadar götürürdü. (Buhârî, Edeb, 61) Ümmü Züfer adında, aklî dengesi pek yerinde olmayan bir kadın vardı. Bir gün Rasûl-i Ekrem’e gelerek: “–Yâ Rasûlallâh! Seninle görülecek bir işim var.” dedi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da: “–Pekâlâ, nerede görüşmemizi istiyorsan görüşüp derdini hâlledelim.” dedi ve yolun kenarına çekilip meselesini hâlledinceye kadar kadını dinledi. (Müslim, Fedâil, 76; Ebû Dâvûd, Edeb, 12/4818) Hazret-i Âişe’ye: “–Peygamber Efendimiz evinde ne yapardı?” diye sordular. O da şu cevâbı verdi: “–Âilesinin hizmetinde bulunurdu. Namaz vakti gelince de namaza giderdi.” (Buhârî, Ezân 44, Nefekât 8, Edeb 40) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendi işini kendi görür, âilesine yardım ederdi. Bu husustaki rivâyetlerden şu neticeye varılmaktadır: Rasûlullâh Efendimiz evde kendi elbiselerini temizler, koyunlarını sağar, yırtığını yamar, pabucunu tamir eder, evi süpürür, devesini bağlayıp yemini verir, hizmetçi ile beraber yemek yer, onunla hamur yoğurur, çarşıdan aldıklarını kendisi taşırdı. Bir defasında, satın aldığı çamaşırları Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- taşımaya kalkınca: “Bir kimsenin eşyâsını kendisinin taşıması daha uygundur. Ancak taşımaktan âciz olursa müslüman kardeşi ona yardım eder.” (Heysemî, V, 122) buyurarak çamaşırları ona vermemişti. O’nun hayâtını kendilerine örnek alan Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali -radıyallâhu anhümâ- halîfe oldukları yıllarda bile çarşı pazar dolaşarak evlerinin ihtiyaçlarını bizzat temin ederlerdi.
Âişe -radıyallâhu anhâ-, Peygamber Efendimiz’in büyük bir tevâzû ile ev işlerinde kendisine yardımcı olduğunu gösteren şu hâdiseyi anlatır: “Babam Ebû Bekir’in âilesi bize bir gece koyun paçası göndermişti. Allâh Rasûlü eti tuttu ben kestim veya ben tutmuştum da O kesmişti.” Dinleyenlerden birisi: “–Bunu lâmbasız olarak karanlıkta mı yapıyordunuz?” diye sordu. Hazret-i Âişe şöyle cevap verdi: “–Yanımızda lâmbaya koyacak kadar yağımız olsaydı şüphesiz onu katık yapar yerdik. Bir ay geçerdi de Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ın âilesi yiyecek bir ekmek bulamaz, ocaklarında tencere kaynamazdı.” (Ahmed, VI, 217; İbn-i Sa‘d, I, 405) Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurmuştur: “Eğer paça veya kürek eti yemeğe dâvet edilsem, derhâl giderim. Şâyet bana kürek veya paça hediye edilse, hemen kabûl ederim.” (Buhârî, Hibe 2, Nikâh 73; Müslim, Nikâh 104) Hediyenin küçüğü büyüğü olmaz. Maksat gönül almak ve muhabbeti ziyâdeleştirmektir. Bu gönül kıvâmını yakalayabilmek ise ancak tevâzû libâsına bürünmekle mümkündür. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’a kul olmayı her şeyin üzerinde tutmuştur. Efendimiz’in bu tercihini anlatan rivâyetlerden biri şöyledir: Bir gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cebrâîl -aleyhisselâm- ile oturmuş sohbet ediyordu. O anda semâdan bir melek indi. Cebrâîl -aleyhisselâm- bu meleğin dünyâya ilk defâ indiğini söyledi. Melek: “–Yâ Muhammed! Beni Sana Rabbin gönderdi. Melik bir peygamber mi yoksa kul bir Peygamber mi olmak istediğini soruyor.” dedi. Efendimiz Cebrâîl’e baktı. O da: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Rabbine karşı mütevâzı ol!” dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Kul bir peygamber olmayı isterim.” (Ahmed, II, 231; Heysemî, IX, 18, 20) buyurarak müstesnâ bir tevâzû numûnesi sergiledi. Bu tercihten sonra kulluk, insanın ulaşabileceği en şerefli makam oldu. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisine aşırı tâzîm gösteren kimselere: “Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Allâh Teâlâ beni rasûl edinmeden önce kul edinmişti.” (Heysemî, IX, 21) îkâzında bulunarak kul olabilmenin kıymet ve fazîletini ifâde buyurmuştur.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, sert tabiatına rağmen pek mütevâzı bir insandı. Yamalı elbise giyer, dul ve yetimlerin evine sırtında su ve yiyecek taşır, hasır üzerinde yatıp uyur, develeri kendi eliyle kaşağılayıp temizlerdi. Halifeliği esnâsında geceleri sokak sokak dolaşır, herkesin şikâyetini dinler, halkın dertleriyle ilgilenirdi. Ebû Mahzûre -radıyallâhu anh- onun tevâzuuna dâir şu müşâhedesini nakleder: “Bir gün Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh-’ın yanında otururken, Safvan bin Ümeyye bir çanak yemek getirdi, Hazret-i Ömer’in önüne koydu. Ömer -radıyallâhu anh- çevresinde bulunan yoksulları, köleleri çağırdı. Hepsi de geldiler ve Hazret-i Ömer ile birlikte yediler. Yemek esnâsında Hazret-i Ömer: “–Allâh, köleleriyle birlikte yemek yemekten âr eden kimseleri felâha erdirmez.” dedi. Bunun üzerine Safvan bin Ümeyye: “–Vallâhi biz onlarla birlikte yemekten utanmıyoruz. Ne var ki onlara kendimizi tercih ediyoruz, çünkü her zaman güzel ve lezzetli yemekler bulamıyoruz ki onlara da yedirelim.” dedi. (Ali el-Müttakî, IX, 198/25650) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, halîfeliği zamanında bir gün, ashâb-ı kirâmdan Cârûd bin Muallâ ile yolda giderken karşılarına Havle bint-i Sa’lebe çıktı. Artık yaşlanmış olan Havle, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında genç bir hanımdı. Yaşlı kocasıyla arasında geçen bir hâdiseyi Rasûlullâh Efendimiz’e şikâyet etmiş, meselesini hâlletmek üzere Mücâdele Sûresi’nin ilk âyetleri nâzil olmuştu. İşte bu hanım sahâbî, Hazret-i Ömer’e nasîhat etmek üzere: “–Ömer!” diye seslendi. Ömer -radıyallâhu anh- durunca, Havle ona şunları söyledi: “–Biz seni hayli zaman «Ömercik» diye bilirdik. Sonra büyüdün «delikanlı Ömer» oldun. Daha sonra da sana «Mü’minlerin Emîri Ömer» dedik. Allâh’tan kork ve insanların işleriyle meşgul ol. Zîrâ Allâh’ın azâbından korkan kimseye uzaklar yakın olur. Ölümden korkan, fırsatı kaçırma endişesi taşır.” Bu sözler üzerine Hazret-i Ömer duygulandı ve ağlamaya başladı. Onun bu hâline üzülen Cârûd, Havle’ye dönerek: “–Yeter be kadın! Mü’minlerin Emîri’ni rahatsız ettin.” dedi. Hazret-i Ömer ona dönerek şunları söyledi: “–Bırak onu, istediğini söylesin! Sen bu kadının kim olduğunu biliyor musun? Bu, şikâyetini Allâh Teâlâ’nın Arş-ı A’lâ’dan dinleyip değer verdiği Havle’dir. Vallâhi beni geceye kadar burada tutmak istese, namazımı kılıp gelir, yine onu dinlerim.”151 İşte İslâm ahlâkının numûne-i imtisâl şahsiyetlerinden Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın; Allâh korkusu, Allâh’a tâzîm ve muhabbet, hak, hakîkat, mes’ûliyet gibi hususlarda nasıl mütevâzı bir mü’min olduğunun âşikâr bir misâli…
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın tevâzuunu sergileyen ibret dolu bir hâdiseyi, Hazret-i Mevlânâ, o bediî üslûbuyla ne güzel anlatır: Rum elçisi, Medîne-i Münevvere’ye siyâsî bir görüşme için gelir. Halîfe Hazret-i Ömer’in sarayını sorar. Sorduğu kimseler ona: “–Halîfe’nin adı, Mü’minlerin Emîri ve Halîfesi olarak bütün cihâna yayılmışsa da, onun dünyâya âit bir köşkü yoktur. Parlak bir gönül sarayı vardır. Kendisinin dünyâya âit yalnız, fakirlerin ve gariplerin barındığı gibi bir kulübesi vardır. Fakat sen, gözündeki hastalıkla, onun mânevî ve rûhânî sarayını göremezsin!” derler. Bu sözler üzerine Rum elçisi dehşete düşer. Yükünü, atını, hediyelerini başıboş bırakır. Hazret-i Ömerü’l-Fârûk’u aramaya koyulur. Her tarafta Halîfe’yi sorar. Hayretle kendi kendine: “–Demek bu ülkede öyle bir hükümdar var ki, aynen ruh gibi, insanların nazarından gizli kalabiliyor!..” diye mırıldanır. Halîfe’yi aramaya devâm eder… Bir Arap kadın: “–İşte senin aradığın Halîfe, şu hurma ağacının altındadır! Herkes yatakta, döşekte yatarken; O bunların zıddı olan kumların üzerindedir! Git de hurma ağacının gölgesinde yatan zıll-i ilâhîyi (Hakk’ın yeryüzündeki gölgesini) gör!..” der. Uyumakta olan Hazret-i Ömer’den elçiye heybet ve rûhuna hoş bir hâl gelir. Elçi, muhabbet ve heybet, birbirinin zıddı iki haslet olduğu hâlde, bu tezadın kendi rûhunda nasıl birleştiğine hayret eder. Kendi kendine: “–Ben, imparatorlar görmüş ve onların nezdinde takdir toplamış bir kimseyim! Onlarda hiçbir heybet görmediğim hâlde, bu kişinin heybet ve muhabbeti şuurumu izâle etti. Bu Halîfe, silâhsız, müdâfaasız yerde yatıyor ve uyuyor. Ben ise, karşısında bütün bedenim ile titriyorum! Bu hâl nedir? Bu hâl neyin nesidir?!. Demek ki bu heybet, Hakk’ındır. Şu aba giyen kimsenin değildir!..” der. Rum elçisi, böyle rûhî çalkantılar içindeyken, Ömer -radıyallâhu anh- uykudan uyanır. Rum elçisi, Hazret-i Ömer’e tâzîm ile selâm verir. Halîfe, selâma mukâbele eder. Ondan sonra yüreği yerinden oynamış elçiyi can sarayına alır; huzûra kavuşturur. Vîrâne olmuş gönlünü tâmir eder. Ona; ince, derin, hikmetli sözler söyler. Elçi ise, dinledikçe hâl ve makam müşâhede eder. Hazret-i Ömer’e ağyâr (yabancı) sûretinde gelen elçi, yâr olur. Bu sohbetin neşvesiyle kendinden geçer. Hatırında ne elçilik, ne de bir haber verip almak kalır… Ondaki bu hâli sezen Ömer -radıyallâhu anh- da, ayrı bir vecd ile sohbetine devâm eder. Canın menzillerinden ve rûhun yolculuklarından bahseder. Zaman ötesi zamandan, kadri
yüce evliyâullâhın ulvî makamlarından, can Zümrüd-i Ankâ’sının şu dünyâya gelişteki hudutsuz uçuşlarından söz açar. Nihâyet elçinin gönlünde îman güneşi parıldar ve Halîfe’nin huzûrunda kelime-i şehâdet getirerek ebedî saâdet kervanına katılır. Bir gün Ahnef bin Kays -radıyallâhu anh-, Arapların ileri gelenlerinden bâzı kimselerle birlikte Hazret-i Ömer’i ziyârete gitmiş; onu, elbisesinin eteklerini beline sıkıştırmış koşar vaziyette bulmuştu. Ömer -radıyallâhu anh-, Ahnef’i gördüğünde ona: “–Gel de yardımcı ol. Devlete âit bir deve kaçtı. Bu malda kaç kişinin hakkı olduğunu biliyorsun.” dedi. O esnâda biri: “–Neden kendini bu kadar üzüyorsun? Deveyi yakalamak için bir köleyi vazîfelendirsen olmaz mı?” dedi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “–Benden daha iyi köle mi olurmuş!?” cevâbını verdi.152 Ne ulvî bir ahlâk, ne ince bir anlayış ve ne büyük bir tevâzû… Selman -radıyallâhu anh- Medâin vâlisiyken, Şam’dan Teymoğulları Kabîlesi’ne mensup bir kimse gelmişti. Yanında bir yük de incir getirmişti. Selman -radıyallâhu anh-’ın sırtında bir elbise, bir de aba vardı. Şamlı, Hazret-i Selman’ı tanımıyordu. Onu bu hâlde görünce de: “–Gel şunu taşı!” dedi. Selman -radıyallâhu anh- gitti, yükü sırtlandı. Halk kendisini görünce tanıdı. Adama: “–Yükünü taşıyan bu adam vâlidir!” dediler. Şamlı derhâl: “–Özür dilerim, seni tanıyamadım.” dediyse de Selman -radıyallâhu anh-: “–Zararı yok, yükü evine götürene kadar sırtımdan indirmeyeceğim.” karşılığını verdi. (İbn-i Sa’d, IV, 88) Bir gün Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh- yoldan geçerken, ekmek kırıntıları yiyen fakirlere rastladı. Fakirler: “–Ey Allâh’ın kulu! Buyur, gel!..” diye dâvet ettiler. Hazret-i Hüseyin, çok mütevâzı bir insan olduğu için bu dâvete memnûniyetle icâbet etti. Hemen atından inip onlarla beraber yediklerinden yemeye başladı. Yemek bitince, Peygamber Efendimiz’in güzel torunu:
“–Ben, sizin dâvetinize uydum. Haydi, şimdi de ben sizi dâvet ediyorum. Buyrun, bizim eve!..” dedi. Hep beraber hâne-i saâdetlerine gidip yemek yediler. Necîb ümmetin büyük âlimleri de pek çok tevâzû misalleri sergilemişlerdir. İmâm Ebû Yûsuf’a bir gün Halîfe Hârun Reşîd bir mes’ele sorar. İmâm Ebû Yûsuf: “–Bilmiyorum.” diye cevap verir. Halîfenin yardımcısı İmâm Ebû Yûsuf’a: “–Maaş ve tahsîsâtınız varken bilmiyorum diyorsunuz!..” der. İmâm Ebû Yûsuf da cevâben: “–Benim maaşım ilmime göredir. Bilmediklerim için de verilecek olsa hazine yetmezdi…” der. Allâme İmâm Gazâlî de: “Bildiklerime nisbetle bilmediklerimi ayaklarımın altına alabilseydim, başım göklere değerdi.” buyurmakla aczini îtirâf edip tevâzû sergilemiştir. Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, daha icâzet almadan ve talebe sıfatını hâizken bile ilimde temâyüz etmiş ve herkesin alâkasını celbetmişti. Bu sırada kendisini ziyâret eden Süleymâniye Mutasarrıfı Abdurrahmân Paşa’nın, onun ilim ve irfânına hayran kalarak: “–Süleymâniye medreselerinden hangisini arzu ederseniz oranın müderrisi olunuz.” tarzındaki teklîfini, henüz icâzet almamış bulunduğu için, ilim an’anesine hürmeten; “Bu hizmetin ehli değilim!..” diyerek kabûl etmedi.153 Yıldırım Bâyezîd Han, Ulu Câmî’nin açılışında başta Emîr Buhârî (Emîr Sultan) olmak üzere bütün meşâyıh ve ulemâyı dâvet etmişti.
Bir cuma sabahıydı. Herkes yapılacak merâsim için toplandı. Bir müddet sonra Sultan Yıldırım Bâyezîd teşrîf etti ve damadı olan Emîr Buhârî Hazretleri’ne: “–Ey Emîr! Buyur, câmî-i şerîfin kapılarını sen açıp namazı da sen kıldır! Bu şeref, ümmetin büyüğü olarak sana âittir.” dedi. Ancak Emîr Buhârî Hazretleri, büyük bir tevâzû ile îtirâz etti: “–Hayır sultânım! Bu şerefi, Şeyh Ebû Hamîdüddîn Hazretleri’ne vermelisiniz!” dedi. O vakte kadar bu isimde bir şahsı duymamış olan Bâyezîd Han sordu: “–Bu zât da kim ola ki?” Emîr Buhârî Hazretleri cevap verdi:
“–Sultanım! Belki duymuşsunuzdur; Somuncu Baba nâmıyla mârûf bir ekmekçidir. Ulu Câmî işçilerine de bol bol ekmek infâk eylemiştir. İşte o kişi, evliyâullâhın büyüklerinden Ebû Hamîdüddîn Hazretleri’dir.” Bunun üzerine Sultan, teklîfi kabûl etti. Emîr Buhârî de, ayağa kalkarak cemaate Somuncu Baba’yı tanıttı ve onu minbere dâvet etti. Somuncu Baba, mahcup bir edâ ile: “–Emîrim! Ne yaptın, bizi ifşâ ettin!..” diyerek son derece mahviyet içerisinde minbere yürüdü. O gün Somuncu Baba minberde, Fâtiha Sûresi’nin yedi ayrı işârî tefsîrini yaptı. Ancak sırrının zarûreten ifşâ olması sebebiyle, talebesi Hacı Bayrâm-ı Velî’yi de yanına alarak hacca gitmek üzere Bursa’yı terk etti. Yavuz Sultan Selim Han, 15 Şubat 1517’de parlak bir merâsimle Memlûklular’ın sarayına girmişti. Devrin vak’anüvisi, halkın Yavuz’u Kâhire’de karşılayışını şu şekilde anlatır: “Halk, Yavuz’un ihtişâmını seyretmek için sokakları ve pencereleri doldurmuştu. Yavuz’u çok değişik zannediyorlar, giyiminin ve kavuğunun etrafındakilerden farklı olacağını düşünüyorlardı. Yavuz ise, önde değil, cengâverlerinin ortasında idi. Elbiseleri ve kavuğu, yanındakilerden farklı değildi. Ve önüne bakarak mütevâzı bir şekilde yürüyordu.” Yavuz Sultan Selim Han, Mısır Seferi’nden İstanbul’a dönüşte Üsküdar’a gündüz vakti ulaşmıştı. Yavuz, İstanbul halkının, kendisine büyük bir tezâhürat yapacağını haber aldığından, lalası Hasan Can’a: “–Hava kararsın, herkes evlerine dönsün, sokaklar boşalsın, ben ondan sonra İstanbul’a gireyim. Fânîlerin alkışları, zafer tâkları ve iltifâtları, bizi nefsimize mağrûr edip yere sermesin!..” dedi. Yavuz’u, korkunç Sînâ Çölü’nde bir arslan, Mısır’a girişte mütevâzı, gözü yaşlı, şükreden bir mü’min, Üsküdar’da kendisini bir nefs muhâsebesiyle yönlendiren ilâhî ve derûnî lezzetlere müstağrak bir derviş olarak görüyoruz. O, Hasan Can’a şu mısrâları okuyordu:
Pâdişâh-ı âlem olmak, bir kuru kavgâ imiş,
Bir velîye bende olmak cümleden a’lâ imiş!.. Kanije’de kazanılan dâsitânî zaferin haberi saraya ulaştığında, Sultan III. Mehmed Han, bundan ziyâdesiyle memnûn olmuş ve zaferin en büyük âmili olan Tiryâki Hasan Paşa’yı da vezîrlikle taltîf etmişti. Ayrıca Paşa’ya kıymetli hediyelerle bir de hatt-ı hümâyûn göndermişti. Hatt-ı hümâyûnu gâzîlerinin huzûrunda okuyan Tiryâki Hasan Paşa ise, kazandığı bu eşsiz zafere rağmen, büyük bir mahviyet içindeydi. Hattâ etrafındakilere:
“–Devletli pâdişâhımız, Kanije Müdâfaası gibi küçük bir hizmetimize mukâbil vezirlik pâyesi ile hatt-ı hümâyûn göndermişler. Oysa biz sâdece vazîfemizi yerine getirdik. Devlet-i Aliyye’nin vezâreti şu kocamış ihtiyara mı kaldı? Cenâb-ı Hak devletimize ve milletimize zevâl vermeye!” diyecek kadar üstün bir tevâzû hâlinde idi. Osmanlı’nın mîmârîdeki dehâsı Koca Sinan, bütün muvaffakıyetlerine rağmen Hakk’ın huzûrunda kendisini âciz bir karınca olarak telâkkî ederdi. Çünkü o, tevâzûda da eşsiz bir üstaddı. Mîmar Sinan, Süleymâniye Câmii’nin kıyâmete dek ayakta kalması için bütün gayretini sarf etmiş, bu yolda pek çok duâlar etmiş ve nihâyetinde Allâh’ın lutfu ile misli görülmemiş bir şâheser ortaya koymuştu. Lâkin sıra kendi türbesine gelince, onu mütevâzı bir imzâ gibi câmînin bir köşeciğine iliştirivermişti. Meşhur ve muhteşem âbidelerine rağmen hiç gurur ve kibre kapılmıyor, mühür ve imzâlarında kendisi için Ser-Mîmârân-ı Hâssa tâbirinin yanında “Mûr-i Nâtüvân” (güçsüz karınca) “el-Fakîrü’l-Hakîr” ifâdelerini kullanıyordu. Nitekim en büyük şâheseri olan Selimiye Câmii’ni tamamladığında adının kitâbeye yazılması teklîfine: “Ben kim oluyorum ki Allâh’ın evine ismimi koyayım!..” diye cevap vermesi, eserlerinin ihtişâmına denk bir mânevî derinliği de ortaya koyuyordu… Bir gün Sultan Ahmed Han, çok sevdiği üstâdı Hüdâyî Hazretleri’ne kıymetli bir hediye göndermişti. Fakat Hazret-i Hüdâyî hediyeyi kabûl etmedi. Bunun üzerine Sultan Ahmed Han, hediyeyi uhdesinden çıkarmış olduğu için onu devrin şeyhlerinden Abdülmecîd-i Sivâsî Hazretleri’ne gönderdi. Abdülmecîd-i Sivâsî Hazretleri’nin hediyeyi kabûl etmesi münâsebetiyle de bir ziyâret esnâsında: “–Efendi Hazretleri! Ben bu hediyeyi daha evvel Hüdâyî Hazretleri’ne göndermiştim. Kabul buyurmamıştı. Fakat siz kabul buyurdunuz!” dedi. İfâdelerdeki nükteyi anlayan Sivâsî Hazretleri şu mânidar cevâbı verdi: “–Sultanım! Hazret-i Hüdâyî bir ankâdır ki, lâşeye tenezzül etmez!” Bu cevaptan memnun kalan Sultan, aradan birkaç gün geçtikten sonra Hüdâyî Hazretleri’ne uğradı. Ona da: “–Efendim! Sizin kabûl etmediğiniz o hediyeyi Abdülmecîd Efendi kabul buyurdu.” dedi. Hazret-i Hüdâyî de mütebessim bir çehre ile: “–Sultanım! Abdülmecîd Efendi bir deryâdır. Koca deryâya bir damlacık mâsivâ kiri düşmesi, onun sâfiyetine zarar vermez!” buyurdu. Ne güzel bir İslâm nezâketi ve ne müstesnâ bir tevâzû misâli… Uzun yıllar İstanbul’da ikâmet ederek Osmanlı cemiyet hayâtını titizlikle müşâhede eden Fransız doktor A. Brayer şöyle der:
“Müslüman Türkler arasında hayânın (utanmanın) bir neticesi olarak kibir ve gurur âdeta yok olmuştur. Çünkü kibir ve gurur, İslâm’ın pek şiddetli bir şekilde yasakladığı menfîliklerdendir. Müslümanlar, birbirlerine karşı dâimâ şu telkinlerde bulunurlar: - Yeryüzünde sakın azametle yürüme, gurur sebebiyle insanlardan yüz çevirme! - Mütekebbir ve mağrûr olandan Allâh nefret eder! - Hareketlerinde mütevâzı ol, hafif sesle konuş! - Kibir, cehâletten ileri gelir, âlim aslâ mağrûr olmaz. - Tevâzû, insana asâlet verir. Bundan dolayıdır ki, Osmanlı’nın yürüyüşünde vakar ve ihtişam olmakla beraber, aslâ kibir ve azamet yoktur. Onlar, dâimâ yavaş sesle konuşurlar. El ve kol hareketlerinde hiçbir zaman mütehakkimâne bir edâ sezilmez. Hizmetlerinde de tatlılık ve kolaylık vardır.” İşte Osmanlı cemiyet hayatındaki bu hâlet-i rûhiye, en sıradan bir fertten pâdişâha kadar bütün bir topluma şâmil hâlde bulunuyordu. Nitekim Osmanlı sultanları, devletin kuruluşundan yıkılışına kadar her cuma selâmlığına gidip gelirken, maaşlı askerlerine: “Mağrûr olma pâdişâhım, senden büyük Allâh var!..” diye söylemelerini emrederek, kendilerine yapılan bu îkâzı resmî bir an’ane hâline getirmişlerdir. Hulâsa, tevâzuun lutufları pek çoktur. Mütevâzı insan, cömerttir. Cömert insan, merhametlidir. Merhametli insan, mahlûkâta hizmet neş’esi ile doludur. Bu da Rabbimizin rızâsını elde etmeye vesîle olur. Tevâzûdan uzak bir kimse ise, bütün bu güzelliklerden mahrumdur. Mütevâzı bir kulda idrâk ve firâset inkişâf ettiğinden, o artık dost ve düşmanını kolayca tefrîk eder. Tevâzû, insanı güzelleştiren, kulluğu olgunlaştıran, ahlâka kıvam veren çok mühim bir haslettir. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- bunu ne güzel ifâde buyurur: “Bahar mevsiminde bir taş yeşerir mi? Toprak gibi mütevâzı ol ki senden renk renk güller ve çiçekler yetişsin!..” Hakîkaten toprağın üzerinde gezen canlılar, onu çiğner ve cürûfunu da oraya dökerler. Fakat toprak, büyük bir tevâzû ile bu cürûfun hepsini temizler ve sonra çeşit çeşit güzellikte nebatlar bitirerek üzerinde dolaşan bütün mahlûkâtı besler. İşte sâlih bir mü’minin gönlü de böyle münbit bir toprak gibi olmalı, kalbindeki bütün güzellikler, âdeta tabiî bir şiir hâlinde insanlara ve hattâ bütün mahlûkâta aksetmelidir. 10. Hilim ve Müsâmaha
Hilim, kendi şahsına karşı hatâ işleyen kimseler için bile kalbinde bir soğukluk beslememek, sabır ve tahammül sâhibi olmaktır. Allâh Teâlâ’nın sevdiği husûsiyetlerden olan biri hilim (yumuşak huyluluk), gazap sıfatının zıddıdır. Hilmin zıddı olan sertlik ve katılık, insanları inciten, korkup nefret etmelerine ve dağılıp gitmelerine yol açan kötü bir huydur. Bu sebeple hilim, peygamberlerin sıfatlarından biridir. Halîm, yâni yumuşak huylu olmayan bir kimse peygamberlik gibi mühim bir vazîfeyi îfâ edemez. Nitekim bu husûsu kitaplarından öğrenen bâzı yahûdî âlimler, Efendimiz’in hilim sıfatını tecrübe etmişler, O’ndaki engin hilim okyanusunu görünce de îmâna gelmişlerdir. Allâh Teâlâ buyurur: “(Rasûlüm!) O vakit, Allâh’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet Sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (yapacağın bir) iş hakkında onlarla istişâre et! Kararını verdiğin zaman da artık Allâh’a tevekkül et! Muhakkak ki Allâh, kendisine tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân, 159) İslâm, ifrat ve tefrite düşmeden îtidâle dayalı bir üslûp gözetmeyi, bilhassa insan eğitimi ve tebliğ gibi hizmetlerde aslî bir düstur olarak kabûl etmiştir. Bu düstur da hiç şüphesiz, “hilim” ile gerçekleşebilir. Cenâb-ı Hak, “el-Halîm”, yâni hilm sâhibi olduğunu bildirir. İnsan neslinin en mülâyimi olan Allâh Rasûlü’nün154 bütün meclisleri de; hilim, ilim, hayâ, sabır, tevekkül ve emânet gibi fazîletlerin cârî ve hâkim olduğu bir mahal idi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hilm ve müsâmaha üslûbunun, hayâtın her safhasında yaşanmasını arzu ederdi. Nitekim bu güzel ahlâkın ticâret hayâtında da yaşanmasının fazîletine dâir şöyle buyurmuştur: “Satışta, alışta ve borcunu istemekte kolaylık gösteren kimseye, Allâh Teâlâ rahmet etsin.” (Buhârî, Büyû‘, 16; İbn-i Mâce, Ticârât, 28) Yine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “İnsanlara borç para veren bir adam vardı. Hizmetçisine şöyle derdi: «–Darda kalmış bir fakire vardığında onu affediver; umulur ki Allâh da bizim günahlarımızı affeder.» Nihâyet o kişi Allâh’a kavuştu ve Allâh Teâlâ onu affetti.” (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Müsâkât, 31; Buhârî, Büyû‘ 18) Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur: “Sıkıntıda olanlara ve borçlulara vâde veren (veya alacağından vazgeçen) kişiyi, Allâh Teâlâ, hiçbir gölgenin olmadığı günde kendi gölgesinde gölgelendirir (onu korur).” (Müslim, Zühd, 74)
Fakat borç verenlerin bu fazîletli hâline mukâbil, borç alanların da bu müsâmahakâr davranışı istismâr etmemesi îcâb eder. Zîrâ borç husûsu o kadar mühimdir ki, Allâh Rasûlü, namazı kılınmak üzere bir cenâze getirildiği zaman ilk olarak; “Borcu var mıydı?” diye sorardı. Varsa borcunu ödettirir, sonra namazını kılar, şâyet borcu ödenmez ise namazını kılmaz idi. Diğer taraftan, Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, yeni müslüman olan, dini yeterince öğrenme fırsatı bulamayan kimselere karşı da dâimâ müsâmahalı davranmıştır. Bu bakımdan hilim ve müsâmaha, nebevî ahlâk ile ahlâklanmış olan evliyâullâhın ve sâlih mü’minlerin en mühim vasıflarındandır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Abdülkaysoğulları’ndan Eşecc’e: “Sende Allâh’ın sevdiği iki husûsiyet vardır: Hilim (yumuşak huyluluk) ve teennî (ihtiyatkârlık.)” buyurmuştur. (Müslim, Îmân, 25, 26) Lokmân Hakîm şöyle der: “Evlâdım! Üç şey, üç şeyle bilinir: Hilim, gazap ânında; şecaat, harp meydanında; kardeşlik ise, ihtiyaç ânında.” Bütün hasletler gibi hilim ve müsâmahanın da bir ölçüsü vardır. Yumuşak huylu olmak için zulme boyun eğmek veya ilâhî kanunların ihlâline müsâmaha ile yaklaşmak aslâ doğru bir tavır değildir. Hilm-i himârî (merkep uysallığı) denilen böylesi bir davranış, kötü kimselerin kötülük yapma arzusunu ve cesâretini artıracağından, son derece yanlış bir tavırdır. Fazîlet Tabloları
Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh- anlatıyor: Bir bedevî, Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm-’a gelerek alacağını istedi ve bunu yaparken sert davrandı. Hattâ: “–Borcunu ödeyinceye kadar Sen’i rahat bırakmayacağım.” dedi. Ashâb-ı kirâm, bedevîyi azarlayıp: “–Yazıklar olsun sana! Sen kiminle konuştuğunun farkında mısın!” dediler. Adam: “–Ben hakkımı talep ediyorum.” dedi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, ashâbına: “–Sizler niçin hak sâhibinden yana değilsiniz?” buyurdu ve Havle bint-i Kays -radıyallâhu anhâ-’ya adam göndererek: “–Sende kuru hurma varsa borcumu ödeyiver. Hurmamız gelince borcumuzu sana öderiz.” dedi. Havle: “–Hay hay! Babam Sana kurban olsun ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi.
Kadın, Rasûlullâh’a borç verdi, O da bedevîye olan borcunu ödedi ve bir de yemek ikrâm etti. Bedevî: “–Borcunu güzelce ödedin. Allâh da Sana mükâfâtını tam olarak versin!” diye memnûniyetini ifâde etti. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–İşte bunlar (borcunu hakkıyla ödeyenler), insanların hayırlılarıdır. İçindeki zayıfların, incitilmeden haklarını alamadıkları bir cemiyet, iflâh olmaz.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Sadakât, 17) Görüldüğü üzere, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın hayâtı, insanoğlunun başına gelebilecek hemen hemen her hâdise için örnek alınabilecek davranış güzellikleriyle doludur. Yeter ki, O’nu yakından tanıyıp, Sünnet-i Seniyyesi muhtezâsınca yaşama gayreti içinde olalım… Cübeyr bin Mut’im -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Huneyn Gazvesi’nden dönüşte Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- ile birlikte yürürken, bedevî Araplar ganimetin taksîmini ısrarla istemeye başladılar. Neticede Allâh Rasûlü’nü Semüre ağacının altında durdurdular. Cübbesi ağaca takılıp kaldı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devesini durdurup: “–Cübbemi verin bana! Şâyet şu gördüğünüz ağaçlar kadar hayvanım olsaydı, onların tamamını size paylaştırırdım. Siz de benim cimri, yalancı ve korkak biri olmadığımı görürdünüz!” buyurdu. (Buhârî, Cihâd 24, Humus 19) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, henüz yeni müslüman olmuş ve bu dînin zarâfet ve inceliklerini henüz rûhuna sindirememiş olanlara bile hilim ve müsâmaha ile muâmele etmiştir. Enes -radıyallâhu anh- şöyle der: “Ben Rasûlullâh’ın ellerinden daha yumuşak olan ne bir atlasa ne de bir ipeğe dokundum. Allâh Rasûlü’nün kokusundan daha hoş bir râyiha da koklamadım. Efendimiz’e tam on yıl hizmet ettim. Bana bir defa bile «Üf!» demedi. Yaptığım bir şey sebebiyle; «Niçin böyle yaptın?» demediği gibi, yapmadığım bir iş sebebiyle de bir kez bile; «Şöyle yapsan olmaz mıydı?» demedi. (Buhârî, Savm 53, Menâkıb 23; Müslim, Fedâil 82) İşte Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine on yaşında emânet edilen Hazret-i Enes’i, hâl ve davranışlarıyla böyle terbiye ediyordu. Tasavvuftaki terbiye metodu da bu şekildedir. İnsan, şahsiyet ve karaktere hayranlık duyar ve hayran olduğu kimseyi taklîd eder. Çünkü “taklid meyli”, insanoğlunun yaratılışındaki en köklü temâyüllerden biridir. Bu yüzden insan, müsbette de menfîde de maddî ve mânevî tekâmülünü hep hayran olup taklîd ettiği kimselerin tesiri altında gerçekleştirir. Muâviye bin Hakem -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in arkasında namaz kılarken cemaatten biri aksırdı. Ben de hemen “yerhamukellâh” dedim. Cemaat bana dik dik bakmaya başladı. Bunun üzerine: “–Vay başıma gelenler! Yâhu bana niye öyle bakıyorsunuz?” dedim. Bu sefer ellerini dizlerine vurmaya başladılar. Onların beni susturmaya çalıştıklarını anlayınca kızdım; ama yine de sustum.155 Anam-babam Rasûl-i Ekrem’e fedâ olsun. Ne O’ndan önce ne de O’ndan sonra kendisinden daha güzel bir muallim görmedim. Vallâhi beni ne azarladı ne de dövdü. Namazı kıldırıp bitirince yumuşak bir lisanla bana: “–Bu ibâdetin adı namazdır. Namaz kılarken dünyâ kelâmı konuşulmaz. Çünkü namaz; tesbîh, tekbîr ve Kur’ân okumaktan ibârettir.” buyurdu. Yahut buna benzer ifâdeler kullandı. Ben de: “–Yâ Rasûlallâh! Ben yeni müslüman oldum…” dedim… (Müslim, Mesâcid, 33) Yahûdî âlimlerinden Zeyd bin Sa’ne, bekledikleri son peygambere dâir Tevrat’ta yazılı husûsiyetlerin, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’de bulunup bulunmadığını araştırıyordu. Bir gün, Hazret-i Peygamber’i, yanında Hazret-i Ali olduğu hâlde evinden çıkarken gördü ve peşine takıldı. O sırada bedevî giyimli bir adam Rasûlullâh’a yaklaşarak: “–Yâ Rasûlallâh! Ben falan kabîle halkına, şâyet müslüman olurlarsa, kendilerine Allâh Teâlâ’nın bol rızık vereceğini söylemiştim. Onlar da müslüman oldular. Fakat ne yazık ki kabîlelerinde kıtlık başgösterdi. İnsanlar çok zor durumda. Dünyâlık ümîdiyle müslüman olan bu adamların, umduklarını bulamayınca tekrar eski dinlerine dönmelerinden korkuyorum. Şâyet onlara yardım etmek için bir şeyler göndermek istersen, ben götürebilirim.” dedi. Bu konuşmayı dinleyen Zeyd bin Sa’ne, Allâh Rasûlü’nü denemek için uygun bir fırsat yakaladığını düşünerek söze girdi: “–Yâ Muhammed! Şâyet o adamlara yardım etmeyi düşünüyorsan, yapacağımız bir mukâvele ile Sana borç verebilirim.” dedi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, ondan seksen dinar borç aldı, götürmesi için o sahâbîye verdi ve: “–Onların yanına çabucak git ve imdatlarına yetiş!” buyurdu. Bir başka gün Fahr-i Kâinat Efendimiz, yanında Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer ve bâzı sahâbîlerle Cennetü’l-Bakî156 Mezarlığı’na bir cenâze götürüyorlardı. Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cenâze namazını kıldırdıktan sonra Zeyd O’na yaklaştı ve mübârek sırtındaki cübbesini var gücüyle çekti. Onun neden böyle yaptığını henüz anlayamayan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir yere düşen cübbeye, bir Zeyd’in asık suratına hayretle bakarken, Zeyd, önceden tasarladığı şekilde konuşmaya başladı:
“–Borcunu ödemeyecek misin yâ Muhammed? Siz Abdülmuttaliboğulları zâten borçlarınızı hep geciktirirsiniz!” dedi. Hâlbuki Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Zeyd’den aldığı borcun vâdesi henüz dolmamıştı. Hâdiseyi anlatan Zeyd diyor ki: Bu sırada dönüp Ömer’e baktım. Öfkesinden sadrının körük gibi kabarıp indiğini görünce yüreğim ağzıma geldi. Ömer yüzüme sertçe bakarak: “–Ey Allâh’ın düşmanı! Sen bu sözleri Rasûlullâh’a mı söylüyorsun? O’na hem saygısız davranıyor, hem de edepsizce konuşuyorsun ha! O’nu peygamber olarak gönderene yemin ederim ki, şâyet Rasûlullâh sana borçlu olmasaydı, kelleni uçururdum!..” diye haykırdı. Bir yahûdînin, Allâh’ın Rasûlü’ne hakâret etmesine dayanamayan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın nasıl gazaplandığını gören Efendimiz, ona gülümseyerek: “–Sâkin ol ey Ömer! Şu anda hem ben, hem de bu şahıs, senden daha farklı bir davranış beklemekteyiz. Sen bana, borcumu güzel bir şekilde ödememi, ona da alacağını daha uygun bir dille istemesini tavsiye etmeliydin. Gerçi borcun vâdesinin dolmasına daha üç gün var ama, haydi sen kalk, ona borcumu öde! Kendisini korkuttuğun için de bir miktar fazla ver!” buyurdu. Zeyd, alacağını fazlasıyla tahsîl ettikten sonra, Hazret-i Ömer’e şu îtirafta bulundu: “–Bak yâ Ömer! Rasûlullâh’ın yüzüne her baktığımda, peygamberlik alâmetlerinin tamamını O’nda görüyordum. Fakat O’nda bulunması gereken iki husûsiyete sâhip olup olmadığını bugüne kadar anlayamamıştım. Acabâ kendisine karşı kaba-saba davrananları affediyor mu? Kendisine yapılan kabalıklar arttıkça O’nun hilmi ve müsâmahası da o nisbette artıyor mu? İşte ben bugün O’nu denedim ve kendisinin beklenen peygamber olduğuna iyice kanaat getirdim. Allâh’ı Rab, İslâm’ı dîn, Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ı da peygamber olarak kabûl ettiğime, malımın yarısını da ümmet-i Muhammed’e sadaka olarak bağışladığıma şâhid ol!” Zeyd’in müslüman olmasına son derece sevinen Ömer -radıyallâhu anh-, onu şöyle îkâz etti: “–Malını bütün müslümanlara yetiremezsin. Bâri bâzılarına bağışladığını söyle.” dedi. Zeyd: “–Haklısın, malımın yarısını bâzı müslümanlara bağışlıyorum.” diyerek sözünü düzeltti. (Hâkim, III, 700/6547) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hilim, müsâmaha ve sabır gibi güzel hasletlerle insanları yüksek karakter ve şahsiyetine meftûn etmiş ve Allâh Teâlâ’nın lutfu ile İslâm’ı kısa sürede bütün Arap Yarımadası’na yaymıştır.
Abdullâh bin Cahş -radıyallâhu anh-’ın Batn-ı Nahle Seferi’nde aldığı esirler arasında, Hakem bin Keysân da vardı. Fahr-i Âlem Efendimiz, Hakem’i İslâm’a dâvet etti. İslâm’ı bütün tafsîlâtıyla uzun uzadıya anlattı. Şüphelerini yok etmek için defâlarca tekrar etti. Allâh Rasûlü’nün bu kadar gayret sarf etmesine rağmen Hakem’in hâlâ müslüman olmamasına öfkelenen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallâh! Bununla ne diye konuşup durursun. Vallâhi o hiçbir zaman müslüman olmaz! Müsâade et, boynunu vurayım da varacağı yere, yâni cehenneme bir an önce varsın!” dediyse de Peygamber Efendimiz, Hakem’e İslâm’ı anlatmaya devâm etti. Hakem dikkatini toplayarak: “–İslâm nedir?” diye sordu. Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “–Allâh’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın kulluk etmen ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet getirmendir!” buyurdu. Hakem: “–Müslüman oldum.” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ashâbına dönerek: “–Eğer ben, biraz önce size uysaydım, o şimdi cehenneme gitmiş olacaktı!” buyurdu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- der ki: “Hakem’in müslüman olduğunu görünce, sanki bütün geçmiş ve gelecek şeyler beni sıktı! Kendi kendime; «Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- benden daha iyi bilirken, ben nasıl O’na karşı bir şey istemeye kalkarım?!» dedim. Sonra da; «Benim maksadım ancak Allâh ve Rasûlü’nün rızâsını kazanmaktı.» diyerek kendimi tesellî ettim. Hakem, müslüman oldu. Vallâhi güzel de bir müslüman oldu. Allâh yolunda cihâd etti ve Bi’r-i Maûne’de şehîd edildi.” (İbn-i Sa’d, IV, 137-138; Vâkıdî, I, 15-16) Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle bir hâdise nakleder: Bedevînin biri, Mescid-i Nebevî’de küçük abdestini bozmuştu. Sahâbîler hemen onu azarlamaya başladılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Adamı kendi hâline bırakın. Abdest bozduğu yere bir kova su dökün. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” buyurdu. (Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80) Enes -radıyallâhu anh- şöyle der: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte yürüyordum. Üzerinde Necran kumaşından yapılmış, kenarları sert ve kalın bir hırka vardı. Bir bedevî, Rasûl-i Ekrem’e yetişerek hırkasını sertçe çekti. Bedevînin bu hareketinden dolayı hırkanın kenarı Efendimiz’in boynunda iz bırakmıştı. Daha sonra bedevî:
“–Ey Muhammed! Elinde bulunan Allâh’a âit mallardan bana da verilmesini emret.” dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz, bedevîye dönüp tebessüm etti. Sonra da ona bir şeyler verilmesini emretti. (Buhârî, Humüs 19, Libâs 18, Edeb 68; Müslim, Zekât 128) Ne muazzam bir hilim ve müsâmaha numûnesi!.. Ebu’d-Derdâ Hazretleri bir gün şehri dolaşırken, halkın, bir günahkâra ağır sözlerle hakâret ettiklerine şâhid oldu. Onlara sordu: “–Siz kuyuya düşmüş bir adam görseniz, onu oradan çıkarmaz mısınız?” Oradakiler: “–Evet, çıkarırız!” dediler. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ Hazretleri: “–O hâlde kardeşinize ağır sözler söylemeyin, size âfiyet veren Allâh’a hamd edin!” dedi. Bunun üzerine onlar: “–Siz bu günahkâra kızmıyor musunuz?” dediler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in terbiyesinde yetişmiş bulunan güzîde sahâbî, bu suâle şöyle cevap verdi: “–Ben onun kendisine ve şahsiyetine değil günâhına kızıyorum, günâhı terk ettiğinde, o yine benim din kardeşimdir.” (Abdürrazzâk, XI, 180; Ebû Nuaym, Hilye, I, 225)
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında Abdullâh adında biri vardı. “Himâr” lâkabıyla anılan bu zât, yaptığı şakalarla Hazret-i Peygamber’i güldürürdü. İçki içmesi sebebiyle de Rasûl-i Ekrem, onu zaman zaman cezâlandırırdı… Bir gün yine böyle bir cezâ faslı bitip Abdullâh da gittikten sonra, oradakilerden biri, “Allâh’ım, ona lânet et!” diye bedduâ etti. Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Böyle demeyiniz, kardeşinizin aleyhinde şeytana yardım etmeyiniz. Vallâhi ben onun, Allâh’ı ve Rasûlü’nü sevdiğini biliyorum. Ona bedduâ edeceğinize; «Allâh’ım! Onu bağışla. Allâh’ım! Ona merhamet et!» diye duâ ediniz.” buyurdu. (Buhârî, Hudûd, 4, 5; Ebû Dâvûd, Hudûd, 35) İşte bu manzara da, Allâh Rasûlü’nün ümmetine olan şefkat, merhamet ve muhabbetinden kaynaklanan hilm ve müsâmaha üslûbunun bâriz bir tezâhürüdür. Rebî bin Haysem Hazretleri bir gün namaz kılarken, gözünün önünde yirmi bin dirhem kıymetindeki atı çalındı. Fakat o, hırsızın peşine düşmek yerine huzurla edâ ettiği namazına devâm etmeyi tercih etti.
Onun bu büyük kaybını duyan dostları koşarak kendisini tesellî etmeye geldiler. Hazret, dostlarına: “–O adam atımı çözerken kendisini gördüm. Lâkin ben o vakit daha mühim ve çok sevdiğim bir işle meşguldüm. Onun için hırsızı kovalamadım.” dedi. Bunun üzerine dostları, hırsıza bedduâ etmeye başladılar. Hazret onları susturarak: “–Sâkin olun, bana zulmeden falan yok! O adam kendi nefsine zulmetti. Zavallının kendine yaptığı yetmiyormuş gibi, bir de biz ona zulmetmeyelim!” dedi. (Bkz. Babanzâde Ahmed Naîm, İslâm Ahlâkının Esasları, s. 85-86) İşte, merhamet ve şefkatin zirvesinde yaşanan eşsiz bir numûne… Hak dostlarının sâhip olduğu müstesnâ bir hâl, yâni Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı… Tâbiînin büyüklerinden İmâm Şa’bî’nin, kendisine hakâret eden fâsık bir şahsa: “–Dediklerin doğru ise, Allâh beni affetsin! Eğer yalancı isen, Allâh seni affetsin!” şeklindeki cevâbı, ne büyük bir fazîletin yansımasıdır. Velhâsıl, merhamet, şefkat ve muhabbet gibi güzel hasletlerin netîcesi olan hilim ve müsâmaha, insanlarla muâşerette mühim esaslardandır. Cenâb-ı Hakk’ın emr-i ilâhîsi ve Peygamber Efendimiz’in tabiat-ı asliyesidir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Rıfktan (yumuşak huyluluktan, mülâyimlikten) nasîbi olana, hayırdan da nasip verilmiştir. Rıfktan nasîbi olmayan da hayırdan mahrum kılınmıştır.” (Tirmizî, Birr, 67/2013) 11. Hüsn-i Zan Sâhibi Olmak
Hüsn-i zan; güzel düşünmek, iyi şeyler temennî etmek, menfî düşüncelerden ve sû-i zandan, yâni kötü düşüncelerden uzak kalabilmektir. Müslümanlar birbirlerine karşı hüsn-i zan beslemeye muvaffak oldukları takdirde, birçok yanlışa düşmekten korunmuş olurlar. Âyet-i kerîmede sû-i zanna giden yollar kapatılarak şöyle buyrulur: “Ey îmân edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz, diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O hâlde Allâh’a karşı takvâ sâhibi olun. Şüphesiz Allâh, tevbeyi çok kabûl edendir, çok merhametlidir.” (el-Hucurât, 12) Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur: “Zandan sakınınız. Çünkü zan (yersiz itham), sözlerin en yalanıdır. Başkalarının konuştuklarını dinlemeyin, ayıplarını araştırmayın, birbirinize karşı öğünüp böbürlenmeyin, birbirinizi
kıskanmayın, kin tutmayın, yüz çevirmeyin. Ey Allâh’ın kulları! Allâh’ın size emrettiği gibi kardeş olun…” (Müslim, Birr, 28-34) Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- bir başka hadîs-i şerîfte de şöyle buyurmuştur: “Ashâbımdan hiç kimse, hiçbir kimsenin kusuru hakkında bana bir şey ulaştırmasın! Ben sizin karşınıza selîm bir kalb ile çıkmak istiyorum.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 28/4860) İnsanlara karşı hüsn-i zan beslemek, kişiye herhangi bir külfet ve yük getirmez, bilâkis onu nice vebâl ve yorgunluktan kurtarır. Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-: “Allâh’ın kullarına karşı hüsn-i zan sâhibi ol. Böyle olursan birçok yorgunluktan kurtulursun.” sözüyle bu hakîkati ne güzel ifâde eder. Müslümanların, ölmüşleri hakkında da hüsn-i zan sâhibi olmaları, onların affedilebileceğini düşünmeleri gerekir. Bunun aksini düşünmenin, kimseye faydası yoktur. İnsanlar ve hâdiseler hakkında -gerektiğinde kontrolü de ihmâl etmemek kaydıyla- dâimâ hüsn-i zan sâhibi olmak lâzımdır. Bir mesele hakkındaki gerçek tam olarak bilinmiyorsa, müslümanların birbirlerine karşı hüsn-i zan üzere bulunmaları, birbirleri hakkında güzel düşünmeleri esastır. Çünkü sû-i zannımız sebebiyle sorumlu tutuluruz. Buna karşılık hatâ etmiş olsak bile hüsn-i zanda bulunduğumuz için hesâba çekilmeyiz. Bütün kaybımız, iyi niyetimiz sebebiyle yanılmış olmaktan ibâret kalır. Fakat bir kimse hakkında sû-i zanda bulunursak, nihâyetinde bunun hesâbını vermek mecbûriyetinde kalırız. Fazîlet Tabloları
Abdullâh bin Amr -radıyallâhu anh-’ın naklettiğine göre Fahr-i Kâinât Efendimiz, bir tavaf esnâsında Kâbe’ye hitâben şöyle buyurmuştur: “Sen ne kadar temizsin, kokun da ne güzel! Sen ne yücesin, senin hürmetin de ne büyük! Muhammed’in nefsini elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun ki, bir mü’minin Allâh katındaki kıymeti, senin kıymetinden daha büyüktür. Mü’minin malının ve kanının hürmeti de böyledir. Biz, mü’minler hakkında sâdece hüsn-i zanda bulunuruz.” (İbn-i Mâce, Fiten, 2) Hadîs-i şerîf muktezâsınca, mü’minlere karşı hüsn-i zan beslemek, mühim bir İslâmî esastır. Münâfıkların fitne ve fesatları netîcesinde vukû bulan İfk Hâdisesi’nde uzun müddet sıkıntı ve meşakkatlere mâruz kalan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hanımlarından Zeyneb bint-i Cahş ve Hazret-i Âişe’nin câriyesi Berîre -radıyallâhu anhünne- ile istişâre etmiş, onların Âişe vâlidemiz hakkındaki fikirlerini sormuştu.157 İkisi de hüsn-i şehâdette bulundular. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- bu hususta şöyle der: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hâdiseyi tahkîk esnâsında Zeyneb bint-i Cahş’a da benimle alâkalı görüşünü sormuş ve:
«–Ey Zeyneb, bu hususta ne biliyorsun, ne gördün?» buyurmuş. O da: «–Ey Allâh’ın Rasûlü, kulağımı işitmediğim, gözümü de görmediğim şeylerden dâimâ muhâfaza ederim. Ben Âişe hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum.» demiş. Zeyneb, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zevceleri arasında bâzı fazîletleri sebebiyle benimle boy ölçüşen birisiydi. (Fırsat elindeyken, beni gözden düşürerek Allâh Rasûlü’ne daha yakın olmayı düşünebilirdi.) Ancak Allâh, verâ ve dindarlığı sebebiyle, onu bu meselede müfterîler tarafında yer almaktan korudu.” (Buhârî, Şehâdât, 15, 30; Müslim, Tevbe, 56) Ne güzel bir hüsn-i zan misâli… Pek çok ayağın kolaylıkla kayabileceği bir vasatta, Zeyneb vâlidemiz hüsn-i zan şemsiyesine sığınmış ve daha sonra iftirâcılar üzerine vâkî olan itâb-ı ilâhîden kurtulmuştur. Âişe vâlidemizi temize çıkaran âyetlerle birlikte iftirâcılara ve onlara kapılarak hüsn-i zannı terk edenlere karşı dehşetli bir ihtar gelmiş, şâyet Allâh’ın affı olmasaydı hepsinin fecî bir şekilde helâk edileceği bildirilmiştir. Bu ihtar ve tehdîdin birkaç defâ tekrar edilmiş olması, sû-i zannın ne kadar çirkin bir davranış olduğunu göstermeye kâfîdir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “Bu iftirâyı işittiğinizde, erkek ve kadın mü’minlerin, kendi vicdanları ile hüsn-i zanda bulunup da: «Bu, apaçık bir iftirâdır.» demeleri gerekmez miydi?” (en-Nûr, 12) “Eğer dünyâda ve âhirette, Allâh’ın lutuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftirâdan dolayı size mutlakâ büyük bir azap isâbet ederdi.” (en-Nûr, 14) Yine İfk Hâdisesi’nin vukû bulduğu günlerde Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin zevcesi Ümmü Eyyûb, kocasına: “–İnsanların Âişe aleyhinde söyledikleri şeyleri işittin mi?” diye sordu. Ebû Eyyûb: “–Evet! İşittim. Fakat onların hepsi yalan ve uydurmadır!” dedi. Sonra hanımına: “–Sen böyle bir kötülük yapar mısın?” diye sordu. O da: “–Hayır! Vallâhi ben kat’iyyen böyle bir kötülük yapmam!” dedi. Bunun üzerine Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh-: “–Sen böyle olunca, vallâhi Âişe senden daha hayırlıdır!” dedi. (İbn-i Hişâm, III, 347; Vâkıdî, II, 434) İşte o örnek nesilden, güzel bir hüsn-i zan misâli… İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- şunları söylüyor:
“Kardeşinizin bir günah işlediğini gördüğünüzde; «Rabbimiz! Onu rezil et! Allâh’ım ona lânet et!» gibi sözler söyleyerek onun aleyhinde şeytana yardımcı olmayınız. Aksine; «Rabbimiz! Onu affet ve kendisini doğru yola ilet!» deyiniz. Muhammed’in sahâbîleri olarak bizler, hiç kimse hakkında, onun ne üzerine öldüğünü bilmedikçe bir şey söylemezdik. Ömrü hayırla netîcelenirse; «Hayra kavuştu.» derdik, şer üzere vefât ettiğinde de onun hakkında (söz söylemekten) korkardık.” (Ebû Nuaym, Hilye, IV, 205) Ebû Dücâne -radıyallâhu anh- hasta iken ziyâretine giden birisi, onun sîmâsının nur gibi parladığını gördü ve ona: “–Yüzün neden böyle parlıyor?” diye sordu. O da şu cevâbı verdi: “–Benim iki amelim var: 1. Beni ilgilendirmeyen hususlarda susarım. 2. Gönlüm mü’minlere karşı sû-i zandan uzak kalır. Bütün mü’minlere karşı hüsn-i zan beslerim.” (İbn-i Sa’d, III, 557) Mevlânâ Hazretleri, insanın iç âlemindeki sû-i zan, haset, kıskançlık gibi çirkin ve helâk edici vasıfları, müşahhas bir misâl ile şöyle hikâye eder: Bir pâdişah, iki köle satın almıştı. Onların aklî ve kalbî seviyelerini anlayabilmek için, ilk önce birinci köle ile sohbete başladı. Pâdişâhın sorularına, köle öyle cevaplar veriyordu ki, başkaları bu cevapları ancak uzun uzun düşündükten sonra verebilirdi. Pâdişah bu hizmetkârı anlayışlı, zeki ve tatlı dilli görünce memnûn oldu. Diğer köleyi de yanına çağırdı. İkinci köle, pâdişahın huzûruna geldi. Kölenin rahatsızlıktan ağzı kokuyordu ve dişleri de bakımsızlıktan kapkara idi. Pâdişah, bu kölenin zâhirî durumundan pek hoşlanmadıysa da, yine de onun hakkında bilmediği hâl ve vasıfları öğrenmek ve onun sırlarına vâkıf olmak için kendisiyle sohbete başladı: “–Bu kılıkla, bu rahatsız ağızla uzakta dur, fakat pek de uzağa gitme. Önce ağzının derdine bir şifâ bulalım; sen sevimli bir kişisin, biz de hünerli bir hekîmiz. Seni hor görmek ve gözden düşürmek bize yakışmaz. Şöyle otur, bir iki hikâye söyle de aklının derecesini anlayayım.” dedi. Pâdişah, daha önce konuştuğu ilk köleye dönerek: “–Hadi! Sen de hamama git, bir güzelce yıkan.” dedi. Arkadaşı gittikten sonra, konuşturmak istediği ikinci köleye hitâben, onu denemek için dedi ki: “–Senden önce sohbet ettiğim arkadaşın, senin hakkında kötü şeyler söyledi. Görüyorum ki, sen onun söylediği gibi değilsin. O hasetçi, neredeyse bizi senden soğutuyordu. Arkadaşın
senin hakkında; «O, hırsızdır; doğru adam değildir, kötülerle düşer kalkar, iffetsizdir.» dedi. Sen onun hakkında ne dersin?” İkinci köle bu sözler üzerine pâdişâha: “–İyi düşünen, doğru söyleyen o arkadaşa, eğri diyemem. Bilâkis onun sözleri sebebiyle, kendimde böyle kusurların olabileceğini düşünüp hâlimi ıslâha çalışırım. Pâdişâhım! Belki de o, bende birçok ayıplar görmüştür ki, ben o ayıpların farkında bile değilim.” diye cevap verdi. Pâdişah köleye: “–O senin kusurlarını anlattığı gibi, şimdi sen de onun kusurlarını anlat.” deyince, köle, pâdişâha şunları söyledi: “–Padişahım! O benim gerçekten iyi bir arkadaşım. Onun kusurlarını söylememe benim gönül dünyam mânîdir. Onun için ben ancak şunları söyleyebilirim ki; onun kusûru, bence kusur değil fazîlettir. O, sevgi, vefâ ve insanlık numûnesidir. Onun hâli; doğruluktur, zekâdır, dostluktur. Onun bir sıfatı da; cömertliktir, düşkünlere yardımda bulunmaktır. O öyle cömerttir ki, gerekirse canını bile verir. Kader arkadaşımın bir vasfı da, kendini beğenen bir kişi olmamasıdır. O herkesle iyidir, sâdece kendi nefsine karşı kötüdür.” Pâdişah, bu cevap karşısında köleye: “–Arkadaşını medhetmede pek ileri gitme, onu överken de kendini övmeye kalkışma. Çünkü, ben onu imtihana çekerim de, sonra sen utanırsın.” dedi. Köle bunun üzerine: “–Hayır! Onu övmekte ileri gitmedim. O dostumun bütün huyları, söylediklerimden kat kat daha fazladır. Kader arkadaşımın vasıfları hakkında, bildiklerimi söyledim. Fakat, ey kerem sâhibi pâdişâhım! Söylediklerime siz inanmıyorsanız, ben ne yapabilirim? İç dünyam, benim böyle söylememi îcâb ettiriyor.” dedi. Öbür köle hamamdan dönünce, pâdişah onu huzûruna çağırttı. Ona: “–Sıhhatler olsun; eksilmeyen nîmetlere erişesin. Fakat, arkadaşının söylediği kötü huylar sende olmasaydı ne güzel olurdu? O zaman güzel yüzünü gören sevinir, neşelenirdi. Seni görmek, bütün dünyâ mülküne değerdi.” dedi. Köle dedi ki: “–Pâdişâhım! O densizin benim hakkımda anlattıklarından birazcığını lütfen söyleyin!..” Pâdişah: “–O, önce senin ikiyüzlülüğünü anlattı. Senin görünüşte devâ, hakîkatte belâ olduğundan bahsetti.”
Pâdişahtan bu sözleri duyan kölenin, öfke denizi kabardı, ağzı köpürdü, yüzü kızardı. Kölenin, arkadaşını çekiştirme dalgası sınırı aştı. Dedi ki: “–O önceden bana dost idi, fakat ağzı bozuktu. Kıtlıkta kalmış köpek gibi, pek çok zaman pislik yerdi.” Arkadaşını çekiştirmek için, köle böyle çan çan ötmeye ve iç âlemindeki çirkinlikleri birer birer ortaya dökmeye başladı. Bunun üzerine pâdişah; “Artık yetişir!” diyerek elini onun ağzına götürdü ve ona hitâben şöyle dedi: “–Bu imtihan sâyesinde, ikinizin arasındaki farkı görmüş oldum. Onun, sâdece maddî bir rahatsızlıktan dolayı ağzı kokuyor. Fakat senin rûhun kokmuş! Ey rûhu kokmuş kişi, sen uzakta dur. Arkadaşın sana âmir olacak, sen de onun emrinde bulunacaksın. Ondan edeb, insanlık ve konuşmayı öğren! Onun fazîletinden ibret al. Sû-i zan ve hasedi terk et. Sen bu kötü vasıflarla, beline taş bağlanmış bir zavallı kişisin; bu taşla ne yüzebilir ne de yürüyebilirsin.” Arkadaşı hakkında hüsn-i zan besleyen köle, fazîletlerin zirvesine sâhip olduğu için maddî ve mânevî lutuflara mazhar oldu. İşin hakîkatini öğrenmeden sû-i zanna kapılan ve öfkelenen diğer köle ise, gözden ve gönülden düştü, hüsrâna uğradı. Sözün özü, insanlara karşı güzel duygular içinde bulunabilmek, mahlûkâta Hâlık’ın nazarıyla bakabilme fazîletinin bir meyvesidir. İnsanların iyiliğini istemek ve onların güzel yönlerini görebilmek, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına, kulların da muhabbetine medâr olan mühim bir haslettir. 12. Cömertlik ve Îsâr
Cömertlik, elde var olanı, ondan mahrum olana ikrâm etmektir. Cömertliğin zirvesi ise “îsâr”dır. Îsârın en güzel târifi, şu âyet-i kerîmelerde verilmektedir: “Onlar kendi canları çektiği, kendileri de muhtaç oldukları hâlde yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire yedirirler: «Biz sizi sâdece Allâh rızâsı için yediriyoruz, sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız.» (derler). İşte bu yüzden Allâh, onları o günün fenâlığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.” (el-İnsân, 8-11) Cömertlik, îmandan gelen bir merhamet mahsûlüdür. Merhamet ise, başkalarının mahrûmiyetini telâfî için onların yardımına koşmaktır. Lâkin cömertlik yerli yersiz saçıp savurmak da değildir. Allâh’ın kullarına, dikkatlice ve nîmetin kıymetini bilerek ihsanda bulunmaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususta şu ölçüyü koymuştur:
“Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün elini açıp tutumsuz da olma! Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.” (el-İsrâ, 29) Cömertlik, Allâh’ın sıfatlarından biridir. Zîrâ O’nun bir ismi de “kerem ve ihsânı bol, sonsuz cömert” mânâsındaki “Kerîm”dir.158 Ayrıca Rahmân, Rahîm, Vehhâb, Latîf, Tevvâb, Gaffâr, Afüvv, Raûf ve Hâdî gibi ilâhî sıfatlar da Allâh’ın cömertliğini farklı yönlerden ifâde etmektedir. Nitekim hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulur: “Allâh Teâlâ Cevâd’dır, yâni cömert ve ihsan sâhibidir, bu sebeple cömertliği sever. Yine O, güzel ahlâkı sever, kötü ahlâktan da hoşlanmaz.” (Süyûtî, I, 60) “Şüphesiz Allâh, Tayyib’dir, güzel ve hoş olanı sever; Tâhir’dir, temizliği sever; Kerîm’dir, keremi sever; Cevâd’dır, cömertliği sever…” (Tirmizî, Edeb, 41/2799) Bir mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın cömertliğinden hisse alarak, karanlık bir gecenin mehtâbı gibi nurlu, derin, hassas, rakîk, diğergâm, merhametli, şefkat sâhibi, infak heyecanıyla dolu ve ganî gönüllü olmalıdır. Zîrâ âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “Ey îmân edenler! Ne bir alışveriş ne bir dostluk ne de (Allâh’ın izni olmadıkça) bir şefaat bulunmayan kıyâmet günü gelip çatmadan önce, rızıklandırdığımız nîmetlerden Allâh yolunda cömertçe sarf edin. Küfrân-ı nîmet (nankörlük) içinde olanlar, zâlimlerin tâ kendileridir.” (el-Bakara, 254) “…Siz hayra ne harcarsanız, Allâh onun yerine başkasını verir.” (Sebe’, 39) Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-: “İnsanlar uykudadır; ölünce uyanırlar…” buyurmuştur. (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, 312/2795) Bu bakımdan, uyanacağımız ebedî âlemde eli boş kalmamak ve mahrum bir hâle dûçâr olmamak için, bu dünyâda iken cömertlik ve îsâr ahlâkına bürünerek âhiret azığımızı şimdiden hazırlamamız îcâb eder. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- ne güzel söyler: “Dünyâ hayâtı bir rüyâdan ibârettir. Dünyâda servet sâhibi olmak, rüyâda defîne bulmaya benzer. Dünyâ malı nesilden nesile aktarılarak sonunda yine dünyâda kalır.” “Ölüm meleği, gâfilin canını almak sûretiyle onu uykudan uyandırır. O kimse, gerçekte sâhip olmadığı bir mal için dünyâda çektiği sıkıntılara âh-vâh eder. Bin pişmân olur. Lâkin iş işten geçmiş, her şey bitmiştir…” İşte dünyâ hayâtı, işte âhiret hayâtı… Âyet-i kerîmede buyrulur: “Herhangi birinize ölüm gelip de; «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın. Allâh, eceli
geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allâh, yaptıklarınızdan haberdardır.” (elMünâfikûn, 10-11) İşte Cenâb-ı Hak, bu hususlarda kalben uyanık bulunan îsâr sâhibi ve cömert kullarını: “…Kendileri muhtaç olsalar bile, başkasını daha çok düşünürler…” (el-Haşr, 9) buyurarak medheder. Kendisinden bir şey istendiği zaman, aslâ “yok” demeyen159 Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cömertliği ve bu vasfa sâhip olanların fazîletini beyan sadedinde şöyle buyurmuştur: “Cömertlik, dalları dünyâya uzanan cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Kim onun dallarından birine tutunursa, bu onu cennete götürür. Cimrilik ise, dalları dünyâya uzanmış cehennem ağaçlarından bir ağaçtır. Kim de, onun dallarından birine tutunursa, bu da onu cehenneme çekip sürükler!..” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, VII, 435) “Cimri ile cömerdin durumu, göğüsleri ile köprücük kemikleri arasına zırh giyinmiş iki kişinin durumuna benzer. Cömert, sadaka verdikce, üzerindeki zırh genişler, uzar, ayak parmaklarını örter ve ayak izlerini siler. Cimri ise, bir şey vermek istediğinde, zırhın halkaları birbirine iyice geçer, onu sıkıştırır; genişletmek için ne kadar çalışsa da başaramaz.” (Buhârî, Cihâd 89, Zekât 28; Müslim, Zekât 76-77) “Cömert insan, Allâh’a, cennete ve insanlara yakın; cehennem ateşine uzaktır. Cimri ise, Allâh’a, cennete ve insanlara uzak; cehennem ateşine yakındır! Câhil cömert, Allâh Teâlâ’ya cimri âbidden daha sevimlidir.” (Tirmizî, Birr, 40/1961) “Cömerdin kusûruna bakmayın, zîrâ o, her sürçtüğünde Allâh Teâlâ onun elinden tutar.” (Heysemî, VI, 282) Hazret-i Ebû Bekir’in kızı Esmâ -radıyallâhu anhâ- da, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem’in kendisine şöyle buyurduğunu söyler: “Kesenin ağzını sıkma! Allâh da sana sıkarak verir!” (Buhârî, Zekât, 21) “İnfâk et, sayıp durma, Allâh da sana karşı nîmetini sayıp esirger. Paranı çömlekte saklama, Allâh da senden saklar.” (Müslim, Zekât, 88) Diğergâmlık, cömertlik, ihlâs ve samîmiyet -kâmil mânâsıyla- rûhî olgunlaşmanın bir netîcesidir. Gönlün huzur ve rûhâniyetini bozan nefsânî alâkalardan uzak kalabilmek de, ancak cömertlik ve diğergâmlığın feyzi ile mümkündür. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, cömertlik hasletini ve onun zıddı olan cimrilik iptilâsını ne güzel ifâde eder:
“Cömertlik, cennet selvisinin dalıdır. Bu dalı elinden bırakana eyvahlar olsun. Ekin eken, önce ambarı boşaltır, ama sonra hâsılâtı pek çok olur. Fakat tohumu ambarda tutan ise, sonunda onu farelere yem yapar.” “Güzeller, saf ve berrak ayna aradıkları gibi, cömertlik de fakir ve zayıf kimseler ister. Güzellerin yüzü aynada güzel görünür, ikram ve ihsânın güzelliği de fakir ve gariplerle ortaya çıkar.” “Fakr u zarûret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek sûretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin, senin de kalbin yumuşayıp rûhun incelsin.” Günümüzde de imkân nisbetinde ciddî bir infak ve îsâr seferberliğine ihtiyaç vardır. Unutmayalım ki muzdarip ve muhtaç insanların yerinde biz de olabilirdik. Bu sebeple hasta, garip, kimsesiz, muhtaç ve aç kimselere karşı cömertlik ve îsârımız, Rabbimize karşı bir şükür borcudur. Elimizdeki nîmetleri muhtaçlarla paylaşalım ki, memnun ve mesrûr ettiğimiz gönüller, dünyâda rûhâniyetimiz, âhirette imdâdımız, cennette saâdetimiz olsun. Fazîlet Tabloları
Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm için kendisinden ne istenirse onu mutlakâ verirdi. Hele bir keresinde, yanına gelen bir adama, büyük bir koyun sürüsü vermişti… Adam kabîlesine dönünce: “–Ey milletim! (Koşun) müslüman olun. Çünkü Muhammed, fakirlik ve ihtiyaç korkusu duymadan çok büyük ikram ve ihsanlarda bulunuyor.” dedi. Hattâ kimileri, sırf dünyâlık elde etmek için müslüman olurlardı. Fakat çok geçmeden müslümanlık onların gözünde, dünyâdan ve dünyâ üzerindeki her şeyden daha değerli hâle gelirdi. (Müslim, Fedâil, 57-58) Kureyş müşriklerinin önde gelenlerinden Safvan bin Ümeyye, müslüman olmadığı hâlde Huneyn ve Tâif gazâlarında, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında bulunmuştu. Cîrâne’de toplanan ganimet mallarını gezerken, Safvan’ın bunların bir kısmına büyük bir hayranlık içinde baktığını gören Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Pek mi hoşuna gitti?” diye sormuş. “–Evet.” cevâbını alınca: “–Al hepsi senin olsun!” buyurmuştur.
Bunun üzerine Safvan kendisini tutamayarak: “–Peygamber kalbinden başka hiçbir kalb, bu derece cömert olamaz.” diyerek şehâdet getirmiş ve îmân ile şereflenmiştir. (Vâkıdî, II, 854-855) Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bütün fazîlet vasıflarının zirvesinde idi. İnsanların zaaflarını ıslâh gâyesiyle onlara ikrâm eder, hidâyetlerine vesîle olmaya çalışırdı. Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Rasûllullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanların en cömerdi idi. O’nun cömertliğinin coşup taştığı zamanlar da Ramazan’da Cebrâîl -aleyhisselâm-’ın, kendisi ile buluştuğu vakitlerdi. Cebrâîl -aleyhisselâm-, Ramazan’ın her gecesinde Peygamber Efendimiz ile buluşur, (karşılıklı) Kur’ân okurlardı. Bu sebeple Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cebrâîl ile buluştuğunda, hiçbir engel tanımadan esen rahmet rüzgârlarından daha cömert davranırdı.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 5, 6, Savm 7; Müslim, Fedâil 48, 50) Bir şahıs Peygamber Efendimiz’e gelerek: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben açım.” dedi. Rasûlullâh Efendimiz, hanımlarından birine haber salarak yiyecek bir şeyler göndermesini istedi. Fakat mü’minlerin annesi: “–Sen’i peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yok.” dedi. Diğer hanımlarının da aynı durumda olması üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına dönerek: “–Bu gece bu şahsı kim misâfir etmek ister?” diye sordu. Ensâr’dan biri: “–Ben misâfir ederim, yâ Rasûlallâh!” diyerek o yoksulu alıp evine götürdü. Eve varınca hanımına: “–Evde yiyecek bir şey var mı?” diye sordu. Hanımı: “–Hayır, sâdece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var.” dedi. Sahâbî: “–Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misâfir içeri girince de lambayı söndür. Biz de sofrada yiyormuş gibi yapalım.” dedi. Sofraya oturdular. Misâfir karnını doyurdu; onlar da aç yattılar. Sabahleyin o sahâbî, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitti. Onu gören Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Allâh Teâlâ, bu gece misâfirinize yaptıklarınızdan ziyâdesiyle memnun oldu.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 10; Tefsîr, 59/6; Müslim, Eşribe, 172) Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âilesi bir koyun kesmişti. Birçok kimseye infakta bulunulduktan sonra Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- koyundan geriye ne kaldığını sordu: Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-: “–Sâdece bir kürek kemiği kaldı.” cevâbını verince, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Desene bir kürek kemiği hâriç, hepsi bizim oldu!” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 33) Yâni gerçek servetimiz infâk ettiklerimizdir… Bir gün, muhtaç bir kimse Peygamber Efendimiz’e gelerek bir şeyler istedi. Allâh Rasûlü: “–Yanımda sana verebileceğim bir şey yok, git benim nâmıma satın al, mal geldiğinde öderim.” dedi. Efendimiz’in sıkıntıya girmesine gönlü râzı olmayan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallâh! Yanında varsa verirsin, yoksa Allâh Sen’i gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef kılmamıştır.” dedi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Hazret-i Ömer’in bu sözünden hoşnud olmadıkları, vech-i mübâreklerinden belli oldu. Bunun üzerine Ensâr’dan bir zât: “–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Ver! Arş’ın Sâhibi azaltır diye korkma!” dedi. Bu sahâbînin sözleri Efendimiz’in çok hoşuna gitti, tebessüm ettiler ve: İşte örnek bir gönül… Bir din kardeşinin rahata ermesi, mü’min için en güzel bir gönül huzûru vesîlesidir. Tâbiînin büyüklerinden Abdullâh el-Herevî, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in cömertlik vasfını biliyordu. Ancak daha yakından öğrenmek istiyordu. Bir gün Halep’te, Peygamber Efendimiz’in müezzini Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh-’a rastladı. Eline bulunmaz bir fırsat geçmişti. Hemen Peygamber Efendimiz’i sormaya başladı: “–Ey Bilâl! Allâh Rasûlü’nün infâkı nasıldı, bana anlat!” Hazret-i Bilâl şöyle anlattı: “–Allâh tarafından Peygamber olarak gönderildiği günden vefâtına kadar Rasûlullâh’ın pek çok işine, O’nun nâmına ben baktım. Meselâ kendisine bir müslüman geldiğinde, onun fakir olduğunu görürse bana emir verirdi, gider borç alır o kimseye giyecek ve yiyecek alırdım. Bir gün bir müşrik karşıma çıktı ve:
«–Ey Bilâl! Ben zengin bir adamım, imkânım var. Bundan böyle başkalarından borç isteme, gel benden borç al!» dedi. Ben de öyle yaptım. Bir gün abdest almış ezan okumaya hazırlanıyordum ki, baktım o müşrik, bir grup tâcirle karşıdan geliyor. Beni görünce; «Ey Habeşî!» diye seslendi. «Ne var?» dedim. Adam bana surat ekşitti, sert sert baktı, bâzı ağır lâflar söyledi ve: «–Ay başına ne kadar var?» diye sordu. Ben de «Yakın.» dedim. O: «–Sâdece dört gece var. O gün gelince sendeki alacaklarımı tahsil edeceğim. Ben o paraları senin ve adamının hatırı için vermedim. Benim kölem olasın diye verdim. Eskiden olduğu gibi yine koyunlarımı otlatacaksın!» dedi. Bu lâfları duyunca tabiî olarak çok üzüldüm. Gittim ezan okudum. Yatsı namazını kılınca Allâh Rasûlü âilesinin yanına döndü. Ben, Allâh Rasûlü ile görüşmek için izin istedim. İzin verdi. İçeri girdim ve: «–Yâ Rasûlallâh! Anam, babam Sana kurban olsun. Kendisinden borç alageldiğim o müşrik var ya, o şöyle şöyle dedi. Ne Sen’in ne de benim ödeme imkânımız var. Beni rezil edecek. Bana izin ver de İslâm’a yeni giren şu kabîlelerden birine sığınayım. Allâh Teâlâ, Peygamberi’ne rızık vererek benim yerime borçlarımı ödeyinceye kadar onların yanında kalayım.» dedim. Rasûlullâh’ın müsâadesi üzerine çıktım, evime geldim. Kılıcımı, süngümü, mızrağımı ve ayakkabılarımı başımın altına koydum. Yüzümü ufka doğru çevirerek uzandım. Huzursuzdum, ikide bir uyanıyordum. Gece iyice bastırınca ancak uyuyabildim. Sabah erkenden uyandım. Hareket etmek üzere hazırlanırken dışarıdan birinin: «–Bilâl! Rasûlullâh seni çağırıyor!» diye seslendiğini duydum. Yürüdüm. Allâh’ın elçisinin kapısına vardığımda bir de baktım ki, sırtlarında yükleriyle dört deve! İzin isteyip içeri girdim. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Bilâl müjde! Allâh Teâlâ borcunu ödemen için bana mal gönderdi.» buyurdu. Ben Allâh’a hamd ettim. Rasûl-i Ekrem: «–Kapının önündeki dört deveyi görmedin mi?» diye sordu. «Gördüm.» dedim. «–Onlar, üzerlerindeki yüklerle birlikte senin. Fedek Beyi göndermiş. Al, götür borçlarını öde.» buyurdu. Allâh Rasûlü’nün dediklerini yaptım. Yükleri indirdim, develere yem verdim ve sabah ezanını okumaya gittim. Rasûlullâh namazı kıldırınca Bakî Kabristanı’na çıktım, parmaklarımı kulaklarıma koydum ve: «–Kimin Rasûlullâh’tan alacağı varsa gelsin!» diye bağırdım. Eşyâları satmak, nakit paraya çevirmek, borç yerine saymak gibi yollarla Peygamber Efendimiz’in tüm borçlarını ödedim. Öyle ki, Allâh Rasûlü’nün yeryüzünde kimseye borcu kalmamıştı. Bir miktar da para arttı. Akşama doğru mescide gittim. Baktım ki Habîb-i Ekrem Efendimiz mescidde tek başına oturuyor. Selâm verdim. Bana:
«–Ne oldu, ne yaptın?» diye sordu. «–Allâh Teâlâ, Peygamberi’nin bütün borçlarını ödedi, hiç borcu kalmadı.» dedim. «–Peki bir şey arttı mı?» diye sordu. «–Evet, iki dinar arttı.» dedim. «–Haydi beni o iki dinardan da kurtar. Onları da infâk et, zîrâ o iki dinarı elden çıkararak beni rahata kavuşturmadıkça âilemin yanına gitmeyeceğim!» buyurdu. Fakat o iki dinarı verebileceğim hiç kimse gelmediğinden, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- uzun müddet mescidde bekledi. Nihâyet akşama doğru iki süvâri geldi. Onları alıp pazara götürdüm. O iki dinarla kendilerine giyecek ve yiyecek aldım. Efendimiz yatsıyı kıldırınca beni çağırdı ve: «–Yanındakiler ne oldu?» diye sordu. «–Allâh Sen’i huzûra kavuşturdu.» dedim. Bu cevâbım üzerine Rasûlullâh tekbir getirdi. O iki dinar uhdesindeyken ölme korkusundan kurtulduğu için Allâh’a hamd etti. Sonra kalktı. Ben de peşinden gittim. Bütün âile efrâdına tek tek uğrayıp selâm verdi. Müteâkıben, gece kalacağı odasına girdi. Ey Abdullâh, işte sorunun cevâbı!” (Ebû Dâvûd, Harâc, 33-35/3055; İbn-i Hibbân, Sahîh, XIV, 262-264) Peygamber Efendimiz, borç alarak infâk edecek kadar cömertti!.. Acabâ ümmeti olarak bizler, O’nun bu cömertliğine ne kadar yaklaşabiliyoruz? Şâir, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, cömertlik ve îsârın zirvesinde olduğunu ne güzel ifâde eder:
“Eğer elinde avucunda canından başka bir şeyi olmasa, isteyene onu bile verir. Bu sebeple O’ndan isteyen kimse Allâh’tan korksun da insaflı davransın!” Diğer bir şâir de şöyle der:
“Bir gün biri, Sen’i cömertlikte bulutlara benzetirse medhinde hatâ etmiş olur. Çünkü bulutlar verir ağlar, fakat Sen verir gülersin.” İşte Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in cömertliği bu vasıfta idi. O, bütün varlığını Allâh yolunda seve seve fedâ ederdi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, O’nun zirve cömertliği hakkında şu teşbihte bulunur:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, öyle güzel bir cömertlik numûnesidir ki, O’nun varlığı hürmetine denizler inci verir, sert taştan yâkut çıkar ve dikenden gül açar. Eğer bir bahçede O’nun güzel ahlâkından bahsedilse, sevinçten ağzını açıp gülmeyen, yâni açılmayan bir tek gonca kalmaz.”160 Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemizin şu îsârı ne muhteşemdir: Hazret-i Ömer, hançerlendiği ve kanlar içinde vefâtını beklediği bir sırada oğlu Abdullâh’ı çağırarak şöyle dedi: “…Mü’minlerin annesi Âişe -radıyallâhu anhâ-’ya git ve; «Ömer sana selâm ediyor.» de. Sakın «Mü’minlerin Emîri» deme! Bugün artık ben mü’minlerin emîri değilim. Ona; «Ömer bin Hattâb iki arkadaşının yanına gömülmek için senden izin istiyor.» de!” Abdullâh -radıyallâhu anh- şöyle devâm eder: “İzin istedim, selâm verip girdim. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- ağlıyordu. Ona: «–Ömer sana selâm ediyor. İki arkadaşının yanına gömülmek için izin istiyor.» dedim. Hazret-i Âişe vâlidemiz: «–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında kalan bir kişilik yeri kendim için ayırmıştım. Lâkin bugün Ömer’i kendime tercih ediyorum.» cevâbını verdi. (Allâh Rasûlü ve Hazret-i Ebû Bekir, Âişe vâlidemizin odasına defnedilmişlerdi. Hazret-i Âişe de odasında kalan bir kişilik yere kendisi defnedilmeyi, Efendimiz ve babası ile bir arada olmayı istiyordu.) Geri dönünce Hazret-i Ömer’e: “–İşte Abdullâh geldi!” denildi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- heyecan ve merakla: “–Beni kaldırın!” dedi. Bir kişiye dayanarak kaktı ve bana: “–Ne haber getirdin?” dedi. “–Arzun yerine geldi, Hazret-i Âişe izin verdi.” deyince: “–Elhamdülillâh! Nazarımda bundan daha ehemmiyetlibir şey yoktu. Rûhum kabzedilince beni oraya götürün. Oraya varınca, Hazret-i Âişe’ye tekrar selâm ver ve; «Ömer izin istiyor!» de. Eğer izin verirse beni içeri alın, vermezse beni müslümanların mezarlığına götürün!” dedi… Rûhu kabzedilince, onu aldılar, yürüyerek Hazret-i Âişe’nin odasına kadar geldiler. Abdullâh selâm verip: “–Ömer izin istiyor!” dedi. Muhtereme vâlidemiz: “–Alın içeri!” dedi ve derhâl içeri alındı. İki muhterem arkadaşının yanına defnedildi. (Buhârî,
Hazret-i Âişe vâlidemizin bu büyük îsârı ve Hazret-i Ömer’in edeb, incelik ve nezâketi, ifâdelere sığmayacak bir ulviyet arz etmektedir. Zeyneb bint-i Cahş vâlidemiz, el işi yapan ve bu konuda çok mahâretli olan bir hanımdı. İş yapar ve kazancını Allâh yolunda sarf ederdi. Peygamber Efendimiz âile efrâdına: “Sizin bana en çabuk ve erken kavuşacak olanınız, kolu en uzun olanınızdır.” buyurmuştu. Hazret-i Âişe der ki: “–Biz Peygamber hasretiyle kollarımızı ölçer, hangimizin Allâh Rasûlü’ne daha önce kavuşacağını anlamaya çalışırdık. Hâlbuki Efendimiz’in kasdettiği mânâda kolu en uzun olan Zeyneb imiş. Çünkü o eliyle iş yapar ve tasadduk ederdi.” (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 101) Hicretten sonra her bir Muhâcir âileyi, Medîneli bir âile yanına aldı. Böylece aralarında kardeşlik akdi gerçekleştirilen sahâbîler birlikte çalışacaklar, elde ettikleri kazancı paylaşacaklardı. Ensâr, fazla arâzîlerini Rasûlullâh Efendimiz’e bağışladı ve Peygamber Efendimiz de bunları Muhâcirler arasında taksîm etti. Ensâr, bu kadarla da kalmayarak şu cömert teklifte bulundu: “–Yâ Rasûlallâh! Hurmalıklarımızı da Muhâcir kardeşlerimizle aramızda paylaştır!” Peygamber Efendimiz bunu kabûl etmeyince Ensâr, Muhâcirlere: “–Öyleyse ağaçların bakım ve sulama işini siz üzerinize alınız da mahsulde ortak olalım!” teklifinde bulundular. Peygamber Efendimiz’in de uygun görmesiyle her iki taraf: “–İşittik ve itaat ettik!” diyerek bu teklîfi kabûl ettiler. (Buhârî, Hars, 5) Fakirlerin çok olduğu günümüzde bu ulvî hasletlere ne kadar muhtâcız!.. Peygamber Efendimiz Medîne’ye geldiğinde Muhâcirler: “–Yâ Rasûlallâh! Kendilerine hicret ettiğimiz şu kavim kadar cömert ve hayırsever kimseler görmedik. Malı çok olan bol bol veriyor, az olan da fedâkârlık yapıyor, yardımda bulunuyor. Bütün maîşet derdimizi giderdiler ve bizi mallarına ortak ettiler. Bütün ecir ve sevâbı alıp götürecekler diye korkuyoruz?!” dediler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “–Hayır, onlar için Allâh’a duâ ettiğiniz ve yaptıklarından dolayı kendilerini senâ ettiğiniz müddetçe siz de (sevâba nâil olursunuz.)” (Tirmizî, Kıyâmet, 44/2487) Câbir -radıyallâhu anh-, Ensâr’ın Muhâcir kardeşlerine olan cömertlik ve îsârlarını şöyle anlatır: “Ensâr, hurmalarını devşirdiklerinde bunları ikiye ayırır, bir tarafa çok, diğer tarafa da az hurma koyarlardı. Daha sonra, az olan tarafa hurma dallarını koyarak o tarafı çok gösterir, Muhâcirler’e; «–Hangisini tercih ederseniz alın.» derlerdi. Onlar da çok görünen yığın Ensâr
kardeşlerimizin olsun diye, az görünen yığını alırlar ve böylece hurmanın çoğu Muhâcirler’e gelirdi. Ensâr da bu yolla az olan kısmın kendilerine kalmasını sağlamış olurlardı…” (Heysemî, X, 40) Bir gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Benî Nadîr’den alınan ganimetleri Muhâcirler’e taksim etmiş, Ensâr’dan da ihtiyâcı olan üç kişiden başkasına vermemişti. Daha sonra Ensâr’a hitâb ederek: “–Dilerseniz daha önce Muhâcirler’e verdikleriniz onlarda kalsın, siz de bu ganimetten pay alın. Dilerseniz verdiklerinizi geri talep edin, bu ganimetin tamamını onlara bırakın.” buyurdu. Bunun üzerine Ensâr -radıyallâhu anhüm ecmaîn- büyük bir diğergâmlıkla, mü’min kardeşlerini kendilerine tercih ederek şu muhteşem cevâbı verdiler: “–Yâ Rasûlallâh! Muhâcir kardeşlerimize hem mallarımızdan ve evlerimizden hisse veririz, hem de ganimetin tamamını onlara bırakırız.” Bunun üzerine, samîmî bir fedâkârlıkla yapılan infakların kulu kurtuluşa erdireceğini müjdeleyen şu âyet-i kerîme nâzil oldu: “Muhâcirlerden önce (Medîne’yi) yurt edinen ve îmâna sarılan Ensâr, kendilerine hicret edenleri severler. Onlara verilen şeylerden ötürü gönüllerinde bir sıkıntı ve rahatsızlık duymazlar. İhtiyaç içinde kıvransalar dahî, mü’min kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar gerçekten felâha erenlerdir.” (elHaşr, 9) (Râzî, XXIX, 250; Kurtubî, XVIII, 25) Yukarıdaki âyet-i kerîme muktezâsınca her mü’minin gönlü, Ensâr gibi, verdikçe huzur bulmalı, eksilecek diye endişelenmemelidir. Bir gün Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Bahreyn arâzisini ashâbına taksim etmek üzere, önce Ensâr’ı dâvet buyurmuştu. Ensâr kâbına erişilmez bir fedâkârlık ve ferâgat göstererek: “–Yâ Rasûlallâh! Muhâcir kardeşlerimize bunun bir mislini fazlasıyla taksim buyurmadıkça bize bir şey vermeyiniz!” demişlerdi. Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ey Ensâr! Mâdem ki (mü’min kardeşlerinizi nefsinize tercih ederek) almak istemiyorsunuz; şu hâlde Kevser Havuzu’nda bana kavuşuncaya kadar (dünyânın ibtilâlarına) sabrediniz! Çünkü benden sonra, yakında size başkalarının tercih edileceği bir zaman gelecektir.” buyurdu. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 8) Peygamber Efendimiz’in zevcesi Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, oruçlu oldukları bir gün bir yoksul gelip kendisinden yiyecek istedi. Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın evinde bir somundan başka bir şey yoktu. Hizmetçisine:
“–Ekmeği ona ver!” dedi. Hizmetçi: “–Akşam iftar edeceğiniz başka bir şey yok!” dedi. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-: “–Sen ekmeği ona ver.” dedi. Hizmetçi, hâdisenin devâmını şöyle anlatıyor: Hazret-i Âişe’nin emri üzerine ekmeği o fakire verdim. Akşam olunca birisi bize bir parça pişmiş koyun eti gönderdi. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- beni çağırdı ve: “–Buyur ye, bu, senin ekmeğinden daha lezzetlidir!” dedi. (Muvatta, Sadaka, 5) Âyet-i kerîmede; “…Sadakaları Allâh alır…” (et-Tevbe, 104) buyrulur. Cenâb-ı Hak kulun kalbî kıvâmına göre ihsanda bulunur. Sahâbe-i kirâmdan birine, bir koyun başı hediye edilmişti. O da: «Kardeşim falan ve âilesi buna bizden daha fazla muhtaçtır.» düşüncesiyle hediyeyi o kardeşine gönderdi. O da bir başkasına… Derken hediye bu sûretle tam yedi ev dolaştı ve nihâyet yine dönüp ilk sahâbîye geldi. (Hâkim, II, 526) Huzeyfe el-Adevî -radıyallâhu anh-’ın anlattığı şu hâdise de, ashâbın son nefeste dahî sergilemekten geri kalmadığı cömertlik ve îsârı aksettirmesi bakımından câlib-i dikkattir: Yermük Muhârebesi’ndeydik. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de bin bir güçlükle kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihâyet aradığımı buldum. Fakat ne çâre, bir kan gölü içinde yatan amcamın oğlu, göz işâretleriyle dahî zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek: “–Su istiyor musun?” dedim. Belli ki istiyordu, çünkü dudakları harâretten âdeta kavrulmuştu. Fakat cevap verecek mecâli yoktu. Göz işâreti ile de muzdarip hâlini îmâ eder gibiydi. Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru uzatırken biraz ötedeki yaralıların arasından bir “Âh!” sesi duyuldu: Amcamın oğlu, bu feryâdı duyar duymaz, kendisinden vazgeçerek kaş ve göz işâretiyle suyu hemen ona götürmemi istedi. Kızgın kumların üzerinde yatan şehîdlerin aralarından koşa koşa ona yetiştim. Baktım ki o, Hişâm bin Âs imiş. Ona:
“–Su ister misin?” diye sordum. O da göz işâretiyle “Evet!” dedi. Tam suyu içeceği esnâda bir başka yaralının “Âh, âh!” diye inlediği duyuldu. Hişâm, suyu ona götürmemi işâret etti. Onun yanına vardığımda şehîd olmuştu. Derhâl Hişâm’ın yanına geri döndüm, kırbayı uzatırken bir de ne göreyim; o da şehîd olmuş! Bâri amcamın oğluna yetişeyim dedim. Koşa koşa ona gittim. Ne çâre ki, o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula kavrula rûhunu teslîm eylemişti… Elimdeki kırba, dolu olarak üç şehîdin ortasında kaldı.161 Huzeyfe -radıyallâhu anh- o andaki hâlet-i rûhiyesini şöyle anlatır: “Hayâtımda birçok hâdiseyle karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırıp heyecanlandırmadı. Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde, bunların birbirlerine karşı bu derecedeki diğergâm, fedâkâr ve şefkatli hâlleri, (yâni son nefeslerini de hayatlarındaki gibi fazîlet içerisinde vermeleri ve «Ancak müslüman olarak ölünüz.» âyet-i kerîmesinin162 şuuru ile hayâta vedâ edebilmeleri), gıpta ile seyredip hayran olduğum büyük bir îman celâdeti olarak hâfızamda derin izler bıraktı…” Meşhur sûfî aleyhtârı Gulam Halil, bütün sûfîlere karşı hasmâne bir tutum sergilemekteydi. Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî’nin de aralarında bulunduğu bir grup sûfîyi tutuklatıp hilâfet merkezine sevk etti. Dönemin Abbâsî halîfesi tarafından çıkarılan bir fermanla îdamlarına karar verildi. Cellât, dervişlerden birinin boynunu vuracağı anda Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî Hazretleri, neşeli ve gönüllü olarak öne atıldı. Halk bu harekete taaccüp etti. Cellât: “–Ey civanmert! Sen öne atılıyorsun ama, bu kılıç o kadar rağbet edilecek bir şey değildir. Henüz sana sıra gelmedi, neden acele ediyorsun?” dedi. Ebu’l-Hüseyin -kuddise sirruh-: “–Benim yolum îsâr yoludur. En aziz ve değerli şey, hayattır. Şu birkaç nefes alacak vakti, kardeşlerimin biraz daha fazla yaşamaları için fedâ etmek istiyorum. Zîrâ dünyâdaki bir nefes alacak kadar vakit, bizim için âhiretteki bin yıldan daha sevimli ve daha değerlidir. Çünkü burası hizmet yeridir, orası ise kurbet ve Allâh’a yakın olma mahallidir. Kurbet de hizmetle elde edilir. Buna rağmen şu birkaç nefesimi de dostlarıma fedâ ediyorum.” dedi.163 Osman Gâzî’nin vefâtı üzerine, ahîler ve beyliğin ileri gelenleri tarafından desteklenen ve an’aneye göre tahta geçmesi gereken Alâaddin Bey, kardeşi Orhan Bey’i kendisine tercih etmiş ve şöyle demiştir: “–Kardeşim! Atamızın duâsı ve himmeti seninledir. O hayatta iken ordunun komutasını sana vermişti. Bu büyük îsâr ve fedâkârlığı gösteren Alâaddin Bey, kardeşinin en büyük destekçisi olmuş ve onun vezirliğini deruhte etmiştir.164 8 Ekim 2005 târihinde Pakistan büyük bir depremle sarsılmıştı. yetmiş binden fazla insan vefât etti. Geride kalanlar da açlık ve yoklukla baş başa kaldılar. Türkiye’den müslüman bir
yavru, 24 Kasım’da şu mektup ile malının yarısını müslüman kardeşlerine infâk etti ve îsârın zirvesini gösteren bir misal sergiledi: “Ben fakir bir evin oğluyum. Babam yok, annem hasta. İki milyon (iki lira) ekmek paramız vardı, bunun size bir milyonunu gönderiyorum. Çünkü ben bugün çöpten ekmek buldum. Akşam iftarı onunla yapacağız. Bu bir milyon ile, depremde zarar gören çocuklara ekmek alın. Bu para helâldir. Pul parası da vereceğim için paramın hepsini gönderemedim. Özür dilerim.”165 Ne muazzam bir cömertlik, îsâr ve fazîlet misâli… Asr-ı Saâdet’ten esen bir bâd-ı sabâ… Hâsılı Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, varlıkta da yoklukta da cömertliğin zirvesinde idi. O, ashâbını zengin-fakir ayırt etmeksizin cömertlik ve infâka teşvîk ederdi. Bir hadîs-i şerîflerinde cömertliğin malı eksiltmeyeceğini bildirerek şöyle buyurmuşlardı: “Üzerine güneş doğan her gün, iki melek şöyle seslenir: «Ey insanlar, Rabbinizin rahmetine geliniz. Az ama yeterli olan rızık, çok olup da azdıran maldan hayırlıdır.» Bu çağrıyı, insanlarla cinler dışında bütün mahlûkat duyar. Güneşin battığı her gün, iki melek yerlerini alıp insanlarla cinler dışında yeryüzü sakinlerine işittirecek şekilde: «Allâh’ım, infâk edene halef, etmeyene telef ver!» diye niyâz ederler.” (Ahmed, V, 197) O hâlde asıl mârifet, gönlü cömertlik ve îsar hisleriyle doldurarak bir deryâ hâline getirip Hakk’ın lutfettiği nîmetleri ve dünyâ ticâretini âhiret zenginliğine dönüştürebilmektir. Bu bakımdan malın hayırlısı, sâhibinden önce âhirete gönderilen; canın hayırlısı da Allâh rızâsı istikâmetinde kullanılabilendir. 13. Kanaat ve İstiğnâ
Kanaat, Allâh’ın takdir ettiğine râzı olmak, kifâyet miktarıyla yetinmek, yâni ihtiyaçları asgarî ölçüde karşılayabilecek maddî imkânlarla iktifâ etmek ve başkalarının elindeki şeylere göz dikmemek sûretiyle ihtirâsı bertarâf etmektir. Dünyâya imtihan için gelen insan, yaratılış maksadını unutarak ve rızık endişesine kapılarak bütün imkânlarını mal kazanmak için sarf etmemelidir. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine ihsân ettiği mal ve imkânları âhiret sermayesi yapmaya gayret etmelidir. Çünkü Allâh Teâlâ, bütün mahlûkâtın rızkını kendi uhdesine almış, kullarının kanaat ve istiğnâ sâhibi olmalarını arzu buyurmuştur. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “Yeryüzündeki her canlının rızkını Allâh üstlenmiştir…” (Hûd, 6) “Orada hem sizin için hem de rızıkları size âit olmayanlar için (gerekli) geçim vâsıtaları yarattık.” (el-Hicr, 20)
“Nice canlı var ki rızıklarını kendileri taşıyamaz (temin edemez.) Ama onları da sizi de rızıklandıran Allâh’tır. O her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.” (el-Ankebût, 60) “…Rızkı Allâh katında arayın!..” (el-Ankebût, 17) “Şüphesiz bu, bizim verdiğimiz rızıktır, onun bitip tükeneceği yoktur.” (Sâd, 54) Peygamber Efendimiz, kanaatkâr kimseleri şöyle medheder: “Müslüman olan, kendisine yeteri kadar rızık verilen, Allâh’ın kendisine verdiği nîmete kanaat eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (Müslim, Zekât, 125) Yine Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “Allâh’ım! Muhammed ehlinin rızkını, ihtiyaç miktarı kıl.” (Müslim, Zekât, 126) diye duâ ederdi. Kanaatsız kimse zengin bile olsa, fakir ve muhtaçlardan daha fazla huzursuz ve sıkıntı içindedir. Zîrâ o, ne kadar mal kazansa da doymayacak, sürekli daha fazlasını isteyecektir. Kanaat yoksulu insanların bu hâlini, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle tasvîr eder: “İnsanoğlunun bir vâdi dolusu altını olsa, bir vâdi daha ister. Onun gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz. Fakat Allâh, tevbe edenin tevbesini kabûl eder.” (Buhârî, Rikâk, 10; Müslim, Zekât, 116-119) Demek ki kanaatsizlik günâhından tevbe etmek lâzımdır. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, bu durumdaki kimselere şu tavsiyede bulunmuştur: “Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana baktığı zaman, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin.” (Buhârî, Rikâk, 30) Lokmân Hakîm de şu nasihatte bulunur: “Yavrucuğum! Gönlünü kederlerle ve üzüntülerle meşgul etme! Aç gözlülükten sakın. Takdîre rızâ göster. Allâh tarafından sana verilene kanaat et ki, hayâtın güzelleşsin, gönlün sürurla dolsun ve hayattan zevk alasın.” Lâkin kanaati yanlış anlayarak İslâm’ın, çalışmayı bırakıp tembel davranmayı ve insanlara muhtaç hâle düşmeyi tavsiye ettiği düşünülmemelidir. Kanaat, kalbî ve ahlâkî bir hâdisedir. Müslüman, helâlinden kazanarak mâlî ibâdetlerini îfâ etmeli ve muhtaçlara infakta bulunmalıdır. Kanaat gibi güzel hasletlerden biri de istiğnâdır. İstiğnâ; gözü tok, gönlü zengin olmak, Allâh’ın verdiğine kanaat edip insanlardan bir şey beklememek ve ihtiyâcını başkalarına arz etmemektir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Cebrâîl bana geldi ve şöyle dedi: «Yâ Muhammed! İstediğin kadar yaşa, (sonunda) mutlakâ öleceksin! İstediğini sev, (sonunda) mutlakâ ayrılacaksın! İstediğin şeyle amel et, (sonunda) onun karşılığını elde edeceksin! İyi bil ki, mü’minin şerefi, geceleri kâim olmasında; izzeti ise, insanlardan müstağnî kalmasındadır!»” (Hâkim, IV, 360-361/7921) İstiğnâ, ham hüviyetten kurtulup kemâle eren sâlih ve sâdıkların sâhip oldukları kalbî bir vasıftır. Gönül zenginliği ile eldekine kanaat ederek, daha fazlasına ve başkasının elindekine tenezzül etmemektir. Yine istiğnâ: “Kanaat, bitmez-tükenmez bir hazinedir.” (Deylemî, III, 236/4699) hadîs-i şerîfi mûcibince, kalbin Hak Teâlâ ile yakınlık netîcesinde, mânen zenginleşerek huzûra ermesidir. Zîrâ istiğnâ ve kanaatle zenginleşen bir kalb, dünyevî endişe ve korkulardan selâmet bulur. Rûh, sonsuzluğu idrâk eder ve böylece mü’minde fânî hazların câzibesi son bulur. Allâh Teâlâ onu, “el-Muğnî” ism-i şerîfi ile kendinden başka her şeyden müstağnî kılar. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “Kim ihtiyaç içine düşer de bunu insanlara açarsa, ihtiyacı kapanmaz. Kim de ihtiyacını Allâh’a arz ederse, Allâh’ın, hemen veya ileride o kimseye rızık vermesi umulur.” (Tirmizî, Zühd, 18/2326; Ebû Dâvûd, Zekât, 28/1645) İstiğnâ, sâdece mal-mülk ve servete karşı değildir. Kulu Rabbinden gâfil kılan bütün varlık ve meşgûliyetlerden de kalben sakınmak îcâb eder. Fazîlet Tabloları
Kanaati en güzel şekilde yaşayan Allâh Rasûlü, zaman zaman ashâbından, kimseden bir şey istememek üzere söz almıştır. Sevbân -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Bir defâsında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Kim bana, halktan hiçbir şey istemeyeceğine dâir söz verirse, ben de ona cenneti va’dederim.» buyurdu. Bunun üzerine: «–Ben söz veriyorum.» dedim.” Hadîsi rivâyet eden sahâbî, Sevbân -radıyallâhu anh-’ın bu hâdiseden sonra hayâtı boyunca hiç kimseden bir şey istemediğini ifâde eder. (Ebû Dâvûd, Zekât, 27/1643) Hadîs-i şerîfte, kullardan müstağnî kalabilmenin fazîleti ifâde edilmektedir. Mârûf-i Kerhî Hazretleri de, İslâm’ın özü ve rûhu olan tasavvufun kanaat ve istiğnâ husûsundaki büyük hassâsiyetine işâret ederek şöyle buyurmuştur: “Tasavvuf, hakîkatleri almak ve insanların elinde olanlardan ümit kesmektir.”
Avf bin Mâlik -radıyallâhu anh-’ın anlattığı şu hâdise, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in kanaat ve istiğnâyı ashâbına ne ölçüde tâlim ettiğini göstermesi bakımından oldukça dikkat çekicidir: “Biz, yedi-sekiz kişilik bir grup hâlinde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında oturuyorduk. Bize: «–Allâh’ın Rasûlü’ne bîat etmeyecek misiniz?» buyurdu. Oysa biz, yeni bîat etmiştik. Bu sebeple: «–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz Sana zâten bîat etmiştik!» dedik. Sonra tekrar: «–Allâh’ın Rasûlü’ne bîat etmeyecek misiniz?» buyurdu. Biz yine: «–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz Sana bîat etmiştik!» dedik. Efendimiz tekrar: «–Allâh’ın elçisine bîat etmeyecek misiniz?» buyurdu. Bu defa bîat için ellerimizi uzatarak: «–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz Sana daha önce bîat etmiştik. Peki şimdi ne üzere bîat edeceğiz?» dedik. Peygamber Efendimiz: «–Allâh’a kulluk edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak, beş vakit namazı kılmak, itaat etmek ve -sesini alçaltarak- kimseden bir şey istememek üzere bîat edeceksiniz!» buyurdu. Yemin ederim ki bu gruptan bâzılarını görürdüm; (at üzerindeyken) kamçısı yere düşerdi de, kimseden onu bile kendisine vermesini istemezdi.” (Müslim, Zekât, 108) Allâh Rasûlü’nün, sözünü üç defâ tekrarlaması ve konuşma esnâsında sesini alçaltması, tebliğ edeceği husûsun ehemmiyetine binâendi. Hazret-i Ebû Bekir’in elinden yuları düştüğünde hemen devesini durdurur ve kendisi alırdı. Çevresindekiler: “–Bize emretseydin, sana alıverirdik!” dediler. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise şöyle cevap verdi: “–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bana, insanlardan hiçbir şey istemememi emir buyurdu.” (Ahmed, I, 11) Amr bin Tağlib -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ganimet malları -ya da esirler- getirilmişti. O, bunları kimine verip kimine vermemek sûretiyle dağıtmıştı. Fakat mal vermediği kişilerin ileri geri söylendikleri kendisine ulaşınca, Allâh’a hamd ü senâ ettikten sonra şöyle buyurdu: “Allâh’a yemin ederim ki, ben kimilerine veriyor, kimilerine vermiyorum. Aslında mal vermediğim kimseler, verdiklerimden bence daha sevgilidir. Ben bâzı kimselerin kalbinde sabırsızlık ve tamahkârlık gördüğüm için veririm. Bâzı kimseleri de, Allâh’ın kalblerinde yarattığı kanaat ve hayırla baş başa bırakırım. Amr bin Tağlib de bunlardan biridir.”
Amr bin Tağlib der ki: “Vallâhi Hazret-i Peygamber’in hakkımda söylediği bu söz, benim için bütün dünyâya bedeldir.” (Buhârî, Cum’a 29, Humus 19, Tevhîd 49) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, arada sırada bana gâzilik bahşişi verirdi. Ben de kendisine: «–Bunu benden daha fakir birine verseniz.» derdim. Allâh Rasûlü de cevâben: «–Sen bunu al! Göz dikmediğin ve istekli olmadığın hâlde sana gelen böylesi malı al. Kendine mâl et, istersen onunla tasaddukta bulun. Fakat böyle olmayan bir malın da peşine düşme!» tavsiyesinde bulunurdu.” (Buhârî, Zekât, 51) Efendimiz’i ziyârete gelen Benî Tücîb heyeti, yurtlarına dönmek istediklerinde, Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunlara, diğerlerine verilenden daha fazla ihsanda bulundu ve: “–Sizden, hediye verilmeyen kimse kaldı mı?” diye sordu. “–Evet, yaşça en küçüğümüz olan bir genci, binitlerimize bakmak üzere geride bırakmıştık.” dediler. Allâh Rasûlü: “–Onu da gönderiniz!” buyurdu. Onlar binitlerinin yanına dönünce, gence: “–Rasûlullâh Efendimiz’in yanına git de hediyeni al! Biz aldık ve kendisine vedâ ettik.” dediler. Genç, Peygamber Efendimiz’in yanına gelince: “–Yâ Rasûlallâh! Ben, Ebzâoğulları’ndan bir kimseyim. Biraz önce yanınıza gelen, dileklerini yerine getirdiğiniz cemaattenim. Benim talebimi de yerine getirir misiniz?” dedi. Habîb-i Ekrem Efendimiz: “–Senin arzun nedir?” diye sordu. Genç: “–Yâ Rasûlallâh! Benim dileğim, arkadaşlarımınki gibi değildir… Ben, Allâh’a beni mağfiretine mazhar kılması, rahmetiyle muâmele etmesi ve bir de kalbime zenginlik vermesi için duâ etmenizi istiyorum!” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: “Ey Allâh’ım! Onu affet ve rahmetinle muâmele eyle! Kalbine de zenginlik ver!” diye duâ ettikten sonra, ona da ötekiler gibi ihsanda bulunulmasını emir buyurdu. Benî Tücîb heyeti yurtlarına döndüler. Bunlardan bir cemaat, hac mevsiminde Minâ’da Peygamber Efendimiz’le buluştu. “–Biz Ebzâoğulları’yız.” dediler. Bir vefâ âbidesi olan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Geçen sene sizinle birlikte bana gelen genç ne yapıyor?” diye sordu. “–Yâ Rasûlallâh! Yüce Allâh’ın verdiği rızka ondan daha kanaatkârını görmedik. İnsanlar dünyâyı aralarında bölüşecek olsalar, o genç ona hiç iltifat etmez.” dediler. Bu sözleri sevinçle dinleyen Efendimiz, Allâh’a hamd etti ve o genç için hayır temennîlerinde bulundu. Bu genç, davranışlarıyla kavmi arasında bir fazîlet timsâli oldu. Dünyâya değer vermeyen ve Allâh’ın kendisine verdiği rızka en çok kanaat eden bir kul olarak hayâtını devâm ettirdi. Peygamber Efendimiz’in vefâtı üzerine Yemen halkının İslâm’dan döndükleri sırada, onlara Allâh’ı ve İslâm’ı hatırlatmaktan geri durmadı. Onun sâyesinde kavminden bir tek kişi bile irtidâd etmedi, yâni İslâm’dan dönmedi. Daha sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh- o genci araştırdı, hâlini sordu ve o bölgedeki vâlisine bir mektup yazarak, ona hayırla muâmele etmesini tavsiye etti. (İbn-i Kayyım, III, 650-652; İbn-i Sa’d, I, 323) Mekke’den Medîne’ye hicret eden Muhâcirlerle Ensâr arasında gerçekleştirilen kardeşlik akdi, târihin bir benzerine daha şâhid olmadığı eşsiz bir tablo idi. Öyle ki Ensâr-ı Kirâm, âdeta mal beyânında bulunarak, bütün varlıklarını ortaya koyup Muhâcir kardeşleriyle eşit olarak bölüşmeyi göze alabilmişlerdi. Buna mukâbil gönülleri birer kanaat hazinesi hâline gelen o Muhâcirler de istiğnâ göstererek: “–Malın ve mülkün sana mübârek olsun kardeşim, sen bana çarşının yolunu göster, yeter!” diyebilme olgunluğunu göstermişlerdi. (Buhârî, Büyû, 1) Bir gün Peygamber Efendimiz’in yanına, Medîneli müslümanlardan fakir bir adam geldi ve yiyecek bir şeyler istedi. Allâh Rasûlü ona: “–Senin evinde hiç eşyâ yok mu?” diye sordu. Adam: “–Var.” dedi. “Bir kısmıyla örtündüğümüz, bir kısmını yere serdiğimiz bir çul, bir de su kabımız var.” Rasûl-i Ekrem: “–Onları bana getir!” buyurdu. Adam çul ile su kabını getirdi. Peygamber Efendimiz onları eline aldı ve etrafındakilere: “–Bunları kim satın almak ister?” diye sordu. Sahâbîlerden biri, onlara bir dirhem vereceğini söyledi. Hazret-i Peygamber: “–Artıran yok mu?” diye birkaç defa seslendi ve iki dirhem veren sahâbîye onları sattı. Parayı fakir sahâbîye uzatarak:
“–Bunun bir dirhemiyle âilene yiyecek al. Kalan parayla da bir balta satın alıp bana getir!” buyurdu. Adamın getirdiği baltaya, Efendimiz kendi elleriyle bir sap taktı ve ona şunları söyledi: “–Haydi şimdi git; bununla odun kes ve sat! On beş gün çalış; ondan sonra yanıma gel!” Fakir adam on beş gün sonra Efendimiz’in yanına geldi. On dirhem kazanmış, bu parayla kendine ve âilesine elbise ve yiyecek almıştı. Peygamber Efendimiz buna çok sevindi ve şunları söyledi: “–Dilenciliğin, kıyâmet günü yüzünde bir leke gibi görünmesindense, böylesi senin için daha hayırlıdır…” (Ebû Dâvûd, Zekât, 26/1641; İbn-i Mâce, Ticârât, 25) Müslüman, bir mü’min kardeşini meslek sâhibi yapmanın fazîletini idrâk etmelidir. Fakir müslümanlar da insanlara karşı müstağnî olup Allâh Rasûlü’nün gösterdiği istikâmette bir gayretin içinde bulunmalıdırlar. Ebû Saîd -radıyallâhu anh- ise vâlidesine cevâben: “–Hele dur bakalım, bir şeyler arayalım, bulamazsak öyle gidelim.” dedi. Fakat bütün aramaları ve gayretleri boşa çıktı. Bunun üzerine çâresiz, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gitmeye karar verdi. Allâh Rasûlü’nün huzûruna girdiğinde, onu hutbe îrâd ederken buldu ve hutbeyi dinlemeye koyuldu. Allâh Rasûlü hutbesinde şunları söylüyordu: “İstiğnâ gösteren ve iffetini muhâfaza eden insanları, Cenâb-ı Hak bütün âlemden müstağnî kılar.” Ebû Saîd -radıyallâhu anh-, bu sözü işittikten sonra, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem’den bir şey istemeye cesâret edemedi ve eli boş bir vaziyette evine döndü. Kendisi bundan sonraki hâlini şu şekilde anlatıyor: “Rasûl-i Ekrem’den bir şey isteyemeden evime döndüğüm hâlde, Cenâb-ı Hak bize rızkımızı gönderdi, işimiz o kadar yoluna girdi ki, Ensâr içinde bizden daha zengin bir kimse yoktu.” (Ahmed, III, 449) İşte Razzâk olan, yâni rızkı ihsân ve taksîm eden Rabbimizi yakından tanıyabilmenin ehemmiyeti… O’na îtimâdımız, tevekkül ve teslîmiyetimiz ne kadar kuvvetli ise gönlümüz o kadar zengin ve huzur doludur. Hakîm bin Hizâm -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e giderek bana ganimet mallarından bir miktar vermesini istedim, yüz deve verdi. Bir daha istedim, yine yüz deve verdi. Tekrar istedim, yüz deve daha verdi. Sonra:
“–Ey Hakîm! Gerçekten şu mal, çekici ve tatlıdır. Kim onu hırs göstermeksizin alırsa, o malda kendisine bereket verilir. Kim de ona göz dikerek hırs ile alırsa, o malın bereketi kalmaz. Böylesi, yiyip yiyip de bir türlü doymayan kimse gibidir. Veren el, alan elden daha hayırlıdır.” buyurdu. Bunun üzerine ben: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Sen’i hak dîn ile gönderen Allâh’a yemin ederim ki, hayatta kaldığım müddetçe Sen’den başka kimseden bir şey kabûl etmeyeceğim.” dedim. Hakîm -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in verdiği ilk yüz deveyi aldı, gerisini bıraktı. Gün geldi, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ganimet malından hisse vermek için Hakîm’i çağırdı. Fakat Hakîm, onu almaktan kaçındı. Daha sonra Hazret-i Ömer radıyallâhu anh- kendisini, bir şeyler vermek için dâvet etti. Hakîm -radıyallâhu anh- yine kabûl etmedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “–Ey müslümanlar! Sizi Hakîm’e şâhit tutuyorum. Ben kendisine, şu ganimetten Allâh’ın ona ayırdığı hissesini veriyorum, fakat o almak istemiyor.” dedi. Netîce itibâriyle Hakîm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra, ölünceye kadar kimseden bir şey kabûl etmedi. (Buhârî, Vesâyâ, 9; Vâkıdî, III, 945) Kanaatte kararlılık, kullardan müstağnî kalabilme ve Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a muhabbetin müstesnâ bir misâli… Zühd ve takvâsıyla meşhur olan Ahmed bin Hanbel’e: “–Zenginlik mi yoksa fakirlik mi üstündür?” diye sorulmuştu. Şöyle cevap verdi: “–Pazara müdâvim ol (ticâret yap), halktan istiğnâ et. İnsanlara karşı müstağnî davranmak kadar büyük bir fazîlet bilmiyorum.” İbrâhim bin Edhem, fakirlikten yakınan birini gördü ve ona: “–Fakirliği bedel ödemeden mi sana verdiler ki, ondan yakınıyorsun?” dedi. Adam şaşkınlıkla: “–A efendi! Fakirliği de mi bedel ödeyerek alırlar?” diye sordu. İbrâhim bin Edhem Hazretleri şöyle dedi: “–Evet! Ben fakirliğin değerini görünce, onu satın almak için büyük bir memnûniyet ve rızâ ile Belh ülkesini verdim…” Burada kasdedilen husus, nefsin ihtirâsını kırıp kanaat zengini olabilmektir. Fukarâ-i sâbirîn ile ağniyâ-i şâkirîn, ilâhî rızâda beraberdirler. Lâyıkıyla sabredilen bir fakirliğin mânevî kıymetine paha biçilemez… Ebû Hâzim Hazretleri’ne:
“–Servetin nedir?” diye sorduklarında: “–İki şeydir; biri Allâh Teâlâ’dan râzı olmak, diğeri de insanlardan müstağnî kalmak.” demiştir. “–Öyleyse fakirsin.” denilince de: “–Yerler, gökler ve bunların arasındaki şeyler, Allâh Teâlâ’nın mülkü iken ve ben de O’nun muhlis bir kulu iken nasıl fakir olurum!” cevâbını vermiştir. Hakîkatte fakirlik, kalbin Hak’tan gâfil olmasıdır. Bir kalb, Cenâb-ı Hak ile beraberlik nîmetine sâhipse, dünyânın en zengini demektir. O’ndan uzak ise, en mahrûmudur. Kanaat ve istiğnânın fazîletini aksettiren şu kıssa ne kadar ibretlidir: Bir iftar vakti, bir fırının kapısına, sîmâsı her gözün göremeyeceği bir asâlet taşıyan, güngörmüş bir zât gelmişti. Kalabalık dağıldıktan sonra fırıncıya: “–Evlâdım, bugün nafakamı çıkaramadım. Ecel gelmezse yarın ödemek üzere bana bir çeyrek ekmek verir misiniz?” dedi. Sesi titremiş, çehresi kızarmıştı. Fırıncı: “–Ne demek baba; sana çeyrek değil bütün ekmek vereyim. Helâl olsun, paraya lüzum yok.” dediyse de, o garip şahıs: “–Hayır yavrum, dörtte biri kâfî… Belki üç yoksul daha gelir. Hem ancak dörtte biri kadar yüzümü kızartabiliyorum. Fazlasına tahammül edemem. Dörtte birini almak için de şartım, yarın borcumu takdim etmektir.” dedi. Fırıncı şaşkın bir şekilde çeyrek ekmeği verdi. Ekmeği öperek alan adamcağız, yavaş ve sessiz adımlarla oradan ayrıldı. İleride, köşe başında önüne bir köpek çıktı. Yalvaran gözleriyle açlığını anlatırcasına ihtiyara bakıyordu. Nur yüzlü mübârek; “Demek yarısı seninmiş!” diyerek, çeyrek ekmeğin yarısını köpeğe verdi. Ardından câmiye doğru yürüdü. Elinde kalan bir lokma ekmek ve birkaç yudum su ile iftar etti. Bu nîmetleri ihsân eden Allâh’a şükretti. Ertesi gün bir dükkâncı: “–Baba, şu karşıki çeşmeden kırbalarımızı doldur, sonra da yeni gelen şu eşyâları içeri taşı!” dedi ve bunun karşılığında ona bir lira verdi. Garip adamcağız, hemen fırına koştu ve dörtte bir ekmeğin ücreti olan 25 kuruşu takdim etti. Fırıncı ne kadar almak istemediyse de o nur yüzlü zâtın ısrarlı ricâsı karşısında daha fazla direnemedi; gözleri dolu dolu bir hâlde ücreti kabûl etmek zorunda kaldı. İşte kanaat ve istiğnâ âbidesi bir insan… Aynı zamanda bütün yoksulluğuna rağmen infâkı ve Allâh’ın mahlûkâtına şefkati elden bırakmayacak kadar cömert bir kul… İstanbul’da bulunan Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı’mızda şâhid olduğumuz kanaat ve istiğnâya dâir nice misallerden iki tânesi şöyledir:
Vakfımız, bir anne ve oğluna yardım ediyordu. Oğlu felçliydi, üniversiteyi bitirmişti. Bir gün bu anne geldi, vakfa teşekkür etti ve: “–Bundan sonra yardım almayacağım, benden daha muhtaç olanlara verirsiniz. Çünkü oğlum vefât etti. Son aldığım parayla da çocuğumun cenâzesini kaldırdım. Artık benim bir tek kuru başım kaldı. Onu da nasıl olsa idâre ederim. Bana vereceğiniz parayı, bizim eski durumumuzda olan muhtaç bir âileye verirsiniz.” dedi. Yine, beyi vefât etmiş, yetimleri ile kalmış, Hollandalı bir âileye de yardım ediliyordu. O da bir gün vakfımıza mektup yazdı: “–Artık beyimin borçlarını ödedim. Onu kul hakkından kurtardım. Kendi emeğimle geçinecek durumdayım.” diyerek teşekkür ediyordu. İşte, asâlet ne mal iledir ne de yokluk ile; asıl asâlet, kalbdeki cevher iledir. Kul, insanlara karşı büyük bir istiğnâ içinde olmakla birlikte, Allâh Teâlâ’dan gelen nîmetler husûsunda hiçbir zaman müstağnî davranmamalıdır. Bunu, şu hadîs-i şerîf ne güzel îzâh eder: “Eyyûb -aleyhisselâm- elbisesini çıkarmış yıkanırken, üzerine bir yığın altın çekirge düştü. Hemen onları avuç avuç elbisesine doldurmaya başladı. Bunun üzerine Allâh Teâlâ şöyle nidâ etti: «–Ey Eyyûb! Ben seni bu gördüğün (dünyâlıktan) müstağnî kılmadım mı?» Hazret-i Eyyûb: «–İzzetine yemin olsun ki, evet yâ Rabbi! Fakat Sen’den gelen berekete karşı benim müstağnîliğim yoktur.» diye mukâbele etti.” (Buhârî, Gusl, 20) Hasan-ı Basrî -kuddise sirruh- Allâh Teâlâ’ya şöyle niyâz ederdi:
“Allâhım! Beni zâtına muhtaç kılmak sûretiyle zenginleştir, Sen’den müstağnî bırakarak beni fakirleştirme!”166 Velhâsıl, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, asıl zenginliğin, mal çokluğu ile değil, gönül tokluğu ile olduğunu belirtmiştir.167 Buna göre herkes, kanaat ve istiğnâsı kadar zengindir. Kanaat ise hadîs-i şerîfte bildirildiği gibi, bitmez-tükenmez bir hazinedir.168 Gerçek mü’minler de, bu zenginlik nîmetine sâhip olup infakta bulunan kimselerdir.
14. Dünyâya Karşı Zâhid Olmak
Zühd, her türlü dünyevî ve nefsânî zevke karşı müstağnî kalarak, yâni değer vermeyerek iç âlemini ibâdet ve muâmelât güzelliği ile tezyîn edebilmek ve bunun netîcesinde de Allâh celle celâlühû-’dan başka her şeyin kalbde ehemmiyetini kaybetmesidir. Zâhid, şüpheli şeyleri bile terk ederek günahtan kaçan, Allâh muhabbeti ve korkusuyla, dünyâ nîmetlerini gâyeli kullanan kimsedir. İslâm büyükleri, Hak yolunda kalben sergiledikleri üstün bir kulluk ve dünyâya karşı alâkalarını aksettiren güzel bir zühd ve istiğnâ hâliyle yaşamışlardır. Zîrâ onların âleminde, Allâh sevgi ve korkusu ile O’ndan başka her şey kalbde değerini yitirmiş, gönülde bir kıymet ifâde etmez hâle gelmiştir. Bu hâliyle zühd, âhireti unutturan dünyâ sevgi ve hırsına karşı sağlam bir kalkan gibidir. Aldatıcı dünyâ, câzibe ve sihriyle pek çok insanı kendisine râm etmektedir. Hâlbuki dünyâyı kalbin dışında tutarak ondan istifâde etmeli ve âhirete sermâye hâline getirmelidir. Cenâb-ı Hak, hevâ ve hevese tâbî olunarak yaşanan dünyâ hayâtını şöyle tasvîr etmektedir: “İyi bilin ki dünyâ hayâtı, ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sâhibi olma isteğinden ibârettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ekin, çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Âhirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allâh’ın mağfireti ve rızâsı vardır. Dünyâ hayâtı, aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (el-Hadîd, 20) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki: “Âhirete göre dünyâ, sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. O kişi parmağının (denizden) ne kadarcık su ile döndüğüne bir baksın.” (Müslim, Cennet, 55) “Kimin arzusu âhiret olursa, Allâh onun kalbine zenginliğini koyar ve işlerini derli toplu kılar, artık dünyâ boyun eğerek onun peşinden gelir. Kimin hedefi de dünyâ olursa, Allâh iki gözünün arasına fakirliğini koyar, işlerini de darmadağınık eder. Netice olarak, dünyâdan da eline, kendisine takdir edilmiş olandan fazlası geçmez.” (Tirmizî, Kıyâmet, 30/2465) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetinin dünyâya karşı zâhid olabilmesi ve Allâh’ın verdiği nîmetlere şükredebilmesi için şu tavsiyede bulunur: “Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız. Bu, Allâh’ın üzerinizdeki nîmetini hor görmemeniz için daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Zühd, 9) Hayat ve hâdiseler karşısında bu nebevî üslûbu benimseyenlerin şiârı olan “zühd” ve “takvâ” bâzen yanlış anlaşılmaktadır. Bunların, dünyâ nîmetleri ve zenginlikten tamamen el-etek çekmek olduğu zannedilmektedir. Hâlbuki ancak varlıkla îfâ edilebilen mâlî ibâdetler de Hak katında çok kıymetlidir. Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok yerde infak kelimesi geçmektedir. İslâm’ın beş temel esâsından ikisi olan hac ve zekâtın îfâsı, dînen zenginliğin asgarî ölçüsü sayılan
nisâb miktarı dünyâlığa sâhip olmakla mümkündür. Ayrıca “veren el”in, “alan el”den üstün olduğu yönündeki nebevî ifâde169 de bu ibâdetlerin nisâbına sâhip olmayı teşvîk eden diğer bir keyfiyettir. O hâlde zühd, dînin teşvîk ettiği bir husûsa aykırı olamaz. Günah ve gaflete düşme korkusuyla dünyâ nîmetlerine müstağnî davranmanın, zühd ve takvâ îcâbı olduğu bir gerçektir. Lâkin, bu istiğnâ kalbîdir; fiilî ve zâhirî değildir. Yâni zühd ve istiğnâ, dünyâ nîmetleri ile meşgul olmakla birlikte onları kalbe sokmamaktır. Bu itibarla zühd, fakirlik değil; zengin-fakir her mü’mine gereken kalbî bir tavırdır. İlâhî takdîr netîcesinde zâhiren fakr u zarûret içinde yaşayan bir kimse, kalben dünyevî arzular peşinde sürüklenmekteyse, o, zühd ve istiğnâ ehli sayılamaz. Zîrâ zühd ve istiğnâ, kaderin sevkiyle mecbûren aza kanaat değil; irâdî olarak kalbi dünyâya esir olmaktan muhâfaza etmektir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zühdü ne güzel târif etmişlerdir: “Dünyâda zâhidlik, ne helâli harâm etmek ne de malı mülkü terk etmekledir. Dünyâda zâhidlik, ancak Allâh’ın mülkünde olana kendi elindekinden daha fazla îtimâd etmen; başına bir musîbet geldiği ve yakanı bırakmadığı müddetçe, onun ecir ve mükâfâtından son derece ümitvâr olmandır.” (Tirmizî, Zühd, 29/2340) Fazîlet Tabloları
Iyâs bin Sa’lebe -radıyallâhu anh- şöyle demiştir: Bir gün, ashâb-ı kirâm, Peygamber Efendimiz’in yanında dünyâdan bahsettiler. Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “Siz işitmiyor musunuz, siz işitmiyor musunuz? Sâde yaşamak îmandandır; sâde yaşamak îmandandır.” (Ebû Dâvûd, Tereccül, 1/4161; İbn-i Mâce, Zühd, 4) Yâni zâhidâne, mütevâzı ve müstağnî olarak yaşamak… Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın anlattığına göre Ensâr’dan kendisini ziyârete gelen bir kadın, Rasûlullâh’ın yatağının, katlanmış bir şilteden ibâret olduğunu görünce, koşarak evine gidip içi yün dolu bir yatak getirmişti. Yatağının değiştiğini gören Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bundan hoşlanmadığını belirterek Hazret-i Âişe’ye: “–Yâ Âişe! O yatağı geri ver. Allâh’a yemin ederim ki, şâyet isteseydim Allâh altın ve gümüşten dağları benimle yürütür, emrime verirdi.” buyurdu. (Ahmed, Kitâbü’z-Zühd, s. 30) Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle der: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Efendimiz uyandığında, o hasır, vücûdunun yan tarafında izler bırakmıştı. Biz: “–Yâ Rasûlallâh! Sizin için bir döşek edinsek?!” dedik. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Benim dünyâ ile ne alâkam var ki? Ben bu dünyâda, bir ağacın altında gölgelenen, sonra da orayı terk edip giden binitli bir yolcu gibiyim.” buyurdular. (Tirmizî, Zühd, 44/2377) Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, önlerinde kızartılmış koyun bulunan bir topluluğa rastlamıştı. Topluluk kendisini dâvet etti; fakat o yemek istemedi ve: “–Allâh Rasûlü, arpa ekmeğine bile doymadan dünyâdan göçüp gitti!” dedi. (Buhârî, Et’ıme, 23) Sehl bin Sa’d -radıyallâhu anh- bir gün: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, peygamber olarak gönderildiği andan, vefât ettiği zamana kadar elekten elenmiş has un görmedi.” dedi. Ona: “–Allâh Rasûlü zamanında siz elek kullanır mıydınız?” diye soruldu. Sehl: “–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, peygamber olarak gönderildiği andan vefât ettiği âna kadar elek de görmedi.” dedi. Sehl bin Sa’d’a: “–Elenmemiş arpa ununu nasıl yiyordunuz?” denildi. O: “–Biz arpayı öğütür ve savururduk. Kepeğin uçanı uçardı; kalanını da ıslatıp hamur yapardık.” dedi. (Buhârî, Et’ıme, 23) Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor: “Peygamber Efendimiz’e Bahreyn’den mal getirildi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Onu mescide getirip yığın!» buyurdu. Bu mal, (o zamana kadar) Allâh Rasûlü’ne getirilenlerin en çok olanı idi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- namaza gitti ve o mala hiç nazar etmedi. Namaz bitince gelip malın yanında durdu. Her gördüğüne ondan veriyordu… Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, tek dirhem bile kalmayıncaya kadar, hepsini dağıtmadan oradan ayrılmadı.” (Buhârî, Salât 42, Cizye 4, Cihâd 172) Âlemlerin Efendisi, dünyâ zînetlerine meyleden eşlerini bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in beyanlarıyla uyararak, ya dünyâ hayâtının süsünü ya da Allâh’ı, Rasûlü’nü ve âhiret yurdunu tercih etmelerini istemiş ve onlardan bir ay uzak kalmıştı. “Îlâ” diye anılan bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu: “Ey Nebî! Hanımlarına de ki: «Eğer dünyâ hayâtını ve zevkini istiyorsanız, gelin boşanma bedelinizi verip, sizi güzellikle serbest bırakayım. Eğer Allâh’ı, Rasûlü’nü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, şüphesiz ki sizden güzel davrananlara, Allâh pek büyük bir mükâfât hazırlamıştır.»” (el-Ahzâb, 28-29) Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Âişe’den başlayarak: “–Ben sana bir husus arz edeceğim. Cevap vermede acele etme! Ebeveyninle de istişâre ettikten sonra cevap verirsin.” dedi. Âişe vâlidemiz:
“–O husus nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorunca, Efendimiz inen âyeti tilâvet buyurdu. Bunun üzerine Âişe vâlidemiz hemen: “–Yâni Siz’i tercih meselesinde mi âilemle istişâre edeceğim? Aslâ! Ben Allâh’ı, Rasûlü’nü ve âhiret yurdunu tercih ediyorum.” karşılığını verdi. Diğer vâlidelerimiz de aynı şekilde davrandılar. (Müslim, Talâk, 29) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âzatlısı Sevbân -radıyallâhu anh- anlatıyor: Allâh Rasûlü yolculuğa çıkacağında âilesinden en son, kızı Fâtıma -radıyallâhu anhâ-’ya vedâ ederdi. Döndüğünde ise yanına ilk uğradığı kimse yine Fâtıma olurdu. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yine bir yolculuktan dönmüştü. Fâtıma da kapısının üzerine bir perde asmış, ayrıca çocukları Hasan’la Hüseyin’e gümüşten iki bilezik takmıştı. Peygamber Efendimiz Fâtıma’nın evine gelmiş, ancak eve girmemişti. Fâtıma, Rasûlullâh’ın eve girmeyişine, gördüğü şeylerin sebep olduğunu anladı. Derhâl (süslü) perdeyi kaldırdı, çocukların kolundaki gümüş bilezikleri çıkardı. Bunlardan birini iki çocuğuna paylaştırdı. Hasan’la Hüseyin ağlayarak Rasûlullâh’ın yanına gittiler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu bilezikleri aldı ve: “–Ey Sevbân! Bunları falan âileye götür. Hasan ve Hüseyin, benim Ehl-i Beyt’imdendir. Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bahşedeceği güzellikleri dünyâ hayâtında yiyip tüketmelerini istemiyorum. Ey Sevbân! Fâtıma’ya kemikten yapılmış bir gerdanlık ile (çocuklar için) yine kemikten yapılmış iki bilezik satın al!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Tereccül, 21/4213) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ehl-i Beyt’ini ümmetine numûne olmaları için en mütevâzı, en sâde bir durumda ve dünyâdan müstağnî bir hâlde yaşatıyordu. Ebû Zer -radıyallâhu anh- şöyle demiştir: Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’le birlikte Medîne’nin Harra mevkiinde yürüyordum. Derken Uhud Dağı’nı gördük. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ey Ebû Zer!” dedi. Ben: “–Buyur yâ Rasûlallâh! Emrine âmâdeyim.” dedim. Efendimiz: “–Yanımda şu Uhud Dağı kadar altın olsa, bu beni sevindirmez. Bir borcu ödemek için ayırdığımdan başka da yanımda bir dinar bulunarak üç gün geçmesini istemem. -Allâh Rasûlü, önüne, sağına, soluna ve arkasına elleriyle verme işâreti yaparak- yanımda bulunanı Allâh’ın kullarına şöyle şöyle dağıtmak isterim.” buyurdu. Sonra yoluna devâm etti ve:
“–Dünyâda varlığı çok olanlar, âhirette sevapları az olanlardır. Yalnız sağına, soluna ve ardına şöyle, şöyle ve şöyle verenler müstesnâdır. Fakat onlar da ne kadar azdır.” buyurdu. (Buhârî, İstikrâz 3, Rikâk 14; Müslim, Zekât 32) Bir gün, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir adam gelerek: “–Yâ Rasûlallâh! Bana öyle bir amel söyle ki, onu yaptığım zaman beni Allâh da sevsin, insanlar da.” dedi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona: “–Dünyâya karşı zâhid ol, ona rağbet gösterme ki, Allâh seni sevsin. İnsanların ellerinde bulunan şeylere karşı zâhid ol, onları isteme ki, insanlar da seni sevsin.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zühd, 1) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir gün pazar yerine uğradı. Etrafında ashâbı da vardı. Allâh Rasûlü, küçük kulaklı bir oğlak ölüsüne rastladı. Onun kulağından tutarak: “–Hanginiz bunu bir dirheme satın almak ister?” buyurdu. Ashâb: “–Daha az paraya da olsa almayız, onu ne yapalım ki?” dediler. Sonra Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “–Size bedâva verilse ister misiniz?” diye sordu. Onlar: “–Allâh’a yemin ederiz ki, o diri bile olsa, kulaksız olduğu için kusurludur. Ölüsünü ne yapalım?” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Âlemlerin Efendisi: “–Allâh’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’a göre dünyâ, önünüzdeki şu ölü oğlaktan daha değersizdir.” buyurdu. (Müslim, Zühd, 2) Amr bin Avf -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı cizye tahsîli için Bahreyn’e gönderdi. Ebû Ubeyde radıyallâhu anh-, cizye mallarıyla Bahreyn’den geldi. Ensâr, Ebû Ubeyde’nin geldiğini duyup, sabah namazını Allâh Rasûlü ile kılmak üzere toplandılar. Efendimiz namazı kılıp gitmeye kalkınca, Ensâr, Allâh Rasûlü’nün yanına yaklaştılar. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellemonları bu vaziyette görünce gülümsedi ve: “–Ebû Ubeyde’nin Bahreyn’den mal getirdiğini duydunuz herhâlde?” dedi. Ensâr: “–Evet, yâ Rasûlallâh!” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: “–Sevininiz ve sizi sevindirecek şeyler ümîd ediniz. Allâh’a yemin ederim ki, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyânın sizin de önünüze serilmesinden, onların dünyâ için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyânın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.” buyurdu. (Buhârî, Rikâk, 7; Müslim, Zühd, 6)
Dünyâya meylederek âhireti geri plâna atmanın ne büyük bir tehlike olduğunu gösteren şu misâl, ne kadar ibretlidir: Emevîler devrinde, Hâlid bin Velid’in oğlu Abdurrahmân’ın komutasındaki İslâm ordusu, Allâh Rasûlü’nün İstanbul’un fethiyle ilgili müjde ve iltifâtına nâil olmak ümîdiyle yola çıkmıştı. Ordunun içinde Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh- da bulunmaktaydı. Rumlar, arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırlarken, Ensâr’dan bir zât, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü. Bunu gören mü’minler; “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız!” âyet-i kerîmesinden hareketle ve hayretler içinde: “–Lâ ilâhe illâllâh! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor!” demişlerdi. Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî şöyle dedi: “–Ey mü’minler! (Yanlış anlaşılmasın!) Bu âyet, biz Ensâr hakkında nâzil oldu. Allâh, Peygamberi’ne yardım edip dînini gâlip kıldığında biz, «Artık mallarımızın başında durup onların ıslâhı ile meşgul olalım.» demiştik. Bunun üzerine Allâh Teâlâ, Rasûlü’ne: «Allâh yolunda infâk ediniz de, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız. Bir de ihsanda bulununuz, zîrâ Allâh (iyilikte bulunan ve ihsân şuuru ile yaşayan) muhsinleri sever.» (elBakara, 195) âyetini vahyetti. Bu âyet-i kerîmedeki «kendi eliyle kendini tehlikeye atmak»tan maksat, bağ ve bahçe gibi dünyâ malıyla uğraşmaya dalıp, Hak yolunda gayreti terk ve ihmâl etmemizdir.” Bu ilâhî îkâza bütün samîmiyetiyle kulak verip ittibâ eden Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri, dünyânın süsüne ve rahatına hiçbir zaman iltifat etmeyerek Allâh yolunda hizmetten geri kalmamış ve nihâyet katıldığı bu sefer esnâsında şehîd olarak, surların yakınına (bugün kendi adıyla anılan Eyüp semtine) defnedilmiştir. (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 22/2512; Tirmizî, Tefsîr, 2/2972) Allâh Rasûlü’nün hâne-i saâdetleri, son derece sâde idi. Annesi, Ümmü Seleme vâlidemizin câriyesi olduğu için, çocukluğunu Allâh Rasûlü’nün hâne-i saâdetlerine yakın bir çevrede geçiren Hasan-ı Basrî Hazretleri, çocukken Peygamber Efendimiz’in odalarının tavanına elini dokundurabildiğini ifâde etmektedir.170 Bu ifâdeden hareketle, odaların pek yüksek olmadığı söylenebilir. Efendimiz’in odalarının kapıları ise siyah kıldan yapılmış keçelerden ibâretti.171 Tâbiînin büyük imamlarından Saîd bin Müseyyeb, bu odaların Emevîler döneminde yıkılıp Mescid-i Nebevî’ye ilhâk edilmeleri sebebiyle duyduğu teessürünü şöyle ifâde etmiştir: “Vallâhi bunların aynen bırakılmalarını ne kadar arzu ederdim! Böylece yeni yetişen nesil ve buraları ziyârete gelen insanlar, Allâh Rasûlü’nün hayatta ne ile iktifâ ettiğini görürler de, mal çoğaltmaya ve bununla övünmeye rağbet etmezlerdi.” (İbn-i Sa’d, I, 499-500) Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in daracık evlerde yaşaması, yokluktan değil, dünyâ hayâtına zerre kadar değer vermemesindendi. Sadece ganimet mallarından hissesine düşen hakkını dağıtmayıp elinde tutsa, süslü saraylar ve kâşâneler yaptırabilme
imkânına fazlasıyla sâhipti. Ancak O, fakrı ve zâhidâne bir hayâtı, irâdî olarak tercih ediyor, kendi hissesine düşen ganimetleri infâk etmeden de huzur bulamıyordu. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’ın “Rahmân” sıfatının kâmil tecellîsi O’nda Süleyman -aleyhisselâm-, mal-mülk ve saltanat sevgisini gönlünden çıkarıp attığı için kendisini fakir addederdi. Sabahleyin kalkınca, fakir ve garip kimselerin yanına gider, büyük bir tevâzû ile onlarla oturur: “–Fakir, fakirlere yakışır.” derdi. Rivâyete göre, vefâtı yaklaştığı sırada Hazret-i Nûh -aleyhisselâm-’a: “–Ey uzun ömürlü Peygamber! Dünyâyı nasıl buldun?” diye soruldu. Nûh -aleyhisselâm-: “–Onu iki kapılı bir ev gibi buldum. Bir kapısından girdim, diğer kapısından çıktım.” cevâbını verdi. (İbn-i Esîr, el-Kâmil, I, 73) Hazret-i Nûh -aleyhisselâm- kendisine kamıştan bir kulübe yapmıştı. O’na: “–Keşke kendine bundan daha sağlam bir ev yapsaydın.” denilince: “–Ölecek bir kimse için bu bile çok!” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 145) Câbir bin Abdullâh -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatır: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Ubeyde -radıyallâhu anh-’ı başımıza kumandan tâyin ederek, Kureyş kervanının karşısına çıkmak üzere bizi gönderdi. Bize azık olarak bir dağarcık hurma verdi. Verecek başka bir şey bulamamıştı. Ebû Ubeyde, hurmayı bize tâne tâne veriyordu. Dinleyenlerden biri: “–O hurmalarla nasıl geçinebiliyordunuz?” diye sordu. Câbir: “–Onları, çocuğun meme emmesi gibi emer, sonra üzerine su içerdik, o gün geceye kadar bu bize yeterdi. Sopalarımızla ağaç yapraklarını silker, sonra onları su ile ıslatıp yerdik.” dedi… (Müslim, Sayd, 17) Ashâb-ı kirâm, zarûret miktârı kadar bile dünyâlığa sâhip olmadığı hâlde bundan aslâ şikâyet etmez, Allâh yolunda gayret ve hizmetten geri kalmazdı. Bir gün Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’a içmesi için bal şerbeti ikrâm edilmişti. Ancak o, şerbeti ağzına yaklaştırdığında ağlamaya başladı. Yanındakiler de gözyaşlarını tutamadılar. Ağlamasının sebebi sorulunca şu cevâbı verdi: “–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte bulunuyordum. O sırada; «Uzaklaş benden, uzaklaş benden!» diyerek, bir şeyi yanından kovmaya çalıştığını gördüm. Fakat ben bir şey göremiyordum. Ne olduğunu öğrenmek isteyince, Efendimiz
şunları söyledi: «Dünyâ bütün varlığıyla bana gösterildi. Ona, benden uzaklaş dedim. O da uzaklaştı, ancak şöyle seslendi: Allâh’a yemin olsun ki, benden kaçıp kurtulsan da, Sen’den sonra gelenler benden kaçamayacaklar!»” Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, sözlerine devamla: “–İşte ben de, dünyâ sevgisine kapılmaktan korktum ve bu sebeple ağladım.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 30-31) Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, halîfeliği sırasında oldukça sâde bir hayat yaşamıştır. Hattâ vefâtı esnâsında, kendisine âit bir arâzi parçasının satılarak hilâfeti müddetince maaş olarak devlet hazinesinden aldığı miktarın geri ödenmesini vasiyet etmiştir. (İbn-i-Esîr, elKâmil, II, 428-429) Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, ölüm döşeğindeyken kızı Hazret-i Âişe’ye, sütünü içtikleri deveyi, içinde elbise boyadığı kabı ve giydiği kadife elbiseyi vefâtından sonra Hazret-i Ömer’e teslim etmesini vasiyet etti. Gerekçe olarak da bunlardan, müslümanların işlerini deruhte ederken istifâde ettiğini söyledi. Âişe vâlidemiz de babasının vefâtından sonra, bunları yeni halîfe Hazret-i Ömer’e teslim etti. Bu eşyâları teslim alan Ömer -radıyallâhu anh-: “–Ebû Bekir! Allâh’ın rahmeti senin üzerine olsun! Senden sonra gelenleri müşkil durumda bıraktın!” dedi. (Ahmed, ez-Zühd, s. 110-111; Süyûtî, Tarîhu’l-Hulefâ, Mısır 1969, s. 78-79) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın halîfeliği zamanında Sûriye, Filistin, Mısır gibi beldeler fethedildi ve İran toprakları, baştanbaşa İslâm devletinin sınırlarına dâhil oldu. Bizans ve İran’ın zengin hazineleri İslâm dünyâsının merkezi olan Medîne-i Münevvere’ye akmaya başladı. Mü’minlerin refah seviyesi yükseldi. Fakat mü’minlerin halîfesi Hazret-i Ömer radıyallâhu anh-, bu refah seviyesine karşı müstağnî kalmış bir gönül zirvesinde, devletin ihtişâmına, beytü’l-mâlin zenginliğine rağmen, yamalı elbisesiyle hutbe okuyordu. Bâzen borçlanıyor, sıkıntı içinde hayâtını idâme ettiriyordu. Çünkü o, hazineden ancak kifâyet miktarı bir tahsisât almayı tercih ediyor ve bununla da zor geçiniyordu. Ashâbın ileri gelenleri, onun bu hâline daha fazla dayanamadılar. Halîfenin nafakasını artırmayı düşündüler. Fakat bunu teklif etmekten çekindikleri için Hazret-i Ömer’in kızı ve aynı zamanda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zevcesi Hazret-i Hafsa -radıyallâhu anhâ-’ya başvurdular. İsimlerini vermeyerek, babasına bu teklifi arz etmesini istediler. Hafsa radıyallâhu anhâ-, ashâbın bu teklifini babasına açtı. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem’in gün boyu açlık çekip de karnını doyuracak bir tek hurma bile bulamadığı günlere172 şâhid olmuş olan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, kızı Hafsa’ya: “–Kızım! Rasûlullâh’ın yeme-içme ve giyimde hâli nasıldı?” diye sordu.
“–Kifâyet miktarı (ancak yetecek derecede) idi.” cevâbını alınca, Hazret-i Ömer sözüne şöyle devâm etti: “–İki dost (Hazret-i Peygamber’le Ebû Bekir) ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya benzeriz. Birincimiz (Hazret-i Peygamber) makâmına vardı. Diğeri (Ebû Bekir) aynı yoldan giderek birinciye kavuştu. Üçüncü olarak ben de arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem! Yoksa sen, bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?” dedi.173 Sâde ve mütevâzı yaşamayı, şatafattan uzak kalmayı seven Ebû Zer el-Gıfârî’ye beytü’lmâlden dört bin dinar tahsis edildiği hâlde, o bunun pek azını kullanarak çoğunu fakirlere dağıtmıştır. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163) İki dirhemi olanın, bir dirhemi bulunana göre daha ağır hesâba çekileceğini söyleyen bu sahâbî, kendisine Şam vâlisi tarafından gönderilen üç yüz dinarı: “Vâli, bizden daha garip bir kimse bulamamış mı! Bizim başımızı sokacağımız bir yerimiz, istifâde edeceğimiz koyunlarımız ve bize hizmet eden bir de hizmetçimiz var. Bundan daha fazlasına sâhip olmaktan korkarım.” diyerek geri göndermiştir. (Ahmed, Zühd, s. 147) Ashâb-ı kirâmdan sonra da öyle bir îman heyecânı cihânı kapladı ki, Târık bin Ziyâd’ın beş bin kişilik ordusu, doksan bin kişilik İspanya ordusunu perişan etti. Târık, kralın hazineleri üzerine ayağını koymuş, kendi kendine şöyle diyordu: “Târık! Dün boynu tasmalı bir köle idin; gün geldi Allâh seni hürriyetine kavuşturdu. Sonra bir kumandan oldun! Bugün, Endülüs’ü fethettin ve kralın sarayında bulunuyorsun. Şunu iyi bil ve hiçbir zaman unutma ki, yarın da Allâh’ın huzûrunda olacaksın!” Bu nasıl bir terbiyedir ki, bir kölenin şahsiyetini inşâ ediyor ve onu fazîletin zirvesine ulaştırıyor!.. Kalbini dünyâ malına zerre kadar meylettirmiyor ve dâimî bir nefs muhâsebesi iklîminde yaşatıyor… Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği büyük velîlerden Muhammed Pârisâ Hazretleri, hacca giderken yolu üzerinde uğradığı Bağdad şehrinde nur yüzlü genç bir sarrafa rastlar. Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını aşırı dünyevî meşgûliyetlerle geçirdiğini düşünerek üzülür. İçinden: “Yazık! Tam da ibâdet edecek bir çağda kendisini dünyâ meşgalesine kaptırmış!” der. Bir an murâkabeye varınca da, altın alıp satan bu gencin kalbinin Allâh ile beraber olduğunu hayretle müşâhede eder. Bu sefer: “Mâşâallâh! El kârda, gönül yarda!..” buyurarak genci takdîr eder. Zîrâ bu hâl, “halvet der encümen”, yâni halkın içinde iken bile Hak ile beraber olup, yalnız O’nunla kalabilmek ve kesrette vahdet hâlini yaşayabilmektir.
Muhammed Pârisâ Hazretleri Hicaz’a vardığında da Kâbe’nin örtüsüne sarılmış içli içli ağlayan ak sakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce ihtiyarın yana yakıla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak: “Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem.” der ve adamın hâline gıpta eder. Sonra onun da kalbine nazar edince görür ki, bütün duâ ve ağlamaları, fânî bir dünyâlık talebi içindir. Bunun üzerine rakîk kalbi, mahzûn olur. Kıssadan da anlaşılacağı gibi, dünyâya karşı zâhid olmak, yalnızca fakirlikte değil, her an yaşanması gereken kalbî bir tavırdır. Mühim olan; dünyevî meşgaleleri, âhireti ihmâl etmeksizin devâm ettirebilmektir. Peygamber Efendimiz’e duyduğu muhabbet sebebiyle O’nun zühd hayâtını yaşantısına aksettiren Hak dostu Mevlânâ Hazretleri’nin şu hâli ne güzeldir: “O, evine geldiğinde; «Bugün evde ne var?» diye sorup; «Bir şey yok!» cevâbını alırsa memnûn olur; «Hamd olsun, bugün evimiz Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın evine benzedi!» derdi. Mevlânâ Hazretleri kat’iyyen adak ve sadaka kabûl etmediği gibi, müridlerini de dâimâ bundan meneder, çalışmaya teşvîk ederdi.”174 Mâlik bin Dinar Hazretleri, bir gece rüyâsında ehlullâhtan bir zât olan Refî’i gördü. Başı açık, yalın ayak koşuyordu. Ona: “–Nereye?” diye sordu. Refî: “–Şükür, zindandan kurtuldum.” dedi. Mâlik Hazretleri, sabahleyin derhâl Refî’nin evine gitti. Gördü ki; Refî vefât etmiş. Peygamber Efendimiz: “Dünyâ mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir.” buyurmuştur. (Müslim, Zühd, 1) Sultan II. Murad Han, saltanattan ferâgat ederek Manisa’ya çekilirken, bu işi sırf Allâh rızâsı niyetiyle yaptığını beyan sadedinde şu beyti terennüm ediyordu:
Varalım bir iki gün zikredelim Mevlâ’yı,
Bize ısmarladılar mı bu yalan dünyâyı… Mal-mülk ve makam-mevkîye karşı zâhidâne bir tavır takınan, dünyâ nîmetlerini nefsin tatmîni için değil, Allâh’ın kullarına hizmet maksadıyla kabûl etme irfan ve fazîletini gösteren
gönül erlerinden biri de Yavuz Sultan Selîm Han’dır. Ulu Hâkan, bir gün emri altındakilere şöyle seslenir: “Murâdınız itaatsizlikte devâm etmekse, haber verin hemen şimdi kendimi hükûmetten hal’ edeyim. Ben bu saltanatı sırf İslâm’a hizmet için pederimin elinden aldım ve ıslâh-ı âlem uğruna birâder ve birâder-zâdelerimi fedâ eyledim. Bey’at teklif ettim, kabûl ettiniz. Ben uykularımı, rahat ve huzûrumu terk ederek dîn-i mübînin te’yîdine çalışıyorum. Eğer maksûdunuz İslâm’ı ihyâ etmek değilse, zâten benim de saltanata aslâ hevesim yoktur.” Velhâsıl kul, her şeyin yaratıcısı olan Allâh’ın rızâsına yönelmeli ve O’nu talep etmelidir. Kalbdeki muhabbet Allâh’a râm olunca, kulda zühd hâli tecellî eder. Zühd hâli tecellî edince de, nefse âit olarak mal-mülk gözden düşer, ancak Allâh’a âit olarak, yâni infâk ile değer kazanır. Böylece, olması gereken hakîkî mecrâsına yerleşmiş olur. Çünkü gönül, artık Hakk’a olan muhabbeti, amel-i sâlih kevseri ile besler, sevdiğinin sevdiği ameller rûhuna haz vermeye başlar. 15. Sabır ve Metânet
Sabır; değişen maddî ve mânevî durumlar karşısında dengeyi bozmamak, îtidâli muhâfaza etmek, iptilâlara tahammül göstermek, acılara katlanmak, sıkıntı ve meşakkatlere karşı soğukkanlılıkla mukâvemet etmek, beşerî hisleri aklın ve dînin sınırları dâhilinde sâbit tutmak mânâlarına gelir. Metânet de başa gelen her türlü iptilâya karşı metinlik, muhkemlik, dayanıklılık ve sağlamlık demektir. Sabır, güzel ahlâkın ağırlık merkezi, îmânın yarısı, ferah ve saâdetin anahtarıdır. Cennet nîmetlerine kavuşturan büyük bir fazîlettir. Sabır, hoşa gitmeyen ve ıztırap veren hâdiseler karşısında muvâzeneyi bozmadan sükûnete bürünmek, Hakk’a teslîm olmaktır. Enbiyâ ve evliyâ, sabır husûsunda da zirve örnekler sergilemiş ve Allâh’ın yardımına nâil olmuşlardır. Bu sebeple onlar, sabır husûsunda da bizim örneklerimiz olmalıdır. Sabrın dünyevî tarafı acı, âhiret tarafı çok parlaktır. Sabrın acılarını sîneye çekenler, ebediyet devleti olan cennete ve Allâh’ın rızâsına kavuşurlar. Her hâlükârda Allâh’ın emir ve yasaklarındaki nîmet, hikmet ve ilâhî mükâfâtları düşünmek, sabrı kolaylaştırır. Sabrın ilk şartı, onu gerektiren hâdiseyle ilk karşılaşıldığında gösterilmesidir. Vaktinde gösterilmeyen bir sabrın, fazla bir mükâfâtı yoktur. Bütün ahlâkî güzellikleri içine aldığı için sabrın dînimizdeki mevkii çok büyüktür. Kur’ân-ı Kerîm’de yetmişten fazla yerde sabırdan bahsedilir. Âyet-i kerîmelerde, Hazret-i Peygamber -
sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ve O’nun şahsında bütün ümmete sabır tavsiye edilmiştir: “Ey îmân edenler! Sabır ve namazla Allâh’tan yardım isteyin!..” (el-Bakara, 153) “Ey îmân edenler! Sabredin, sebat gösterin, hazırlıklı ve uyanık olun. Allâh’tan korkun ki başarıya erişesiniz.” (Âl-i İmrân, 200) Bu âyetin tefsîrinde Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, şu açıklamayı yapar: “Esmâ-i ilâhiyyeden biri de «es-Sabûr» ism-i şerîfidir. Her kimde sabır varsa, onda Allâh’ın kudretinden bir tecellî var demektir. Hele bu sabırlı kimseler biraraya gelip de bir cemaat olurlarsa, her hâlükârda Allâh’ın yardımına mazhar olurlar. Allâh, onların dâimâ dostu ve velîsidir.”175 Büyük mükâfatlar, dâimâ büyük sabırların, musîbet ve iptilâlara tahammülün arkasından gelir. Âyet-i kerîmede: “Sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (ez-Zümer, 10) buyrulur. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sabrın çeşitlerini ve fazîletlerini bildirdiği bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmuştur: “Sabır üçtür: Musîbetlere karşı sabır, kullukta sabır ve günah işlememekte sabır…” (Süyûtî, II, 42; Deylemî, II, 416) Yine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Allâh Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu haber vermiştir: “Dünyâda sevdiği bir dostunu aldığım zaman, (sabredip) ecrini Allâh’tan bekleyen mü’min kulumun katımdaki karşılığı cennettir.” (Buhârî, Rikâk, 6) “Kulumu, iki gözünü kör etmekle imtihan ettiğim zaman sabrederse, gözlerine karşılık ona cenneti veririm.” (Buhârî, Merdâ, 7; Tirmizî, Zühd, 58) Sabır, dinimizin en mühim disiplinlerinden biridir. Sabır imtihanı da en zor imtihanlardandır. Bu sebeple Hazret-i Ebû Bekir: “Bana göre âfiyette olup şükretmem, imtihana tâbî tutulup sabretmemden daha makbuldür.” demiştir. Fazîlet Tabloları
Allâh Rasûlü’nün hayâtı, baştan sona en güzel sabır örnekleri ile doludur. Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çocukluğundan vefâtına kadar, hep büyük acılarla karşılaşmış,
her türlü sıkıntı ve ıztırâbı tatmıştır. Dünyâya gelmeden babasını, altı yaşında annesini, sekiz yaşında dedesini, peygamberliğinin onuncu senesinde kendisini muhâfaza eden amcası Ebû Tâlib’i, bundan üç gün sonra da dâvâsındaki en büyük desteği sevgili hanımı Hazret-i Hatîce’yi, Uhud’da Şehîdlerin Efendisi Hazret-i Hamza’yı, yedi evlâdından altısı ile birçok torununu, kimisi küçük yaşta kimisi de yetişkinlik çağında olmak üzere bir bir Hakk’a uğurladı. Çok sevdiği ashâbından birçoğunu kendi elleri ile kabre koydu. İşkencelere, hakâretlere, iftirâlara, açlığa ve yokluğa mâruz kaldı. Savaşlarda yaralandı, ateşli hastalıklara müptelâ oldu. Ancak bunların hiçbirisi O’nun metânetini ve muvâzenesini bozmadı. O her hâlükârda sabır ve rızâ hâline örnek oldu. Acabâ kaç kişi altı evlâdını kendi elleriyle toprağa vermiştir? Kaç kişinin kucağında küçük yavruları ve torunları nefes almakta zorlanmış ve rûhunu teslîm etmiştir? Hiç amcasının nahif bedeni parçalanıp ciğeri dişlenen bir kimse var mıdır? Hâsılı Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi her türlü acının en dehşetlisiyle imtihân edilen ve her birinde de sabır ve rızâ numûnesi olan başka biri var mıdır? Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, câhiliye dönemindeki hac mevsimlerinde kurulan panayırlarda İslâm’ı tebliğ eder, bu esnâda pek çok sıkıntı, meşakkat ve işkencelere mâruz kalırdı. Hepsini de sabırla karşılar, şikâyette bulunmazdı. Bir defâsında, birçok kabîleyi olduğu gibi Âmir bin Sa’saa Oğulları’nı da İslâm’a dâvet etmişti. Efendimiz’i dinlediler, bâzı sualler de sordular, lâkin müslüman olmadılar. Allâh Rasûlü, yanlarından kalkıp devesine bindiğinde, içlerinden Beyhara isimli müşrik, deveyi ansızın dürtüverdi. Deve sıçrayıp kalkarken Fahr-i Kâinât Efendimiz’i yere düşürdü. Allâh Rasûlü’ne yapılan bu hakâreti gören Dubâa bint-i Âmir ismindeki müslüman kadın: “–Ey Âmir hânedânı! Gözünüzün önünde Allâh’ın Rasûlü’ne yapılan şu eziyeti görüp de içinizden O’nu, hatırım için koruyacak kimse yok mudur?” diye feryâd etti. Amca oğullarından üç kişi hemen kalkıp Beyhara alçağının üzerine yürüdüler. Bu hâdiseden sonra Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir vefâkârlık misâli sergileyerek onlar hakkında: “Allâh’ım! Şunlara bereketini ihsân eyle!” diye duâ etti. Bu duâ bereketi ile Allâh Teâlâ o yiğitlere îman nasîb etti ve nihâyetinde şehîdlik mertebesine nâil oldular. (İbn-i Hacer, elİsâbe, IV, 353) Allâh Rasûlü’nün İslâm’ı tebliğ uğrunda katlandığı ve sabırla karşıladığı meşakkatlerle alâkalı olarak Târık bin Abdullâh el-Muhâribî, bir müşâhedesini şöyle anlatır: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i Zülmecaz Panayırı’nda görmüştüm: «–Ey insanlar! Lâ ilâhe illallâh deyiniz de kurtulunuz!» diye yüksek sesle hitâb ediyordu. Bir adam da elindeki taşla O’nu tâkip ediyor ve: «–Ey insanlar! Sakın O’na inanmayınız, itaat etmeyiniz. Çünkü O yalancıdır(!)» diyerek bağırıyordu. Attığı taşlarla Efendimiz’in ayak bileklerini kanatmıştı. Oradakilere: «–Kimdir bu zât?» diye sordum.
«–Bu, Abdülmuttaliboğulları’ndan bir gençtir.» dediler. «–Ya O’nun ardına düşüp taş atan kimdir?» diye sordum. «–O da amcası Ebû Leheb’dir.» dediler.”176 Allâh Rasûlü’nün sabır âbidesi olduğunu gösteren misallerden birini de Müdrik el-Ezdî şöyle anlatmaktadır: “Babamla birlikte (câhiliye) haccı yapıyordum. Mina’ya gelip konaklayınca bir toplulukla karşılaştım. Babama: «–Bu cemaat ne için toplanmış?» diye sordum. Babam: «–Kavminin dinini terk etmiş olan şu kişi için.» dedi. İşâret ettiği tarafa bakınca Rasûl-i Ekrem Efendimiz’i gördüm: «–Ey insanlar! Lâ ilâhe illallâh deyiniz de kurtulunuz!» diye sesleniyordu. İnsanlardan kimi O’nun yüzüne tükürüyor, kimi başına toprak saçıyor, kimi de O’na sövüp sayıyordu. Öğleye kadar bu hâl devâm etti. O sırada, yakası açılmış bir kız, içinde su bulunan bir kap ve elinde bir mendil olduğu hâlde geldi. Ağlıyordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz kabı alıp sudan içti, elini yüzünü yıkadı. Başını kaldırıp: «–Yavrucuğum, yakanı başörtünle ört! Baban hakkında, tuzağa düşürülüp öldürülecek ve zillete uğrayacak diye korkma!» buyurdu. Bunun kim olduğunu sorduk, «Kızı Zeyneb!» dediler.” (Heysemî, VI, 21) Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Huneyn Savaşı’nda elde edilen ganimetleri taksim ederken, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bâzı kişilere diğerlerinden fazla hisse verdi. Akra bin Hâbis’e yüz deve, Uyeyne bin Hısn’a da bir o kadar verdi. Arapların ileri gelenlerine de o günkü taksimde biraz fazla pay verdi. Bunun üzerine bir kişi: “–Vallâhi bu taksimde hakkâniyet yoktur, Allâh rızâsı da gözetilmemiştir!” dedi. Ben de: “–Allâh’a yemin ederim ki, ben bunu Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e söyleyeceğim.” dedim. Gittim, adamın söylediklerini anlattım. Bunun üzerine Allâh Rasûlü’nün mübârek yüzü, üzüntüsünden kıpkırmızı kesildi. “–Allâh ve Rasûlü de adâlet etmezse, hiç kimse adâlet etmez.” buyurdu ve şöyle devâm etti: “–Allâh, Mûsâ’ya rahmet etsin. O bundan daha ağır bir ithâma mâruz kalmıştı da, sabretmişti.”
Ben de bundan sonra kimsenin sözünü Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ulaştırmamaya karar verdim. (Buhârî, Edeb, 53; Müslim, Zekât, 145) Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çocuğunun mezarı başında feryâd ederek ağlayan bir kadının yanından geçti. Ona: “–Allâh’tan kork ve sabret!” buyurdu. Kadın: “–Çekil git başımdan; zîrâ benim başıma gelen felâket, Sen’in başına gelmemiştir!” dedi. Kadın, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanıyamamıştı. Kendisine, O’nun Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu söylediler. Kadın bunu duyar duymaz Peygamber Efendimiz’in kapısına koştu. Orada kendisini engelleyen herhangi bir kimse olmadığı için, doğrudan Efendimiz’in huzûruna çıktı ve: “–Yâ Rasûlallâh! Siz’i tanıyamadım.” diyerek özür diledi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Hakîkî sabır, felâketin ilk ânında gösterilendir!” buyurarak kadına nasihatte bulundu. (Buhârî, Cenâiz, 32) Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna vardım. Kendisi sıtmaya yakalanmıştı. “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Gerçekten şiddetli bir sıtma nöbetine tutulmuşsunuz!” dedim. “–Evet, sizden iki kişinin çekebileceği kadar ıztırap çekmekteyim.” buyurdu. “–Bu, herhâlde iki kat sevap kazanmanız içindir.” dedim. “–Evet, öyledir. Allâh, müslümanın ayağına batan bir diken veya başına gelen daha büyük bir sıkıntı sebebiyle günahlarını bağışlar. O müslümanın günahları ağaç yaprakları gibi dökülür.” buyurdu. (Buhârî, Merdâ, 3, 13, 16; Müslim, Birr, 45) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Cebrâîl -aleyhisselâm-’a sordu: “–Yâkûb’un Yûsuf’a olan hicrânı ne dereceye varmıştı?” Cebrâîl -aleyhisselâm-: “–Evlâdını kaybeden yetmiş annenin toplam hicrânına!” cevâbını verdi.
Fahr-i Kâinât Efendimiz: “–O hâlde onun sevâbı ne kadardır?” diye sordu. O da: “–Yüz şehîd sevâbıdır. Çünkü O, Allâh’a bir an bile sû-i zan beslemedi.” dedi. (Taberî, XIII, 61; Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, IV, 570; Yûsuf, 86) İşte bu sabır, “sabr-ı cemîl” idi. Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle der: Peygamber Efendimiz, kavmine gönderilen bir peygamberden bahsetti. Kavmi onu dövmüş ve yüzünü kanatmıştı. O peygamber ise, bir taraftan yüzündeki kanı siliyor, bir taraftan da: “–Ey Allâh’ım, halkımı bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar.” diyormuş. Allâh Rasûlü’nün bu peygamberin hâlini anlatması hâlâ gözümün önündedir. (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Cihâd, 104) Sabrın mükâfâtının ancak cennet olduğunu gösteren şu hâdise ne kadar ibretlidir: Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anhümâ- bir gün Atâ bin Ebî Rebâh’a: “–Sana cennetlik bir kadın göstereyim mi?” dedi. O: “–Evet, göster!” deyince İbn-i Abbâs şöyle dedi: “–Şu siyah kadın var ya! İşte bu kadın, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e geldi ve: «–Beni sara tutuyor ve üstüm başım açılıyor. İyileşmem için Allâh’a duâ eder misiniz?» dedi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Eğer sabredeyim dersen, sana cennet vardır. Ama yine de sen istersen, şifâ vermesi için Allâh’a duâ ederim.» buyurdu. Bunun üzerine kadın: «–Hastalığıma sabrederim. Ancak sara tuttuğu zaman üstümün başımın açılmaması için duâ buyurunuz.» dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onun için Allâh’a niyazda bulundu.” (Buhârî, Merdâ, 6; Müslim, Birr, 54) İşte başa gelen iptilâlara sabrın Hak katındaki yüksek kıymeti… Ebû Saîd -radıyallâhu anh- anlatıyor: “Muhâcirlerin fakirlerinden bir grupla birlikte oturmuştum. Bunlardan bir kısmı, (bütün vücûdunu örten bir elbisesi olmadığı için) diğerleri(nin karaltısından istifâde) ile iyice örtünmeye çalışıyorlardı. O sırada bir kimse de bize Kur’ân okuyordu. Derken Rasûlullâh -
sallâllâhu aleyhi ve sellem- çıkageldi ve yanımızda durdu. Allâh Rasûlü’nün gelmesi üzerine Kur’ân okuyan kimse okumayı kesti. Rasûlullâh da selâm verdi ve: «–Ne yapıyorsunuz?» diye sordu. «–Ey Allâh’ın Rasûlü! O hocamızdır, bize Kur’ân okuyor. Biz de Allâh Teâlâ’nın kitâbını dinliyoruz.» dedik. Bunun üzerine Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Ümmetim arasında, kendileriyle birlikte sabretmem emredilen kimseleri yaratan Allâh’a hamd olsun!» buyurdu.177 Sonra Allâh Rasûlü, kendisini bizimle aynı seviyede tutarak ortamıza oturdu. Eliyle işâret edip: «–Şöyle (halka yapın!)» buyurdu. Cemaat hemen etrâfında halka oldu ve yüzlerini O’na doğru çevirdi. Nihâyet Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizlere şu müjdeyi verdi: «–Ey yoksul Muhâcirler, müjdeler olsun! Sizlere kıyâmet gününde tam bir nûr müjdeliyorum. Sizler cennete, insanların zenginlerinden yarım gün önce gireceksiniz. Bu yarım gün, (dünyâ günleriyle) beş yüz sene eder.»” (Ebû Dâvûd, İlim, 13/3666) Bu da sabır ehli fakirlerin mükâfâtı… Fedâle bin Ubeyd -radıyallâhu anh-’ın naklettiği şu hâdise, Allâh Rasûlü’nün has talebeleri olan ashâbın mâruz kaldığı büyük mahrûmiyetlere ve onların bu meşakkatler karşısında sergilediği dâsitânî sabır ve metânete ne muhteşem bir misaldir: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına namaz kıldırırken, onlardan bâzıları, açlığın verdiği tâkatsizlik sebebiyle ayakta duramayarak düşüp bayılırlardı. Bunlar Suffe Ashâbı idi. Çölden gelen bedevîler; «Bunlar deli!» derlerdi. Allâh Rasûlü namazı bitirince açlıktan bayılanların yanına gelir ve onları tesellî ederek: «Allâh Teâlâ’nın katında sizin için neler hazırlandığını bir bilseydiniz, daha fazla yoksul ve muhtaç olmayı isterdiniz.» buyururdu.” (Tirmizî, Zühd, 39/2368) Ebû Hüreyre Hazretleri şöyle demiştir: “Ben Suffe Ehli’nden yetmiş kişiyi gördüm. Hiçbirinin üzerinde bütün vücûdunu örten bir elbise yoktu. Ya belden aşağı giyilen bir izâr ya da belden yukarı giyilen bir ridâları vardı. Elbiselerini boyunlarına bağlarlardı. Bunların bir kısmı baldırlarının yarısına, bir kısmı da topuklarına erişirdi de avret yerleri görülmesin diye elbiselerini elleriyle toplarlardı.” (Buhârî, Salât, 58)
Görüldüğü gibi ashâb-ı kirâm, açlık, yoksulluk, harp, musîbet gibi her türlü meşakkate sabırla tahammül göstererek İslâm’ın bugünlere kadar ulaşmasına vesîle olmuşlardır. Biz de onların yolunu tâkip ederek üzerimizdeki mukaddes emâneti gelecek nesillere îtinâ ile devretmeliyiz. Abdurrahmân bin Avf -radıyallâhu anh- diyor ki: “İslâm, nefse hoş gelmeyen zor emirler getirmişti. Biz hayırların en hayırlısını, nefislerin hoşlanmadığı bu zor emirlerde bulduk. Meselâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Mekke’den çıkıp hicret etmiştik. Nefsimize zor gelen bu hicretimizle bize üstünlük ve zafer bahşolundu (zafer yolları açıldı). Yine Allâh Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de: «(Onların bu hâli) mü’minlerden bir gurup kesinlikle istemediği hâlde, Rabbinin Sen’i evinden hak uğruna çıkardığı (zamanki hâlleri) gibidir. Gerçek ortaya çıktıktan sonra bile sanki gözleri göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi (cihâd husûsunda) Sen’inle tartışıyorlardı.» (el-Enfâl, 5-6) buyurarak târif ettiği hâl üzere, Allâh Rasûlü’nün maiyyetinde Bedir’e çıkmıştık. Allâh Teâlâ burada da bizler için üstünlük ve zafer lutfetmişti. Velhâsıl biz, en büyük hayırlara hep böyle nefsimize zor gelen emirler sâyesinde ulaşmıştık.” (Heysemî, VII, 26-27) Muhammed İkbâl’e âit şu temsîlî sözler de, zorluklara sabır ve tahammül göstermenin fazîletini ifâde etmektedir: “Bir ceylan, diğer bir ceylana dert yanıyordu: «–Bundan sonra Kâbe’de, Harem’de yaşayacağım. Orada yatar-kalkar, orada otlarım. Zîrâ ovalarda avcılar pusu kurmuşlar, gece gündüz biz âhûların izinde dolaşıyorlar. Artık avcı derdinden selâmete ermek istiyorum. Gönlüm biraz da huzûra kavuşsun!..» Bunları dinleyen diğer ceylan ise: «–Ey akıllı dostum! Yaşamak istiyorsan tehlike içinde yaşa. Kendini dâimâ bileği taşına vur; cevheri temiz olan kılıçtan daha keskin yaşa! Tehlike; gücü, kudreti imtihân eder. Cisim ve canın nelere kâdir olduğunu bize o bildirir.» cevâbını verdi.” Sözün özü, sabır insanın derûnundaki kıymetli bir hazinedir. Belâ ve musîbetler karşısında en sağlam kalkandır. Allâh Teâlâ’nın râzı olduğu ve büyük mükâfatlar va’dettiği ulvî bir haslettir. Allâh Rasûlü’nün ifâdesiyle: “Sabır ziyâdır.” (Müslim, Tahâret, 1) Nihâyetinde insanın dünyâ ve ukbâsını aydınlatır. 16. Hamd ve Şükür
Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz azametinin, ilâhî sanat ve sıfat tecellîlerinin medh ü senâ edilmesi “hamd”; O’nun sayısız lutuf, nîmet ve ikramlarına karşı lisânen, fiilen ve kalben medh ü senâ
ve teşekkürde bulunulması da “şükür”dür. Her iki lâfız da mânâ itibâriyle birbirine çok yakındır. Her türlü tâzîm Allâh’a mahsus ve hamd de sâdece O’nun hakkıdır. Allâh Teâlâ’nın bütün nîmetlerine hamd etmek, müslümanın kulluk vazîfelerinden biridir. Hamd etmek kulluk borcu olduğu hâlde, Allâh Teâlâ’nın hamd eden kuldan râzı olduğunu bildirmesi,178 büyük bir lutuf ve ihsandır; O’nun sonsuz rahmetinin bir tecellîsidir. Hamde lâyık yegâne varlık, Allâh Teâlâ’dır. Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere: “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allâh’a mahsustur…” (elEn’âm, 1) Cenâb-ı Hak, kullarının her fırsatta kendisine hamd etmelerini istemektedir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “…Allâh’a hamd olsun, de!..” (el-İsrâ, 111) “…Onların duâları; «Bütün hamd ü senâlar, âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.» diye son bulur.” (Yûnus, 10) Namazın her rekâtında okuduğumuz Fâtiha’nın ilk âyeti, bize “hamd”i telkîn eder: “Hamd, Âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.” Zâten Allâh Teâlâ’ya hamd edilmeden başlanan bir iş ve davranıştan hayır ummak mümkün değildir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Allâh’a hamd ederek başlanmayan her mühim iş, bereketsiz olur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 18/4840) buyurmak sûretiyle biz ümmetini bu hususta îkâz etmiştir. Hamd, aynı zamanda mühim bir zikirdir. Peygamber Efendimiz, hamdin fazîletini şöyle beyân eder: “Temizlik îmânın yarısıdır. «Elhamdülillâh» duâsı mîzânı, «Sübhânallâhi ve’l-hamdülillâh» sözleri ise, yer ile gökler arasını sevap ile doldurur. Namaz nûrdur; sadaka burhândır; sabır ziyâdır. Kur’ân, senin ya lehinde ya da aleyhinde delildir. Herkes sabahtan (pazara çıkar) nefsini satar; kimi onu âzâd, kimi de helâk eder.” (Müslim, Tahâret 1; Tirmizî, Deavât 85/3517) Hamd gibi mühim kulluk vazîfelerinden biri de şükürdür. Şükür; kulun, kendisine lutfedilen nîmetlere ve iyiliklere karşı sevinerek, onları ihsân eden Rabbine çeşitli söz ve davranışlarla hâlisâne bir kullukta bulunmasıdır. Bu da gösteriyor ki şükür, nîmetin hakîkî sâhibini bilmektir. Lâyıkıyla şükreden bir kul olabilmek için, sâdece nâil olunan nîmetlerin Allâh’ın lutfu olduğunu bilmek ve bunu dille ifâde etmek kâfî değildir. Rabbimize karşı îcâb eden ibâdet ve davranış güzelliklerini îfâ etmek, yâni amel-i sâlihlerde bulunmak zarûrîdir.
Gerçekten, varlıkların en basitinden en mütekâmiline kadar hiyerarşik teselsülünde zirve noktasını teşkîl eden insanın, “eşref-i mahlûkât” (varlıkların en şereflisi) olmasının tabiî bir îcâbı olan “hamd ve şükür”, dînin en derin ve en mühim meselelerinden biridir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Şükür, îmânın yarısıdır…” buyurmuştur. (Süyûtî, I, 107) Yaratılışındaki izzet ve asâleti muhâfaza etmiş olan her insan, kendisine bir bardak su ikrâm edene bile vicdânen bir teşekkür borcu hisseder. Hâl böyleyken insanoğlunun, bütün nîmetlerin kaynağı ve ikrâm edeni olan Rabb’ine karşı alık ve abus kalması, akıl, iz’an ve vicdan dışıdır. Bu hâl, ancak düşünce yoksulluğu ve his donukluğunun bir ifâdesidir. Buna rağmen, maalesef pek çok kimse, Allâh’ın kendisine lutfettiği sayısız nîmetlere karşı gaflet içindedir. İnsanların bu derin gafleti sebebiyle Rabbimiz: “…Kullarımdan şükredenler pek azdır.” (Sebe, 13) buyurmaktadır. Şükürsüzlük hâli, Rabbimizin hoşnud olmadığı bir durumdur. Rabbimizin ihsân ettiği nîmetlerin elden gitmesine sebep olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmelerde şöyle buyurur: “Ben’i zikredin; Ben de sizi zikredeyim! Bana şükredin; sakın küfrân-ı nîmette bulunmayın!” (el-Bakara, 152) “…Eğer şükrederseniz, elbette size olan (nîmetlerimi) artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir!” (İbrâhîm, 7) “…Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki, Allâh hiçbir şeye muhtaç değildir, her türlü hamde lâyıktır.” (Lokmân, 12) Fazîlet Tabloları
Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, sofrasını kaldırdığı zaman şöyle derdi: “Ey Rabbimiz! Sana tertemiz duygularla, eksilmeyip artan, huzûrundan geri çevrilmeyip kabûl edilen sayısız hamd ile hamd ederiz.” (Buhârî, Et`ime, 54; Ebû Dâvûd, Et`ime, 52; Tirmizî, Deavât, 55) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Allâh Teâlâ, yemek yedikten veya bir şey içtikten sonra kendisine hamd eden kulundan hoşnud olur.” (Müslim, Zikir, 89; Tirmizî, Et’ime, 18) Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında iki kişi aksırmıştı. Efendimiz onlardan birine “yerhamükellâh” dedi, diğerine ise söylemedi. Kendisine “yerhamükellâh” demediği kişi:
“–Filân kişi aksırdı, ona yerhamükellâh dediniz; ben aksırdım, bana niye demediniz?!” diye sorunca Peygamber Efendimiz: “–O kişi elhamdülillâh dedi, sen ise demedin.” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 127; Müslim, Zühd, 53) Fahr-i Kâinât Efendimiz, Hazret-i Ömer’in üzerinde bir gömlek görmüştü. Ona: “–Bu gömleğin yeni mi, yoksa yıkanmış mı?” diye sordu. Ömer -radıyallâhu anh-: “–Yeni değil, yıkanmış gömlektir, yâ Rasûlallâh!” deyince Allâh Rasûlü: “–Yeni giy, hamd eden olarak yaşa, şehîd olarak öl!” buyurdu. (Ahmed, II, 89) Peygamber Efendimiz’in bu mûcizevî beyanları, zamanı gelince aynen gerçekleşmiş ve Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, şehîd olarak vefât etmiştir. Kulun yaptığı en mühim iş, hiç şüphesiz Allâh’a hamd etmektir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hamdin fazîletini bildiren bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyururlar: “Allâh’ın kullarından bir kul; «Yâ Rabbî! Vechinin (yüzünün) celâline, kudret ve hâkimiyetinin azametine lâyık şekilde Sana hamd olsun.» dedi. Bu hamd, kulun amelini yazmakla vazîfeli iki meleği âciz bıraktı. Onlar bu hamdin sevâbını nasıl yazacaklarını bilemediler. Semâya çıktılar ve: «–Ey Rabbimiz! Sen’in kulun öyle bir söz söyledi ki, sevâbını nasıl yazacağımızı bilemiyoruz.» dediler. Allâh Teâlâ Hazretleri -kulun söylediği sözü en iyi bilen olduğu hâlde-: «–Benim kulum ne söyledi?» diye sordu. Melekler şöyle cevap verdi: «–Ey Rabbimiz! O kul şu şekilde hamd etti:
Yâ Rabbî! Vechinin (yüzünün) celâline, kudret ve hâkimiyetinin azametine lâyık şekilde Sana hamd olsun.» Bunun üzerine Allâh Teâlâ o iki meleğe buyurdu ki: «–Kulum Bana kavuşup da Ben onu söylediği söze (hamde) karşılık mükâfatlandırıncaya kadar, siz o sözü kulumun söylediği gibi yazınız!» buyurdu.” (İbn-i Mâce, Edeb, 55) Rabbimiz cümlemize, bu duâyı ihlâs ile îfâ edebilmeyi nasîb eylesin!.. Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle demiştir: “Yetim büyüdüm, yoksul olarak hicret ettim. Gazvân’ın kızı (Büsre)’ye karın tokluğuna, ayak pabucu karşılığında işçi oldum. (Yolculuk esnâsında) konakladıklarında onlara odun toplardım, hayvanlarına bindikleri zaman da hidâ yapar; güzel nağmelerle develerini
hızlandırırdım. İslâm dînini güçlendiren ve Ebû Hüreyre’yi imam yapan Allâh’a hamd olsun.” (İbn-i Mâce, Rühûn, 5/2445) Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır: “Bir gece Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana: «–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibâdet ederek geçireyim.» dedi. Ben de: «–Vallâhi Sen’inle beraber olmayı çok severim, ancak Sen’i sevindiren şeyi daha çok severim.» dedim. Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam ıslandı. O, bu hâldeyken Hazret-i Bilâl namaza çağırmaya geldi. Ağladığını görünce: «–Yâ Rasûlallâh! Allâh Teâlâ Siz’in geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» karşılığını verdi ve şu âyetleri okudu: «Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sâhipleri için (Allâh’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve; “–Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından koru!” (derler).» (Âl-i İmrân, 190-191)” (İbn-i Hibbân, II, 386) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisinde bulunan nîmetlerin başkalarında olmadığını müşâhede ettiğinde, hemen Allâh’a şükrederdi. Nitekim bir defâsında kötürüm bir hastanın yanına uğrayıp onun hâlini gördüğünde, hemen hayvanından inerek şükür secdesine kapanmıştı. (Heysemî, II, 289) Allâh Rasûlü’nü sevmenin alâmeti, O’nun hâliyle hâllenmektir. Bizler, şâhid olduğumuz nice ibret dolu manzaralar karşısında ne kadar şükür secdesine kapanabiliyoruz?! Sa’d bin Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber Medîne’ye gitmek üzere Mekke’den yola çıkmıştık. Azvera denen yere yaklaştığımızda Rasûl-i Ekrem Efendimiz bineğinden indi. Sonra ellerini kaldırarak bir süre duâ etti, daha sonra secdeye kapandı, uzunca bir süre secdede kaldı. Bunu üç defa tekrarladı. Nihâyetinde şöyle buyurdu: «Rabbimden dilekte bulundum ve ümmetim için şefâat niyâz ettim. O da ümmetimin üçte birini bana bağışladı. Ben de Rabbime şükretmek için secdeye kapandım. Sonra tekrar başımı
kaldırıp Rabbimden ümmetimi bağışlamasını diledim; O da bana ümmetimin üçte birini daha bağışladı. Ben de bunun üzerine Rabbime şükür secdesine kapandım. Sonra tekrar başımı kaldırıp Rabbimden ümmetimi diledim; O da bana ümmetimin geri kalan üçte birini bağışladı. Ben de Rabbime şükretmek üzere tekrar secdeye kapandım.»” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 162/2775) Burada Efendimiz’i son derece sevindirip şükür secdelerine sevk eden müjde; ümmetinden büyük günah işleyenlerin, bu günahları sebebiyle cezâ görseler bile, cehennemde ebediyyen kalmayacakları ve kendisinin şefaatiyle cennete kavuşacakları, küçük günah işleyenlerin ise belki de hiç cezâ görmeden affedilecekleriydi. Îmandan nasîbi olmayanlarınsa cennete girmesi mevzubahis değildir. Abdurrahmân bin Avf -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in Allâh’ın ikram ve ihsanlarına karşı şükür husûsundaki hassâsiyetini gösteren bir hâdiseyi şöyle anlatıyor: “Bir defâsında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mescidden çıkmıştı. Ben de hissettirmeden onu tâkip ettim. Bir hurma bahçesine girdi. Kıbleye karşı durarak secdeye vardı. Secdesini o kadar uzattı ki, vefât etti sandım. Hemen yanına vardım, eğilip yüzüne bakmaya başladım. Başını kaldırdı ve: «–Ne oldu ey Abdurrahmân?» diye sordu. «–Yâ Rasûlallâh! Secdeyi o kadar uzattınız ki, vefât ettiniz diye korktum ve hemen yanınıza geldim.» dedim. Peygamber Efendimiz: «–Bahçeye girdiğimde Cebrâîl -aleyhisselâm- ile karşılaştım. Allâh Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu müjdeledi: “Kim Sana selâm verirse Ben de ona selâmet veririm. Kim Sana salevât getirirse, Ben de ona salât ederim.” (Bunun için Rabbime şükür secdesi yaptım)» buyurdu.” (Hâkim, I, 344-345/810) Bize lutfedilen bütün nîmetlerin Allâh Teâlâ’dan olduğu muhakkaktır. Lâkin nîmetlerin bize ulaşmasına vesîle olana teşekkür etmek de, bir vefâ ve nezâket îcâbıdır. Hadîs-i şerîfte: “Kendisine iyilik yapılan kimse, yapana; «Allâh sana hayırlar versin!» diyerek duâ ederse, şükür borcunu pek yüksek bir şekilde îfâ etmiş olur…” buyrulmaktadır. (Tirmizî, Birr, 87/2035) Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle der: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana sık sık şöyle buyururdu: “–Ey Âişe! Ezberindeki beyitlerden biraz okur musun?” Ben: “–Hangi beyitleri istiyorsun yâ Rasûlallâh! Hâfızamda birçok şiir var?” derdim. “–Şükür hakkındakilerden!” buyururdu. Ben de bir defasında: “–Anam babam Sana fedâ olsun! Şâir şöyle demiştir.” dedim ve:
“Gördüğün zayıfın elinden tut ve onu kaldır. Onun zayıf olması seni aldatmasın. Gün gelir musîbetler sana ulaşır ve her tarafını kuşatır. İşte o zaman o yardım ettiğin fakir sana karşılığını verir veya bir şey yapamazsa, hiç değilse seni senâ eder. Çünkü yaptığın bir işten dolayı senâ eden kimse de seni mükâfatlandırmış olur. Kerîm olan bir kimseyi ayıplamak istersen, şunu bil ki, onun sağlam ipini zayıf kuvvetler eskitemez.” şiirini okudum. Bunun üzerine Allâh Rasûlü: “–Ey Âişe! Cibrîl’in bana haber verdiğine göre, Allâh Teâlâ kıyâmet günü mahlûkâtı haşrettiğinde, bir başkasından iyilik gören kuluna şöyle buyurur: «–Sana iyilik eden kuluma teşekkür ettin mi?» O da: «–Ey Rabbim! Bana dokunan iyiliğin Sen’den geldiğini bildiğim için sâdece Sana şükrettim.» der. Allâh Teâlâ ona: «–Bu iyiliklerin sana ulaşmasına vâsıta kıldığım kuluma teşekkür etmedikçe Bana şükretmiş olmazsın!» buyurur.” (Ali el-Müttakî, III, 741-742) Âlemlerin Efendisi diğer bir hadîslerinde, Allâh Teâlâ’ya şükretmekle, iyilik yapan insana teşekkür etmek arasındaki yakın alâkayı şöyle ifâde buyurmuştur: “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allâh’a şükretmiş olmaz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 11/4811; Tirmizî, Birr, 31) Peygamber Efendimiz, insana verilen en büyük nîmetler arasında şükreden bir kalbi zikretmiştir. Sevbân -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “…Altın ve gümüşü biriktirip de bunları Allâh yolunda sarf etmeyenlere, can yakıcı bir azâbı müjdele!” (et-Tevbe, 34) âyeti nâzil olduğu zaman biz, Allâh Rasûlü ile birlikte seferde bulunuyorduk. Ashâbdan bâzısı: “–Altın ve gümüş hakkında inecek olan indi. (Artık bir daha onları biriktirmeyiz.) Keşke hangi malın daha hayırlı olduğunu bilsek de ondan biraz edinsek?” dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevâbı verdi: “–Sâhip olunan şeylerin en kıymetlisi, zikreden bir dil, şükreden bir kalb, kocasının îmânına yardımcı olan sâliha bir zevcedir.” (Tirmizî, Tefsîr, 9/3094) Dâvûd -aleyhisselâm-, Rabbine çok şükrederdi. O, bir keresinde şöyle demiştir: “–Yâ Rabbi! Ben Sana nasıl şükredeyim. Zîrâ Sen’in şükrüne ancak Sen’in nîmetinle erişebiliyorum.” O’na şöyle vahyedildi: “–Sana olan nîmetlerimin hepsinin Ben’den olduğunu biliyor musun?”
Hazret-i Dâvûd: “–Evet.” dedi. Bunun üzerine Allâh Teâlâ: “–Bu şekilde düşünmen, Ben’im Sen’den râzı olmama kâfîdir.” dedi.179 Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir mü’mine rastlamıştı. O devamlı; “Allâh’ım, beni azlardan eyle!” diye duâ ediyordu. Ömer -radıyallâhu anh-, o zatın bu duâ ile neyi kasdettiğini anlayamamıştı. “–Niçin böyle duâ ediyorsun?” diye sordu. O mü’min, şu cevâbı verdi: “–Allâh Teâlâ; “…Kullarımdan şükredenler pek azdır.” (Sebe, 13) buyuruyor. Ben de o mes’ûd azınlıktan olmayı talep ediyorum.” dedi. Bu güzel düşünce karşısında hayran kalan Ömer -radıyallâhu anh-: “–Yazık bana, herkes Ömer’den daha akıllı ve bilgili!” diye hayıflandı. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 81) Cüneyd-i Bağdâdî yedi yaşında iken dayısı Seriyy-i Sakatî onu hacca götürür. Harem içinde gerçekleşen irfan sohbetlerinden birinde, şükür hakkında konuşulur. Oradaki âriflerin her biri kendi değerlendirmelerini yaptıktan sonra, Seriyy-i Sakatî, Cüneyd’e dönerek onun da konuşmasını ister. Cüneyd, bir müddet düşündükten sonra şu muhteşem cevâbı verir: “–Şükür, Allâh Teâlâ’nın lutfettiği nîmetle O’na âsî olmamak ve o nîmeti mâsiyete sermâye etmemektir.” (Ferîdüddîn Attâr, s. 318) Şükür hâli husûsunda İbrâhim bin Edhem ile Şakîk-i Belhî arasında geçen şu mülâkat, ne kadar hikmetlidir: Şakîk-i Belhî, İbrâhim bin Edhem’e sorar: “–Geçim husûsunda ne yaparsınız?” İbrâhim bin Edhem şöyle cevap verir: “–Bulunca şükrederiz, bulamayınca sabrederiz!..” Şâkîk-ı Belhî: “–Horasan’ın köpekleri de böyle yapar!” deyince bu defa İbrâhim bin Edhem sorar: “–Ya siz ne yaparsınız?” Şakîk-i Belhî şöyle cevap verir: “–Bulursak şükredip infâk eder, bulamadığımızda ise yine şükredip sabrederiz.”
Allâh’ın bahşettiği nîmetlere hakkıyla şükredebilmek mümkün değildir. Ancak, elimizden geldiğince hamd ve şükredersek, Cenâb-ı Hak, azımızı çok kabûl ederek bizden râzı olur. Allâh dostlarından Bişr-i Hâfî, bu hususta güzel bir misal teşkîl eder: Hazret, vefâtından sonra rüyâda görüldü. Kendisine: “–Allâh senin hakkında ne hüküm verdi?” diye sorulunca, şu mukâbelede bulundu: “–Allâh beni affetti ve cenneti bana lutfederek dedi ki: «–Ey Bişr! Eğer Ben’im için ateş korları üzerinde secde etseydin bile kullarımın kalbinde senin için yerleştirmiş olduğum muhabbetin şükrünü edâ edemezdin!»” (Kuşeyrî, Risâle, Beyrut 1990, s. 406) Barbaros Hayreddîn Paşa, Andrea Dorya’yı Preveze’de mağlûb eder. Andrea Dorya, perişan bir hâlde donanmasını bırakıp kaçmak sûretiyle canını zor kurtarır. Barbaros, direkleri yatırılmış düşman kadırgalarını ve içinde on binlerce esiri önüne katarak Sarayburnu’ndan Haliç’e girmektedir. Denizin üstü, içleri esir dolu düşman kadırgalarıyla kaplıdır. Kânûnî, vezirler ve paşalar bu muhteşem manzarayı, Sarayburnu’nda şu anda mevcûd olmayan bir sâhil sarayının önünden seyretmektedirler. Paşalardan biri heyecanla: “–Sultanım, dünyâ böyle bir manzarayı acabâ kaç kere seyretti? Sizler ne kadar fahretseniz (övünseniz) azdır!” der. Ulu Hâkan Kânûnî ise cevâben: “–Paşa! Bize; fahretmek mi (gururlanıp övünmek mi), yoksa bu muzafferiyetleri bahşeden yüce Rabb’imize hamd ile şükretmek mi düşer?!.” der. Ne muazzam bir İslâmî terbiye, ne muhteşem bir gönül âlemi… Velhâsıl, her ânımızı hamd ve şükür duyguları içinde yaşamamız, mühim bir kulluk vazîfemizdir. Bu mühim vazîfeyi îfâ etmemiz, bizi aynı zamanda Allâh Teâlâ’ya yaklaştıracak, üzerimizdeki nîmetlerin ziyâdeleşmesine vesîle olacaktır. Mevlânâ Hazretleri ne güzel söyler: “Nîmete şükretmek nîmetten daha hoştur. Şükrü seven kimse, şükrü bırakır da nîmet tarafına gider mi? Şükretmek, nîmetin canıdır. Nîmet ise deri gibidir, kabuk gibidir. Çünkü seni dostun kapısına ancak şükür götürür. Nîmet insana uyanıklığın zıddına gaflet de verebilir. Şükretmek ise dâimâ uyanıklık getirir. Sen aklını başına al da şükür nîmeti ile gerçek nîmeti avla!” 17. Şecaat
Şecaat; yiğitlik, bahadırlık, kahramanlık, kalb metâneti, şiddet ve tehlike esnâsında cesâret göstermek mânâlarına gelir. İnsandaki öfke ve hiddet kuvvetiyle bunların zıddı olan korkaklık arasındaki îtidâl hâlidir. Şecaatin esâsı, Allâh Teâlâ’nın takdîrine rızâ ve teslîmiyettir. Bu sebeple kadere îman ve Allâh’a tevekkül eden bir müslümana, korkaklık ve zillet aslâ yakışmaz. Sevbân -radıyallâhu anh-’ın naklettiğine göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır: “Size saldırmak üzere, yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya çağrışan yiyiciler gibi birbirlerini çağıracakları zaman yakındır.” Orada bulunanlardan biri: “–O gün sayıca az olacağımız için mi bu durum başımıza gelecek yâ Rasûlallâh!?” diye sordu. Efendimiz: “–Hayır, bilâkis o gün siz çok olacaksınız. Lâkin sizler, bir selin getirip yığdığı çer-çöp misâli, hiçbir ağırlığı olmayan kimseler durumunda olacaksınız. Allâh, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalblerinize zaafı koyacak!” buyurdular. “–Zaaf da nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” denildi. “–Dünyâ sevgisi ve ölüm korkusu!” buyurdular.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 5/4297) Demek ki kalblerden şecaat ve cesâret çıkıp yerini dünyâlıklara meyletme ve ölüm korkusu aldığında, mü’minler zillete dûçâr olacaklardır. Bu hâlleriyle de düşmanları karşısında hiçbir ağırlıkları kalmayacaktır. Fazîlet Tabloları
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den daha büyük bir şecaat sâhibi insan tasavvur etmek mümkün değildir. O, fevkalâde hâller karşısında bile sabır ve sebat gösterir, korku ve telâşa kapılıp uygunsuz hareket etmezdi. Cenâb-ı Hak, Rasûlü’ne Medîne’ye hicret etmesini emrettiğinde, bundan haberdâr olan Kureyş müşrikleri, Efendimiz’in evini kuşatmış, içeriden çıkar çıkmaz canına kıymak için kılıçlarını sıyırmışlardı. Fahr-i Kâinât Efendimiz ise hiç korku duymadan kapısını açmış, müşriklerin başlarına toprak saçmış ve Yâsîn Sûresi’nin ilk âyetlerini okuyarak aralarından vakur bir şekilde geçip gitmişti. (İbn-i Sa’d, I, 227-228) Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle demiştir: “Biz Bedir’de, Allâh Rasûlü’ne sığınıyorduk. O gün kendileri, düşmana en yakın olanımız, insanların en cesur ve metânetli olanı idi.” (Ahmed, I, 86)
Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh- da: “Rasûlullâh Efendimiz’den daha sehâvetli, daha necdetli (daha yiğit), daha şecaatli bir kimse görmedim!” demiştir. (İbn-i Sa’d, I, 373) Uhud’da müşriklerden bir adam, deve üzerinde meydana çıktı ve çarpışmak için er istedi. Müşrik, herkesin kendisinden çekindiğini ve geri durduğunu görünce, isteğini üç kere tekrarladı. Bunun üzerine, Zübeyr bin Avvâm -radıyallâhu anh- ona doğru yürüdü. Devenin üzerine sıçrayıp adamın boğazına sarıldı ve boğuşmaya başladılar. Peygamber Efendimiz: “–Aşağıya doğru çek, yere düşür onu!” buyurdu. Çok geçmeden müşrik yere düştü. Zübeyr de üzerine çöküp onun işini bitirdi. Bunun akabinde Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “–Eğer Zübeyr çıkmasaydı, herkes geri durduğu için, onun karşısına ben çıkacaktım!” buyurdu.180 Mekke müşriklerinden Übey bin Halef, İslâm’ın en azılı düşmanlarındandı. Hicretten evvel Âlemlerin Efendisi’ne: “–Bir at besliyorum; ona en iyi şeyleri yediriyorum. Bir gün ona binerek Sen’i öldüreceğim!” demişti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bir defâsında ona: “–İnşâallâh ben seni öldüreceğim!” şeklinde mukâbele etmişti. Uhud Harbi günü bu ahmak müşrik, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i arıyor ve şöyle diyordu: “–Eğer bugün O kurtulursa, benim işim bitik demektir!” Bu düşünceyle, Peygamber Efendimiz’e saldırmak için yakınına kadar geldi. Sahâbe-i kirâm da, henüz uzaktayken onun başını uçurmak istediler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Bırakın gelsin!” buyurdu. Übey bin Halef yaklaşınca, Fahr-i Kâinât Efendimiz, bir sahâbînin mızrağını aldı. Bu sefer Übey geri kaçmaya başladı. Ancak Peygamberler Sultânı: “–Nereye kaçıyorsun ey yalancı?” diyerek mızrağı fırlattı. Mızrak, Übey’in boynunu hafifçe sıyırdı. Fakat o, bu kadarcıkla bile atından düştü; birkaç kere takla attı ve canhıraş bir şekilde koşarak kendi tarafına kaçtı. Bir yandan koşuyor, bir yandan da gözleri yuvalarından fırlamış bir hâlde bağırıyordu: “–Yemin ederim ki, Muhammed beni öldürdü!..” Yanına gelip yarasına bakan müşrikler: “–Bu basit bir sıyrık!” dediler. Fakat o teskin olmadı ve:
“–Muhammed bana Mekke’de iken; «Ben seni kesinlikle öldüreceğim!» demişti. Yemin ederim ki, eğer O bana bir tükrük de atsa, ben yine ölürüm!..” dedi. Ardından bağırmasına devâm etti. Sesi, sanki bir öküzün böğürmesi gibi çıkıyordu. Ebû Süfyan: “–Şu küçücük sıyrığa bu kadar bağırılır mı?” diye onu ayıpladığında Übey, ona da şöyle dedi: “–Sen biliyor musun, bu sıyrığı kim yaptı? Bu, Muhammed’in açtığı bir yaradır. Lât ve Uzzâ’ya yemin ederim ki, bu yaradan duyduğum acıyı bütün Hicaz halkına dağıtsalar, onların hepsi de yok olur. Muhammed bana Mekke’de; «Ben seni kesinlikle öldüreceğim!» demişti. Ben tâ o zaman, O’nun eliyle öldürüleceğimi ve O’ndan kurtulamayacağımı anlamıştım.” Azılı bir Peygamber düşmanı olan Übey, nihâyet Mekke’ye ulaşmalarına bir gün kala yolda öldü. (İbn-i İshâk, s. 89; İbn-i Sa’d, II, 46; Hâkim, II, 357) Muhammed bin Mesleme şöyle der: Kulaklarımla duydum, gözlerimle gördüm ki, müslümanlar Uhud’da bozuldukları zaman, dağa doğru kaçıyorlardı. Rasûlullâh da arkalarından: “–Ey filân! Bana doğru gel. Ey filân, bana doğru gel. Ben Rasûlullâh’ım!” diye sesleniyordu. (Vâkıdî, I, 237) Bu hakîkati beyan sadedinde Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “O zaman siz, harp sahasından hızla kaçıyor ve kimseye dönüp bakmıyordunuz. Allâh’ın Rasûlü ise (büyük bir cesâret ve şecaatle olduğu yerde durarak) arkanızdan sizi çağırıyordu…” (Âl-i İmrân, 153) Uhud günü yapılan sözleşme mûcibince, müşriklerle müslümanlar bir yıl sonra tekrar savaşacaklardı. Bu sözleşme dolayısıyla Ebû Süfyan, ordusunun başında Merru’z-Zahrân mevkiine kadar geldi, ancak yüreğini yine bir korku sardı ve geri dönmek zorunda kaldı. Fakat gurûrunu çiğnetmek de istemediğinden Medîne’ye bir adam yolladı. Kendilerinin büyük bir ordu ile yola çıktıklarını söyletip, aklınca, mü’minleri korkutarak harbe çıkmalarını engellemek istiyordu. Haber Medîne’ye ulaştığında Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, savaş hazırlıklarını çoktan tamamlamış, yola koyulmak için emir bile vermişti. Haberci, Ebû Süfyân’ın korkup da geri döndüğünü bildiğinden, müslümanları iyice tedirgin edip harpten korkutarak yola çıkmalarına mânî olabilmek için elinden geleni yapıyordu. Kendisine tembih edilen yalanların üstüne yeni yalanlar ilâve ediyor, şâyet müslümanlar Mekkelilerle şehir dışında harp ederlerse, âkıbetlerinin çok kötü olacağını söylüyordu. Onun ve münâfıkların çabaları netîcesinde, bâzı müslümanların kalblerine korku düştü ve sefere çıkmak istememeye başladılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, yanımda hiç kimse olmasa bile, ben tek başıma Bedir’e gideceğim!” Bundan sonra, Allâh Teâlâ müslümanlara yardım etti ve kalblerine sebat ihsân eyledi. (İbn-i Sa’d, II, 59; Vâkıdî, I, 386-387) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kahramanlık gösterdiği yerlerden biri de Huneyn’dir. O gün herkes düşmandan kaçarken, Fahr-i Kâinât Efendimiz bineğini sürekli düşman saflarına doğru sürmüş ve kendisine mânî olmak isteyen ashâbını dikkate almayarak ilerlemiştir. (Müslim, Cihâd, 76) Hazret-i Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor: Huneyn gününde, Hevâzin, Gatafan ve diğerleri, çocukları ve develeriyle birlikte (savaş mahalline) geldiler. O gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ordusunda on bin kişi vardı. Fetihten sonra affedilen Mekkeliler de Rasûlullâh’ın safında idi. (Savaş başlar başlamaz) hepsi geri kaçtı. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- yalnız kaldı. Efendimiz, o gün iki defa nidâ etti. İkisi arasına bir başka söz de karıştırmadı. Şöyle ki, sağ tarafına yönelip: “–Ey Ensâr cemaati!” diye seslendi. O taraftakiler: “–Buyrun ey Allâh’ın Rasûlü! Biz, Sen’inle beraberiz! Müjde!” dediler. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- sonra da soluna döndü yine: “–Ey Ensâr cemaati!” diye seslendi. O taraftakiler de: “–Buyur ey Allâh’ın Rasûlü! Müjde, biz Sen’inleyiz!” dediler. Peygamber Efendimiz, beyaz bir katırın üstünde idi. Katırdan indi ve: “–Ben Allâh’ın kulu ve elçisiyim!” dedi. (Bunun üzerine müslümanlar toparlanıp mukâbil hücûma geçince) müşrikler hezîmete uğradı… (Buhârî, Meğâzî 56, Humus 19, Menâkıb 14, Menâkıbu’l-Ensâr 1; Müslim, Zekât 135) Bir adam Berâ İbnu Âzib -radıyallâhu anhümâ-’ya geldi ve: “–Ey Ebû Umâre! Huneyn gününde hepiniz geri mi kaçtınız?” diye sordu. Berâ: “–Ben, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kaçmadığına şehâdet ederim! Ancak, askerlerden yükü hafif olan öncüler ile zırh taşımayanlar Hevâzin’in bir kanadına yürüdüler. Hâlbuki buradakiler okçu kimselerdi: Onları çekirge sürüsü gibi hep birden ok yağmuruna tuttular. Bunun üzerine dağılmak zorunda kaldılar. Böylece düşman, Rasûlullâh’a yöneldi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın katırını Ebu Süfyan İbnü’l-Hâris -radıyallâhu anhçekiyordu. Efendimiz katırından indi, duâ etti, (Allâh’tan) yardım talep etti. Şöyle diyordu: “–Ben Peygamberim, yalan değil! Ben Abdülmuttalib’in oğluyum! Allâh’ım! Yardımını indir.” Sonra askerleri düzene koydu. Berâ devamla der ki:
“Vallâhi biz savaş kızıştı mı Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm-’a sığınırdık. Bizim en cesur olanımız, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’le aynı hizâda durabilendi.” (Müslim, Cihâd 79; Buhârî, Meğâzî Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- der ki: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- halkın en güzeli, en cömerdi ve en cesâretlisi idi. Medîne’de bir feryâd veya korkulu bir hâl vukû bulduğunda, Peygamberimiz hemen Ebû Talha’nın Mendub isimli atını emâneten alır, feryâdın geldiği yere yetişirdi. Hiçbir feryâd ve imdat sesi duyulmazdı ki, Mendub’un oraya bir rüzgâr gibi revân olduğunu görmeyelim. Yine bir gece, Medîneliler bir feryâd işitip korkmuşlar ve sesin geldiği tarafa doğru gitmişlerdi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, onlardan önce sesin geldiği yere yetişmiş ve durumu inceleyip dönerken insanlarla karşılaşmıştı. Kendisi Ebû Talha’nın atının üzerinde, kılıcı da boynunda asılı olduğu hâlde ashâbına: «–Korkmayınız! Korkmayınız!» buyuruyor, Mendub için de; «Onu azgın bir sel gibi sür’atli bulduk!» diyordu.” (İbn-i Sa’d, I, 373; Buhârî, Edeb, 39) Ashâb-ı kirâm, Bedir’de çok büyük fedâkârlık ve kahramanlıklar göstermişlerdir. Bilhassa Allâh’ın Arslanı Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh-, büyük bir şecaat ve cengâverlik numûnesi sergilemişti. Nitekim müşriklerin ileri gelenlerinden Ümeyye bin Halef, ashâbdan Abdurrahmân bin Avf’a: “–Savaşta alâmet olarak göğsüne deve kuşu kanadı takan zât kimdi?” diye sormuştu. “–O, Hamza bin Abdülmuttalib’dir!” cevâbını alınca: “–İşte bize ne yapıldıysa, hep o yaptı!” demiştir. (İbn-i Hişâm, II, 272) Uhud’da çarpışma kızıştığı esnâda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- eline bir kılıç alarak: “–Bunu benden kim alır?” diye sordu. Sahâbîler: “–Ben, ben!” diyerek onu almak üzere ellerini uzattılar. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Bu kılıcı, hakkını vermek üzere kim alır?” diye sorunca, onu almaktan çekindiler. Ensâr’dan Ebû Dücâne -radıyallâhu anh- ayağa kalkıp: “–Ben onu hakkını vermek üzere alırım yâ Rasûlallâh!” dedi. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 128) Ebû Dücâne kılıcı alınca: “–Bunun hakkı nedir yâ Rasûlallâh!” diye sordu. Peygamber Efendimiz:
“–Onun hakkı, eğilip bükülünceye kadar düşmanla vuruşmandır…” buyurdu. Ebû Dücâne kılıcı aldı, kırmızı sarığını çıkarıp başına sardı ve İslâm saflarıyla müşriklerin safları arasında, kurula kurula, çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun mağrur ve kibirli bir şekilde yürüdüğünü görünce: “–Bu öyle bir yürüyüştür ki, Allâh Teâlâ ona bu gibi durumların hâricinde (yâni nefsâniyeti nâmına yürüyene) buğzeder!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 11-12) Allâh Rasûlü’nün halası Hazret-i Safiyye, Hendek Harbi esnâsında kadın ve çocuklarla birlikte, Hassan bin Sâbit’in, Fârî adlı köşkünde bulunuyordu. Yahûdîlerden on kişilik bir birlik gelip köşkü oka tuttular ve içeri girmeye çalıştılar. Onlardan birisi köşkün çevresinde dolaşıyor, açık bir yer arıyordu. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbı ise o esnâda Hendek’te düşmanla harp hâlindeydi. Hazret-i Safiyye -radıyallâhu anhâ-, çâresiz kalıp bu musîbeti kendisinden başka def edecek kimsenin olmadığını görünce, başını bir tülbentle sıkıca bağladı ve eline bir sırık alarak köşkten aşağıya indi. Kapıyı açıp orada dolaşan yahûdînin arkasından sessizce yaklaştı. Elindeki sırıkla başına vurup onu öldürdü. Arkadaşlarının ölmüş olduğunu gören yahûdîlerin içine bir korku düştü: “–Bize buradaki kadınların başında muhâfızların olmadığı söylenmişti!” diyerek dağılıp gittiler. (Heysemî, VI, 133-134; Vâkıdî, II, 462) Hâlid bin Velîd -radıyallâhu anh- şöyle demiştir: Mûte Savaşı’nın yapıldığı gün, elimde dokuz kılıç kırıldı. Sâdece Yemen yapımı enli bir kılıç dayandı. (Buhârî, Meğâzî, 44) Allâh Rasûlü ve ashâbının izini tâkip eden büyük sûfî Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri, memleketi Harezm, Moğol işgâline mâruz kalınca talebeleriyle birlikte kahramanca direnmiş ve şehîd düşmüştür. Tasavvuf kültüründe şehâdet hasretini vird hâline getiren, serhatlerin emniyetini sağlamak için uç boylarında yerleşen ve kahramanlık misalleri sergileyen alperenler de şecaat ve cesâretin en mühim temsilcileri olmuşlardır. Osmanlı’yı bertarâf edip Bizans’ı kurtarmak ve müslümanların elinde bulunan Kudüs’ü ele geçirmek gibi gâyelerle teşkîl edilen müttefik haçlı ordusu harekete geçerek Osmanlı topraklarına girmiş ve Tuna Nehri kıyısındaki Niğbolu kalesini kuşatmıştı. Bunu haber alan Yıldırım Bâyezîd, adına yakışır bir sür’atle Niğbolu önlerine geldi. Hattâ kaleyi teslîm etmemelerini bildirmek için, gece yarısı tek başına atına binerek düşman saflarının arasından ustalıkla geçti ve surların dibinden kale kumandanına seslendi: “–Bre Doğan! Bre Doğan!..”
Sultân’ın sesini tanıyan Doğan Bey, büyük bir şaşkınlıkla derhâl burçların üzerinden cevap verdi: “–Buyrunuz şevketlüm!..” Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Han, kısa tâlimâtını bildirdi: “–Doğan! Ordumla birlikte geldim! Sakın ola kaleyi teslîm etmeyesin!” dedi ve sür’atle geri dönerek karanlıkların arasında gözden kayboldu. Ertesi gün, kalabalık haçlı ordusuyla yapılan kanlı muhârebe, Yıldırım Hân’ın kesin gâlibiyetiyle neticelendi. Bu haçlı ordusuna, büyük-küçük bütün Avrupa devletleri asker vermişti. Bunlar arasında on bin Fransız şövalyesi vardı ki; «Gökler yıkılsa, mızraklarımızla tutarız!» diye övünmüşlerdi. Lâkin Haçlılar, Osmanlı’nın îmanla yoğrulmuş hamleleri karşısında eriyip tükenmişti. O gün Yıldırım Bâyezîd, vücûdunun çeşitli yerlerinden yaralandığı gibi atının da yaralanması üzerine yere düşmüştü. Ancak O, bunlara aldırmayıp yeni bir ata binmiş ve harbi bütün kudretiyle idâre ederek zafere nâil olmuştu. Yıldırım Bâyezîd Han, Niğbolu zaferinde birçok asilzâde ve şövalyeyi esir almıştı. Esirlerin arasında Fransızların meşhur şövalyesi Korkusuz Jan (Jean) da vardı. Yıldırım Bâyezîd Han, onları, fidye karşılığı serbest bıraktı. Ayrıca memleketlerine dönecekleri gün hepsine bir ziyâfet verdi. Bütün şövalyeler, Sultân’ın bu insânî muâmelelerine mukâbil, kendilerinin esirlere yaptıkları fenâ davranış ve zulümleri düşünerek son derece mahcup oldular ve: “–Şu andan itibâren, Anadolu ve Rumeli’nin Hâkânı Yıldırım Bâyezîd Hân’a karşı gelmeyeceğimize ve ona karşı silâh kullanmayacağımıza dâir nâmus ve şerefimiz üzerine yemin ediyoruz!..” dediler. Onların minnet altında söylemiş olduğu bu sözler üzerine, küffâra karşı muhteşem bir cesâret âbidesi olan koca Sultan Yıldırım Bâyezîd Han, gür sesi ile şövalyelere şöyle hitâb etti: “–Avrupa’da korkusuz lâkabını almış olan Jan ve arkadaşlarının, bana karşı silâh kullanmayacaklarına dâir etmiş oldukları yeminleri geri iâde ediyorum. Gidiniz; yeniden ordular toplayınız ve üzerime geliniz! Biliniz ki, bu hareketiniz bana bir kez daha zafer kazanma imkânı verecektir. Zîrâ ben, Allâh’ın dînini yüceltmek üzre Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için dünyâya gelmiş olduğumun şuûrunda bir sultânım. Bu itibarla, Hazret-i Allâh’ın yardım ve nusreti bizimledir. Ve bir kimsenin ki yardımcısı Allâh’tır, elbette onu yenebilecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur!..” Timur, o zamanın tankları sayılan fillerle Sivas Kalesi’ni muhâsara ettiğinde, kalede bulunan Yıldırım Bâyezîd’in oğlu Şehzâde Ertuğrul, şehir eşrâfını topladı ve onlara şöyle dedi: “–Benim vazîfem, sizleri muhâfaza için gayret sarf etmektir. Timur’un kuvvetleri kıyas edilemeyecek derecede bizden çok olabilir. Bu bir kader-i ilâhîdir. Bana düşen, onun saldırısını yiğitçe göğüsleyip sizleri ve kaleyi şânımıza yaraşır bir şekilde müdâfaa etmektir. Biliniz ki Timur, bizim cesetlerimizi çiğnemeden aslâ bu şehre giremez…”
Bu sözlerinin ardından Şehzâde Ertuğrul, dediği gibi hareket etti ve bir avuç yiğidiyle koca Timur ordusuna karşı inanılmaz bir mukâvemet gösterdi, kahramanca vuruştu. Ancak azgın bir sel gibi akan düşman ordusunun önünde cengâverleriyle birlikte nihâyet şehâdet şerbetini nûş eyledi. Şehzâdeyi bertarâf eden Timur, kaledekilere, teslîm olurlarsa kimsenin kanını dökmeyeceğine dâir haber yolladı. Fakat bu söze güvenerek teslîm olan bütün kale müdâfîlerini hunharca öldürdü. Şu hâdise de Osmanlı askerinin şecaatini gösteren güzel bir misaldir: Preveze Zaferi’nin müjdesini dörtnala at üzerinde getiren levent, Topkapı Sarayı’na girince, atının dizginini çekmesi ile, at bir müddet iki ayak üzerinde dönmüştü. Bu manzarayı seyreden Kânûnî’nin, levende: “–Ne azgın bir küheylânla gelmişsin!..” demesi üzerine levendin: “–Hünkâr’ım! Akdeniz azgın bir küheylândı. Biz onu bile uslandırdık!..” cevâbını vermesi, îman cesâretiyle şahlanıştan doğan bir îtimâd-ı nefsin tezâhürü idi. Çanakkale Harbi esnâsında, düşman donanmasının Marmara Denizi’ni geçebileceği endişesi ile tedbir olarak pâdişah ve hükûmetin Eskişehir’e nakli kararlaştırılmıştı. Tahttan indirilip Beylerbeyi Sarayı’na hapsedilmiş olan II. Abdülhamid Han, durumdan haberdâr olunca, bunu büyük bir cesâret ve şecaatle redderek: “–Ben Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın torunuyum!.. Hiçbir zaman Bizans İmparatoru Konstantin’den aşağı kalamam! Dedem Fâtih İstanbul’u alırken, Konstantin bile, askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Düşmanın Çanakkale’den girmesi ihtimâli -Allâh göstermesin- bir hakîkat olursa, elime bir silâh alır, bir nefer olarak gider, dövüşe dövüşe ölürüm. Düşman ancak cesedimi çiğnemek sûretiyle İstanbul’a girer. Devletin başında bulunan birâderim Reşad’a söyleyin, o dahî sakın bir yere gitmesin. O ve hükûmet, İstanbul’dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler!..” dedi. Nitekim O’nun bu kararlılığı karşısında, pâdişah ve hükûmet İstanbul’da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılması önlenmiş oldu. Fransız seyyah A. L. Castellan, Osmanlı insanının şecaatini şu sözleriyle tasvîr eder: “Kazâ ve kader akîdesi, Osmanlı’nın zihninde kökleşmiştir. Bu akîde, onlarda şecaat yerine geçer; sebat ve metânetlerini artırır. Ölümü bile tevekkülle göze almalarına vesîle olur. İşte bundan dolayı, gözle görülecek kadar muhakkak olan tehlikeler bile onları yıldırmaz. Nice ateşlerin içine ve düşman süngülerinin üstüne atılıp bütün vücutları delik deşik olduktan sonra bile, eğer henüz ecelleri geldiğine kânî değillerse hayatlarından ümit kesmezler.” Hâsılı, mü’minler yalnız Allâh’tan korkarlar ve O’na tevekkülleri sebebiyle başka hiçbir şeyden korku duymazlar. Cesâret ve metânetle Allâh’ın emirlerini tatbik ederler. Şecaatlerini firâset
ve basîretle kullanarak, nerede nasıl hareket etmek îcâb ediyorsa öyle davranırlar. Cenâb-ı Hak bu hâli şöyle medheder: “O peygamberler (öyle seçkin kimselerdir) ki, Allâh’ın buyruklarını tebliğ ederler, sâdece Allâh’tan korkarlar ve Allâh’tan başka hiç kimseden korkmazlar…” (el-Ahzâb, 39) İstikâmet, umûmî mânâsıyla bir hedefe tezatsız, tereddütsüz ve devamlı olarak yönelip ilerlemek demektir. Tasavvuf ıstılâhında ise, yaratılıştaki mâsumiyet ve sâfiyeti lekelemeden muhâfaza edebilmektir. Diğer bir ifâde ile istikâmet, Allâh Rasûlü’ne muhabbeti tâze tutarak O’nun örnek şahsiyetinden nasîb almak, ahlâkı ile ahlâklanmak, bir ömür Kur’ân ve Sünnet’in rûhâniyeti ile yaşamak, nefsânî dünyâ zevklerinden uzaklaşıp ibâdet, kulluk ve mârifet sırlarına vukûfiyet kazanabilmektir. Hakk’a vâsıl olmak için istikâmetten başka yol olmadığı gibi, her hususta istikâmeti muhâfaza etmek kadar yüksek bir makam ve onun lâyıkıyla yerine getirilmesi kadar zor olan hiçbir emir yoktur. Bu sebeple Hak yolunda istikâmet, en büyük kerâmet olarak görülmüştür. Cenâb-ı Hak, istikâmet ehlini şöyle müjdeler: “Şüphesiz; «Rabbimiz Allâh’tır.» deyip sonra istikâmet üzere bulunanların üzerine melekler iner ve onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, size va’dolunan cennetle sevinin! Biz, dünyâ hayâtında da âhirette de sizin dostunuzuz. Gafûr ve Rahîm olan Allâh’ın bir ikrâmı olmak üzere, orada canınızın çektiği ve arzu ettiğiniz her şey sizin için hazırdır.» derler.” (Fussilet, 30-32) “«Rabbimiz Allâh’tır.» deyip sonra da istikâmet üzere bulunanlar için ne korku ne de hüzün vardır. Onlar, işlediklerinin karşılığı olarak cennette ebedî kalacaklardır.” (el-Ahkâf, 13-14) İstikâmet ehlinin yolu “sırât-ı müstakîm”dir. Bu dosdoğru yola lâyıkıyla sülûk edebilenler hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmuştur: “Kim Allâh’a ve Rasûlüne itaat ederse işte onlar, Allâh’ın kendilerine lutuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (enNisâ, 69) Sırât-ı müstakîm, seçkin kimselerin yoludur. İstikâmetin esası da îman ve takvâdır. Bu ikisinin mahalli ise kalbdir. Bu itibarla istikâmet, kalbde bulunan îman ve takvâ ile vücûdun yekâhenk olmasıdır. Kalbdeki îman, ihlâs ve îtidâl, istikâmeti sağlar ve dâimî kılar. Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Dil istikâmet üzere olmadıkça kalb, kalb istikâmet üzere olmadıkça îman müstakîm olmaz.” buyurmuştur. (Ahmed, III, 198) Mü’min, şu fânî hayatta dâimâ müstakîm olmalı, hiçbir zaman hak yoldan sapmamalıdır. Şâir ne güzel söyler:
Korkma düşmandan ki âteş olsa yandırmaz seni!
Müstakîm ol, Hazret-i Allâh utandırmaz seni! Fazîlet Tabloları
Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e ve O’nun şahsında biz ümmetine şöyle buyurmuştur: “(Ey Habîbim!) Emrolunduğun gibi istikâmet üzere ol! Sen’inle beraber tevbe eden (mü’min)’ler de emrolundukları gibi istikâmet üzere olsunlar! Ve sakın (bu hususta) aşırılığa kaçmayın!..” (Hûd, 112) Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu âyet-i kerîmeye işâretle: “Beni Hûd Sûresi ihtiyarlattı…” buyurmuştur. (Tirmizî, Tefsîr, 56/3297; Kurtubî, IX, 107) Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anh- bu âyetle alâkalı olarak şöyle demiştir: “Kur’ân-ı Kerîm’de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- için bu âyet-i kerîmeden daha şiddetli bir hitap vâkî olmamıştır.”181 Buradaki hitap her ne kadar Nebiyy-i Zîşân Efendimiz’e ise de, O’nu bu kadar meşakkate sokan, sâdece şahsıyla alâkalı istikâmet endîşesi değildi. Zîrâ O: “(Ey Habîbim! Sen) sırât-ı müstakîm üzeresin.” (Yâsîn, 4) te’yîd-i ilâhîsine mazhardı. O’nu ihtiyarlatacak kadar düşündüren husus, emrin mü’minlere de şâmil olması sebebiyle onlar hakkında duyduğu endişedir. Fahr-i Kâinât Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde: “İstikâmet üzere olun. (Bunun sevâbını) siz takdîr edip kavrayamazsınız. Şunu bilin ki, en hayırlı ameliniz namazdır…” buyurmuşlardır. (Muvatta, Tahâret, 6) Süfyân bin Abdullâh -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e: “–Yâ Rasûlallâh! Bana İslâm’ı öyle bir anlat ki, onu bir daha başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim.” dedim. Efendimiz: “–Allâh’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” buyurdu. (Müslim, İmân, 62) Hazret-i Enes -radıyallâhu anh-’ın naklettiğine göre, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Şüphesiz; «Rabbimiz Allâh’tır.» deyip sonra istikâmet üzere bulunanların üzerine melekler
iner ve onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, size va’dolunan cennetle sevinin!» derler.” (Fussilet, 30) âyetini okudu ve şöyle buyurdu: “İnsanlar, bunu hep söylediler. Ancak, sonradan ekserisi küfre düştü, kim bu söz üzere ölürse, o kimse istikâmet üzere olanlardandır.” (Tirmizî, Tefsîr, 41/3250) Büyüklerden biri, arkasına odun yüklenmiş, güçlükle yürüyen bir ihtiyara rastladı. Onun hâline bakarak: “–Ey ihtiyar! Senin rızık verici olan Allâh’a îtimâdın kalmadı mı ki, şu yaşında hâlâ bu mihneti çekiyorsun? Yoksa sana bakacak kimse yok mu?” dedi. İhtiyar oduncu, muhâtabının mânevî idrâk eksikliğini gidermek için gözlerini semâya kaldırıp ellerini açarak: “–Yâ Rabbî! Şunları altına dönüştür!” der demez odunlar altın oluverdi. Bu kerâmeti gören zât, bu defa şaşkınlıkla: “–Böyle bir mertebeye ulaşmış bir kimse, niçin odun taşıyor?” diye sordu. İhtiyar oduncu dedi ki: “–Evlâdım, bunu nefsimin beni kul olarak bilmesi ve kulluk dâiresinin dışına çıkmaması için yapıyorum. Zîrâ Hak katında makbûliyet, kulluktaki istikâmet nisbetindedir…” Bâyezîd-i Bistâmî -kuddise sirruh- şöyle der: “Havada bağdaş kurup oturabilen birini görürseniz, o şahsın ilâhî emir ve nehiy hudutlarını koruduğunu, Sünnet’e tâbî olduğunu ve Hakk’ın hukûkuna riâyet ettiğini görmedikçe, bunun bir kerâmet olduğuna inanmayınız.” Yine Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri şöyle anlatır: Bir gün Dicle nehrinden karşı tarafa geçecektim. Yanına varınca Dicle’nin iki yakası, bana yol vermek için birleşti. Derhâl kendimi toparladım ve Dicle’ye şöyle dedim: “And olsun ki, ben buna kanmam. Zîrâ sandalcılar bir adamı yarım akçeye karşıya geçiriyorlar. Ama sen, otuz senelik amelimi istiyorsun! O hâlde mahşer için hazırladığım amel-i sâlihlerimi aslâ burada yarım akçe karşılığında ziyân edemem. Bana Kerîm lâzım, kerâmet değil!” Bir gün mürîdleri, Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nden kerâmet istemişlerdi. Hazret buyurdu ki: “–Bizim kerâmetimiz açıktır. İşte bakınız; omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen hâlâ ayakta durabiliyor ve yeryüzünde yürüyebiliyoruz. Bundan daha büyük kerâmet mi olur?..” Ardından tasavvufta mühim olan husûsun kerâmet değil, istikâmet olduğunu bir kez daha hatırlatarak şöyle buyurdular:
“–Bir kimse bir bahçeye girse ve oradaki ağaçların her bir yaprağının dile gelip; «Ey Allâh’ın velîsi merhabâ!» diye seslendiğini duysa, gerek zâhiren, gerek de bâtınen bu sese aslâ iltifat etmemelidir! Bilâkis kulluktaki gayret ve azmi daha da ziyâdeleşmelidir.” Bunun üzerine bâzı mürîdleri: “–Efendim, ne kadar üzerini örtseniz de, sizden de zaman zaman kerâmet zâhir olmakta!..” dediler. O büyük tevâzû âbidesi Hak dostu: “–O müşâhede ettikleriniz, mürîdlerimin kerâmetleridir.” buyurdu. Çünkü o, büyük bir mahfiyet hâli, yâni mânevî derecesini gizleme duygusu içerisindeydi. Bu yüzden de henüz hayatta iken söz ve kerâmetlerini yazmak isteyen mürîdi Hüsâmeddîn Hâce Yûsuf’a müsâade etmemişti. İslâm büyükleri, Hak yolunda kendilerine kerâmeti değil dâimâ istikâmeti düstûr edinerek o yüce makamlara erişebilmişlerdir. Onlar, kerâmet sâyesinde havada uçan kuşun, suda yüzen balığın sâhip olduklarından daha fazla bir değer kazanmadıklarını dile getirmişlerdir. Yine onlar, yegâne mârifetin, kuş ile balığın yaptığını taklide yönelmekte değil, Hakk’ın rızâsına râm olarak yüksek bir kulluk şuuru içinde istikâmet üzere yaşayabilmekte olduğunu, her vesîle ile ifâde etmişler ve bunu hâl ve davranışlarıyla da ortaya koymuşlardır. Hak dostları, gösterişten berî bulundukları için çok mecbur kalmadıkça kerâmet izhâr etmezler. İnsanlara, örnek alınabilecek beşerî ahlâk mükemmellikleriyle görünürler. Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin, talebelerinden birine kerâmetle ilgili yaptığı şu vasiyet çok câlibi dikkattir: “İlim, hâl ve irfân seviyenin yüksekliğine aldanma! Bel’am bin Bâûrâ’nın Levh-i Mahfûz’a bakıp onu okuyacak makâma geldikten sonra başına neler geldiğini hatırla!” Onun ibretli hâli Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifâde buyrulur: “…Fakat o, dünyâya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler.” (el-A‘râf, 176) Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri: “İstikâmet ve gayret, sayısız keşif ve kerâmetten efdaldir. Ayrıca bilinmelidir ki keşif ve kerâmet, dînin emirlerine riâyeti artırmaya vesîle olmuyorsa, belâ ve fitneden başka bir şey değildir.” der.
Muhammed Es’ad Efendi -rahmetullâhi aleyh-’in, bilhassa önde gidenlere, istikâmetin ehemmiyetini beyan sadedindeki îkazları şöyledir: “Âlim olsun, şeyh olsun, başında istikâmet sarığı bulunmayan herkes, sonunda zevâl bulup gider.” “Eğer sırtın istikâmet yükü altında iki kat olmamışsa, arzu okun hiç Allâh’a yakınlık hedefine isâbet eder mi?” (Dîvân, İstanbul, 1991, s. 27) İstikâmet husûsunda, kerâmet ehli Hak dostlarının bile yürekleri endişe içinde titrerken, biz günahkâr mü’minlerin bu hususta ne kadar hassâsiyet göstermemiz îcâb ettiğini bir teemmül edelim… Velhâsıl, istikâmet her mü’min için zarûrîdir. Ancak ona sâhip olmak da muhâfaza etmek de çok zordur. Elde edilen bir netîcenin şerefi, ona ulaşmak için katlanılan meşakkatler nisbetinde olduğundan, istikâmet sâhipleri, ödedikleri büyük bedele mukâbil, yüksek bir şerefe ve sonsuz mükâfâtlara nâil olurlar. 19. Kadirşinaslık ve Vefâkârlık
Kadirşinaslık ve vefâ, İslâmî şiarların en mühimlerinden biridir. İnsanı insanlık haysiyetine nâil eyleyen vasıflardandır. Peygamberlere, velîlere ve fazîlet sâhibi kimselere âit bir vasıf olarak, beşerî hayâtı en yüce bir seviyede taçlandıran mânevî bir haslettir. Bu ulvî his, sevilen veya sevilmesi gereken kimselere verilen kıymetin bir ölçüsüdür. Vefâ duygusuna sâhip olmayan kimseler sâdece kendini, zevkini ve menfaatini düşünen bencil kimselerdir. İnsan her şeyden evvel, Rabbine karşı vefâkâr olmalıdır. Bu ise, ancak ve ancak O’nun emirlerine riâyetle gerçekleşir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19) Allâh’a karşı vefâdan sonra en ulvî ve en gerekli vefâ, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gösterilendir. Bu vefâ; «ümmetî, ümmetî» diyerek Cenâb-ı Hakk’a tazarrû ve niyazlarında öncelikle ümmeti için talepte bulunan Peygamber aleyhissalâtü vesselâm-’a duyulan şükran hislerinin bir ifâdesidir. Peygamber’e sevgi ve muhabbette derinleşmekle başlayacak olan bu vefâ, O’nun Sünnet-i Seniyye’si etrafında pervâne olabilmekle mümkündür. Her mü’min, din büyüklerine, yâni Hak dostlarına karşı da vefâ hissiyle dolu olmak mecbûriyetindedir. Zîrâ, Allâh ve Rasûlü’nün getirdiği emir ve nehiyleri, güzel ahlâkı ve iki cihânımızı aydınlatan ulvî kandilleri bizlere taşıyan Hak dostlarıdır. Vefâ gösterilmesi gerekenler, sâdece bu saydıklarımızdan ibâret değildir. Bilhassa dostlara ve din kardeşlerine vefâyı da gönle yerleştirmek gerekir. Diğer taraftan, ecdâda vefâ,
dirilerimize ve ölülerimize vefâ, vatana vefâ ve toplumdaki bütün emânetlere vefâ, sağlam karakter ve şahsiyetin vasıflarındandır. Hazret-i Mevlânâ, kadirşinas ve vefâkâr olmanın fazîletini ne güzel îzâh eder: “Aşk, muhabbet, dostluk gibi hususların cümlesi vefâya bağlıdır ve dâimâ vefâlı olan kimseyi arar. Bunlar, vefâsız bir gönle aslâ yaklaşmaz. Kalem; «Vefânın karşılığı vefâ; cefânın karşılığı da cefâdır.» diye yazmış ve mürekkebi de kurumuştur. Bir pâdişah, kendisine hâinlik eden kimse oğlu bile olsa onun başını gövdesinden ayırıverir. Fakat bir Hintli köle pâdişaha vefâ gösterirse, gönüller o köleye iltifatta bulunur, onu takdir eder… Onun gördüğü îtibârı, yüzlerce vezir göremez. Köle de ne ki; eğer bir kapıda vefâlı olan köpek dahî olsa, sâhibinin gönlünde o köpeğe karşı yüzlerce râzılık, yüzlerce memnûniyet duygusu yeşerir; sâhibi o köpeği muhabbetle okşar…” Fazîlet Tabloları
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Ben, atam İbrâhîm’in duâsı, kardeşim Îsâ’nın müjdesi ve annem Âmine’nin rüyâsıyım.”182 buyurarak onlara karşı üstün vefâ duygusunu sergilemiştir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hudeybiye senesi umre için Mekke’ye giderken yolculuk esnâsında Ebvâ’ya uğramışlardı. Peygamber Efendimiz, Cenâb-ı Hak’tan izin isteyerek annesinin kabrini ziyâret etti. Ziyâret esnâsında annesinin kabrini mübârek elleriyle düzeltti ve teessüründen ağladı. O’nun ağladığını gören müslümanlar da ağladılar. Daha sonra niçin böyle yaptığını soranlara Sevgili Peygamberimiz; “Annemin bana olan şefkat ve merhametini hatırladım da onun için ağladım.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, I, 116-117; Ayrıca bkz. Müslim, Cenâiz, 105, 108) Allâh Rasûlü dünyâyı şereflendirdiğinde, Mesrûh adında bir oğlu bulunan Süveybe Hâtun, Peygamber Efendimiz’e de bir müddet süt annelik yapmıştı.183 Bir vefâ timsâli olan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayâtının daha sonraki devrelerinde Süveybe Hâtun’a dâimâ ilgi ve alâka gösterirdi. Mekke’de iken gerek Allâh Rasûlü, gerekse Hatîce vâlidemiz, ona iyilik ve ikramda bulunurlardı. Varlık Nûru, Medîne’ye hicret edince Süveybe Hâtun’a dâimâ yiyecek ve giyecek göndermiş, ihtiyaçlarını karşılamıştır. Hicretin yedinci yılında Hayber Seferi’nden dönerken onun vefât etmiş olduğunu haber alan Allâh Rasûlü: “–Oğlu Mesrûh ne yapıyor?” diye sordu. “–O, annesinden önce vefât etti!” dediler.
Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun akrabâlarından sağ kalan kimse olup olmadığını sordu ve kimsenin kalmadığını öğrendi. (İbn-i Sa’d, I, 108, 109) Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-, süt akrabâlarına karşı da ömür boyu vefâkâr davranmıştır. Sütannesi Halîme Hâtun’u her gördüğünde; “Anneciğim! Anneciğim!” der, kendisine candan muhabbet ve hürmet gösterir, ridâsını (üst elbisesini) yere serip üzerine oturtur, bir isteği varsa hemen yerine getirirdi. (İbn-i Sa’d, I, 113, 114) Yine Peygamber Efendimiz bir gün otururken, sütannesinin kocası çıkagelmişti. Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hürmeten elbisesinin bir kısmını yere serdi ve onu üzerine oturttu. Az sonra sütannesi geldi. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- onun için de elbisenin diğer tarafını serdi, sütannesi de üzerine oturdu. Biraz sonra da sütkardeşi geldi. Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun için ayağa kalktı ve onu da önüne oturttu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 119-120/5145) Halîme Hâtun, bir gün Peygamber Efendimiz’i görmek için Mekke’ye gelmişti. Efendimiz o vakit, Hazret-i Hatîce ile evli idi. Halîme Hâtun’u misâfir ettiler ve güzelce ağırladılar. Hazret-i Halîme, yurtlarında hüküm süren kuraklık ve kıtlıktan, hayvanlarının kırıldığından dert yandı. Fahr-i Kâinât Efendimiz, Hazret-i Hatîce’ye sütannesinin vaziyetini anlatınca, Hatîce vâlidemiz ona kırk koyun ile binmek ve yüklerini taşımak üzere bir de deve hediye etti. Böylece Hatîce vâlidemiz de Efendimiz’e olan vefâsını gösterdi. (İbn-i Sa’d, I, 114) Mekke’nin fethi esnâsında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ebtah mevkiinde iken, Halîme Hâtun’un kız kardeşi O’nu ziyârete gelmişti. Bir dağarcık içinde keş peyniri ve yağ gibi şeyler hediye etmişti. Allâh Rasûlü ona hemen sütannesini sordu. Vefât etmiş olduğu söylenince Peygamber Efendimiz’in gözleri yaşla doldu. Geride kimleri kaldığını sordu. Daha sonra da bu hanıma elbise giydirilmesini, bir deve ve iki yüz dirhem gümüş para verilmesini emretti. Kadıncağız sevinçle yurduna dönerken: “–Sen, küçükken de büyüdükten sonra da ne güzel bir akrabâsın!” diyordu. (Vâkıdî, II, 869; Belâzurî, I, 95) Huneyn Gazâsı’nda zafer elde edilmiş, ele geçirilen ganimetlerin yanında çok sayıda da esir alınmıştı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, esirler arasında sütkardeşi Hazret-i Şeymâ’nın da bulunduğu haberi geldi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hemen onu yanına getirterek ridâsını çıkardı ve Hazret-i Şeymâ’nın altına serdi. Bâdiyede beraber büyüdükleri bu kıymetli süt kardeşe, büyük bir vefâ gösterip şefkatle muâmele ederek: “–Hoşgeldin!” dedi. Eski günleri hatırladı ve gözleri yaşla doldu. Anne ve babasını sordu. Şeymâ, onların vefât etmiş olduklarını bildirdi. Allâh Rasûlü diğer akrabâları hakkında da bilgi aldı. Daha sonra da: “–İstersen, sevgi ve saygı görerek yanımda otur! İstersen, sana mallar verip kabîlenin yanına göndereyim? Senin için bunu da yaparım.” buyurdu. Şeymâ:
“–Sen bana mal ver ve beni kavmimin yanına gönder.” dedi ve ardından müslüman oldu. Allâh Râsûlü, Şeymâ Hâtun’a ve âile halkından sağ olanlara, deve ve davarlar verdi. Şeymâ Hâtun’a ayrıca bir erkek ve bir de kadın köle bağışladı. Şeymâ da onları birbirleriyle evlendirdi. (İbn-i Hişâm, IV, 101; Vâkıdî, III, 913) Bir müddet sonra da Peygamber Efendimiz, içlerinde süt akrabâları bulunan esirlerden kendi hissesine ve Abdülmuttaliboğulları’na düşenleri serbest bıraktığını îlân etti. Ashâbına: “–Sizden her kim, esirlerini bedelsiz, gönül rızâsı ile vererek kardeşlerini memnûn etmekten hoşlanırsa, böyle yapsın! Her kim de kendi payına düşeni bedelsiz olarak vermek istemezse, bunu Allâh’ın ihsân edeceği ilk ganimetten öderiz. Dileyen de böyle yapsın!..” ricâsında bulundu. Ashâb-ı kirâm da büyük bir fazîlet örneği sergileyerek: “–Bizler de esirlerimizi Allâh’ın Peygamberi’ne hibe ettik!” dediler. (Buhârî, Meğâzî, 54; İbn-i Hişâm, IV, 134-135) Böylece o gün Hevâzin’e, binlerce harp esîri, hiçbir karşılık alınmadan iâde edildi. Allâh Rasûlü’nün vefâ hissi sâyesinde binlerce insan ihyâ edildi, îmâna ve hürriyete kavuşturuldu. Varlık Nûru -aleyhissalâtü vesselâm-, altı yaşlarında annesi ile birlikte Medîne’ye, babasının kabrini ziyârete gitmişti. Dönüşte, Ebvâ köyünde annesi de vefât etti. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu sûretle anneden de öksüz kalarak hizmetçileri Ümmü Eymen radıyallâhu anhâ- ile birlikte Mekke’ye döndü. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayâtı boyunca dadısı Ümmü Eymen’i sık sık ziyâret eder ve kendisine; “Anne!” diye hitâb ederdi. Onun için; “Annemden sonra annem! Bu, benim ev halkımdan sağ kalan tek kişidir!” diyerek iltifat eder, hürmet ve muhabbet gösterirdi.184 Ebû Tâlib’in zevcesi Fâtıma Hâtun, son derece fazîletli ve iyi kalbli bir hanımdı. Fahr-i Kâinât Efendimiz, İslâm ile şereflenip Medîne’ye hicret eden bu mübârek hâtunu sık sık ziyâret eder, onun evinde kuşluk uykusu uyurdu. (İbn-i Sa’d, VIII, 222) Fâtıma Hâtun vefât ettiğinde, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübârek gözlerinden inci tâneleri gibi gözyaşları dökmüş; “Bugün annem vefât etti!” buyurup gömleğini ona kefen yapmış, cenâze namazını kıldırıp, kabri içinde bir müddet uzanmıştır. Bu davranışının sebebini soranlara ise şöyle buyurmuştur: “–Ebû Tâlib’den sonra, bu kadıncağız kadar bana iyilik eden hiç kimse yoktur! Âhirette cennet elbiselerinden giymesi için ona gömleğimi kefen yaptım. Kabre ısınması için de oraya bir müddet uzandım!” Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisinin bu kadar üzülmesine hayret edenlere: “–O benim annemden sonra annemdi. Kendi çocukları aç durup suratlarını asarlarken, o önce benim karnımı doyurur, saçımı tarar ve gül yağı sürerdi. O benim annemdi!” buyurmuştur. Sonra da onun için şöyle duâ etmiştir:
“Allâh seni bağışlasın ve hayırla mükâfatlandırsın! Allâh sana rahmet etsin anneciğim! Sen, benim annemden sonra annem oldun! Kendin aç durur, beni doyururdun! Kendin giymez, bana giydirirdin! En lezzetli nîmetleri bana tattırır, kendi nefsini mahrûm ederdin! Bunu da ancak Allâh’ın rızâsını ve âhiret yurdunu umarak yapardın!..” (Hâkim, III, 116-117; Heysemî, IX, 256-257; Ya’kûbî, II, 14) Âişe -radıyallâhu anhâ-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hatîce vâlidemize gösterdiği vefâkârlığı şöyle anlatır: Peygamber Efendimiz’in hanımlarından hiçbirini, Hatîce’yi kıskandığım kadar kıskanmadım. Üstelik onu hiç görmedim. Fakat Rasûl-i Ekrem, onu sık sık yâd ederdi. Bir koyun kesip etini parçaladığında, çoğu zaman Hatîce’nin dostlarına gönderirdi. Bâzen (dayanamayıp) Allâh Rasûlü’ne: “–Sanki dünyâda Hatîce’den başka kadın kalmadı!” derdim. Fahr-i Kâinât Efendimiz: “–O, şöyle şöyleydi…” diye husûsiyetlerini sayar ve; “Çocuklarım ondan oldu.” derdi. (Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 20; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 74-76) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Uhud şehîdlerinin defnedilmesini emrettiği zaman, Amr bin Cemûh ile Abdullâh bin Amr bin Harâm -radıyallâhu anhümâ- hakkında: “–Onlar, dünyâda bir safta omuz omuza idiler, çok samîmî arkadaştılar. Dünyâda birbirlerini çok seven bu iki şehîdi, aynı kabre yanyana koyunuz!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 49; İbn-i Sa’d, III, 562) Ne muazzam bir vefâ duygusu… Mescid-i Nebevî’yi temizleyen bir zenci vardı. Efendimiz onu bir ara göremedi. Merak ederek nerede olduğunu sordu. Vefât ettiğini söylediler. Bunun üzerine vefâ âbidesi Efendimiz: “–Bana haber vermeniz gerekmez miydi?” buyurdu. Daha sonra; “Bana kabrini gösterin!” diyerek kabrine gidip cenâze namazı kıldı ve ona duâ etti. (Buhârî, Cenâiz, 67) Habeşistan hicretinin üzerinden yıllar geçmişti. Bir defâsında Habeşistan hükümdarının elçileri, Rasûl-i Ekrem’in huzûruna geldiler. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onlarla yakından ilgilendi, hattâ bizzat hizmet etti. Ashâbın, bu hizmeti kendilerinin yapabileceğini söylemeleri üzerine, Peygamber Efendimiz’in verdiği cevap çok mânidardır: “–Bunlar Habeşistan’a hicret etmiş olan ashâbıma yer göstermiş, ikrâm etmişlerdir. Buna karşılık şimdi ben de onlara hizmet etmek isterim.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VI, 518, VII, 436) Tebük dönüşü Receb ayı içinde iken, Habeş Necâşîsi vefât etmişti. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Necâşî’nin vefâtını hemen o gün ashâbına haber verdi ve: “–Uzak bir beldede ölen kardeşinizin cenâze namazını kılınız!” buyurdu.
Sahâbîler: “–Yâ Rasûlallâh! Kimdir o?” diye sorduklarında, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Necâşî Ashama’dır! Bugün Allâh’ın sâlih kulu Ashama öldü! Kardeşiniz için Allâh’tan mağfiret dileyiniz!” buyurdu ve gıyâbî cenâze namazı kıldırdı. (Müslim, Cenâiz 62-68; Ahmed, III 319, IV 7) Daha sonra, Necâşî’nin tam olarak Allâh Rasûlü’nün haber verdiği gün vefât ettiği öğrenildi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, fetihten sonra Mekke’de on beş gün kaldı. Bu arada Ensâr’dan bâzıları endişelenmişler, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir daha Medîne’ye dönüp dönmeyeceğini düşünmeye başlamışlardı. Çünkü Allâh Teâlâ, O’na doğup büyüdüğü mübârek ve mukaddes yerin fethini nasîb etmişti. Safâ Tepesi’nde duâ etmekte olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ensâr-ı Kirâm’ın bu tedirginliğini sezdi. Duâsı bittikten sonra onların yanına gelerek: “–Konuştuğunuz nedir?” diye sordu. Onlar da endişelerini dile getirince, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- büyük bir vefâ örneği sergileyerek şöyle buyurdu: “–Ey Ensâr! Öyle bir şey yapmaktan Allâh’a sığınırım. Ben sizin memleketinize hicret ettim. Hayâtım hayâtınız; ölümüm de sizin yanınızdadır.” Bu ifâdelerden sonra Ensâr’ın endişesi zâil oldu. (Müslim, Cihâd, 84, 86; Ahmed, II, 538) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm dâvâsı yolunda malı ve canı ile cihâd eden, bu uğurda şehîd olan ashâbını hiçbir zaman unutmamış ve onları gönlünden hiç çıkarmamıştır. Zaman zaman Cennetü’l-Bakî Kabristanı’na, zaman zaman da diğer şehîdliklere giderek onlar için duâ etmiştir. Ashâb-ı kirâm şöyle anlatır: Peygamber Efendimiz minbere çıktı, kelime-i şehâdet getirdikten sonra ilk sözü, Uhud şehîdleri için Allâh’tan mağfiret dilemek oldu. (İbn-i Sa’d, II, 228) Daha sonra Ensâr’a olan vefâsını göstererek şöyle buyurdu: “Ey insanlar! İnsanlar çoğalıyor ancak Ensâr azalıyor. Hattâ yemekteki tuz kadar azalacaklar. İçinizden her kim, bir kimseye zarar ya da fayda vermeye muktedir olabileceği bir işin başına gelirse, Ensâr’ın iyilerine iyilikle muâmele etsin, kötülük yapanlarını da affetsin.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 11) “Sizlere Ensâr’a iyi muâmele etmenizi tavsiye ederim. Onlar benim cemaatim, sırdaşlarım ve eminlerimdir. Üzerlerine düşen vazîfeleri hakkıyla yapmışlardır. Hizmetlerinin karşılığı ise henüz tam olarak ödenmemiştir. (Âhirette fazlasıyla ödenecektir.) Bu sebeple, onların iyilerini(n yaptığını) kabûl edin, kötülerinin yaptıklarından ise vazgeçiverin.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 11)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muhâcirlerin yaptığı fedâkârlıkları da hiçbir zaman unutmamış, ashâbını mühim vazîfelere tâyin ederken, ilk günlerde İslâm’a destek verenleri dâimâ göz önünde bulundurmuştur. Lâkin onlar arasında Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın ayrı bir yeri vardır. Ona olan minnettarlığını Allâh Rasûlü şöyle ifâde eder: “Bize iyiliği dokunan herkese, bunun karşılığını aynıyla veya daha fazlasıyla ödemişizdir. Ancak Ebû Bekir müstesnâ! Onun o kadar çok iyiliği olmuştur ki, karşılığını kıyâmet günü Allâh Teâlâ verecektir. Bana Ebû Bekir’in malı kadar kimsenin malı faydalı olmamıştır. Eğer kendime bir dost edinseydim, mutlakâ Ebû Bekir’i edinirdim. (Kendini kasdederek) haberiniz olsun, arkadaşınız Allâh Teâlâ’nın dostudur.” (Tirmizî, Menâkıb, 15/3661) Ebû Bekir -radıyallâhu anh- halîfe olunca, Peygamber Efendimiz’in kime bir vaadi varsa gelip alması için nidâ ettirmiş ve Bahreyn’den gelen mallardan onları ödemiştir. (Buhârî, Kefâle, 3) Hazret-i Ali de Allâh Rasûlü’nün vefâtından sonra: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kime bir vaadi veya borcu varsa bana gelsin!” diyerek nidâ ettirdi. Sağ olduğu müddetçe, her yıl adam gönderip kurban kesimi günü Minâ’da böylece nidâ ettirmeye devâm etti. Bu tür bir taleple gelen herkese istediklerini verdi. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’tan sonra Hazret-i Hasan, ondan sonra da şehâdetine kadar Hazret-i Hüseyin böyle yaptı. (İbn-i Sa’d, II, 318) Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh-’ın vefâkârlığı ve hâtıralara bağlılığı meşhurdur. Allâh Rasûlü’nün vefâtından sonra, bir zamanlar geçtiği yollarda O’nu düşünerek yürümesi, altında dinlendiği ağaçların dibinde oturup O’nu hatırlaması, bu ağaçlar kurumasın diye, onların dağda, bayırda bulunmasına bakmadan sulaması, onun Allâh Rasûlü’ne olan büyük muhabbetiyle Efendimiz’in hâtıralarına olan eşsiz vefâsını ortaya koymaktadır. Allâh’ın kendisine verdiği nîmetleri unutup basit bir nefsânî temâyülün esîri olarak vefâsızlık gösterenlerin hâlini, Ferîdüddîn Attâr Hazretleri ne güzel hikâye eder: Pâdişâhın husûsî nazarlarına mazhar olmuş bir av köpeği vardı. Avcılıkta mâhir ve usta idi. Pâdişah, ona son derece değer verir ve her ava çıkışında onu mutlakâ yanına alırdı. Tasmasını mücevherlerle süslemiş, ayaklarına altın ve gümüşten yapılmış halkalar ve bilezikler taktırmıştı. Sırtı da sırmalı atlas bir çulla kaplıydı. Bir gün pâdişah, yine onu yanına almış olduğu hâlde saray erkânı ile birlikte ava çıktı. Tasmanın ipek ipi elinde, at üzerinde vakur bir şekilde ilerleyen sultan, gâyet neş’eli idi. Fakat birden, bu neş’esini kaçıran bir şey gözüne ilişti. Çok sevdiği köpeği, pâdişâhını unutmuş bir vaziyette başka bir şeyle oyalanmaktaydı. Pâdişah, önce mahzûn olarak elindeki ipek ipi çektiyse de köpek direndi; önündeki kemik parçasını kemirmeye devâm etti. Bu hâl karşısında pâdişah, hayret ve hiddet hisleri arasında haykırdı: “–Huzûrumda beni unutarak başka bir şeyle meşgul olmak! Nasıl olur bu?!” dedi.
Son derece üzüldü. Köpeğinin bu nankörlük, vefâsızlık ve duygusuzluğu ona çok dokunmuştu. Bir köpek de olsa, mâzur görüp affetmek içinden gelmedi. O kadar izzet, ihsan ve ikrâma karşı, köpeğinin bir anda, hem de bir kemik parçası yüzünden kendisini unutması, gönül yaralayıcı ve vefâyı zedeleyici bir tavır olarak aslâ affedilebilecek bir husus değildi. Gazapla: “–Yol verin şu edepsize!” dedi. Köpek, bu hiddetin mânâsını kavradı, ancak iş işten geçmiş, yapacak bir şey kalmamıştı. Öyle ki, etrafındakiler pâdişâha: “–Sultanım, üzerinde mücevher, altın, gümüş ne varsa alalım da öyle bırakalım!” dediklerinde pâdişah: “–Hayır! Bırakınız öyle gitsin!” dedi. Ardından ilâve etti: “–Bırakınız öyle gitsin! Öyle gitsin de, ıssız, kızgın ve bomboş çöllerde garip, aç ve susuz kalsın; onlara bakarak kaybettiği ikram ve lutufların acısını sürekli yaşasın!..” Cenâb-ı Hakk’ın nihâyetsiz nîmetlerinin kadrini bilemeyip basit, fânî ve süflî menfaatlerin peşine takılarak helâk olup giden vefâsız kimselerin hâlini aksettiren bu kıssa, ne kadar ibretlidir. Süleymâniye Câmii’nin kubbe hatlarını yazma vazîfesi, Hattat Karahisârî’ye verilmişti. Karahisârî, hatları, câminin ihtişâmına yakışır bir şekilde tamamlamak için fevkalâde bir gayretle çalışmaya koyuldu. Öyle ki, son çizginin son tashîhini bitirdiği an, gözlerinin feri de tükendi ve dünyâyı seyir penceresi kapandı. Câmînin inşâsı tamamlanıp da ibâdete açılacağı zaman Kânûnî Sultan Süleyman Han: “–Câmî-i şerîfi ibâdete açma şerefi, onu böylesine muazzam ve muhteşem bir şekilde binâ ve inşâ eyleyen mîmarbaşımız Sinan’a âittir.” dedi. Sanatına önce tevâzûyu öğrenmekle başlamış olan Mîmar Sinan ise, zâhirdeki emsâlsizliğini, kalbî olgunlukta da göstererek, o an Hattat Karahisârî’nin fedâkârlığını düşündü ve Sultân’ın sözlerine edeple şu mukâbelede bulundu: “–Hünkârım! Hattat Karahisârî bu câmî-i şerîfi hatlarıyla tezyîn ederken gözlerini fedâ etti; âmâ oldu. Bu şerefi ona bahşediniz!..” Bunun üzerine Kânûnî, büyük bir kadirşinaslık göstererek, orada bulunanların gözyaşları arasında, câmî-i şerîfi Hattat Karahisârî’nin açmasını fermân eyledi. Aslen bir hristiyan iken, Mevlânâ ve Mesnevî’si vesîlesiyle hidâyete eren rahmetli Farsça hocam Yaman Dede’ye:
“–Siz, niye Mevlânâ ve Mesnevî’den bu kadar çok bahsediyorsunuz?” diye sorulduğunda: “–Oğlum, benim elimden Mevlânâ tuttu. O beni Hazret-i Peygamber’in kapısına götürerek hidâyetime vesîle oldu. Beni ateşten kurtaran birisini bu kadar anmam az bile!” derdi. Ne güzel bir vefâ ve ne ince bir düşünce!.. Pederimiz ve üstâdımız Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, sevenleri arasında “Sâhibü’l-Vefâ” olarak mâruf olmuştu. Mûsâ Efendi Hazretleri’nin sayısız vefâ duygularından birkaçını şu şekilde nakledebiliriz: O, cemiyette vefâsızca yalnızlığa terk edilmiş ve ıztıraplarıyla başbaşa bırakılmış garip ve yaşlı kimseler karşısında fevkalâde duygulanırdı: “Bizim, bu garipleri aslında evimizde barındırmamız îcâb eder. Lâkin buna muktedir değiliz. O hâlde, bir huzur yurdu inşâ etmeliyiz.” diyerek birkaç yakınıyla beraber bu güzel düşünceyi hayâta geçirmişlerdi. Zaman zaman da garipleri ziyâret edip onların ihtiyaçlarıyla yakından alâkadar olurlardı. Onun gönlü, bahçedeki kedilerin karakterlerine kadar uzanır, onları sıfatlarıyla isimlendirerek yavrularına olan sadâkat ve merhametlerine göre her birine ayrı ayrı muâmele ederlerdi. Şahsen benim daha kundak yaşımdayken hizmetimi gören bir hemşireyi, elli beş sene sonra bile aratarak buldurmuş ve ona izzet ve ikramlarda bulunmuştur. Hele onun, üstâdı Sâmi Efendi Hazretleri’ne olan vefâsı, dillere destandı. Bayram günlerinde ilk ziyâret ettiği yer, Sâmi Efendi’nin eviydi. Yine ilk kurbanları onun için keserdi. Bilhassa onun muazzez rûhuna hatimler okunmasına vesîle olur ve her yıl sevenleri tarafından üstâdı için tilâvet edilen on binlerce hatm-i şerîf, vefâkâr gönlünü ziyâdesiyle memnûn ederdi. Hâsılı o, bütün bir ömrünü kaplayan güzel davranışlarıyla bizlere, “sevenlerin vefâsının ne olması ve nasıl olması gerektiği” husûsunda, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- misâli bir aşk ve muhabbet muallimliği yaptı. Cenâb-ı Hak, onların bu güzel hâllerini cümlemize ihsân eylesin! Allâh’ım! Gönüllerimize vefâ ehlinin güzel hâllerini ihsân ederek bizleri sâlihler zümresine dâhil eyle! Amellerimize sadâkat ve samîmiyet lutfedip cümlemizi Naîm cennetlerinin vârisleri kıl! Neslimizden ve zürriyetimizden müttakîlere sertâc olacak göz nûru ve gönül sürûru evlâtlar ihsân eyle! Cümlemizi Sana, Rasûl’üne, ana-babaya, akrabâya, bütün ehl-i îmâna, vatana ve millete ve diğer emânetlere karşı vefâkâr eyle! Bizleri iki cihanda da rızâ-yı şerîfin iklîminde yaşat! Âmîn!.. 20. İffet ve Hayâ
İffet, nefsi her türlü şehevât ve süflî arzulara kapılmaktan muhâfaza etmektir. İffet, insana âit bir husûsiyettir. İnsanı diğer mahlûkâttan ayıran en fârik vasıftır. Onun kaybedilmesi; insanlık haysiyetini zâyî etmek ve diğer mahlûkâtın durumuna düşmek demektir. İffet ve nâmus, bütün ahlâkî fazîletlerin can damarıdır. Şeref, haysiyet, izzet gibi hasletler hep iffetli olmaya bağlıdır. Cenâb-ı Hak, iffet husûsunda zirveye çıkmış olan iki şahsı, mü’minlere numûne-i imtisâl olarak göstermiş ve onları medhetmiştir. Bunlar Yûsuf Sûresi’nde “kıssaların en güzeli” diye hikâyesi anlatılan Yûsuf -aleyhisselâm- ile muhtelif yerlerde kendisinden övgüyle bahsedilen Hazret-i Meryem -aleyhesselâm-’dır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Irzını iffetle korumuş olanı (Meryem’i de hatırla!) Biz O’na rûhumuzdan üfledik; O’nu ve oğlunu, cümle âlem için ibret kıldık.” (el-Enbiyâ, 91) İffetlerini muhâfaza eden erkek ve kadınlar, Allâh Teâlâ’nın engin mağfiretine ve büyük bir ecre nâil olacaklardır.185 Cenâb-ı Hak iffet sâhibi kullarını şöyle medheder: “O (felâha eren mü’minler), iffetlerini korurlar; ancak eşleri ve mâlik oldukları (câriyeleri) hâriç. (Bunlarla münâsebetlerinden dolayı) kınanmış değillerdir. Şu hâlde, kim bunun ötesine gitmek isterse, işte bunlar, haddi aşan kimselerdir.” (el-Mü’minûn, 5-7) Peygamber Efendimiz insanlara îman ve ibâdet esaslarını tâlim ettiği gibi, doğruluk, iffet ve akrabâları koruyup gözetmek gibi ahlâk esaslarını da anlatıyordu. Nitekim Bizans Hükümdârı Herakliyus, “Allâh Rasûlü’nün insanlara neleri emrettiğini” sorduğunda Ebû Süfyan; “dürüst ve iffetli olmayı, akrabâyı görüp gözetmeyi emrettiğini” söylemiştir. (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 6, Salât 1; Müslim, Cihâd 74) Allâh Rasûlü, iffete o kadar ehemmiyet atfediyordu ki, kadınlardan bilhassa iffetlerini muhâfaza husûsunda bey’at alıyordu.186 Bütün mü’minlere hitâben: “Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iffet ve nâmusunu koruma sözü verirse, ben de ona cennet sözü veririm.” buyuruyordu. (Buhârî, Rikâk, 23) Diğer taraftan, erkeklerle kadınlar arasında hayâ, iffet, nezâhet ve nezâketin hâkim olması çok mühim bir mes’eledir. Zîrâ İslâm, bütün fenâ işleri, hayâsızlık ve iffetsizliği haram kılmıştır. Erkek ve kadının gayr-i meşrû alâka ve muhabbeti, “bakış”la başlar. Bu sebeple müslüman erkek ve kadınların birbirlerine şehevî nazarlarla bakmamaları, konuşacakları zaman da başlarını önlerine eğerek konuşmaları emredilmiştir: “(Rasûlüm!) Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini (haramdan) sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allâh, onların yapmakta olduklarından haberdardır.
Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısımları müstesnâ, zînetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mü’min kadınlar), ellerinin altında bulunanlar (köleleri), erkeklerden, âilenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbî kimseler, yâhut henüz kadınların gizli kadınlık husûsiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zînetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zînetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (dikkatleri üzerlerine çekecek tarzda yürümesinler, dışarı çıkarken câzip kokular sürünmesinler). Ey mü’minler! Hep birden Allâh’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” (en-Nûr, 30-31) Şu âyet-i kerîme, mü’minlerin annelerine hitâb etmekle birlikte, diğer kadınların da dikkat etmeleri gereken hususlara temâs etmektedir: “Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allâh’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümîde kapılır. Güzel söz söyleyin. Evlerinizde oturun, eski câhiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Ehli Beyt! Allâh sizden, sâdece günâhı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (el-Ahzâb, 3233) Diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyrulur: “Ey Peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle de (bir ihtiyaç için dışarı çıktıklarında) dış kıyâfetlerini üzerlerine alsınlar! Bu, onların (iffetli kadınlar olarak) tanınmalarını ve rahatsız edilmemelerini te’min eder. Şüphesiz Allâh, çok bağışlayıcıdır, rahmet edicidir.” (el-Ahzâb, 59) Nâmahrem erkek ve kadınlar birbirlerinden bir şey isteyeceklerinde veya bâzı şeyler söyleyeceklerinde, imkân nisbetinde kapı ve perde arkasından işlerini görmelidirler.187 İnsanlar birbirlerinin evlerine izinsiz girmemelidir. Hattâ hâne halkı da birbirlerinin odalarına girerken izin alarak ve geldiklerini hissettirerek girmelidirler. Zîrâ Cenâb-ı Hak, her hâlükârda iffetli davranmanın daha hayırlı olduğunu bildirmektedir.188 Cenâb-ı Hak, kullarının iffetli olmalarına çok ehemmiyet verir ve pek çok âyette de buna işâret eder.189 Bu sebeple iffetli insanlara iftirâ atmak çok büyük bir günâh kabûl edilmiş ve iftirâcılara “kazif haddi” (iftirâ cezâsı) tatbik edilmiştir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “İffetli, nâmuslu, kötülüklerden habersiz mü’min kadınlara zinâ isnâd edenler, dünyâ ve âhirette lânetlenmişlerdir. Yapmış olduklarına, dilleri, elleri ve ayaklarının, aleyhlerinde şâhitlik edeceği gün, onlar için çok büyük bir azap vardır.” (en-Nûr, 23) Bu yüzden Peygamber Efendimiz de; “…İffetli bir kadına zinâ isnâd etmeyin!..” buyurmuştur. (Tirmizî, İsti’zân, 33/2733)
Hakîkaten bir kadının en fârik vasfı iffetidir. Yukarıdaki beyanlar da iffete yapılan iftirâ cürmünün ağırlığını göstermektedir. Buna göre herhangi bir şâhitlik durumunda, insanları iffet ve nâmusları hakkında töhmet altında bırakabilecek tarzda her duyduğunu araştırmadan nakletmek bile en ağır cürümlerdendir. Bunun hâricindeki hususlarda, bilhassa insanlardan bir şey isteme mevzuunda da iffetli davranmak lâzımdır. Nitekim Cenâb-ı Hak iffetli kullarını şöyle medheder: “(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allâh yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar, yüzsüzlük ederek insanlardan ısrarla bir şey istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allâh bilir.” (el-Bakara, 273) Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Miskin, (yâni yoksul) bir-iki hurma veya bir-iki lokma ile baştan savulan (dilenci) değildir. Asıl yoksul, ihtiyaç içinde kıvrandığı hâlde, iffet ve nezâketinden dolayı kimseden bir şey isteyemeyendir. Dilerseniz; «…İnsanlardan ısrarla bir şey istemezler…» (el-Bakara, 273) âyetini okuyun!” (Müslim, Zekât, 102) “Cennetlikler üç kısımdır: Âdil, infâk ehli ve başarılı devlet başkanı, yakınlarına ve müslümanlara karşı merhametli ve yufka yürekli olan kimse ve âilesi kalabalık olduğu hâlde, haram kazançtan sakınıp kimseden bir şey istemeyen iffetli müslüman.” (Müslim, Cennet, 63) “Dilenmekten sakınmak isteyenleri, Allâh iffetli kılar. Halka karşı tok gözlü davranmak isteyenleri de Allâh, insanlara muhtaç olmaktan kurtarır.” (Buhârî, Zekât, 18) Îmandan bir şûbe olan hayâ ise, kötü ve çirkin sayılan şeylerden uzak durmak, tavır ve davranışlarda ölçülü olmak, herhangi bir işte haddi aşmamaktır. Hayâ duygusu bütün hayırların temeli, her türlü kötülük ve çirkinliklerin zıddıdır. Allâh’ın sevdiği bir haslet olan hayâ hakkında, Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurur: “Hayâ îmandandır!” (Buhârî, Îmân, 3) “Hayâ ve îman bir aradadır; biri gittiğinde diğeri de gider!” (Süyûtî, I, 53) “Hayâ ancak hayır kazandırır.” (Buhârî, Edeb, 77) “Hayânın hepsi hayırdır.” (Müslim, Îmân, 61) “Kaba söz, ayıptan başka bir şey getirmez! Hayâ ve edeb ise, girdiği yeri süsler.” (Müslim, Birr, 78) “Allâh’ım! Sen’den hidâyet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği isterim.” (Müslim, Zikir, 72)
İnsanı ahlâka aykırı her türlü fenâlıktan ve nefsânî düşüncelerden ancak hayâ fazîleti menedebilir. Mü’mini çirkinliklerden muhâfaza husûsunda edep ve hayânın tesiri, yüzlerce kânun ve zâbıta kuvvetinden daha ileridir. İffet ve hayâ sâhibi bir insana, herhangi bir hususta; “Utanmıyor musun?” demek kâfîdir. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, hayâ duygusu ve utanma hissi itibariyle misal teşkîl edecek, yüksek bir şahsiyete sâhipti. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, meleklerin bile ondan hayâ ettiğini haber vermiştir.190 Hayâ sâhibi olmayan ve hayâsızlığın şuyû bulmasını (yaygınlaşmasını) isteyenleri, Cenâb-ı Hak şu şekilde îkâz etmektedir: “Şüphesiz çirkin söz ve fiillerin inananlar arasında yaygınlaşmasını isteyenler için dünyâda da âhirette de pek elem verici ve can yakıcı bir azap vardır…” (en-Nûr, 19) Hayâsızlığın toplumda şuyû bulmasını isteyenler, vatan ve milletlerine karşı en büyük kötülüğü yapmış olurlar. Böyle davrananlar, kendileri de zararların en büyüğüne uğrarlar. Çünkü hayâsızlık, Peygamber Efendimiz’in bildirdiğine göre, helâk sebebidir: “Hiç şüphesiz Azîz ve Celîl olan Allâh, bir kulu helâk etmek istediği zaman, ondan hayâyı çekip alır. Hayâyı alınca, o kul ancak gazaba uğrayan biri olur. Gazaba uğradığı zaman, kendisinden emânet (güvenilirlik) kaldırılır. Emânet kaldırılınca, o ancak hâin olur. Hâin olduğu zaman, kendisinden rahmet kaldırılır. Rahmet kaldırılınca, o ancak lânete uğrar ve mel’ûn olur. Lânete uğradığı ve mel’ûn olduğu zaman da, kendisinin İslâm ile olan bağı koparılır!” (İbn-i Mâce, Fiten, 27) Fazîlet Tabloları
Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh- şöyle der: “Nebiyy-i zî-şân Efendimiz, örtünme çağına girmiş bir genç kızdan daha hayâlı idi. Hoşlanmadığı bir şey gördüğünde bu durum, mübârek vech-i pâkinden hemen anlaşılırdı.” (Buhârî, Menâkıb, 23; Ebû Dâvûd, Harâc, 34-36) Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hiçbir zaman yüksek sesle konuşmamışlardı. İnsanların yanından yavaşça ve tebessüm ederek geçerlerdi. Hoşlanmadıkları kaba bir söz işitince insanların yüzlerine karşı bir şey söylemezlerdi. Yüzünün ifâdeleri, duygularını yansıttığı için etrafındakiler, konuşmalarında ve hareketlerinde ihtiyatlı olurlardı. Hayâ, edep ve nezâketleri sebebiyle, kahkaha ile gülmezlerdi. Yalnız tebessüm hâlinde bulunurlardı. Hadîs-i şerîflerinde: “Hayâ îmandandır ve hayâlı olan kimse cennettedir! Hayâsızlık ise kalbin katılığındandır; kalbi katı olan da cehennemdedir!..” buyurmuşlardır. (Buhârî, Îmân, 16)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sâhip olduğu ulvî hayâ duygusu sebebiyle bir kimsenin yüzüne nazarlarını dikmez, dikkatlice bakmazdı. (Münâvî, V, 224) Behz bin Hakîm’in dedesi, Allâh Rasûlü’ne gelerek, avret yerlerinin örtülmesi husûsunu sordu. Efendimiz ona: “Avret yerini, hanımın ve mâliki bulunduğun câriyenden başka herkesten koru!” buyurdu. Aynı şahsın, kimsenin bulunmadığı bir yerde giyim husûsunda rahat davranıp davranamayacağı sorusuna da: “Allâh, kendisinden hayâ edilmeye, insanlardan daha lâyıktır.” şeklinde mukâbelede bulundu. (Ebû Dâvûd, Hammâm, 2/4017) Bir hadîs-i şerîflerinde de: “Çıplaklıktan sakınınız! Yanınızda, sizden hiç ayrılmayan (melekler) vardır. Bunlar, sadece ihtiyaç giderirken ve kişi eşine yaklaştığı anda ayrılırlar. Onlardan utanınız ve onlara iyi davranınız.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Edeb, 42/2800) Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hiç şüphesiz insanlar arasında hayâ duygusuna en fazla sâhip olan kişiydi. O, peygamberliğinden önce, ahlâksızlığın bütün insanlığı sardığı bir devirde dahî bu ulvî haslet ile temâyüz etmişti. Bunun en güzel misallerinden biri şudur: Kâbe yeniden inşâ edilirken Fahr-i Kâinât Efendimiz, amcası Hazret-i Abbâs ile birlikte taş taşıyordu. Abbâs -radıyallâhu anh-, taşların çıplak omuzunu incitmemesi için Efendimiz’e: “–İzârını (alt elbiseni) omzuna koy!” dedi. Efendimiz, izârını omzuna koymak istediği esnâda yere yığıldı ve gözlerini semâya dikerek amcasına: “–Bana izârımı göster!” dedi. Hemen onu alıp üzerine örttü. (Buhârî, Hac, 42) Fahr-i Kâinât Efendimiz bir gün, izârsız olarak açık alanda gusleden bir kimseye rastlamıştı. Bunun üzerine minbere çıkarak: “–Allâh -azze ve celle- çok hayâlı ve çok gizlidir. Bu nedenle hayâyı ve örtünmeyi sever. O hâlde biriniz gusledeceği zaman örtünsün.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Hammâm, 1/4012) Misver bin Mahreme -radıyallâhu anh- anlatıyor: Ağır bir taşı yüklenip getirdim. Üzerimde hafif bir elbise vardı. Taş omuzumda iken elbisem çözülüverdi. Taşı bırakmadım ve o vaziyette yerine kadar götürdüm. Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Dön elbiseni al! Böyle çıplak dolaşmayın!” buyurdu. (Müslim, Hayz, 78; Ebû Dâvûd, Hammâm, 2/4016) İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle nakleder: Bir gün Peygamber Efendimiz:
“–Allâh’tan hakkıyla (gereği gibi) hayâ edin!” buyurdu. Biz: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Elhamdülillâh Allâh’tan hayâ ediyoruz.” dedik. Bunun üzerine Efendimiz şu îzahta bulundu: “–Söylemek istediğim, sizin anladığınız hayâ değildir. Allâh’tan hakkıyla hayâ etmek; başı ve üzerindeki âzâları, bedeni ve ondaki âzâları muhâfaza etmeniz, ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamanızdır. Âhireti dileyen, dünyânın zînetini terk edip âhireti bu hayâta tercih etmelidir. İşte kim bu söylenenleri yerine getirirse, Allâh’tan hakkıyla hayâ etmiş olur.” (Tirmizî, Kıyâmet, 24/2458) Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri şöyle demiştir: “Hayâ, Yüce Mevlâ’nın sayısız nîmetlerini görme ve bu nîmetler karşısında ne kadar kusurlu olduğumuzu fark etme hâlidir.” Mısır ülkesini Firavun âilesi idâre ediyordu. Bunlar zâlim ve kibirli kimselerdi. Huduttan, yabancı ve güzel bir kadın şehre girdiği zaman, hemen Firavun’a bildirilirdi. Evli ise kocası öldürülür, eğer erkek kardeşi var ise, kadın ondan istenirdi. İbrâhim -aleyhisselâm-, yanında Sâre vâlidemiz olduğu hâlde huduttan geçince, yine saraya haber gitti. Cemâl sâhibi bir kadının Mısır’a girdiği bildirildi. Sâre vâlidemizi alıp saraya götürdüler. Bu hususla alâkalı olarak bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: “Sâre saraya girince, hemen abdest aldı ve iki rekât namaz kılmak üzere huzûr-i ilâhîye durdu. Namazı bitirince Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etti: «Ey Allâh’ım! Ben, Sana ve Sen’in peygamberine inanmış, iffetimi de zevcimden başkasına karşı titizlikle korumuş bir kulun isem, şu kâfiri bana musallat etme!»” (Buhârî, Büyû’, 100) Firavun, Sâre’nin yanına yaklaşmak istedi. Birden nefesi kesildi. Felç oldu. Çünkü Allâh, Sâre’yi onun şerrinden korumaktaydı. Bu, birkaç defâ tekrar etti. Firavun, korkusundan onu serbest bıraktı. Câriyesi Hâcer’i de hediye olarak ona verdi. Buna hayret eden etrâfına: “–Bu kadın bir cinnîdir. Yakınımda biraz daha kalsa, neredeyse helâk olacaktım. Zararından korunmak için ona Hâcer’i verdim!” dedi.191 İffet, hayâ ve edebi muhâfaza ile ilgili ne güzel bir misal… Âyet-i kerîmede buyrulur: “Sabır ve namaz ile Allâh’tan yardım isteyin…” (el-Bakara, 45)
Ensâr kadınlarından biri, alışveriş için bir yahûdî kuyumcuya uğramıştı. Yahûdî, müslüman hanımın iffet ve nâmusunu lekeleyecek sataşmalarda bulundu, ahlâksızca davrandı. Kadının
feryâdı üzerine, oradan geçen ve hâdiseye şâhid olan bir müslüman da derhâl kadını himâye için kuyumcu yahûdînin üzerine yürüdü. Derken kavgaya tutuştular. Müslüman gâlip gelerek yahûdîyi öldürdü. Oraya toplanan yahûdîler de müslümanı şehîd ettiler. Ortalık iyice karışmış ve yahûdîlerle yapılmış olan vatandaşlık antlaşması tamâmen ihlâl edilmişti. Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yahûdîleri topladı: “–Ey yahûdî topluluğu! Allâh’tan korkunuz! O’nun, Kureyş’e olduğu gibi sizin başınıza da bir ukûbet ve musîbet indirmesinden sakının da müslüman olun! Çünkü siz, benim (Allâh tarafından) gönderilen bir peygamber olduğumu biliyorsunuz. Bunu kitabınızda ve Allâh’ın size verdiği ahdinde görüyorsunuz.” buyurdu. Ardından da muâhedenin yenilenmesini teklîf etti. Ancak yahûdîlerin cevâbı küstahça oldu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Beni Kaynukâ kabîlesi’ne savaş îlân etti.192 Müslüman bir hanımın iffeti, işte bu kadar mühimdir. Ebû Şehm -radıyallâhu anh- anlatıyor: Medîne’de, yanımdan bir genç kız geçiyordu. Yakasından tuttum. Sonra bıraktım. Sabah olunca Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanlardan bey’at alıyordu. Ben de O’nun yanına gittim. Benden bey’at almadı ve: “–Şimdi de yakayı tutup çeken mi geldi?” buyurdu. Ben de: “–Vallâhi bir daha o fiili yapmayacağım.” dedim. Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- benden bey’at aldı. (Ahmed, V, 294) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, utangaç kardeşine bu huyunu terk etmesi yönünde nasihatte bulunan Medîneli bir müslümanın yanından geçerken ona: “–Onu kendi hâline bırak; zîrâ hayâ îmandandır.” buyurdu. (Buhârî, Îmân 16, Edeb 77; Müslim, Îmân 57-59) Ümmü Hallâd, Medîneli hanım sahâbîlerden biriydi. Oğlu Hallâd’ı yahûdîlerle yapılan Benî Kurayza Gazvesi’ne göndermişti. İslâm askerlerinin geri dönmekte olduğunu, bu arada Hallâd’ın da şehîd düştüğünü öğrenen bâzı müslümanlar, Ümmü Hallâd’ın evine koşup oğlunun başına geleni haber verdiler. O İslâm kadını, başörtüsünü alıp Rasûl-i Ekrem’e oğlunun âkıbetini sormak üzere koştu. Onu başörtüsüyle gören biri hayretle: “–Hallâd öldü; sen hâlâ başörtüsüyle duruyorsun!” dedi. Ümmü Hallâd, bir İslâm kadınının hayat görüşünü ve düşünce tarzını ortaya koyan şu müthiş cevâbı verdi: “–Hallâd’ı yitirdiysem, hayâmı da yitirmedim ya!”
Ümmü Hallâd’ın bu cevâbı Peygamberimiz’e iletilince, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Hallâd için iki şehîd sevâbı vardır.” buyurdu. “–Niçin yâ Rasûlallâh?” dediler. “–Çünkü onu kitap ehli olan (yahûdî)ler öldürdü.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, III, 531; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 140) Hazret-i Âişe -radıyallâhu anha-’nın yanına, Şamlı kadınlardan bir grup gelmişti. Hazret-i Âişe: “–Sizler herhâlde, hanımları hamamlara giren (orada tesettüre dikkat etmeyen) bölgedensiniz!” dedi. Kadınlar; “Evet!” diye cevap verdiler. Hazret-i Âişe: “–Ama ben, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in; «Elbisesini evinin hâricinde bir yerde çıkaran her kadın, mutlakâ Allâh ile kendi arasındaki perdeyi yırtmış olur.» buyurduğunu işittim.” dedi. (Ebû Dâvûd, Hammâm, 1/4010; Tirmizî, Edeb, 43/2804) Böyle davranan bir hanım, edep ve hayâ perdesini yırtmış olur. Çünkü Allâh Teâlâ, ona takvâ elbisesi ile korunmasını emretmiştir. O ise bu hareketiyle hem Allâh’ın örtünme emrini hem de takvâ emrini ihlâl etmiş olur. Vaktiyle Emevîler devrinin üç büyük hiciv şâirinden biri olan Ferezdak’ın eşi ölmüştü. Defin merâsiminde Hasan-ı Basrî de bulunmaktaydı. Hasan-ı Basrî Hazretleri, şiirleriyle insanları karalayan, iffetlerini zedeleyen bu şâire, bir ara kabri işâret ederek: “–Âhiret için ne hazırladın?” diye sordu. Yaşlı şâir: “–Yetmiş yıldan beri kelime-i şehâdeti hazırladım.” dedi. Hasan-ı Basrî: “–Ne güzel hazırlık!” dedikten sonra şu sözleri ekledi: “–Lâkin kelime-i şehâdetin şartları vardır. Bu yüzden iffetli kadınlara iftirâ etmekten sakın!” Bir kimse Vehb bin Münebbih’e: “Lâ ilâhe illâllâh, cennetin anahtarı değil mi?” demişti. O da: “–Evet, öyledir, fakat dişsiz anahtar olur mu? Dişleri olan anahtarın varsa kapın açılır, yoksa kapalı kalır, açılmaz.” cevâbını verdi. (Buhârî, Cenâiz, 1) Tevhîd anahtarının dişleri; hayır, hasenât ve bütün amel-i sâlihlerdir. Osmanlı Devleti’nde, insanların iffet ve nâmusları teminât altında idi. Meselâ Fâtih, Bosna fethinden sonra çıkarttığı bir fermanda:
“–Sakın ola, Sırp kızları su almak için çeşme başlarına geldiklerinde, askerlerim oralarda bulunmayalar!..” demiştir. Fâtih bu fermânı ile, hem askerlerini, hem de teminâtı altındaki hristiyan tebaanın iffetini muhâfaza etmiş oluyordu. Kânûnî devrinde, Fransa’da dans denilen hayâsızlık ve rezâlet yeni yeni ortaya çıkmaya başlamıştı. Bunu duyan Kânûnî, derhâl Fransa kralına şu tâlimâtı gönderdi: “…İşittim ki, memleketinizde kadın ve erkeklerin dans adı altında birbirlerine sarılmak sûretiyle halk önünde ahlâk ve hayâya mugâyir davrandıkları süflî bir eğlence îcâd edilmiş! Bu rezâletin, hem-hudûd olmamız sebebiyle memleketime sirâyet etme ihtimâli vardır. Bu itibarla, nâme-i hümâyunum elinize ulaşır ulaşmaz derhâl bu rezâlete son verile! Aksi hâlde bizzat gelip o rezâleti kaldırmaya elbette muktedirim.” Târihçi Hammer, bu mektup üzerine, dansın Fransa’da tam yüz yıl yasaklandığını kaydetmektedir. Ecdâdımızın, iffet ve utancından dolayı kimseden bir şey isteyemeyecek olanların gönüllerini rencide etmemek ve onları istemek zorunda bırakmamak için eski İstanbul’un bâzı semtlerine koydukları sadaka taşları pek meşhurdur. Bu sadaka taşları, bir zamanlar ne büyük bir hizmete ve hayır yarışına şâhid idiler. Hâli vakti yerinde olanlar; “sağ elin verdiğini sol el görmeyecek şekilde” infakta bulunabilmek için gece karanlığında sadakalarını bu taşın tepesindeki çukura bırakırlardı. Daha sonra semtin fazîletli ve iffetli fakirleri de ihtiyaçları kadar parayı oradan alırlar, fazlasına ilişmezlerdi. Bilhassa ihtiyacı olmasına rağmen dilenmekten çekinenler, gecenin geç saatlerinde taşın yanına para almaya gelir, ihtiyaçları kadar alırlardı. On yedinci asır İstanbul’unu anlatan bir Fransız seyyah, üzerinde para bulunan bir taşı, tam bir hafta boyunca gözetlediğini, ancak oradan sadaka almaya gelen kimseyi göremediğini yazmaktadır. Hâsılı mü’min, iffetli ve hayâ sâhibi olmalıdır. Nefsânî arzu ve hislerin bütün kuvveti tasavvurda olduğundan, iffet ve nâmusu korumak ve nefse hâkim olabilmek için kalbi dâimâ güzel hislerle, zihni de ulvî düşüncelerle meşgul etmek lâzımdır. Ayrıca bu hususta kötü arkadaşlardan sakınmak da çok mühim bir esastır. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “Yabancı (nâmahrem) kadınlar karşısında siz iffetli olun ki, sizin kadınlarınız da iffetli olsunlar. Babalarınıza iyilik edin ki, çocuklarınız da size iyilik etsinler. Özür dileyerek yanına bir kardeşi gelen kimse, ister haklı ister haksız olsun, onu kabûl etsin. Aksi hâlde cennette havz-ı kevserde yanıma gelemez.” (Hâkim, IV, 170/7258)
İnsanlığın zîneti olan hayâ, sâhibini her türlü kötülükten muhâfaza eden mânevî bir kalkandır. İnsanın, Allâh’a ve kullarına karşı bütün vazîfelerini hakkıyla yerine getirmesini sağlar. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayânın bu tesir ve ehemmiyetini tebârüz ettirerek şöyle buyurur: “İlk peygamberlerden itibâren halkın hatırında kalan bir söz vardır: «Hayâ etmedikten sonra istediğini yap!»” (Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78) 21. Fetânet ve Firâset
Üstün zekâ kuvvetine sâhip olmak mânâsındaki fetânet, peygamberlerin beş fârik vasfından biridir. Fetânet, kuru bir akıl ve mantık değil, dehânın da ötesinde bir idrâk seviyesidir. Kalbe bağlı aklın, firâset ve basîretin ifâdesidir. Her peygamberin, tebliğ vazîfesini eksiksiz ve mükemmel bir şekilde yerine getirebilmesi için, böyle üstün bir zekâya sâhip olması îcâb eder. Aksi takdirde, gönderildikleri kimselere karşı kuvvetli deliller getiremez, onları iknâ veya ilzâm edemezler. Peygamberler, insanlar içinde bilhassa akıl, zekâ ve firâset başta olmak üzere her bakımdan en üst derecededirler. Onlar, kuvvetli bir hâfıza, yüksek bir idrâk, güçlü bir mantık ve iknâ kâbiliyetine sâhiptirler. En muğlâk ve müşkil meseleleri dahî kolayca hâllederler. Mevzûları îzâh ederken, sehl-i mümtenî193 ile konuştukları için, idrâk seviyeleri birbirinden farklı olan muhâtapları, onları anlamakta zorluk çekmezler. Peygamberlerin sıfatlarından bir cüz olan firâset, ince bir zekâ ile muhâtabın akıl seviyesine göre davranmaktır. Zîrâ bir kimseyi sevindiren bir davranış, diğer bir kimseyi üzebilir. Dolayısıyla insan terbiyesi, onun psikolojik durumunu tespit edebilmek ve hadiselerin iki üç merhale sonrasını hesap edebilmekten geçer. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in; firâset ve basîretten uzak, dînin emirlerini tam olarak bilmeden fetvâ veren ve verdikleri bu fetvâlarla insanların zarar görmelerine sebep olan kimselere nasıl muâmele ettiğini gösteren şu hâdise oldukça dikkat çekicidir: Câbir -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Bir sefere çıkmıştık, arkadaşlarımızdan birine taş isâbet etti ve başı yarıldı. Adamcağız, bilâhare ihtilâm oldu. Yanındakilere: “–Benim için teyemmüm etmeye ruhsat var mı?” diye sordu. “–Sen suyu kullanmaya muktedirsin, sana ruhsat olduğunu zannetmiyoruz.” dediler. Adam yaralı hâliyle yıkandı ve bu sebeple vefât etti. Allâh Rasûlü’nün yanına gelince, bu hâdiseyi haber verdiler. Fahr-i Kâinât Efendimiz gâyet öfkelendi ve şunları söyledi:
“–…Bilgisizliğin şifâsı sormaktır. Ona; teyemmüm edip yarasının üzerine bir bez sarması, sonra sargının üzerini meshetmesi, bedeninin geri kalan kısmını da yıkaması yeterliydi.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 125/337; İbn-i Mâce, Tahâret, 93) Dolayısıyla, Peygamber Efendimiz’in izinden giden müslümanların da, akıllı, bilgili, zekî, uyanık ve firâset sâhibi olmaları îcâb eder. Firâset, Allâh Teâlâ’nın sevdiği kullarının kalblerine lutfettiği bir nûrdur. Yâni akıllılık, üstün zekâ, sezmek, bilmek ve anlamak gibi hâllerin mânevî bir idrâk kâbiliyeti olarak kalbde tecellî etmesidir. Kalbe doğan samîmî hisler ve nâil olunan ilhamlar sâyesinde, hâdiselerin içyüzünü, zihinlerden ve kalblerden geçenleri doğru tahmin ve teşhîs etmektir. Şüphesiz ki bu firâsete, nefsinin gurûrundan sıyrılıp Allâh’ın nûruyla bakanlar nâil olabilirler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o, Allâh’ın nûruyla bakar.” (Tirmizî, Tefsîr, 15/3127) buyurmak sûretiyle, her mü’minin firâsetinin îmânı nisbetinde olduğuna işâret etmişlerdir. Bu itibarla kâmil mü’minler olan evliyâullâhın firâseti, diğer mü’minlerinkine nazaran çok daha kuvvetlidir. Firâsetin şâheseri, ölüm bilmecesini hâlletmenin gayreti içinde olmakla başlar. Zîrâ fânî âlemde sırlara ve hakîkatlere ârif olabilmek, ancak “ölmeden evvel ölebilmek” ile mümkündür. Hazret-i Mevlânâ buyurur: “Akıllılar önceden ağlar; sonunda tebessümlere gark olurlar. Ahmaklarsa, önceden kahkahalara boğulur, sonra da başlarını taşlara vurarak ağlarlar. Ey kişi! Firâsetli olup işin sonunu başlangıçta iken gör de cezâ gününde pişmanlık ateşiyle yanıp tutuşma!..” Firâsetin şartı, helâl lokma yemek, kalbî hayâtı inkişâf ettirmek ve tefekkürde derinleşmektir. Tefekkür ve tahassüste ilk adım, etrâfa ibret nazarıyla bakmaktır. Allâh, Kur’ân-ı Kerîm’de kullarını böyle ibretleri kavramaya medâr olacak bir basîretle bakmaya davet etmiş ve çeşitli âyetlerde: “Onlar devenin nasıl yaratıldığına, buluta, yağmura, dağlara, yeşil bitkilerin kışın ölüp baharda dirilmesine, geçmiş kavimlerden kalan eserlere vs. bakmazlar mı?” buyurmuştur.194 Diğer taraftan, yine Kur’ân-ı Kerîm’de Allâh’ın nîmetleri sayıldıktan sonra, insanlara defalarca yâni “Ey bakış, görüş (idrâk) sâhipleri!..”195 diye hitâb edilmiş; kâinâta ibret nazarıyla bakmaları istenmiştir. Bu istikâmette benzer pek çok âyet-i kerîmede de “Hiç düşünmez misiniz? Akletmezler mi? İdrâk etmezler mi?”196 buyrularak insanoğlunun kâinâtı boş ve kavrayışsız bir nazarla değil; hikmeti idrâk edecek bir dirâyet ve basîretle müşâhede etmesi lâzım geldiği ifâde edilmiştir. Basîretin ehemmiyetini gösteren âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “…Elbette bunda, basîret sâhipleri için büyük bir ibret vardır.” (Âl-i İmrân, 13)
“(Ey Muhammed!) Kuvvetli ve basîretli kullarımız İbrâhim, İshâk ve Yâkûb’u da an. Biz onları özellikle âhiret yurdunu düşünen ihlâslı kimseler kıldık. Doğrusu onlar Biz’im katımızda seçkin ve en hayırlı kimselerdendir.” (Sâd, 45-47) “(Ey Habîbim!) De ki: İşte benim yolum! Kendimi ve bana tâbî olanları basîret üzere Allâh’a dâvet ediyorum…” Fazîlet Tabloları
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir gün: “–Yâ Rasûlallâh! Allâh’tan başkasına hiç ibâdet ettiniz mi?” diye soruldu. “–Hayır!” cevâbını verdi. “–Hiç içki içtiniz mi?” diye soruldu. “–Hayır! Ben, Kitap ve îmânın ne olduğunu bilmezken bile, onların yaptıkları şeylerin küfür olduğunu bilirdim.” buyurdu. (Diyarbekrî, I, 254-255) Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in temiz fıtratı; fetânet, firâset ve basîretin zirvesinde yaratılmıştı. Kureyşliler, Allâh Rasûlü’nün nübüvvetinden beş sene önce Kâbe’yi tâmir etmişlerdi. Varlık Nûru da Kâbe’nin tâmirine amcası Abbâs ile beraber iştirâk etti. Sıra Hacer-i Esved’i yerine koymaya gelince, her kabîle bu şerefli vazîfeyi kendisi yapmak istediği için büyük bir kargaşa çıktı. Aralarında sert tartışma ve çekişmeler başladı. Mesele haset ve ihtirâsa dönüştü. Neredeyse kan dökülecekti. Abduddâroğulları, içi kanla dolu bir çanak getirdiler, ölünceye kadar çarpışmak üzere Adiy bin Kâ’b Oğulları’yla antlaşma yaptılar ve savaşmaya hazırlandılar. Yeminlerini sağlamlaştırmak için de ellerini kanla dolu çanağa batırdılar. Kureyşliler, bu hâl üzere dört veya beş gece kaldılar. Nihâyet Kureyş’in en yaşlısı olan Ebû Ümeyye yüksek sesle: “–Ey kavmim! Biz ancak hayır istiyoruz, kötülük istemiyoruz. Sizler bu hususta kıskançlık yarışına girmeyin. Bırakın mücâdeleyi! Mâdem şu meseleyi aramızda hâlledemedik, Harem kapısından ilk gelecek zâtı aramızda hakem tâyin edelim. Hükmüne de râzı olalım!” diyerek eliyle Mescid-i Harâm’ın Benî Şeybe kapısını gösterdi. Tam o esnâda Âlemlerin Efendisi, Harem kapısında göründü. Herkesin yüzünü tatlı bir tebessüm kapladı. Zîrâ gelen Muhammedü’l-Emîn idi. Kureyş’in, Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı sevgi, hürmet ve îtimâdı, her geçen gün daha da ziyâdeleşmişti. Hattâ bir deve kesecek olsalar, Server-i Âlem Efendimiz’i ararlar, O da gelir işlerinin bereketi için onlara duâ ederdi.197 Bu sebeple Kureyşliler O’nu görür görmez:
“–İşte el-Emîn! O’nun aramızda hakem olmasına hepimiz râzıyız!” dediler. Meseleyi kendisine anlattılar. O da, her kabîleden bir kişi seçti ve ridâsını çıkarıp yere serdi. Sonra Hacer-i Esved’i ridâsının üzerine koydurup, seçtiği kişilerin her birine bir ucundan tutturdu. Mübârek taşı birlikte taşıdılar. Varlık Nûru da onu kendi elleriyle yerine yerleştirdi. Böylece Efendimiz, fetânet ve firâsetini göstererek kabîleler arasında çıkabilecek muhtemel bir savaşa mânî oldu. (İbn-i Hişâm, I, 209-214; Abdürrazzâk, V, 319) Allâh Rasûlü’nün İslâm yolunda yaptığı muhârebelerde gösterdiği dirâyet, barış antlaşmalarında bilhassa Hudeybiye’de ortaya koyduğu firâset, Mekke fethinde, Huneyn’de, Tâif’te izlediği hârikulâde metod ve gösterdiği adâlet, hiçbir beşerin ulaşamayacağı kabîlden yüce ve ulvî olmuştur. İnsanlar da dâimâ firâset ve şahsiyet sâhibi kimselere hayrân olurlar ve îtimâd ederler. Hazret-i Yûsuf’un suçsuz olduğu kabûl edilmiş ve zindandan çıkması için kendisine elçi gönderilmişti. Yûsuf -aleyhisselâm- ise, Melik hakîkate iyice vâkıf olmadan, mes’elenin aslı iyice anlaşılmadan ve haksız yere hapse atıldığı herkesçe kabûl edilmeden, zindandan çıkmak istemedi. Aklını kullanarak, sabırlı ve vakarlı bir tavır göstererek, kendisine hased edenlerin işi daha fazla karıştırmalarına da mânî oldu. Kendisine yapılan bütün isnadların yalan ve iftirâ olduğunu ispat edip töhmetten tamamen kurtulunca, zindandan çıkmayı kabûl etti. Bu sebeple her müslüman, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın bu firâsetli hareketinden ibret alarak, üzerinden töhmeti atmak ve töhmet yerlerinden sakınmak husûsunda son derece dikkatli ve titiz davranmalıdır. Süleyman -aleyhisselâm-, çocukluğundan itibâren yüksek bir anlayışa sâhip, çok zeki biriydi. O’nun bu husûsiyetiyle ilgili olarak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle bir hâdise anlatır: “…Vaktiyle iki kadın ve beraberlerinde çocukları vardı. Yolda giderlerken bir kurt gelip kadınlardan büyük olanın çocuğunu alıp götürdü. Bunun üzerine bu kadın, arkadaşı (olan küçük) kadına: «–Kurt, senin çocuğunu götürdü.» dedi. Diğer kadın: «–Hayır, senin çocuğunu götürdü!» dedi. Nihâyet bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için Dâvûd -aleyhisselâm-’a mürâcaat ettiler. Dâvûd -aleyhisselâm-, çocuğun büyük kadına âit olduğuna hükmetti.198 Onlar muhâkemeden çıkıp, Dâvûd -aleyhisselâm-’ın oğlu Süleyman -aleyhisselâm-’a gittiler. Dâvûd aleyhisselâm-’ın hükmünü söylediler. Süleyman -aleyhisselâm- da: «–Bana bir bıçak getirin! Çocuğu (bu) iki kadın arasında paylaştırayım!» dedi.
Bunun üzerine, çocuğun gerçek anası olan küçük kadın derhâl ileri atıldı: «–Aman öyle yapma! Allâh sana rahmet eylesin! Çocuk bu kadınındır!» dedi. Bunun üzerine Süleyman -aleyhisselâm-, çocuğun küçük kadına âit olduğuna hükmetti.” (Buhârî, Enbiyâ, 40) Arâis-i Mecâlis adlı kitapta nakledilen bir rivâyet şöyledir: Firâset bakımından kadınların en üstünü ikidir. İkisi de Hazret-i Mûsâ hakkındaki teşhislerinde firâsetle isâbet etmiştir: Biri, Firavun’un hanımı Âsiye’dir. (O, Mûsâ bir sandık içinde saraya getirilince, gönlü O’na meylederek, alıp Firavun’a götürmüş: ) “–Bu çocuk, benim ve senin için göz nûru, göz aydınlığı olsun! O’nu öldürme!” demişti. Diğeri ise Şuayb -aleyhisselâm-’ın kızıdır. Mûsâ -aleyhisselâm-’ın yüce ahlâkını tespit etmiş ve: “–Babacığım! Koyunlarımızı otlatmak için O’nu ücretle tut! O, ücretle tuttuğun kimselerin en hayırlısıdır, kuvvetli ve emîndir!” demişti. Şuayb -aleyhisselâm-’ın kızı Safura, Hazret-i Mûsâ’nın emînliğini firâseti ile tespit etmiştir. Bunu nasıl anladığı sorulduğunda ise: “–Çünkü O, bizim yüzümüze dahî bakmadı. Yolda da önümüzden yürüyordu. Anlaşılıyor ki, çok emîn bir kimsedir!” cevâbını vermişti. Her müslüman, peygamberlerdeki fetânet (kalbe bağlı akıl, firâset ve basîret) sıfatından hisse alıp, akıl nîmetini en verimli bir şekilde kullanmalıdır. Kime, neyi, ne zaman, nerede ve nasıl söyleyeceğini ve ne şekilde davranacağını bilmelidir. Meselâ Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh-’ın, Habeşistan kralı Necâşî’ye, İslâm hakkında bilgi verirken tâkip ettiği ince üslûb, bir müslümanın firâsetini göstermesi bakımından pek ibretlidir. Hristiyan olan Necâşî, Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh-’ın Kur’ânı Kerîm’den birkaç âyet okumasını talep ettiğinde o, ilk başta inkârcılara meydan okuyan âyetleri değil, içinde Hazret-i Îsâ ve annesinden övgüyle bahsedilen Meryem Sûresi’ni okudu. Hazret-i Câfer’in tilâvet ettiği âyet-i celîleleri huşû içinde dinleyen Necâşî, yaşlı gözlerle: “–Şüphesiz şu dinlediklerim ile Îsâ’nın getirdiği, aynı nûr kaynağından fışkırıyor!” dedi ve bir müddet sonra da İslâm ile şereflendi. (İbn-i Hişâm, I, 358-360) Hazret-i Enes -radıyallâhu anh-, kendi rivâyetine göre; bir gün Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’a giderken yolda bir kadın görür. Kadının güzelliği aklına takılır. Bu düşünce ile Hazret-i Osman’ın yanına girer. Onu gören Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-: “–Ey Enes! Gözlerinde zinâ izleri olduğu hâlde buraya giriyorsun.” der.
Bu söz karşısında şaşıran Enes -radıyallâhu anh-, hayret içinde: “–Allâh’ın Rasûlü’nden sonra da mı vahiy geliyor?” diye sorunca, Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-: “–Hayır, bu bir basîret ve doğru bir firâsettir.”199 buyurur. Abdullâh ibn-i Ömer -radıyallâhu anh-’a Hazret-i Hüseyin’in Irak’a doğru yola çıktığı haberi geldiğinde, peşine düşüp üç günlük bir yolculuktan sonra Hüseyin -radıyallâhu anh-’a yetişti ve: “–Ey Hüseyin, nereye gidiyorsun?” dedi. Hazret-i Hüseyin: “–Irak’a gidiyorum.” dedi. İbn-i Ömer -radıyallâhu anh- baktı ki, Hazret-i Hüseyin’in yanında kâğıt tomarları var. Hazret-i Hüseyin: “–İşte bunlar Iraklıların mektuplarıdır.” dedi. İbn-i Ömer: “–Sen onların mektuplarına aldanma, onlara gitme!” dedi. Fakat bütün ısrarlarına rağmen Hazret-i Hüseyin gitmekte direndi: “–Ben gitmeyeyim de kim gitsin?” dedi. Bunun üzerine İbn-i Ömer, Hazret-i Hüseyin’e şöyle hitâb etti: “–O hâlde ben size Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir hadîsini hatırlatayım: Cebrâîl -aleyhisselâm-, Allâh Rasûlü’ne geldi. Rasûlullâh’ı dünyâ ile âhiret arasında muhayyer bıraktı. Allâh Rasûlü, âhireti dünyâya tercih etti. Sen de Rasûlullâh’ın bir parçasısın. Allâh’a yemin ederim, siz Ehl-i Beyt’ten hiç kimse kıyâmete kadar dünyâya hâkim olamayacaktır, (yâni mal, mülk, makam, mevkî gibi dünyevî şeylere uzun süre ve tam olarak sâhip olamayacaklardır). Sizi dünyâya hâkim olmaktan alıkoyan şey, sizin için dünyâdan daha hayırlı olan bir şeyi, yâni âhireti tercih etmiş olmanızdır.” Hazret-i Hüseyin dönmeyi kabûl etmedi. Bunun üzerine Abdullâh bin Ömer, onun boynuna sarıldı ve ağladı. Sonra da: “–Allâh’a emânet ol, sen ölüme gidiyorsun!” dedi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, VIII, 152; Zehebî, Siyer, III, 296) Hazret-i Hüseyin’in kardeşi Hasan -radıyallâhu anh- da, müslümanlar arasından fitnenin kalkması ve kan dökülmesine mânî olmak için Muâviye’ye mektup yazarak hilâfetten ferâgat etmiştir. İşte Hazret-i Abdullâh’ın firâsetini de aksettiren bu hâdiseler, Ehl-i Beyt’in fedâkârlık, mes’ûliyet ve hizmet aşkına mukâbil katlandıkları çileleri sergilemektedir.
Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri, başından geçen bir hâli şöyle anlatmıştır: Bir gün gözümün önünde bir nur peydâ olmuş ve bütün ufku kaplamıştı. Bu nedir diye bakarken, nurdan bir ses geldi: “–Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim. Bugüne kadar yaptığın amel-i sâlihlerden öyle memnûnum ki, bundan böyle sana haramları helâl eyledim.” dedi. Ancak hitap biter-bitmez, ben bu sesin sâhibinin şeytan -aleyhillâne- olduğunu anladım ve: “–Çekil git ey mel’un! Gösterdiğin nur, benim için ebedî bir zulmettir.” dedim. Bunun üzerine şeytan: “–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmet ve firâsetle yine elimden kurtuldun! Hâlbuki ben yüzlerce kimseyi bu usûl ile yoldan çıkarmıştım.” diyerek uzaklaştı. Ellerimi ulu dergâha açtım; bunun, Rabbimin fazlı olduğu idrâki içinde Cenâb-ı Hakk’a şükürler eyledim. Bu sözleri dinleyen cemaatten biri sordu: “–Ey Abdülkâdir, onun şeytan olduğunu nereden anladın?” Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh- cevap verdi: “–Sana, haramları helâl kıldım, demesinden!..” İşte bu, hayat boyunca herkesin muhtaç olduğu bir firâsettir. Osmanlı’nın fetret devrinde, şehzâdelerin mücâdelesinde halk, bugünküyle kıyas edilemeyecek derecede sağlam, olgun ve târih şuuruna hâkim bir hâldeydi ki, hiçbir şehzâdeye tarafgîr olmayarak, onlar arasında cereyân eden kavganın neticesini beklemeyi tercîh etmişlerdi. Bu sebeple, o zamânın pâyitahtı Bursa şehrinin varoşlarına gelmiş olan Mûsâ Çelebi’ye halk, temsilcilerini göndererek şöyle demiştir: “–Biz hiçbirinize ne taraftar, ne aleyhtârız! Siz kardeşler, aranızdaki mes’eleyi hâlledin! Bizi bu kavgaya bulaştırırsanız, bir daha kapanması imkânsız yaraların açılmasına sebep olursunuz. Her birinizin emrindeki askerlerin siz şehzâdelerine sadâkati bir vicdan borcudur. Ancak sizden istirhâmımız; bu ihtilâfın, millet fertlerini bölmesine mahal vermemenizdir…” Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını önleyen en müessir güçlerden biri de, halkın bu basîreti, dirâyeti ve sağlam karakteridir. Aksi hâlde, birçok toplumda görüldüğü üzre, herkes parti tutar gibi mutaassıbâne bir sûrette bir lidere körü körüne bağlanır ve millet efrâdı arasına kan ve kin girerdi.
Yıldırım Bâyezîd’i Ankara’da mağlûb eden Timur, Osmanlı’yı ancak birkaç yıl sürecek bir haraca bağlamıştı. Ondan sonra İlhanlılar, Timur’un yerine kendilerinin kaldığını söyleyerek bu haracı almaya devâm ettiler. Bu haraç, II. Murad Hân’a kadar verilmişti. II. Murad zamanında tamamen toparlanıp güçlenmiş olan Osmanlı Devleti’nin paşaları, Sultân’a: “–Pâdişâhım! Bunlara hâlâ ne diye haraç veriyoruz? Artık şunları başımızdan defedelim!..” dediler. Son derece akıllı ve firâsetli bir sultan olan II. Murad Hân, bu hissî talebe şu ibretli cevâbı verdi: “–Onlar bizim yükselişimizin ve şu anki kudretimizin farkında değiller. Şâyet şimdi biz, istedikleri parayı onlara vermezsek, giderler; sıradan da olsa bir ordu toplayıp üzerimize gelirler. Gerçi mağlûb olurlar, ama müslüman kanı akar… Dolayısıyla siz onlara istedikleri parayı şu an için vermeye devâm edin! Zîrâ para için müslüman kanı akıtmak istemem! Ancak İlhanlı elçilerine öyle gösteriler yapın ve ordumuzun ihtişâmını seyrettirin ki, sâhip olduğumuz kuvvet ve kudretin farkına varsınlar da, bir daha kendilerinden çok üstün olduğu muhakkak olan bu Devlet-i Aliyye’den haraç isteme cür’et ve cesâretini gösteremesinler!..” Gerçekten de netice, II. Murad Hân’ın beyân ettiği şekilde tahakkuk etti. II. Murad Hân’ın, oğlu II. Mehmed Fâtih’i ısrarla tahta geçirmek istemesindeki sebeplerden biri de, onda gördüğü büyük istîdatlardır. Zîrâ Şehzâde Mehmed, henüz çok genç yaşta olmasına rağmen, birçok olgun insanın bile akledemeyeceği şeyleri düşünür, yapar ve babasına çok derûnî suâller sorardı. Nitekim bir seferinde, sarayın bahçesinde babasını görmüş ve hemen onun yanına koşmuştu. Hâl ve hatırını sorduktan sonra da şöyle demişti: “–Ey benim devletlü babam! Ne hikmettir ki, sırtınızdaki onca ağır yük ve eziyete rağmen, sizde diğer ihtiyarlardaki gibi yaşlılık emârelerine rastlamış değilim. Siz, diğer insanlar gibi yaşlandınız, fakat eğilip bükülmediniz ve kamburlaşmadınız. Her türlü zahmet ve sıkıntıya rağmen, genç yaştaki zindelik, kahramanlık ve yiğitlikle beraber, akıl ve irâdenizi yerli yerinde kullanmaktasınız. Bir bakıyorum, cenk meydanlarında muzaffer bir kumandansınız; bir bakıyorum, ilim meclislerinde derin bir üstadsınız; bir bakıyorum, halka hizmet eden samîmî ve içli bir dervişsiniz!.. Geceniz gündüzünüz yok! Bütün bunlara fidan gibi boyunuzu eğriltmeden, o ince rûhunuzu yıpratmadan nasıl tâkat getirebiliyorsunuz? Bu nasıl iştir baba?!. Zihnin sürekli meşgûliyeti insanı eritip bitirirken, sizde bir değişiklik meydana getirememiş, huzurlu hâlinizi bozamamış!.. Sâhip olduğunuz müstesnâ karakter için ne tür bir ilâç, üstün aklınız için ne tür bir şurup kullanıyorsunuz? Lutfedip bunları bana öğretir misiniz? Tâ ki ben de sizin yolunuzca yürüyeyim…” Sultan II. Murad Hân, genç yaştaki oğlundan hiç beklemediği bu suâller karşısında hayrete düşmekle beraber, gâyet memnun kalarak şu târihî nasîhatte bulundu:
“–Ey benim sevgili oğlum! Beni mesrûr eyledin. Kâinâtın ve bütün varlıkların kulluk eylediği yüce Rabbim, sana vermiş olduğu üstün meziyetleri ziyâdeleştirsin. Böyle büyük ve geniş mes’eleleri araştırma merâkını devâm ettirsin. Ey oğlum! Kim ne derse desin, ben, hayatlarını doğruluk üzere geçirenlerin, bu dünyâdan ayrıldıkları zaman âhiret âleminin o hayâle sığmayan sonsuz nîmetlerine kavuşacaklarına inanıyorum. Bu inancımda en ufak bir şüphem yoktur. Bunun için yüce Allâh’ıma karşı yaptığım ibâdetleri, en samîmî bir şekilde can u gönülden yaparım. Ben bu çile ve ıztıraplar dünyâsında çektiklerimin karşılıklarının, Allâh tarafından, âhiret âleminde verileceğine inanıyor ve her hususta O’na ilticâ ediyorum. Ayrıca O’nun takdîrinin, yâni kaderinin benim için büyük bir safâ olduğunu düşünüyorum. Ey oğlum! Her söylenene inanıp aldanmaktan uzak durmak, her ayrı durumun içyüzünü öğrenip düşünmek ve kendi hakîkî gerçeğine yaklaşmak gerek! Nasıl ki bir yemiş, ancak olgunlaştığı zaman güzelce yenir; bunun gibi, insanlardan güngörmüş, bilgi ve tecrübesi yerinde olanlar da her zaman tercîhe şâyândırlar. Aksi hâlde olgun ve leziz üzüm salkımları dururken henüz olmamış bir koruğu yemek, aklın za’fiyetidir. Ey oğlum! Ara sıra yüce ecdâdımı hatırlarım. Benden sonraki neslimizin âkıbeti hakkında düşüncelere dalarım. Elhamdülillâh bugüne kadar sevgi, hürmet ve bağlılık görerek geldik. Bugünden sonra da aynı şekilde devâm etmemizi arzularım. Nasıl doğup geldiysek, yine öylece gidelim isterim… Şunu iyice bilesin ki, herhangi bir şeyin devâmı, yalnız kaba kuvvet, kılıç, kahramanlık ve ezici güç zoruyla mümkün değildir. Akıl, tedbîr, sabır, ileriyi görme, imtihan ve yorucu tecrübeler çok mühimdir. Birinci yol, her zaman geçerli olmadığı gibi, mahzurları da çoktur. İkinci yol da tek başına bir işe yaramaz. Büyük muvaffakıyetler için her ikisini de bir arada yürütmek gerek! Unutma ki, yüce ecdâdımızın büyük zaferleri, görünüşte kılıcın gölgesinde olmuşsa da, hakîkatte akıl, mantık ve muhabbet güçleriyle gerçekleşebilmiştir. Ey oğlum! Bir an bile olsa sakın adâleti elinden bırakma! Çünkü yüce Allâh, âdildir ve âdil olanı sever. Sen bir bakıma O’nun yeryüzündeki halîfesisin. O, sana, kendi irâdesiyle birtakım lutuflarda bulunmuş ve seni kullarının başına serdâr eylemiştir; bunu unutma!.. Ey oğlum! Bu dünyâda üç türlü insan vardır: Birinci grup, akıl ve fikirleri yerinde, istikbâli az-çok gören ve düşünen, hiçbir gayr-i tabiîlikleri olmayan kimselerdir. İkincisi, hangi yolun doğru veya eğri olup olmadığını bilmekten uzak olan kimselerdir. Ancak bu duruma kendi istekleriyle değil, etraflarının tesiriyle düşmüşlerdir. Nasîhat edildiğinde doğru yola gelirler; hakîkati kabûl eder, söz dinlerler. Bununla birlikte, çoğu zaman da duyup işittiklerine uyarak yaşarlar.
Üçüncüsü ise, ne kendileri bir şeyden haberdardır, ne de yapılan îkaz ve nasîhatlere kulak asarlar. Sâdece kendi arzularına uyar ve her şeyi bildiklerini zannederler. Bunlar en tehlikeli olanlardır. Ey oğul! Yüce Allâh, eğer seni ilk sırada saydığım kimselerden yaratmışsa, sevinir, Cenâb-ı Hakk’a şükrederim. Yok eğer ikincilerden isen, sana yapılan nasîhat ve îkazlara kulak vermeni tavsiye ederim. Sakın üçüncü gruba dâhil olmayasın! Onlar, hem Allâh’a, hem de insanlara karşı iyi bir durumda değildirler. Ey oğul! Pâdişahlar, ellerinde terâzî tutmuş kimselere benzerler. Ancak asıl pâdişâh odur ki, elindeki terâzîyi doğru tuta! Sen pâdişâh olunca, terâzîyi doğru tutmanı tavsiye ederim. O zaman yüce Allâh da, senin hakkında hayır murâd eder. Seni sâlihlerden kılar. Her şey O’nun mâlûmudur…” İşte baba ve oğulda müşâhede edilen fevkalâde bir firâset ve dirâyet… II. Bâyezîd-i Velî’nin, vakfiye, külliye, şifâhâne ve diğer hayrât hizmetlerinin yanında, İslâmî ilimlere ve kültüre verdiği ehemmiyet de çok büyüktür. O’nun devri, Osmanlı kültür ve medeniyetinin temellerinin atıldığı bir zamandır. Meşhur İtalyan mîmar ve ressam Leonardo da Vinci, II. Bâyezîd’e mektup yazıp İstanbul’daki câmî ve diğer eserlerin plân ve projelerini bizzat yapmayı teklif edince, bu mektup Kubbealtı vezirleri arasında sevinç uyandırmıştı. Derin ve ince bir tasavvufî anlayışa sâhip olan II. Bâyezîd Hân ise, bu teklifi reddederek şöyle dedi: “–Şâyet bunu kabûl edersek, ülkemizde üslûb ve rûh itibâriyle kilise mîmârîsinin mukallidi bir mîmârî hâkim olur, kendi İslâmî mîmârîmiz inkişâf edemez ve şahsiyet kazanamaz!” İşte bu görüş, akıllı, firâsetli ve gönül ehli bir müslümanın ufkunu ifâde etmektedir. Zîrâ, II. Bâyezîd’in ardından İslâm toprakları nasıl yirmi dört milyon kilometrekareye ulaştıysa, aynı şekilde İslâm sanatı da zirveye tırmanmıştır. Bu anlayış sâyesinde İslâm’ın rûhu, hendeseye nakşedilmiş, değerini kıyâmete kadar koruyabilecek Selimiye, Süleymâniye ve benzeri âbideler silsilesi meydana gelmiştir. Hiç şüphesiz ki Filistin’in ilk mazlûmu, II. Abdülhamid Han’dır. O, Filistin mes’elesinde büyük bir hassâsiyet göstermiş ve yahûdîlerin ilk bakışta mâsumâne görünen arzu ve emellerine karşı basîret ve firâsetle tavır koymuştur. Abdülhamid Han, kendisinden, Osmanlı’nın bütün dış borçlarını ödeme mukâbilinde Filistin’den toprak vermesini isteyen Teodor Herzl’e: “–Ben Filistin’den bir karış dahî toprak satmam! Zîrâ bu vatan bana değil, milletime âittir. Milletim ise, oraları kanlarını dökerek kazanmıştır. Şehîd kanları ile alınan vatan parçası, para ile satılamaz! Biliniz ki ben, sizin canlı bir beden üzerinde yapmayı planladığınız hâin ameliyata aslâ müsâade etmem!” demiş ve bu tehlikeyi bertarâf etmek için çok ciddî tedbirler almıştır.
Bugün olup bitenleri gördükçe II. Abdülhamid Hân’ın firâset ve dirâyetini daha iyi anlayabiliyoruz. Filistin’de hâlâ çocuklara en çok konulan isimlerin başında “Abdülhamid” gelmektedir. Filistinliler; “Biz Abdülhamid’in yetimleriyiz.” diyerek onu hayırla yâd etmektedirler. Hâsılı, firâset ve basîret, mü’min için elzem olan vasıflardandır. Şâh el-Kirmânî şöyle der: “Kim gözünü haramlardan korur, nefsini şehevâttan uzak tutar, bâtınını murâkabe, zâhirini de Sünnet’e ittibâ ile îmâr eder ve helâl lokmayla beslenirse, onun firâseti hiçbir zaman şaşmaz!” 22. Nefs Tezkiyesi ve Kalb Tasfiyesi
İslâm şahsiyetini oluşturan güzel ahlâkın tahsîlinde, ilk önce atılması gereken adımlardan biri, nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesidir. Bu tezkiye ve tasfiye, aynı zamanda beşerî âkıbetin felâket veya saâdet olarak gerçekleşmesinde en belirleyici faktördür. Nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi için evvelâ ilâhî irâdeye râm olup şehevî ihtiraslara ve çirkin hâllere karşı koymaya çalışmak îcâb eder. Her mü’min, kendi kusur, noksanlık, acziyet, hiçlik ve câhilliğini idrâk ederek; Rabbini bütün azamet, kudret ve kemâliyle kavramalı ve fiillerine bu idrâk ile yön vermelidir. İşte bu yapılabildiği takdîrde, -Kur’ânî tâbirle- “kötülüğü şiddetle emreden nefs”200 mezmûm sıfatlardan arınıp makbûl bir hâle gelir. Nefsi tezkiyeye çalışmak ve bu uğurda ciddî bir gayret ile seyr u sülûke girmek, ehemmiyetine ve zorluğuna binâen “en büyük cihâd” kabûl edilmiştir. Nitekim bu tâbiri Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, pek zorlu geçen Tebük Gazvesi’nden dönüşlerinde ifâde buyurmuşlardır. Bu gazvede ashâb-ı kirâm, bin kilometre gidip dönmüşlerdi. Yolculukta açlık, susuzluk gibi birçok çâresizlik içinde kalındı. Sahâbenin saçı sakalı birbirine karıştı, derileri kemiklerine yapıştı. Ashâb-ı kirâm bu hâlde iken Efendimiz: “–Şimdi küçük cihâddan en büyük cihâda; nefsin hevâsı ile mücâhedeye dönüyoruz!”201 buyurdu. Yine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- muhtelif hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuştur: “(Hakîkatte) mücâhid, nefsine karşı cihâd eden kimsedir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2/1621; Ahmed, VI, 20) “Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek ölüm ötesi için çalışan, ahmak da nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde Allâh’tan (hayır) umandır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459; İbn-i Mâce, Zühd, 31)
“Ümmetim adına en çok korktuğum şey; nefislerinin hevâlarına uymalarıdır.” (Süyûtî, I, 12) Bu bakımdan, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın nebevî terbiyesi de nefse karşı verilecek amansız bir mücâdele sûretinde gerçekleşmiştir. Bu nebevî terbiye ile yetişen sahâbe-i kirâm, nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi netîcesinde ham vasıflardan arınarak kâmil insan hüviyetine kavuşmuş, örnek bir nesil hâline gelmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in rahle-i tedrîsinde hamd, şükür ve zikir hâlini yaşayan, Efendimiz’e yakınlığı sâyesinde elde ettiği engin hadis bilgisine rağmen, rivâyetteki titizliği sebebiyle kendisinden ancak 848 hadîs intikâl eden İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın mânevî terbiyesi altında vâsıl olduğu hâlet-i rûhiyeyi şu şekilde ifâde etmiştir: “Bize Allâh Rasûlü’nden öyle hâller in’ikâs etti ki, yenen lokmaların zikrini duyuyorduk.” (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25) Mâzîsi itibâriyle bir “deve çobanı” olan İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-, hidâyete kavuşup Rasûlullâh’ın mânevî terbiyesinden geçince gönlü deryâ hâline geldi, inceldi, derinleşti, kalbi ilâhî tecellîlere mâkes oldu. İşte meşhur Kûfe Mektebi bu şanlı sahâbînin eseridir. Dünyânın en büyük hukukçusu İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe de bu mektepten yetişmiştir. O İmâm-ı Âzam ki, dünyanın en büyük hukukçuları olarak tanınan Solon ve Hammurabi, ona ancak bir çırak olabilir. Ebû Hanîfe’nin kurmuş olduğu Hanefî mezhebi devâm ettikçe İbn-i Mes’ûd radıyallâhu anh- ne güzel bir sadaka-yı câriyeye nâil olacaktır. İşte o ve benzeri sahâbîler, bedenleri toprak olduktan sonra dahî mâzî olmayanlardır. Ümmet-i Muhammed’in kalblerinde saltanatları kıyâmete kadar devâm edecektir. Peygamberlerin ve Hak dostlarının, insanların mânevî terbiyesinde rûh ve kalblere tesir maksadıyla kullandıkları en mühim vâsıtalardan biri de “sohbet”tir. Nefsini tezkiye, kalbini tasfiye etmiş bir kimsenin sözlerinde, yaşadığı hâlin duyguları yüklüdür. Bu duygularla ve ihlâsla söylenen sözler, muhâtabın kulağından kalbine yol bularak, hayırlı tesirler hâsıl eder, feyz ve rûhâniyetin sirâyetine vesîle olur. Peygamber vârisi âlimler ve ârifler de, insanların menfî hâllerini düzeltmeden önce, sohbetin feyz ve bereketiyle onların kalblerini yumuşatarak ıslâha hazır hâle getirirler. Nefislerdeki öfke ve gazap fırtınalarını dindirerek nedâmetin tatlı meltemlerinin vücûd bulmasına zemîn hazırlarlar. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den silsile hâlinde mürşid-i kâmillerin gönlüne aktarılan feyz de, mü’minlere râbıta ve sohbet yoluyla intikâl eder. Bu sâyede Peygamber Efendimiz’in örnek şahsiyeti, mü’min gönüllere istîdâdı nisbetinde aksetmiş olur. Sohbetler ne kadar ibâdet vecdiyle îfâ edilirse, o kadar tecellî husûle gelir. Sohbette kalbler muhâtaba göre ayarlanır. Zîrâ sohbet, âdeta muhâtaba mânevî bir reçete yazmak gibidir. Hâlis bir gönülle yapılan ve dinlenen sohbet, derûnî bir keşif hâlidir; zuhûrâtlar muhâtabın kalbî durumuna göre husûle gelir.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbını terbiye ve tezkiyede kullandığı en tesirli metodu da sohbet idi. Zîrâ Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e: “Sen öğüt verip hatırlat. Çünkü hatırlatmak, mü’minlere fayda verir.” (ez-Zâriyât, 55) “…Zâten Sen, sâdece bir öğüt vericisin.” (el-Gâşiye, 21) buyurmaktadır. “Sahâbî” ve “sohbet” kelimelerinin aynı kökten neş’et etmiş olmaları da câlib-i dikkattir. Ashâb-ı kirâm, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e duydukları muhabbet, hürmet ve edep hissiyâtı içinde, mânevî sohbet ve terbiyeden murâd edilen istifâdenin en müşahhas ve mükemmel bir numûnesi olmuşlardır. Âdeta nâil oldukları bu istifâdenin şartını beyan sadedinde de, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetinde büründükleri huzur ve edeb hâlini: “–Sanki başımızın üzerinde bir kuş var da kıpırdasak uçuverecek zannederdik.” şeklinde ifâde etmişlerdir. (Bkz. Ebû Dâvûd, Sünnet, 23-24/4753; İbn-i Mâce, Cenâiz, 37; İbn-i Sa’d, I, 424) İşte Allâh Rasûlü’nün sohbet meclisleri böyle bir vecd içinde idi. O konuşurken etrâfındakiler O’nu öyle bir hasret ve can kulağıyla dinlerdi ki, üzerlerinde huzur ve vecd hâli müşâhede edilirdi. O’ndan ashâbına akseden edep ve hayâ o derecede idi ki, ashâb-ı güzîn, Allâh Rasûlü’ne suâl sormayı bile -çoğu zaman- cür’et telâkkî ederlerdi. Bu yüzden ashâb, çölden bir bedevî gelip Hazret-i Peygamber’e suâller sorarak sohbete vesîle olsa da, biz de O’nun feyz ve rûhâniyetinden istifâde etsek, diye beklerlerdi. Mâzîsi câhiliyye insanı olan ashâb-ı kirâm, hidâyet bulup Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in feyizli sohbeti ve mânevî terbiyesiyle nefislerini tezkiye, kalblerini de tasfiye ettikleri anda, dünyânın en mümtaz insanları hâline geldiler. Onların, dilden dile dolaşan ve gönüllerde yer eden fazîlet menkıbeleri devirleri ve diyarları aştı. İşte İslâm şahsiyetinin teşekkülünde bu kadar mühim bir mevkii bulunan nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi; öncelikle küfür, cehâlet, kötü hisler, yanlış îtikadlar ve fenâ huylardan temizlenmektir. Yâni dîn-i mübîne aykırı her türlü îtikâdî, ahlâkî ve amelî yanlışlıklardan arınmaktır. Kalbi temizleyip kötülüklerden koruduktan sonra da, îman, ilim, irfan, hikmet, hayırlı duygular, güzel huylar gibi takvâ hasletleriyle terbiye ve tezyîn ederek onu rûhâniyetle doldurmaktır. İnsanoğlu bu âleme kulluk imtihânı için geldiğinden, ölüm ânına kadar nefs denen ve bin bir menfîlik ihtivâ eden bir illete mübtelâdır. O, velâyetin en üst derecelerine de yükselse; dünyâ, nefs ve şeytan üçlüsünün dâimî bir hîle, vesvese ve tuzaklarıyla her an karşı karşıyadır. Zâten kulluğun kıymeti de, bu tehlikeleri bertarâf edip şu fânî âlemin cezbedici aldatmacalarından sıyrılarak takvâya bürünmek ve netîcesinde Hakk’a yönelmekle başlar. Mevlânâ Hazretleri insanın iç dünyâsındaki med-cezirleri şöyle ifâde eder: “Nefs sâhibi olan kimse, Mûsâ -aleyhisselâm- gibidir. Teni ise onun Firavun’udur. Nefs sâhibi bir kimse, kendi dâhilindeki nefsi bırakır da düşman nerede diye hâriçte aranır durur.”
“Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Mûsâ da, Firavun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devâm ediyorlar! Bu sebeple birbirine düşman bu iki kişiyi kendinde araman gerekir!” Yine Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur: “Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.” “Bedenine yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezîl olup gidiyor.” “Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.” Hakîkaten nefs, terbiye edildiğinde insanı, mahlûkât içerisinde en mükerrem bir mevkîye yüceltebilen, terbiye edilmediği takdirde ise bunun zıddına esfel-i sâfilîne düşürebilen, iki vecheli bir vâsıtadır. Âdeta iki ağızlı bir bıçak hükmündedir. Mânevî irşad ve kontrolden mahrum her nefs, hakîkatleri gafletle örten acı bir mahrûmiyet perdesidir. Ancak insan, nefs engeline rağmen mezmûm ahlâktan kurtulup nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye edebildiği takdirde, Hakk’a ve hayra yöneliş için nefs gibi bir engele mâruz bulunmayan melekleri bile geçebilir. Zîrâ bir netîcenin şerefi, ona ulaşmak için bertarâf edilen güçlükler nisbetindedir. Dolayısıyla, insan fıtratında var olan kötülük işleme meyillerini (fücûr) terbiye edip takvâ tohumlarını yeşertmek için nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi zarûrîdir. Bunun için her insan, istîdâd ve iktidârı nisbetinde Cenâb-ı Hakk’ı bilmek ve bu bilgiyi irfân hâline getirerek, amel-i sâlihlerle Allâh Teâlâ’yı tesbîh ve tekrîm etmekle mükelleftir. İşte “kulluk” da budur. Bu kulluk keyfiyetinin hedefine varması ise, insanın nefs engelini aşarak ulvî duygularla dolması demek olan nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesine bağlıdır. Nefs tezkiyesi, Cenâb-ı Hakk’ın üst üste yemin ederek dikkat çektiği mühim bir husustur. Nitekim Şems Sûresi’nde buyrulur: “Zât-ı ulûhiyyetim hakkı için; Güneş’e ve onun kuşluk vaktindeki aydınlığına, Güneş’i tâkip ettiğinde Ay’a, onu açığa çıkarttığında gündüze, onu örttüğünde geceye, gökyüzüne ve onu binâ edene, yere ve onu yayıp döşeyene, nefse ve ona birtakım kâbiliyetler verip de kötülük ve iyiliklerini (fücûr ve takvâsını) ilhâm edene YEMİN OLSUN Kİ; Nefsini kötülüklerden arındıran (maddî ve mânevî kirlerden temizleyen) mutlakâ kurtuluşa ermiş; onu kötülüklere gömen de elbette hüsrâna uğramıştır.” (eş-Şems, 1-10) Cenâb-ı Hakk’ın yemin etmesi, üzerine yemin edilen varlıkların kıymet ve şereflerini bildirmekle beraber, aslında o yeminden sonra ifâde edilen ilâhî beyânın, azamet ve ehemmiyetini göstermek içindir. Bu âyetlerdeki yeminlerde de durum böyledir. Ancak şu farkla:
Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmelerde üst üste tam on bir defa yemin etmekte, ardından bir de mânâyı daha çok kuvvetlendirmesi için “rónb” (mutlakâ) edatını kullanmakta ve ancak bu güçlü te’kîd ve te’yîdlerden sonra bildirmektedir ki: “Nefsini arındırıp temizleyen kimse, mutlakâ kurtuluşa erecek; aksine onu günah ve mâsiyetlerle kirleten kimse de muhakkak hüsrâna uğrayacaktır!..” Câlib-i dikkattir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak, nefs tezkiyesinden başka hiçbir hususta, bu şekilde üst üste on bir defa yemin etmemektedir. Bu gerçek, insanın kurtuluşu için nefs tezkiyesinin ne kadar mühim ve zarûrî olduğunu ifâdeye kâfîdir. Tasavvufta tezkiye, nefsin isteklerini azaltarak onun beden üzerindeki hâkimiyetini kırmak ve bu sûretle rûhun hükümranlığına imkân sağlamaktır. Bu da ancak nefse karşı irâdeyi güçlendirecek olan riyâzât yoluyla, yâni yiyip içme, uyuma ve konuşmada îtidâle riâyet gibi usûllerle sağlanabilir. Bundan dolayıdır ki, tasavvufta nefsi dizginlemenin usûlü; kıllet-i taam (az yemek), kıllet-i menâm (az uyumak) ve kıllet-i kelâm (az konuşmak)’tır, denilegelmiştir. Çünkü bunlar riyâzât ile nefse hâkimiyetin ilk adımlarıdır. Fakat her hususta olduğu gibi, bu usûlleri tatbîk ederken de îtidâli elden bırakmamak gerekir. Çünkü beden, Allâh’ın insanlara bir emânetidir. Zâten nefs, kendisine karşı girişilen mücâhede ile ölmez, ancak kontrol altına alınabilir. Matlûb olan da nefsi yok etmek değil, onu aşırılıklardan sakındırıp arzu ve temâyüllerini ilâhî rızâya muvâfık düsturlarla tahdîd ve terbiye edebilmektir. Nefsi arındırmanın yanında diğer mühim bir husus da, kalbin saf ve berrak bir hâle getirilmesidir. Aslî cevheri itibâriyle kalb, bu âlemde “nazargâh-ı İlâhî”dir. Yâni Cenâb-ı Hakk’ın nazarlarının tecellî mekânı olmak gibi bir şerefe mazhardır. Ancak nasıl ki bir sarayın tahtında sultandan gayrısının oturması mümkün değilse, vücut mülkünün sarayı hükmündeki kalbin de, Allâh’tan gayrı her şeyden, yâni nefsânî düşüncelerden, çirkin temâyüllerden ve mâsivâdan arındırılıp temizlenmesi gerekir. Aksi hâlde kalb, ilâhî lutuflara kapanır. Fakat bu, Allâh’tan başkasına muhabbet beslenemeyeceği mânâsına gelmez. Gerçi, nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye edip de kalb-i selîmin zirvelerine ulaşanlar, mâsivâ muhabbetinden âzâde olmuşlardır. Ancak diğer insanlar, derece derece mal, evlât vs. muhabbetlerini kalblerinden tamamıyla silmeye muvaffak olamazlar. Esâsen bu nevî muhabbetler, belirli bir sınırı aşmadığı müddetçe meşrûdur. Kalb tasfiyesinin ehemmiyetini kavramak için kalbin maddî ve mânevî hayattaki mevkiine bakmak kâfîdir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kalbin hayâtî ehemmiyetini şöyle ifâde buyurmuştur: “…İnsan bedeninde bir et parçası vardır. O sağlam ve sâlih olursa beden bütünüyle iyi, o kötü olursa beden de tamamıyla kötü olur. Dikkat ediniz ki o, kalbdir.” (Buhârî, Îmân, 39) Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, bir çuvalın dibindeki deliği kapatmadan içini doldurmaya çalışmanın beyhûde bir gayret olduğunu ifâde eder. Bunun gibi amellerin de ancak tasfiye
edilmiş bir kalb ile yapıldığı takdîrde kişinin saâdetine vesîle olabileceği âşikârdır. Zîrâ ameller niyetlere bağlıdır. Niyet ise, kalbin amellerinden biridir. Bu münâsebetle niyetin tashîhi ve ihlâsla tezyîni şarttır. Bu keyfiyet ise, ancak erbâbınca icrâ olunacak kalbî terbiye neticesinde elde edilen bir hâldir. Hak dostlarının kalb eğitiminde hedefledikleri nokta, kalbin sürekli Allâh ile beraber olma şuuruna (ihsâna) erişmesi ve böylece diri kalb vasfına kavuşmasıdır. Kalbin bu kıvâma ulaşması için mâsivâdan, yâni Allâh’ın dışındaki her şeyden arınmış olması zarûrîdir. Bu kıvâma ulaşan kalb, ince ve derin hakîkatlere âşinâ olur. Kalb, kesâfetten kurtulup letâfete büründüğü nisbette de ilâhî esmâ ve esrârın mâkesi hâline gelir. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın kalb yoluyla bilinmesi demek olan mârifetullâh hâsıl olur. Bu ise, ilmin irfân hâline gelmesi demektir. Allâh’ın huzûruna ancak selîm kalble, yâni tasfiye edilip bütün mânevî hastalıklardan arındırılarak içi ilâhî muhabbetle doldurulmuş tertemiz bir gönülle çıkanlar kurtuluşa erebileceklerdir. Bunu Cenâb-ı Hak şöyle bildirir: “O gün ne mal fayda verir, ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (tertemiz bir kalb) ile gelenler müstesnâ.” (eş-Şuarâ, 88-89) Mânevî tezkiye ve tasfiye netîcesinde selîm ve münîb bir kalbe ve mutmain bir nefse sâhip olabilmek için riâyet edilmesi gereken birtakım şartlar vardır. Onların başlıcaları şunlardır: a. Helâl gıdâ b. İstiğfar ve duâ c. Kur’ân okumak ve ahkâmına tâbî olmak d. İbâdetleri huşû ile edâ etmek e. İnfak f. Geceleri ihyâ etmek g. Zikrullâh ve murâkabe h. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet ve salevât-ı şerîfeye devâm etmek ı. Tefekkür-i mevt i. Sâlih ve sâdıklarla beraber olmak j. Güzel ahlâk sâhibi olmak Bütün bu şartlar üzerinde ciddiyetle durulup, gayretle yaşanması netîcesinde elde edilen kalb-i selîm, mâsivâdan arınmış ve mücellâ bir ayna gibi Hakk’ın cemâlî sıfatlarının tecellîgâhı
hâline gelmiştir. Hak Teâlâ, kulunun kalbinde cemâlî sıfatlarının tecellîlerini görünce onu sever ve ondan râzı olur. Rabbimiz, her şeyin yaratıcısı ve sâhibidir. Bu sebeple O, bütün mahlûkâttan müstağnîdir. O’na götürülebilecek hiçbir kıymetli hediye yoktur ki O’nun sonsuz hazinesinde bulunmasın. O, hüsn-i mutlaktır; bütün iyilik ve güzelliklerin menşeidir. Bu yüzden varlıklar içinde en güzel ve en kıymetli şey, Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsına, yâni güzel isimlerine ayna olabilecek kadar saf ve berrak bir “kalb”dir. Dolayısıyla Rabbimize takdîm edilmeye en lâyık hediye de, Yüce Mevlâmızın bizden istediği “kalb-i selîm”dir. Fazîlet Tabloları
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mescidin minberinde Mute Harbi’nin bütün safhalarını anbean ashâb-ı kirâma aktarıyordu. Muhârebe meydanı gözlerinin önünde idi. Orada ardı ardına gerçekleşen şehâdetleri, ashâb-ı kirâmın bir taraftan düşman, bir taraftan da şeytan ve nefisleriyle yaptıkları mücâdelelerini mağmûm ve mahzun bir şekilde şöyle bildiriyordu: “Zeyd bin Hârise sancağı eline aldı. Şeytan hemen onun yanına geldi. Hayâtı ve dünyâyı ona sevimli, ölümü de çirkin ve sevimsiz gösterdi. Zeyd ise: «–Bu an, mü’minlerin kalblerinde îmânı sağlamlaştıracakları bir zamandır! Sen ise bana dünyâyı sevdirmek istiyorsun!» dedi ve ilerledi. Çarpışmaya girişti ve nihâyet şehîd oldu. Onun için Allâh’tan af ve mağfiret dileyiniz.” Sonra da şöyle devâm etti: “O şimdi cennete girdi, orada koşup duruyor! Sonra sancağı Câfer aldı. Şeytan hemen onun yanına vardı. Hayâtı ve dünyâyı ona sevimli, ölümü de çirkin ve sevimsiz göstermek istedi. Câfer ise: «–Bu an, mü’minlerin kalblerinde îmânı sağlamlaştırma zamânıdır!» dedi ve ilerledi. Düşman ordusuna saldırdı, çarpıştı ve nihâyet o da şehîd oldu. Ben onun şehîd olduğuna şehâdet ederim.”202 Daha sonra: “Kardeşiniz için Allâh’tan mağfiret dileyiniz. O şehîd olarak cennete girdi. Şimdi o, cennette yâkuttan iki kanat ile dilediği gibi uçuyor.” buyurdu. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Câfer’den sonra sancağı Abdullâh bin Revâha aldı!” dedikten sonra bir müddet sustu. Ensâr’ın benizleri sararıp soldu. Zîrâ Abdullâh bin Revâha’nın, Allâh ve Rasûlü’nün hoşuna gitmeyecek bir şey yaptığını düşünmeye başladılar. O sırada Hazret-i Abdullâh ise sancağı alıp
atının üzerinde düşmana doğru ilerlerken, bir yandan da serkeş nefsini dize getirmek için uğraşıyordu: “–Ey nefsim! Ben seni kendime boyun eğdireceğim diye yemin ettim. Sen buna, ya kendiliğinden râzı olursun, ya da sana bunu zorla kabûl ettiririm! Görüyorum ki sen, cennetten pek hoşlanmıyorsun! Sen, beden kırbası içinde bir damla su durumunda olmaktan başka nesin ki? Ey nefsim! Sen şimdi öldürülmezsen ölmeyecek misin ki? Eğer o iki kişinin yaptığını yapar da şehîdliği tercih edersen, doğru bir iş yapmış olursun! Eğer gecikirsen bedbaht olursun!” Bu esnâda parmağından yaralanan Abdullâh -radıyallâhu anh-, atından indi, yaralı parmağını ayağının altına alarak: “–Sen ancak kanayan bir parmak değil misin? Bu kazâya da Allâh yolunda uğramış bulunuyorsun!” mânâsına gelen bir şiir okudu ve elini hızla çekip sarkmakta olan parmağını kopardı. Ardından da savaşmaya devâm etti. Bir taraftan düşmana karşı küçük cihâdda bulunurken, diğer taraftan da nefsine karşı büyük cihâda devâm ediyordu: “–Ey nefsim! Eğer endişen, hanımından mahrum kalmaktan ileri geliyorsa, işte onu üç talâkla tamâmen boşadım gitti. Eğer kölelerinden uzak kalmak ise onları da âzâd ettim. Yok eğer bahçe ve bostanından mahrum kalmaktan ise onları da Allâh ve Rasûlü’ne bırakarak infâk etmiş bulunuyorum.” Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- savaş sahnelerini nakletmeye devâm etti: “Abdullâh bin Revâha cesâretini topladı, elinde sancak olduğu hâlde düşmanlarla çarpıştı ve şehîd oldu. (O tereddüdü sebebiyle) îtirazlı olarak cennete girdi. Onun için de Allâh’tan af ve mağfiret dileyiniz!” buyurdu. Abdullâh -radıyallâhu anh-’ın cennete îtirazlı olarak girişi Ensâr’ın çok ağırına gitti: “–Yâ Rasûlallâh! Onun îtirâzı ne idi?” diye sordular. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “–Kendisi yaralandığı zaman düşmanla çarpışmaktan çekindi. Sonra nefsini kınadı, cesâretini topladı ve şehîd oldu! Cennete girdi. Onlar bana cennette altın tahtlar üzerinde gösterildi. Abdullâh’ın tahtının arkadaşlarınınkinden daha aşağıda ve eğri olduğunu gördüm. Sebebini sorduğumda: «–Abdullâh çarpışmaya giderken bâzı tereddütler geçirdikten sonra çarpışmaya gitmişti!» denildi.” Hazret-i Abdullâh’ın netîcede şehîd olup cennete girişi, Ensâr’ı sevindirip yüreklerini ferahlattı.
Bunları nakleden Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönüllerinin mahzunluğu arttı ve mübârek gözlerinden inci tânesi gibi yaşlar süzülmeye başladı. Ardından: “Şimdi sancağı Allâh’ın kılıçlarından bir kılıç eline aldı. Netîcede Allâh mücâhidlere fethi müyesser kıldı.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Meğâzî, 44; Ahmed, V, 299; III, 113; İbn-i Hişâm, III, 433-436; Vâkıdî, II, 762; İbn-i Sa’d, III, 46, 530; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 237) Demek ki nefs ve şeytan, ölünceye kadar insanın peşini bırakmamaktadır. O hâlde dâimâ uyanık ve mücâhede hâlinde olmak, bir de Rabbimizin muhâfazasına sığınmak îcâb eder. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!” (el-Hicr, 99) Evliyâullâhın büyüklerinden Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri, zahirî ilmin kemâline vardıktan sonra “hîçlik hâli”ni elde edebilmek, yâni benlik ve nefsin desîselerinden korunmak, kalbini Hak’tan uzaklaştıran her şeyden muhâfaza edebilmek için uzun bir müddet Bağdad harâbelerine çekilmişti. Şâh-ı Nakşibend -kuddise sirruh-, intisâbının ilk yıllarında, nefsini terbiye edip gurur ve kibrin zıddı olan “hîçlik hâli”ne ulaşmak için, hasta ve muzdarip insanlara, sâhipsiz, yaralı hayvanlara hizmet etmiş, onlara sâhip çıkmış, hattâ insanların geçeceği yolları temizleyerek tam yedi sene kâbına varılmaz bir hizmet hayâtı yaşamıştır. İşte nefs tezkiyesinin zorluğu ve bunun karşılığında lutfedilen muazzam mükâfât… İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, zamanındaki bütün ilimlerin zirvesinde olduğu hâlde, Rabbine yakınlığa nâil olabilmek için uzun bir müddet “hîçlik hâli”nde, yâni bütün nefsânî arzulardan vazgeçmiş bir vaziyette yaşamıştır. İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, ilmin zirvesindeki hâlini şöyle anlatır: “Aklî ve şer’î ilimlerle iştigaldeydim. Çok talebelerim vardı. Hâlimi düşündüm. Gördüm ki, çeşitli iptilâlar ile sarılmışım. İlimdeki niyetimi düşündüm. Hâlis, Allâh rızâsı için olmayıp, makam sevdâları ve şöhretlerle karışık buldum. Yakînen anladım ki, helâk edici bir girdaptayım, uçurumun kenarındayım. Kendi kendime: «Haydi çabuk ol, artık ömründen çok az bir kısım kaldı. Kazandığın ilim hakîkate ve tatbikâta geçmez ise, bir aldatmacadan ibârettir. Şimdi gereksiz alâkaları kesmez, engelleri kaldırmaz isen, sonun ne olacak?» dedim. O zaman bir hâl oldu. Dünyâ ve dünyâcılardan kaçmak ile, dünyâ arzuları ve âhiret isteği arasında hayret vâdisinde altı ay şaşkın, inler ve ağlar bir hâlde kaldım. Kalbim muzdarib oldu. Aczimi gördüm ve anladım. İrâde ve ihtiyârımın tamâmen elimden çıktığını seyrettim. Devâsız derde, çâresiz hastalığa dûçâr olan bir kimse gibi, Allâh’a yalvararak ve sızlanarak ilticâ ve tazarrûda bulundum. Nihâyet: «…Darda kalan
kimse duâ ettiği zaman, onun duâsını kabûl edip fenâlığı kaldıran…» (en-Neml, 62) âyetinde buyrulduğu gibi, Allâh Teâlâ duâmı kabul edip kalbimi uyandırdı. İçimdeki mal ve makam arzusu kaldırıldı. Hepsinden yüz çevirdim. Zikir, uzlet, halvet, mücâhede, riyâzat, nefsin tezkiyesi ve ahlâkın mükemmelleşmesi ile meşgul oldum. İlm-i yakîn ile bildim ki, Allâh’a kavuşanlar ve hidâyet yolunun yolcusu olanlar, bilhassa tasavvuf ehli olan büyüklerdir. En güzel sîret ve ahlâk onlardadır. Zîrâ onların zâhir ve bâtınlarındaki hâller, peygamberlik nûrundan alınmıştır. Yeryüzünde de peygamberlik nûrunun ötesinde bir nûr yoktur.” (Bkz. Gazâlî, el-Münkızu mine’d-Dalâl, İst. 1994, s. 35-39) Belh Sultânı İbrâhim bin Edhem’in nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesine meyletmesi, şöyle bir ihtar neticesinde gerçekleşmiştir: Bir gece yarısı İbrâhim bin Edhem, tahtının üzerinde uyuyakalmıştı. Birden sarayının damında müthiş bir gürültü-patırtı koptu. Bağrışıp çağrışmalar gittikçe çoğaldı ve en nihâyet sultânı uyandırdı. Sultan İbrâhim bin Edhem, hızla yerinden doğrularak dama doğru haykırdı: “–Kim var orada? Gecenin bu saatinde damda ne yapıyorsunuz?” Derinden bir cevap geldi: “–Kaybolan devemizi arıyoruz sultânım!” İbrâhim bin Edhem hiddetle seslendi: “–Damda deve aranır mı bre gâfiller?!.” Ancak bu seferki cevap çok mânidar bir irşad mâhiyetindeydi: “–Ey İbrâhim! Sen damda deve aranmayacağını biliyorsun da, sırtındaki ipekli elbiseler, başındaki tâc, elindeki kırbaç ve oturduğun tahtla Hakk’ı arayıp bulamayacağını bilmiyor musun?!.” Bu hâdise, İbrâhim bin Edhem’in rûhunda uzun zamandır başlamış bulunan mânevî medcezirleri iyice sıklaştırdı. Onu kararsız ve şaşkın bir hâlde bıraktı. Fakat sultan, yine de eski hayâtından tamamen kopamadı. Ancak İbrâhim bin Edhem’in avcılık tiryâkiliği sebebiyle artık mûtad hâle getirdiği bir av esnâsında karşılaştığı ikinci mânevî îkaz, onu hakîkî bir Hak yolcusu eyledi. Bu av mâcerâsı şu şekilde vukû bulmuştur: İbrâhim bin Edhem Hazretleri, bir gün ava çıkmıştı. Bir ceylanın arkasından koştu. O kadar ki, askerlerinden tamamen uzaklaştı. Atı kan-ter içinde kalmıştı. Fakat İbrâhim bin Edhem, ceylanı avlamakta kararlı olduğu için bu koşturmacadan vazgeçmedi. Tam ceylanı köşeye sıkıştırmıştı ki, o narin ve güzel hayvan dile gelip:
“–Ey İbrâhim! Sen bunun için mi yaratıldın? Allâh seni, beni avlaman için mi yoktan var etti? Hem beni avlasan ne kazanacaksın? Bir cana kıymaktan başka ne elde edeceksin?” dedi. İbrâhim bin Edhem, bu sözleri duyunca, yüreğine öyle bir kor düştü ki, o anda kendisini atından yere attı. Sahrâlara doğru koşmaya başladı. Bir müddet sonra etrafına baktığında, o büyük sahrâda bir çobandan başkasını göremedi. Hemen yanına gidip yalvardı: “–Ne olursun, şu üzerimdeki mücevherleri, padişahlık elbiselerimi, silâhlarımı ve atımı benden al da senin giydiğin abayı ver bana! Kimseye de bir şey söyleme!” dedi. Çobanın şaşkın bakışları arasında abayı giydi ve gözden kayboldu. Çoban onun arkasından; «Pâdişâhımız delirmiş olmalı!» diyordu. Oysa İbrâhim bin Edhem, delirmemiş, bilâkis aklı başına gelmişti. O, ceylan avına çıkmış, ancak Allâh Teâlâ, onu bir ceylan ile avlamıştı. Nefsin, mücâhedeye girmeksizin ve üstelik her istediğini yaparak dizginlenmesi ve temizlenmesi mümkün değildir. Onu, Rabbimizin istediği bir kıvâma getirerek âhirette selâmete erebilmek için mutlakâ ciddî bir gayrete ihtiyaç vardır. Bu gayret ve mücâhedeye de vakit geçirmeden hemen başlamak îcâb eder. Zîrâ ecel, insanı her an yakalayabilir!.. Hak dostlarından Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri, talebeleriyle birlikte sâlih bir zâtın cenâzesine iştirâk eder. Mevtâya telkinde bulunulduğu sırada Necmeddin-i Kübrâ Hazretleri, tebessüm eder. Talebeleri, hocalarının böyle bir anda tebessüm etmesine hayret edip bunun hikmetini sorarlar. Hazret açıklamak istemez. Fakat ısrâr edilince şöyle der: “–Telkin veren kimsenin kalbi gâfil; mezara giren mevtânın kalbi ise dipdiri. Gâfil birinin, kalben diri olana telkin vermesine taaccüb ettim.” Nefsini tezkiye, kalbini de tasfiye eden bir mü’min, öldükten sonra da yaşamaya devâm eder. Bunu yapmayanların ise daha hayattayken bile bir ölüden farkları yoktur. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, birkısım arkadaşlarıyla birlikte, Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleri’ni ziyâret için yola çıkmışlardı. Aylarca süren bir yolculuktan sonra nihâyet Dehli’ye (Cihânâbâd’a) vardılar. Bu yolculuğun bir sene sürdüğü rivâyet edilir. Derhâl Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleri’nin huzûruna varmak için can atan Mevlânâ Hâlid, arkadaşlarıyla beraber doğruca şeyhin dergâhına gitti. Kendilerine kapıyı açan dervişe, yanındakiler: “–Süleymâniye, Şam ve Bağdad âlimlerinden el-Hâc Mevlânâ Hâlid Ziyâuddin, refikleri ile beraber Hazret-i Pîr’i ziyârete geldiler.” dediler. Bu gelişten zaten mânen haberdâr olan Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleri: “–Hâlid kalsın! Diğerleri bir müddet misâfirlikten sonra memleketlerine dönsünler!..” buyurdu. Emir yerine getirildi. Ardından ikinci bir emir geldi: “–Hâlid, dergâhtaki abdesthânelerin temizliğine başlasın!”
Ancak bu şekilde talebeliğe kabûl edilen ve daha Şeyh Hazretleri’yle bile görüşemeyen Mevlânâ Hâlid, bütün İslâm âlemini saran şöhretine ve deryâ misâli engin ilmine rağmen, hiçbir îtirazda bulunmadı. Eline kovasını, süpürgesini alarak hemen hizmete başladı. Bu temizlik için gereken suyu, dergâha uzak bir mesâfede bulunan kuyudan te’min ederdi. Suyu doldurur ve kalın bir sopanın ucuna bağlayıp omuzunda taşırdı. Bu iş için her gün defâlarca kuyu ile dergâh arasında gidip gelirdi. Dergâhı temizler ve abdest sularını hazırlardı. Böylece nefsini terbiye yolunda büyük bir azim ve gayret içinde bulunurdu. Şâyet nefsi, yaptığı hizmetlerden dolayı herhangi bir isteksizlik veya serzenişte bulunacak olsa, derhâl tevbe ve istiğfâr ederdi. Bu şekilde aylar geçti. Bir gün, helâ taşlarını temizleme işinde bir hayli yorulmuştu. Nefsi, o an Mevlânâ Hâlid’i zayıf bulup gönlüne birtakım vesveseler vermeye başladı: “–Ey Bağdad ve Şam diyarlarının eşsiz ilim deryâsı! Ey ağniyâ iklîminin Mevlânâ Hâlid’i! Deli mi, velî mi olduğu belirsiz bir kişinin sözüyle kalktın nice yollar aşarak tâ buralara kadar geldin. Hani aradığını buldun mu? Baksana ortada ne şeyh var, ne seyr u sülûk! Aylardır, gece gündüz sana helâ temizletmekten başka ne yaptılar? Bu muydu senin aradığın ledünnî ilim?..” Bu tehlikeli iğvâ karşısında dehşetle irkilen Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, nefsinin, gözüne çekmek istediği gaflet perdesini derhâl ihlâs sâikasıyla parçalayıp nefsini şöyle îkâz etti: “–Ey nefsim! Şâyet mübârek hocamın verdiği şu şerefli vazîfeyi minnet bilmeyip bir lahza imtinâ edecek olursan, sana yerleri süpürge ile değil, sakalımla süpürtürüm!..” Onun bu hâlini Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleri, uzaktan tebessümle seyrediyordu. Bu hâdiseyle birlikte nefsinin son hamlelerini de bertarâf eden Mevlânâ Hâlid’in kovasını ve süpürgesini artık meleklerin taşımaya başladığını gördü. Ayrıca o âna kadar su taşımaktan yara olmuş omuzlarından semâya doğru uzanan bir nur parıldamaya başlamıştı. Buna son derece memnûn olan Hazret-i Pîr, bu müstesnâ talebesini yanına çağırdı: “–Oğlum Hâlid! İlimde eşsiz bir mertebeye ulaşmıştın. Ancak onu mâneviyatla tezyîn etmen gerekliydi. Bunun için de nefs terbiyesi ve gönül tasfiyesine ihtiyâcın zarûriydi. Yoksa nefsin seni gurur ve kibir bataklığına sürükleyip helâk edecekti. Elhamdülillâh ki, şu an nefsini ayaklar altına alarak kemâlâtın zirvesine tırmandın. Artık işini melekler görür oldu.” dedi ve ekledi: “–Evlâdım! Kendilerine intisâb etmiş olduğumuz seyyidlerimiz, şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifete ermiş kimselerdir. Şimdi sen, bir müceddid olarak onların bir halkası oldun. Artık bütün iklîmlerin irşâdı seni bekliyor! Allâh Teâlâ himmetini âlî eylesin!”203
Tezkiye edilmemiş ham bir nefsin ve tasfiye edilmemiş bulanık bir kalbin, ne kadar bilgili olursa olsun, insanları irşâd etmesi mümkün değildir. Ancak bu iki mühim şartı yerine getirdikten sonra insan mânen istifâde etmeye ve edilmeye hazır hâle gelebilir. Muhammed Muhyiddîn Üftâde Hazretleri, kendisine intisâb eden talebesi Azîz Mahmûd’un, şa’şaalı bir kadılık vazîfesinden gelmiş olmasından dolayı, ona ilk önce hîçliğini hissettirme yolunu tercîh etmiş ve onu Bursa çarşısında ciğer sattırmaktan başka, dergâhtaki abdesthânelerin temizliği hizmetine de me’mur kılmıştır. Bu nefs terbiyesi netîcesinde Kadı Mahmûd, pâdişahlara yön verecek bir kemâlâta nail olarak bizzat hocası tarafından “Hüdâyî” ismiyle vasıflandırılmıştır. Bir adam, Hüdâyî Hazretleri’nin simyâ204 ilmine vâkıf olduğunu duyarak Hazret-i Pîr’e geldi ve: “–Efendim! Sizin simyâ ilmine vâkıf olduğunuzu duydum, ne buyurursunuz?” dedi. Hüdâyî Hazretleri hiçbir şey söylemeden yakınındaki asma dalından üç yaprak kopardı ve üzerlerine üfledi. Allâh’ın izniyle yapraklar, birer altın varak hâline geldi. Hâdiseyi şaşkınlıkla seyreden adamcağız, hemen aynı şeyi yaptıysa da buna muvaffak olamadı. Hüdâyî Hazretleri şöyle buyurdu: “–Oğlum! Bilesin ki simyâ ilmini öğrenmek, nefsini simyâ etmekten ibârettir…” Hayattan ve kulluktan maksat, hârikalar ve kerâmetlere sâhip olmak değil, nefsi tezkiye, kalbi tasfiye yoluyla ham vasıftan kurtularak kâmil bir mü’min hâline gelebilmektir. Büyük şâir ve mütefekkir Muhammed İkbâl, bir şiirinde, nefsi tezkiye ederek kalbi aşkla doldurmanın ehemmiyetini ne güzel anlatır: Bir gece, kütüphanemde bir güvenin, pervâneye şöyle dediğini duydum: “–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. (Onların bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve onları kemirdim. Bu meyanda Fârâbî’nin fazîletler şehri mânâsına gelen el-Medînetü’l-Fâzıla’sını sokak sokak, cadde cadde dolaştım. Fakat) bu hayâtın felsefesini bir türlü anlayamadım. Kâbuslu çıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın…” Güvenin bu feryâdına mukâbil, pervâne, güveye yanık kanatlarını gösterdi: “–Bak!” dedi. “Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım.” Sonra da şöyle devâm etti: “–Hayâtı daha canlı kılan, çırpınış ve muhabbetlerdir; hayâtı kanatlandıran da aşktır!..” Yâni pervâne, güveye yanık kanatlarını göstererek hâl lisanı ile:
“–Sen bu felsefenin çıkmaz sokaklarında helâk olmaktan kendini kurtar! Mesnevî’nin aşk, vecd ve feyz dolu mânâ deryasından nasiplenerek vuslata kanatlan!..” demekteydi. İşte nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye için, bir mâneviyât güneşinin etrâfında pervâne misâli derin bir muhabbet ve aşkla dönmek, üstün bir gayret ve hizmet ömrü yaşamak îcâb eder. Mâhir İz Hocaefendi, kalbî derinlikten mahrum kalan bir ilmin noksan olduğunu ve bu noksanlığı bertarâf etmenin yegâne çâresinin de mânevî irşâd görmek olduğunu anlamış ve ömrünün son senelerinde mânevî terbiye yoluna sülûk etmiştir. O, bu hâlini şöyle ifâde eder: “İlmin kıyl ü kâlini dâimâ bir noktada toplamak mümkün olmadığından, hiçbir zaman ilmî tedkikten geri kalmamakla beraber; asıl hakîkate vâkıf olmanın, ancak ehlinin irşâdı sâyesinde mümkün olabileceğine inanırım. İşte bu sebeptendir ki, yakaza dışı bir işâretle, irâde merdivenimi, mârifet semâsına mîrâc için feyz-i Sâmî’ye rabteyledim.”205 Mârifet semâsına kanat açabilmek için; irâde, muhabbet ve hizmet merdivenlerini bir mârifet güneşine dayayıp o basamakları gayretle tırmanmak îcâb eder. Hâsılı, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye, ömür boyu fâsılasız devâm edilmesi gereken bir ameliyedir. Mü’min, nefsine karşı dâimâ uyanık bulunmalı, hiçbir zaman kemâle erdiğini düşünmemeli, nefsin hîle ve desîselerine mağlûb olmamalıdır. Mevlânâ Hazretleri, bu hususta şu îkazlarda bulunur: “Bu alçak nefs, seni fânî bir kazanca sevk etmek ister. Ne vakte kadar o fânî kazançla oyalanacaksın, şimdiye kadar oyalandığın yeter.” “Nefs, salâha dâir sana tâze tâze vaatler verdiği hâlde binlerce defâ o vaatleri, o tevbeleri bozar.” “Ömür, bin sene bile sana mühlet verse, nefsin her gün yeni bir bahâne bulur.” “Eğer o alçak nefs, senden mânevî bir kazanç, yâni sâlih ameller isterse, sakın aldanma ki o talebin arkasında o düşman nefsin bir hîlesi vardır.” “Nefsin sağ elinde tesbîh ile Kur’ân vardır, lâkin yeninde hançerle kılıç saklıdır.” Nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesini zarûrî gören tasavvuf, nihâyeti olmayan bir ummandır. Bütün kâinâtı içine alan bir ilm-i ilâhîdir. O, lâyıkıyla târif edilemez, ancak herkes nasîbine, anlayışına, derecesine göre ondan söz eder. Tasavvuf ehli; güzel ahlâk sâhibi, sehâvet, merhamet, nezâket, tevâzû gibi ulvî sıfatlarla muttasıf kimselerdir. Onlar, herkesle geçimli olup, basîret ve teennî ile ileriyi görürler. Her hareketleri, Kur’ân-ı Kerîm’in ahkâmına ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellemEfendimiz’in ahlâk, âdâb ve ef‘âline uygundur. Onlar, Allâh Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’ni ve Habîb-i Edîbi’ni canlarından, mal, mülk ve evlâtlarından daha fazla severler.
Cenâb-ı Hak, bizlere bu muhtevâda bir kulluk hayâtı yaşamayı ve ömür sermâyemizi râzı olacağı en güzel bir sûrette kullanabilmeyi ihsân eylesin!.. Yâ Rabbî! Gönüllerimizi îman muhabbetiyle tezyîn eyle! Bizleri, küfür ve isyânın çirkinliğini görerek bunlardan gereği gibi sakınanlardan eyle! Nebevî ahlâk ile ahlâklanarak canlı bir Kur’ân hâline gelebilmeyi ve ihsân kıvâmında fazîlet timsâli bir hayat yaşamayı cümlemize nasîb eyle! Muhabbetinden gönüllerimize hisseler ihsân eyle! Bizleri, Sen’in kerem ve muhabbetinle dolu “Kullarım!” hitâbına ve Habîb’inin de “Kardeşlerim!” iltifâtına lâyık eyle! Arkamızdan bize duâ edecek ve iki cihanda da göz nûru olacak hayırlı nesiller yetiştirebilmeyi lutfeyle!.. Yâ Rabbî! Vatanımızı, milletimizi Kur’ân’sızlık, îmansızlık ve ahlâksızlıktan muhâfaza buyur! Şu fânî âlemde, Kur’ân-ı Kerîm’in gerçek ihtişâmına bürünerek bir cennet hayâtı yaşamayı ve feyizli Kur’ân neslinin devâmına medâr olacak hizmetlerde bulunabilmeyi cümlemize nasîb eyle!.. Âmîn!..