Ses Dergisi Nisan Sayısı

Page 1

Ses Dergisi

Nisan / 2020 - SayÄą 8

1


Yaz Kalem MECİT ÖZDEMİR

Editörden Bir Romanın Serüveni ŞERİF AYDIN

Yazar Natalie Morrill ile Röportaj ŞERİF AYDIN

Çocuk Olmak ACEMİ SEYYAH Bot Hikayesi ÜLKÜ ÇETİNKANAT Babam DİLARA Ben HANDAN TUNÇ

Kim Bilir MİHMAN Zaman ve Zeminin Resmi SEYFULLAH SACİT

Bir Pazar Rüyası SİNEM DER Kİ

Sağanak ESRA DOLUNAY Atalarımızın Mirası YASEMİN TATLISEVEN Ümit Kokan Çiçekler DENİZ BARIŞ Engel Olamayacaksınız SEYFULLAH SACİT Hayallerim Kadar Varım Ben NİLSU Uzun Uzun Yollar ZEYNEP GÜR Muhacir Huri HÜSN-Ü SUNA

Hesaplaşma KATRE Coronavirüs YASEMİN TATLISEVEN Kendimize Sefer HÜSEYİN ODABAŞI Rüya ZEYNEP GÜR Son’lu Dünya Rabia K. Sineklerin Tanrısı (Kitap Değerlendirme) ESRA DOLUNAY


Ses Dergisi

Editör Yazısı

G

üzel dostlar, Baharınız kalplerin de baharı olsun. Özlemlerin, eriyen karlar gibi bitmesi umuduyla Nisan ayı sayımızla merhabalar. Şaka maka sekizinci sayıya geldik, ve hemen hemen yazarların hiçbirini görmemiş olsak da isimleri, şiir ve yazılarıyla aile olduk. Öncelikle ilk günden beri hemen her sayıya yazı gönderen yazar ve şairlerimize teşekkür ediyorum. Bu sayımızda da yine bir kapak dosyamız var. Kanadalı yazar Natalie Morrill. Kendisini dosya çalışması olarak seçmemizin sebebi The Ghost Keeper romanının günümüz Türkiye’si ile yakından ilgili olması. Hitlerin yaşattığı zulmü aratmayan Anadoludaki sıkıntılar gibi sıkıntıları 1935’lerde Viyana’daki Yahudiler yaşamış, acılar çekmiş, ölümlere şahit olmuşlar. Natalie bu kareleri romanlaştırmış. İngilizce okuma imkanı olanlara hararetle okumalarını tavsiye ediyorum. Dergimizin başından beri sosyal medya koordinasyonunu sağlayan Mavi rumuzlu arkadaşımız bu aydan itibaren aramızdan ayrıldı. Sosyal medya hesabımızdan duyurmuş ve şimdiye kadar ki çalışmalarından ötürü teşekkür etmiştik, burdan da tekrar teşekkür ediyor, emeklerinin hep hatırlanacağını söylemek istiyorum. Bu sayımızın diğer sayılardan farkı bir röportajın yer almasıdır. Bundan sonra da imkan oldukça buna benzer röportajlarla karşınızda olmak istiyoruz. Mayıs sayımızda “Özgürlüğün Bedeli” konusunu işleyeceğimizi şimdiden duyuruyoruz. Uzak ve yakın tarihin sayfalarında kaleminizi gezdirirken bazen Sibirya sürgünlerine gidin ve Rus büyük yazarlarını okuyun, bazen işçi ihtilallerine gidin ve Batı’nın klasiklerini okuyun. Zenci hareketlerinden doğan sanat akımlarını ve Meksika başta olmak üzere Kuzey Amerika’da toplumsal hareketlerin simge kalemlerini okuyun, derim. Okuyup okutan, yazıp yayan ve seslendirip düzenleyen herkese kucak dolusu selam ve sevgilerle. İyi okumalar. ŞERİF AYDIN

Nisan / 2020 - Sayı 8

SES DERGİSİ Aylık Kültür - Sanat - Edebiyat Dergisi Ses Dergisi İmtiyaz Sahibi: Şerif Aydın Genel Yayın Yönetmeni Şerif Aydın Yayın Editörü Hilal Görgülü Esra Dolunay Yayın Heyeti Seyfullah Sacit Hilal Görgülü Ekrem İnan Şerif Aydın Esra Dolunay Yayın Türü Uluslararası Sürekli Aylık Baskı Türü Dijital Dijital adres: www.issuu.com/enesengin iletişim: www.sesdergisi.ca Facebook: @sesdergisicanada Instagram: @sesdergisikanada Twitter: @sesdergisi_ca www.youtube.com/sesdergisikanada E-mail: sesdergisicanada@gmail.com Adres: Ottawa, Kanada Dergide yer alan yazıların yayın hakkı Ses Dergisine aittir. Yazılar, kaynak gösterilmeden paylaşılamaz. Dergide yer alan tüm yazıların kanuni mükellefiyeti yazara aittir.

3 B

u


Ses Dergisi

Nisan / 2020 - Sayı 8

Bir Romanın Serüveni ŞERİF AYDIN

N

atalie Morrill, Kanadalı yazar. Genç bir kız olarak Avusturya’nın Viyana kentinde yaşıyordu. Şehirde duvarlarla çevrili, yaprak ve kırık camlarla örülü ve dikenli tel ile korunan büyük bir Yahudi mezarlığını hatırlıyor. İçine göz atıyor ve bu terk edilmiş istirahatgaha karşı bir merak uyanıyor içinde. Gördüğü bu kare, Josef Tobak, karısı Anna ve ailesinin geri kalanının hikayesini anlatan ilk romanı The Ghost Keeper’ın öyküsü olacaktı ilerde. Tobaklar Yahudi. İk inci D ünya Savaşı’ndan önceki yıllarda, Viyana ve tüm Avusturya Yahudiler için tam olarak güvenli bir yer değildi. Avusturya, Hitler’in doğum yeriydi ve bilindiği üzere 1937’de Hitler, iki dev müzik üstadı Mozart ve Haydn’ın ülkesini ele geçirdi. Az bir zaman sonra Hitler, Anschluss olarak bilinen ilhak ile 1938’de Almanya’ya ilhakını sağladı. Böylelikle Hitler ve Nazisi Viyana’ya girmiş oldular. Tarihin en acı tablolarından biriydi bu devir, çünkü Viyana Yahudileri için bu zor ve ölümcül yılların başlangıcıydı. Bu zaman zarfında toplu katliamlar, ölüme mahkum edilen insanlar ve onlardan geri kalan sahipsiz mezarlıklar gözle görünebilecek izlerdi. İşte bu devirden kalan o eski Yahudi mezarlığı Natalie

4

Morrill için ilgi çekici bir hatıra olarak göze çarpar. Natalie bu sürede babasının diplomatlık görevinden dolayı Viyana’dadır. Bir konuşmasında o kareyi şöyle anlatır: “Ailemden birinin beni duvardan, görmem için yukarı kaldırdığını hatırlıyorum. Bütün mezar taşları yıkılmıştı; duvar ve taşlar asma yapraklarıyla örtülüydü. O zaman bana neden kimsenin mezarlıkla ilgilenmediği, neden onların dikenli tellerle ile çevrili olduğu anlatılmıştı. Holocaust’un ne olduğunu anlamaya başladığım zamandı.” Devam eder Natalie, “Bu ihmal edilen mezarlar çarpıcı bir fotoğraftı benim için. “Mezarlık hakkında düşünme ve ölenlerin mezarlarıyla ilgilenme” ne anlama geliyordu? Bu gibi sorular, hikayenin tohumlarıydı.” Bu fikir, onda, British Columbia Üniversitesi’nde yaratıcı yazarlık (Creative Writing) eğitimi alırken yeşerir.

N

atalie Morrill, British Co yaratıcı yazarlık alanın Kurgusal öykü ve şiirleri Ka lanan yazarın yazdıkları ay Prize anthology isimli antolo Ottawa’da yaşamını sürdür The Ghost Keeper, 2018’de arasında çıktı. u roman, hayatta kalma seçimler ve bizi tanımla adaşlarla güçlü bağlantılar h 1930’larda ve 40’larda Viya roman, dokunaklı bir aşk h en bir dostluk üzerine odakl (kısa ve uzun türler) yanısır senaryo, tiyatro için yazı ve onel bir yazar. Sadece yazm aynı zamanda bu alanlarda atı’da “yaratıcı yazarl Creative Writing alanın menin yanısıra inanç teme log onun bir başka ilgi alan ve sanat dergisinde Kurgu yürüten Morril Genel Yayın

B

B

“Romanın ilk girişi olacak kısmını okulda kurgu çalışması sırasında yazdım. Bunu devam ettirebileceğimi düşündüm çünkü bu ilk bölümü yazarken Josef ’in sesini farketmeye başladığımı hissettim. Sınıf arkadaşlarımın tepkisi olumluydu ve bu, onu Yüksek Lisans tezi için bir romana dönüştürme fikrine yol açtı.”

“Bir danışman olmadan üstesinden gelebileceğim bir kitap olduğunu düşünmüyordum.” der Natalie. Danışmanını bulur: Rhea Tregebov. Romanı yazma aşamasında danışmanının etkisini anlatırken der ki “Çok cesaret vericiydi ve bu benim için büyük bir faktördü. Yahudi muktesebatıyla da konuşabiliyordu,


Ses Dergisi

Nisan / 2020 - Sayı 8

çünkü böyle bir geçmişi vardı. Birçok hatırayı edit etti. Beni cesaretlendirme işinde ve aynı zamanda olayları adil, hakkaniyetle ele alıp almadığımı ortaya koyması açısından da cidden çok iyiydi. İhtimal ki tek başıma yapamayabilirdim.”

olumbia Üniversitesi’nden nda MFA sahibi bir yazar. anada dergilerinde yayınynı zamanda The Journey ojiye dahil edildi. Kanada ren Morril’in ilk romanı HarperCollins yayınları

ak için yaptığımız korkunç ayan topluluklar ve arkhakkında güçlü bir hikaye. ana’da geçen bu kapsamlı hikayesi ve ihanet ile bitklanıyor. Edebi kurgunun ra, ayrıca çocuk edebiyatı, e şiire odaklanan profesymakla yetinmeyen Natalie a eğitim veriyor.

lık” diye isimlendirilen nda yazma ve eğitim verelli danışmanlık ve diyanlarıdır. Amerikan inanç u Editörlüğünü vazifesini n

“Mastır’a başladığımda, tezim olarak bir dizi kısa hikaye yazacağımı hayal etmiştim. Ama açıkça söylemek gerekirse bu hikaye bir roman olmalıydı.” diyor Natalie. Her nekadar hikaye serisi planı olsa da roman nihai kararıydı. “Önce Josef ’in karakteri ortaya çıktı. Erken yaşta, gaybubet yaşayacağı ve onun için sıkıntının ailesinden ayrılması konusu olacağı açıkça belirginleşti,” diyor. Romanın ilerki sayfalarında Josef ’in Hitler zulmünden kurtulmak için ailesinden bir süre ayrı yaşadığını sonra Yahudi olmayan bir arkadaşının yardımıyla ülkeyi terkettiğini görürsünüz. Önceleri ona yardım eden bu arkadaşı daha sonra Nazi Partisi üyesi olur.

“Örneğin böyle bir durumda affedicilik ne kadar öteye taşınabilir? Bu acı hatıralarla ne yaparsınız? Travma yaratan bir şeyden sonra anlamlı bir hayat yaşama olasılığı nedir?” Bu sorularda roman kahramanı Josef ’in ruhunu yakalayan bir yazar profili bulabiliyorsunuz Natalie’yi dinlerken. Devam ediyor Morril, “Bir amaca hizmet etmek için mi karekte rl e r y ar att ı m , bilmiyorum. Amacım onların gerçek görünmelerini sağlamaktı. Fikir burdan çıktı.” Romanın merkezindeki mezarlığın bir yansıma, dinlenme ve sığınak yeri olduğuna inandığını söylüyor, yazar ayrıca ve devamında, “Mezar için “karanlık bir yer” demek istemiyorum. Sanırım böyle düşünmenin bir sebebi, ölümün bir gerçek ve mezarlığın anlam taşıyan bir yer olmasıdır.”

Morrill hikayeyi devam ettirmek ve romana dönüştürmek için çok araştırma yapar. Bunların bir kısmı nispeten kolay bulunabilecek hatıralardır. Bunlar ona insanların büyük olayları nasıl hatırladıkları hakkında bir fikir verir.

“Holocaust’tan sağ kurtulanlar sevdiklerinin nerede durduğunu gerçekten bilmiyorlar. İnsaniyetin son parçası onlardan alındı.” diyor, hayıflanarak.

Konuşma arasında bir konuya da açıklık getiriyor Morrill: Romanının kurgu olduğunu söylüyor ve ekliyor, “Karakterlerden hiçbiri gerçek hayattaki insanlar değil. Gerçek insanların unsurları var, ama hiçbiri hayattan alınmıyor.” Edebiyatçının görevi de bu değil miydi zaten? Tarihi gerçekleri yazarken bile herkese mal etme adına onu mahallilikten kurtarmak. Morrill, bu süreci araştırırken kafasına soru üstüne soru geldiğini hatırlatır ve Hitlerin zulmüne işaret ederek der ki:

Morrill, biraz durup düşündükten sonra şunu ekliyor: “Mezarlar daha derin sembolik anlamlar alır. Sonunda Josef taşıdığı yük ile var o l manın bir yolunu buluyor.” Saygı duyulacak hassasiyetini ise şu ifadesinde buluyorsunuz. “Romanı yazmak “materyale saygı duymamı ve ondan bunalmamamı gerektiriyordu. Sesi doğru yakalamak ve karakterlerin net ve anlaşılır olduğundan emin olmak için birçok taslak vardı. Konuyu en

Tek bir umut oluyor elinizde, mezarlığın varlığı. Bunu düşündüğünüzde bir mezarlık, bir topluluğun devamlılığını temsil eden umutlu bir yer.

5


Ses Dergisi

uygun şekilde ele aldığımdan emin olmak istedim.” Sona doğru, “Anschluss, utanç verici ve korkunçtu” diyor Natalie ve ekliyor “İnsanların bundan nasıl kurtulduğu ve sonrasında bununla nasıl başa çıktığı, bu kitabın hikayesini oluşturuyor.” Natalie Morrill Hayalini gerçekleştiriyor ve tezini bitirip teslim ediyor. Kitabı, The Ghost Keeper, 2015 HarperCollins / UBC En İyi Yeni Kurgu Ödülü’nü kazanır. Roman kısa süre sonra da kurgu dalında Kanada Yahudi Edebiyat Ödülü’nü kazanır. Birinci senesinde iki ödül alan bu kitabını tarihe ışık tutan bu romanını okumanızı

tavsiye ediyorum. Natalie Morril mi? Şu aralar yeni bir romanı üzerinde çalışıyor.

6

Nisan / 2020 - Sayı 8


Ses Dergisi

Nisan / 2020 - SayÄą 8

7


Ses Dergisi

Nisan / 2020 - Sayı 8

Yazar Natalie Morrill ile Röportaj ŞERİF AYDIN “Birileri bu kitabı okuduğunda bugün konuştuğumuz şeylerin 1935 yıllarında konuşulan şeylere tuhaf bir şekilde benzediğini görecek. ‘Lütfen, lüften’ diyorum, ‘şu zamanda daha öncekilerin gittikleri yoldan gitmediğimizden emin olun.”

Ş

erif Aydın: Yazarların roman ve hikayelerdeki karakterlerde genellikle kendileri de vardır. Birçoğunun çocukluk dönemlerinin izlerini eserlerinde bulmak mümkün. Sanırım sizin romanınız da erken yaşlarda gördüklerinizin etkilerini taşıyor, çocukluğunuzdan biraz bahsedebilir misiniz? Natalie M: Genel itibariyle, çocukluğumun erken dönemlerinde diplomatik bir ailede büyüdüğüm için birkaç farklı ülkeye taşındık. Vancouver’da doğdum ama sonra Jamaika’da yaşadık, ardından Yeni Zelanda’da yaşadık ve sonra da Avusturya. Sanırım Avusturya önemli bir zaman dilimi, en azından ilk romanım için önemli bir zaman dilimi çünkü romanım Avusturya’da yaşadığım bir şehirde geçiyor. Avusturya’dan sonra Kanada’ya geri döndük ve liseyi Kanada’da bitirdim, bu yüzden kesinlikle Kanada’yı ev gibi hissediyorum ama gençken yurtdışında yaşıyorduk. Şerif A: Romanınız Viyana’da geçiyor, kurgunun özellikle çocukluğunuzu yaşadığınız Viyana’da geçmiş olmasının özel bir sebebi var mı? 8

Natalie M: Aslında, romanın geçeceği yerle ilgili karar verme çabam var mıydı, bilmiyorum. Hikaye, Viyana’da, terk edilmiş Yahudi mezarlıklarına bakan bir adam ile ilgili. Aklımda kalan ve kalbime çok dokunmuş olan Viyana mezarlıklarının özellikle birinin, bir resmini kafamda, hafızamda tuttuğumu düşünüyorum, romanımdaki bu karakter burdan çıktı ve sonra hikayesi ordan devam etti… Şerif A: Aslında her yazara sormak istediğim bir soruyu size de sormak istiyorum. Yazma faaliyeti ile ilgili özel bir takvim veya zaman ayarlamanız var mı? Natalie M: (Gülüyor) Yazma ile ilgili bir planım var mı, muhtemelen birden fazladır. Aslında ben, gerçekten, yazmak için zaman peryodunun geniş olmasını istiyorum ve öyle seviyorum. Ama sanırım bunu aşmalıyım. Genellikle en az birkaç saatlik (yazmak için) özel ayrılmış zamanları arıyorum, bu yüzden iş takvimimin dolu olduğu zamanlarda yazma işinde pek iyi olamıyorum. Genellikle tüm bir akşamımın veya sabahımın boş olduğu zamanları gözetliyorum veya çalışmadığım günler olursa tüm bir öğleden sonra gibi bir zamanı ayırabiliyorum. Sanırım hayatımın çoğu zamanını yazmaya ayırmanın bir lüks olduğunun farkına vardım, çünkü bir işyerinde (akademisyenlik) düzenli çalışma saatlerim var. Ama sürdürülebilir bir yazma faaliyeti için sanırım kendim zaman icad etmeyi öğrenmem lazım. Yarım saatlik, bir saatlik periyodlar veya sabah biraz erken uyanıp bi şeyler yapma gibi... Bu da biraz zor gibi çünkü uzun projeler için (hikaye ve roman) yaklaşık yirmi dakika kendimi hikayenin ve karakterlerin dünyasına göre hazırlamaya çalışıyorum. Sanırım böyle bir aşamada biraz daha uzun zaman dilimlerine ihtiyacım oluyor. Şerif A: Sizin aynı zamanda şairlik tarafınız da var ve şairlerin mantıktan çok duygusal


Ses Dergisi tarafları daha güçlü. Şunu merak ediyorum, romanı yazarken şairlik yani duygusal yönünüzü kullandınız mı, bir de sanırım romanınız için seçtiğiniz konunun tarihsel bir geçmişi var? Natalie M: Evet, ilginç. Şunu demek istiyorum, bu kitabı ortaya çıkarmak için sanırım elimde ne varsa bunların tamamını kullandım. Çünkü senin dediğin gibi, kesinlikle bir taraftan tarihi bir konuyu işliyor ama sadece tarihteki sıkıntılı bir konuyu değil bir de tarihte çok dehşet ve endişe verici olaylar dizisini işliyor ki bunlar hala hafızalarda yaşayan vakalar. Haliyle bu mesele doğrulara ulaşma ve bir hikayeyi anlatırken o sorunları yaşayan insanlara neler olduğuyla ilgili karışıklığa düşmeme benim için önemliydi. Ama aynı zamanda bu kitabı yazarken benim için çok önemli bir şey, sanırım bir ses ve onu başaran bir form bulmuş olmamdı. Bu kitabı okuyan insanlar için muhtemelen oldukça dikkat çeken bir şey, anlatımın birinci kişi ile üçüncü kişi arasında değişmesi, gidip gelmesi. (Bir taraftan da yaratıcılık dersi verdiği için ona gönderme yaparak bir hatayı itiraf ediyor) Aslında bu kısmı yaratıcı yazma tekniklerini öğretiyorsanız insanlara asla yapmaması gerektiğini söylediğiniz bir şey. (Mahcubiyetle tamamlıyor.) Bir çeşit hataydı. Ama bununla bi şeyi anlamaya çalışıyordum, kendisi bir hikayeyi nasıl anlatacağını anlamaya çalışan bu karakteri yakalamaya çalışıyordum. (Bir kahraman) bir hikayeyi anlatmakta gerçekten zorlanıyorsa, belki olay kendi başına gelmiş biri, yani birinci kişinin ağzından değil de başka birine olmuş gibi anlatmayı deneyebilirdi. Bu şekildeki değişim etkisi (olayın bazen birinci kişinin ağzından bazen üçüncü kişinin ağzından anlatılması) belki biraz daha şiirsel tarafa yönelmiş olup direk tarihle uğraşmamış oluyor. Şerif A: Yazma sürecinizle ilgili bir konuyu merak ediyorum, aynı sayfayı birden fazla kez yazdığınız oluyor mu? Natalie M: Muhtemelen her sayfayı birden fazla kez yazıyorum, yani bazı noktalarda demek istiyorum. Sanırım bu, tüm sayfada ne yazmayı düşündüğünüze bağlı, ancak yine de çok fazla revizyondan geçiyorlar ya da en azından benimkiler öyle oldu. Bir kitapta birden fazla kez yazmadığım birkaç bölüm var. Az olabilir ama öyle, mesela giriş kısmı az veya çok ilk yazdığım gibi duruyor. Çoğu zaman da bir bölümü yazıp bitirdikten

Nisan / 2020 - Sayı 8 sonra “iyi değil” deyip tümüyle siliyordum, evet, sonra tekrar başlıyordum. Şerif A: Romandaki karakterlerle ilgili bir şey sormak istiyorum. Roman, “Holocaust -Yahudilerin Hitler tarafından uğradığı soykırımsonrası Yahudi bir adam, Josef, ile eşinin hayatını konu ediyor, bize Joseph’i anlatır mısınız? Natalie M: Evet o yüzden kitabın ana karakteri, tüm hikayenin onun bakış açısıyla anlatıldığı bir karakter. 1909’da doğan Yahudi bir adam. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce büyüyen, Birinci Dünya Savaşı sırasında erişkin yaşa geliyor ve daha sonra savaşlar arası dönemde yaşlanıyor. O zamana göre de çok sıradan bir hayatı var, babasının çalıştığı aynı şirkette çalışıyor, evleniyor, bir çocuğu var, genel olarak politikaya karışmıyor. Sanırım ona has olan bir özellik, Viyana’nın ihmal edilen Yahudi mezarlıklarına olan bağlılığıdır. O, mezarlıklara kendini ilk verdiği zamanlarda ihtimal ki mezarlıklar ihmal edilmemişlerdi, birinci dünya savaşından sonra ve Yahudi toplumuna yapılanlardan sonra oldu. Ama Josef manevi yönünü keşfetmeye başlayınca ve Yahudi kimliğinin inanç yönünü tekrar keşfedince Viyana’daki mezarlıklarla irtibatı başlıyor ve onlara çok bağlanıyor. Her şeyden önce Anschluss olayı, Nazi Almanyası Avusturya’yı ilhakı, vuku bulunca Josef ve karısı Avusturya’dan kaçabilmek için ayrı yaşıyorlar. Joseph’in Yahudi olmayan bir arkadaşı Friedrich onlara yardım ediyor, bu daha sonra Nazi partisine katılıyor. Onların kaçmasına yardım ediyor. Ve daha sonra kitapta, arkadaşının ne yaptığını ve savaş boyunca arkadaşının neye dönüştüğünü ve savaştan sonra büyük ölçüde ölülerle olan bağı nedeniyle Viyana’ya döndüğünü görürsünüz. Ve bir şekilde geri dönüp birinin bu olayları hatırda tutması gerektiğinden emin olma fikri, ve gerçekleşen bu ihanetlerle yüzleşmek zorunda kalma. Kitap, hatıralar ve ölümle mücadeleyi anlatan 9


Ses Dergisi

bir kitap olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden elbette genel bağlamda sadece doğal anlamda ölüm değil, toplu katliam gibi ölümler maalesef. Hatıralar, ölümler ve acılarla ilgili sorularla ilgileniyor ve ayrıcı bazı düşünceleri hatırlama, geri getirme, gündemde tutma gayreti… Josef ’in öyle bir görevi var, ölenleri, ruhlarını canlı tutma, hatırda tutma… Şerif A: Yazarlar toplumda tanınan önemli figürlerdir. Yine bu soruyu da gördüğüm her yazara sormak istediğim bir soru olduğu için size de sormak istiyorum. Bir yazar olarak toplum içinde bir rolünüz, topluma karşı bir göreviniz olduğunu düşünüyor musunuz? Natalie M: Sanırım var, ama bunu söylemekle Holocaust ile ilgili 2018’de Kanada’da kitap yazmış biri olarak önemli biri olduğum şeklinde bir hisle öne çıkmak istemiyorum. Ama kesinlikle, (yazarlık) her şeyden önce bana hatıraları canlı tutma imkanı verdiği kesin. Kitaplar, insanların yaşadıkları ve çok çabuk unutulup gidecek bu olayları en etkili bir şekilde yaşatma yoludur diye düşünüyorum. Bu noktada kurguda bile bu anıları canlı tutmak sanırım değerli bir hedef. Kitabı yazdığım zamanlarda bir taraftan da araştırma yaparken Holocaust olaylarından önce meydana gelmiş birçok retorik olay bana ürkütücü gelmişti, ve bunların birçoğu bana tanıdık gelmişti. Ve hatta sanki bazı söylemleri, siyasette, Kuzey Amerikada bile duymuşum gibi gelmişti bana. Belki anaakım siyasette değil, ancak onlarca yıl ikinci Dünya Savaşı olaylarına yol açan konuşmalara garip bir şekilde benzeyen çeşitli tarzda konuşmalar vardı. Birileri bu kitabı okuduğunda bugün konuştuğumuz şeylerin 1935 yıllarında konuşulan şeylere tuhaf bir şekilde benzediğini görecek. Lütfen lüften diyorum, şu zamanda daha öncekilerin gittikleri yoldan gitmediğimizden emin olun. Bunun bir tür uyanış için çok yararlı olabileceğini düşünüyorum. Bu tür duyular geçmişte de çok farklı değildi. Şimdi de insanlar aynı insanlar, siyaset kesinlikle benzer sonuçlar üretebilir. (DEVAM EDECEK...)

10

Nisan / 2020 - Sayı 8


Ses Dergisi

KİM BİLİR!

Nisan / 2020 - Sayı 8

Mihman

Kim bilir Hazan yelinin yerine kışın ayazı gelince Karlar etrafta savrulup ağaçlar titreyince Belki bahara daha çok inanırız… Kim bilir Görüntün kaybolup sesin gidince Simanın her zerresi zihnimden göç edince Suretlerde seni aramaktan vazgeçince Belki kendimle buluşurum Kim bilir Zamana meydan okumaktan vazgeçince Mekânın içinde kaybolmayı seçince Kabahati senden çok bende bilince Belki geleceğe daha ümitli bakarım Kim bilir Göç edince memleketimden Varınca yeri bilinmeyen menzile Soğuk bir kış günü geçtiğim nehirden Belki bir gün bahsederim kendimden Kim bilir Yalnızlık alın yazımla birleşince Tek başıma kalıp sessizce gidince Gözlerin göremediği âleme erişince Belki bir gün beni hatırlarsın Kim bilir Kalbimin içinde ağlayan çocuk Gönlümde ırmaklar var gözlerime akan Olmak veya sahip olmak arasındaki uçurum Kendinden geçmenin eşiğinde bir adam Belki sakince her şeyi izliyordur...

11


Ses Dergisi

ZAMAN VE ZEMİNİN RESMİ

D

ün bir vakti doldurduk. Bugün başkasını... Kaçıncı ikindi bilemiyorum. Saymadım. Bir parkta, kamelya da, oturmuş düzenlenmesi gereken yazıları gözden geçirirken zaman denilen olguyla olan savaşımdan galip çıkamayacağımı düşündüm. Bir anne, ikiz çocukları… Yıllarca özlemini çektiği çocuklarına kavuşması an meselesiyken bir anda kendini zindanın soğuk dehlizlerinde buldu. Nur ile Hayat’ı birleştiren ismi iki cana hayat olacakken zindan karanlığına gömüldü o iki can. Nur ve Hayat gitti. Şimdi serbest o anne… Ama kime göre neye göre? Bir mütefekkir. Hayatının elli yılını hak ve hakikate adamış bir münevver. Bir sosyolog olarak örnek aldığım 3. Paragraf “âbide”bide şahsiyetlerden. Bir bakıma Türkiye’deki gerçek birkaç sosyologdan biri… İsmi gibi Ali kendisi de. İlkin zift medyasının hedefinde... Sonra ise yine zindan karanlığı… Onun için belki de aydınlığı... Zindan olmasa hayatında münevverliğinden şüphe duyardım. Artık şüphem kalmadı. Oda bir münevver… Zor şartlar altında zindan hayatı. Yaşamı boyunca okuyan birine en büyük zulüm kitaplarından alıkoymak… Oda alıkoyuldu. Sonuç, hâlâ çilesiyle meşgul... Bir başka hayat, bir akademisyen... Çalıştığı üniversitenin rektörünün şikâyeti ile başlayan zindan hayatı. Ardından mesleğinden ihraç… Zindanda da rahat bırakmamışlar tabi. Oradan oraya sürgün… En son zindanın bir o köşesine bir bu köşesine... Bir süre sonra kanser teşhisi koymuş, doktorlar. Aşırı kilo kaybı ve zorda olsa hastane... Ameliyat 12

Nisan / 2020 - Sayı 8

Seyfullah Sacit edildi. Yanına bir refakatçi bile verilmedi. Hastalığı 4. Evrede... İşi zor. Doktorlar az ömrü var deyince tahliye edildi. Birkaç ay sonra vefat etti. Bununla da kalmadılar birde cenazesine çok kişi geliyor diye ihbar… Komşuları… Ailesine bir acı daha… Sonuç? Şimdi o mu kurtuldu zindandan biz mi, bilemedim. Bir öğretmen. İki çocuk babası bir eğitimci… Oğlunun doğum gününü kutlarken aldı uğursuz gecenin haberini. Çok geçmeden onu da aldılar gözaltına. 14 gün anca

dayanabildi yapılan işkencelere… Dayanamadı. Yeter artık sesini bile duymadı taş kalpliler. Bir gece vakti rahatsızlanınca onun da yolu hastaneye düştü. Kurtarılamadı. Raporuna kalp krizi diye geçirdiler, yaptıklarının üstünü örtmek için. Gökhan öğretmen de uçtu gitti ötelere… Bir de hain damgası vurup hainmezarlığına gömmek istediler garibanı. Oda alacaklı gitti anlayacağınız… Sonuç? Aradan geçen bir buçuk yılın ardından göreve iade… Kim kazandı kim kaybetti?…

ler


Ses Dergisi

Nisan / 2020 - Sayı 8

75 yaşında bir pir-i fani. Gençliğinde deli denilenlerden… Esnaf ama ne esnaf… Bir gece gördüğü bir rüya ile malını mülkünü satıp rüyada gösterilen yere yurt yaptıracak kadar deli bir esnaf. Ne mi oldu ona da? Önce kızını ve eniştesini ihraç ettiler. Oğlu açığa alındı. Ve kendisi ben ve babamla birlikte gözaltına… Denetimli dediler önce… Askerdeydim o zamanlar. Çıkınca askere almışlardı beni de. Haberini aldım. Kalp krizi geçirmiş. Döndüm… Gördüm ki dağ gibi adam bir deri bir kemik kalmış. Ama hala kulaklarımda sözleri “Allah bizimle evlat”… Ardından mahkemesi… Sonuç? Küçük bir yerde güzel yurdumun insanı okusun diye malından geçmiş bir babayiğidin canına kast. Bu yaşta 6 yıl 6 ay hapis… Bir öğretmen daha… O malum geceden sonra eşi çocuklarını da alıp evi terk etti. İki çocuğuna hasret. Bir de üstüne ihraç kararı… Ardından yakalama emri çıkarmışlar garibana… 8 ay gaybubette… Sonra adı görünmüş bu gönlü güzele. Adı Tarık… Bir yolunu bulup cebri hicrette… Sonuç mu? İki çocuğunun ve gariban anasının hasreti ile yanarken gurbet ellerde, kendi gibi mağduriyet yaşamış insanların hayatlarını yazmakla meşgul… Bir arkadaş… Oda benim gibi ihraç. Onun çilesi kendinden değil ailesinden. Önce annesini aldılar bir sabah baskınında. Neredeyse bir yıl zindan. Dışarısı da ona zindan. Annesi tahliye edildi. Ama biter mi insanoğlunun imtihanı… Bu kez de babası alındı. Yeni aldım haberini babasını da tutuklamışlar. Sonuç mu? Bazen diyorum, çerisi de dışarısı da zindan bu ülkenin…

Artık yürek dayanmıyor. Onları biliyoruz hepimiz.

Bir de hicret var tabi, ama cebri olanından… Bu zindandan kurtulmak için bir kutlu yol… Hicret… Çoğu, doğup büyüdüğü topraklardan hicran içinde tehlikeli yollarla çekip gitmek zorunda kaldı. Karşıya geçenleri ayrı sıkıntılar bekliyordu. Ya o nehirden geçemeyen ve umut yolculuğu sonsuza ulaşan garipler…

Sonuç mu? Bence onlar en güzel hicreti yaptılar… Daha niceleri. Bir ikindi vakti ve ben bir parkta bir kamelyanın içinde oturmuş yazıları düzenliyorum. Yürek dayanır mı bilmem. İnsanın en büyük mağduriyeti anlatamamakmış dedim ya... Evet, sol yanınıza oturan bir devin ağırlığı içinde yazıları tekrardan kaleme almak... Zaman ve zemin artık ne zaman müsait olur bilmem ama ikisine karşı açtığım savaşı sanırım kaybettim. Belki de onlar kaybetti. Kim bilir...

13


Ses Dergisi

Nisan / 2020 - Sayı 8

SAĞANAK

Esra Dolunay

Yağmur yağıyor gecenin ortasında Kovalıyor köşedeki gulyabanileri Bu uzağı yakın eden bir senfoni Silip süpürüyor caddelerle beraber hayaletli hayalleri... ... Islak caddeler... dönen tekerlekler... dökülen damlalarla tabiat, mevsimler, şaşmadan aynı döngüde ilerliyor Nisan serinliği bu, Mart’ın puslu havasına benzemiyor Yağmur yağıyor gecenin ortasında Nisan’dan bir parça Her mevsimin yağmuru gibi ayrı, Apayrı düşüyor dağ yamaçlarına, kaldırımlara Apayrı düşüyor her yüreğe Gökdelenlere... ... Yağmur, yıldızlı bir gecenin ortasında Buluta gerek duymadan yağıyor Caddelere, vadilere, Işıkları sönük yıldızlı evlere... Kırmızı çatılardan pırıltılı karanlıklara Düşerken yağmur Yanında gece kabuslarını İsimsiz uğultuları da götürüyor Öyle kendi halinde, Sessizce... Yağmurun düştüğü her metrekare Sade serinliğe kavuşuyor Kaygısız, dingin... Bir tarafı isimsiz hortlaklarla boğuşuyor Kararlı, belirgin... Yağmur, Nisan’dan bir parça Ya da Nisan yağmurdan Anlamsız, eksik, biri diğerinden ayrılınca... ...

14


Ses Dergisi

Nisan / 2020 - Sayı 8

Yağmurun döküldüğü her kuytu Baraka, mağaralarda uğultu... Dışarıda unutulmuş çaydanlığa vurdukça Duyulan tını... Savrulan balıkçı kayığı, Barakanın kırık camına da Gökdelene de aynı düşer yağmur Aynı notaları yineler Banktaki evsizin yüzüne Ya da pahası biçilmez bir yüzüğe. Aynı senfoniyi mırıldanır, Rahatsız etmeden, kendince ... Gelişi gibi usulca sıvışır yağmur Giderken şifalı bir serinlik bırakır Yıkanmış en kuytu köşeler ve parlamış zihinler... Yıkanmış gece, Yıkanmış sönük yıldızlar, Yıkanmış yolun kıvrımları, Yıkanmış ay…

15


Ses Dergisi

Nisan / 2020 - Sayı 8

Bugün hava kapalı, gökyüzünde yağmur yüklü bulutlar dolaşıyor. Bir yandan çocuklarıma kahvaltı hazırlıyor, diğer yandan mutfağın penceresinden dışarıya göz atıyorum. Neredeyse bir yıla yaklaştı bu ülkeye geleli… Kimin aklına gelirdi Kara Kıta’ya gelip yerleşeceğim! Kurulu bir

dolaşırken, teyzesiyle bizi tanıştırmak istemiş ve ona uğramıştık. Siesta saatinde gittiğimiz için, beyaz saçlı pamuk nineyi öğlen uykusundan zor uyandırmıştık.Bizi, “Türkiye’den arkadaşlarım” diye tanıştırmıştı. Teyze o kadar canayakındı ki, kendi anneannemi görmüş gibi olmuştum. Jülliet Hanım’a teyzesinin sağlığını sordum. Hatırladığım için çok duygulandı. Hepsine ayrı ayrı selam söyledim. Biraz da virüs üzerine konuştuktan sonra, ikimiz de kendi inançlarımıza göre birbirimizi Allah’a emanet ederek telefonu kapattık. Eski günler gözümde canlandı. Atina’ya gideli yaklaşık bir ay olmuştu ve bu üçüncü evimizdi. Yüksek duvarları olan bir bahçe içinde, arka cepheye bakan, zemin katta, garajdan bozma bir stüdyo daireydi.Eve ilk girdiğimizde bahçesine vurulmuştuk! Bahçenin tümünü gölgeleyen, üstünde meyveleri olan kocaman bir limon ağacı ve altında siyah demirden yapılmış, oymalı bahçe masası ve kırmızı minderli sandalyeler bizi karşılamıştı. Bu bahçeden sonra evin bizim için artık hiçbir önemi

düzenim, işim gücüm vardı.Yirmi dört saatin içine sığamaz, durup dinlenmeye zaman bulamazdım.Telaşsız zamanlarda sakince oturup, güneşin doğuşunu batışını izlemek isterdim hep… Hey gidi günler! Şimdi öyle çok zamanım var ki bunu yapmak için! Çayı demlerken kulağım telefondan açtığım haberlerde... Küçücük bir virüs koca dünyaya musallat oldu. Gözüm, İtalya’daki görüntülere ilişiyor birden, tüylerim diken diken oluyor. Acılarını yüreğimde hissediyorum. Telefonun çalmasıyla birlikte haberler kesiliyor. Arayan kayıtlı bir numara değil ama ülke kodunu görünce yüreğime bir sıcaklık yayılıyor. Yunanistan numarası bu! “Bizim dönemden de kimse kalmadı ki oralarda, hayırdır inşallah!” diyorum. Tereddütsüz açıyorum. “Alo!” der demez tanıyorum; Jülliet Hanım! Atina’dayken üst kat komşumuzdu. Türkiye’den Yunanistan’a gitmek zorunda bırakılan Rumlardan biri. İlk tanıştığımızda aynı kaderi paylaştığımızı ve bizi çok iyi anladıklarını söylemişti. Sağolsun sağlığımı merak etmiş “Tedavilerin nasıl gidiyor” diye soruyor. Herşeyin yolunda olduğunu söylüyorum. Eşinin, Rodos’taki ve Atina’daki kızının, torunlarının nasıl olduğunu soruyorum. O da eşimi, çocuklarımı, anne ve babamı ayrı ayrı soruyor. Yaşlı bir teyzesi vardı. Hayatta ondan başka akrabası yoktu. Büyük kilisenin karşısında oturuyordu. Bir gün çarşıda

yoktu. Bahçede de yaşayabilirdik. Bir saat geçti geçmedi, tıkırtılarımızı duymuş olacak ki ev sahibimiz geldi. Adı Efi’ydi... Ellili yaşlarının ortalarında olduğunu tahmin ettiğimiz enerjik ve hayat dolu bir kadındı. Konuşma esnasında altmış beş yaşında olduğunu öğrenince oldukça şaşırdık. Çok sıcak kanlıydı. Bizi sanki dostlarını karşılar gibi karşılamıştı. İstanbul’da o kadar ev değiştirmiştim, bazı ev sahipleri benim için banka dekontundan ibaretti, yüzlerini bile görmemiştim. Efi Hanım mimardı. Eksiğimiz olup olmadığını sordu, bir ihtiyacımız olursa diye telefon numarasını verdi. Gece gündüz arayabileceğimizi söyledi. Kendisine, yerleştikten sonra Türk kahvesi ikram etmek istediğimizi, akşama bize beklediğimizi söyledik. Zaten bir sırt çantasından başka eşyamız olmadığından yerleşmemiz kısa sürdü. Akşam kahveye gelen Efi Hanım’la İstanbul’dan, İzmir’den, Atina’dan, Selanik’ten, Atatürk’ten bahsettik. Bizim oraya neden ve nasıl geldiğimizi iyi biliyor, bizim için üzülüyordu. Her birimizin mesleğini, ailesini soruyor, hikayelerimizi merak ve şaşkınlıkla dinliyordu. Yunanistan sınırına ayak bastığımız anda, yıllarca bize dayatılan öğretilerin ne kadar yanlış olduğunu anlamaya başlamıştık. Biz Yunanlar’ı en büyük düşmanımız sanıyorduk. Oysa onlar Türk olduğumuzu anladıkları andan itibaren bize o kadar sıcak ve yakın davranıyorlardı

ATALARIMIZIN MİRASI Yasemin Tatlıseven

16


Ses Dergisi ki, sanki evimizde gibiydik. Meriç’i geçip sınır köylerinden birine vardığımızda, karakolda, kamplarda, Atina’da herkes bize yardımcı olmak için çabalıyor, sevgilerini bir şekilde belli ediyorlardı. Sanki biri bütün ülkeyi toplamış ve bir kenara çekmiş de tembihlemiş gibi!... Ertesi gün elinde bir tabak kekle Jülliet Hanım çıkageldi. Kendisi eczacı, eşi avukatmış. Kekin yanına bir çay demleyip bahçe masasına kurulduk. Eşi ve kendisi İstanbul doğumluydu. Türkiye’yi özlemle anıyordu. İstanbul deyince gözlerinin içi parlıyordu. Kendilerini Türk gibi görüyorlardı. Hatta, gibisi fazlaydı. İlkokuldayken İstiklal Marşımızın on kıtasını da ezberlediğini, Cumhuriyet Bayramında kürsüye çıkarak okuduğunu, gururla anlatıyordu. Kız lisesinden mezun olduktan birkaç yıl sonra evlenmişti. 6-7 Eylül olaylarının ardından, İstanbul’daki Rumların yaşadığı sıkıntılardan dolayı, mecburen Atina’ya gelmişlerdi. “Çok sevdiğimiz ülkemizi, komşu ve arkadaşlarımızı,ailemizin bir kısmını bırakıp geldik” diye

gözleri dolarak anlatıyordu. İlerleyen günlerde, işe geç kalma pahasına, bizi önüne katıp, market, çarşı, pazar yerlerini öğretmek için tek tek gezdirdi. Türkiye’den gelip yerleşmiş esnaflarla tanıştırdı. Sağlık sorunlarımız olduğunda kendisini, hukuksal sorunlarda da eşini arayabileceğimizi söyledi. Hiç unutmuyorum, bir gece elektirik arızası yaşadık ve onarılması zaman aldı. O süre içinde defalarca gelip bir ihtiyacımız olup olmadığını sordu. Yok dediğimiz halde bir baktık, bir kucak dolusu mumla geliyor “Karanlıkta oturmayın” diyor. On beş dakika sonra bir kahve ocağıyla geliyor “Siz çaysız duramazsınız, çay demleyin bununla” diyor. Onbeş dakika geçiyor “Dolapta bozulacak bir şeyler varsa, bize getirebilirsiniz” diyor. O gece elektiriğimiz gelene kadar bizim için çırpınışını unutamam. Bir gece eşofmanlarla kapıya gelmiş, çekinik çekinik duruyor. Hava soğuk içeriye davet ediyoruz. Kendi evlerinde ayakkabı ile dolaşıyorlar ama bizim hassasiyetimizi bildiği için dışarıda çıkarıp giriyor. Mısır patlatıp, çay demliyoruz. O kadar çok hoşuna gidiyor ki, “Tıpkı İstanbul’daki gibi” diyor. “Biz de komşularımıza böyle eşofmanla çat kapı giderdik, bana eski güzel günleri yaşatıyorsunuz, iyi ki geldiniz, bana çok iyi geldiniz!” diyor. Siz de bize çok iyi geldiniz Jülliet Hanım, siz de bize!... Birkaç hafta sonra şofbende arıza oluyor. Ev sahibimiz işten gelene kadar Jüliiet Hanım’ın eşi sorunu çözüyor. Bahçeden limon

Nisan / 2020 - Sayı 8 toplayacakları zaman bile balkondan seslenip “Gelebilir miyiz?” diye izin istiyorlar, böyle de saygılılar…Ve Efi Hanım limonlardan ve diğer ürünlerden dilediğimiz gibi yiyebileceğimizi söylüyor. Yeni yeni olmaya başlayan beş-altı portakaldan reçel yapıyoruz. Yunanlar bize çok benziyorlar. Çarşı, pazar, otobüs, park her yerde her an Türkçe konuşan birileriyle karşılaşabiliyorsunuz. Yolumuzu kesip “Merhaba”diye başlıyorlar sohbete… Çoğu bizim gibi yaralı! Bir yarılarını Türkiye’de bırakarak gelmişler! Bir denizin karşı iki kıyısında yaşayan insanlarmışız oysa… Atalarımız yıllarca el ele, dizdize yaşamışlar. Selanik’e küçük İstanbul diyorlar. Şarkılarımız, türkülerimiz bile aynı… Aynı notalarda duygulanmış, aynı ezgilerde halay çekmişiz. Yunanların bize olan sevgileri Atalarımızın mirası! Evraklarım tamamlanıyor. Uçuş günüm belli oluyor. Efi ve

Jülliet Hanım’a sevinçli haberi veriyorum. En az benim kadar seviniyorlar. Uçuş günü geliyor. Efi Hanım işe gideceği için vedalaşmaya sabahtan geliyor. O şen şakrak kadının iki gözüne iki hüzün oturmuş. Sarılıyoruz... Ağlamaya başlayınca mutluluklar ve iyi yolculuklar dileyip kaçarcasına uzaklaşıyor. “Sizi asla unutmayacağım Efi Hanım” diyorum. “Bu zor günlerimizdeki sıcak dostluğunuzu daima hatırlayacağım”. Buruk bir gülümsemeyle “İnşaaaallah” diyor. O’na inşallah demeyi öğretmiştik. Evden çıkmadan Jülliet Hanımların kapısını çalıyorum. Beni bekliyorlarmış. Eşi ve kendisiyle vedalaşıyorum. Yaptıkları her şey için teşekkür ediyorum. “Sizi her zaman sevgiyle anacağım” diyorum. İkisi de ağlıyor “Biz ne yaptık ki keşke elimizden daha fazlası gelseydi” diyorlar. Jülliet Hanım’a sanki ablama sarılır gibi sarılıp, helalleşiyorum. Atina’da uçmayı bekleyen bir sürü arkadaşım var. Hepsine veda ediyorum. Efi ve Jülliet Hanım, eşi ve Yunanistan’da tanıştığım daha nice arkadaşlarımı hiçbir zaman dualarımda unutmuyorum. Rabbim bu güzel yürekli insanlara zor günlerimizde bize kapılarını açtıkları için merhamet etsin. Gönlümün bir parçasını da Atina’da bırakarak, evlatlarıma ve eşime, Kara Kıta’ya doğru yola çıkıyorum.

17


Ses Dergisi

Ümit Kokan Çiçekler

Ö

Nisan / 2020 - Sayı 8

Deniz Barış

mrünü kuşattı nice zemherîler, şikayet etmedin, umdun , bekledin. Yazılan yaşanır elbet. İsyanla, feryatla değişmez kader. Zahire bakıp da yeise düşüp, hüsrana uğrama. Acele ettim, kışta geldim, Şeb-i yeldâ (en uzun gece) bitmek bilmezken sâl-i yeldâ (en uzun yıl) geldi deme. Sürpriz bir lütuf olur, yokuşu düzlüğe çevirir kader. Kış gecesinden bahar sabahı doğar. Ey beklenen bahar, ey kemikleşmiş kupkuru dal uçlarının nadide çiçeği, ey çamurlar içinden boynunu uzatan menekşe! Dibimden budandım, kolum kanadım kırıldı deme. Güneşi esir alınmış bir ülkenin ümit kokan çiçeğisin belki de. Dur bak neler olacak. Zemherideki halinden çok daha güzel olacaksın. Herşey senin manevi tahammülüne bağlı. Varsın yaşarsın gözün. Hem göz yaşarmazsa gönül nasıl yeşerir? Yağmur yağdır ki gözlerinden, bakışlarından nisan menekşeleri açsın. Hele ki gökler de gözlerine eşlik ederse, bir kez daha anla ki Rabbin var, Rabbin yâr! Biz ki yarınlara bahar adadık. Çiçeklerin kokusuna sarılsın ince ruhlar diye. Ruh ile reyhan buluşsun, tanışıp, kaynaşsın diye. Varlığın kalbine diriliş taşıyan Kitab'ın sözleri yeniden yankılansın diye. Ey ümit kokan çiçeğim! Sen ki; Zemheriye rağmen yaşayacak, ayakta kalacak, elif gibi dimdik duracaksın… Zemheriye rağmen yaşayacak, sevgi, barış, ümit ve mutluluk dağıtacaksın. Ebedî dirilişi bir bahar somutluğunda idrak edeceksin. Umut muştusu ekeceksin, yeis batağında çöle dönmüş gönüllere. Gül yüzüne yapraklar bürüneceksin, binbir kokuyla bezenip, meyvelerle sevindireceksin. Sararıp solmayacaksın, başkaları sararıp solmasın diye… Çekirdeklerin kalın kabuklarından ipek gibi naif bir hayat filizlenerek büyüyecek. Çiçek çiçek söylediklerin, toprağın karasını yararak haykıracak; Milyonların yüreğini, avuçlarında tutar gibi tane tane dökülecek sözlerin. Zahirden bâtına açılan perdeler hafifçe kıpırdayacak, Sûret'in ardındaki nazlı ‘hakikat' göz kırpmaya başlayacak. Kemikler gibi kurumuş dal uçlarında bir şehrayin başlayacak. Hacerden katı kalplerde, Andeli-i Zîşan (Şanı yüce bülbül) ünvanıyla anılan İki Cihan Serveri’nin aynı perdede başlayıp, aynı perdede biten hayat namesinin davudî bir sesle terennüm edilişi seyredilecek. Ümidine çiçek açtıranlara selam olsun..

18


Ses Dergisi

Nisan / 2020 - Sayı 8

ENGEL OLAMAYACAKSINIZ

K

ırık bir cam parçasından izlediğim dünyanın ahvali artık geçmişin de geleceğin de arkasından bakmamı gerektirdi. Fizyolojik yorgunluğun yanında ruhsal yoğunluğun da dört bir yanımı sardığını itiraf etmeliyim. An içinde pervasızca çırpınmaktan öteye bir adım atamamak ne acı! Karantinaya alınmış tüm düşüncelerim. Sanki ölümcül bir virüs gibi muamele görüyor. Toplum içinde belki de en temiz kalmış yanım olan zihinsel yapım karantina altında. Söyleme döküldüğünde korkunç bir yüz hali ile karşılayanlar, benden kaçanlar, meczup deyip inanmayanlar ve fikirlerimi yakmaya çalışan şarlatanlar... Ne ararsanız var. Bir vebalı gibi ortada gezinen ama kimseye yaklaşamayan ben ve benim gibi bir çok mazlum... Peki ya düşüncelerimiz bir virüs kadar tehlikeli mi? Amansız işlere aman dilemek için girenler ve bunun farkında olmayanların ortasında amansız işlere girmeyin diyenler elbette bunları yaşayacaktır. Ve onların kaderi maalesef ki bir vebalı gibi dışlanmak ve dışlamanın ötesinde yok edilmeye çalışılmaktır. Tarih öyle diyor ben değil. İnanmıyorsan dön ve tarihe bak! Bilgi güçtür, doğru! Kontrol edilemeyen bilgi ise baskıcı rejimler içinde en büyük vebadır. Eğer siz de baskıcı yönetimin düşünmediği tarzda düşünüyor ve hakikat yolunda yürüyorsanız en baştan bununla yüzleşmeniz gerekir. Yol uzundur, menzili çoktur, geçidi yoktur, derin sular var... Yunus Emre hazretleri bu durumu en güzel şekilde anlatmış. Hakikat yolunda vebalı gibi karantina altına alınmak ve yalnız bırakılmakta var; canını vermekte. Biz bunları biliyor muyduk? Biliyorsak da buna ne kadar hazırdık? Evet, karantina altında bunları yazıyorum. Ama herşeyin farkında olarak. Beni ve bir çok mazlumu bu karantinaya sokanlar kadar bu karantina içinde bir katman karantinaya daha almaya çalışıldığımızın da farkındayım.

Seyfullah Sacit Yolda yürümek zor olsa da vazgeçmediğimizi göreceksiniz... engel olamayacaksınız! Canımız pahasına kardeşimizin yardımına koşacağız... engel olamayacaksınız! Kardeşimiz bile bizi arkamızdan hançerlese “Hu!” deyip yine yardıma koşacağız... engel olamayacaksınız! Gökler ötesine bir ah bıraksakta devam edeceğiz... engel olamayacaksınız! Derin sularda boğulmayı olamayacaksınız!

göze

aldık...

engel

Geçidi olmayan yollardan gideceğimizin farkında yola çıktık... engel olamayacaksınız! Sizin içinizde belki de tek temiz tarafımızla yani yolun bize verdiği prensiplerle yaşayacağız... engel olamayacaksınız! Dünyadan vazgeçmiş olanlara kim engel olabilir... engel olamayacaksınız! Üniversitede bir hocamın dediği gibi “Savaşa ölmek için gidenleri yenemezsiniz” yenemeyeceksiniz! Size diyorum firavunlaşmış benlikler. Bizi karantinaya alarak hiç bir şeye engel olamayacaksınız... Çünkü hakikat bir gün dünyayı saracak... Biz görüyoruz siz engel olamayacaksınız!

Ama unutmayın; Onca olunmazın içinde her şeyden muaf bırakılmış umut tohumları... engel olamayacaksınız! Zaman, zeminle olamayacaksınız!

anlaştığında

hepsi

yeşerecek...

engel

Görüntüler mat, sesler kısık görünse de arkasındaki hakikat bir gün gün yüzüne çıkacak... engel olamayacaksınız!

19


Ses Dergisi

Hayallerim Kadar Varım Ben Hayallerim kadar varım ben! Yoksa hayal dünyam, ben yokum! Onlarla yol alırım, Yürürüm yarınlara onlarla. Her biri umuttur gecelerde, Besler beni, seni, hepimizi… Hiç yapamayacak olacaklarımızı, Hayallerimizin dünyasında yapabilmiş olmak bile; Bir teselli, bir şükür vesilesi. El atamaz kimseler oraya! Yoktur manisi, yasağı, hatta sınırları… Ne kadar çoksa hayallerin, Coşar hislerin, Koşar bedenin, Solar nefsin, Kocamandır yüreğin! Gel! der manevi ilhamlara Sıkılmaz hayalci, Asla! Çünkü zihinsel gezmelerde Yollar bulur, Yarenler keşfeder, İkram görür, Zor, kolay olur. Yok yoktur! Masuzcuktan bile olsa Kavuşmak vardır vuslata! Hayallerimle çıkarım yola. Can olur cansızlığıma, Kanat olur özgürlüğüme. Düşlerden çıkarken hayata Bakmışım gerçeklerdeyim! Minnacık kıvılcımken, Alev alev nurdan bir halka! Efkârın içinde debelenirken hatta, Zerreyken zerrecikler içinde Atom kadar güçlü, an kadar gerçek, Kışın ortasında baharı gören bir çiçek! İster inan ister inanma! Hayâllerin kadar gerçeksin, Gerçek oluverir bir gün, hele de İmkansız dediklerin!

20

Nisan / 2020 - Sayı 8

Nilsu


Ses Dergisi

UZUN UZUN YOLLAR

Nisan / 2020 - Sayı 8

Zeynep Gür

Yollardı seni benden ayıran, Uzun uzun yollar… Geçmeyen yıllar, bitmeyen yollar… Soğuk duvarlar ardında sen, Güneşin bile ısıtamadığı ben. Kelepçeli ellerinle, ruhu özgür olan sen, Koca gökyüzü altında tutsak, ben. Oysaki bir yastıkta kocayıp, Karavanla dünyayı gezecektik. Sen, en sevdiğimiz şarkıları çalacaktın, Ben, senin dilinde şarkı olacaktım. Uzun yolları, uzun yılları, şiir gibi yaşayacaktık Ben sana, şiirler yazacaktım. Sen onları türkü deyip, sazınla çalacaktın. Hayallerimiz vardı seninle…! Bir pazar sabahı Akdeniz’e karşı oturacaktık, Bir simidi, bir çayı azık edip, Yılların bizden çaldıklarını, geri alacaktık. Sen, uzaktaki çalan düdüğüyle vapuru, Ben, yıllardır göremediğim seni izleyecektim. Sen, hapishane anılarını, Ben, sensiz çıktığım zorunlu dünya turunu anlatacaktım. Çocukların cıvıldaşmalarıyla uyanıp, Bu sefer rüya değil gerçek! Diyecektim. Hayalen bile olsa, Ellerin ellerimde olduğu sürece, Yüreğinden yüreğime akan sıcaklık, Seni seviyorum ile biten mektuplar… Yollar ve yıllara rağmen, her daim aynı kalacak.

21


Ses Dergisi

Nisan / 2020 - Sayı 8

MUHACİR HURİ Hüsn-ü Suna

Ben cennetten bir huri tanıdım dünyada; Bir nadide gül Esma: -Valla herhalde 5-6 saattir yürüyoruz çamur, su… Rabbim yardımcısı olsun gelmek isteyenlerin, Allah kurtarsın herkesi!” Küçük kızı: -ANNEEEEE, dondum ANNEEEEE!! -”Anneeemm, annnneeemm...” diyemedin durup da. Çünkü hiç durmadın. Yaşarken durmayı bilmeyenlerdendin. O gün bir kere durursan bir daha başlayamazdın diye mi?! Bir kere durdun. Durdu. Durunca kalbi çatlayan küheylan İlerlerken bile geride kalanları düşünen güzel can, Hala arkada kalanların kurtuluşu için dua eden bir sine-i umman… Üç yavru, üç minik kalp... Biri üşümüş. Biri bir yiğit misali suskun bir çınar, devrilmeyen boranda. Adam olmuş küçük bir abi… Sessizce başını eğmiş anlam verememiş olanlara... Yürütüyorlar onu, o yürümüyor. Neler aşmış o küçük ayaklar!... Hüzünlü… annesinin saklamaya çalıştığı yaprak misali titreyen dudaklarındaki niyaza eşlik edememekten, Hüzünlü…içerisinden su fışkıracak bir kaya gibi sağlam sırtındaki masuma, el atamamaktan hüzünlü… “Dondum anneee!” diye inleyen kıymetli incisini saramamaktan, Hüzünlü… dağların un ufak olacağı yükle hemdem olmuş kalbe, ortak olamamaktan! Oğulun başı yerde dolu başak, Bir yüce ser…yaşı daha ufak! Habersizce muhacir olmuş ana sırtında, Cennet altında anne, sana üç elden müstehak… Anne yorgun deniz… Bir batman yük taşır! Anne üç fidan vermiş, münbit eşsiz toprak. Şehit tahtında salınan engine, diri bir sancak, Yâre vusulsuz kalbi, onun kalbi Hakk’a burak! Anne çifte muhacir, omzunda bir melek… Eşi bekler müzeyyen kalbi, ahh ki mesafe uzak! Baba desen gölgesi kâfi, demlenilecek sığınak… Rüzgar oy rüzgâr, bu ne ızdıraplı bir ulak? Ayağına dolanan çamuru engel sanırlar. Bir başka göç bu, bu yolda pür u pak alınlar…!

22

Zamanı gelmiş firakın, Esma sultana gelin tacı, Evlatlarından dökülen cemrelerle afakı sarmış nevbahar! Senin gayretinin hürmetine, o yollarda duracak yaprak. Senin azmine hasret yollar, Genzime oturmuş, bakışlarında ümitle kavrulmuş sancı, Zalimler, ciğerparenin bedenine işleyen zemheride yanacaklar!... Vesselam. Senin duana iştirak etmek işte bu acizin de yazdığı. Rabbim sen geride kalan herkesi kurtar!...


Ses Dergisi

YAZ KALEM

Nisan / 2020 - Sayı 8

Mecit Özdemir

Yaz kalem! Bırak hercai menekşeleri, Akan nehirleri, Ceylanların gözlerini, Mehtaplı geceleri. Yazacaksan gözlerdeki, Solgun bakışları yaz! Mutlu yuvaların üstüne çöken kâbusları yaz. Sevda düşmüş yüreklerde, bitmeyen hasreti… Sevdiğinden koparılan gönülleri, Baba hasretiyle yananları, Anne özlemiyle ağlayanları, Yavrum diyerek bekleyenleri, Acıyı azık edinenleri, Sabra sarılanları, Solgun düşlere yatanları, Uykusuz geceleri yaşayanları, En büyük ihanetleri yaz! Yalanı sermaye edinenleri, Zulümden beslenenleri, Zulme çanak tutanları yaz! Yaz ! fitne ateşine odun atanları, Fitne ateşinde kavrulanları yaz! Satır satır, hece hece, atlamadan, Ateş düşmüş ocakları, Alev alev yürekleri yaz! Zevkinden safa sürenlere inat, Kahrından cefa çekenleri yaz! Adaletin zulüm kılıcını kuşandığı günlerde, Adalet bekleyen mazlumları yaz!

23


Ses Dergisi

ÇOCUK OLMAK

“Yine bir soru sormak istedi Elif annesine: -Anne . Bakıyorum insanların bir kısmı mutluyken bir kısmı da mutsuz, mutluluk nedir anne? dedi.”

O

gün hava bir hayli güneşliydi. Bahar, kendini usul usul hissettirmeye başlamıştı. Bu beldede güneşli hava bulmak, pek de o kadar kolay değildi. Genelde gri bulutlarla kaplı, puslu bir havaya açıyorlardı gözlerini. Güneşi gören annesi, kızı Elif ’e seslendi: -Elif hadi gel seninle anne kız doğa yürüyüşüne çıkalım! Bak kuşlar cıvıl cıvıl ötüyor, onları yakından görmeye ne dersin?! Heyecanla cevap verdi Elif : -Yaşasın dolaşmaya çıkıyoruz! Anne sonrasında da parka gidelim veee sonra da bana çikolata alalım mı? Ama söz en küçüğünden alıcam ve başka da bir şey istemiycem! dedi. -Tamam o zaman, anlaştık! dedi annesi. Hemen hazırlanıp heyecanla dışarı attılar kendilerini. Bu ülkede yeşile ulaşmak o kadar zor değildi. Evlerinden çıkıp, beş on dakika yürüme sonrasında, ormandaymış hissi uyandıran ağaçlar içinde buluyorlardı kendilerini. Her yer yemyeşil ve tertemizdi. Yeni beldelerinde, yeşil çimenler, yeşil ağaçlar ve kuş sesleri eşliğinde dolaşmaya başladılar. Buraya geleli beş altı ay kadar olmuştu. Yeni yeni alışmaya başlamışlardı. Annesinin tek dayanağI, yoldaşı, kızı Elif; Elif ’in de bütün dünyası, annesiydi. Elif bir çok şeye anlam veremiyordu. Aklındaki soruları defalarca annesine sorsa da bir türlü anlayabileceği cevaplar alamamıştı. Mesela, neden babasını dört yıldır camın arkasından görüyordu? Mesela, neden bir gece ansızın tek bir sırt çantasıyla evlerini, oyuncaklarını, arkadaş ve akrabalarını en önemlisi de babasını tek 24

Nisan / 2020 - Sayı 8

ACEMİ SEYYAH başına o camın arkasında bırakıp dillerini bile bilmedikleri bu ülkeye gelmişlerdi? İşte bunları anlayamıyordu ama şunu çok iyi biliyordu; annesinin, “Yavrum ne zamana kadar sürer bilemiyoruz ama babandan ayrı kalacağız. Bu ona son ziyaretimiz dediğinde ve babasına son kez sarıldığında, küçücük yüreğindeki kocaman acıyı çok iyi biliyordu. Belli ki hayatının sonuna kadar o anı düşündüğünde, yüreğinde aynı acıyı hissedecekti. Yine bir soru sormak istedi Elif annesine: -Anne! Bakıyorum insanların bir kısmı mutluyken

bir kısmı da mutsuz, mutluluk nedir anne? dedi. Annesi içinden, “Ah küçük yavrum benim! Şu sekiz yıllık hayatına ne büyük acılar sığdırdın, bir ömürlük acıyı bu kadar kısa sürede yaşadın da nasıl sorular soruyorsun bana!” dedi kendi kendine. Ne kadar zorluk, sıkıntı yaşasalar da Elif ’in çocuk olmasını, çocukluğunu yaşamasını istiyordu annesi. -Bu dünyada mutlu olmak istiyorsa çocuk olmalı insan! dedi annesi. -Nasıl yani anne ama mutlu olanların hepsi çocuk değil ki?! Dedi çocuk. Annesi: -Çocuk olmalı insan ya da bir tarafı çocuk kalmalı her zaman. Dünyaya fazla bağlanmamak,


Ses Dergisi

Nisan / 2020 - Sayı 8

beklentisiz olmak için çocuk kalmalı ruhumuz. Çocuklar gibi mutlu olmayı bilmeli, yaşadığı andan lezzet almalı, değerini bilmeli yarın ve sonrasında ne olacağını düşünmeden. Hayalleri olmalı saf ve temiz, içinde sadece sevincin, neşenin ve mutluluğun olduğu. Çocuklar gibi kendisi kalmalı, kendisi olmalı ve duygularını saklamadan yaşamalı. Çocuk olmalı insan; bir balon, oyuncak kadar küçük şeylerle mutlu olmayı bilmek için. Kalbinde hep sevgi ve iyilik olmalı, gülenle gülmeyi, ağlayanla ağlamayı bilmeli. Çocuk olmalı insan; öfkesini yenmek ya da bunlara yenilmemek, saf ve masum yanını korumak için. Çocuk olmalı insan; dünyayı daha fazla kirletmemek için. -Mutluluğun formülü işte böyle! dedi annesi Elif ’e. Annesinin söylediklerinin ne kadarını anlamıştı bilinmez, ama can kulağıyla dinlemişti onu. Yine boyundan büyük bir soruyla karşılık verdi Elif: -O zaman dünyayı çocuklar yönetse her şey çok daha güzel olur. Annesinin yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi: -”Tabi ki evet” dedi. O zaman şeker tadında bir hayatı olur hepimizin! Ve anne kız dolaşmaya devam ettiler. Yeni beldelerinde, yeşil çimenler ve yeşil ağaçlar arasında...

25


Ses Dergisi

BOT HİKAYESİ

S

ene 2004, Aralık ayı... Bursa’dayız... Bebeler küçük. Evde çok şeker bi bakıcı teyzemiz var. Kızı evlendi, Kayseri Sarız’a gitti. Orada gönüllü öğretmenlik yapıyor. Bi gün bi haber yolladı “Burada kar kış çok fena, çocukların çoğu terlikle geliyor. Kabanları yok, çorapları yok... Yardım... imdaattt!...” diye. Bana nasıl dokunduysa çıktım evden alışverişe. Üç yaştan on sekiz yaşa kadar her boya en az 80 - 100 kişilik kıyafet, polar eşofman takımları, kabanlar, atkılar, bereler, yün çoraplar, kızlar için saç tokaları ve her boy (toplamda 150 çift olmuştur) kar botları... Bunların bazılarının parasını ödedim. Bazılarının parasını eş dost verdi. Ama çoğunun parasını, ürünleri almaya gittiğim fabrikaların, toptancıların sahipleri karşıladı. Hatta adresi verdim, bi de kargoladılar. Tokacı çok tatlıydı. “Böyle yüz tane falan lazım” dedim. “Niye?” dedi, anlattım. Çırağına seslendi, bişeyler söyledi. Çocuk siyah battal boy bi çöp poşetiyle geldi ve avuç avuç tokaları boca etti. Ben diyeyim 100, siz deyin 200 toka! Saymadık ki! “Borcum?” dedim... “Benim sevap kazanmama mani olamazsın...” dedi. Aldım torbayı çıktım... Gülüyor muydum, ağlıyor muydum hatırlamıyorum. Ayakkabıcılar çarşısı vardır Bursa’da. Toptan satış yaparlar. Kar botları almam lazım, daldım içeri. Göz alabildiğine üretim yapan dükkanlar ve bir sürü mağaza sahibi koca koca adamlar alışveriş yapıyor. Kendimi çok eğreti hissettim orada ama işim var, uğraşamam şimdi bu duyguyla... 36-43 numaralar arası neredeyse 100 çift botu parasını ödeyerek hallettim ve üreticiden adrese kargo sözü alıp çıktım. Ama küçükler için yoktu bot orada. Hani 30-36 arası gibi numaralar... Dolanıyorum çarşıda... Bi vitrinde minik bi bot gördüm (ama sadece o botu gördüm vitrinde, diğer hiç bir şeyi farketmedim). Direkt daldım dükkana sevinçle!... Ama içeri girip de raflardaki ürünleri görünce “Haaa pardon, yanlış girdim

26

Nisan / 2020 - Sayı 8

ÜLKÜ ÇETİNKANAT ben galiba...” deyip kapıya yöneldim (içeride ve vitrinde ancak sahne sanatçılarının giyebileceği frapanlıkta allı pullu, işli taşlı çizmeler var zira) Hayal miydi o minicik bot böyle bir dükkanın vitrininde?... Neydi ki onu bana gösteren? Hayal kırıklığı yüzüme nasıl yansıdıysa içeride büro kısmında oturan bey fırladı geldi ve sordu “Siz nasıl bişey bakmıştınız?” Çok yorgundum... Galiba yığıldım sandalyeye, anlattım işte olanı biteni. Adam elemanına söyleyip arkadan bi yığın kutu getirtti. Dedi ki “Ben bunları satmıyorum, bunları hayır yapmak için almıştım, 36 numaradan küçük çocuk botları var burada, 45 çift. İşinize yarar mı?.” Ahhh!... Küçük bir hıçkırıkla karışık, dedim “Yaramaz mı?!.” Aldı adresi kargoladı adam. O sene, bir hafta içinde onlarca koli ve hurç dolusu malzeme yığıldı o köyün okuluna. Güzel kızımız, hepsini elleriyle dağıttı, giydirdi öğrencilerine. Hatta öğrencilerin evdeki küçük kardeşlerine, bebeklere, hamile annelere bile bi sürü şey ulaştı. Kızlar eskimiş çorapların bilek lastiklerinden saç tokası yaparlarmış. Bi dünya cicili bicili tokayı ömürlerinde ilk defa görmüşler. Delirmiş hepsi!... O kadar mutlu olmuştum ki, anlatamam!... Kendim için alışveriş yaparken assslaa pazarlık yapamayan ben, o çocuklar için (bedava aldıklarım ve bağışlananların dışında) para ödediklerimi de hem maliyetine almış hem de kargolatmıştım. Pek çok kişiye yayılan bir iyilik hareketine dönüşmüştü. Ama baş kahramanı bakıcımızın kızı… Mutluluktan havalardaydı. Köyde bir kahramana dönüşmüştü. Derken, birkaç hafta sonra “Aileni ziyaret et” diye okul tatilinde eşi (askerdi) onu Bursa’ya yolladı.


Ses Dergisi

Nisan / 2020 - Sayı 8

Hafta sonu kalıp dönecekti... Ama bir gece bakıcı teyzemiz feryat figan bizi aradı. Evin içine buz gibi bir bomba düşmüştü gelen haberle! Kayseri’de kalan damat silahıyla beynini patlatmış, intihar etmiş! Kızcağızı da o nedenle yollamıştı belli ki...! Madde bağımlısı olduğunu düşündüren kitaplar çıkmış eşyalarının arasından. Kızcağız bilmiyormuş durumu. Ne trajediydi yaşanan! Kızcağız aldatılmış, terkedilmiş, yıkılmış, darmadağın olmuştu. Dedim ki “İyiliklerin seni korudu. Ya sana da kıysaydı?! Ya hamile olsaydın?!... Hiç de şirin bir durum değil tamam ama bu ağır trajediyle belki Allah, seni beterinden çekip kurtardı”. Tabii atlatması yıllar aldı. Şimdi evli, mutlu... Kendi gibi yaralı birini seçti evlenmek için. Sardılar birlikte yaralarını… Demem o ki; iyilikler asla karşılıksız kalmıyor; kötülükler de... Bilmediğinizi sanıp, arkanızdan iş çevirenleri Allah size bile hissettirmeden öyle güzel terbiye ediyor ki... Hiç bir şey boş değil!. Allah’ı tam yanıbaşımda hissettiren, sessizce taşları nasıl da yerlerine koyduğunu gösteren, sayısız ibretlerden biri… Bize belâ gibi görünen şeyler, belki daha beterlerinden bizi koruyan engellerdir. Öyle işte... Allah’a emanet olun...

27


Ses Dergisi

BABAM

Nisan / 2020 - Sayı 8

Dilara

V

akit, sanki arkasından atlılar kovalarmış gibi geçiyor baba! Ama onca saat koşar adım giderken ileriye, ben senin bana sarıldığın bir anda takılıp kalmışım. Kokunu dondurmuşum uçup gitmesin diye… Yüreğimi saklarken yıllar öncesinin altına, içimdeki küçük kızı da ona emanet etmişim.

Duvarlarımı biz rengine boyadım baba! Sen güzde gittin diye… Kalbime özlem kokusu değince taktım kaseti, sardım günleri geriye. Yere dökülen yaprakları görünce sen sızıverdin bedenime. Isınıverdi içim tüm benliğiyle. Ben unutmadım baba! Ne mümkün seni unutmak! Seni önemsememek ne mümkün baba! Hem de kızın olmayı delicesine özlemişken… Belki geç kaldım biraz, geç kaldıkça utandım zile basmaya, ben utandıkça vakit geçti. Böyle böyle yok ettim kendimi. Ama seni de, yüreğimle, içimdeki küçük kızla saklıyorum babam! En zoru içine akan gözyaşlarıymış sanki. Böyle boğazımda yumru gibi kalıyor, kilitli! Hem anlatamıyorum da! Anlatsam da kim dinler sahi? Kimsenin kendini dinlemeye bile gücü olmadan dahi. Ne çok konuştum yine! Seni sana anlatamadan... Sesimi sana duyuramadan ne çok bağırdım baba! Ne çok ağladım gözyaşlarım akmadan. Ne çok bıçak yarası var ruhumda görünmeyen… Ah be babam...! Bir bilsen!... Bir bilsen ne çok kanadı kanatlarım dokunamadığım parmaklıklar ardından. Yollarımız kesişsin isterken, ağardı gözlerim. Artık orta yolda buluşalım babam! Artık buluşalım…!

28


Ses Dergisi

Nisan / 2020 - Sayı 8

BEN

Handan Tunç

B

en, seninle bir gün, tanıdık bir şehrin tanıdık bir sokağında, bir köşe başında karşılaşma ihtimalini düşünerek ayakta duruyorum.

Ben, seni gördüğümde gözlerimden kalbine akıtacağım sevginin sıcaklığını gönlümde besleyerek ayakta duruyorum. Ben, beslediğim sevgimin, sana ulaşamayacağını, kalbinle buluşamayacağını, usul usul düşünmeye başlayan aklımı, kupkuru ağacın rengârenk tomurcuk açan dallarına bakarak ikna edip ayakta duruyorum. Ben, kafamdaki ümitsizliğe yüreğimdeki umutlarımla savaş verirken; gri bir gökyüzünden yağan yağmurun ardından, masmavi gökyüzünü âdeta renk cümbüşüne çeviren gökkuşağının varlığıyla ayakta duruyorum. Ben, her doğan güneşe, her yeni mevsime, her açan çiçeğe bakarak, bir bahar mevsiminde, kucağımda bir buket papatyayla bir seher vakti sana geleceğimi hayal ederek ayakta duruyorum. Ben, gözüm kapalı, İstanbul, seni ve içindeki sevdiklerimin gülüşlerine sarılırken, Van’a uzanan en kısa, en uzun, en aşılmaz, en deli, en renkli zamanı hayal ederek ayakta duruyorum. Ben, biliyor musun ey can memleketim?! Ey en büyük gurbetim! Ey aşamadığım özlemim, ey yaşadığım her bir şehrini ayrı sevdiğim! Sana geleceğimi ümit ederek ayakta duruyorum!...

29


Ses Dergisi

Nisan / 2020 - Sayı 8

BİR PAZAR RÜYASI Sinem Der Ki

Bugün günlerden pazar olsa! Yıllardan 90’lar… Güneşli bir sabaha, köşe başı bir apartman dairesinde uyansak İstanbul’un gürültüsü yine kapımızın önünde olsa! Kahvaltıda, yer sofrasında, bütün aile buluşsa! Uyuyan sobadan daha yeni çıkan tereyağlı ekmeklerin kokusu odayı sarsa… Borularda ıslak çamaşırlar, Güğümde kaynayan su, Ve bir demlikte taze çay olsa! Babam, gazetesini istese, Annem sofrayı kurun dese! Ben mandalina kabuklarını yaksam, Tek kavgamız ekmek almaya kim gidecek olsa! Bakkal dönüşü ip atlayanları görünce, Yine yumurtaları soğutup dalsak oyuna! Siyahtan maviye yeni geçmiş önlüklerimiz akşamdan hazırlansa, El emeği yakalıkların yerini hazırları almasa! Ciltli kitaplarımız, kokulu silgilerimiz, kenarlarını rengarenk süslediğimiz güzel yazı defterlerimiz, çantaya konsa… Dantelli, beyaz çoraplarımız yine çabucak yırtılsa, Dans ederken, bildiğimiz tek yabancı şarkı Lambada’yla! Ödevler bitmiş, tırnaklar kesilmiş, Banyolar çoktan yapılmış olsa! Hacı Şakir kokulu el öpmeler ve “sıhhatler olsun!”lar birbirine karışsa… Akşam tvde ibo show açılsa, Ahmet Kaya, Barış Manço, Kemal Sunal konuk olsa! Ahmet Kaya mikrofonu eline alıp, “Ağlama bu günler gelir de geçer babam,

30

Ağlama bu dertler elbet biter babam, Ocaksız köylerimde dumanlar tüter elbet, Ben yandım siz yanmayın Allah aşkına!” dediğinde, Biz yine türkülerin derdini hiç anlamasak, Acıyla tanışmamış olsak! Sonra Barış Abi bize; “Sabret gönül sabret, sakın isyan etme, Bir gün elbet bitecek bu çile, isyan etme! Dört kitaptan başlayalım istersen gel söze, Orda öyle bir isim var ki; kuldan öte, kuldan ziyade… Onu düşün, Ona sığın, O senden öte benden ziyade…” dediğinde, Bizim aklımız çengel bulmacada olsa!

Kemal Sunal’ın, daha yüzünü görünce bile gülmeye başlasak… Kocaman evlerde, birbirinden habersiz, Ayrı ayrı ve geniş geniş odalarımız olmasa, Ama içimiz geniş olsa! Yün yorganlarımızı güvenle üstümüze çekip, Birbirimize şarkılar söylesek… Sonra huzurla, kaygısız bir uykuya dalsak, Ve dünyanın bugünkü hâline, Rüyamızda bile rastlamasak...!


Ses Dergisi

Nisan / 2020 - Sayı 8

HESAPLAŞMA Umutlar beslemişim Uzak iklimlerin eşiğinde Çağlamışım durulmuşum Kaf dağının ardında Hayallere tutunmuşum Ruhum tutsak kalmış Gözlerimin perdesinde Enginlerden bihaber Damlada boğulmuşum İplik iplik akmışım Bir siyah bir beyaz Zamanın beşiğinde

Katre Hazan fırtınalarında Kelam tutmuş ellerimden Ötelerin çağrısında Baharlarda doğrulmuşum Bir bir kırılırken İçimdeki kafesler Dipsiz kuyulardan çıkıp Sonsuzluğa yoğrulmuşum Kanayan yüreğim Sevdalarla tanışmış En acıyan yerimden Yeniden can bulmuşum.

Bir anla avunmuşum Şarkılar bestelemek varken Sonsuzluk güftesinde Gönül telimi kıran Mızraba vurulmuşum Selamlar can vermiş Bildiklerin ellerinde Bir vefa bulmak için Kaç kapıdan kovulmuşum Cıkmaz sokaklarda Kaçkın bir eşkiya gibi Çetin hesaplaşmalarda Beni bana vurdurmuşum Savrulurken meçhule Kuru bir yaprak gibi Bir bilenin tezgahında İlmek ilmek dokunmuşum ----o----o----o---

31


Ses Dergisi

CORONAVIRUSS Yasemin Tatlıseven

B

ananecilik işlemiş ruhlarımıza… Çin’de bir hastalık mevzu bahis oldu. Nasılsa Çin’deydi ya dünyanın geri kalanı için bir önemi yoktu. Onlar da yarasa yemeselermiş deyip geçtik ve bir süre Çin’i uzaktan seyrettik. Avrupa’nın kapısını tıklayıp, İtalya’da çanları çalmaya başlatınca biraz irkildik. Ne oldu ne bitti anlayamadan marketlere koşarken bulduk kendimizi. Kolonyayı neredeyse içeceğiz. Leğene çamaşır suyu doldurup bir içine girmediğimiz kaldı. İspanya, Amerika, Kanada, Türkiye derken ucu bize dokunmaya başlayınca korkmaya, endişelenmeye başladık. Evlerimize çekildik. Oysa ne güzel hayatımız vardı. Şimdi nereden çıktı bu virüs? Evlere tıkıldık kaldık. Bir arkadaşım AVM’ler için “modern zaman kabeleri” benzetmesi yapmıştı. “Tavaf eder gibi dönüp duruyoruz”. Şimdi bir AVM’de doyasıya alışveriş yapabilirdik. Sıra gelmediği için giyemediğimiz bir sürü kıyafet alıp stres atabilirdik. Ne elzem ihtiyaçlarımız vardı. Açık haki pantolonumun altına yine aynı tonlarda bir bot yada ayakkabı ne de güzel olurdu. Onu da alır dolap bekçiliği yapan diğerlerinin yanına istiflerdim. Belki ben giyemeden modası bile geçerdi. Modası da geçtikten sonra ne bileyim işte, etiketi üstünde olsa ne fayda (!) At çöpe gitsin! Yaz da geliyordu.Sonuna kadar hak ettiğimiz tatilimiz için, beş yıldızlı oteller arasında seçim yapma sıkıntısıyla boğuşacaktık. Hatta belki de bir çoğumuz erken rezervasyon bile yaptırmıştık. Su kaydıraklı havuzdan atılacak fotoğraflarımız, otelin balkonundan sarkarak çekilecek selfilerimiz vardı. Perdenin rengini koltuklara, koltukları kapı pervazına, paspası yerdeki karolara, karoları tavandaki avizelere uyduracaktık. İmkanımız olsaydı evin temeline bir bomba koyar yeniden yapardık. O da olmayacağına göre kapı kollarını, çelik kapıyı ve klozeti değiştirebilirdik(!) Ne bileyim işte! İnsanın canı sıkılıyor. Çıkıp şık bir restorandan yer bildirimi yapası geliyor. Tüh bak gördün mü? Bu sene de arabanın modelini yükseltecektim. Olmadı.

32

Nisan / 2020 - Sayı 8 Çocukların okulu kapandı, hadi onu anladık. Bari kursları devam etseydi. Oğlanın futbolu, basketbolu, hentbolu, voleybolu, at biniciliği, piyanosu, kemanı, limonu... Kızın viyolanseli, karakalemi, heykel atölyesi, ebru ve bale kursu, yüzmesi, koşması, coşması hep kaldı. “NE KADAR ÇOK ŞIMARMIŞTIK!” Kevin Carter adlı gazeteci, yıllar önce Afrika’da bir fotoğraf çekmişti. Zayıflıktan göğüs kafesinin kemikleri sayılan minik bir Sudanlı kız ve üç-beş metre arkasında ölmesini bekleyen bir akbabanın resmiydi bu. Resim Pulitzer Ödülü’ne layık görülürken,insanlığımızdan utandıracak kadar da anlam yüklüydü. İnsanlığın geldiği noktayı deklanşörüyle yakalayan fotoğrafçı, belki vahşeti magazinselleştirdiği suçlamasıyla üstüne gelindiği için, belki de hafızasına kazınan bu anıyı taşıyamadığından, bir süre sonra intihar ederek hayatına son vermişti. Filistin halkının üzerine her Ramazan-ı Şerifte fosfor bombaları atılıyor, İsrail halkından bazıları bunu Galon tepelerinden, ellerinde içecekleriyle, havai fişek gösterisi izlermiş gibi keyifle izliyordu. Rachel Corrie adlı Amerikalı genç bir aktivist, Gazze’de Müslüman bir ailenin evinin yıkılmasına engel olmak için buldozerin önüne yatıyor ve bunu canıyla ödüyordu. Aylan bebek ve daha niceleri, vatansız kaldıkları için yaşayabilecek bir yurt bulabilmek ümidiyle, zalimden ve zulmünden kaçarken, nehirler, denizler aşacak; aşamayanlarsa deniz yıldızları gibi sahillere vuracaktı. İçimizden bazıları “Binmeselermiş, gitmeselermiş” diye yorumlar yaparak kendi vicdanlarını yine bir şekilde rahatlatacaktı. Evladının üstüne titreyerek, binbir emekle büyüten anneler, allayıp pullayıp asker ocağına gönderdiği yavrusunun cansız bedenini soğuk bir tabutla geri alacaktı. Evlere,ocaklara kimin yaktığı belli olmayan ateşler düşecek, o gencecik çocuklar şehit tahtında Rabb’ine ulaşacaktı. Masum insanlar hapse atılacak, bebekler gün yüzü görmeden,demir parmaklıklar ardında büyüyecek, aileler dağılacak, çocuklar annesiz babasız kalacak ve biz hiçbir şey olmamış gibi kendi ailemizle


Ses Dergisi

Nisan / 2020 - Sayı 8

gülüş cümbüş, hayatımıza devam edecektik. Savaşta annesi babası ölen Suriyeli küçük kızın “Cennete gidince, sizi Allah’a şikayet edeceğim” sözüyle, Bosna ‘da “Küçük çocukları,küçük kurşunlarla mı öldürürler anne?” diyen çocuğun sorusunu, hafızamızdan çabucak silecektik. Doğu Türkistan’da Uygurlar’a, Arakan’da Müslümanlara yapılan işkence haberlerini “Benim psikolojim kaldırmıyor bunları” diyerek okumak bile istemeyecektik. “MAZLUMUN AH’I ARŞI TİTRETİRMİŞ!” Zalimin hay huyu da mazlumun iniltisi de Gayretullah’a dokunana kadarmış. Doğayı katlettik. Hayvanlara işkence ettik. Şu kocaman Küre-i Arz’ı birbirimize zindan ettik. Gücü elinde bulunduranlar, güçsüzü ezdi. Adaleti unuttuk. Dini, istediğimiz gibi kullandık. Bir taraf heybesini doldururken, diğer taraf serçe kuşları gibi yerdeki kırıntılarla yetindi. Fakiri korumak kollamak işimize gelmedi; hor hakir gördük. Yakılanı, yıkılanı ucu bize dokunmadığı sürece görmezden gelip, bize dokunmayan yılan bin yıl yaşasın dedik. Dünyanın öbür ucunda acı çeken bir insanın derdiyle dertlenmedik. Birbirimizin arkasından konuştuk, kuyumuzu kazdık, kendimizce zaferler kazandık. Ve bu hep böyle sürüp gidecek zannettik. Koronavirüs bir tokat gibi patladı insanoğlunun suratında… Daha önce ettikleri yüzünden belaya düçar olan birçok kavim gibi… Şimdi ölümü ensemizde bir nefes kadar yakın hissederken, bir yandan günahlarımıza tövbe etme; diğer yandan bugüne kadar yaptıklarımızı tek tek gözden geçirme telaşındayız. Bütün dünya acıdan kıvranırken, ortak yaptığımız tek şey dua etmek artık! Adı 3.Dünya Savaşı mıdır,biyolojik harp midir,ilaç endüstrisinin bir oyunu mudur bilinmez, ama bu badireyi de atlatabilirsek eğer, söz veriyoruz iyi insanlar olacağız(!)

33


Ses Dergisi

KENDİMİZE SEFER

“Bütün bir hayata yeten, bir saat... Tefekkürün kadir gecesi, Hayatının rönesansını yaşamak... Her dev insanın böyle bir anı ve ya anları vardır...”

B

ir tohum gibi dünyaya gelir insan. Çoğalmak ve büyümek hatta nihayet dünyayı değiştirmek ister. Çünkü kendi rengimize göre etrafı, eşyayı boyama arzumuz vardır. Fakat bu zordur işte. Hem de çok zordur. Burada insan kendine bir oyun oynar. Değiştirdim ve başarıyorum derken aslında çok sonraları anlar gerçeği. Bunca sene verdiği emeklerin boşa gittiğini. Fakat iş işten geçmiştir ve ya kendimizi değiştirecek enerjimiz kalmamıştır artık. Gerçi, bu gerçeğe uyanmak da bir talihlilik sayılır. Ömrünü talihsizlikle gururla ve gafletle tüketenlere, heder edenlere inat, hayatın sonunda yakalanan bir talihtir bu. Hayatının her anı şahikalarda geçen, “fakat ömrümün son iki senesi olmayaydı mahvolmuştum” kanaatini sergileyen büyük müceddid İmam Gazali bize bu dersi vermiyor mu?(1) Kendimizi değiştirip, nefsimizi irademizin emrine verebildiğimiz az seneler dahi geriye doğru çok ömür senelerimizin nurlanmasına sebep olabilir. Cemil Meriç’e göre; hayatımızda dev mütefekkirler olarak tanıdığımız kimseler dahi ömürlerinde ancak bir kaç saat düşünmüşlerdir. Bütün bir hayata yeten, bir saat... Tefekkürün kadir gecesi, Hayatının rönesansını yaşamak... Her dev insanın böyle bir anı ve ya anları vardır... Bu, yeniden doğma anlarıdır. Her sene, her dakika, her gün doğmak isteyen çileli bir 34

Nisan / 2020 - Sayı 8

Hüseyin Odabaşı ruha az kere bahşedilen anlar... Mevlânâ, Şems’le böyle bir doğma, keşfetme ve aydınlanma fırsatı yakaladı. Ve terketti namı nişanı, mevkisini, makamını... Varsa yoksa Şems. Sabahlara kadar odaya kapanmalar ve muhabbetler... Şems’te, ballar balını bulmuştu Mevlana... Geçmişinin yağmasına göz yumdu, müsaade etti. Fakat, meclisleri, vaazı terkederek, Şems’in şahsında kendi özüne dönerek ruh dünyasına açılması karşısında bedel ödemek zorunda kaldı. “Artık bize dön ne buluyorsun bu mecnunda!” hazımsızlığı yaşayan eski salikleri(talebeleri), ne yapıp ettiler, Şems’i ortalıktan yok ettiler. Böylece Mevlânâ, kendinden kendine yaptığı sefere bir yenisini daha eklemiş oldu. Şeyh Galip “Hüsn ü Aşk”ında, bu mânevi, bir o kadar da çileli yollardan bahisler açtı. Hüsn’ün Aşk’a ulaşması için Zat’ussuver kalelerinden geçmesi gerekiyordu. Ateşli imtihanlar da cabası... Şeyh Galip’ın bu eseri, kendinden kendine olan seferin divanıydı. Mevlânâvari, yeniden varlığa doğma metamorfozuna da, her nefsin tahammülü mümkün değildi. Yani bu seferi tamamlamak, her kula nasip olmamıştır. Necip Fâzıl, Abdülhak Hâmit’e; “Rize dağlarında deliler gibi dolaşmaya devam etmeliydin” der. Çünkü benliğimiz üzerinde değişiklik yapıp ruh ve mânâ dünyamıza yeniden doğabilmek için çileyi, tefekkürü yarım bırakmamak gerekirdi. Niceleri vardır Hâmit gibi çilelerini tamamlayamayan. Bu çileyi tamamlayamayanlardan biri olarak Beşir Fuat gibi, Ziya Gökâlp de intihar teşebbüsünde bulundu.


Ses Dergisi

Nisan / 2020 - Sayı 8

Çünkü, Osmanlı’nın müktesebatı ile yeniden dirilmeyi, fert ve toplum planında gerçekleştirmesi gereken mütefekkirlerimiz, enteljansiyamız, çilesini tamamlayamamış nâdânlar olarak, Ömer Hayyam felsefesi ile maalesef zehirlendiler. Bohemlik âh bohemlik! Nice tefekkür tohumlarını çürüttü nice hasadı talan etti. “Geçmiş günü beyhude yere yâd etme, Bir gelmemiş an için de feryat etme Geçmiş, gelecek masal bunlar hep Eğlenmene bak ömrünü berbat etme.”(Ömer Hayyam) “Gelmiş, gelecek masal hep” diyerek körlük ve gaflet yaşayanlardan, fersah fersah uzaktır değişim, derinlik ve tefekkür. Halbuki; geçmiş ve geleceğimizde, gelmesi mukadder olan ölümle yüzleşmeden olmaz. Çünkü, yokluğun bağrında gelişir varlık. Ölümdeki sonsuz ölümsüzlüğü göremeyenlere “yuh” olsun! Eğlenmeye bakarak bohemliğe dalmak, tefekkürün kurdudur. Ölümle yüzleşmek ise, çilenin de tefekkürün de kendimiz olmanın da önemli bir şartıdır. “Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme.” (Said Nursi, Asay-ı Musa) Yoksa, ben varken ölüm yok; ölüm varken de nasıl olsa ben olmayacağımla mı teselli olalım? Evet, “Kendinden kendine sefer et” diyor Mevlânâ. Kendimizi keşfetmek ve yeniden doğabilmek için; varlıktan yokluğa, yokluktan varlığa doğru uzanan bir seferdir bu. 1.İslam Ansiklopedisi’nin “Gazzali” maddesi...

35


Ses Dergisi

Nisan / 2020 - Sayı 8

RÜYA Zeynep Gür Kapıyı çaldım, annem açtı. Soğuk, büyük ve karanlık bir hol...” Hoşgeldin!” dedi anneciğim. Hoşgeldin! Ne olmuştu bizim o sıcak aydınlık köy evimize?! Takılmadım ayrıntılara. Geçtim içeri. İçerden yorgun, bitkin bir adam çıkageldi. Ahh baba!... Yokluğumuzda yememiş içmemiş, hayata küsmüş babam... Baktı, konuşmadı. Gittigimden beri konuşmuyordu benimle zaten. Gözleriyle konuştu bu sefer. “Torunlarım, canlarım nerdeler?” diye sordu. Bi şey diyemedim. Sadece yarım saatliğine geldiğimi hatırladım. Yarım saat... Annem: “Akşama dayınlar gelecek, onları görüp gidersin demi!” dedi. Saate baktım. Kolumdaki saat 15.00’i gösteriyor. Demek ki burda saat 17.00… Öyle ya, aramızda tam iki saat vardı! Gitmem lazım,daha uçağa binip gideceğim. Akşama orada olmam lazım. Hem, sadece yarım saatti anlaşmam insan kaçakçısıyla. “Gelmişken evini süpüreyim anne!” dedim. Gümbür gümbür elektrikli süpürge sesi... Ahh be! Ne de özlemişim! İnsan mülteci olunca eve dair her şeyi ne de çok özlüyor! Sahi ben ne arıyorum anamın evinde? Ben İki çocuğumla Meriç’in soğuk sularını, Yunan hapishanelerini, ana kucağı gibi şefkatle bizi içine alan Atina’yı, havaalanı maceraları sonunda geçtiğimiz Almanya kampını düşünüyorum. Bunda bir iş var! Bunda bir iş var!... derken bir ses: “Anne acıktım, kalkar mısın!” Soğuk ve büyük, karanlık ve annemin evine hiç benzemeyen Alman mülteci kampında uyuyakalmışım meğer!...

36


Ses Dergisi

SON’LU DÜNYA

Nisan / 2020 - Sayı 8

RABİA K.

Bugüne kadar … Evet bugüne kadar her şey geçti. Geçmez diye ağladığın her şey geçti. Çıkılmaz dediğin her günün sabahına uyandın. Bitmez dediğin o günün sonunda başını yastığa koyduğun anda uyuyakaldın. Dakikaların günler uzunluğundaymış gibi geldiği, “bunun sonu yok!” dediğin her şeyin sonu geldi. Başına gelen felakette, bitip tükendiğini sandığın o gün geçti. En sevdiğinle ve ya en sevdiklerinle imtihan olduğunda, “neden ben?” diye sorguladığın ve çekip gitmeyi düşündüğün zaman bile geçti. Garip olanı şu ki; sevdiklerin yanındayken geçti. Şiddetli hastalığa maruz kaldığın da, gözlerini açamaz, bir daha toparlanamaz denilen zamanların da oldu. Açtın gözlerini ve toparladın kendini. Neden biliyor musun? Çünkü bu dünya fani... Adı üstünde işte geçici. Her şeyi ve herkesiyle geçici. Bedenlerimiz de buna dahil. Lakin, ruhumuz ebedi; ruhumuz baki... Baki olana fani, fani olana baki muamelesi yaptığın için heder ettin kendini. Şimdi kaldır kafanı bak bir! Dünyanın dört bir yanında zulme uğrayanlar var. Belki de sensin bir tanesi. Elinden özgürlüğü alınmış binlerce insan dolu hapishaneler. Belki de annen içlerinden biri. Zelzeleler ile beşik gibi sallandı dünya meskeni. Belki de yıkılan evlerin içindeydi akrabalarından biri. Belki, enkaz altında kaldı sevdiğin canlardan birkaç tanesi. Ve şimdilerde bir virüs sardı içinde bulunduğumuz gezegeni. Bir bir alıp götürüyor herkesi. Hepsi bir bir geçmedi mi? Geçti! Ama geçmeyecek tek bir gerçek var ki; Dünya fani ise ölümler de böyle ani…!

37


Ses Dergisi

SİNEKLERİN TANRISI

Nisan / 2020 - Sayı 8

Esra Dolunay

KİTAP DEĞERLENDİRME Orijinal İsmi: Lord of the Flies Yazar: William Golding Yayımlanma Yılı : 1954 Sayfa Sayısı: 253 Çeviren: Mina Urgan İyilik ve kötülük nedir? İnsanlar doğaları gereği büsbütün kötü müdür? Kötülük doğuştan mıdır yoksa içinde bulunduğumuz uygarlık mı bizi iyi ve ya kötü yapar? İlk etapta bir çocuk romanı izlenimi veren bu kitap neden okunmalı? Başta bir macera kitabı görünümü veren roman, devam edildikçe kurgusuyla bizi olayın görünenden farklı yönlerine götürüyor. Bu özelliğiyle ‘Küçük Prens’ kitabı gibi, büyüklere yönelik bir öykü halini alıyor. Çerez niyetine okunmaya başlanan eser bir süre sonra duygularda ağır,acımsı bir tat bırakıyor. Sonlarına doğru ise gerçeklerle yüzleşme ve insanın özünü sorgulamaya götürüyor. Son bölüm ise beklenilenden farklı sonuçlanıyor. Aslında bu kitaba bir roman demekten çok alegorik* bir öykü dememiz daha doğru olabilir. Eserimiz İngiliz yazar William Golding’in ilk romanı. Yazar bu eseriyle ün kazandı ve Nobel Edebiyat ödülü sahibi oldu. Daha sonra yazdığı kitaplar daha ustaca bir üsluba sahip olmasına rağmen çok değer görmedi. İkinci Dünya Savaşında altı yıl bir gemide görev yapması kitabın konusuna da etki etmiş. Ayrıca bu romanı yirmi kadar yayınevi tarafından reddedildi. Ancak uzun bir aradan sonra yayımlanmasının ardından en çok satanlar listesinegirdi. Daha sonra da çoğu okulda okutulması zorunlu eserlerden biri haline geldi. Genel konu ve öne çıkan karakterler: Öykü ıssız bir adada başlıyor. İkinci dünya savaşı sırasında güvenli bir yere götürülen, içinde çocukların bulunduğu uçak bir adaya düşüyor ve yaşları 7 ile 13 arasında değişen çocuklar adada mahsur kalıyor. Mercan Adası adlı çocuk kitabını okumuş olanlar. Bu kitaptaki iki çocuk karaktere Sineklerin Tanrısı kitabında rastlayacak. Bu iki ismin burada yer alması tesadüf değil elbette. Yazar, bu iki ismi liderlik özelliği bulunan iki ayrı baş karakter olarak kitaba oturtuyor. Ralph ve Jack... Ralph, sağduyulu, barışçıl, demokratik bir lider özelliği taşırken; Jack, zorba, kindar ve kontrolsüz güç kullanan bir lider özelliği taşıyor. Adadaki çocukların oylamasıyla şef seçilmiş olan Ralph, kitabın başından beri Domuzcuk adı verilen gerçek adından hiç bahsedilmeyen şişman çocukla arkadaş oluyor. Diğerlerine göre daha yoksul bir aileden geldiği belli olan ve tüm çocukların

38


Ses Dergisi aşağıladığı Domuzcuk, adadaki tek akıllıca fikirleri olan karakter olarak beliriyor. Ralph akıllıca çözümler bulamasa da Domuzcuğun akla yatkın fikirlerini dinliyor. Jack ise ondan, yani yeni fikirlerden sağduyu ve akıldan nefret ediyor. Avlanmayı ve güç sahibi olmayı istiyor. Jack ve yandaşları yakılan ateşi ele geçiriyor çocuklardan çoğu da Jack’ten yana oluyor. Kitapta önemli bir diğer karakter ise Simon. Bu çocuk tüm çocukların korktuğu karanlık ve hayali canavardan korkmuyor ve ona inanmıyor. Adaya geldiği günden itibaren baraka yapımına yardım etmesi ve daha küçüklere meyve toplayıp vermesiyle benliğinde kötülüğün barınmadığı tek çocuk olarak karşımıza çıkıyor. Roger adlı karakter ise Jack ten daha acımasız davranış ve işkenceleri ile benliğinde iyiliğin olmadığı tek çocuk olarak görülüyor. Diğer çocuklar ise her insan gibi bazen iyi bazen kötü davranışlar sergiliyorlar. Jack ve diğer çocukların vahşileşip kabileye dönüşmesi, Ralph, Domuzcuk ve iki çocuğun kurtulma umudu taşıması sonrasında gelişen olaylar ve ilginç sonu okura bırakalım. Sonuç: Başlarda uzun tasvirlerden sıkılabilirsiniz. Ancak diyaloglar kitabı sıkıcılıktan kurtarıyor. Bir o kadar gerçek bir hikayeyle karşılaşıyorsunuz. Bazen de mümkün olamayacak sahneler görebiliyorsunuz. Herkese göre değişse de kitabın en etkileyici kısımları, çocukların uygar dünyadan koptuklarında aslında kim olduklarını unutmaya başlamaları. Bir diğer etkileyici bölüm ise korkuların nasıl insanı ele geçirdiği. Simon: “Belki bir canavar vardır. Belki bizler bir çeşit...” cümlesi gibi. Ayrıca unutamayacağınız bölümlerden biri ölü domuz kafasıyla Simon un karşılaşması ve iç dünyasındaki konuşmaydı. Bu kitaptan öğrendiğim şey insanın yetiştiği dünyadan farklı olamayacağıydı. Ayrıca insanı insan yapan değerlerin öğrenilmiş olması, bazılarının ise doğuştan geldiği düşüncesiydi.

Nisan / 2020 - Sayı 8 Bu eser, her yaş gurubu için farklı yönlerden geliştirici ve anlamlı olduğunu hissetiriyor. Kitabımızdan bazı alıntılarla bu kısa değerlendirmeyi bitirirken iyi okumalar dilerim. Alıntılar: “İnsanlar ister büyük ister küçük olsunlar,hem iyi hem kötü içgüdüler vardır.” “Yani korku sizlere zarar vermez,düşlerin zarar veremediği gibi.” “Yanyana yürüdüler. Ayrı ayrı yaşantıları,ayrı ayrı duyguları olan iki kıta gibiydiler . Bir ilişki kurulamıyordu aralarında.” “En büyük düşünceler en basit olanlarıdır.” *alegori: Soyut bir düşüncenin somut sembollerle ifade edilmesi.

39


Ses Dergisi

40

Nisan / 2020 - SayÄą 8


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.