16 minute read
Editör Yazısı
Editörden
Kürt Aktivist, Yazar ve Şair: Musa Anter Hilal Kaya
Advertisement
Musa Anter ve Kürtçe Islık Şerif Aydın
Asasız Musa Olmak Yusuf Kaya
Aynalar Seyfullah Sacit İnsan ve İçindeki Boşluk FÖZ
Ölmez miyim Anne Sine Elif Yorgun Ömer Dilbaz
Tuhaf Esra Dolunay Vurgun Dilara Ayrılık Acemi Seyyah
İyi Sevmeler Rabia
Aslına Rücu’ Veda
Geçmiş Zaman Hecelemeleri Arif Olgun Yeşilyurt
Bundan mı Mihman
22 Yaşıma Giriyorum Sadık Eren Bozkırın Çocuğu Katre
Namık Kemal, Hürriyet ve Hamaset Deniz Barış
Ben Bir Kürdüm Zeynep Gür Sana Geldim Rabbim Sibel Irmak Gönül Sohbeti Sevgi Neva Fırat
Benim Bayramım Sadık-ı Meva Gidelim Sinem Der ki Aynalar Elvin Mütaliboğlu Yağmur Yağmalıydı Şimdi Zeynep Gür Bahar Çiçekleri Zeynep Gür Gazap Üzümleri, J.Steinbeck Esra Dolunay
Güzel dostlar merhaba! Altıncı sayı ile karşınızdayız. İlk sayıyı yayına hazırlarken demiştim, “Ses olmak istiyoruz” diye. Çıkan her sayının derginin ismiyle müsemma olduğunu düşünüyorum. Bu halin devam edeceğini gittikçe sisin ardında bırakılmış seslere de nefes olacağını düşünüyor ve umut ediyorum. Ahmet Altan’la başladığımız kapak dosya çalışmasına Frida’dan sonra ünlü Kürt yazar, şair ve aktivist Musa Anter ile devam ediyoruz. Neden Musa Anter? Türkiyenin yakın dönem edebiyat tarihi mahalle edebiyatıdır malesef. Kendinden olmayanların söz söyleyemediği bir mahallenin içinde var oluş kavgası veren bir dergi olmak istemiyoruz. İlkeleri toplumun sesi olmak olan tüm sanat ve edebiyat erbabı sesimizdir ve onların sesi olmak da boyun borcumuz. Durum böyle olunca Musa Anter tam da dergimize alacağımız bir kalemdi ve aldık. Mem u Zin aşkını filme çeken bir aşığın kırılan kalemini sayfamıza taşımak tarihi ve mesleki bir sorumluluktu ve onu yaptık.
Dergimize yeni yeni katılan şair ve yazarlar var, altıncı sayımızda altmış civarında kalemle yürümek bir tarifsiz mutluluktur. Hepsine tek tek “hoşgeldiniz” diyorum ve sayfaya düşen her kelimelerinden dolayı teşekkür ediyorum.
Önceki sayılarda olduğu gibi bu sayıda da çok güzel bir dille yazılmış olmalarına rağmen malesef edebiyat kriterlerine ve derginin yayın ilkelerine uymadığı için içimiz acıya acıya kenara koymak zorunda olduklarımız oldu. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Edebiyat dergisiyiz, dini dergi değiliz, ama buna rağmen yine az dahi olsa kıramıyor ve bazılarını yayınlıyoruz. Sizlerden bir küçük ricam: Yazı ve şiirlerinizi dindar da seküler de okusun istiyorsanız dini imgeleri, terimleri biraz azaltın.
Dergi ekibiyle ilgili çokça sorulan sorulardan birine kısa cevap vermiş olayım. “Dergi ekibi ve yazar kadrosu herhangi bir ücret alıyor mu?” diye soruyorlar. Hayır hiçkimsenin bir şey almıyor. Ne maddi bir gelirimiz var, ne kimse bir şey ödediğimiz. Edebiyat severler ekibiyiz.
Güzel dostlar, sizleri hem yazmaya hem yazılanları paylaşmaya davet ediyorum. Yeni sayıda buluşmak üzere, iyi okumalar...
ŞERİF AYDIN SES DERGİSİ
Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi: Şerif Aydın Aylık Kültür - Sanat - Edebiyat Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni Şerif Aydın
Yayın Editörü Hilal Görgülü Ülkü Çetinkanat
Yayın Heyeti Sacit Orçan Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay Mavi
Yayın Türü Ulusal Sürekli Aylık
Baskı Türü Dijital
Dijital adres: www.issuu.com/enesengin
iletişim: www.sesdergisi.ca facebook: @sesdergisicanada www.youtube.com/sesdergisikanada www.instagram Sosyal Medya Koordinatörü Mavi D.
Adres:
3 Bu dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisine aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir.
Kürt Aktivist, Yazar ve Şair: Musa Anter
Hayatı M usa Anter, 1920 yılında Mardin’in Nusaybin İlçesine bağlı Ziwing(Eskimağara) köyünde doğmuş ilkokulu doğduğu köyde okumuş, ortaokul ve liseyi ise Adana’da okumuştur. Yaşadığı devir ve ortama bakılınca Kürtlerin yaşadığı sosyal hayatın bir adım önündeid Anter zira Annesi Fesla Hanım ilk kadın muhtarlardandır. Kürtler’in yaşadığı sosyal sorunlar daha gençliğin ilk dönemlerinde gündemine girmiş ve bu durum Musa Anter’in okuma aşkını ateşlemiştir ve Kürtler için kalem ile mücadele edilmesi gerektiğini savunmuştur. Silahla çözüm olmaz görüşünü savunduğu için “Öfkesiz Kürt” olarak da anılmıştır. Musa Anter İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra Abdurrahim Rahmi Zapsu’nun kızı Ayşe Hale ile evlenmiştir. Musa Anter ile Ayşe Hale evliliğinden Anter, Rahşan ve Dicle isimlerinde 3 çocukları dünyaya gelmiştir. HİLAL KAYA
4 Musa Anter’in Siyasi Hayatı M usa Anter’in hem Kürtçe hem de Türkçe eserleri mevcut ama başına bela olan esas konu yazdığı Kürtçe kitaplardır. Bu kitaplardan yüzünden hakkında açılan davalarla yıllarca hapis yatmıştır. İlk hapsiyle üniversite sıralarında tanışır. Dersim İsyanı döneminde kırk beş gün hapis yatar. Bu hapisler sonraki günlerde de peşini bırakmaz Yusuf Azizoğlu ve Canip Yıldırım ile birlikte İleri Yurt Gazetesi’ni çıkaran Musa Anter , gazetede yayınladığıKürtçe şiiri “Qimil / Kımıl” nedeniyle 1959 yılında 49’lar Davası kapsamında idamla yargılanmıştır. Yargılamanın başlangıç gerekçesi oldukça ilginç. 6 Eylül 1959 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Doğu illerimizden birinin merkezinde çıkan bir gazetede anlaşılmaz sebeplerle Kürtçe bir şiir neşrediliyor” der ama bu yayında yalnız değildir zira 19 Eylül 1959 tarihli Ulus ise “Bir soru da benden: Bu gazeteye kim kâğıt veriyor” diye başka bir provakasyon kapısını aralar. Netice itibariyle Anter davası yerel bir sorgudan ulusal bir soruşturmaya dönüşür. Aktif bir sosyal hayatı vardı Musa Anter’in, Devrimci Doğu Kültür Ocakları, Halkın Emek Partisi, Mezopotamya Kültür Merkezi ve İstanbul Kürt Enstitüsü’nün kurucularındandı.
Yazı hayatı renkli olan Anter, Deng, Barış Dünyası, Yön Şark Postası, Dicle Kaynağı Azadiye Welat, Yeni Ülke, Özgür Gündem, Rewşen ve Tewlo gibi gazete ve dergilerde yazmıştır.
Musa Anter ve Hapishane Yukarda da ifade ettiğim gibi Anter hapishane ile daha erken yaşlarda tanışır. Kürtçe şiiri “Qimil / Kımıl” sebebiyle 1959 yılında 49’lar Davası’nda idamla yargılandı. Üzücü olan şu ömrünün en verimli yıllarını hapiste geçiren birçok fikir insanı gibi Musa Anter de aynı kaderi yaşar. 27 Mayıs Darbesi’nde aftan yararlanarak serbest kalan Anter, 1963’te 23’ler davası ile tekrar cezaevine girdi. Mamak, Sultan Ahmet, Balmumcu, Seyrantepe ve Nusaybin cezaevlerinde yattı. 12 Eylül Darbesi’nden sonra yine tutuklandı. Hayatı boyunca toplam 11, 5 yıl hapis yattı.
Musa Anter ve Kürt Sorunu K ürt sorunu sadece Kürtler sorunu değil, Türkiye sorunu olann bir sorun. Yıllarca devam eden ölümler, tehcirler ve hapisler gösteriyor ki lokal görülen bu ağrı bölgesel değil ulusal bir etkisi var. Birçok aydın
MUSA ANTER ve KÜRTÇE ISLIK
Şerif Aydın
Hiç neşeli veya az biraz hüzünlü olduğunuzda bir müziğin ritmini tutturup ıslık çaldığınız oldu mu, veya yanınızda ıslık çalan? Çobanların flütten sonra en ritimli müziğidir ıslık. Veya nöbetteki askerin gecenin sessizliğini bozmak için zaman zaman kendine çektiği müzik ziyafeti… Yaşı biraz ilerlemiş insanlarla oturmuşluğunuz olduysa iki dudak enstrümanıyla yapılan bu müziği duyanınız vardır belki. Peki ıslığın Türkçe’si veya Kürtçe’si diye bir ayırım duydunuz mu? Sizi bilmem ama bölge halkı arasında Apè Musa yani Musa Amca diye bilinen Kürt Yazar ve Şair Musa Anter’in hayatını okuyuncaya kadar ben bilmiyordum. Meğer ıslık çalmanın Kürtçesi de varmış. Tarihimizin trajikomik vakalarından bir tanesidir bu Kürtçe ıslık hikayesi. Islığın hikayesini ıslak çalandan dinleyelim isterseniz, içinde argo sözler var ama tarihe not düşmek için değiştirmeden aktarayım. Diyor ki Apè Musa “1943 yılında İstanbul’da Dicle Talebe Yurdu müdürüydüm, bir gün polislerce yaka paça dönemin birinci şubesine götürüldüm. Şubeden içeri girer girmez üç- beş polis ve komiser çullandı. Tekme, tokat küfür… Sebebini sordum. Komiser “Ulan hain oğlu hain, kusurunu bilmiyor musun?” dedi. “Hayır bilmiyorum” dedim. Komiser, “Radyonuz yok mudur?” diye sordu. “Var” dedim. “Peki pikabınız?” diye sordu. “O da Var” dedim. ‘Peki it oğlu it, bu kadar güzel Türkçe plak varken ne
b*k yemeye yurtta Kürtçe ıslık çalıyorsunuz?’ dedi”. Hiç değişmiyor değil mi tarih? Hatırlarsanız bir önceki yazımda Şili’de darbecilerin susturmak için önce ellerini kestiği, sonra gitarını kırdığı, sonra da idam ettiği şarkıcı Victor Jara’yı anlatmıştım. Ahmet Altan’ın hapishanedeki kağıttan flütü çalan mahkumun hikayesiyle birleştirmiştim sonra. Musa Anter’in ıslığı Victor Jara’nın şarkısıdır. Yıllar sonra aynı Musa Anter, Kürt klasik destanından esinlenerek Mem u Zin aşkının anlatıldığı filmi çekiyor ve filmin gala gecesine dönemin başbakanı tebrik mesajı yolluyor. İlginçtir, birkaç ay önce, Şilide bir kutlama vardı. Cinayetin üzerinden 46 yıl geçmişti. Binlerce insan ellerinde gitarlarıyla, Victor Jara’yı unutmadığını göstermek için o gün yarım kalan Venceremos şarkısını hep bir ağızdan söyledi. Bu arada, bu yazıyı kaleme aldığım dakikada bir yandan da ıslık çalıyorum, Musa Amca’nın çaldığı ıslık hangi şarkının ritmi olduğunu bilmeden. Niye mi? Ya ıslığı suç gören komiseri anlamam lazım ya da ıslık çalma suçu işleyen Ape Musa’yı. Çalıyorum epeydir ama bu ıslıktan bir sonuç çıkmayacak belli. Ama şunu gördüm, tarihin örtüsünü bir ıslıkla aralayınca bugün, geçmişte nelere kulağımı kapatmış nelere gözümü kısarak bakmışım onu gördüm. “Bırakın Musa Amca’yı, ıslık çalmak hiçbir dilde suç değildir!” diyebilirdim mesela. Bir yurt müdürünü ıslık çaldığı için gözaltına alan muktedirleri de sorgulayabilirdim. Mem u Zin’in aşk öyküsü gibi bir filmi çeker miyim ilerde bilmem ama bir gün devrin başbakanı fikir özgürlüğünü savunduğum için bir tebrik göndereceği günü bekleceğim. “Hiç olur mu, öyle şey?” demeyin. Bal gibi olur. Islık çalmaya devam edin siz, aşkını filmini çekeceğimiz günler de gelecek….
Görüntülerin dağlardan tepelerden uzağa gittiği vakitlerin kıskacında doğurdu zihnim harmanlandığı kelimeleri. Tahayyül ufkumda yüce hayaller peşinde koşmamın dışında rahatlayamıyordum. Hakikat ormanında kaybolmanın acısıyla geçtiğim bu âlemin içinde bir meczuba dönüştü ahvalim. Fikir ve düşünce ummanından kovulmanın bende oluşturduğu hezeyan, içi boş kelimeler ülkesinde ayrılık acısına dönüştü. Zamanın ilaç olamayacağı anların hicranı içinde dolaştım köşe bucak bu beldede. Sözcükler kaybolmuş anlamlarıyla karşımda hıçkırıklara boğuluyordu. Benimse gücüm olmadığından onlara hakiki anlamlarını iade edemiyordum. Bilmenin yetersiz kaldığı vakitlerin içinden geçiyordum. Güçsüzlük mefhumunun en doruk noktasında duruyordum. Hiç bir şey değişmiyordu. vasıtasıyla kaçıyordum belki de. Bilemiyorum... En çok kendi hakikatimle yüzleşmek bana zor geliyordu. Ulvî hakikatler peşinde koştuğum hayal ufkundaki adam olmadığımı düşünüyordum. Bu acı veren düşünce beynimi uyuşturuncaya kadar zihnimden gitmiyordu. Daha fazla dayanamayıp olduğum yere yığılıp uyumak istiyordum. Gerçekte ben kimim? Bunu öğrenmeye hiç tahammülüm yoktu sanki. Geceler hayallerle, gündüzler ise o güzel hayalleri başarma hevesiyle geçip gidiyordu. Bir şey eksikti ama... Hiç biri gerçekleşmiyordu. Ben olmamasını kendime bağlıyordum. Bir şey eksik diyordu bana... Benden o kahraman çıkmazdı sanki. Kendimle yüzleşmem gerektiğinin idrakinde olsam da, o kötü yüzümü tanımaktan korkarak sabahlıyordum. Yine uyku ve yine bu kısır döngünün içinde bir gün daha... Zaman geçtikçe bu savaşın bir kaç noktasında kendimle yüzleşmeye çalıştım. Ben kimim sorusuna cevap aradıkça daha büyük bir girdabın içine girdiğimi itiraf etmeliyim. Her yerde aynalar ve ben bu aynalardan kaçıyordum. Tarih boyunca işlenmiş her suçun, her günahın izlerini yüzümde görüyordum. Aynalar zindan ve ben bu zindandan kaçmaya çalıştıkça daha çok zindanın içine düşen biçare adam. Başka bir şairin dediği şey doğuyordu gönlüme bu kez. Susup içimden sadece onu tekrarlıyordum. AYNALAR En çok kendi hakikatimle yüzleşmek bana zor geliyordu. Ulvî hakikatler peşinde koştuum hayal ufkundaki adam olmadıımı düşünüyordum
Onca acı ve keder yükünden yoksun yaşayanların ortasında gamdan dağlar kurmalıyım diyen şairin hissiyatını paylaşıyordum. Hayal âleminde ülkemin toprakları üzerinde adalet rüzgârları estiriyordum. Kahramanlar doluyordu her bir yana. Hepsi ayrı bir güzel hasletle karşımda gülümsüyordu. Ümit rüzgârları esiyordu dört bir yanımda o an. Tahayyül ufkunda hala yüce düşünceler içinde geziniyordum. Uzunca bir süre devam etsin diye uğraşsam da olmuyordu o ufukta gezinmek. Gerçeklikle yüzleştiğim anlarda kelimelere anlam yüklemekten yoksun bir vaziyette, yazmayı dahi geçtim, konuşmaya bile mecal bulamadığım için yığılıyordum olduğum yere. Uyku hali bastırıyordu o an. Gerçekle yüzleşmekten uyku “Çıkamam, aynalar, aynalar zindan. Bakamam, aynada, aynada vicdan; Beni beklemeyin, o bir hevesti; Gelemem, aynalar yolumu kesti.” Kesti... Aynalar yolumu kesti. Ben bu aynalardan kurtulup çıkamadığım zindanımda anlam dolu kelimeler yüklü cümleler kurmaya devam ediyorum. Daha da zindana hapsolarak, daha da kendimden kaçarak... Dışımda bir âlemden habersiz yaşayarak… O bir hevesti demek çok zoruma gidiyor. Şair kadar cesaretli olamıyorum. Çünkü bir hevesten daha fazlası olduğuna kendimi inandırmak istiyorum. Yoksa kaybolacağım... Yok olacağım...
SEYFULLAH SACİT
Ses Dergisi Ocak / 2020 Sayı 6
11 ASLINA RÛCÛ S oğuğun, bizim için çok da soğuk olmadığı ve hayatı da dondurmadığı zamanlarda Türkiye’nin ortasında bir yerlerde doğmuştum. Hava şartlarına kötü demenin Gayretullah’a dokunacağını bilircesine kar ile arkadaştık. Kürt olarak doğmaktan rahatsız bile değildik ama bize Kürtler denilirdi. Tam Kürt olamadık da, evde Türkçe konuşurduk. Zaman doksanları gösterdi, birlikte büyüdüğümüz, Alevîliğin ayrım sebebi olduğunu bilmediğimiz arkadaşlarımız mecburen taşınıp gittiler. Biz on kişiydik beş kaldık, can arkadaşlarımız gitti. Biz Sünnî olduğumuzu, onların Alevî olduğunu ayrılık acısıyla birlikte öğrendik. Hiç kin olmadı aramızda sadece onlar gitti biz arkada kaldık. Acıyı şiddetli hissedenler daha güçlü oldu, kalanlar hayatin içinde sıradanlaştı. Gazeteci olma hayalimle başladığım güzel okulumda Kürt organizasyonlara çağırılmaya başlandım ama ben yolumu çizmiştim bile çoktan .Hizmet etmeye 28 Şubatta anlayamadan verdiğim ara sonrası yeniden başlamıştım bu yıllarda. Okulda mescit yok, başörtüsü yasak, ajanlar cirit atıyor... Okul bitti, ikincisini okudum… Sosyoloji sonra psikoloji. Ne tam Kürt olabildim ne Türk, ne Sünnî ne Alevî, ne oralı ne buralı, ne feminist ne gazeteci, ne sosyolog ne psikolog. En zor olanı anne olmak oldu, kadın olmak, iyi insan olmak, düşünür olmak ve susar olmak, vakti geldiğinde konuşmak ve cesur olmak... Yaşadığım ülkede hepsi çok zordu.. Sonunda bir damga vuruldu anlıma ve Meriç’ten geçtim o damgayla. Aslında kaç tane damgaya direnmiştim yıllarca, herkese insanca saygıyla yaklaşmıştım ve tüm damgaları sessizce bertaraf edip sadece ben olmuştum. Son fırtına çok karaktersizdi ayırmaya niyetliydi beni yavrularımdan, anamdan, gökyüzünden, denizden. Özgürlüksüz olmaz deyip geçtim yavrularımla o sudan. Boğulmadım, ölmedim, sevdiklerimi aramadım o suda! Sadece bir gece yarısı geçtim. Geldim bu soğuk ama havaya kötü denilmeyen memlekete. Şimdilerde yaş otuz beşi geçmiş, hava soğuk, dil yok, ırk yok, damga yok, sadece ayni gökyuzu, deniz ve sessizlik... Ama cevapsız kalmış sorular zamanının gelmesini bekliyor cevaplanmak için. Orada kalmış aklının gelmesini bekliyor bedenin tamamlanmak için... Yarım kalmış bir hikaye aslına yavaş yavaş rücu ediyor... Ne diyor: Yusuf Has Hacib ‘in Buğra Karahan’a sunulan eseri Kutadgu Bilig (Mutluluk veren bilgi)’de; Işık hâlâ doğudan yükseliyor. Hâlâ kovalıyor gece gündüzü, gündüz geceyi... Gökyüzü hâlâ kuş; su balık; toprak insan kokuyor... Eskiyenler de var hâlâ eskimeyenler de... Zaman hükmünü icrâ ediyor, Gelen gidiyor... Hâlâ dönüyor dünya! İnsan hâlâ insan... Unutuyor! Değişen ne?..
Veda
BUNDAN MI?
Mihman
Sahici olan zamana mı kızgınsın Gidişinin ardını düşünmeyişin bundan mı? Sevdanın memleketine mi dargınsın Gülüşünden mahrum etmen bundan mı?
Hasret çöllerinde susuzluğun kitabı Özlemlerin, iklimlerin arasında dolandı Bakışın içimdeki sevda ateşini yaktı Umudun ardından bakışın bundan mı?
Savaş ortasında barışı ne ararsın Bir türkü içinde bulundu bulunan Yön taksiminde ne doğusun ne batısın Bir türlü yönünü bulamaman bundan mı?
Kırkikindi geçti sevdanın üzerinden Gün geceye gece güne hasretken Kavuşmak imkânsızın serencamında gezinirken Gönlündeki yanan ateş bundan mı?
TUHAF T uhaf (Bir.. iki.. üç.. Nefesini tut. Şimdi ver. Tekrar... İşte uğuldama geçiyor. Her şey tekrar gün yüzüne çıkıyor. Deniz dibinden yüzeye yaklaşmak gibi… Ve sonra başını sudan çıkarmak gibi… Şimdi dipteki bulanıklık, berraklığa dönüyor. bozuk frekanslar ve karıncalı görüntüler netleşiyor. Gözlerimi açabilirim. - İyi misiniz? - İlacımı almayı geciktirmişim. Basit bir atak. - Ne zamandır bu belirtiler var? -Hatırlamıyorum. Buraya geldiğimden beri. -Ne zaman geldiniz? - ...bir dakika bakayım. Evet… ay... yani bir kaç ay önce. - Atak sırasında gördükleriniz ve hissettikleriniz neler? -Çamurlu ayaklar.. yağmur.. dalgalar.. ışık - karanlık.. yosun kokusu.. kuşlar.. kırmızı kurdela ve uğultu.. -İlacınızın dozunda değişiklik yapıp tekrar yazıyorum. Yalnız mı geldiniz? -Hayır, kızım dışarıda bekliyor . -Geçmiş olsun. Haftaya kontrol için bekliyorum. -Teşekkür ederim. ... Dışarıya çıktım. Köşede uslu uslu oturan küçük kızım ve güzel gülümsemesi.. Şimdi daha iyi hissettim işte. Ben kim miyim? Bu öyküde yerini almış bir kahraman.. Öylesine uydurulmuş mu sanıyorsun?.. Sen uzaktan okuyan! Burada bir yazar yok. Kalemini aldım ondan. Yaşamamış birinden beni anlatmasını mı isteyecektim! Buna cüret edebilecek miydi? Aslında alışmışız üçüncü kişiden dinlemeye bir başkasının öyküsünü. Bu hep daha cazip gelmiştir. Çünkü sorumlu olmazsın. Dışarıdan bir olayı izliyor gibi hissedersin. Oysa sen okuyan kişi, şu an savunmasızsın. Tam buradasın. Ne olduysa sen de şahit oldun. Buradaki Ben’in yani kahramanın tek tanığısın. Sorumlusun! ... -Eve gidiyoruz kızım! Sevdiğin çikolatalı pudingten yaptım. Ama yemekten sonra yiyebilirsin tamam mı? Israr etmek yok! - Yaşasın!! Parka ne zaman gideceğiz anne? Bak sağda!... -Nerede? Evet gördüm. Haftasonu gideceğiz, söz. Hah! Otobüsümüz geldi. Sana da kart basmak gerek 9 yaşını geçtin. Neden olmadı bu ? Adam yine tuhaf bakıyor. Geçelim biz. Şurası boş gel kucağıma otur bakalım. -Bu teyze neden öyle bakıyor peki. -Önemli değil kızım. Sen kitabını oku! İnsanlar alışılmadık bir şey gördüklerinde böyledir. (Dalgalar.. Sakin bir denizi izlemek ne hoştur. Ya fırtınada?.. Aynı dalgalar ürperti vermez mi insana?) -Son durak. Geldik.. İniyoruz hadi. -Babam bizi bekliyor değil mi? İşten geldi mi? -Yeni gelmiştir. Hadi sen bas bakalım asansör tuşuna. Hay Allah ışık söndü. -Yetişemiyorum düğmeye anne! -Tamam ben basarım. Alt katımızdaki teyze de binecek sanırım. -İyi günler! Biz de yukarı çıkıyorduk. -Size de.. (İşte o da böyle bakıyor.. Kendimi tuhaf sanırdım ..) -Biz geldik! Bak baban gelmiş işten. -Hoşgeldin. Nasıl geçti doktor randevusu? -Aynı. Düzenli devam edersem daha iyi olacak. Akşam yemeğine kadar dinlensem iyi olur. Biraz yorulmuşum. Sen kızımıza göz kulak ol. -Biraz dinlen istersen. Her şey daha iyi olacak tamam mı? (sen de tuhaf bakıyorsun.) ... Gözlerim ağırlaşıyor. Sehpanın üzerindeki resim.. Hep beraberiz. Hâlâ aynı kıyafetleri giyiyorsun kızım. Bu kırmızı kurdelayı çok sevdiğinden mi çıkarmıyorsun? Ne tuhaf.. Ayakların çamurlu neden yıkamadın daha? Artık benim- “Dalgalar.. Sakin bir denizi izlemek ne hoştur. Ya fırtınada?.. Aynı dalgalar ürperti vermez mi insana?” Esra Dolunay
İYİ SEVMELER
RABİA
“Sana ben şiirler sözler büyüttüm.” İçime en çok dokunan iltifat. En kıymetli ilan-ı aşk. Ama söyleyemedim diyor yazar.... Yazabilmek zaten zor zanaat, üstüne O’na yazabilmek çok yüce. “O” yerine kimi koyarsanız işte. Kalbinize “O” dediğinizde kim geliyorsa. Düşünsenize: Biri sizin için sözler büyütüyor. Büyümenin ve büyütmenin hengamesinde… Çiçek büyütmek gibi bir şey değil işte. Sevilmek tabii ki çok güzel. Ama sevmek… Hatta çok sevmek daha güzel. Öyle güzel ve öyle özel... Şiirler ve sözler büyütün sevdiklerinize. Sevgiyi göstermenin bir yolu kelimeleriniz işte. Baharlar ve yazlar büyütün o kişiye. Ya da en sevdiğiniz mevsimi. Ama söyleyin olur mu? Şarkı gibi hüzünlü olmasın sonu. Her şeyi söyleyin. Büyüttüğünüz her kelimeyi. Şarkılar yazın, ama okuyun. Ve yanınızda ise hep dokunun…
AH İSTANBUL
YASEMİN TATLISEVEN
Yaşanmışlıkları hatırlamak… Cam kırıklarının üzerinde, Yalınayak yürümeye benzer bazen… Hem canına batar, hem hatırlarsın! Yaz akşamlarında, Eminönü’nden vapura biner, karşıya geçerdik. Sıcak ve bunaltıcı havanın aksine, vapur püfür püfür eserdi. Çocuklar martılara simit atardı. Işıldayan Galata Köprüsü’ne bakar, gittikçe küçülen Karaköy’ü ve Galata Kulesini bir masalın içindeymiş gibi izlerdik. Diğer yandan gökyüzü kızıl mavi tonlarını alır, Topkapı Sarayı’nın ardına düşen minareler, o muhteşem İstanbul silüetini oluştururdu. Bir ressamın fırçasından çıkmış eşsiz bir tabloya benzer, seyrine doyamazdık. Vapur karşıya yaklaşınca, yüzümüzü Haydarpaşa’ya döner, Üsküdar’a gelince inerdik. Kız Kulesine karşı çay içmenin keyfi bambaşkaydı. Üsküdar’dan Kadıköy’e yürümüşlüğümüz vardı bir keresinde… Çocukların ellerinden tutmuştuk, yorulmuşlardı. Siz yokken yine vapura bindim. Martılara simit attım, İstanbul silüetine baktım.Tuvalden bütün renkleri çalmışlar da sadece siyah ve beyazı bırakmışlardı sanki…Çayların da eski tadı yoktu artık… Mısır çarşısından her geçişimizde, kahve kokularını duyar ,alışveriş telaşından içmeye fırsat bulamaz ama ”Eve gidince ilk işimiz Türk kahvesi içmek olsun” derdik ya hani… Hala eve gidince kahve içmeyi unutuyorum. Haliç’in o eşsiz manzarasında, Süleymaniye’nin alt sokaklarında hala kayboluyorum. Şu Yeni Camii’de beraber iki rekat namaz kılsak ta hafiflese üzerimizdeki yük diyorum. Fatih camiinin avlusunda kedilerin peşinde koşturup duran çocukları gördükçe, bizim çocuklar geliyor gözlerimin önüne… Ne çok severlerdi kedileri… Veznecilerde otobüs beklerken yağmurda ıslanışımız düşüyor aklıma… Koşarak kendimizi Beyazıt’a atışımız… Buram buram tarih kokan caddelerden geçip, Çemberlitaş’tan Sultanahmet’e yürüyüşümüz…Tüm haşmetiyle karşılıklı duran Sultanahmet ve Ayasofya’yı görünce, “Asırlardır sanki birbirlerini izliyorlar” derdin. Son gidişimde At Meydanı’nda oturup, okunan ezanları dinledim. Sanki buralarda bir yerdeymişsiniz gibi gözlerim sizi aradı. Bir süre sonra yalnızlığımı farkettim. Yüzlerce yabancı insanın arasına ben de karıştım. Gülhane’ye doğru indim, hep yaptığımız gibi Sarayburnu’ndan Eminönü’ne kıvrıldım. Sirkeci’de eski tren garının önünde resim çektirmiştik. Nereden bilecektik son fotoğrafımız olduğunu!..Ve bir daha aynı karede gülümseyebilecek miydik kimbilir?
Kapalı Çarşıda gezmeyi ne çok severdik. Bana ilk gösterdiğin kapısını ezberledim, mıh gibi aklımda! Diğer kapılarını hala karıştırıyorum. Mahmutpaşa’da kalabalık dükkanların arasında dolaşırken, oğlumuza aldığımız sünnetlikleri hatırlıyorum. Atmaya kıyamadım, anneme