Ses Dergisi Haziran 2021

Page 1


Haziran / 2021

Ses Dergisi Sayı 17

SES DERGİSİ

İÇİNDEKİLER HAZİRAN 2021, SAYI 17

I EDİTÖR NOTU

Uzun bir aradan sonra tekrar başlamanın heyecanı ve Kürt edebiyatı üzerine notlar...

V ŞİİRLER

Ses Dergisi

Genç kalemlerin üstadlığını imgelerinde yakalayacağınız birbirinden değerli şiirleri okuma fırsatı bulacaksınız

Kültür-Sanat-Edebiyat

II

VI BUKA BÂRÂNE

KÜRT EDEBİYATI Politik kavgalar arasında sıkıştırılmış bir medeniyetin edebiyatını konuşuyoruz. Derin ve zengin bir kültürün asırlık öyküsü...

Buka Bârânè Kürt coğrafyasında yağmursuzluk sorununa çocuksu bir çözümün aktivitesidir. Bir belgeselden mülhem değerlendirme.

VII GUSMENA ŞAHİDİMDİR Kİ!

Cenk Enes Özer – Şeytan Severse, adlı eserinden hayran kurgu yapılarak kaleme alınan bir çalışma.

VIII DENEMELER

Kürt aşk öykülerinden biri olan Siyabend ve Xece'nin yürek yakıcı bir serüveni var. Bu öykü tarihte birçok öyküye ilham olduğu gibi dergimizde de bir öyküye ilham oldu.

2

IV ZEMBÎLFROŞ Türk edebiyatın Yusuf u Züleyha'sıdır bu öykü. Kürt edebiyatında redd-i aşkın öyküsüdür.

sesdergisicanada@gmail.com www.sesdergisi.ca

17 KÜLTÜR-SANAT- EDEBİYAT

III SÎYABEND Û XECÊ

Birbirinden güzel kalemlerin ruh dünyasından akan enfes denemelere şahit olacaksınız


Haziran / 2021

Ses Dergisi Sayı 17

SES DERGİSİ

Bu vesileyle eser yollayan tüm arkadaşlara yürekten teşekkür ediyorum. Yazısı yayımlanan arkadaşları tebrik ediyorum, kriterlere takıldığından dolayı da yayımlanamayan arkadaşların da anlayışına sığınıyorum. Can dostlar, bu sayımız Kürt edebiyatı ile ilgiliydi. Her sayımızda bir dosyaya yer verdiğimizi bilen takipçilerimiz “bu seferki dosyanın hedefi neydi” diye merak edebilirler. Yayın hayatına başladığımız ilk sayımızdan itibaren bir taraftan topluma umut olacak dosyaları ele alacağımızı, bir yandan Batı yazarları edebiyatımıza tanıtacağımızı bir yandan da mahallelerin baskısıyla ötekileştirelen edebi değerlere sahip çıkacağımızı duyurmuştuk. Kürt edebiyatı işte bunlardan biri. Günler süren bir çalışma sonucu dosya çalışmamızı tamamlamış olduk. Bu mağdur medeniyeti bir nebze tanıtabilir, merak uyandırabilirsek ne mutlu bize. Kürt edebiyatı dosyasına destek veren sevgili Esra Dolunay, Yasin Toksoy ve Nurgül Öztürk’e teşekkürü bir borç biliyorum. Bol okumalı ve bol yazmalı günler dileğiyle, sağlıcakla kalın....

Yayın Editörü Esra Dolunay Yayın Heyeti Seyfullah Sacit Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay

Kültür-Sanat-Edebiyat

Güzel dostlar, her yeni sayıda gönderilen yazı ve şiirlerin sayısı gittikçe artıyor. Bu sayıda öncekilere nazaran yazı ve şiir seçiminde daha çok zorlandığımızı itiraf ediyorum. Bu yazı itiraflarla geçiyor, diyeceksiniz, evet öyle olacak. Kalem dostuyuz dedik, dostun dosta karşı bu alanda sırrı olmamalı diye düşünüyorum.

Genel Yayın Yönetmeni Şerif Aydın

Web dizayn: Enes Aydın

Ses Dergisi

S

evgili kaleme dostları, uzun bir aradan sonra tekrar sizlerle beraberiz. 17. sayımız ilk sayımız gibi sancıyla başladığını ve tamamlanmasının sancılı olduğunu itiraf ediyorum. Kalem ehli için üç dört aylık bir sürenin bile büyük bir ayrılık olduğunu fark ettim. Gözlerim yazıları, şiirleri ararken, kalbim kalem ehli dostların his dolu satırlarını ekleyip yolladığı emailleri arıyordu. “Aradığım neydi, neyi özledim, kavuşmak istediğim tam olarak nelerdi?” bilemiyorum ama siz kalem dostlarının boşluğunu içten içe hissettiğimi biliyorum, sizler de bilin istedim.

Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi: Şerif Aydın

Yayın Türü Uluslararası Sürekli Aylık Baskı Türü Dijital Dijital adres: www.issuu.com/enesengin iletişim: www.sesdergisi.ca Facebook: @sesdergisicanada Instagram: @sesdergisikanada Twitter: @sesdergisica www.youtube.com/sesdergisikanada E-mail: sesdergisicanada@gmail.com Adres:

17 Bu dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisi’ne aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir.

Şerif Aydın 3

KÜLTÜR-SANAT- EDEBİYAT

EDİTÖR’den

Kültür - Sanat - Edebiyat


Ses Dergisi Sayı 17

Haziran / 2021

DOSYA

ŞERİF AYDIN

POLİTİK KAVGALAR ARASINDA SUSTURULMUŞ BİR MEDENİYET:

Ses Dergisi

KÜRT edebiyatı

D O SYA

Kültür-Sanat-Edebiyat 4

Ben Kürt edebiyatıyım, kadim bir milletin politik kavgalar arasında bırakılmış şiiriyim ben. Duyuyorsunuz beni biliyorum, ama yetmez, duyurun da. Duyurun ki edebiyat bir milletin var oluş senedi iken yok ediş belgelerine ve siyasi hesaplarına yenilmesin, onların gölgesinde kalmasın. Ve evrensel bir miras olan edebiyatı yok saymak cinayetine son verilsin.


Kalemlerin konuştuğu dünya en tehlikesiz dünyadır, kelamın tükendiği kalemin kırıldığı dünya en tehlikeli dünyadır. Tuhaftır bir insanın hayatına son veren idamda hakim kalemini kırar. Yok edişin simgesidir kalemin kırılması, ve kelamın susturulması. Söz bitmeden önce kalem kırılır. Kırdırmayacağız artık.

E

debiyat, uluslararası entelektüel bir elçidir. Aynı zamanda bir toplumun var oluş belgesidir uluslararası platformlarda. Toplum, bu alanda ortaya koyduğu ilk yazılı belgeleri bulundukları topraklarda varlıklarının tapusu olarak gösterir. Mağaraların duvarlarında bulunan üç beş kelimelik yazılardan tutun, ilk yazılı kağıt metinlerine, oradan Orhun abideleri gibi taşlara kazınmış satırlara kadar... Bazen bir şiirdir bu, bazen bir öykü, bazen bir divan… Tarih boyu senet hükmü taşımış bu belgeler konuşula gelmiş, günümüzün de en sıcak konularından biri olmuştur. Son bir asırdır bir senet ortaya koymak için çırpınan milletlerden biri de Kürt milletidir. Kürt milleti, tarihin en kadim milletlerinden biri ve dili tarihin en kadim dillerinden biri olsa da, Ortadoğu topraklarında var oluş mücadelesinin kartları dağıtılırken sıra onlara geldiğinde her nedense her seferinde kart bitmiş. Oyuna dahil edilmişler edilmesine ama bulundukları devletlerde, birlikte yaşadıkları toplumlarla birlikte dahil olmak zorunda kalmışlar hep. İran’da Farsça’nın gölgesinde yürümüş, Suriye ve Irak’ta Arapça’nın asasına dayanmış, Rusya’da Rusça’ya mahkum yaşamış, Türkiye’de Türkçe’nin rehberliğinde yol yürümek zorunda kalmış. Kendi dilini

kullanması bazen kavga, bazen sürgün sebebi olmuştur. Böyle olunca da varlık vesikası olan edebiyatı öksüz kalmış asırlar boyu. Yasaklar ve tahakkümler yüzünden geldiği noktaya bakıldığında “Bu denli kadim bir toplumun edebiyatı böyle olmamalıydı.” diyorsunuz. Acıklı bir tablodur ki çırpınan kalemlerden damlayan ve tarihten bugüne uzanan bir kısım eserler de sürgünde verilen eserler olmuş. Kendi coğrafyasında öteki olanın, sürgün yaşadığı coğrafyalarda öteki olması normal değil miydi ki zaten? Siyasi bir mahkum için cezaevi koşullarında kitap yazmanın zorluğu neyse, Kürtler için de kendi coğrafyasında kendi diliyle öykü, şiir, roman yazmanın; gazetelerde boy göstermenin; filmlerde, belgesellerde adını kullanmanın zorluğu odur, hatta biraz daha ötesi belki. Yakın tarihte “Kımıl” isimli eseriyle idam cezası alan Musa Anter bunun açık örneği. Ana arı misali kendi toplumunu kendi değerleri etrafında toplamanın ayaklanma sebebi, bölme faaliyeti olarak algılanan bir ortamda tabi ki renklerinizle var olmanın zorluğunu yaşarsınız. Kürtler tüm coğrafyalarda bunu yaşadı ve yaşıyor da şu an. “Yoktur” dediler. Dilini, kültürünü, töresini inkar ettiler.

5

Kültür-Sanat-Edebiyat

Ses Dergisi Sayı 17

Ses Dergisi

Haziran / 2021


Ses Dergisi Sayı 17

Haziran / 2021 “Var!” demek suç, ispat etmek cezaya davetiye oldu.

beyliklerine başkentlik yapmış coğrafyalarıyla var.

Vardı oysa! Dili, rengi, zılgıtıyla, şiir ve öyküleriyle bir millet vardı bu coğrafyada. Hem de yüzlerce seneden beri milyonlarca nüfusu ve coşkun edebiyatıyla...

Kürtlerin de vardı.

Ebul-Fida, İbni Attar, İbni Şeddad, ve İbni Qotayba gibi tarihçileri ile var. El Suhrawerdi ve Ayne’l-Qudatu’lHemedani gibi filozofları ile var. Gezgin İbni Fadlan, Seyfeddin Urmewî, Muhammed İbni Katib Erbili gibi müzikologlar ile, İbrahim ve İshak gibi Musulî ve Ziryab gibi müzisyenleri ile, mimar ve mühendis Munis, matematik ve gök bilimci Muhyeddin Ahlati ile var. Biyografici İbni Halkan, ansiklopedist İbni Nedim [1] ile var olduğu gibi edebiyatıyla da var. Ali-yi Harîrî, Molla Ahmed-i Cezerî, Faki-yi Tayran, Doğu klasiklerinin tartışmasız zirve insanlarından biri olan İranlı Hafız-ı Şiraziye

Edebiyat, var oluş senedidir demiştim ya, bir daha diyeyim.

“Ger lû’uyê mensûrî ji nezmê tu dixwazî

Bir milletin varlığını ispat değildir benim konum; inkârının doğurduğu neticedir. Asırlık toplumu inkâr edince şiiri, mektubu, öyküyü kısaca edebiyatı inkâr edenleredir bu yazıdaki itirazım!

Wer şi’rê Melê bîn te ji Şîrazê çi hacet

Aksini nasıl iddia edebilir ki insan? İnsanın var olduğu yerde aşk, insanın var olduğu yerde hüzün, insanın var olduğu yerde coşku olmaz mı? “Vardır elbet.” dediğinizi duyuyor gibiyim. Aşkına, coşkusuna, hasretine şiir yazmayan, şarkı mırıldanmayan mı var? Aşk varsa aşık da var, aşık varsa maşuka sunulan dilekçeler de var.

Ses Dergisi

İnsanın oldu yerde edebiyat var olmuştur hep. Dilerseniz kısaca konum olan Kürt edebiyatının sahibinden bahsedeyim biraz.

“Nazmın etrafa saçılmış incilerini görmek dilersen eğer Gel Mela’nın şiirlerinde gör onları, Şiraz’a gitmeye ne hacet” [2] deyip meydan okuyan Mela-yi Cizîrî ile var.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Dedim ya kendi coğrafyasında var olduğunu ve burada yaşadığını ispat etmek zorunda kaldı her seferinde. Hazindir ki o, var oluşunu ispat etmeye çalıştıkça bulunduğu devletlerin siyasi ajandalarının yok sayma politikalarıyla karşılaştı hep. Güneş teorisiyle uğraşmak zorunda kaldı mesela. Mesela, kimisi onlara, dağlarda karda dolaşan bir toplumun karda yürürken çıkardığı “kart-kurt” seslerinden sonra Kürt ismi verildiğini idda edip, aslında “Kürt “diye bir toplumun olmadığı tezini güçlendirmeye çalıştı. İnkâr sahipleri bu iddialarıyla gülünç duruma düşseler de, Kürtler bu mantıksızlığın mağduriyetinden kurtulamadılar yıllar yılı. Tarihin despotizminin tahakkümüne pirim vermemek için bu acıklı sahnelerden daha fazla bahsetmeyeceğim. Aksine, var olanı söyleyeceğim. Vardı evet! Kalemlerinin mürekkebi çıkarılsa da, yazılarını yazacakları kağıtlar yakılsa da, vardı ve hâlâ var. Var işte, beyim, var! Çocukların gaz lambası ışığında dinledikleri masallardan olan “Çîroku” ile var. Destanlara konu olan “kilâmı” ile var. Lirik şiirin, pastoral deyişin, aşka çağıran tüm tonların en canlı renkleri olan “helbesti” ile var. Asırlar öncesine dayanan eserleriyle Cizre, Hemedan, Erdelan, İmadiye, Bitlis, Hakkari, Doğubayazıt, Müküs, Hizan, Meyafarkın, Siirt, Diyarbekir gibi tarih boyunca Kürt devlet ve

6

Sorun isterseniz Kürt edebiyatını, tarihin sayfaları, asırlık Diyarbekir surlarını yüzyıllardır selam ede ede geçen, evsel bahçelerini asırlardır yeşerten Dicle nehri gibi konuşur sizinle. Mirdasî Zaza aşiretine mensup, Elazığ ve çevresinde ortaçağ boyunca hüküm süren Palu Beyliği emirlerinden Emir Yasur’un katibi Şemî’nin 1682’de kaleme aldığı “Tercüme-i Tevarih-i Şeref Han” isimli Kürt Tarihi üzerine yazılmış eserine bakın. Kürt edebiyatçılarından bahsedecektir size. Yine o devrin en meşhur alim ve


Ses Dergisi Sayı 17

Sadece onlara değil, gidin taşlara da sorun isterseniz. Kürt edebiyatına duvarlar çizip hapis hayatı yaşatanlara inat, yıkın duvarları ve sorun bir zahmet! Cizre, Müküs, İmadiye gibi şehirlerde 600-700 yıl önce yapılmış, hala ayakta olan medreseler vardır. Kadim bir milletin tarihi gizemi değil, var oluş senetleridir bunlar, görün lütfen! Bitlis’teki İhlasiye Medresesi’nin modern bir üniversite kampüs alanını andırdığını göreceksiniz. Ve neyi göreceksiniz biliyor musunuz? Bu yapının şu anda bir devlet kurumunun idari merkez binası olarak kullanıldığını. Oysa burada asırlarca Kürtçe ve Arapça eğitim verilmiş. Asırlar önce bu kurumdan klasik Kürt edebiyatının yıldızları olan ve Kürtçeyle beraber dokuz dilde şiir yazabilen Şükriyê Bidlîsiler, Harisê Bitlîsîler, Selimiyê Hizaniler, Axayokê Bêdariler gibi yüzlerce Kürtçe eser sahibi yazar çıktığını söylecek duvarlar size. Pencerelerinden başlarını uzatıp Kürt dilinde şiirler terennüm ettiklerini duyacak, koridorlarında dolaşan ayak seslerine karışan “Çirok”lara şahit olacaksınız. Kadim bir milletin kadim edebiyatı diyorum ya, bir edebî ifade olsun diye demiyorum. Küçük bir kıyasla meramımı

ile yazılmıştır. İlk Kürtçe eserler ise Kürtçe’nin Doğu Lehçeleri olan Lorca ve Goranca’ dır. Ve tarihine dikkat etmenizi istiyorum, Kürtçede ilk edebi eserler Baba Tahir-i Üryan’ın 1010 yıllarında Lor Lehçesiyle yazdığı “Dubeyti” divanı ve Baba Serheng-i Dewdanî’nin Goranî Lehçesiyle yazdığı 1045 tarihli “Defterê Dewdanî” dir[3]. İspat değildir derdim. Susturulmuş bir edebiyatın en azından sesi olmak ve susturduğunu bile örten bir anlayışın var olduğunu haykırmaktır derdim. Bu edebiyat tarihi böyle yazılmamalıydı. Kardeş toplumları koparmamalıydı resmi tarih. Sezar’ın hakkı Sezar’a verilmeliydi. Vicdanlı aydınlar en azından bunu haykırmalı, “Bu edebî dil Ortadoğu’nun egemen devletlerinin izin verdiği kadarıyla şiir yazan, müsaade edildiği kadarıyla konuşan, ortaya çıkarıldığı kadarıyla var olan bir edebiyat olmamalı!” demeliydi. O geç kalmış sesin yerine biz söylüyoruz şimdi. Kim kopardı sazın telini peki? Halayı kim kesti? Zılgıt, Kürt dilinin en anlamlı sesiydi. Neden sessiz? Nerde Kürt şair Ahmed-i Hanî? Bir destanı olan Mem u Zin’in öyküsü az yürek yakmıyor ki! MELAYÊ CIZÎRÎ’nin inci mercan şiirlerini ihtiva eden “Divan”ı neden kendi topraklarında öksüz? Alman şarkiyatçı Martin Hartman’ın ilgiyle takip edip Batı edebiyatına açtığı bu şiirleri, kendi topraklarının şairlerinin merak etmemesi talihsizlik değil mi? Ya Cigerxwîn? İsmiyle müsemma şiirlerin üstadı, Cigerxwîn? Sayacaklarım bitmiyor ki... Sayfam bitiyor ve kesmek zorunda kalıyorum. Sorduğum soruların kısmen cevabını verip toparlayayım isterseniz.

Ahmedê Xanê

ifade etmeye çalışayım. Türk ve Kürt edebiyatları ilk yazılı ürünlerini 11.yüzyılda vermeye başlar. Bu ilk ürünler her iki dilin de doğu lehçeleriyledir. İlk Türkçe eserler, Türkçe’nin Doğu Lehçeleri olan Hakaniyece ve Çağataycadırlar ve ilk edebi eserler “Kutadgu Bilig” 1069 yılında Yusuf Has Hacip tarafından Hakaniye Lehçesiyle ve “Divan’ül-Lügat’ü-Türk” Kaşgarlı Mahmud tarafından 1074’te yine Hakaniye lehçesi

Demiştim ya Ortadoğu’da kartlar dağıtılırken sıra Kürt’lere gelince “kart bitti” denilip, onlardan en yakınındaki ile oyuna dahil olması istendi. Kürt edebiyatını da bu masalarda oyunun bir parçası haline getirip onlara yazık ettiler. Oyunu politikacılar oynasın. Edebiyatçıların oyunu, asırlık izleri takip edip asırlar sonrasına kalmaktır. Ehl-i kelam ve ehl-i kaleme dokunmasınlar istiyordum ve hala öyle istiyorum. Ama dokunuldu, dokunuluyor maalesef! Uzak-yakın tarihteki vakalar çok olmakla birlikte sadece birkaç tanesini yazmış olayım. İlki 1650’li yıllar, VI. Murat dönemi... Osmanlı’nın, en güçlü ve diğer Kürt prensliklerinin temsilcisi konumundaki Bitlis Kürt Hanlığı’na saldırması ile Osmanlı-Kürt ittifakının yarım asır kadar bir süre bozulduğu, Kürt coğrafyasının ekonomik, siyasi ve ilmi alanda gerilediği bir dönemdir[4]. İkincisi, II. Mahmut devrinde Osmanlı’nın, Batı’nın

7

Kültür-Sanat-Edebiyat

edebiyatçıları arasında olan Molla Muhammed-i Berkalî ve Molla Muhyeddin-i Cezerî’nin Kürt dili hakkındaki düşüncelerini dinleyin lütfen. Yazar ve mütercim Palu Mirinin Katibi Şemî gibi nice kalemler eserlerini Kürtçe yazdı. Vaktiniz varsa eğilin bakın isterseniz.

Ses Dergisi

Haziran / 2021


Haziran / 2021 etkisiyle merkeziyetçi politikalar sonucu tarihsel KürtOsmanlı ittifakını bozarak yerel Kürt prensliklerini ortadan kaldırmasıyla, temel eğitim kurumları olan bu medreseler sahipsiz kaldı. Klasik Kürt edebiyatı, Bedirhan Beyliği’nin yıkılmasıyla birlikte ciddi bir suskunluk yaşamaya başladı. Beyliğin liderleri sürgüne gönderildiğinde, özellikle Celadet ve Kamuran Bedirhan kardeşler, Kürt dili ve edebiyatı için çok önemli işler yapsalar da yetersiz kaldı.

Ses Dergisi Sayı 17 bu dergide yer alan önemli isimlerden biri oldu.

Ses Dergisi

Şah damarına kesik atıldı Kürt edebiyatının. Ne mi oldu? Bu tarihten sonra eski şair ve edebiyatçılar düzeyinde yeni edebiyatçılar yetişmemiş ve ortaya çıkmamış malesef. Payitahtlık yapmış bu şehirlerdeki, her biri bir üniversite kampüsü zaviyesinde olan Müküs’teki Mir Hasan-i Veli Medresesi, Bitlis’teki İhlasiye, Hizan’daki Davudiye, Şerefiye Medreseleri, Cizre’deki Medresa Sor, Mir Abdal Medresesi, Atik, Ahmediye, Gisal Medreseleri, Hakkâri’deki Meydan Medresesi, Zeynel Beg Medresesi, Esediye Medresesi gibi nice medreseler atıl bırakıldı. Geleceği inşa edecek aydınlar, aristokrat aileler ve alimler çözümü köylere kaçmakta bulmuşlar.[5]. Üçüncü örneği de yakın tarihten vereyim.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Klasik Kürt edebiyatı, ister nesirde isterse şiirde olsun, Türkiye’de Latin alfabesi kullanılmaya başlandığı dönemde de ciddi bir kırılmaya uğradı. Latin harflerine geçen Türkiye Cumhuriyeti kısa bir süre sonra Kürtçe’yi yasaklayacak, bu dille konuşanlara para cezası verecekti ve öyle de oldu. Kendi topraklarında var olamayan veya yer yer var olup sonra suskunluğa itilen bu edebiyat, sürgünde yeşermeye başladı bu sefer. 1932 ve 1943 yılları arasında çıkan “Hawar” dergisi Kürt edebiyatı için çok önemli bir ekolü de ortaya çıkardı. Zor şartlarda ve sürgünde çıkarılan bu dergi, idealist gençlerin alın teriydi. Edebiyatın bir çok türüne yer veren bu derginin sayfalarında ‘dengbêj’ hikayelerinden tutun da, şiirlere, öykülere, düşünce yazılarına, adaptasyonlara, atasözleri ve deyimlere kadar geniş yelpazede yazılar yayınlandı. Kürt şiirinde ‘ciğersûz’ şiirlerin şairi Cigerxwîn

Cigerxwîn

Sürgün edebiyatı sadece bu dergiyle kalmadı. Öte yandan Sovyet Kürtleri de daha 1929’da Latin alfabesiyle ürünler vermeye başlamıştı. İlk Kürtçe romanı yazan Erebê Şemo, “Şivanê Kurd” adlı romanını bu alfabeyle yazdı. Erebê Şemo, Stalin döneminde sürgün edilmiş ve tren rayları döşemesi için cezalandırıldığı dönemde bu romanı yazmıştı. Yine Rusya’da yaşayan Kürtler’in Riya Teze (Yeni Yol) gazetesi de Latin alfabesiyle yayımlamaya başladı. Dergicilik bir edebiyatın bel kemiği ve edebî medeniyetin temel taşıdır. Bu taşlar 1942 ve 1945 yılları arasında “Ronahi” dergisiyle devam etti. Bu dergide de elliyi aşkın öyküyle birlikte adaptasyonlar, düşünce yazıları ve atasözleri yayımlandı. Aynı dönemlerde Ronahi’ye “Roja Nû” (1943-1946) de eşlik etti. Daha çok öyküye yer veren bu derginin sayfalarında otuzu aşkın öykü yayımlandı. Türkiye’de 1979 yılında “Tîrêj” dergisinin çıkmasıyla uzun yıllar sonra Kürtçe ürünler, yasaklı da olsa, verilmeye başlandı. 1980 darbesinden sonra Kürt yazarlar için yeniden sürgün

8


Haziran / 2021 yolu göründü. Özellikle 1990’lı yıllarla birlikte İsveç’te Kürt edebiyatı alanında umut verici entelektüel bir çaba ortaya çıktı. Fırat Ceweri’nin editörlüğünde “Nûdem” dergisinin yayın hayatına başlaması ve birçok yazarın onu, Hawar’ın yeniden dirilişi olarak görmesi, usta ve yeni yola çıkanların aynı sayfalarda buluşması, bu dergiyi bir ilgi odağı haline getirdi. Kürt edebiyatına çok şey katan Mehmed Uzun’un bazı romanlarının tefrika halinde burada yayınlanmasının yanı sıra birçok Kürt yazar, bu platformda Kürt edebiyatı için çok önemli eserler verdiler. Anlamakta zorluk çektiğim, Türk aydınlarının bu ayıbı sert bir dille eleştirdiğini görmeyip üzüldüğüm, Kürtçe’nin yasaklı olduğu bu dönem, acı bir dönemdir.

Ses Dergisi Sayı 17 [3] Mehemt Nur Yavuzer, Kürt Edebiyatında Baba Tahir, Yüksek Lisans Tezi, Yaşayan Diller Enstitüsü, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Van 2016 [4] Şakir Epözdemir, Amasya Antlaşması 1514 KürtOsmanlı İttifakı ve Mevlana İdris-i Bitlisi,Peri Yay.2005, s. 160 [5] Nevzat Eminoğlu, Hizan Beyliği Dönemine Genel Bir Bakış: İlim ve Edebiyat, Mardin Artuklu Üniversitesi,Yaşayan Diller Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Mardin 2016, s. 98.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Yasaklar arasında tüm bu gayretler, edebi ortamın çiçekleri olarak açmaya devam etti. Birçok Kürt genç kalemlerin yetişmesine zemin hazırlayan dergilerden, Rewşen ve Nûbîhar dergileri de yayın hayatına başladı.

Ses Dergisi

Onlar yapacaklarını yaptı. Şimdi yapılanları söyleme ve söylenmeyenleri yapma zamanı. Dünyada “Ötekilerin dili, kültürü, edebiyatı...” diye bir ayrımcı anlayış olsa da sessizlerin sesi olmayı gaye edinen bir dergi olarak Kürt edebiyatının sesi olmayı tarihi bir borç biliyoruz. Kadim bir milletin kökü derinlerde olan Kürt edebiyatı adına diyoruz ki: Ben Kürt edebiyatıyım! Kadim bir milletin politik kavgalar arasında bırakılmış şiiriyim ben. Duyuyorsunuz beni biliyorum. Ama yetmez, duyurun da! Duyurun ki edebiyat bir milletin var oluş senedi iken yok ediş belgelerine ve siyasi hesaplarına yenilmesin; onların gölgesinde kalmasın. Ve evrensel bir miras olan edebiyatı yok saymak cinayetine son verilsin! Kalemlerin konuştuğu dünya en tehlikesiz dünyadır. Kelamın tükendiği, kalemin kırıldığı dünya en tehlikeli dünyadır. Tuhaftır, bir insanın hayatına son veren hakim kalemini kırar. Yok edişin simgesidir kalemin kırılması ve kelamın susturulması. Söz bitmeden önce kalem kırılır. Kırdırmayacağız artık! Tüm ulusların, grupların, kimliklerin, fikirlerin var olma hakkını savunmak bir şuurdur bizim için ve her sayımız bir sesleniş! Kürt edebiyatına dair olan bu yazı da bu seslenişlerden biri.

[1] Mehrdad Izady, Bir El Kitabı Kürtler, Doz Yayınları, İstanbul 2007, s. 97. [2] Mela Ahmed-i Cizîrî, Dîwan, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2014, s. 346

9


Ses Dergisi Sayı 17

Haziran / 2021

Kürt Edebiyatı

ESRA DOLUNAY

Sîyabend û Xecê Bir Kürt Aşk Destanının İzi

Ses Dergisi

D O SYA

Kültür-Sanat-Edebiyat 10


Haziran / 2021

Hangi gün, ay, sene Dağdağan ağacının gölgesinde Gömülü o yitik hazine

Elleri toprak içindeydi. Toprağı kazdıkça nem artıyor, elleri daha çok soğuyordu. Toprak çamurlaşıyor, ardından yeniden sertleşiyordu. Eline bir kıymığın batmasıyla irkildi. Süphan Dağı’nın sert yamaçlarında rüzgâr uğuldarken beraberinde getirdiği kelimeler, rüzgârda dalgalanıyordu. “Xecê...” ... Uyandı. Bahar kokusunu duydu. Açık pencereden giren yalancı esinti perdeyi havalandırdı, saçlarını okşadı. Güneş, pencerenin önündeki gülleri daha da canlı hale getirmişti. İki kırmızı gülü... Güllerin daha fazla güneş alması için saksıyı kenara çektiği sırada elinde bir acı hissetti. Bir damla kan saksıdaki çamurlaşmış toprağa karıştı. “Hay Allah!” derken rüyasının silinmemiş parçaları zihninde parladı. İçini ürperten bu rüyaya kâbus da diyebilirdi. Gördüğü en güzel kâbus... Bu kâbusun ortasındaki anlam veremediği o cümle, içinde tekrar yankılanmıştı. Bir melodi gibi tınısını duyduğu kelimelere mana kıyafeti giydiremiyordu. Gün boyunca bu cümlenin melodisi zihninde döndü. “Xecê, Xeca min a delal...”

Uykusunda duyduğu cümlenin zihninde sürekli tekrar edip durması bu sihirli cümleyi kendiliğinden bir melodiye çevirmişti. Sanki bir isim vardı orada, sanki kendisine seslenen biri vardı. O isim kendisine hem çok uzak hem de çok yakındı. Bu sesleniş yardım çağrısından çok bir özlem inilltisi gibiydi ve kendisini duyuracağına emindi. Bu düşünceler, tüm gün adımlarıyla ordan oraya dolaştı. Her adımında onunla geldi Xecê. “Kimsin sen? Neredesin? Benden ne istiyorsun?!” Bu soruları rüyasından kalan tek parçaya sorup durdu. Sonunda düşünceleri yerinden fırladı: -Seni bulacağım Xecê! -Efendim! Bana mı dediniz? Apartman girişindeki komşu, bir anlığına duvar boyamaya ara vermiş, dalgın gözlerle kendisine bakıyordu. -A, hayır, kolay gelsin! Gözlerini kaçırarak koşar adımlarla yukarı çıktı. Eve geldi. Dolaptan uzun zamandır unutulmuş olan uyku ilacından önce birini sonra ani bir kararla ikincisini aldı. Hemen içip kanepeye uzandı. Gülümsedi: -Artık acı çekmeyeceksin Xecê. III Süphan Dağı’nın başı sislidir Seni koruyup kollar sanma Sorma, durma Düşmesin bir damla Ayakları çıplaktı. Yürüdü. Yürüdükçe üşüdü. Sanki yürüyen kendisi değil, akıp giden bir zemindi. Bir deve dikeninin ayak parmağına batmasıyla sıçradı. “Rüyadaysam nasıl acı hissedebilirim!” Dikeni çıkarıp, yürümeye devam etti. Süphan Dağı’nın yamaçlarında rüzgârla beraber savrulan sisler dışında artık biri daha vardı. Her adımında sisli zirve, biraz daha yakınlaşıyor, biraz daha görünür oluyordu. O tanıdık cümleyi tekrar duydu. Bu tanıdık cümle, ardında 11

Kültür-Sanat-Edebiyat

K

arıştığında bir mevsim diğerine

II Bulma, bakma Takıldık uçsuz bir kervana Ne pusula var elimizde Ne de harita Koş ama bir adım atma

Ses Dergisi

“Süphan Dağı’nın zirvesinde oturmuş biri, elindeki deve dikenini acem rüzgârına bıraktı. Sevdaları Süphan Dağı’nın zirvesine yaraşır yücelikte olan iki gülün yanında oturup, rüzgârın eşlik ettiği Xecê’nin dizelerini dinledi.”

Ses Dergisi Sayı 17


Haziran / 2021

sürüklediği yeni dizelerle bu sefer daha net, daha temiz, daha gür dalgalanıyordu. Sanki kendisini uzun süredir görmediği bir dost gibi koşarak karşılıyordu Siyabend’in dizeleri: “Xecê, Xeca min a delal Çawan nebû mirazê min û te Me ê ji xwe ra li serê Sîpanê Xelatê Çêkira konekî rind û delal Xecê meke, melûrîne Hêstiran di ser sûretê sor de nebarine” (1)

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Bu sefer üzgün ya da tedirgin değildi. Ayağındaki deve dikenlerini artık hissetmiyordu. Artık yankılanan bu kelimeleri anlıyordu. Ufak bir geçidi de aşınca zirveye ulaştı. İleriye baktı. Arasından geçtiği sisler şimdi aşağıda kalmış, buluttan bir örtüye dönmüştü. Zirvenin ucuna yaklaştı. Kuru bir ağaç kökünün yanına oturdu. Dağdağan ağacıydı bu. Yıllar önce kesilmiş gibiydi. Geriye sadece kökleri kalmıştı. Oysa kesilmemesi gerekirdi. Bu ağacın kesilmesi iyi şeylere sebep olmazdı. Kökün dibinde iki kan kırmızısı gül ve onların arasında iri bir deve dikeni vardı. Tüm suç bu deve dikeninde olmalıydı. Elini uzattı, düşünmeden dikeni avuçladı. Elinden akan kırmızı damlalar çamurlu toprağa karıştı. Sonunda kanlı ellerinde, sökülmüş kökleri aşağı sarkan bir deve dikeni kalmıştı. Yanyana duran iki güle ve aralarındaki boşluğa baktı. Derin bir nefes aldı: -Artık acı çekmeyeceksin! Süphan Dağı’nın zirvesinde oturmuş biri, elindeki deve dikenini acem rüzgârına bıraktı. Sevdaları Süphan Dağı’nın zirvesine yaraşır yücelikte olan iki gülün yanında oturup, rüzgârın eşlik ettiği Xecê’nin dizelerini dinledi. “Serê çiyayê Sîpanê Xelatê bi mij e Binê çiyayê Sîpanê Xelatê bi mij e Kê dîtiye, kê bînaye Ku nêçir, nêçirvan bikuje Gakûviyo, te strudirêjo weke bejna Çawan te ji hev kir destê jin û mêro Strudirêjo weke dara sûkê Çawan te xirab kir bextê xort û bukê” (2) Yere düşen kutunun sesiyle irkildi. Gözlerini açtı. Kanepedeydi. İlaç kutusunu yerden alıp baktı. Bu uyku 12

Ses Dergisi Sayı 17

ilacı değil, vitamin takviyesiydi. Nasıl bu kadar derin uyuyabildiğini anlamadı. Açık pencereden içeri yalancı bahar doluyordu. Zoraki kalkıp dışarı baktı. Komşu adam, dilinde bir türkü ile bahçedeki kırmızı gülleri suluyordu. Tanıdık ve yüksekten bir sevda türküsüydü bu.

Notlar: * Sîyabend û Xecê Destanı: Kürt edebiyatının en önemli aşk Destanına göre Süphan dağı’nın kuş uçmaz kervan geçmez yamaçlarında avcı bir genç gezinirdi. Adı Siyabend’di. Avcıların içinde en cesaretli en atılgan en yakışıklı olan Siyabend’in gönlü Xecê’deydi. Siyabend’in yiğitliğine, mertliğine ve saygısına doyum olmazdı. Ama ne yazıkki fakirdi. Ne Xecê’nin babasının isteyeceği başlığı verebilir ne de bu konuda adım atabilirdi. Xecê’nin başlığını ödeyemeyecek durumda olan Siyabend, Xecêyi kaçırmaya karar verir. Süphan dağının derin vadilerinin kendilerini koruyup kollayacağını bildiklerinden, O’na sığınırlar. Siyabend’in uykusu gelir. Uyurken bir damla Siyabend’in alnına düşer. Xecê’nin gözyaşı olduğunu görür. Neden ağladığını sorar. Xecê: -Biraz önce çirkin bir geyik çok güzel bir geyiği önüne katmış götürüyordu. O kadar güzel geyikler vardi ki ardında ama o çirkin geyik hiçbirini o güzel geyiğe yaklaştırmıyordu. Diğer güzel geyikler korkularından yanaşamıyorlardı bile. Hele içinde bir vardı ki tıpkı sana benzettim. Bu yüzden tutamayıp kendimi ağladım. Bölgenin en usta avcısı Siyabend hemen doğrulur. Kılıcını kalkanını kuşanır. Ok ve yayını alır. Çok geçmeden geyiklere yetişir. Yayını hazırlar, okunu sürüp fırlatacakken geyik anlamış gibi Siyabend’e yanaşır. Boynuzunu Siyabend’e saplayarak onu uçurumdan aşağıya fırlatır. Xecê meraklanır. O’nu aramaya başlar. Geyiklerin yanında göremez. Derenin dibine doğru aramalarını sürdürürken derinlerden bir inilti duyar. Siyabend kocaman bir dal parçasının üstüne düşmüştür. Rivayete göre Xecê de bu sivri dal parçasının üstüne atlar. Siyabend’le Xecê’yi ayıran sivri dal ikisini tekrar bir araya getirir fakat cansız bir şekilde. Derlerki her yıl Siyabend ile Xecê’nin mezarında kan renginde iki gül biter. Bu güller bir birine sarılmak üzere iken bir deve dikeni de aralarına girer bu iki gülün


Haziran / 2021

Ses Dergisi Sayı 17

kavuşmasını engeller. (1)Xecê, benim güzel Xecê’m Nasıl da olmadı ikimizin muradı Biz de Süphan dağına Kursaydık güzel bir çadır Xecê yapma, ağıt yakma Al yanaktan, yaş akıtma

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

(2) Süphan dağının başı sislidir Süphan dağının altı sislidir Kim görmüş, Kim işitmiş Av avcıyı öldürsün Geyiğin boynuzu uzun tıpkı boyum gibi Nasıl ayırdın iki sevgilinin ellerini Sukê ağacı gibi uzun boynuzlu Nasıl yıktın gelinle damadın bahtını

13


Ses Dergisi Sayı 17

Haziran / 2021

Kürt Edebiyatı

Yasin TOKSOY

Zembîlifroş Redd-i aşk destanı Ses Dergisi

D O SYA

Kültür-Sanat-Edebiyat

Kürt edebiyatının ‘Yusuf ve Züleyha’sı olarak da nitelendirilen efsunlu bir aşk destanı olan Zembilfroş, dengbêjlerin, dervişlerin dilinde söylenen hikmetli bir kısa ve ibretli bir kasidedir

14


Kürtçe’ de “zembil” sepet anlamına, “zembîlfıroş” ise sepet satan anlamına gelmektedir. Asıl adı Mir Said olan, halk arasında “Muhyeddin”olarak da kendisinden bahsedilen Zembîlfıroş, Hakkâri Mir’inin oğludur. Babasının gözbebeği, yiğit mi yiğit, cesur mu cesur, gözü pek bir gönül adamıdır o. Ayrıca Zembîlfıroş, babasının yerine tahta geçmesi beklenen kişidir. Bu yüzden sarayda da bir dediği iki edilmez. Av meraklısıdır. Bazen yalnız başına, zaman zamanda babasının veziri ile ava gider. Hep bir düşünce halindedir. Babasından kendisine devrolacak saray, hazine, debdebe ve ihtişam onun ruhunu sıkmaktadır. Bu yüzden ava çıkmak onun için bir kurtuluştur. Saraydan uzaklaşmak için başka bahanesi de yoktur zaten. Vezirle birlikte ava çıktıkları günlerden birinde, avdan dönerlerken bir ovandan geçerler. Ovadan geçerken Zembîlfıroş’ un atının ayağı bir çukura düşer ve atı tökezler. Zembîlfıroş bunun hikmetini merak eder ve hizmetkârlarına emrederek çukuru kazdırır. Buldukları bir mezardır. Mezardan iki taş çıkar ve taşın üzerinde yazan yazıyı okuduklarında çok eski bir mezar olduğunu anlarlar. Ancak, bu mezarda yatan ölünün henüz kefeni bile sararmamıştır. Ölünün yüzünü açar Zembîlfıroş. Kabir de yatan otuz beş yaşlarında bir gençtir ve bedeni olduğu gibi

Zengin prenses ile fakir gencin sonu hüsranla biten sevdası. Ancak bu birbirini delice seven Mem û Zîn’in öyküsü değil. Şirin için dağları delip yol açan Ferhat’ın öyküsü de değil. Bu sevda Zembîlfıroş’a karşılıksız aşk besleyen Xatûn ve bu aşktan kurtulmak için ölümü seçen Zembîlfıroş’un efsanesi... sapasağlam durmaktadır. Ölünün yüzüne baktığında, birdenbire ürpermeye başlar. Gördüğü şey onu başka bir âleme sürüklemiştir. Mezarın üzeri yeniden kapatılır ve saraya dönülür. O günden sonra Zembîlfıroş artık bir başka adam olmuştur. Yemeden içmeden kesilir. Sürekli bir düşünce halindedir. Dünyası bir odadan ibaret hale gelmiştir. Dışarı çıkmaz, kimseyle konuşmaz, kendi yalnızlığına gömülür. Onun bu haline daha fazla dayanamayan annesi, hekimler çağırır fakat kimse ona ne olduğunu anlamaz. Bunun üzerine annesi bu defa civarın şeyhlerine, pirlerine, melalarına haber yollar. Onları divana toplar ve oğlunun derdine çare bulmaları için onlardan ricada bulunur. Dualar edilir, Allahtan niyazda bulunulur fakat Zembîlfıroş ’ un derdine onlarda derman olmazlar. Aradan bir süre daha geçer. Bir gün yoldan geçen iki derviş Mirin evinde misafir olur. Zembîlfıroş ’ un durumdan kendilerine bahsedilince yanına oturup derdini kendisine sorarlar. -Ne oldu sana anlat bakalım yiğidim? Derdin nedir? Ne gördün ne yaşadın. Zembîlfıroş başını kaldırıp dervişlerin yüzüne bakar ve onların kendisine can gözüyle baktıklarını anlar. Günlerdir, yemeden içmeden kesilen ve suskunluğa bürünen genç adam konuşmaya, başından geçenlerden bahsetmeye başlar. Av dönüşünü, atının ayağının çukura düşmesini ve mezarı. Sonra da asıl onu etkileyen şeyi anlatır. “Mezarda yatan gencin yüzünü açtığımda, alnında boncuk boncuk ter damlaları olduğunu gördüm. O yüzdeki ifade, o ter damlaları, içimde, ruhumda depremlere neden oldu. Nedir bunun hikmeti? O ter damlaları neydi? O adamın cesedi neden daha dün gömülmüş gibi taze olarak karşımda duruyordu? “ der ve ardı ardına sorular sorar.

15

Kültür-Sanat-Edebiyat

K

ürtlerin Yusuf ve Züleyha’sı olarak bilinen “Zembîlfıroş Efsanesi” adlı bu efsane, 990 ile 1100 yılları arasında, Kürt Hanedanlığı olan Mervanilerin başkenti Amed Farqin’de, bugün ki adıyla Diyarbakır Silvan da geçmektedir. Efsaneye ilk olarak 1600’lü yıllarda yaşayan Ünlü Kürt Dengbej’i Feqiye Teyran, kendi eseri olan Divana Feqiye Teyran’ da yer vermiştir. Zembîlfıroş; imkânsız bir aşka karşı, iffetini muhafaza etmek için canını feda etmekten çekinmeyen bir yiğidin, Yusuf Peygamber meşrebinden bir dervişin hikâyesidir. Bin yıldan beri anlatıla gelen bu efsane, Kürtler arasında Mem u Zin’den sonra en çok bilinen hikâyedir.

Ses Dergisi Sayı 17

Ses Dergisi

Haziran / 2021


Ses Dergisi Sayı 17

Haziran / 2021 Dervişlerden biri sözü alır ve konuşmaya başlar. - Senin gördüğün o adam, yaşadığı süre boyunca tüm kazancını alın teriyle kazanmış, ailesini onunla geçindirmiş ve helal kazançtan başkasına tamah etmemiş biridir. Cenabı Allah’ta, sırf bu yüzden ona merhamet etmiş ve onun cesedini çürütmemiştir. Alnındaki ter damlaları, onun helal kazancının işaretidir. Mahşerde ona bu damlalar şahit olacaklardır.

Ses Dergisi

Dervişler daha sonra kalkıp giderler. Zembîlfıroş’ un ise kalbiyle ruhuna Allah aşkı ve ateşi düşmüştür artık. Yüreği Allah korkusu, ölümün ve hesap gününün endişesi ile dolar. Yaşadığı hayatın anlamsızlığını sorgulamaya başlar. Yaşam telaşının biteceği,bu serüvende nihai noktanın bir mezarlık ve bir iskeletten ibaret olduğu gerçeği, onu başka dünyalara taşır. Onda ki bu derin inkisar, onun artık bir başka adam olmasına neden olur. Öte yandan ise alnındaki ter ile Allah’ın huzuruna gitmenin yolunu düşünür. Birer ışık olmuşlardır o ter damlaları ve her biri artık Zembîlfıroş’ a yol gösterecektir

Kültür-Sanat-Edebiyat

Zembîlfıroş sarayda daha fazla duramaz. Eşini ve çocuklarını alıp yollara düşer. Belde belde dolaşmaya başlar. Artık adı sanı unutulmuş biridir o. Her geçtiği belde de Mir Said’ likten uzaklaşır. Bir süre sonra Mir Said gider ve artık insanlardan bir insan olan, adı bilinmedik bir hak aşığı Zembîlfıroş gelir. Elini eteğini dünyadan çekmiş, kendisine ve ailesine yetecek kadar helal rızık peşinde koşmakta olan bir derviştir yalnızca. O sadece bir Zembîlfıroş’ tur artık. Günleri böyle geçmeye devam eder. İçe doğru yolculuğunu tamamlamak üzere seyahati başlamıştır. Tatvan yakınlarına geldiğinde bir rüya görür. Rüyasında Bitlis’e doğru gitmesi, orada Şeyh Şahabettin ve Seyid Ali’yi ziyaret etmesi istenir. Bitlis’e doğru giderken Baykan’da Veysel Karani türbesine uğrar ve o civarın havası kendisine iyi gelmediği için Farqin’e doğru döner. Kâh durup kah seyahat ederek Farqin’e kadar gelir. Bir müddet de orada hayatına devam eder. Evinde ördüğü zembillerini alıp pazara götürür ve oradan elde ettiği günlük kazancı ile günübirlik hayatına devam eder. Mallarını pazara götürdüğü günlerden bir gün, bir dostu ona, Mir’in sarayının yanındaki pazara mallarını götürürse, orada mallarını daha rahat satabileceğini söyler. Zembîlfıroş denileni yapar ve mallarını alıp bahsedilen pazara götürür. Zembîlfıroş pazara vardığında, Mir’in hanımı “Gul Xatun” sarayın burçlarından birinde oturmuş pazarı izlerken, Zembîlfıroş ’u görür. Görür görmez de ona tutulur. Tutulur tutulmasına ya, fakat kimseye bir şey diyemez. Nede olsa o hem bir saraylıdır, hem de Mir’in hanımı evli bir

16

Zembilfıroş Mezarı

kadındır. Uluorta muradını dile getirebilme imkânı yoktur. Hizmetçilerinden birini Zembîlfıroş ’a gönderir. Kocasının adını kullanarak, ondan sepet almak istediklerini ve mallarını göstermek için saraya gelmesi gerektiğini bildirir. Zembîlfıroş sepetlerini satma umuduyla saraya geldiğinde, Xatun ona muradını açar. Niyeti Zembîlfıroş’la birlikte olmaktır. Yalnız Zembîlfıroş bir abdaldır, bir derviştir. Xatun’un bu muradına evet deme niyeti yoktur. Aralarında şöyle bir diyalog geçer. Xatun der ki; Kuro selka vir de bine Mir dıxwaze te bıbine Buha buha jı te bıstine Lawıko ez bırindarım Lawıko ez evindarım Oğlan sepetlerini buraya getir Mir onları görmek istiyor Pahalı pahalı almaya da razı Oğlan ben yaralıyım Oğlan ben sevdalıyım Zembîlfıroş Xatun’un niyetini anlar ve ona cevap verir ve der ki; Xatuna mın a delale Mın bihistiye Mir ne lı male Bazara’m bı male helale Xatune ez tobedarım Delale ez tobedarım Benim sevgili hanımım Mir’in evde olmadığını duydum ben


Haziran / 2021 Benim pazarım helal mal iledir. Hanımım ben tövbeliyim

Ses Dergisi Sayı 17 burçlarının kapılarını kilitlettirmiş ve burçlarından birinde Zembîlfıroş’u sıkıştırmıştır.

Zembîlfıroş Xatun’ dan kurtulamayacağını anlayınca bir bahane bulur. Ondan kendisine hiç olmazsa bir ibrikte su getirmesini ister. Xatun Zembîlfıroş’un buradan Xatun’un Zembîlfıroş’u bırakmaya hiç niyeti yoktur. Bu kaçamayacağını düşündüğünden, onun istediğini yapar Yusuf yüzlü delikanlının gömleğini arkadan yırtarak bile ve su getirmeye gider. O su getirmeye gittiği esnada, olsa, muradını almadan bırakmamaya azmetmiştir. Xatun Zembîlfıroş kalenin burcunda ellerini semaya açıp şöyle dua eder. tekrar söze başlar. Sevgili hanım ben tövbeliyim

Tu ji destêm nabî xelas î Lawiko ez evîndar im Ey Zembîlfıroş , yabancı delikanlı Varın yoğun üstündeki çulun Benim elimden kurtulamazsın inan Ey delikanlı sevdalıyım ben.

Duasını bitirir bitirmez, onlarca metre yükseklikteki sarayın burcundan kendisini boşluğa bırakır. Fakat Allah, iffetini canına tercih eden bu delikanlıya şimdilik ölümü reva görmediği için, onun ölmesine razı olmaz. Bir melek vasıtasıyla Zembîlfıroş ’u sağ salim yere indirir. Zembîlfıroş indiği yerden kalkar ve çadırının yolunu tutar. Eve vardığında, elinde ne malları nede parası vardır. Onun yolunu gözleyen hanımı, Zembîlfıroş ’un bu halini gördüğünde kötü giden bir şeylerin olduğunu anlar. Ona zembillerin akıbetini sorar.

Zembîlfıroş buna şöyle karşılık verir:

-Ne yaptın, satabildin mi zembilleri?

Xatûna gerden bi morî Qet nabe bi kotek û zorî

- Paramda sepetlerimde Xatun’da kaldı. Bende onu Allah’a havale ettim.

Tirsa min ji wî Rebbê jorî

-Çocuklarımız aç biilaç. Yiyecek azığımız yok, ne yapacağız?

Xatûnê ez tobedar im

-Tandırı yak, çocuklar uyuyuncaya kadar onları avut. Yarın bakarız bir çaresine.

Tobedarê xalıkê cebbarım Lı ser tobaxu nayêm xwarê Ey boynu inci gerdanlıklı hatun Zorla güzellik olmaz biliyorsun Yüce Rabbimden korkarım ben Ey hanımefendi tövbekârım ben, Yaradan ve Cebbar olan Allahtan korkarım Ben tövbemden geri dönemem Bir Xatun söyler bir Zembîlfıroş. Delikanlı tövbekâr olduğunu söyleyerek, Xatun’un tüm ısrarına rağmen teklifi kabul etmez. Fakat takati kalmamıştır Xatun’un. Sözle olmayacağını, onu bu şekilde ikna edemeyeceğini anlamış ve fiziki olarak onu sıkıştırmaya başlamıştır. Saray

Karısı tandırı yakar ve çocuklarının uyumasını bekler. Bir süre sonra ortalığa burcu burcu yemek kokuları yayılır. Tandırı açıp bakarlar ki,tandırın içinde çeşit çeşit nimetler onları bekliyor. Bunların Allah’ın onlara birer ikramı olduğunu anlarlar. Aradan bir müddet daha geçer. Xatun araştırır, soruşturur ve Zembîlfıroş’un çadırını bulur. Zembîlfıroş’un çadırda olmadığı bir anı kollar. Fırsatını bulduğu ilk anda, karısının yanına giderek kendisini tanıtır. Saraydan getirdiği tüm mücevher ve altınlarını ona verir. İstediği ise, sadece bir geceliğine Zembîlfıroş ’un yanında yatmaktır. Zembîlfıroş’un karısı bu teklifi kabul etmek zorunda kalır. O akşamüzeri Zembîlfıroş gelmeden çocuklarını da alıp çadırdan uzaklaşır. Gecenin ilerleyen saatlerinde Zembîlfıroş çadıra geldiğinde karısı diye sandığı Xatun’un yanına uzanır. Fakat Xatun’un ayağında ki gümüş halhalın

17

Kültür-Sanat-Edebiyat

Tena derpî û kiras î

Ses Dergisi

Zembîlfıroş lawikê nenas î

- Yarabbi senin aşkından sarayımı, varımı yoğumu bırakıp yollara düştüm. Tövbekâr oldum. Şimdi ise bir tövbemi bozmam isteniyor. Tövbemi bozmaktansa ölmeyi diliyorum. Eşim ve çocuklarım sana emanet.


Haziran / 2021 şangırtısından dolayı, onun kendi karısı olmadığını, Xatun olduğunu anlar. Hızlı bir şekilde kalkar ve kaçarak çadırdan uzaklaşır. Xatun onun peşini bırakmaz. Zembîlfıroş kaçar, Xatun kovalar. Bir çayın kıyısına gelinceye kadar ilerlerler. Zembîlfıroş bakar ki Xatun’dan kurtuluş yok. Bilir ki Xatun kendisini öyle ya da böyle bir gün avlayacaktır. Ellerini bir kez daha açar ve dua eder. -Ya Rabbi bu günahtansa benim artık canımı al.Benim bu imtihanda kaybedenlerden etme. Allah onun duasını kabul eder ve Zembîlfıroş oracıkta ruhunu teslim eder. Xatun Zembîlfıroş’un yanına vardığında onun cansız bedenini görünce dünyası başına yıkılır.Hayat artık Xatun için anlamını kaybetmiştir. Kadınlık gururunu, sarayını varlığını uğruna feda etmeye hazır olduğu sevgili karşısında cansız olarak yatıyordur. Kendisini kaybeder ve oda ellerini açar.

Ses Dergisi

-“Yarabbi! Zembîlfıroş hangi duayı etti ve sen onu kabul ettiysen, o duayı benim içinde kabul et.” der. Allah onun duasını da kabul eder ve Xatun’da oracıkta ruhunu teslim eder.

Kültür-Sanat-Edebiyat 18

Ses Dergisi Sayı 17


Haziran / 2021 Haziran / 2021

Mavi Gibi Serin

Ses Dergisi Sayı 17 Ses Dergisi / Sayı 17

Roza erdem

Ben yine maviyi sevmek istiyorum.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Mavi gibi temiz, mavi gibi serin... Kırmızı karanlıkta sokak lambama düşsün, yeter. Beyaz maviyi aydınlatsın, mavide raks etsin. Sarı maviye karışınca güzel Ben yine maviyi sevmek istiyorum

Ses Dergisi

Mavi gibi temiz, mavi gibi serin... Su şeffaf, gök şeffaf… Duruluktan çıktı bu mavi. Yer ıslak, gök ıslak… Üşüyorum. Ben yine maviyi sevmek istiyorum. Mavi gibi temiz, mavi gibi serin…

19


Haziran / 2021

“Buka Bârâne”

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

B

uka Barane kelimesini -nedendir bilmiyorum- duyar duymaz çok sevdim. Kürtçede ki en güzel kelime bu olmalı. Karar vermeden önce biraz daha mı kelime öğrensem... Ama yok yok, ben gönlümü Buka Barane’ye verdim. Anlamını sordum, “Kürtçe’de yağmurun gelini anlamına geliyor.” dediler. Gökkuşağının Kürtçe karşılığı bu, öyle mi? Çocukların oynadığı bir oyunmuş ve bu oyuna kuraklık günlerinde başvurulurmuş. Çocuklar süpürgelere elbise giydirip, kapı kapı dolaşırlarmış. Gidilen evlerde de onlara bulgur, şeker, yağ gibi şeyler verilir, yağmur gelinin üstüne ya da çocukların arkalarından su dökülürmüş, yağmur yağsın diye. Bundan daha güzel bir bereket çağırma oyunu, duası, ritüeli -adına her ne denirse- duymadım. Çocuk olmak istedim ve o çocuklarla birlikte dolaşsam diye geçirdim içimden. Hayal etmek zor geldi. Bu kültüre ait ne kadar az şey bildiğimi fark ettim, daha fazla şey öğrenmiş olmak isterdim doğrusu. Bir şeyler okumak, dinlemek ya da izlemek için başladım araştırmaya. Karşıma ilk çıkan bir belgesel oldu. Merakla bir solukta izledim. Senaryosu İrfan Aktan’a ait “Buka Barane Gökkuşağının Peşindeki Çocuklar” belgeseli. Bir döneme ayna tutarken, özünde o coğrafyanın çocukları anlatılıyor bu belgeselde. Belgesel ilkokul öğrencilerinin, okulun bahçesinde çektirdikleri bir fotoğrafla başlıyor. Hakkari’nin Yüksekova ilçesinin Befircan ya da Türkçe adıyla Karlı

20

Ses Dergisi Sayı 17

NURGÜL ÖZTÜRK

Resim: https://www.pinterest.ca/pin/810436895421660953/

köyündeki bir ilkokulda. Belgesele konu olan fotoğraf karesinde çocukların arkasında beliren gökkuşağını görmek mümkün. İşte o fotoğraf çekildikten 23 yıl sonra o fotoğraftaki çocuklardan biri (belgeselin senaryosunu yazarı İrfan Aktan) o fotoğraftaki arkadaşlarından birisinin düğünü için köye dönüyor ve sınıf arkadaşlarıyla bu düğün vesilesiyle bir araya geliyorlar. Belgeselde bu on kişiyle beraber 1989’dan bu yana gelen bir yolculuğa çıkıp, fotoğraftaki öğrencilerin hatıralarıyla o yıllara gidiyoruz. O yıllarda, o coğrafyanın çocukları neler yaşamış, hangi hatıralar zihinlerinde yer etmiş, teker teker dinliyoruz. Her gün yanıbaşımızda gördüğümüz insanların, çok değil bundan 25-30 yıl önce ne gibi sıkıntılara maruz kaldıklarını sakin bir dille anlatmışlar. Belgeseli izledikten sonra bir köy ilkokulunda, 90’lı yıllarda çocukların neler yaşadığını bir nebze olsun anlamak mümkün. ‘Bu ülkenin geleceği olarak görülen çocuklar ne yazık ki bu ülkenin her yerinde benzer hayatlar yaşamıyor’ diye bir not düşmüşler belgeselin tanıtımının yapıldığı internet sitesinde. Aynı topraklarda yaşayan insanların en azından, birbirlerini anlamaya gayret göstermesi gerektiğine inanlara katkı sağlayacak bir belgesel olmuş. Kulak verenlerin duyabileceği bir incelikte. Toprağın yağmur hasreti gibi hasret değil miyiz birbirimizi anlamaya? Bir günlüğüne çocuklaşıp bir Buka Barane’yi de biz mi yapsak, sevgi yağmur yağsın diye üzerimize?


Haziran / 2021

Ses Dergisi Sayı 17

YORGUNUM BİRAZ YUSUF CANÇELİK

Kültür-Sanat-Edebiyat

Yorgunum biraz, az da bitkin Boğazımda yıllanmış düğümler Göz kapaklarımda aynalara düşmanlık Korurken gözlerimi kendi içimden Yansıtmıyor hayali kurulan yılları Cılız bedenimle saklandığım bu dünyada

Ses Dergisi

Hangi dalı benim için kuruttu ayaz Hangi bahar benim yüzümden son buldu Takvim yaprakları benim için geri dön Yaşam sürüyorum rüyalarında bir karıncanın Duruyorum ordularına karşı Süleymanların Bekliyorum sadece uçurumlarda Konuşamıyorum, çağıramıyorum yanıma Durun, durun… Durun gitmeyin, bırakmayın Boynuma yüklenmiş idamlık gencin günahı Ayaklarıma vurulmuş ipekten prangalar Soğuğa yenik düşmüş badem çiçekleri Zamana baş kaldırmış asırlık çınar misali Bekliyorum şiirin son noktasında gelen ilhamı

21


Ses Dergisi Sayı 17

Haziran / 2021

JASİEL Zehra Erten

Ve din Anlaşılmaz ve çetin Bıraktım bak ben hepsini Can taşıdıktan sonra ne önemi var ki Otur dök içini! Güneş mesela üşütüyor mu senin de kalbini

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Dünyanın bana göre uzak bir köşesinde

Analığı taşıdın mı yüreğinde ömrünce bir kor gibi

Meksika’nın güneyinde

Zamanı gecikmiş sevmelerin oldu mu

Durango diye bir şehirde

Kalır mısın kalabalıklarda yalnız,

Kenar mahallenin birinde

Ya da anlaşılmak çoğu zaman hayal mi oldu ?

17. sokakta

Kapat hadi ne renk olduğunu bilmediğim gözlerini

Tek katlı bir evde

Git hayalini kurduğun maviliklere

Yaşayan bir kadın

Heyben bir dolu çocukluk, gençlik

Yaşı hafif geçkin

Sever misin çiçekleri sen de?

Sırtında beliren yükü eski günlerin

Yollarımız hiç kesişmeyecek ihtimal

Gözlerinden siyah ışıltılar toplayan aşkın

Ve ben bu şiiri unutacağım biraz zaman geçince

Hani nerede o gençlik kahkahaların!

Okuyanlar dudak bükecek belki İlham kıtlığına verecek serseri dizelerimi

Battı mı güneş

Bulur öyle bazen insan

Bir karnaval artığı gibi aldın mı

Yabancı yüreklerde kendini

Dipsiz karanlığı koynuna? Jasiel koydum adını Bir şiir yazacağım sana, bir hikâye... Hiç bilmediğin bir dilde Ve ihtimal hiç hissetmeyeceğin bir şekilde Bu gece Açar mısın yüreğinin gizini Yüreğinin gizini gömmüş derinlere bu hemcinsine Seni ben anlarım kadın sezgilerimle Şefkatim, anaçlığım ve gözlerimdeki sevgiyle Farkeder mi sanıyorsun konuştuğumuz diller Üzerimize yapışmış bir dünya kimlikler Ahlak Töre Kültür

22


Haziran / 2021

ŞIPSEVDİ KALBİM

Ses Dergisi Sayı 17

İşte bunlara yenik düştüm Oysaki yollarım hep sarp yokuştu Ve ben hep yalın ayaktım Sevilmemek dikeniydi bu hayatın Yabancı kimyamı bozdu

Zeynep Gür

Cüretkâr bir yürüyüş var kalbime doğru Pankartlar açılmış

Sevmek mi sevilmek mi

Abluka hazır

Bilemedim hangisi daha güzel

Düşünce polisi görev başında

Şıpsevdi çıktı kalbim

Kalbim şıpsevdi benim

Kaç kez aşık oldum

İlk çıkmaz sokakta

Kalp kafesimi geçmedi kokusu

Kalbim isyanda

Bilemedim,

Müsait bir yerde inecek var

Kültür-Sanat-Edebiyat

Sloganlar havada

Ses Dergisi

Sevmek mi daha güzel, sevilmek mi Şiirler yazdım Şarkılar söyledim Aşkın çıkmazlarında yalın ayaktım hep Gönlümü kim kırdı Kim beni aşka bağımlı kıldı Sevmek Sevmek aşık olmak mı Şıpsevdi benim kalbim Duraksız Frensiz Şoförsüz bir otobüsün yolcusu Yol ikiye ayrıldı ilk defa Aşk mı sevgi mi Müsait bir yerde inecek var Şıpsevdi benim kalbim Sevilmekti bu yolda tanımadığım yolcu Vücut kimyamı bozan Biraz ilgi biraz tebessüm

23


Haziran / 2021

DÜŞÜN Müzeyyen Dağdagül

Ses Dergisi

Bir kırmızı masa düşün Üstünde bir kaç kitap Tarih, edebiyat, felsefe, roman...

Kültür-Sanat-Edebiyat

Bir kolanya şişesi dimdik ayakta Ve bir defter yan gelip yatmakta Bir telefon var gözümün önünde Fırsat bulsa benimle konuşacak Mavi bir silgi yanlışlarımı silecek. Yeşil bir kalem doğrularımı yazacak Kağıtların sessizliğinde mürekkepler, zamanı yutacak Ve sen ey meczup beni o masada düşün!...

24

Ses Dergisi Sayı 17


Haziran / 2021

Ses Dergisi Sayı 17

KADIN VE KALEM ARZU KARA

B

ugün yazmak istiyorum dedi kadın ve yazdı.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Islak kaldımları, yağmur damlalarının suyuyla daha da kızaran kiremitleri, boş evleri, dolu kadehleri, top oynamak için can atan ama kendini oyuna almayan çocuklara ümitle bakmaya devam eden çocuğu… Yazdı, sadece yazdı. Düşünmeden, öylesine değil ama, ölesiye…. Mutsuzluğun kapısını çalmadan ama, mutluluğu da araya araya…

Ses Dergisi

Loş ışıklı ıslak sokaklardan geçerken fısıldadı sokak kedilerine. Suların içinde ordan oraya atlayan kurbağaları izledi gözleri. Kaybolmadan ama yolunu araya araya çekine çekine geçti gitti sokaklardan. Başını eğmedi. Eğse, belki sokak lambaları da sönecekti, eğmedi. Geçti, gitti göğü seyrede seyrede. Üşüyerek ama soğuk ruhunu ısıtamadan... Kelebeğe ilişti bu defa gözleri. Kocaman gökyüzüne rağmen umursamadan bir çiçekten başka çiçeğe konan kelebeği izledi. Umutla ama sessizce bağıra bağıra… Kekik kokan tarlalardan, öten cırcır böceklerine, özgür kelebeğe, yanağına değen güneşe, ayağına sıçrayan çamura, parmağına batan dikene… Mutlu ola ola, Ruhunu ısıta ısıta, Umutla, hem de bağıra bağıra…! Hem yazdı, hem okudu, hem dokundu. Ve durdu. Ve sustu.

25


Ses Dergisi Sayı 17

Haziran / 2021

Betül Aydan’dan

MUHTEŞEM’e Mektuplar 8

S

evgili Muhteşem,

Ses Dergisi

Bu hayatın yine tekrar eden karmaşasında her şeye rağmen sana bir mektup yazmayı istiyorum. Hayat bazen karışık hatta karmakarışık oluyor. Bir şeylerde çözümsüzlük var. İnsan kendini açmazlar, çıkmazlar sokağında gibi hissediyor. İç sesler dış seslere karışıyor bazen. Sonra insan aniden ne yapacağını unutuyor. Sende de oldu mu hiç? Mesela buzdolabını açıp yüzüne vuran serinlikle birden irkilip ne için açtığını unuttuğun. Ya da bodrum kata inip ne arayacağını unutup boş gözlerle merdiven basamaklarını çıktığın.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Bir anda çok şey değişiyor insanın hayatında. Bir acı haber, bir ölüm, bir hastalık kocaman bir kırmızı ışık olup duruyor hayatın akışında. Bir de bakmışsın ya da duymuşsun ki tam tersi duygular oturuvermiş kalbine. Yeşil ışıkların yol verdiği bir güzel tat olmuş hayat, bir ümit… Bir bebek sesi, bir kavuşma haberi bir güzel söz aydınlatıverir işte ışığı sönmüş gözlerini. Yaşamışsındır. Geçen gün ne oldu biliyor musun Muhteşem? Kapı çaldı. Önce tıkırtı duydum sonra bir sessizlik… Zile basıldı yavaşça. Kapıyı açtım. Komşumuzun küçük çocuğuydu kapımızın eşiğinde duran. Bana önce kapalı avucunu uzattı. Sonra da elini açtı. Elinde bir küçük çiçek. “Bu mevsimde mi? Bu karda kışta!” diyeceksin biliyorum. Hemen söyleyeyim oyun hamurundan bir çiçekti. Demek ki çocuklar isteyince hamurdan bile çiçekler açarmış ellerinde. Küçüklerin kocaman kalpleri var aslında hayalleri gibi. O yüzden olsa gerek çocukluğu hiç bitmiyor insanın. Bitmesin dediğimiz her şey oradan bakıyor hayatımıza. Okuduğum her kitap herkesi olduğu gibi beni de başka dünyalara götürüyor. Sonra bazen elim yoruluyor kitap sayfalarında çizdiğim her satırda. Öyle okumalarım var ki, kitap kendini elimden bıraktırmıyor. Yolda yürüyorsam aklımda bir an önce yine okumak için hızla attığım

26

adımlar şahitlik ediyor okuma heyecanıma. Kalemler satır satır şahitler hem okuduğum sayfayı çizerek tasdiklerken renkleriyle. Her kitabın anlattıklarıyla yoğrulan bakışlarım yorgun kalbime iyi geliyor. Derin bir nefes alıyorum. Sen nasılsın Muhteşem? Kitaplarla aran nasıl? Hayatın açmazları ya da çıkmaz sokakları ne senin için? Her mektupta içimdekiler ve sorular diye bölümler doğuyor kâğıda. Gülümsüyorum. Cevaptı öyle değil mi, sorudan doğan sözlerin adı. Senin soruların da vardır biriken, sonra mektubuna dizeceğin inci tanesi misali dizelerin. Geçen mektubunda bana yazdığın şiirden sonra “Şairliğim tuttu yine!’’ demiştin. Tutsun da şairliğin tutsun Muhteşem! Mesela tutmasın bizi ayrılığın yükü. Bu gurbet diyarı da tutmasın sonra tutamasın duyduğumuz acılı haberler. Sabırla ve sükunetle biz yine de iyi olalım iyi yönünden bakabilelim hem böyle mektuplarımızla da iyi gelelim


birbirimize.

olmak ve öteli olmak’’ arasındaki şiire bile yansıyan yaş farkını edebiyat dersinde hararetle tartışmıştık. Şimdi de bu yaşımızda çok şükür ki mektuplarımız var. Şiirlerimiz var birbirimize sessizce okuduğumuz. Söz verdiğimiz gibi hep edebiyatla irtibatta kalacaktık. Evet bak! Yıllar da geçti. Çok yol da bitti ömrümüzden. Ama hangi şairdi unuttum:’’ İnsan kırkından sonra şiir değil de ne yazar?’’ diye soruyordu. Olsun biz de şiir yazarız ve mektuplarımızla böyle böyle konuşuruz. Bir yerlerde belki bir gün yan yana gelip de anlatırız yaşadıklarımızı birbirimize. Hayali bile güzel. Söz veriyorum Muhteşem; eğer bir gün yine görüşebilirsek yanından ayrıldıktan sonra ya çantanda ya da okuduğun kitabın sayfasında sana yazdığım mektubumu bulacaksın. Eskiden olduğu gibi. Muhteşem…

Ses Dergisi

Eskisi gibi değil hiçbir şey. Eskisi gibi değiliz artık. “Gökyüzünün başka rengi de varmış’’ diyen şairi hatırlamak da güzel. O şair ki günü eksilmesin penceresinden diye şiiriyle Yaradana yalvaran değil miydi:’’… Ve gönül, Tanrısına der ki / Pervam yok verdiğin elemden / Her

Ses Dergisi Sayı 17

Kültür-Sanat-Edebiyat

Haziran / 2021

mihnet kabulüm / Yeter ki gün eksilmesin penceremden’’ Öyle ya! Hepimiz yaşamayı seviyoruz. Her sabah gün, perdelerini açıyor bize. Bir temaşaya davet başlıyor kuşların sesiyle. İnsan seslerinde birikiyor telaşlar. Arabalar günü hızlandırıyor. Koşuştururken gün akşama bırakıyor kendini. Seyrengâhta perde kapanıyor. Geceye yorgun düşen gözlerle beraber. “İnsan da insana şükür ki fark var’’ dizesini hatırlıyorsun değil mi? O gençliğimizin yeni çiçek açan şiir bahçelerinden devşirip durduğumuz o esrarengiz şiirin’’Muazzez’’ dizelerinden biriydi hani? Ne günlerdi, fotokopiyle çoğaltılan o şiirin peşinde koştuğumuz bir sır gibi sakladığımız. Sonra da kitap olarak yıllar sonra da olsa tebessümle elimizde taşımıştık. Sınıfta bir ayrıcalıktı masamızdaki kitapların en üstüne o kitabı koymak. Nasıl da büyük edebiyat sevdamız vardı değil mi? Hani’’deli

27


Ses Dergisi Sayı 17

Haziran / 2021

GALOŞLAR YUSUF TORUN

D Ses Dergisi

aha çok hastanelerde kullanılan ve ayakkabıların üzerine geçirilen galoşlar, yaklaşık son yirmi beş yıldır yaygın olarak kullanılıyor. Ve ben ne zaman bir hasta ziyaretine gitsem, ayakkabılarıma o galoşları geçirdiğimde ayaklarımı bir üşüme alır. Çoraplarımın ıslaklığını hissederim. Yalın ayak sulara bata çıka yürüyor gibi gezindiğim duygusu ürpertir beni. Bir de ayaktan aldığım soğukla beraber titreme hissi... Nedenini anlamak için aradan uzun yıllar geçmesi gerekiyormuş.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Herkesten parasını alıp birer çift galoş veriyorlar. Hasta ziyareti yapılırken bunlar mutlaka giyilmeli. Yoksa servise çıkartmıyorlar. Bir yerde onlar da haklılar. Köyden çıkıp ayakkabılarına bulaşan hayvan pisliği ile buralara kadar gelebilenler var. Her katta da temizlikçi yok tabi. Kadro sınırlı. Az adam çalışıyor. Hademenin biri iki kata bakıyor. Diğer hademe ise hem katın temizliğine, hem de çay ocağına bakıyor. İkisinin de kafalarını kaşıyacak zamanları yok. Üstüne üstlük, hasta ziyaretlerine gelenlerle uğraşmak da cabası. Adamlar haklı, bu adına galoş dedikleri şey, yani poşet, şart. Her bir çift poşet iki yüz elli bin lira. Çarşı pazarda birbirinin çay parasını ödeyen amcalarımın her biri, kendi poşet parasını ödüyor. Çünkü bu poşetler gerçekten pahalı! İki çift poşet alacağına meşhur ucuzluk diyarı ruspazarından iki çift çorap alırsın. Bir de çorapları içine koymak için bedava poşet. Hâlbuki bu poşetler tek kullanımlık, fakat çoraplar ne de olsa uzun ömürlü. Yıka yıka giy. Tek sıkıntı, çorapları ayakkabıların üzerine giyememek! Her şeye rağmen bu poşetler gerçekten pahalı. Servise çıkıyoruz. Babaannem midesinden rahatsızlandığı için yine yatırılmış. Ne zamandır böyle hasta. Doktorlar bir teşhis koyamıyorlar, çünkü tahlilleri her defasında sağlam çıkıyor. Kanser olduğu anlaşılıncaya kadar uzun bir süre tahlilleri hep temiz çıkmıştı rahmetlinin. Onun hasta olması beni üzüyor. Hem de çok... Ama öte yandan onun burada olması bana iyi geliyor. Aileden birileri burada olunca mutlu oluyor insan. Başka bir şehirde yatılı okulda okurken, bir

28

başına kendini yapayalnız hissediyorsun. -Amca alabilir miyim o çıkardığınız poşetleri? -Tabi ki! Ayakkabılarının üzerindeki pembe renkli galoşları çıkardıktan sonra içi içe geçirerek bana veriyorlar. Kimse onlara ne yapacağımı sormuyor. İnsan, giyilmiş galoşları ne yapar ki? Belki öğrenci olduğum için her seferinde bu ziyaretlerde para verip galoş alacağıma, bu yöntemle tasarruf yapacağımı düşüncesi onlara daha mantıklı geliyordur. Fakat bana ne yapacağımı sorsalar söyleyemem utanırım. Hem bilsinler de istemem. İki hafta sonra, hafta sonu evci çıkacağım nasılsa. O zamana kadar bu poşetler işimi görsün yeter. Kimse bir şey sormasa da önemli değil. Herkesin derdi kendisine yetiyor zaten. Babamları bırakıp ayrıldıktan sonra, hemen pansiyona koştum. İlk işim ayakkabımı çıkarmak oldu. Sonra çoraplarımı çıkardım. Islanmış ayaklarım buruş buruştu. Hemen kuru bir çift çorap geçirdim ayağıma ve yıkayıp kuruttuğum galoşları giydim. Artık ayakkabılarımı giydiğimde içeri giren su çoraplarımı ıslatmayacaktı. Ayakkabılarımın altındaki yırtıktan sızan suya karşı bir müddet daha dayanabilecektim. Öte yandan utanıyordum da. Yatılı okullarda çocuklar çok


Haziran / 2021

Aradan uzun yıllar geçti. Bendeki bu sancı bir gün yeniden nüksetti. Kendi ülkemden sürgün oluşumun üzerinden yaklaşık bir yıl geçmişti. Ailemi bıraktığım coğrafya, ülkemle kendi arasına sınırlar çizilmesine rağmen bana ve birçok arkadaşıma vefasını gösteren Kürt coğrafyasıydı. Ailem orada ben ise onlardan binlerce kilometre uzaktaydım. Çocuklarımdan uzakta geçirdiğim ikinci bayramı da geride bırakmıştım. Hem yalnız, hem sürgün hem de henüz aileme el uzatamayacak kadar zor bir durumdaydım. Hâlihazırda resmi evrak işlemlerim bitmediği için ailemin yanına gidemiyordum. Tek tesellim, çocuklarıma güzel bir gelecek vadeden bir ülkede oluşumdu. Biraz daha sabredip onları yanıma aldıktan sonra tüm sıkıntılarımız geçecekti. Bahsettiğim bayram Irak Kürtlerinin kendilerine özgü geleneksel kıyafet bayramı olan, “Cıl-e Kürdi” bayramıydı. Büyükten küçüğe herkesin yerel kıyafetler giydiği Kürtlere has bir şenlik denebilir. Okullardaki çocuklar, şehirdeki kadınlar, erkekler, yaşlılar, gençler kısaca herkes o güne hazırlığını yapar, o gün geldiğinde de yerel kıyafetlerini giyer öyle gezerdi. Eşim o gün oğlumun bir resmini yolladı. Üzerindeki yerel kıyafetler o kadar yakışmıştı ki, o an onu alıp yüreğimin içine sokabilirdim yanımda olmuş olsaydı. Fakat ben çok uzaklardaydım. Oğlum, resimde gördüğüm üzere mutlu ve mesuttu. Resme biraz dikkatli baktığımda, gözlerim, evlat güzelliğinin ötesinde bir noktaya takıldı kaldı. Bakışlarımın donuklaştığı noktaydı orası. İçimde derin bir titreme, kalbimde inanılmaz bir sancı başladı. Gözlerimdeki yaşları tutabilmek için dişlerimi sıkmak

O güzelim yepyeni kıyafetlerin altına giydiği ayakkabıları yırtılmış ayak parmakları ayakkabıdan dışarı çıkmıştı evladımın. Kim bilir nasıl utanmıştı o ayakkabılarla! Babasının galoşları saklayabildiği gibi o parmaklarını saklayamazdı da. Nihayetinde çocuktu işte ve fotoğraf çekilirken belki de yüzüne zoraki bir gülümseme oturtmaya çalışmıştı. Bu gülümsemenin altında kopan fırtınalardan kimsenin haberi yoktu. O masum çocuk kalbinden başka. Mevsim bahardı. Ayakları üşümüyordu belki ama diğer çocukların karşısında ayakkabılarının yırtık ve parçalanmış oluşu utancı boynuna asılıydı belki de. Fotoğrafı izlerken kendi çocukluğumda duyduğum o mahcubiyet, o mazlumiyet hissi gözlerimde canlanıyordu. Bir kış mevsiminde babasının koruyuculuğu, gözeticiliğinden uzaklarda, yırtık ayakkabılarından sızan suyu galoşlarla engellemeye çalışan bir evladın, aradan geçen onca yıla rağmen yine babasından uzakta yırtık ayakkabılı çocuğu olmuştu benim oğlum. Ayakkabılarımız yırtık, kalbimiz buruk, içimize sığmayan fırtınamız ise devasa. Nasıl baş ediyordu acaba bu duyguyla. Onu bu zor durumda bıraktığım için bana kızgın mıydı? Benden nefret mi ediyordu, yoksa sadece kalbi mi kırıktı? Zavallı çocuk. Bilse benim o an neler hissettiğimi, kim bilir belki o bana acırdı. İşte o gün içime tarifini biraz evvel yaptığım sıkıntı geldi oturdu. Çocuklarım benim çektiğim sıkıntıları çekmesin diyeydi bütün çabam. Yıllarca gece yarılarına kadar suç dünyasıyla mücadelem, kötü niyetli meslektaşlarım içinde temiz kalabilme gayretim, karşılıksız fazla mesailerim, üzerimize kopan temmuz fırtınasının ardından derdest edilmemek için teslim olmayışım, hapishane köşelerinde onlar sürünmesin diye aylarca kaçışım ve bir şafak vakti eşkıya gibi sınırı geçişim ve daha birçok şey onun içindi. Ama tüm çabalarım ona bu mutlu günde güzel bir ayakkabı giydiremeyecek kadar yetersiz kalmıştı. Maddi yokluktan değil sahipsizliktendi bu yoksunluk. Yani sadece babasızlıktan. Sonra babamı hatırladım o an. Delindiğinden dolayı su alan ayakkabılarla gezdiğimi anladığında, kim bilir belki o da çekmişti bu sıkıntıyı. Dilimde şimdilik tek söz “Affet beni çocuğum!”

29

Kültür-Sanat-Edebiyat

Sonra bir gün anneme söyledim telefonda, ayakkabılarımın delindiğini, su aldığını ve ayaklarımın çok üşüdüğünü. Annem de babama söylemiş. Bir çift bot alıp göndermişti babam. Botun içine de bir havlu çorap ve birazda harçlık koymuştu. Babamın bana yolladığı botlar, hayatım boyunca giydiğim ayakkabılarımın içerisinde, alırken en mutlu olduğum ayakkabılardı. Daha fazla sevindiğim ayakkabım olmamıştır ki bugün onu yazabiliyorum sadece. Çünkü çoraplarımı giyerken üzerine bir daha pembe galoşları giymeyecek, o pembe galoşların ayakkabılarımdan dışarı taşan yanlarını gizlemeye çalışmayacaktım. Galoşları çıkarıp o utancı saklamaktan kurtulmanın, su alan ayakkabılarla sırılsıklam olmuş üşüyen ayakların bayramıydı bu, sadece bir ayakkabı almış olmanın değil.

zorunda kalıyordum.

Ses Dergisi

acımasız olabiliyorlar. En küçük bir hareketiniz aylarca alay konusu olabiliyor. Bir yandan poşetlerin kızların rengi diye bilinen pembe renkli oluşu, öte yandan ayakkabılarımdan dışarı taşması beni çok korkutuyordu. O haliyle ayakkabılarımı kaç gün giydiğimi hatırlamıyorum.

Ses Dergisi Sayı 17


Haziran / 2021

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat 30

Ses Dergisi Sayı 17


Kültür-Sanat-Edebiyat

Ses Dergisi Sayı 17

Ses Dergisi

Haziran / 2021

31


Haziran / 2021 Haziran / 2021

Ses Dergisi / Sayı 17

Ses Dergisi

ŞÜPHE

Kültür-Sanat-Edebiyat

Sümeyra Emektar

İnsan kovulunca evinden, Var olan Ve zaten tek olan ’kesinlik’ Saklandı kapısız şehirlere Kayboldu yıldızlar alacalıkta Dilsiz bir şüpheydi şüphesiz buna sebep Tek bir damla yetti Dünyadaki tüm suları bulandırmaya İnsanın üzerine kalan şimdi Avaz avazlığın çıldırtıcı sakinliğinde Uzanmak yatağına ihtimallerin!..

32

Ses Dergisi Sayı 17


Haziran / 2021 Haziran / 2021

Ses Dergisi Sayı 17 Ses Dergisi / Sayı 17

ADI DÜŞLERİMDE SAKLI HAKKI KEFSİZ Boşuna adını sormayın aklımı başından alanın Geçmek bilmeyen saatlerimi tamamen durduranın Bir bakışı için yüzlerce şiir yazdıranın

Kültür-Sanat-Edebiyat

İsmi mısralarımda bulunmaz, adı bende saklı Sevdiğinde yok olmayan ölümsüzlüğe eremez Sadece onun için yaşayıp candan geçemez Aşka düşenin dili tutulur bir şey diyemez

Ses Dergisi

Lal olanlar konuşmaz, adı dilimde saklı

Onu her görüşümde ateşinde eridim Bir sır gibi ismini satırlara gizledim Son nefesime kadar seveceğime yemin ettim Ölsem de yeminim bozulmaz, adı kalbimde saklı Aşktan başkasını bulamazsınız şiirlerimden Ayrılıktan daha büyük bir derdi duyamazsınız benden Zaten ondan gayrısı anlamaz ki söylediklerimden Kalemler onu yazmaz, adı sözlerimde saklı Onsuz cennet bile cehennem gibi görünür Kavuşamayınca aşk karasevdaya dönüşür Düşen her damla ona olan hasretimden dökülür İsmi dudaklarımdan okunmaz, adı gözlerimde saklı Aşk şarkıları besteledim ona, isminin hecelerinden Her bakışta sarhoşa döndüm, gözlerinin renginden İsmini uykumda bile hiç düşürmesem de dilimden Rüyalarımda sesim duyulmaz, adı düşlerimde saklı.

33


Haziran / 2021

Ses Dergisi Sayı 17

Mənim şair nənəm NURLANA MEMMEDOVA Ses Dergisi

...Bu o zamandı ki, mən böyüyürdüm, nənəm balacalaşırdı.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Nənəm mənə mücərrəd və qəribə görsənirdi. Onda onun qəribəliyinin səbəbi bilmirdim. İndi anlayıram, mənim nənəm şair idi. Özü də sözün bütün mənalarında. Təkcə sözləriylə yox, həm də əməlləriylə. Tez- tez jaketinin ciblərini doldurub məktəb yolunda durar, dərsdən qayıdan uşaqlara konfetləri, yayda təndirin üstündəki taxtaya sərib günəş altında qurutduğu zoğal və alma qurularını paylayardı. Onun əməlindən çox dediyi pərakəndə sözlər məni heyrətləndirərdi: “Fağırlar, aç susuz dərsdən qayıdırlar, hələ evlərinə nə qədər yol var...” Nənəm qız övladlarını, qız nəvələrini də “oğul” deyə çağırırdı və bu mənim çox xoşuma gəlirdi. Bir dəfə məndən soruşdu: - Ay oğul, bu qədər kitab oxuyursan, nəçi olacaqsan böyüyəndə? Yazıçı: - mən fikirləşmədən və bir az da lovğalıqla cavab verdim. Nənəm gözlərini məchul bir nöqtəyə dikib dedi: -Ehh, yazıçı olmağa nə var, kitab yazmağa nə var... yazırsan; toxumlar ölür, sonra yavaş yavaş cücərir, daha sonra göylərə ərir... Mən qəhqəhə çəkdim: - Ay nənə, sən lap elmi traktat yazdın ki...

34

Nənəm həmişə öz aləmində hansısa bayatıları, laylaları söyləyirdi. Hərdən də əllərini stola vurub ritm tuturdu. O bunları mənim anlamadığım hansısa səbəbə görə “namə” adlandırırdı. Bütün bu namələri o özündən qoşurdu. Bəziləri ağlamalı, bəziləri gülməli olurdu. Onda həvəsə düşüb mən də çox istəyirdim ki, bircə bənd də olsa şeir qoşum, amma heç cür alınmırdı. Qurduğum cümlələr nənəminki kimi şirin alınmırdı. Adi, nəqli cümlələri yazmağa nə var ki, hünərin var əqli


Haziran / 2021 cümlələr ərsəyə gətir. Nənəm deyirdi ki, onları hamı söyləyə bilməz, onlar göydən gəlir və hər adamın qəlbinə yağmır... O, cürbəcür mahnıları, bayatıları həm işləyəndə oxuyurdu, həm də sakit dayanıb gözləri yol çəkəndə... Bir dəfə nənəmin harasa öpüş göndərdiyini gördüm. -Ay nənə, kimi öpürsən? -Gözəgörünməzi. -Niyə? -Sevirəm onu.

Ses Dergisi Sayı 17 çiynində gördüm, onu son mənzilə yola salırdılar. Mən çaşıb qalmışdım, heç kəsə deyə bilmədim ki, nənəm indicə orda başımın üstündə yaylığının üzərində uçurdu... Bu əhvalat heç bir zaman mənim yadımdan çıxmır. Mən yasda ağlamamışdım, illər sonra bu hadisəni sətirlərə köçürəndə hönkürtü ilə ağladım. Anladım ki, nənəm məni özünə hamıdan yaxın bilib, gözümə görünüb ki, ondan narahat olmayım. İllər keçib, mən o namələri bir bir yadıma salıram və nənəm üçün darıxıram...

Kültür-Sanat-Edebiyat

Bəlkə də nənəm göydən gələn o sözlərə görə öz tanrısına minnətdarlıq edirdi. Nənəmin duaları başqa cür idi. Müqəddəs kitabdakı dualardan deyildi. Mən onun dediyi hər şeyi başa düşürdüm. O çox sadə dildə tanrısı ilə danışırdı. O, çox əmin idi ki, tanrı onu hər vəziyyətdə dinləyir... Mən ondan cənnət- cəhənnəm barədə soruşanda, - onsuz da mən cənnətə gedəcəyəm, - deyirdi.

Ses Dergisi

Və bir gün mənim şair nənəm çarpayının yanında oturub sökülmüş corabları yamayanda əbədi yuxuya getdi. İynəsi sapı əlində... özü də yumağa dönmüşdü... Nənəmi aynəbəndin ortasında uzatmışdılar. Qadınlar cənazəni dövrəyə alıb ağı deyirdilər. Yaxınlarda – bir ay öncə atası rəhmətə getmiş dayım arvadı isə deyirdi: “Ay ana, ay ana, bizi qoyub gedən ana! Məktub versəm, atama apararsanmı, ay anaa?!” Xalam da məktəb vaxtı əzbərlədiyi şeirlərdən parçalar deyib ağlayırdı. Mənə elə gəlirdi ki, nənəmin ruhu onlara baxıb gülür. Mənim ağlamağım gəlmirdi, əksinə, hirslənirdim ki, onlar mənim işıqlı ipək nənəmə niyə belə sönük, kobud ağlayırlar axı... Sən düz deyirmişsən, nənəcan, düz deyirsənmiş ki, hər insan söz deyib, ağı, bayatı qoşammaz... Bu fikirlərlə aynabəndi tərk edib nənəmin otağına keçdim və artıq onun üçün bəlkə də, hamıdan çox darıxmağa başlayan çarpayısında uzandım. O biri otaqdan isə səs – küy gəlirdi; Və onda mənim bu yaşa qədər hələ də anlamadığım o hadisə baş verdi qəfildən nənəmin səsini eşitdim:“Gördün, sənə demişdim, cənnətə gedəcəm?!” Gözlərimi açdım və nənəm başımın üstündə yaylıqla uçduğunu gördüm. Yerimdən dik atıldım. Otaqda heç kəs yox idi. Bu yuxu idimi? Cəld qapıya qaçdım, qapını açanda həyətdə nənəmin cənazəsini dayılarımın

35


Ses Dergisi Sayı 17 Ses Dergisi / Sayı 17

Haziran / 2021 Haziran / 2021

Yalnızlık Gökmenzâde

Yanaştı bir tezgaha

Kültür-Sanat-Edebiyat

Yüreğinde binbir yalnızlık binbir gam Gözüyle dokundu mandalinlere tek tek Ve “Evladım bana iki kilo yalnızlık çek” diyebildi sesi titreyerek. Sağa sola bakına bakına Dolaşıyordu pazar yerini İki de bir sokup cebine ellerini Bir ah eyledi “Çaresizlik nedir ki tezgahtar nerden bilecek!” Dedi eğdi başını adam İçinde binbir keder binbir gam Göz göze geldi pazarcıyla Usulca dokundu elmalara Yeşil sarı al “evladım biraz elma” dedi İyisinden olsun

36

Gözlerine baktı adamın pazarcı Adam sustu sustu dayanamadı “Yarım elma gönül alma Doldur dedi ne varsa ayrılıktan yana!” Doldurdu poşeti pazarcı Pazarcı elma koydu poşete Adam yalnızlığını Ağır adımlarla yürüdü adam Bir bir gezdi gözü tezgahlarda Kirpiklerine dokunuyordu Yüreğinin elemi

17

İçinin sesini duyuyordu naralarda

KÜLTÜR-SANAT- EDEBİYAT

Ses Dergisi

Ağır adımlarla ilerledi adam

İçini çekti. İçine çöktü Durdu ve düşündü adam Dedi “kime keder kime gam”


Ses Dergisi Sayı 17 Ses Dergisi / Sayı 17

Ses Dergisi

Kültür-Sanat-Edebiyat

Haziran / 2021 Haziran / 2021

Yüzünün güleçliğine bakma kimsesinin İçindeki alevi görmez kimsecikler

Bir ses duydu

Dünya da çiçeklerle bezeli hoş tatlı

“Gam çekilir!”

Amma bil ki ateşi taa içinde saklı

Yanaştı sesin yüzüne Dik dik baktı gözüne

Bir çocuk duruyordu karşısında

Ve ekledi

“Abi tartalım mı?” dedi

“ gamı çeken bilir”

adam irkildi Arkasına bakmadan ilerledi adam

Karşısına yarım asırlık

Elleri cebinde

Sevdasına doyamadığı kadının mezarı dikildi

Düşünde kam

“Tartabilir misin evlat yalnızlığımı!”

Döşünde gam

Gözleri düştü yere

“gam çekilir!” diye diye

Dudağını büktü çocuk ve eğdi başını

Yalnızlığına yollandı adam

17

Düşündü adam Döşünde gam

37

KÜLTÜR-SANAT- EDEBİYAT

Dağlar irkildi


Ses Dergisi Sayı 17

Haziran / 2021 Haziran / 2021

Umut

Ses Dergisi / Sayı 17

Gülhanım Anulur

Bugünlerde bir yanım umutsuzluk denizinde yüzüyor İçimdeki fırtına çok şiddetli koparcasına kıyamet. Güzelligini yitirmiş deniz mavisi dalgalar eşlik ediyor, Gel git yaşıyor çaresizliğim. Haykırıyorum ama duyanım yok! Gözyaşlarıma sıgdıyorum acizliğimi. Kalbimin odakcıklarının birinde derdest ediliyor çığlıklarım

Ses Dergisi

Düşüyor gönlümün enginliklerine sevdam Yorgun düşmüş, demir parmaklıklar arkasında bedenim Bir daha dönememe hissinin zindanından çıkamıyor Sıkıstırılmış vakkum gibi toparlanmış görünse de içi darma duman

Kültür-Sanat-Edebiyat

Dalı kırılmış, kuyusu susuz, bahçesi talan ... İsyanlarda ama isyanı kime? Her gün aynı derde uyanıyor kalbim, yorgun düşüyor akşama. Uyanası gelmiyor, düğümler atılıyor ruhuma ard arda. Umutsuzluğa teslim olmamak için çırpınıyor bedenim. Sonra “teslim olma” diyor diğer yanım alabildigine tuhaf yumusak bir sesle Yoksa yüreğinle konuşmaya engel olur. Sabahını bilmediğimiz halde çalar saati kurup uyumaktır umut, Bir kibritte sen yak, sonra sıcağı ile ısıt yüreğini Al umudunu pencere kenarına koy yeşillensin, çiçeklensin, kelebekler uçuşsun etrafında! Güzel şeyler hep zorlu yolların sonunda Bırak artık ödünç alınmış ışığı, kendin ışık ol! Güneş gibi ışık saç etrafına yılma batmaktan ve doğmaktan Ruhunu demlendir inancınla ve huzuru kokla yudumlarken Özüne dön ki nefesin sonsuzluk bestesini mırıldanmaya başlasın yeniden Bak! her şey döner, ay döner, güneş döner, dünya döner… Geceler gündüze, hastalıklar şifaya, hüzünler mutluluğa döner. Gün gelir bir gün sen de dönersin umut ettigin hayallere.

38


Haziran / 2021 Haziran / 2021

Ses Dergisi Sayı 17 Ses Dergisi / Sayı 17

Gerbera

Handan Tunç

Gerbera Sen olmasaydın Eksik kalırdı hikayem Bir yanım mahzun, bir yanım muğlak Kültür-Sanat-Edebiyat

Tam olmazdı geçmişim Geleceğim Şimdim Boyasız, renksiz heceler Askıda kalırdı şuh anılar

Ses Dergisi

Gerbera Sen olmasaydın Kura ırmağından geçmezdi mürekkebim Zigana yeşilinden habersiz kalırdı, İzbe patikalar Kaybolurdu Horhor’un nefesi Gerbera Sen olmasaydın Ebruzenlerin gölgesi düşmezdi teknelere Üşürdü hayaller anahtar deliğinde Şiir, tanımazdı şairini Gerbera sen olmasaydın Sen olmasaydın...

39


Haziran / 2021

Ses Dergisi Sayı 17

BENCİL DİLEK KARA

G Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

eçenlerde görünmez bir “bencil” etiketi yeme şerefine nail oldum(!) Halbuki tek amacım gerçekte nasıl hissettiğimi göstermeye çalışmaktı. Bana hatrımı soran ve uzun zamandır görüşemediğim dostuma, refleksle: “ İyiyim.” demek yerine içimdeki fırtınaları bir nebze olsun dindirebilmek adına başladım dört mevsimimi anlatmaya. Ne gördüm yüzünde biliyor musunuz? Anlattıklarımı “Hadi canım, bunlar da dert mi?” diye küçümseyen alaycı dudaklar, söylediğim hiçbir şeye katılmayan yukarı kalkık kaşlar, anlattıklarımın içinde bir bit yeniği arayan dedektifvari kısık gözler ve söylediğim her şeyin birinden girip diğerinden çıktığı kulaklar… Yine de anlatmak, paylaşmak istedim. Çünkü “İnsan, insanın yükünü alır.” sözü, sırf benim niyet okuyuculuğum yüzünden heba olmamalıydı. Henüz konuşmamın ortasına gelmişken: “Canım, haline azıcık şükret bence” diye başlayan cümle, halimin ne kadar güllük gülistanlık olduğunu ve de niyet okuyucu olmadığımı fark etmem için kafama vurulan bir balyoz hükmündeydi. Kafama yediğim balyozun çıkardığı sesler dışında başka sesler de vardı ibretlik hikayelerle dolu: “Sevda, bir yıldır çocuklarıyla gurbet ellerde kocasına kavuşmayı bekliyor. Sen en azından ailenle bir aradasın. Bizim Kasap Ali yıllar sonra bir çocuk sahibi oldu ama bebek doğduğundan beri sürekli hastanedeler. Doktorlar da bir sebep bulamıyorlarmış. Maşallah senin üç tane sapasağlam çocuğun var. Hem duymadın mı? Osman’ı on beş yıldır çalıştığı iş yeri ekonomik kriz var diye geçen hafta kapı dışarı etmiş. Çok şükür ikinizin de her sabah gittiğiniz bir işiniz var. Çok uzağa gitmeye ne hacet? Bana bak, kocamın ihanetiyle, iki çocuğuma rağmen yirmi yıllık evliliğimi bitirdim. Senin kocan, Allah var, evine ve

40

çocuklarına bağlı, eli işte gözü oynaşta değil!” Meğer ne çok şükretmem gereken bir hayatım varmış…. Bunları düşünürken ne kadar bencilce davrandığımı fark edip kendime bir de ben okkalı bir tokat atacaktım ki durdum ve başka yerden gelen bir sese kulak kesildim. Belli ki canı çok yanmış birinin sesiydi. İyice odaklandım. Karşımda oturan arkadaşımın şekilden şekle giren yüzü ile duyduğum ses senkronize değildi. Daha dikkatli dinlemeye başlayınca tanıdık bu sesin, içimde isyan bayrağı açan kendi sesim olduğunu ancak anlayabildim. İsyanı ayyuka çıkmış ve arkadaşımın sesini iyiden iyiye bastırmıştı. Söyledikleri bir manifesto niteliğindeydi. Çünkü ulaşmak istediği sadece ben değildim. Herhangi biri size nasıl olduğunuzu sorar ve ‘bugünümüze de şükür!’ babında yumuşak cevaplar alamazsa, genellikle iki farklı reaksiyon gösterir. Ya engin(!) tecrübelerine dayalı tavsiye dolu cümleler kurar ya da en basit meseleleri dahi kendisine dert etmiş, başkalarının halleriyle hallenmeyen bu zavallı (!) kişiye görünmez bir “bencil’’ etiketi yapıştırır. Oysaki “Nasılsın?’’ sorusunun cevabında, bahar mevsiminin doğaya can katan ılık yağmurları olmaz her zaman. Bazen yazın kavurucu sıcağı, kışın dondurucu ayazı, bazen de sonbaharın ayrılığı hatırlatan sarı yaprakları vardır. Nasıl ki tabiat sürekli değişim halinde, bir döngü içindeyse, koca kâinatın minik bir çekirdeği hükmünde olan insanın hep


Ses Dergisi Sayı 17

Kültür-Sanat-Edebiyat

Haziran / 2021

Ses Dergisi

https://madalyonklinik.com

iyi olmaması kadar doğal ne olabilir ki? Acılarınızı dile getirmek istemeniz, başkalarının acılarını yok saymak değil, kendinizi yokluğa düşmekten kurtarmaktır. Bu sebeple bencil olan siz değilsiniz, kendi mutlu yaşamlarını başkalarının mutsuzluğu üzerine bina etmiş kişilere bakın. Ne zaman duygularını dinleyecek, acı çektiklerini fark edecek olsalar kendilerinden daha beter durumda olan insanlara dönüp bakarlar, inandıkları din bunu öğütlüyormuş gibi! Oysaki yere yüzüstü kapaklanan insanları yerden kaldırıp düşene bir tekme de kendileri vurmasın diye verilmiştir bu öğüt. Hiç düşünmediniz mi yere düşen bir insana genelde neden herkesin gülerek tepki gösterdiğini? O ilk kahkaha, kendi bilinçaltlarında yatan “İyi ki ben onun yerinde değilim.” fikrinin yüzeye çıkmış halidir. Bir taraftan kafamdaki sessiz çığlık bir taraftan arkadaşımın sesi… Sahiden nasılım ben? iyi miyim, kötü müyüm ya da sadece bencil miyim?

41


Haziran / 2021

Ses Dergisi Sayı 17

ARAYIŞ EMILY YARAMIŞ

Gerçekliğin gizeminde geziniyordu yıllardır. Aradığını bilse belki bulacaktı. Sadece gerçek olsun istiyordu. Nefes almak gibi. Gerçek…

Ses Dergisi

Duygusuz duygularla alaşağı etmişlerdi hayatını. Hislerim güçlü derken bile ahmaklığın pazarında akıl arıyordu. Akıllı olmak neydi?

Kültür-Sanat-Edebiyat

Başkaları hakkında kötü senaryolar üretmek miydi? Ya da söylenen her söze dayak atar gibi karşılık vermek mi? Masumiyetin bedeli neden hep bu kadar ağır oldu? İçten gülmeler, iyi niyetler neden kabul görmedi şu fani dünyada. Kazananlar, kara yazı yazanlar oldu. Hiçliğin mertebesi hiç bu kadar aşağılanmamıştı. Dini argümanların nefret unsuru haline gelmesi bu yüzyılın en acımasız belası oldu. Ruhlar darmadağın, hisler felç geçirdi. Ebediyet duygusu belki de ebeden yok oldu. Hesaplar hep üç beş günlük zîhayatın peşinde sıralandı. Dimağlar aç, zihinler karmaşık, hayaller hüsran oldu. Tüm kötü ve kötülükler alabildiğine hadsiz ve sırnaşık... Kendinden emin ve bir o kadar hodgam. İşte bu kötüler ve kötülükler resetledi tüm saf dimağları. Algılar değişti, nöronlar çöktü. Benliğin sarmalları ters düz edildi. Varlık, var olmanın tadıyla zehirlendi. Benlik, ben olmanın gurbetinde kıvranıyor. Heyhat, ne yaman çelişkiler armonisi. Beklenen, dilenen, istenen belki de en çok hayal edilen değerli olduğunu hissetmekti. Bir değerlilik yaşamak istiyordu. Sevmenin karşılığı sevilmek olmalıydı. Sevmek, pişmanlık olmamalıydı. Pişmanım! Her şeyden. Yaşadıklarımdan, yaşayamadıklarımdan. Sevip de sevemediklerimden.

42

Gönül saraylarımı talan edenlere içimden ‘Ya Sabır!’ deyip, kimseye birşey demeden arkamı dönmekten. Dönek olmaktan pişmanım. Yüreğimin inci tanesini değersizleştirmekten, kalbime kilitli bir kara sevda biriktirmekten, aşkımın lezzetini zehirleştirerek yudum yudum içmekten, pişmanım! Düşlerimi dolduranı düşlemekten korktuğum, bedenimi ve ruhumu hep incittiğim için pişmanım. Asayı yere vurup tüm büyüleri alt üst eden Musa’nın Rabbi, Nuh’un oğlu Sam’ı dirilten İsa’nın Rabbi, parmağının işaretiyle ay’ı ikiye bölen Muhammed (sav)’in Rabbi benim de Rabbim. Onun ihsan ve sevdasına layık olamadığım için pişmanım. Geceleri uyumayan gözlerimin bekleyişi, sessiz arayışlarımın tek adresi kendi benliğimde gizliydi. Peşi sıra düştüğüm hayallerim nirvanaya ulaşmışken zihnimin labirentlerinde raks eden çaresizlik vaveylasına müptela oluşuma pişmanım. Ruhumun zincirlerini bir bir parçalayan zikir atmosferini bırakıp deryalarda süzülen zindanlara heves ettim. Hissiyatım heveslere kurban gitmiş. Heyhat ne garip, ne tezat bir vazgeçişmiş. Ak mıydı? Kara mıydı? Hangi duygu ve düşüncelerin sarhoşluğu yahut disipliniyle karmakarışık kaoslar içinde yıllarca debelenip durdum.


Haziran / 2021

Gerçeğini deli gibi sevdiğini Arayışlarda bocalar durur Bulamadıkça savrulur İçer sabahlara kadar Sarhoşluğunda boğulur Ağlar hiç durmadan Gözyaşına sığınır Salar dağlara kendini Yorgunluğuyla avunur Yazar, çizer, boyarda Yine de tarifsizdir bendi Bilmez insan kendini Rabbini deli gibi sevdiğini Bilmez insan kendini Aşkın burçlarında eridiğini. İnsan kimyasının alfabesi oldukça karışık olmalı. Sürekli dağılan dimağlar, bakışları bulanık dalgın similar, yeryüzünü adımlarken hissizleşen halleriyle göze çarpan nadanlar, pişmanlık ateşine ne zaman uğrarlar? Ah kalbim ah! Ne de garip kaldın şu alemde! Dert biriktirdin içinde dermanları duaların da saklı olan. Elem dolu yıllarını temcid pilavı gibi aşındırdın durdun. İki kelamın biri

Hayata kolsuz kanatsız tutunmaya çalışmak, baykuşlara bayram olan şu yalan dünyada. Ve vakarlı duruşlar sergilemek sızının en dibinde gezinirken. Ölümün sessiz çığlığını bile ritmik enstrümantal sezgilerle muştu nidasıdır zannetmek. Muştuların pişmanlığında süzülmek şükürlerle! Ağır bedeller çoktan ödenmesine rağmen lütufların esrarengizliğini hazmedememek. Ve şuursuz sorularla sorgulamak elemin içinde, yüreği kanayanları. Görünmeyen yaraları hafife almak. Pişmanım ey hayat gereksiz yorgunluklarıma. Acıyor yüreğim çok acıyor! İnsan sevgisinden dolayı neden horlanır ki? Kâbuslar ülkesindeki karanlıklar şehrine yakalanma korkusuyla girmek rüyalarında. Gurbetin acısını şerbet diye içmek her anında ve darağacına gönderilen hazımsız hislerle başedebilme tutkusu. Ve işte pişmanlıkların yeni arayışlara vesile olması. İlki pişmanlık yasası. Kendi ruhuma. Özüme ithafen; Öyle varsayımlarla düşünemem seni,

Kültür-Sanat-Edebiyat

Bilmez insan kendini

Derin bir kuyudur kimsesizlik!

Ses Dergisi

Bazen bir sinema izliyormuşcasına yaşadığımı zannediyordum, bazen de hiç nefes almıyormuş gibi ölü olduğumu. Hislerin bağrında çok elem dövülür de mübarek dövüle dövüle övülesi olamaz işte. Harmanlanır tüm garip gureba duygular. Hallaç pamuğu gibi sinemize öyle bir musallat olur ki akıl denen zemberek yüksek voltajlarla kendini ortaya koymazsa vurdumduymazlık zannedilen haller kaoslar çemberinde derin yaralar teşkil eder.

Ses Dergisi Sayı 17

Yanılırım. Öyle çelişkili hesaplar yok aklımda, Bunalırım. Öyle darmadağın bir hikaye bu! Ezel ebed yurdundan hediye! Öyle rol yapamam yani, Saçmalarım. Öyle doluyum ki! Anlıycan. Kehribar edalım, Gökkubbe sığınağım.

-Niye? Aslında cevabı içinde gizliydi. -Kader! Ve aşınmış onca anlaşılamama duygusu. “Yeter artık!”ların tükendiği, yeis bataklıklarının kurusa dahi hâletiruhiyesiyle görevini idam ettirmesi. Kör olası yalnızlık denildikçe kalabalıklar arasında tek başınalık. Pişmanlık yasasında af var mı bu çaresiz yalnızlığın?

43


Ses Dergisi Sayı 17

Haziran / 2021

Pişmanlık FUAT ŞAHİN

Y Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

üzbaşılığımı yapmak için Türkiye’nin güneydoğusunda bir sınır karakoluna atanmıştım. Kütahya’da doğup büyüdüğüm ve hayatımda Ankara’nın doğusuna adım atmadığımdan, gideceğim coğrafya hakkında pek bir fikrim yoktu. Medyadan ve devrelerimden duyduğum terör ve kaçakçılık olayları haricinde o coğrafya hakkında bildiğim pek bir husus yoktu. Tayin haberimi aileme verdiğimde büyük bir matem havası oluştu. Sinop’a, Aydın’a ve ya Edirne’ye gidiyor olsaydım bu matem havası oluşmazdı, bilakis bir şenlik, bir esenlik rüzgârı eserdi. Fakat Güneydoğu olunca nedense herkese bir inkisar çökmüştü. İlk başta bunun nedenini asker olmama ve bölgede terörün faal olmasına vermiştim. Ancak daha sonra görecektim ki doktor, asker, öğretmen, herkesin sanki vebalıymış gibi kaçtığı bu garip coğrafyanın yazgısı buydu. Çevremin bana yüklemiş olduğu önyargı ve suizanla yeni görev bölgeme doğru yola çıkmış oldum. Daha görevimin ilk zamanlarında asla unutamadığım ve kendimi katiyen affedemediğim bir olay yaşandı. Yıllarca bu yaşanan vakanın faturasını o zamanki toyluğum ve cehaletime kesmeye çalıştım. Fakat vicdanım peşimi bırakmıyor, beynimin içinde “sen yaptın!” sesleri yankılanıyordu. En nihayetinde suçumu kendime itiraf edince, önyargı ve suizanlarımdan dolayı böyle bir cürüm işlediğimi kabul edince kendimi dayanılmaz bir vicdani hesaplaşmanın altında ezilirken buldum. Yaşadığım psikolojik buhran iyice ciddileşince profosyonel destek almam gerekti. İlaçlar ve uzun süren seanslar sonucu daha düzelmiş gibiyim. Yeni görev yerime alışma sürecindeydim. Bölgenin insanını, yaşam tarzını tanımıyor, insanlar nelerle uğraşır, bu çöl gibi yerde nasıl para kazanırlar bilmiyordum. Açıkçası pek de umrumda olmamıştı. Bir gün astlarım karakola yaka paça gencecik bir çocuk ve yanında yüklü bir eşek getirdiler. - Komutanım, yolda bu çocuğa rastladık, bizi görünce kaçmaya yeltendi.

44

Gözlerimle çocuğu boydan süzdüm. Kısa saçlı, esmer, yeşil gözlü bir çocuktu. - Neden kaçtın? - ... - Sana sordum ulan! Sesimi yükseltince çocuk sindi. Ürkerek: - Korktum komutanım. - Ne var eşekte? - Sigara. Şimdi anlaşılmıştı. Çocuk, Irak sınırından sigara kaçırıyordu. “Örgütle ilişiği olabilir mi acaba?” diye düşündüm. Çocuk göründüğüne bakıp aldanmamak gerekti. -Kaç yaşındasın? -16 -Adın ne? -Bawer. -Kimliğini ver bakalım! Arka cebinden eski püskü bir kimlik çıkarıp uzattı. Kimlikte fotoğraf yoktu ve üstünde “Fatih” yazıyordu. -Bu ne?


-Kimlik komutanım.

dehşet kaplamıştı. Yıllardır hala o gözler kâbuslarıma girer.

-Dalga mı geçiyorsun ulan, burada Fatih yazıyor! Kimden yürüttün bunu?!

Kasabadan birine ölenin kim olduğunu sorunca Bawer’in annesi olduğunu öğrendim. Günlerce içim içimi yedi. Vicdan azabından uyuyamaz oldum. Köye dönüp onu bulmak, önünde diz çöküp af dilemek istiyordum. Ancak bunu yapacak ne bir cesaretim ne de yüzüm vardı. İçinde bulunduğum hâletiruhiye iyice dayanılmaz bir raddeye ulaşınca, tamamen bencilce hislerle, sadece kendi vicdanımı tatmin edip uykularımı geri kazanmak için köye, çocuğun yanına gittim. Fakat yoktu. Kime sorsam “gitti” diyordu. Bir sene boyunca düzenli olarak köye gitgel yaptım. Belki bir umut geri gelirse diye ama nafile...

-Yok komutanım, vallahi benim. Kur’an çarpsın! Ben tabi ki inanmadım. Muhtemelen örgüt tarafından, kaçakçılık sırasında denk gelirse göstersin diye verilmiş çalıntı bir kimlikti. Askerlere eşeğin sırtındaki sigaraları indirip karakola taşımalarını emrettim. Tam çocuğa “Haydi var git evine” diyecektim ki, bir ceza alması gerektiğime hükmettim. Bir gece nezarette kalırsa akıllanacağını, bu işlere daha bulaşmayacağını düşünerek içeri alınması emrini verdim. Çocuk çok da üzülmüş gibi değildi, belli ki alışıktı. O sırada bir asker geldi: - Eşeği ne yapalım komutanım? Eşek konusunu hiç düşünmemiştim, umrumda da değildi. Fakat birden aklıma -nereden duymuştum tam anımsamıyorum- sınır bölgesinde eşeklerin uyuşturucuya alıştırılarak kaçakçılıkta kullanıldığı bilgisi geldi. Büyük bir soğukkanlılıkla “vurun!” emrini verdim. Bunu duyan çocuk tüm sakinliğini bozarak yalvarıp yakarmaya başladı: - Etme komutanım, gözünü seveyim! Anam hastadır, acil ameliyat olması gerek. Para denkleştiremiyoruz. Şu eşek tek geçim kaynağımız. Alın sigaralar sizde kalsın ama şu eşeye bir şey etmeyin ne olur!

Bir sene sonra karakola bir baskın oldu. Birkaç dakika süren çatışmayı hiç zayiat vermeden atlatmıştık. Elimizde ise üç tane “leş” kalmıştı. Muzaffer bir komutan edasıyla ellerimi arkada başlamış cesetleri incelerken, bir tanesinin bana çok tanıdık geldiğini farkettim. Eğilip suratına baktığımda vücudum taş gibi kaskatı kesildi. Bir senedir uykularımı kaçıran o gözler, aynı kin ve öfkeyle bana bakıyordu. O an başım dönmeye başladı, mideme iğrenç bir bulanma hissi geldi. İstifra edemedim, vücudumun hiçbir sinir hücresine hükmüm geçmiyordu. Elimi belimdeki silaha götürüp tek kurşunda bu iğrenç, utanç verici hislerin hepsine son vermek istedim. O an azıcık kımıldayabilsem, her şey bitmiş ve kurtulmuştum.

Ancak çocuğun söylediklerinin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktu. Onu bir kez “örgütçü” olarak mimlemiştim bile kafamda. Dedikleri bir kulağımdan giriyor ötekinden çıkıyordu.

Her şeyden nefret ettiğimi hissettim; hayattan, mesleğimden, kendimden, önümde ölü yatan çocuktan... Evet bir cesetten nefret ediyordum zira, elimden af dileyip vicdanımı rahatlatma imkanını almıştı. Üstelik şimdi sadece annesinin değil, çocuğun da katiliydim.

Ancak bilmiyordum ki Kürtçe isim yasak olduğundan insanlar kimliğe başka isim yazıyorlar. Bilmiyordum ki kaçakçılık o bölgenin gariban insanının ekmek kapısı. Bunların hepsini çok sonra, zamanla öğrendim.

Ertesi günkü televizyon kanallarında 17 yaşındaki zavallı bir çocuk vatan haini, ben de muzaffer bir yüzbaşıydım. Şimdi ise soğuk namluyu ağzına dayayıp bu kepaze yaşamı sonlandırmaya dahi cesareti olmayan emekli bir albayım.

Bu olayan birkaç ay sonra çevre köylerden birindeyken bir cenaze alayına denk geldim. Kalabalık bir alay değildi. En öndeki birkaç gencin omuzlarında giden yeşil bezlerle sarılı bir tabut ve arkasından yürüyen 20-30 kişi... En önde tabutu omuzlamış bir çocuğu tanır gibi oldum, Bawer’di bu. Tam o anda göz göze geldik. Kan çanağına dönmüş gözlerini benimkilere dikmiş bakıyordu. Gözlerinde üzüntüden ziyade nefret, hırs ve öfke vardı. Bu bakışlar altında ezildiğimi hissettim. Neden bilmiyorum ama çok ürpermiştim. 16 yaşındaki bir çocuğun bana bir şey yapmasına olanak yoktu. Buna rağmen içimi derin bir

45

Kültür-Sanat-Edebiyat

Ses Dergisi Sayı 17

Ses Dergisi

Haziran / 2021


Ses Dergisi Sayı 17

Haziran / 2021

SOĞUK

elleri soğuk bedenin ellerini, ayaklarını okşuyor. Dünyadaki tüm sıcaklıkları eriten bir soğuk hava hakim odada. Buz gibi elleri, ayakları ıslatan yaşlar donuyor ölünün bedeninde.

Feride AKDAĞ

S

ıcacık bir ev hayal edin. Hani kış günlerinde bacasından dumanı tüten bir ev. Pencere önündeki divana oturmuş bir babaanne olsun evin içinde. Dışarda lapa lapa yağan kar olsun. Sobanın üstündeki güğümden buhar çıksın, yanmakta olan odunların çıkardığı sesi duysun kulaklarımız.

Ses Dergisi

Dışardaki soğuğun aksine odanın içi sıcacık. Yerde sobanın hemen kenarına kıvrılmış, öğle uykusunda bir kedi olsun. Televizyonda güzel bir aile dizisi. Evin çocukları bahçeye kardan adam yapmışlar. Elleri soğuktan kıpkırmızı. Eve gitmek istemiyorlar.

Kültür-Sanat-Edebiyat

Bir anne hayal edin. Kalbi pır pır atıyor. Az evvel doğum yapmış kucağında yavrusu. Burnuna gelen cennet kokusunu içine çekiyor. Yüreğinde sıcacık bir şeyler var. Tarifsiz duygular içinde. İçinden “Soğuk günlerin ardından gelen bahar olmalı bu.” diye geçiriyor. Hayata sıcacık yüreğiyle bakma sözü veriyor. Pamuksu yanağını okşuyor yavrusunun. “Geçti diyor, geçti kızım. Her kışın bir baharı varmış geçti.” Bir yatağın içinde tir tir titreyen eşine bakıyor bir adam. Alnına dayıyor elini. Alev alev yanıyor. Ateşten duramıyor kadın. Ateşe inat üşüyor eşi. Soğuk diyor, ört üstümü ört diye sesleniyor. Sonbahar yapraklarının dökülmesine şahit olmuş bir genç kız kendisine bakan bakışlardan ürkmüş. Sokakta hızlı hızlı koşar adım yürüyor. Nefesi kesik kesik çıkıyor. Rüzgârın uğultusu gecenin içinde kalbine soğukluk katıyor. Annesinin sıcacık sesini düşünüyor. Susamış bir çocuk. Boğazı kurumuş. Önünde boya sandığı var. Az ötede küçük bir süs havuzu. Koşarak gidiyor havuza sokuyor başını. Bir ohhh sesi yayılıyor etrafa. Soğuk su ne de iyi geliyor. Bir hastanenin en alt katındaki morgun önünde birkaç kişi toplanmış. Bir kadın feryat ediyor. Kapıyı açıyor görevli içeri giriyorlar. Sedye üstündeki cansız bedenin üstüne örtülmüş beyaz çarşafı açıyorlar. Kadının sıcacık

46

Soğuk insanların, soğuk mevsimlerin, soğuk gözlerin, soğuk bedenlerin üzerinde soğumuş hüzünleri görmek isteyen olamaz. Karlı bir kış gününün ortasında pencereden bakan bir çift gözün hayalindeki çocukluk gibi sıcacık olsun ister mutlulukları gibi hüzünleri de. Bir çift göz düşünün. Merhametten uzaklaşmış bakışlar, buz gibi soğuk. “Hiç kanım ısınmadı, nasıl da soğuk bakıyor gördün mü?” diyor bir genç kız. Karşısındakinin yıllardır onlara kin besleyerek büyüyen biri olduğundan habersiz. Soğuk bir kış gününde, soğuk bir bakışta, soğuk bir suyun altında, soğuk bedenlerde bırakılan soğuk etkiler. Ne acısını ne tatlısını yaşamak kolay hayatın. Soğuk savaşların, soğuk rüzgarların yok ettiği dünyada gönül sıcaklığında yaşamlarımız olsun. Kar yağsın lapa lapa. Tıpkı çocukluğumuzdaki gibi bacasından dumanı tüten evlerin içinde, sobanın kenarında uyuyan kedimiz olsun. Pencere kenarında bizlere gülümseyen bir ninemiz. Bahçemizde boynunda atkısı, burnunda havucuyla bir kardan adamımız. Soğuktan üşüyen ellerimize, burnumuza inat sıcacık gülen gözlerimiz olsun. Soğuk dünyanın sıcacık gülüşlerinde kaybolsun tüm hüzünlerimiz.


Haziran / 2021

GÖRÜNTÜDEKİ ADAMIN SURETİ

Ses Dergisi Sayı 17 5… Siyah Dediklerin 1.Kürt 2.Alevi 3.Sol 4.İnançsızlık,

SEYFULLAH SACİT

Listen böyle akıp gidiyordu. Hiç görmediğin insanlara canavar gözü ile bakmaya başlamıştın. Çünkü onlar siyahtı, kötüydü senin için. Hayat o kadar da zor değildi hani sana! Bu kadar basitti. Siyah ve beyaz kadar sadeydi.

Cuma vakti caminin avlusundaki çınar ağacının altında otururdun. Düşünce fırtınaları arasında, etrafını görmekten aciz olduğun bir anda belirmişti siyah-beyaz vakitler. Bu anların içinde gizliydi kesin inancın. Bu inançlarınla gelirdi siyah-beyaz vakitler.

Ama yanılıyordun. Bunun adı cahillikti. Sen en kolay yolunu seçmiştin yaşamanın. Ötekileştirme… Zaman içinde anlayacaktın bin bir rengin olduğunu hayatta. Ama direnecektin yine de. Beynini kemirecekti tüm renkler… İçindeki karanlığı aydınlatacak mıydı, orası muamma… Tüm siyah renkleri toplamıştın farkında olmadan. Beyazdan yana olurken bile karanlığın peşinden

Kültür-Sanat-Edebiyat

koşmuştun. Şimdi, beyninin kıvrımları doğranırken hakikat bıçakları ile haykırmanın ne anlamı vardı sanki. Sen yapacağını yapmıştın. Kolay yola baş koymuştun.

Ses Dergisi

5.…

Etrafına bakınırdın.Her şey çok net görünürdü gözüne. Siyah ve beyaz kadar net! Çünkü hayatında sadece bu iki renge yer vardı. Diğerleri kafa karıştırmaktan öteye gitmiyordu senin için. Bu yüzden yok saydın hepsini. Her şeyi böyle görmen, önce maziye âşık etti seni. Mazide siyahın belirsizliğini görüyordun, beyazın renkleri kapatan ışıltısını. Gerçeklerden uzaklaşmaya başladığının farkına bile varmadan, tek tek geçiyordun mazinin sayfalarını. İki zıt kutup görüyordun hepsinde. Zihnin tüm gücüyle buna bakıyordu. Bir süre sonra hayatının her anına bu iki renkle devam ediyordun. Gündelik hayatını da içine almaya başlamıştı bu iki zıt kutup. Siyah kötü anlamına geliyordu artık, beyaz iyi. Sen hep beyazdan yana tavır alıyordun. Kendince… Siyah hep kötüydü çünkü. Hayatındaki renkleri esir alınca bu iki keskin bıçak, artık sadece siyah ve beyaz değildi onlar. Onlar artık birçok kavramın yerini tutan şaheserlerdi. Bu yüzden şöyle bir liste yapmıştın kendince. Siyah dediklerin ve beyaz dediklerin diye. Önce beyaz dediklerim diye kâğıda düştün yazacaklarını, sonra siyah…

Aynı ülkendeki birkaç neslin yaptığı gibi… Senden olan, her şeyi ile beyazdı senin için. Olmayan düşman. Her kolay yolda olduğu gibi ülkende çok nesil kaybetti bu kesin inançtan. Sende kaybedecektin. Listen zaman içinde değişecekti sürekli. Bir Cuma günüydü ve sen yine caminin yanındaki çınarın altında oturmuştun. Cuma vaazında imam efendinin bir sözü ile irkildi tüm benliğin. Bütün tüylerin ürpertiden diken diken oldu. Oysa sadece insanlardan bir insan olmanı istiyordu inancın. Sen, siyah beyaz vakitlerde insan dışında her şey olmuştun. Türk, Sünni, sağ görüşlü…

Beyaz Dediklerin 1.Türk 2.Sünni 3.Sağ 4.İnanç

47


Haziran / 2021

SÖYLEYEMEZ MİHMAN

Gönül coşar, aşk ile heyecan ile Önünde pişmanlık denizi, içinde yangın ile Gözyaşları geceye bırakılır bir mektup ile

Ses Dergisi

Bilinmez olur susar, dil lal olur söyleyemez... Söyleyemez gündüz, söyleyemez kelimeler ile

Kültür-Sanat-Edebiyat

İçinde kaynayan kazanı, hicranı, bu dil ile Geçmiş denilen dehlizde kaldık yolda sessizce Bilinmez olur susar, dil lal olur söyleyemez... Anlar mı biri, bunca hengâme içinde, hal ile Hemhâl olur mu gece, firakı görmüş ile Bir deyin, gösterin, yol karanlık, sis ile Bilinmez olur susar, dil lal olur söyleyemez... Söyleyemez, sırdır, bilinmeyecek belki hiç Bulamadığım, yakın uzak taksiminde kendimi hiç Hangi bahara kaldı vuslat, sorulur mu hiç Bilinmez olur susar, dil lal olur söyleyemez...

48

Ses Dergisi Sayı 17


Haziran / 2021

Ses Dergisi Sayı 17

SEN DE GİDERSİN! Kültür-Sanat-Edebiyat

Hüseyin Odabaşı

Arkana bakmadan bir gün, Sen de çekip gidersin. Bu dağdağalı dünyadan, Tozunu serip de gidersin Gurbet illerde illerde,

Ses Dergisi

Gönlünü verip de gidersin. Ne nimetler bahşetmiş diye, Ardına bakıp da gidersin Bugün kalbin hastaysa da, Yaranı sarıp da gidersin. Allah’ın inayeti büyüktür, Maksuda varp da gidersin. Tohum bu yolda çatlamasa da, Gönlünü yarıp da gidersin.

49


Ses Dergisi Sayı 17

Haziran / 2021

Yüzümdeki Tebessüm

Unutmuş çok zamandır neşe ve mutluluk belirtisi kıpırtıları. Beynim tebessümle gelen hormonla Kaygılardan arınır, gevşer bir anda. Yollar ve üzerindeki insanları görmeye başlarım. Sarı laleleri,

FOZ

Denizi ve dalgalarını, Rüzgârı ve kokusunu, İçtiğim suyu, Çalan şarkıları duymaya başlarım, Hatta içindeki müzik aletleri belirir gözümün önünde. Keman, gitar, saksafon ve diğerleri.

Bazen yüzümde kısık bir gülüş yakalarım. Yanaklarım kızarır,

Ses Dergisi

O an bir utanç sarar bedenimi,

Dişlerim hafifçe ortaya çıkar, Saçım çoktan parmaklarımın başlamıştır bile.

arasında

dolaşmaya Titrerim, kalbim de titrer, saçlarım da Korkmaya başlarım,

Kültür-Sanat-Edebiyat

Uzun süredir aynı çizgilere alışan yüz kaslarım da fark Ya yüzümdeki bu tebessüm kalıcı olursa! eder bu tebessümü. Ve insanlar anlarsa, Kalbim daha hızlı atmaya başlar, Bundan sonra denizi ve mavisini Çevremde bunu gören var mı diye kafamı kaldırır bakarım. Gökyüzünü ve bulutları, Kimsenin birşeyle ilgilendiği de yoktur aslında. Uçan kuşları farkederek yaşarsam! Bugün başka bir gün, Tebessüm var yanağımda. Gözlerimdeki ışık pırıl pırıl, Saçlarım daha parlak artık. Ya kalbim, ne kadar özlemiş, Kendini böyle şımartan bu durumu. Hep ciddi ve önemli işlerin stres ve kaygısından, Kendi asli vazifesini yapamaz olmuş.

Korkuyorum, Eskisi gibi çalışamazsam, Evime ekmek getiremezsem, Okuduğum kitapları anlayamazsam, Toplantılarımda iyi sunumlar yapamazsam Hayatın ciddi konuları üzerinde tartışmalara katılamazsam!..

Belkide sevmek ve sevilmek için cesaretini çoktan Korkuyorum, kaybetmiş. Tebessümden uzak yüzlere alışmış insanlar, Peki zihnim ne der bu hale? Harfler, rakamlar, toplantılar Yollar, hemde uzayan yollar. Sonunda başarının, kazancın olduğu kocaman hedefler.

50

Ya artık beni eskisi gibi sevmez ve ciddiye almazsa! Geceleri yıldızlara bakarak uyursam, Ya daha çok tebessüm edersem, Ya üzerimdeki bu heyecan ve mutluluk hali beni hiç terketmezse!


Haziran / 2021

Ses Dergisi Sayı 17

Korkuyorum Ne derim kendime? Ciddi günlerime, Hep aynı ritimde atan kalbime, Yüzümde keskin bir duruşa alışan çizgilere. Dümdüz taradığım ve bugüne kadar hep omuzumda duran saçlarıma... Korkuyorum, Geriye giden dudaklarım ya alışırsa tebessüme Kültür-Sanat-Edebiyat

Kim getirdi kondurdu bu tebessümü yüzüme? Dudaklarım, dişlerim, Yüzüm ve gözlerim, Hele kalbim! Hepsi birbirinden huzurlu ve heyecanlı.

Ses Dergisi

Oyun mu bu yoksa?

Korkmuyorum artık! Tebessümümü alamazsınız benden. Nasıl geldiğini, kimlerin ya da kimin getirdiğini bilmiyorum. Bildiğim en güzel şey, Tebessümün yüzüme ne kadar yakıştığı. Bana ve yaşamıma hoşgeldiğidir. Korkmuyorum! Artık bakıyor ve görebiliyorum Tebessümü bana getiren insanları. İzin verdim bana ve hayatıma hoşgelen insanlara. Ne olur, tebessümümü almayın benden!

51


Ses Dergisi Sayı 17

Haziran / 2021

Kuşlar İbrahim Yılmaz - Ahmet Emin’in kuşlarına ithafenKuşlar uçuyor ülkemde Kapalı avlulardan geçip utanarak Kimi götürüyor uzaklara ninni Kimi çeşit çeşit pilsiz oyuncak Tüyleri ıslak temmuz sıcağından

Ses Dergisi

Gökyüzü mavi, kanatları mavi Anneler baykuşun gölgesinde tutsak

Kültür-Sanat-Edebiyat

Kuşlar uçuyor ülkemde Uçurtmanın vurulduğu çıkmaz sokakta Park, boya kalemi, kaydırak çocukların Bazısı oynar demir parmaklıkta Selamla öperken anneyi bebek kokulu Çaresiz babanın soğuk penceresinden Elma şekeri, salıncak avutmaz çünkü Çocuklar üşümüş anne hasretinden Kuşlar özgürce uçamaz, yasaklı ülkemde Kanatları avcının kirli elinde Avcı kuşlara düşman, anne ve çocuklara Karanlık asrın kapısında sabahleyin Tuzağını kurmuş masmavi yokuşlara Filleri utandıran ayıplar işlenirken Kanatları alev, taşları kıştan serin Selam taşıyan kuşlar acele edin!..

52


Haziran / 2021

Ses Dergisi Sayı 17

AY YÜZLÜ BALONLAR Orçun GÜL

Ay yüzlü balonlar alacağım sana.

Uzaklaştıkça süzülür evrende, üzülürsün sonra. Kim bilir hangi atmosferi aşayım derken, patlar.

Ay yüzlü balonlar alacağım sana. Çocuksu bir mutluluğa hapsolmanı istiyorum. Bundan güzel dilek var mı dünyada? Hep aynı yaşta yaşlanacaksın…

Bir pamuk şekeri kadar pamuk olmasa da Hayatımız pamuk ipliğine bağlı değil mi? Bugün, dün olunca mı çocukluğumuzu hatırlayacağız? Seven sevdiğine ilk önce çocukluğunu hediye eder. Gerisi sadece gülmek denen eylem…

53

Ses Dergisi

Uçar gider yoksa

Kültür-Sanat-Edebiyat

Sıkı tut! Kaçırma elinden!


Haziran / 2021

Ses Dergisi Sayı 17

GUSMENA ŞAHİDİMDİR Kİ! GUSMENA S.N.

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Sus, dedi sadece. Ve bende sustum. Çünkü bunda başka yol yoktu diye düşündüm. Ama şu anda arkama dönüp bakıyorum da, ne kadar şükretsem az ‘Zaman’a. Ben ve diğerleri. Kurtuldu işte. Kurtulduk. Ve böylece bitti o zorlu günler. Elveda sarı krallığın kırmızı çiçekleri. Az taç yapmaya çalışmadım sizleri. Elveda mor sarayın turuncu biberleri. Yemekler az acı değildi sizin yüzünüzden. Elveda. … İşte yine oldu. Her yer yine karardı. Ne yapmam gerek, diye düşünmeden edemiyorum. Akaron kuşları boşuna ötmüyor desene. Adım adım ilerliyorum koca imparatorluğun altında. Zemin. Tünel. Ve sonsuz karanlık. Ya yanlışlıkla odalardan birine denk gelirsem? Bakayım denk gelir miyim? Hayır. Neden? Çünkü bu kapıların rehberi benim de ondan. Hahaha. Çıngır çıngır öten anahtarları sağ cebimin kenarında taşıyorum. En az bir kilo, o da baksan otuz tane Lekra çiçeğine bedel. Şu anahtarları bir satsam şuradan baksan bir hafta bizim krala bedel hayat yaşarım da, neyse. Memurluk bilinci. N’aparsın? Her adımda siyahın vahameti biraz daha anlaşılıyor. Nereden mi biliyorum? E, her yeri ‘Gusmena’lar basmış da ondan. Var ya, önceden kimse bilmezdi bunların kıymetini. Ahh, tabi o zamanlar ışığın bol olduğu, güllük gülistanlık zamanlardı. Bu ‘Gusmena’lardan daha kıymetli bitkiler vardı. Tabi biz öyle zannediyorduk. Yani sorulsa ‘Bu nedir?’ diye, ‘İşte öyle bir çiçektir,’ der geçerdik. Meğerse ne ahmakmışız. O büyük günden sonra, büyük karanlıktan sonra, ah

54

o perdeden sonra, sonra… Gusmena’lardan başka çiçek göremez olduk. Karanlıkta yol gösteren tek çiçek. Pırıl pırıl. Bu pırıltısından mütevellit, biz de onlara ‘’Parıltı Çiçeği’’ anlamında ‘’Gusmena’’ adını verdik. Daha doğrusu, çoook eskiler vermiş bu adı onlara. Biz de kabul ettik. En karanlık mağaralarda bile, yolumuzu aydınlatan tek çiçek, ‘Gusmena.’ Dedim ya o büyük günden sonra diğer bitkilerin forsu atınca, yer Gusmena’lara kaldı. Tabii. Ah, o canına yandığımın gelinlik sevdalıları yok mu? Oku ile Sakaronları elinden düşürmeyenlerden korkacaksın. Gider ormanın en kuytu köşesinde ormanın en vahşi hayvanın tek darbeyle yere indirip, mor kanıyla kollarına dövme yaparlar sonra da neymiş canım ben düğünümde en az yüz tane Gusmena isterimler. Hah bulursun sen yüz tane Gusmena’yı. Gündüz vakti o kadar karanlığa rağmen biz bulamıyoruz, hanımefendiler “Yüz tane Gusmena isterim!’’ diye tutturuyor. Ha bir de böyle dudaklarını öne doğru büzüştürüp de minik bir bebeğe dönmüyorlar mı? Nerede o parmaklarından akan kanla ziyafet çekenler nerede o minnoş bebekler? Neyse, bende elimde sıkı sıkıya tuttuğum üç Gusmena ile krallığın yerin altındaki gizli yollarında fink atmaya başlıyorum. Ah, Lehya. Sen olmasan kendi üzerime lanet


Haziran / 2021

Ses Dergisi Sayı 17

Elimdeki Gusmena’ları da sepetime ekleyip, ateşime biraz daha hâr verip dehlizlerde yol almaya devam ediyorum. Derken kısa bir molayı çiçekleri saymak için bahane sayıp dinleniyorum. Bakayım. Kaç tane olmuş? Doksan iki, doksan üç… doksan altııı ve bu da sonuncusu doksan yedi. E ben de

Biraz daha ilerliyorum. Kapı yarısına kadar açık. Demek bu sefer bu tarafa gelmiş zaman kapanları. İlginç. Vay sen yakalanmaya gör bu kapanlara. Çok duydum bu zaman kapanlarının muhabbetini. Krallığın altı normal değil ki, köstebek yuvası mübarek. Hay bin lanet! Her yerde bir tünel, her yerde bir geçit. Ve gizli odalar. Hah işte bu gizli odalardan birkaçında hala gizemini korumakla beraber esrarını sadece birkaç kişinin bildiğine inanılıyor. Buna inananlardan biri de elbette benim. Ya odalardan birine denk gelirsem yanlışlıkla?!. Galiba, evet, denk gelmişim. Baksana nasıl da konuşuyorlar hala. Bir tane düzgünü olmaz şu yerde. Ben olduğum sürece, tabii ki de hayır. Ohh, kendimle de iyi eğlendim. Biraz daha bekliyorum kapının yamacında. Olaya iştigal etmek niyetinde değilim. Bana dokunmayan yelona bin yaşasın. Umurumda değil. Onatra’da bir kitap ve bu kitabı yanındaki velede veriyor. ‘’Yağmur,’’ diyor Onatra. ‘’Ben Kral Onatra, kızım Lehya ve Krallığım adına Sana ve yanında bulunan arkadaşına çok teşekkür ederim.’’ Biri Lehya mı dedi?! ‘’Bu kitabın

55

Ses Dergisi

olsun, yeminle adım atmam böyle pis bir yere ya. Hepsi senin aşkından. Lanet olsun içimdeki yaratık sevgisine. Ben de az muzır değilim hani. Sen git koca krallıkta, kralın kızına âşık ol. Puhaha. Sırf kızının hatırına bana müsamaha göstermiyorsa kral, bak ben de neyim? Haklı. Ben olsam, ben de benim gibi mendebur birini kızıma damat diye almam. Sen git ülkedeki herkesi Gök halkına karşı galeyana getir, savaşa sürükle, koca ülkeyi yerle yeksan et. Sonra gel, ‘Ben kızınıza aşığım.’ de. Ama Lehya! İnan ki seni çok seviyorum. Hatta, O’nu. Evet, O’nu sevdiğimden bile çok. Evet. O’na. Nasıl da şaşırmıştı Gök halkı ama? Fiyuu! ‘’Hayır!’’ demiştim. ‘Benim seni seven. Ben sevdim seni en çok. Ben. Ben. Ben. Ya Sen nasıl benim yerime O’nu alırsın?’’ Nasıl? naSIL? NASIL!!! Neyse, en güzel intikam başarıdır. Ve seven en çok sevdiğiyle sınanır. O’nu çok seviyorum ama benim yerimi almanın ve başkasını koymanın da elbette bir bedeli olur. Oldu da... Çatur çutur nasıl yedirttim elmaları ama. Ohh, sefam olsun. Kırk yıl ayrılık size az bile. Müstahak. Tabii, canım, banane.

Sona geldim dedim de acaba bu kaçıncı son, merak etmeden de duramıyorum. Çünkü yol bitmiyor. Ben gidiyorum, gidiyorum. Yol bitmiyor, bitmiyor. Hay Benim üstüme! Güya anahtarlar bende ve rehberim bu yere. Devam beni gidi beni. Biraz daha yol alıyorum. Hadi, diyorum. Bu sefer farklı bir yer olsun. Sağı seç. O kadar yıldır yaşıyorsun şu lanet topraklarda. Hep sol, hep sol. Hiç olmadı yakarım bu dünyayı. Sağ taraf. İçim hiç rahat değil. Ne diye girdiysem bu yola. Ama baya da ilerledim. Ohh, mis! Kaybettim de. Ne o? Sesler mi geliyor yoksa? Evet. Hem de, biraz daha dikkat ediyorum. Evet, hem de Onatra’nın sesi bu. Kral Onatra. Lehya’nın babası Onatra. Benim müstakbel kayınpederim Onatra. Kendisini gram sevmediğim mübarek adam. Lakin yanında biri daha var muhakkak ama ben tanı(ya) mıyorum. Mutlaka duymuş olmalıyım bu sesi. Ama nerede? Zaman ile mekân arası, Kalû Belâ’da. Eveeett. Gök halkı arasında baya muhabbeti dönmüştü de şu benim yerime geçecek olanın inşası sırasında. Her yer vıcık vıcık toz, toprak, çamur olmuştu. Iıyyhhh, iğrenç. Hiç Gök halkına yakışır yaratık mıydı o ya? Hah, şimdi dünyada çok görürler O’nu. Neyse, o inşa sırasında bazı sesler duymuştuk. Evet, O. Orada duydum bu sesi. Benim ismimle yan yana. Kısa bir süreydi. Daha başka sesler de vardı. Ama. Neyse. Hatırlıyorum bu veledi.

Kültür-Sanat-Edebiyat

tünelin sonuna vardım sayılır. Ne olacak şimdi? Lehya. Çatlak kız! Hadi iyisin, iyi. Seni seviyorum.


Ses Dergisi Sayı 17

Haziran / 2021 ehemmiyeti kelimelerle kifayet edilemez, maalesef. Ve bu kılıç, adıyla yaşasın ‘Gazap’, daima seninle olmasını umarım. O bir Gazap, sende biliyorsun ki onu koruman gerekir. Hiçte iyi niyetlerle kullanılma…’’

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat

Konuşmayı şen şakrak bir ses bölüyor. Aman ben! İçim kıpır kıpır oldu. Cıvıldamıyor da şakıyor! Lehya. Endamıyla, yüzündeki gülüşüyle, ellerinde tuttuğu bir demet Gusmena’sıyla seke seke gidiyor, Yağmur’un boynuna atlıyor. Sımsıkı sarılıyor. Yanağından da mı öptü O?!. Bir şey geliyor sırtımdan boynuma doğru. Ipıl ıpıl ılık, yok hayır, alev alev sıcak, içimdeki dumansız ateş kor alıyor. Dişlerimdeki gıcırtılara engel olamıyorum. Avuçlarımın içleri kaşınıyor, dayanamıyorum. Gözlerim. Gözlerim. Kapatsam bile görmeye devam ediyorum. Belli belirsiz ‘Lehya.’ diyorum. Ama Lehya hala Yağmur’un yanında ona ışıldayan gözlerle bakmaya devam ediyor. Ben dayanamıyorum. ‘’Lehya!’’ diyorum bu sefer. Herkesin bakışları bana dönüyor. Onatra’nın bir kaşı kalkmış, muhtemelen ‘Bu Damat bozuntusunun da ne işi var?’ diyordur. Yağmur çoktan kitabı koynuna saklamış, Gazap kılıcını havaya kaldırıp savunma pozisyonuna geçiyor. Lehya. En şaşkınları O. Bir, elindeki Gusmena’lara bakıyor bir Yağmur ile Babasına bir de bana. ‘’Azazil Aşkım!’’ Bir adım atıyorum içeriye doğru. Ayaklarımdaki titreme geçiyor. Bir adım daha atıyorum. Tüm bedenim şu ana ‘hapsoluyor.’. ‘Zaman’a kapılıyorum. Bu oda beni ‘bu ana’ mahkûm ediyor. Ne geçmiş ne gelecek. Sadece şimdi. Gelecekten gelen Yağmur ve geçmişin yitik evladı ‘Ben.’ Ama gözlerim de Lehya’da. ‘’Lehya…’’ diyorum. ‘’Bunu nasıl yapabildin? Ben ya, ben. Benim seni seven. Sadece Ben!’’ Lehya şaşkın, kırılmış ve gururlu. Söz hakkı bile tanımadan direkt Yağmur’un üzerine üzerine yürüyorum. Ne Lehya kalıyor gözümde bu sefer ne de Onatra. Bir tek O. Benim ilk ve tek aşkım. O. Beni yer halkının zulmetinden kurtarıp da kendi yanına alıp yetiştirip büyüten, O. Beni en iyi makama getiren, O. Sonra o’nu yaratan, O. Benim yerime o’nu geçiren, O. Ve O’nu çok seven ben. Lehya’nın öpmediği ben. Benim yerime Yağmur’u öpen Lehya. Benim yerime o’nu seven O. Daha fazlasını ne düşünebiliyorum ne de aklım alıyor. Ayaklarım kendiliğinden hareket ediyor sanki. Yağmur’a doğru yürüyen ben değilim sanki. Onatra’nın askerleri çağırışı bile kulağımda vınlayıp geçiyor sadece. Yağmur son bir gayretle Gazap’ı bana doğru indirmeye kalkışıyor. Ama, hey yavrum hey. Sem kim, ben kim? Senin gücün kuvvetin kime, ne kadar? İçimdeki Dumasız alev, daha bir hâra vuruyor kendini. Toprağın,

56

ateşe üstünlüğü nerede görülmüş? Tek bir hareket, Gazap elimde. Gazap deli. Gazap huzursuz. Gazap beni istemiyor. Ama Gazap artık benim elimde. Benimle artık, herkesin üzerinde. Sımsıkı kavrıyorum Gazap’ı. Tek bir darbe, Yağmur’un işi tamamdır. Lakin işler hiçte tahmin ettiğim gibi gitmiyor. İndirdiğim Gazap darbesini, maalesef Lehya alıyor. Göğsü baştanbaşa kan. Yerde yatıyor. Yağmur’a bir şey olmasın diye, Yağmur’un önüne kendini zırh yapıyor. Yağmur’u kenara itip, kendi yaralanıyor. Yağmur için, kendi canından oluyor. O, o’nun için beni kovuyor göklerden. Ben onları çok sevmeme rağmen kimse beni sevmiyor. Yerde Lehya. Askerlerin seslerini duyabiliyorum. Yaklaşıyorlar. Yağmur, çoktan gitmiş. Burası zaman kapanı. Buranın zamanı ‘Şimdi.’ Ve yerde Lehya. Sonsuza kadar hep, ölümü tadacak. Elinde tuttuğu Gusmena’lara bakıyorum. Lehya, bu sonsuz karanlıktaki gecemi aydınlatan umut ışığım. ‘Lehya, Işığım.’ Ve ışığım yavaş yavaş sönüyor. Demetten bir tane Gusmena alıyorum elime. Lehya’nın saçlarını kulağının arkasına alıp Gusmena’yı oraya koyuyorum. ‘Işığın hiç sönmesin, Lehya. Gusmena pırıltıları dolsun yüzüne.’ Bir tane daha Gusmena alıyorum elime. Askerler, duyuyorum. Buraya doğru gelmekteler. Onatra bir el darbesiyle beni itmek istiyor. Ama nafile. Bir elimde Gazap, diğer elimde Gusmena. Alev alev olmuş gözlerle Onatra’ya bakıyorum. Aynı zamanda, geri geri adım atıp kapıya doğru gidiyorum. Tekrar Lehya. Ve son kez Onatra’ya bakıp kapıdan çıkıp gidiyorum. Küllenen bu savaşı tekrar ateşe vurdunuz. Evet, hepsi sizin yüzünüzden. Ben çok sevdim. Siz hiç sevmediniz. ‘Ben,’ diyorum. ‘Ben, ben. Sadece ben.’ Bu savaş burada bitmedi. Bitmedi, bitmeyecek. O güne kadar, o son güne kadar, bana verilen mühlete kadar, en sevdiklerinizle ve en sevmediklerinizle, yani kısacası ‘SİZ’le, kendinizle bizzat ben, ben, ben savaşacağım. Bu savaş bir ömür ‘SİZİN’le olacak. Asla unutmayın bunu! Asla! ‘Şeytan Severse’ nasıl olurmuş, bunu her bir yaratılmışa göstereceğim, yaşatacağım. O’nu bir tek ben sevdim. En çok ben sevdim. Hep sevdim. Ve... İşte bu, Gusmena şahidimdir ki! Ben hep sizinle olacağım? Peki ya siz kiminle olacaksınız? ……… ___ Cenk Enes Özer – Şeytan Severse, adlı eserinden hayran kurgu yapılarak yararlanılmıştır.


Ses Dergisi Sayı 17

Kültür-Sanat-Edebiyat

“Ben bu romanı bitirdikten sonra büyücü Mehmed’in büyülerinden uzun bir süre kurtulamadım. Romanı, Memduh Selim Bey’le yaşadım. Ona bir dost oldum, onu yeniden yarattım, ona kızdım, ona üzüldüm, onu küçümsedim, onu bir kahraman gibi de yaşadım. Ve Mehmed’in romancı, büyücü, gücüne varmaya çalıştım. Sonunda dedim ki, büyük bir yetenek, Mezopotamya’nın yaşayan en eski dili olan zengin Kürt dilinden böyle bir roman bir halk için mutluluktur.”

Ses Dergisi

Haziran / 2021

YAŞAR KEMAL

57


Haziran / 2021

Ses Dergisi Kültür-Sanat-Edebiyat 58

Ses Dergisi Sayı 17


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.