16 minute read
Ses Dergisi Haziran
Kültür - Sanat - Edebiyat
Advertisement
Editör'den
Şerif Aydın
Sevgili güzel dostlar, Haziran sayısıyla tekrar merhabalar. Her ayın son günlerinde başlayan telaş ve yoğunluğu “ne siz sorun ne ben söyleyim” demeyeceğim, siz sormadan ben söyleyeyim. Saatlerce bilgisayar başında çalışmalar, heyacanla okunan yazılar, kararsız kararsız bazı yazıları silbaştan tekrar okumalar... Yazı seçimi bitince “yazıları, şiirleri elenen arkadaşlara nasıl bir izahta bulunsam da yazma şevkleri kırılmasa”nın sancıları içinde iki-üç gün süren dizayn trafiği, uykusuz geceler... “Kapak dosya çalışması ne olacak?” diye zonlayan kafa ve en sonunda kapağa göre bazen birkaç saati bulan kapak dizaynı... “Eeee, sonra?” diyeceksiniz. Sonrası çok çok tatlı bir an. Her şey bitmiş, bir tuşa basıp PDF’ini aldıktan sonra, digital siteye yükleyip ardından sosyal medyadan duyurusunu yapıyorsunuz. Sonra? Sonrası “bir çay hakkettim” deyip, kendinize bir çay ikramıyla gelen yorumları okuyorsunuz. Şu anda editor sayfasını yazarken gece saat 03.33 her şey bitişe yakın, çayı sabah içerim diye umut ediyorum. Bu ayki sayıya kapak dosya çalışması için Kanadalı ünlü öykü yazarı ALICE ANN MUNRO’yu seçtik. Amacımız bir taraftan dokunulmamış konu ve yazarları işlemek, bir taraftan da Kuzey Amerika yazarlarını okuyucularımızla buluşturmak. Bu sayıda üç yenilik var. Birincisi ilk defa kendi yazarlarımızla röportaj’a başladık. İlk konuk yazarımız, dergimizin ilk sayısından itibaren bizimle olan sevgili Yasemin Tatlıseven hanımefendi. Hem kendisine hem de röportajı gerçekleştiren sevgili Zeynep Gür hanımefendiye teşekkür ediyorum. İkincisi, edebiyat tarihimizde tür olarak önemli bir yeri olan “Mektuplar” serisine başlamış olduk. Bundan böyle her sayıda bir mektup yer alacak. Üçüncüsü, bazı yazarlarımızla ortak yazarlık çalışmasına başladık. Her arkadaşın, bir bölümünü yazdığı, “Altı Yazar Bir Hikaye” başlığı ile yayımladığımız hikayeyimiz bu çalışmanın ürünü, umarım beğenirsiniz. Son olarak dergimizin müdavim kalemlerinden sevgili Seyfullah Sacit bey bu hafta dünya evine girdi. Hem kendisini hem sevgili eşini yürekten tebrik ediyoruz. Sevgiyle kalın dostlar... Şerif Aydın
Genel Yayın Yönetmeni
Şerif Aydın
Yayın Editörü Sinem Der Ki Esra Dolunay
Yayın Heyeti
Seyfullah Sacit Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay
Web dizayn: Enes Aydın
Yayın Türü
Uluslararası Sürekli Aylık
Baskı Türü
Dijital
Dijital adres:
www.issuu.com/enesengin
iletişim:
www.sesdergisi.ca Facebook: @sesdergisicanada Instagram: @sesdergisikanada Twitter: @sesdergisica www.youtube.com/sesdergisikanada E-mail: sesdergisicanada@gmail.com
Adres:
Ottawa, Kanada
Bu dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisi’ne aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir.
ALICE MUNRO
“Herkesin aynı olmadığını biliyorum ve hiçbir zaman da herkes eşit olmayacak. Fakat saygınlıklarını korumak için halktan uzak durmaları gerektiğini düşünenler en az düşmanın karşısında ölüm korkusuyla saklananlar kadar yerilmeyi hak eden kimseler.” A.M
ALICE MUNRO
ÖYKÜKADIN Şerif Aydın
Kanadalı yazar Alice Ann Munro… Bir yazarın ömründe alabileceği en değerli ödülleri almış ama bu ödüllerden daha değerli olan ise okuyucularına, Kanada edebiyatını dünya gündemine taşıyacak, 15 öykü kitabı ve bir roman hediye etmiş. Kanada’da kitapları en çok satan yazarlardan birisi olan Munro’nun, bildiğim kadarıyla geçtiğimiz günlerde Türkçe’ye kazandırılan “Açık Sırlar” ile birlikte, sekiz kitabı çevrilmiş durumda. Dünya Nobel Ödülü’nü almış olmasaydı, belki bu öykükadını tanıma fırsatını yakalayamayacaktı bir çok kitap sever. Eğer daha okumadıysanız, gecikmeden ve arayı daha fazla uzatmadan okumanızı tavsiye ediyorum, eminim beğeneceksiniz. Mesela Can Yayınları’ndan çıkan “Firar” isimli kitabıyla başlayabilirsiniz veya “Bazı Kadınlar” ya da “Boyutlar” ile. Çehov’un hikâye tarzıyla benzerlik gösteren bir üslubu olan yazar, olayları değil insanları; dönemleri değil anları yazıyor. Onunla, hikâyelerindeki heyecanı kesintisiz yaşarsınız çünkü hikâyeleri uzundur ama sıkılmazsınız, sâdedir öyküleri, hikâyenin uzunluğuna rağmen dili ve temposu sizi yormaz. Bir eleştirmen; “Munro’nun kurgularında, öyküyü kimin, nasıl finale taşıyacağı belli değildir. Kartlarını tek tek açar yazar. Başta birbiriyle ilintisi yokmuş gibi görünen her kart, öykünün tamamlanmasıyla anlam kazanır. Belirsizliklerle olasılıkların kol gezdiği, bağlantıların kesinliğinin ortadan kalktığı bir anlamdır bu. Yazar, şüphenin tohumlarını atıp filizlenmesini sabırla beklemiş, yerleşip boy atmasını izlemeyi ya da hasat almayı okuruna bırakmıştır.” diyerek, tam da anlatmak istediğim betimlemeyi yapmış usta kalem hakkında.
Peki kimdir Alice Munro? Kanada’da doğmuş ve büyümüş olan Munro, kazandığı bir bursla 1949 yılında Batı Ontario Üniversitesi’ne girer. Burada öğrenciyken ilk öyküsü olan “Dimensions of Shadows” (Gölgelerin Boyutları) yayımlanır. Ardından öğrenimini yarıda bırakarak evlenir, Vancouver’da bir banliyöye taşınır ve burada senelerce bir kitabevi işletir. İlk öykü derlemesi “Dance of Happy Shades” (Mutlu Hayaletlerin Dansı) 1968’te yayımlanır ve Kanada Edebiyat Ödülü’ne lâyık görülür. 2009 yılında kanser tedavisi gördüğünü ve by-pass
Haziran / 2020 Sayı 10 KANADA EDEBİYATI
Zafer Kaya
Kanada edebiyatı, Kanadalılar tarafından üretilen yazılı eserlerin gövdesi. Ülkenin ikili kökenini ve resmî iki dilliliğini yansıtan Kanada edebiyatı, iki ana bölüme ayrılabilir: İngilizce ve Fransızca. Bu makale, bu edebiyatın her birinin kısa bir tarihsel özeti olacak. Aynı kültüre, tarihe, değerlere sahip çıkan iki dilli edebiyat… Dünyada benzeri az. Büyük bir bölümü Avrupa kökenli olan bu ülke insanlarının kültür renkleri, ister istemez Fransız ve İngiliz edebiyatının etkisinden kurtulamamıştır. Sömürge edebiyatının izlerini çok derin görmenin en büyük sebebi de sanırım bu olsa gerek. Sadece İngiliz ve Fransız edebiyatından etkilenmekle kalmamış, coğrafî konumun da ekisiyle, Amerikan edebiyatından da etkilendiği çok Gabrielle Roy bâriz görülmüştür. Geniş toprakları ve Kuzey Amerika ile Avrupa kültürüyle olan açık iletişimleri, şair ve yazarların ülke kültürlerini yazarken aynı zamanda evrensel tema ve diller ile eserler ortaya koymasını sağlamıştır. Tüm dünya kültürlerinin bir başlangıcı olduğu gibi Kanada edebiyatının da başlangıcı sayılan bir dönem vardır. İlk edebî türler 1860’lara dayanır. Özellikle büyük Britanya’nın kuzey Amerika’daki sömürge faaliyetlerinQuebec, New Brunswick ve Nova Socotia’nın bir ulus devlet inşaa etme üzerine vardıkları mütâbakat sonrası, 1867’de kurdukları konfedarasyonla, yavaş yavaş bu alanda edebî türlerde eserler vermeye başladılar. Bu tarihten önceki eserler ise Isjouvelle France’i (Yeni Fransa) kuran çiftçiler, râhipler, tüccarlar ve yeni kurulan Amerika’dan göçüp, İngiliz yönetimini tercih edenler tarafından ortaya konmuş. den sonra bu topraklarda yaşayanlar, başta Ontario, Yerleşimden 1900’e Kanada Edebiyatında Düzyazı ve Şiir
Archibald Lampman
Kanada’nın ilk İngilizce yazarları, kâşifler, gezginler ve İngiliz subayları ve eşlerinden oluşan, İngiliz Kuzey Amerika izlenimlerini çizelgeler, günlükler, dergiler ve mektuplarda kaydeden ziyaretçilerdi. Seyahat notları ve yerleşimlerin bu temel belgelerinin coğrafya, tarih ve kökenler ile kişisel ve ulusal kimlik arayışını temsil ettiği Kanada edebiyatında, belgesel türünde eserler geleneği ön plana çıkmaktadır. Eleştirmen Northrop Frye’un ifade ettiği gibi Kanada edebiyatı, “Burası neresi?” sorusu üzerine kuruldu. Böylece halkların ve yerlerin mecâzi haritalamaları, Kanada’yı, edebî hayal gücü evriminin merkezi hâline getirdi.
Büyük Britanya’dan kopmama yanlıları, bazı edebiyat yapıtları ortaya koymuşlardı. 9
Altı Yazar Bir Hikaye
“FIRTINA”
Soluğu kesilene kadar koşuyor. Arkasına bakmadan kaçıp saklanacak bir yer arıyordu. Peşi sıra sürüklenen korkularını, sanki her an ensesinde belirecek gibi hissediyordu. Kalbi neredeyse yerinden çıkacak gibi atıyordu. Bir an durup nefesini toparladı. Bu yaşadıkları gerçek olamazdı. Evet evet, hepsi bir kâbus olmalıydı, ama değildi.. Şimdi buradaydı, hâlâ hayattaydı ve gün kararmadan, bu ıssız sahilde sığınacak bir yer bulmalıydı. Gözüne, karşı tepedeki eski bir deniz feneri ilişti. Korkularından kaçarken, bir kâbusun içine düşeceğinden habersiz, yorgun fakat ümitle, sığınağı zannettiği zindana doğru hızla yol aldı..
Attığı her adımda, ayaklarına batan çakıl taşlarının acısıyla beraber, beyninde zonklayan sesleri de hissediyordu; “Daha hızlı kürek çek!” “Acele etmeliyiz!” “Unutma tamam mı? Söz verdin unutma!” En son söz, cebini yoklarken daha güçlü zonkladı beyninde. Gözlerinde bir parlayıp bir kaybolan deniz fenerinin ışığının her yanışında, yeni bir sahne belirip kayboluyordu zihninde. Kesik kesik anlamsız sahneler... Eski deniz fenerine ulaştığında, arkasına dönüp baktı. Kıyıya vuran dalgaların ittiği bir kaç tahta parçası ve fenerle beraber, batan güneşin ışıltılarının yansıdığı köpüklerden başka bir şey görünmüyor, dinmiş fırtınanın uğultusunu şimdi hissediyordu. Tahta kapıyı biraz zorlayıp içeri girdi. Güneşin son ışıklarının aydınlattığı bu yerde ilk duyumsadığı şey, kesif bir kolza yağı kokusuydu.. Evet evet kolza yağı kokusu... Onca hengâmenin içinde bu koku ona, bir an durup “Neredeyim ben?” sorusunu sorma fırsatı sunmuştu. Bütün bu düşüncelerle beyni
(Bu hikaye dergimizin yazar kadrosuyla başlattığı yazarlık çalışmasının ürünü olup altı yazarın, kendisinden yazarın yazdığı satırları okuyup eklemeler yaparak oluşturmuş olduğu tarihi kurgu hikayesidir.
Sorulan soru: Hikaye tarihi kurgu olacak. Büyük bir deniz fırtınasından kurtulan biri olarak, 19. yüzyıldan kalma, Peru’nun güney sahilinde gizemli bir deniz fenerinin içinde güvenli sığınılacak bir yer arıyorsunuz. İçinde bekleyen büyüleyici (veya korkutucu) gözlemleri anlatan bir hikaye yazın…
uyuşurken, bir anda duyduğu ses ile irkildi!
Fenerin içinde ondan başka biri daha olduğunu düşünüp, dikkat kesildi! Sesler alt kattan geliyor gibiydi. Korkarak bir adım ileriye çıktı, bastığı zemin gıcırdıyordu. Bu daha da ürkmesine sebep oldu. Kararsızdı ama yapacak başka bir şeyi yoktu. Bir adım daha attı. Gözüne iki üç metre ileride bir demir parçası ilişti. Tahta zemini gıcırdata gıcırdata ilerledi. Fenerin kubbesinden yansıyan ışık ile bu demir parçasının, aslında alt kata açılan tahta bir kapının kulpu olduğunu farketti. O an üç saat öncesini düşündü. Köpeği Armoni ile kaçak bindiği gemide Amerika’ya gitmek için sabırsızlanıyordu. “Keşke Armoni yanımda olsaydı.” diye düşündü. Keşke zamanı geri alabilseydi. İstemeye istemeye, tahta kapıyı yukarı doğru kaldırdı. Bir anda ortalık toz dumana karıştı. Öksürmek istemiyordu, eğer aşağıda biri varsa kendisini farkedebilirdi. Nefesini tuttu. Kafasını uzatıp aşağıya doğru baktı, dar ve korkunç, demir bir merdiven asılıydı. “Aşağıda ne var acaba?” diye düşünürken, derinden gelen o ses tekrar duyuldu.
Zeynep Gür’den YASEMİN TATLISEVEN ile Röportaj
“Ses dergisinin Haziran sayısı için, bu dergide ilk sayısından beri genelde anı türünde yazılar yazan Yasemin Tatlıseven hanımefendi ile bir röportaj yaptık.
Zeynep Gür Benim ilk röportaj deneyimimde Yasemin Hanım gibi içten bir yazarla konuşmak çok güzeldi. Röportajımızı yaparken teknik bazı sorunlar yaşasak sonuç harikaydı. Çok değerli hayat birikimleri röportajımızı da anı tadında geçirmemizi sağladı. Geçirdiği hastalığa edebiyatla hayata tutunarak cevap vermesi hepimiz için örnek teşkil ediyor. Gülerken ağlatan ağlarken güldüren bir üslubu var. Karşılıklı bol gülüşmelerimizin olduğu keyifli bir sohbetti. Kendisine çok teşekkür ederim.” Z.G
Zeynep Gür: Merhaba Yasemin Hanım! Sizi Ses Ramazan öncesi tedavilerim Dergisi’nde genelde anı türündeki yazılarınız bitmiş oldu artık. Bundan ile biliyoruz. Peki bize kendinizi tanıtır mısınız? sonra rutin kontrollerim var. Yasemin Tatlıseven kimdir? İnşallah atlatmışımdır. Yasemin Tatlıseven: Ben Yasemin Tatlıseven. Zeynep Gür: İnşallah çok uzak44 yaşındayım. O yüzden anı yazıyorum. Çünkü anım çok lara gitmiştir. Atlatmışsınızdır benim. (Karşılıklı gülüşmeler) 20 senelik evliyim. Allah umarım. bağışlarsa 17 yaşında oğlum var. 15 yaşında bir kızım var. Yase min Tatlı se ve n: Trakya Üniversitesi İşletme Bölümü mezunuyum. 20 sene Zeynep’ciğim, hastalığımdan Türkiye’de bilfiil muhasebecilik yaptım, asıl mesleğim bu. bahsettim çünkü ilk başlarda Süreç boyunca (15 temmuz darbesi ve sonrası) işsiz kaldım. redediyordum. Reddedince 3 yıl boyunca eşimden , 2 yıl çocuklarımdan ayrı kaldım. daha zor oluyordu benim Pasaportuma el konulmuştu. Dolayısıyla Türkiye’den çıkıp için. Kabul edip onunla beraçocuklarımın yanına gidemiyordum. Yasal yollardan ber yaşadığım zaman yaşam uğraştım, bir türlü pasaportumu almayı başaramadım. kolaylaşıyor ya da insanlarla Sonuç alamayınca 2018 yılında yasal olmayan yollardan paylaştığım zaman da... Ben çocuklarımın yanına gitmeye karar verdim. 2018’de Meriç artık kendimi onunla beraber Nehri’ni geçerek Yunanistan’a vardım. 2019 Nisan ayında tanımlıyorum. da, yaklaşık 8 ay sonra, çocuklarımın yanına geldim. Ancak Zeynep Gür: Aslında paygeldikten sonra herşey bitmedi. laşmış olmanız bile kabulZeynep Gür: Tabi imtihan bitmedi. (Karşılıklı gülüşmeler.) lenişinizin bir kanıtı olmuş Yasemin Tatlıseven: Aslında çocuklarım çok sevinmişlerdi. oluyor. Çok mutlu olduk sizi Bir araya geldik. Yaşasın! Artık herşey geride kaldı derken, tanıdığımıza. benim bir rahatsızlığım ortaya çıktı. Geldikten yaklaşık 15 Edebiyat ile ilginiz ne zamangün sonra kanser teşhisi koyuldu. Bir ay sonra ameliyat dan beri var? Ses Dergisi’nden oldum. önce edebiyat ile ilgili bir şeyZeynep Gür: Geçmiş olsun. ler yapıyor muydunuz? İlk Yasemin Tatlıseven: Sağolun, teşekkür ederim. Aşağı yukarı yazma deneyiminizi nasıl bir yıldır tedavilerim devam ediyor. Kemoterapi, radyoterapi gerçekleştirdiniz? Sizi etkileyaldım. Bir yıl içinde iki defa operasyon geçirdim. Çok şükür en olay, durum veya duygu
Betül Aydan’dan MUHTEŞEM’e
Muhteşem Hocam”, “Muhteşem” Dostum, Yıllar sonra sana isminle hitap etmek ne güzel,ne büyük saadet ismini yazabilmek. Sana isminle başlayan bir hitapla mektup yazmak... İsmin ayrı güzel, dost oluşun ayrı...
“Dağ odur ki üzerinde kar ola Bülbül odur ki ötüşünde zâr ola Dost odur ki dar gününde yâr ola Geniş günde düşman bile yâr olur” (Erzurumlu Aşık Reyhâni) Muhteşem... Biz, nice mutlu zamanları yaşadık beraber. Sonra kapımıza yığılan nice zor zamanı beraber yaşadık, kapıyı açmaya mecburken ama zor günlerimizde hep beraber olduk şükür. Birlikte olduğumuz her dem ne kadar da kıymetliydi bizim için. Hatıra defterimizin “dost” çizgili sayfalarında duruyor yaşadıklarımız. Çok uzun zaman oldu “Muhteşem” sana mektup yazmayalı. Ne oldu bize? Yaşadığımız şeyler mektup yazmayı da mı unutturdu? Oysa ne güzel, konuşuyorduk mektuplarımızda. Sessiz sessiz anlatıyorduk yaşadıklarımızı. Korkularımızı anlatıp heyecanlarımızı paylaşıyorduk. Mektuplarımızdan kuleler yapacaktık zamanla. Hem kuleler hep kumdan olmazdı ya! “Mektuplarımız uç uca eklenince, bizim gizli, özel tarihimiz oluşur!” diyordu yazar. “Sevgisiz Işıksız Mektupsuz Kaldık” adlı denemesinde. (Ali ÇOLAK) Gizli Özel Tarih... Ne kadar anlamlıydı mektuplar, ne kadar özel, ne kadar alımlıydı. O zamanlar renkli zarflardaydı yazdıklarımız. Mektup kağıdı alırdık kırtasiyelerden. İçimiz kıpır kıpır... “Sen şimdi bu mektubu okurken, ben şimdi nerede, ne yapıyor olacağım?” diye de sorardık mektubumuzda. Hem ne güzel değil mi, birinin senin yazdıklarını okurken
Mektuplar
yüzündeki tebessümle senin de gülümsemen? Hissetmen... Hem mektuplarda konuşunca sessiz sessiz. “Ben de seni arayacaktım!” demeyiz birbirimize. Mektupta hissederiz, her satırda kimseler duymadan konuşuruz. Kimse müdahale edemez bu içten muhabbete. Ne kadar “Muhteşem”di mektuplaşmamız değil mi? İsmin gibiydi her şey. “Zamanla nasıl değişiyor insan” diyen Cahit Sıtkı çok haklıydı. Anladığım o ki, hatta sadece insan değil mektuplar da değişiyormuş, yazılanın elinden, gözünden uzağa atılıyormuş, dosyalar içinde saklanıyormuş. Gizli hatıra defterinin kilidi kırılıyormuş hoyrat ellerle. Bizim mektuplarımız böyle olmadı mı? En son senin için yazdığım ve mahkemeye giden “Muhteşem” mektubumla kalem, kağıt, zarf ayrı düştü elimden. Tutuldu mektuplarımın gülümseyen ay yüzleri. Delildi, suçtu sana yazdığım mektup. Masum olan ama okunması yasaklanan her kitap gibiydi. Sadece sen okuyasın diye yazmıştım oysa, en son “Muhteşem” mektubumu. Gizli özel tarihimize küçük bir not düşmüştüm ama o sabah... O kasım sabahı... Evinize dolan onca insan(!) kirli gözleriyle okudular yazdıklarımı. “ M u h t e ş e m Hocam” diye y a z ı ş ı m ı kıskandılar. Aslında senin ismini çekemediler. Muhteşem oluşun ağır geldi onlara. Oysa “Muhteşem Hocam...” hitabım sendin. Masum bir hemhâl oluştu seninle. Hasbihâldi sadırdan satıra dökülen... “ ‘Muhteşem Hocam’da kim?” diye birbirlerine sordular. Kafaları karıştı. Bir mektup ve muhteşem ve hocam... İşte
Şairler Delidir..
Şairler delidir... Bazısı da kronik mutsuzdur... Anlaşılamamak hissi, onları kalemle buluşturan ortak dertleridir. Dünyaya ayak uydurmaları da zordur çoğu zaman, Ancak bütün bunlara rağmen, “Umudu yazan şairler” ise hepten delidir.. Tıpkı bembeyaz tuvallere, hayallerini ilmek ilmek işleyen ressamların deli olduğu gibi... Bir gece fırtınaya rağmen, Johnsy’e son yaprağı çizen ve sonra huzurla gözlerini kapatan, Behrman’ın baş yapıtı gibi... Ahmet Arif ’in bir kelimesi için, 20 yıl beklettiği şiiri gibi, ya da çok sevdiği Leyla’sına mektup gönderecek pul parası olmadığı için, iki saat Diyarbakır’da hamallık yaptığı gibi.. Oğuz Atay’ın Tutunamayıp, yine de Olric’le dertleştiği gibi, Nazım’ın sürüldüğü topraklardan, yine de hasretle bahsetmesi gibi, R’leri söyleyemeyen naif Özdemir Asaf ’ın, taksiciye Karaköy yerine Eminönü diyip, Karaköy’e kadar yürümesi gibi... Böylesi yüce gönüllülük ve büyük sevdalar için, böylesine hassas ve ince ruhlu kalpler için, Madde dünyasında akılla izâhı olmayan herşeye kolayca söyleyip geçtiğimiz gibi; “Deliliktir şairlik...” Dünyaya ayak uyduramasa da onunla dans etmek deliliktir... Bütün kırgınlıklarına kalemi sarmak, Mutsuzluğun üzerine basıp, gökkuşağının renklerini almak deliliktir... Fırtınaya inat, son yaprağı boyayıp, ölüme gülerek yürümek, Bütün acıları en derinden hissedip, herşeye rağmen vazgeçmeden umut edebilmek, gerçekten deliliktir... Selam olsun renklerini, satırlarını, başka gönüllerle bölüşenlere...! Selam olsun acıyı merheme çevirip, kaleme sürenlere...! Selam olsun, dünya da tuhaf kalsa da, yine de umudu büyüten, Tüm ince ruhlu, deli şairlere...!
Yasemin Bozkurt Bir İstanbul Masalı
Bir yolculuk ki maviliğe gider Deniz,kuşlar,manzara ve sen Bazen susar, bazen konuşuruz Ara sıra izleriz maviliği Uzaktan bakarız tarihe Fotoğraf çekeriz Saçma sapan güleriz Çok güzeldi be İstanbul Galata kulesi bize yukardan baktı Kız kulesi denize uzak Gülhane parkı bizle anlam buldu Nede güzeldi sabah İstanbul İstanbulda sen ve ben Bir masal oldu taksimde İstanbul heryeri çok güzel Çok başka, çok yabancı Aşkın yaşanabilir özgürlüğü Bir İstanbul masalı..
Esra Dolunay Kırkikindi 2- A kşamüstü bulutlanır düşüncelerim Tıpkı kırkikindi yağmurları gibi” 39. gün Gün ağarırken ötelerde yer yer aydınlanıp sönen bulutlar dağılmaya başlamış ve aralarından belli belirsiz bir kızıllık sıyrılmıştı. Kızıllık, penceredeki bir telden sıyrılıp Safa’nın yastığına değerken aralamıştı gözlerini. Bir diğer diyarda iki kızıl kirpiğin aralandığı gibi. O diyarda, aynı kızıllık atların çiğnediği otların ucunda uzamıştı vadiye. Sonra çitlere, ardından çiftlik evinin çatısına ve yumurtadan yeni çıkmış iki bıldırcın yavrusuna... Yalanı dinleyip Gerçeği susturdum Rutinleri kabından çıkarıp Ukdeleri dondurdum. Neşesizleştim bu günlerde Gökkuşağının kaç renk olduğunu unuttum Hoşgördüm bu günlerde Ve boşverdim Ve göçüverdim birikmişlerimden Hepsini öteye süpürdüm Senin varlığından habersiz Seninle büyüdüm Yolda olduğundan habersiz Seninle yürüdüm Yaşadığından habersiz Elinde iki kovayla kapıda belirdi Melek... Seninle öldüm Hiç’te seninleyken Gün ağarmadan sütleri biriktirmeliydi. -Ne çok yağmur yağmış yine! Diye mırıldanırken. Çiftliğin köpeği Cesur’un yanında belirmesiyle irkildi. -Demek sen de uyandın! birazdan senin kahvaltını da getireceğim az bekle olur mu? Cesur’un ağzından sarkan poşete takıldı Melek’in gözleri : Hep’te sensizleştim... ... Bir kez daha yavaşça okudu. Her satırda gezdirirken gözlerini son satırda gözlerine bir buğu oturdu. Herhangi bir isim -Demek bekleyemedin. Ne yedin sen öyle? Çekiştirip çıkarttığı poşet parçasının içindeki rulo dikkatini çekti : -Bu da ne ki ? ! Ruloyu açtı ... tam ruloya sığacak yoktu İnce uzun bir yazı: ... Sessizleştim bu günlerde Sensizleştim.. İnsanların dertlerine gülüp bilindik tesellilerle avuttum Hissizleştim bu günlerde sonunda. En iyisi boşvermeliydi. Güne devam etmeliydi. Hiç bir şey değişmemişti sonuçta . Değişmiş miydi ? -Melek! Aceleyle cebine attığı rulo ile annesine yardıma gitti. Körleştim
BSeyfullah Sacit ir veda daha… Kaçıncı oldu bu sayamadım. Kaçıncı kez yola çıktım hatırlamıyorum. Dokuz köyden kovulmuş adam gibi hissediyorum artık. Hala onuncu köy gelmedi mi? Vedalara alıştım. İnsanlara, kentlere, YOL VE BEN ülkelere... En zoru da gönüllere edilen vedalar oldu. Alıştım, en son dünyaya veda edeceğim. Sanırım artık ondan da korkmadan gideceğim. Her veda da olduğu gibi ardımda birçok şey bırakarak belki… Yine yoldayım. Bunda bir amacım yok. Yola çık yolda bulursun aradığını demiş erenler. Yola çıktım lakin ne aradığımı bilmeden bu kez. Gidişlere alışmışken artık dönüşlerin olmayacağını bilmek en acı olanı. Son iki yılda çok sert bir şekilde tecrübe ettim, bir zamanlar her şeyin olanların şimdi bir hiç olmasını… Yola dökülmüş birkaç not. Yürümekten ayağındaki ayakkabılarına kadar yırtılmış bir insan. Ayakkabı önemli değil, gönüle zeval gelmesin. Her an yeniden başlayan bir yolculuğun hiç yol almamış yolcusu. Anlamdan uzak, anlama tuzak, bir beldenin en anlamlı haline bakmak. Sahi! Bir kule ne kadar anlamlı gelebilir ki bir insana..? Sessizce geçen günün ardından gece… Gece çıktım hep yola... Ve bir gece vakti yine… Yoldayım... Anlamın en anlamsız halinde yol almaktayım. Bir gün daha… Sonra bir gün daha… Ardından bir gün daha… Hepsi bir yola işaret. Ben durunca öleceğim. Bunu idrak ettim. Koşmak ile yürümek arasında fark yok. İkisinde de yol üstündesin. Önemli olan ne yöne gideceğin demiş erenler. Ben yönümü tayin edemedim. Kısa kısa notların kitapları okunulmaz hale getirmesi gibi, yolda, bende kısa kısa oldu. Yola alışmışken bir yerde konakladım. Oraya alışmışken yine yol göründü... Ve son devirde bir sükûtun içinde gidiyorum. Her daim olduğu gibi yine yalnız başıma bir şeyler karalayarak. Ve bitti. Son. Gidişlerin başlangıcı olan son… Bir nokta halinde yaşanan hayatın kendinden vazgeçme hâli olan yol...