Demirtaş Ceyhun Kod adı ulu hakan 1 türk aydının dramı

Page 1


Sis

Çanı Yayınları: 13 •

İstanbul, Kasım 1998

Kapak: Bülent Engez •

ISBN 795

7960

12

8

Sis Çanı Yayıncılık Küçükparmakkapı Sokak, Halim İşhanı. 1 O. KaL3 80060 Beyoğlu

İstanbul

Tel. .. (0212) 249 47 74


Demirtaş Ceyhun •

Kod Adı: Ulu Hakan I (Osmanli Avduun Drwm: Medreseden Imam Hatip'e)

lslOOl �


Dizgi Sel Dizgi, Tel.. 0212 511 10 05 Baskı Ziya Ofsel, Tel.. 021 2 544 60 34 Kapak Baskı Dur Ofset, Tel.: 0212 520 69 04-05


İçindekiler Önce, Niçin ''Ulu Hakan"

7

NASIL KALKINIRIZ !'-/'olacak Şu Memleketin Hali Oylcysc ... Nasıl Kurtulmuz Bu Durumdan Acaba

17 :2R

NİÇİN ORDU Osmanlı ve Ordusu

3:2

Osmanlının Maa� Ödediği Tck Kulu

40

Ve, Ne Zaman Bir Toplumsal Sorun Patiasa Hemen Orduyu A nımsamı�lar

46

Cclcli isyanları

5:2

Sanki Bu Karı�ıklıklar da Ulemanın iktidarı İçin Çıkarılmı�

65

Osmanlıların Ulcma Devri: Sankı Lanelli Yüzyıl

n

Ulcmanın ilk Hedefi de Yeniçeri Ocağı Olmu�

X2

Ulemanın Bulduğu Yeni Gelir Kaynağı: Rü�vel

RX

Yeniçeriliğin Sonu

94

Yeniçeri Ocağının Ulemanın Öcüsü Haline Dönü�ü

J()(ı

Ulemanın Yeni Öcüleri: Tellaklar,

12X

Hamallar, A sker Yarnakları U lema- Yeniçeri İ�birliğine Kar�ı Batılıla�ma Yeniçeriler Niçin Kılıçlan Geçirilmı� Öyleyse

144 IM

OSMANLlLARDA AYDIN KAVRAMI VE ULEMA Toplumsal Kalkınma v e Osmanlı Aydını

17R

Kimdir Bu Osmanlı Aydıııı

:200

Medrese Nedir

:206

Medrese ve imparatorluk

23X

Divan Şiiri, Medrese ve Osmanlı Aydını

:24X

Emlcrun Okulu

:264

Ulema Şiire de Dü�man

:274

Osmanlıların Gizli Şiir Tarihinin Şifre A nahtarı da Galiba ·'Ulu Hakan"

290



Önce ... Niçin Ulu Hakan? ..

Şimdiye dek kim bilir kaç kez dinlemişsinizdir siz de, kahka­ halar atarak. Ünlü fıkradır. Hani, Sultan Abdülhamid 'in 19 03 'ten 19 08 yılına, Ikinci Meşrutiyet'in i/anına dek, tam 5 yıl Maarif Nazırlığını yapmış Ha�im Paşa, okultarla ilgili işler biraz sarpa sarınca; "Ah... Şu mektepler olmasa maariji ne güzel idare ederdim." demiş. Haşim Paşa 'nın resmini görmedim. Ama hiç kuşkum yok, bütün Osmanlı paşaları ve uleması gibi onun da mutlaka bir ku­ cak dolusu sakalı vardır. Çünkü, Osman Nuri Ergin ' in "Türk Maanf Tarihi" adlı kapsamlı çalışmasında verdiği bilgilere gö­ re, bıyıksız ve sakalsız birinin Osmanlı yönetiminde herhangi bir devlet dairesinde görev alabilmesi olanaksızdır. Örneğin, "dedesi ve babası ulema mesleğinde bir aileden olan, Osmanlı müellıf ve muharrirlerinden Müstakimzade Süleyman Saadet­ lin Efendi, medrese tahsili gördükten sonra müderris (medre­ se öğretim üyesi) olmak üzere üç defa rüus (hoca/ık) imtihanı­ na girmi� ise de, sakalı hafifüllihye (seyrek, ya da az) olduğu için bir türlü müderrisliğe nail olamamı�"tır. (O.N. Ergin, Türkiye Maar�f Tarihi, Istanbul 19 39 , c- 1, s./01 ) Bu nedenle, ne zaman dinlesek bufıkrayı; -Bre koca sakallı... Mektep olmadan maarıf olur mu bre!.. diye kahkahayı basarız hemen, bir yandan da bu Osmanlı paşa­ sının bilisizliği (cahilliği) karşısında dehşete düşerek. Yıllar önce Vera Mutafçiyeva adında bir Bulgar tarihçinin, "Cem Sultan Olayı" adlı, gerçekten ilginç bir romanını oku­ muştum. Hala unutamam. 7


Romanın başındaki açıklama notuna göre, Bayan Mutafçiye­ 'nın Cem Sulta n 'la tanışması bir rastlantı sonucu olmuş. Os­ manlı tarihi üzerine yaptığı bir araştırma sırasında ansızın kar­ ,w·ına çıkıvermiş genç şehzade ve kendisini yeniden yervüzüne çıkararak, yaşadı,�ı trajik olaylan tekrar yargılamasım istemiş. Bı/indiği gibi, Cem Sultan, Fatih 'in oğludur ve babasının ölü­ münü duyar duvmaz ilan ettiği saltanatı ancak 18 gün sürmüş ve kardeşi Bayezid 'e ye nilerek ülkeden kaçıp, Fransa 'ya Papa­ lıifa sıltınmak zorunda kalmıştır. Işte, Bayan Mutafçiyeva da, ''bugüne kadar tanıdığı kahramanlarm en sevimlisi" olan bu kişiyı kıramamış ve onu yeniden yeryüziine çıkararak, görgü ta­ iuklanvla tekrar yüzleştiritmesini sağlamış. Yani, roman, Cem Sultan 'ın bu serüvenini konu edinmekledir ve anlatım, yüzyıllar önce ölmüş görgü tanıklannın mezarlanndan çağn/ıp yeniden sorgulanma/an şeklinde kurgulanmıştır Aklınıda kaldığı kada­ rıyla da, sorgulanmak için çağrılan, galiba Malta şövalyeleri­ nin başı, öfkeyle girmekte ve "Çağrımza gelmeyecektim ama, tarihçiler hakkımızda o kadar çok yalan ve yanlış şeyler yazdı­ lar ki, hem sizler de bu yafanlara yeni bir şeyler eklemeyesiniz, hem de bu fırsatla onlan düzelteyim bari diye geldim " gibisin­ den bir şeyler söyleyerek başlamaktadır ifadesini vermeye. Gerçekten, şimdi bir tansık olsa, bizler kahkahalarla güler­ ken sözlerine, Haşim Paşa da, tıpkı Bayan Mıttdfçiyeva 'nın şö­ valyesi gibi yıllar sonra birden diriliverip çıksa karşımıza, ne der acaba? Çünkü, bu konuda da hiilii bilisiz (cahil) olan o değil, asıl bi­ ziz galiba. Bu yüzden de, maarif kavramıyla mektep kavramılll kolayca özdeşleştirivernıişiz. Dolayısıyla, Osmanlı lmparatorlu­ /fu 'ndaki eğitim düzeninden, öğretim kurumlannın niteliklerin­ den de pek haberimiz yok, gördüğümüz kadarıyla. Örneffin, Osmanlı Jtnparatorluğu 'nım, ta 19 1 3 yılına dek, bütün tarihi boyunca devlet bütçesinden bir tek medrese yaptır­ madığını, gene devlet bütçesinden bütün tarihi boyunca tek bir müderrise maaş ödemediğini aramızdan kaç kişi bilir acaba gerçekten? va

8


Ama öte yandan, tam da bilmediği medrese kavramını kutsal­ laştırmamış aydınımız da yok gibidir galiba. Öyle ki mektepten yetişmiş Osmanlı aydınlarının gözünde bile medrese kutsaldır sanki. Bu nedenle mektepli ile medreseli de birbirlerinden çok farklı anlamlar içeren kavramlardır Osmanlıcada. Örneğin, medreseli alimdir, Osmanlı ulema sınıfına alınırlar hemen. Mektepli ise cahildir medreseiiierin gözünde. Oysa, Baron de Tott anılarında tam karşıtını yazmaktadır. 1773 yılında kurulan Haliç Tersanesi'ndeki Riyaziye Mektebi'ne öğrenci bulabilmek için düzenledikleri sınavda, "bir üçgenin iç açılarının toplamı­ mn kaç derece olduğunu" katılan hiçbir medreseli bilememiş, "sadece birisi cesaret gösterip, üçgenine göre değişir demiştir". Çocuklara toplama, çıkarma, çarpma, bölme işlemleri ile çar­ pım tablosunun da öğretildiği, bugünkü anlamda ilköğretim oku­ lu düzeyindeki bir okul da, ta 1830 '/arda, 1 /. Mahmud dönemin­ de "Rüştiye" adıyla açılmıştır ilk kez. Fakat, bütün bu gerçekiere karşın medreseyi eleştirmeye ve­ ya medrese eğitiminde de bir değişiklik yapılmasını önermeye kimse cesaret bile edememiştir. Mustafa Kemal bile, çevresindeki aydınların tepkisinden çe­ kindiği için Kurtuluş Savaşı boyunca konuşmalarının hiçbirinde medreseden söz etmemiştir. Ilginçtir, 3 Mart 19 24 günü Mec­ lis'te kabul edilen Tevhid-i Tedrisat yasasında da medrese söz­ cüğü hiç kullanılmamıştır. Nitekim, Birinci Büyük Millet Meclisi ' ndeki Osmanlı aydınla­ rı, 2 0 Kasım 19 2 1 'de, Mustafa Kema l 'e rağmen ulemadan Veh­ bi Efendi 'yi Maarıf vekilliğine getirtmeyi bile başarmıştır. Veh­ bi Efendi (Ahmet Vehbi Bolak Efendi) de, ilk iş olarak medreseli mollalardan yeni bir program komisyonu kurmuş ve Büyük Mil­ let Meclisi Hükümeti için yeni bir eğitim programı hazır/atmış­ tır. Bu yeni programa göre; "Bütün okullarda din dersleri artı­ nlacaktır. Sultanilere (lise/ere) Yeni Medrese adı verilecek ve bu okullar da medreseler/e birleştirilecektir. Öğretmen okulla­ nnda öğrenciler başianna sank saracaklardır. Müzik dersinin adı 'İlahi', resim dersinin adı da 'Çizgi' dersi olarak değiştiri­ lecek ve bu derste canlı yaratık/ann resimlerinin çizilmesi ke9


sinlik/e yasaklanacaktır." Ve, Kurtuluş Savaşı 'nın kazanılması sayesinde Vehbi Efen­ di 'nin Maarif Vekilliğinden düşürülmesi sağ/anabilmiştir ancak. Ama, Mustafa Kemal'in yakın çevresindeki, örneğin Türkçü­ lük düşüncesinin kurucusu Yusuf Akçura gibi aydınlar bile, medrese/erin kapatılması fikrine şiddetle karşı çıkarak, "Devrim Medrese/eri" başlığı altında, güya bu okulları "fakir çocukları­ nın devrimi yayacak ilerici din adamları olarak yetiştirileceği" birer "Hakimiyet-i Milliye Medrese/eri" haline dönüştürecek önerilerde dahi bulunmuş/ardır. (Dr. /lhan Başgöz-Howard E. Wilson, Türkiye Cumhuriyetinde Eğitim ve Atatürk, Dost Yayın­ ları, Ankara 19 68, s. 82) Hatta, Prof Enver Ziya Karai 'ın belirlemelerine göre, "Bi­ rinci Büyük Millet Meclisi'nde Maarif Vekaletinin kaldırılma­ sını ve bütün eğitim işlerinin Şer'iye Vekaletine bağlanmasını isteyenler" bile olmuştur. (Enver Ziya Karai, Türkiye Cumhuri­ yeti Tarihi -Liseler Için- Milli Eğitim Basımevi, !st. 19 69 , s. 1 65) Kısacası, medreseleri kapatmak Mustafa Kemal için dahi ko­ lay olmamıştır. Hi/afetle birlikte Evkaf ve Şer ' iye bakanlıkları­ nın kapatılması ve Tevhid-i Tedrisat yasasının çıkarılması konu­ larını önce "Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Kazım Paşa gibi paşalarla İzmir manevrası sırasında görüşmüş", sonra Meclis 'e getirerek hepsini aynı günde yasalaştırtmıştır. Tevhid-i Tedrisat yasasında da, yukarda belirtildiği gibi medrese/erin kapatı lacağından hiç söz edilmemektedir ama, "İs­ tanbul Üniversitesine bağlı bir ilahiyat Fakültesi'nin kurula­ cağı ve ülkenin gereksindiği imamlarla hatipleri yetiştirmek üzere de çeşitli bölgelerde 'İmam ve Hatip Okullan'nın açıla­ cağına dair" yeni hükümler getirilmiştir. Görüldüğü gibi, aydınlarımızın bu özelliği nedeniyle, tepkile­ ri önleyebilmek için başlangıçta birtakım ödünler vermek zorun­ da kalmıştır Mustafa Kemal de. Nitekim bu yasa gereği olarak, hemen bir buçuk ay sonra, 24 Nisan 19 24 'te istanbul Da­ rülfununda bir ilahiyat Fakültesi ile ülkenin çeşitli yerlerinde tam 29 Imam ve Hatip Okulu açılmıştır. Ancak, Mustafa Ke­ mal 'in verdiği bu ödün/erin ömrü çok da uzun sürmemiştir. ÖnlO


ce, laiklik ilkesi 19 28 yılında Anayasaya konulur konulmaz, Jtnam ve Hatip Okullarının ödenekleri, laiklik ilkesine aykırı ol­ duğu gerekçesiyle hemen kesilmiş, 193 0-3 1 yılında tamamı ka­ patı/mıştır. A rdından da, ilahiyat Fakültesi 'nin açıldığı yıl 224 olan öğrenci sayısının 1933 'te 20 'ye düşmüş olması nedeniyle, Üniversite reformu sırasında fakültenin kapatılmasına karar verilmiştir. Yani, Sultan Abdülhamid 'in Maarıf Nazırı Haşim Paşa da, "Şu mektepler olmasa, maar(fi ne güzel idare ederdim" der­ ken, kesinlikle bilisizliğinden böyle konuşmamakladır bizce. Ba­ tılılaşma yan/ılarını suçlayarak, aslında "Nereden çıkardınız Allah aşkına şu mektepleri!.. Maarifi medreseler/e ne güzel idare edip gidiyorduk. " demektedir, hiç kuşku yok ki . . . Ne acıdır ki, Cumhuriyet aydınları da, b u gerçeği fark ede­ meyip, üstelik önünü ardını da fazlaca kurcalamadan medreseyi kolayca fslamiyetle özdeşleştirip kutsal/aştırdık/arı için galiba, Mustafa Kemal 'in Tevhid-i Tedrisat yasasından neyi amaçladı­ ğını da tam kavrayamamışlardır, gördüğümüz kadarıyla. Bilindiği gibi, A rapça "tevhid" sözcüğü, "vahdet" sözcüğün­ den !üretilmiştir. Vahdet sözcüğü, "bir ve tek olma" veya "yal­ nızlık, kendi kendine kalış" anlamlarına gelmektedir. Tevhid de, "birleştirme, tekleştirme" veya "birliğini, tek olduğunu ka­ bul etme" anlamlarını içermektedir. Kuşkusuz, 19 24 yılında açılan 29/mam Hatip okulunun, he­ men ertesi yıl 26'ya, 19 26 'da 20 'ye, 19 29 'da ikiye düşürülmesi, 193 1 yılında da toptan kapatılması sırasında hiçbir aydınımızın aklına "Tevhid-i Tedrisat" yasasının içeriğini tartışmak gelme­ miştir. Fakat ilginçtir, Mustafa Kemal 'in ölümünden sonra, be­ lirli çevreler hemen "tevhid" sözcüğünün bu "birleştirme" an­ lamına dört elle sarı/ıp, yasanın adını "Eğitimin Birleştirilme­ si" şeklinde Türkçeleştirerek, Mustafa Kemal'in de Osmanlı Im­ paratorluğu 'ndaki bu iki ayrı eğitim kurumunu, medrese ile mektebi birleştirmeyi amaçladığını savunmaya başlamışlardır koro halinde, artık her ne hikmet/e ise. . . Ve üzülerek belirtelim ki, b u çarpıtmalarını ustaca yöntem­ lerle kısa sürede kamuoyuna benimsermeyi de başarmışlardır ..

ll


doğrusu. Bugün, Tevhid-i Tedrisat yasasının Osmanlı Impara­ torluğu 'ndaki iki ayrı eğitim kurumunu birleştirmek amacıyla çıkarılmış olduğundan, gördüğümüz kadarıyla aydınlarımızın hiçbirisinin şuncacık kuşkusu yoktur. Nitekim bu nedenledir ki, Jtnam Hatip Okullarını hala basit bir meslek okulu olarak de­ ğerlendirdiklerinden, 19 5 1 'den bu yana yetiştirilen imam ve ha­ tip sayısının gereksinimden kat kat fazla olduğunu gerekçe gös­ tererek, okul sayısının azaltılmasına çalışmaktadırlar sadece. ilginçtir, sanki ilk kez Demokrat Parti döneminde, 19 5 1 yı­ lından itibaren açılmaya başlanılmış gibi, yoğun bir propagan­ dayla Jtnam Hatip Okullarının tarihçesini de kitlelere unuttur­ mayı ustaca becermişlerdir 20 yıl gibi kısacık bir sürede. Oysa, bilindiği gibi, ülkemizdeki ilk Jtnam Hatip Okulu, 19 13 yılında Ittihad ve Terakki hükümetince, ilk kez devlet bütçesin­ den harcama yapılarak ve medrese/ere yeni bir kimlik kazandır­ mak amacıyla "Medresetül Eimme ve'[ Huteba" (Imamiar ve Hatipler Medresesi) adıyla açılmıştır. Ve hiç kuşku yok ki, Bü­ yük Millet Meclisi'ndeki Vehbi Efendiler kafası, bu medreseyi model alarak, Mustafa Kemal 'e / 9 24'te zorla o 29 Jtnam Hatip Okulunu açtırtmıştır ödün olarak. Ne var ki, Mustafa Kemal 'in bu okulları hemen ertesi yıldan itibaren kapattırdığı gerçeğini de halkın belleğinden kısa sürede silmeyi ustaca başarmış/ardır. Yani, Mustafa Kemal, çıkardığı bu "Tevhid-i Tedrisat" adlı yeni yasayla hem medrese/erin köküne kibrit suyu dökmüştür, hem de Kurtuluş Savaşı koşullarında gericilerin baskısıyla bir ödün olarak kabul etmek zorunda kaldığı Imam Hatip Okulları ­ n ı toptan kapatmıştır. Görüldüğü gibi, Mustafa Kemal 'in Tevhid-i Tedrisat yasa­ sıyla iki ayrı eğitim kurumunu birleştirmeyi düşündüğünü, akıl­ dan geçirmek bile olanaksızdır. Ve bizce hiç kuşku yok ki, Mus­ tafa Kemal 'e göre, bu tamlama "eğitimin tekliği" anlamını içermektedir kesinlikle. Eğitim tekdir. Her devlet, uyruğunu na­ sıl eğiteceğine karar verir ve halkın eğitimi ancak devlet eliyle gerçekleştirilebilir. Okul binalarını devlet yaptırır, öğretmenie­ rin maaşını devlet verir, eğitim programlarını devlet hazırlar. 12


Nitekim Mustafa Kemal de, Evkaf ve Şer'iye bakanlıklarımn kapatılmasını sağlayan yasaları Tevhid-i Tedrisat yasasıyla hirlikte çıkartarak, Osmanlı tarihi boyunca medreseleri kurmuş, binalarını yaptırmış, hocalarının maaşını ödemiş, dolayısıyla da eğitim programlarını düzenlemiş vakıflarla, vakıf yöneticisi hacı/arın, hocaların elini eğitimden bütünüyle kesmiştir. Ama ne yazık ki, aydınımızın bu aymazlığı yüzünden, bugün eğitim çeşitli dalaverelerle yeniden bütünüyle vakıflam devre­ dilrnek üzeredir. Üstelik yalnız ilk ve orta eğitim de değil, Mus­ tafa Kemal'in kemiklerini sıziatacak bir küstahlıkla, üniversite eğitimi de bütünüyle vakıflam bırakı/maktadır neredeyde. Ancak. . . Gene üzülerek belirtelim ki, aydınımızın Cumhuri­ yet dönemindeki aymazlığı, yalnız "Tevhid-i Tedrisat" kavra­ mını çarpıtmakla da sınırlı kalmamıştır. "Laiklik" kavramı da, Mustafa Kemal 'den sonra aynı şekilde çarpıtılarak benimsetil­ miştir yığın/ara, gördüğümüz kadarıyla. Daha doğrusu, kavra­ mın, 19 20 '/erdeki koşullar gereği yapılmış olan "devlet işleri­ nin din işlerinden ayrılması" anlamına geldiği şeklindeki tanı­ rnma dört elle sarınılarak, sonraki yıllarda toplumsal belleğe de salt bu anlamıyla ve daha da acısı tek anlamlı bir kavrarnmış gibi yerleştirilmesi gerçekten ustaca sağlanmıştır. Bilindiği gibi, Osmanlı aydınının sözcük dağarcığında "laik­ lik" kavramı da yoktur kesinlikle. Islam şeriatının Kuran 'dan kaynaklanıyor olması yüzünden, şeriatçı olmayan Osmanlı aydını da yoktur çünkü. Bu nedenle, "laiklik, laisizm" sözcüğü aynı zamanda "dinsizlik" anlamına da gelmektedir, yani "laisizm " ile "ateizm" aynı şeydir Osman­ lı aydınının gözünde. Nitekim ilk Türk materyalisri Beşir Fuad da, bilindiği gibi, Osmanlı aydınının bilinç düzeyinde "mater­ yalist" sözcüğü dinsizlik anlamına geldiğinden toplumdan dış­ lanıp itilmiş ve intihar etmesine neden olunmuştur. Sanırız, "laiklik" kavramını tarihimizde yüksek sesle söyle­ yebilen ilk Türk aydını da Mustafa Kemal 'dir. Ancak, Osmanlı aydınları şeriat'ı tartışmayı akıllarından ge­ çirmeye dahi cesaret edemez/erken, hiçbir toplumsal ve siyasal kavramın kutsallaştırılmasına izin vermeyen, hiçbir tabuyu be13


nimsemeyen entelektüel kişiliğiyle halifelik kurumuna karşı çık­ mış bu insan bile, çok ilginçtir, 19 27 yılında, Halk Firkası 'nın !. Kurultayı 'nda 6 gün boyunca tam 3 6 saatte okuduğu neredeyse bin sayfalık Nutuk'unda "laiklik"ten sadece bir kez söz etmiştir. Üstelik, laikfiği savunmak için de değil, 19 2 1 Anayasasına "Şeriat hükümlerinin yürürlüğünü sağlamak Büyük Millet Meclisi'nin ödevlerindendir" maddesinin niçin konulduğunu, Cumhuriyetin ilanı nedeniyle 19 23 'te Anayasada zorunlu deği­ şiklikler yapılırken "Devletin dini, İslam dinidir" diye bir mad­ denin de niçin eklendiğini, Cumhuriyetten sonra yapılan 19 24 Anayasasında da bu maddelerin niçin korunduğunu açıklamak için, "Laik hükümet teriminden dinsizlik anlamını çıkarmaya eğilimli olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat ver­ memek amacıyla böyle davranıldığını" belirtirken bu sözcüğü bir kez kullanmıştır. Öyle ki, 19 24 yılında çıkarılan Hi lafetin kaldırılması ile ilgili yasada da, "Hilafet, hükümet ve cumhuriyetin mana ve mejhu­ munda esasen mündemiçtir (vardır) " denilmek zorunda kalın­ mıştır, şeriatçıların tepkisini bastırabi/rnek için. Ve 1928 yılında "devlet işleri ile din işlerini birbirinden ayır­ mak" anlamına geldiği savunusuyla laiklik ilkesi yaşama geçiri­ /erek "Devletindini fslamdır" maddesi Anayasadan çıkarılmıştır. Fakat ne acıdır ki, aradan bunca zaman geçmiş olmasına kar­ şın, aydınlarımız laiklik kavramını 19 28 yılında bizce çaresizlik­ ten bir hile-i şer'iye olarak kullanıldığı kuşkusuz, bu dar anlamlı tanımla açıklamaya kalkışmaktadır/ar hfıla. Yani, din-devlet ay­ rımı bu kavramın en dar ve sığ anlanııdır. Bu açıdan bakılırsa, kavramın asıl anlamı "kutsallaşmış gelenek ve ilke boyunduru­ ğundan kurtulmak"tır. Üstelik, bu dar anlam, din ve devletin ay­ rılması, belki Hıristiyan ülkelerde söz konusudur. Ama şeriatın Kuran 'dan kaynaklandığı ve devlet kavramıyla doğuştan özdeş­ leşmiş fs larniyet 'te din-devlet ayrımını gerçekleştirebiirnek zaten olanaksızdar Nitekim, aradan bunca zaman geçmiş olmasına karşm, salt bu anlamda kullanılmaya çalışılan laiklik kavramının ülkemizde hfıfa tartışma konusu olması da, bu gerçeği bütün çıp­ laklığıyla gösterse gerektir doğrusu. 14


Fransızcadan aldığımız, Yunanca kökenli bu laik sözcüğü, Yu­ f/{1/lcada her ne kadar din adamı olmayan kişi anlamına geliyor­ sa da, insanlığın gündemine asıl, Hıristiyan kiliselerinin kurduğu teokratik devletlere karşı bir siyasal kavram olarak ortaçağda girmiştir. Yani, öncelikle teokrasi kavramının karşıtıdır bir an­ lamda. Laik devlet kavramı da, teokratik devlet kavramının seçe­ neği olarak üretilmiştir. Bu nedenle, "dinle devlet işlerini birbirinden ayırdığı" gerek­ çesiyle, laik devlet 'ten, sonuçta Kuran hükümlerinin tanı uygu­ lanmasına yönelik dinci girişimleri vicdan özgürlüğü ve insan hakları kapsamında değerlendirerek hoşgörüyle karşılamasını is­ temek, bizce kesinlikle demokratik bir yaklaşım değildir. Aydınımızın bir diğer özelliği de, toplumsal kalkınma sorunla­ rını, ta XVII. yüzyıldan beri sürekli kültür tartışmaları yaparak çözmeye çalışmasıdır. XVII. yüzyılda Imparatorluğun gerilemesi­ ni Islami yaşamdan uzak/aşılmasında gören ulema sınıfı, kurtulu­ şun yeniden Hz. Muhammed dönemindeki Islami yaşama dönül­ mesinde olduğunu savunurken, karşıtları da XVIII. yüzyılan ilk günlerinden itibaren kurtuluşun Batılı yaşam biçiminin benim­ senmesinde olduğunu öne sürmeye başlamışlardır. Ne yazık ki, toplumsal kalkınma sorunları bugün de aynı şekilde kültür tartış­ maları şeklinde sürdürülmektedir. Anadolu toplumunun ekono­ mik yapısıyla ilgili, örneğin halen geçerli üretim ilişkileri ve mül­ kiyet kavramının toplumsal bilincimizdeki konumu gibi konular­ da herhangi ciddi bir araştırma yapılmamaktadır. Bilindiği gibi, birkaç askerlik okulu ile 1/.Mahmud döneminde açalmış rüştiyevi saymazsak, Osmanlı Imparatorluğu'ndaki bü­ tün din dışı mektepler, Abdülhamid döneminde kurulmuştur. Do­ layısıyla, bu mekteplerde okutulan bütün ders kitapları da Abdül­ hamid tarafindan hazırlatılmıştır. Abdülhamid ise, 1789 Fransız devriminin rüzgarıyla XIX. yüz­ yılın başlarından itibaren Osmanlı sınırları içindeki Hıristiyan azınlıkların birer birer bağımsızlık savaşına girişmeleri yüzün­ den Tanzimat aydınlarının Osmanlıcı/ık fikri de suya düştüğü için, Osmanlı tarihinde ilk kez dini devlet politikası haline getir-

15


miş ve imparatorluğun dağılmasını belki engellerim düşüyle Pa­ nislamizmi savunmuştur açık açık. Bu nedenle, aydınımızın bugünkü kimliğinin bütün ş!frc anahtarları, bizce hiç kuşku yok ki, 1/.Abdülhamid döneminde gizlidir. Örneğin, gerçekten acaba niçin sadece 1/.Abdülhamid 'e "Ulu Hakan " demektedirler dinci çevreler? Yavuz Sultan Selim, Abdülhamid döneminde kaleme alınmış tarih kitaplarında belirtildiği gibi, 15 17'de Ridaniye savaşından sonra hilafeti de gerçekten lHanbul 'a getirmiş midir? Timur, 1402 'de Yıldırım 'ı yendikten sonra ancak birkaç ay kaldığı Anadolu 'yu tarihçi/erimizin belirttikleri gibi taş üstünde taş kalmamacasına yakıp yıkmış mıdır gerçekten? Oysa, öte yandan da Sultan Çelebi Mehmed, topu topu 1 0 yıl sonra devleti deriemiş topadamış ve tarunu Fatih de, gene topu topu 40 yıl sonra Bizans imparatorluğu 'na son vermiştir. Gene, Rus çariçesi Katerina bohçacı kadın gibi Baltacı Meh­ med Paşa 'nın çadırına gizlice girdiği için mi Osmanlılar Prut savaşını sona erdirmişlerdir hemen? Kısacası; hiç kuşkumuz yok, Osmanlı tarihinin bütün şifre anahtarları "Ulu Hakan" döneminde gizlidir. Bu nedenle kita­ bımızın adını "Kod Adı: Ulu Hakan" koyduk. Çalışmamızın bu kısmında, Osmanlı imparatorluğu ' nun kül­ türel temelinin nasıl oluşturulduğu konusu ile, Doğu imparator­ luklarındaki orduların önemi üzerinde durduk. Çalışmamızın ikinci kısmında da, doğrudan Ulu Hakan dö­ nemini mercek altına alacağız. Şayet bir kusur işlemişsek aifola gene . . . Ekim I 998 1 Yeniköy

16


Nasıl Kalkınırız?

N'olacak şu memleketin hali? Şöyle birkaç kişi bir araya gelip, hele rakı şişesinin dibine vurup da iki tek atınca, hemen "N' olacak yahu şu bizim memle­ keti n hali?" diye dertlenmeye başlamayanımız galiba gerçekten hiç yoktur. Ne yalan söylemeli . . . Bir köşeye oturup, memleketin hali üzerine karşılıklı uzun uzun dertleşmeye ulusça bayılırız. Hatta, birkaç kişi bir araya gelmemiz de gerekmez her zaman. Örneğin, "Hele şöyle bira: oturup başımı dinleyeyim" diyerek tek başı­ ımza da bir köşeye çekilsek, gene hemen başlarız içimizden memleketin haline hüzünlenmeye. Ü stelik, kendi çıkarımız için de üzülmeyiz memleketin haline. Kendi adımıza iizülüyorsak, inanın namerdiz! . .

" Oturup ko nuşmak" "başım dinlemek" "kafayı dinlendir­ mek" "kafa çekmek" filan da, zaten salt bize özgü deyimlerdir galiba. Nitekim, Melih Cevdet Anday usta da, bu ''oturup konu ­ şalım " deyimine bozulmuş, "Oturmadan düşü nemiyor musu n b e adam?" diye soruyordu bir yazısında. (Cumhuriyet gazetesi. ıs Aralık 1 995).

Ama ilginçtir, demek öte yandan da, böyle olur olmaz mem­ leket için ağlaşmamızdan biraz da gizli gizli utanıyormuşuz ki, sanki rakı yüzünden başımıza geliyormuş gibi bütün bunl ar, tut­ muş bir fıkra bile uydurmuşuz bu konuda. Mutlaka biliyorsunuzdur. Hani, yaz tatilini Türkiye' de geçi­ ren bir Alman, döne rken bir iki şişe de Ye ni Rakı satın alınış. Birkaç gün sonra da arkadaşlarını bir akşam eve yemeğe çağır­ mış ve açm ış rakı şişesini . . . Önce gönülsüz davranmışlar, ana­ son kokusu itmiş ya, ilk yudumun tadına varınca, ardı ardına bir­ kaç kadeh daha patlatıvermi�ler keyifle. Sonra da kendiliklerin17


den vermişler kafa kafaya ve ba�lamışlar hep birden "N' olamk ruhu ŞI( hi :im Afmanw ' mn hali?" diye dertlenmeye . . . Sanki tıl sım rakıday ın ış gibi . . . Aslında rakı da bahanedir biz­ ler için . hiç kuşku yok . . . Çünkü, aydınlarımızı n neredeyse tam dört y ü z yıldır "N ' ola­ mk şu m emlek et in /w li·;·· diye dertlenmeden geçirebildikleri tck bir günleri bile olmamıştır sanki, gördüğümüz kadarıyla. Yani, kesinlikle yeni bir olgu değildir bu b izim için . . . Örneğin, daha XVI. y üzyılın ortalarında, ı560' 1 ı y ıllarda, O'imanlı aydınları "Padişalı kocaldı gayri. Ordunun başmda se­ fae çıkamıyor. N' olacak hu memleketin hafi.?" diye hornurdan­ m aya başlamışlardır tarihçi lerio yazdı klarına göre. Gerçekten de, Kanuni Sultan Süleyman o y ıllarda artık nere­ deyse 70 yaşıııa basmak üzeredir, üstelik gut hastasıdır ve Os­ manlı ordusu da ta ı5 53 'ten beri yeni bir sefere çıkmamıştır. Ama ne var ki. Osmanlı ordusunun nicedir y eni bir fetih seferi­ ne çıkmamasının nedeni de, salt sultanın yaşlılığı değildir gali­ ba. Çünkü, gene vakanüvislerin yazdıklarına göre, Kanuni Sul­ tan S ü leyman' ın ı553 'teki İ ran Seferi de, hazineye yeni gelirler getirmek şöyle dursun, güya zafer kazanılarak Doğu Anadolu, Irak, Tebriz filan gibi yerler de Osmanlı topraklarına katılmış ol­ masına karşın, elde edilen ganimetler seferin giderlerini bile tam kar ş ı lamamıştır. N it ekim o tarihe kadar ı 00 dirhem gümüşten 300 akçe kesti­ rilirken, Sultan S üleyman da bu seferden sonra paranın değerini düşürmek zorunda kalmış ve ı00 dirhem gümüşten 457 akçe kestirmeye başlamı�tır, Prof. Mustafa Akdağ' ın belirlemelerine göre. Artık, ilk yıllarda olduğu gibi ordu İ stanbu l 'dan birkaç yüz kilometre uzaklıkta fethedilecek yeni varsıl yerler bulamamak­ ı adır. İ mparaforluğun sınırları çok genişlemiştir, dolayısıyla ordu, y eni bir yer fethedebilmek için bazan binlerce kilometre­ l i k yol katetmek zorunda kalmaktadır. Bu yüzden, fethedilecek y ere ula�mak için uzun bir zaman gerektiğ inden, ordu y olda kışIR


Lı mak için konaklamaktadır kimi seferlcrde. B ütün bunlar da

ma liyeti çok y ükse ltmektetir. Yani. masraflar çok arttığı için, fetih seferl e ri de karlı ol mak­ tan çıkmıştır artık, gördüğümüz kadarı yla. Sadrazam Soku l lu Mehmed Pa�a da. Su ltan Süleyman· ın to­ runu III. Murad döneminde İ ran üzerine gene bir sefer düzenlen­ ınesi söz konusu olduğunda hemen atılım� ve Aman su/ta­

Ilim -' Ceddi ôlônı: Sultan Siileyman lw:retleri !m iran selerin­ den neler ç-ekmiştir, hilme:sini: . . . Sul/ı olunw_,·a kadar ne :e/ır, ne kalır yutmuştur. . . imn :aptolunsa hile. yapılacak tahsilat se­ fer/n nwsmfinı dahi karşt!ama:. . . Aman /w sultanmt! demiş­ tir, Peçeri Tarihi' nde aniatıklığına göre.

Fransız devriminin gerçekle�tiği y ı l , 1789'da t ahta çıkan Os­ manlı su ltanı llLSe lim de , galiba tarihimizde ilk kez, daha salta­ natının kırkı çıkmış çıkmamışken, hemen ü lkenin bütün ileri ge­ lenlerini çağırıp, bir "Meşveret Meclisi" toplayarak, "N' olacak memleketin şu hafiF' diye sormuştur onlara, bilindiği gibi. Çünkü, Osmanlı İ mparatorluğu ' nda neredeyse iki y üz y ıldır i şler iyi gitmemektedir. B aşkent İ stanbul 'da bile insanlar binbir yokluk içinde kıvranmaktadırlar artık. Et yoktur, süt yoktur, hat­ ta odun bile bulunamamaktadır zaman zaman. Bu nedenle halk bir kurtarıcı beklemektedir. Saray da nicedir hocalara tesl i m olıım�. fal baktı rarak, düş yorumlatarak yönetmektedir ülkeyi zaten. Falcılık ve dü� yo­ rumculuğu (rüya tabirciligi) artık medreselerde de ayrı bir ders olarak okutu lmaktadır "ilm-i niicum " adı altında. Sultan llLSelim ' in babası III.Mustafa, Avru palıların sa va�la­ rı da fa lcı l arının kehanetleriyle kazandıkia nna inandığından, Rus savaşından önce Fkansa ve Prusya krallarına elçi göndere­ rip, falcı larını kendisine yardım o larak bir süre için öd ünç ver­ melerini bile istemiştir. Prusya Kralı II. Friedrich ·i n. "Benim iiç

falctm vardtr Biri, tarihten ı·c deney/ndnden dns almakttr ikincisi, askeri her :aman samşa lw:tr halde tutnwkttr Üç·iin­ ciisii de , .1m·aş için gerekli JWUl\'1 öncedenlw:inede hiriktirme/..­ tir di yerek imalı bir di lle yanıtlamas ından sonra da . gene �ıl JlJ


dız falımı baktırarak Rusya ile sa vaşa karar vermiş ve hazinede ne var ne yok, hepsini bu uğurda çarçur etmiştir. (Prof. Uzunçar­ şı l ı , Osmanlı Tar. cilt-IY, s . 34 3) H atta, oğlunun, tıpkı atası Kanuni Sultan Süleyman gibi bir cihangir olarak doğması için, ana rahmine hangi gün ve hangi dakikada düşmesi gerektiğini bile Miineccimhaşt ' na hesaplat­ mıştır. Bu yüzden, oğlu I II.Selim'in bir cihangir olarak doğdu­ ğundan da kuşkusu yoktur. Halk da bu söylentilere hemen dört elle sarılmıştır. Dolayı­ sıyla III.Selim'in tahta çıkışı büyük sevinç yaratmıştır İ stan­ bu l ' da. İ lginçtir, tarihçilerio belirttiklerine göre, III. Selim de bir ci­ hangir olarak doğduğuna yürekten inanmaktadır. Bu nedenle de, ola ki işe nereden başlaması gerektiğini kestiremediği için, meş­ veret etmek üzere hemen ülkenin ileri gelenlerini çağırtmış ve 1 789 y ıl ı mayıs ayı başlarında bir cuma günü öğle namazını meşveret erhaht ile birlikte kılıp, Sultan Kasrının Revan odasın­ da Meşveret Me clis i ni toplayarak, "Bre a,�alar, konuşım haka­ ytm! N' olacak memleketin h u hali 7" diye sormuştur. Ama ne yazık ki, adı şehzadeliği sırasında bile halk arasında kurtarıcıya çıkmış I I I . Selim, cihangirlik dü şlerini gerçekleştire­ meden, daha meşveret erbabının önerilerine uyup Nizam-ı Cedit adında yeni bir ordu kurmaya çalışırken, Yeniçeriler tarafından alaşağı edilip tahttan indirilmiştir. Fakat ilginçtir, kimi tarihçiler bu kez de, III.Selim' in zaten eşref saatte ana rahmine düşmemiş olduğu için cihangir doğma­ dığın ı , Hekimbaşı ile Müneccimbaşı 'n ın aralarında anlaşıp, oda­ daki saatin yelkovanını parmaklarıyla değiştirerek sanki hesap­ ladıkları satte doğmuş gibi gösterip Sultanı aldattıklarını yaz­ mışlardır. ( Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet , c. 8, s. 1 88 , İ stanbul 1 974 1 Prof. Karai, Osmanlı Tarihi, c.S,s. 1 3, Ankara 1983 1 Prof. B er­ kes, Türkiye 'de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Yaym ları , İ st. 197 8 , s. 572) Ancak. ü lkenin ileri gelenlerini toplayıp meşıwet etme usulli bütün bu olup bitenlere kar�m gene de sürdürülmüştür. gördüğü'

20


ı ı ıüz kadarıyla. Ü stelik ilginçtir, bu kez Meşreret Meclisi'ni top­ layan sultan da değildir. III. Seli m 'i yeniden tahta çı karmak için yanında onbe� bin askeri ve "Rusç-uk Yaran/an ·· ile birlikte İ s­ ıanbu l ' u basan, ancak I II.Seli m ' in öldürülmü� olduğunu görün­ cc, zorla mühr-ü hümayunu alıp IV Mustafa 'yı tahttan indirerek l l . Mahmud' u su ltan yapan Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa, hemen Anadoludaki ve Rumelideki bütün ayanları İ stanbul 'a çağırıp, devlet ileri gelenleri v e ulema i l e b i r Meşveret-i Amme toplantısı düzenlemiş ve içinde bulunulan durumu uzun uzun anlatarak "N' olacak memleketin hu ltali ? " diye sormuştur onla­ ra. Toplantının sonunda da, devlet ricali ile ayanlar arasında, ta­ rihe "Sened-i irtifak" adı yla geçen bir anlaşma imzalamışlardır bilindiği gibi. Anlaşmay ı , Sultan II. Mahmud da onay lamıştır. Ne var ki, bu anlaşmanın imzalanmasından topu topu 40 gün sonra, Yeniçeriler bir gece ansızın evini basarak öldürmeye kal­ kışm ışlardır Alemdar Mustafa Paşa' yı . Saldırganlara karşı tek başına yiğitçe direnen Paşa da, artık bir kurtuluş umudu kalma­ dı ğın ı görünce, badrumdaki cephaneliği ateşe vererek evi kuşa­ tan 300 yeniçeri ile birlikte kendi sini havaya uçurmuştur. Oysa, henüz üçbuçuk ay bile olmamıştır sadrazamlığı alalı. Bu sürenin iki ayı da MeŞI'eret-i Amme toplantısının hazırlıkla­ rıyla geçmiştir mutlaka. Dolayısıyla, kimi tarihçilerin abartarak yazdıkları gibi, Yeniçerileri kendisine düşman edecek bir eylem­ de bulunabilmesi için, galiba zamanı bile olmasa gerektir yani. Ü stelik M eşi ' eret-i Amme toplantısını açarken yaptığı konuşma­ da da, ola ki özellikle, "Bi·::/ er an asıl ocak/uyu::. Yeniçeri oca,�t lıakkuıda taassuhumu::: derkôrdtr " (Aslında bizler de ocaklı yız. Yeniçeri ocağından taraf olduğumuz açıktır. ) diyerek söze baş­ lamıştır. Ama öte yandan da, Sadrazarnın bu başına buyruk davranı�­ larından, kendisine danışma gereği bile duymadan böyle toplan­ tılar düzenleyip, devlet adına anla�malar imzalamasından asıl rahatsızlık duyan kişinin de Su ltan I I . Mahmud olduğunu yaz­ maktadırlar gene ayın tarihçiler. Ne var ki. kendisini tahta otur21


t;ın ki�i olduğu için Sadrazanıa kar�ı açıktan sesini çı karama­ maktadır. Hatta Sened-i lrri(uk'ı da bu nedenle onaylamak zo­ nında kalmı�tır. İ �te bu y üzden. kuşkulanmamak olanaksızdır doğrusu. Yeniçeri lerin. çiçeği burnunda bi r sadrazaımı kar�ı böyle bir­ den ayaklanmaları da. Su ltanı n Sarayda bir grup yaranıyla (ve­ ya ülema ile) yaptığı meşreret tot Jiantilanndaki bir gizli pazar­ lığın ürünü müdür. kim bilir. . . Osmanlı sultanlarının yaranlarıyla yaptıkları gizli nıeşı·eret toplantt/an . ku�kusuz bu tarihten sonra da aksatılmadan sürdü­ rülmüştür. Ancak. ülkenin ileri ge lenlerinin çağrıldığı bir başka Meşreret Meclisi toplantı s ının yapılması ise. bir daha söz konu­ �u dahi olmam ıştır galiba. Ama i lginçtir, Osmanlı aydın ları bu yüzyılda da, N olacak IJ/1 memleketin lıali·;.. diye sormaya ısrarla devam etmi�lerdir, gördüğümüz kadarı yla. Ö rneğin, I 865 yılı ort a larında. bir grup genç aydın, N ola­ cak IJ/1 memleketin Jıalf'J" diyerek "Gen�· Osmanlt/ar Cenıiye­ ti" adı altında bir gizli örgüt kurnı u � lardır İ stanbu l ' da, bilindiği gibi. Ne var ki, memleketi kurtarmak için I 867 yılında, A l i Pa­ şa' nın yerine Mahmut Nedim Pa�a'yı sadrazamlığa getirmek amacıyla düzenledikleri Babıiili baskınının önceden haber alın­ ması üzerine kurucularının çoğu tutuklanmış ve Namık Kemal ile Ziya Paşa da, Mustafa Fazı) Paşa ·nın çağrısı ve yardımıyla Paris ' e gitmiştir. Fakat, güya bu gizli örgütün kurucularından ve en büyük pa­ rasal destekçisi olan Mustafa Fazıl Paşa, Naınık Kemal ve Ziya Paşa'nın Pari s'e ayak basmasından beş on gün sonra, S ultan Abdülaziz ' in de Fransa ' y a gelmekte olduğunu duyunca, derhal çark etmiş ve ola ki Fransa hükümetiyle de işbirliği yaparak bu iki sakıncalı konuğun hemen Paris 'ten u zaklaştınlmasını sağla­ mış. Londra 'ya göndermi�tir onları . Çünkü, tarihçi lerin yazdıklarına göre , Mu stafa Faz ı! Pa�a. kendisine Mısır valiliği verilmediği için Saraya küskündür. Bu "

'

"

'


_l!izli örgüte destek vermesi, ardından Paris ' e gidip yerleşmesi de hu öfkesi yüzünden olmu�tur zaten. Bu ne denle, Sultan Abdüla­ ı'iz ' in Fransa'ya gelmesini, kendisini bağışlatıp yeniden bir gö­ reve getirilmesini sağlamak açısı ndan büyük bir �ans (bir fırsat) olarak görmektedir. Nitekim, ''Man·i!ya linununda karşılanuştır" Sultanı ve

"Pm"is'te Osmanlı elçifiğinde verilen resmi ka/ml sırasmda da, ii:::erine resmini işlettiği hir halıyı padişahın oturaca.�ı koltuRun önüne" ayaklarının altına serdirmiştir. (Prof. Karai, Osmanlı

Tarihi, c-7, s.39 5) Sultan Abdülaziz, bilindiği gibi bir dış geziye çıkan i lk Os­ manlı sultanıdır. Ordunun başında fetbederek gitmenin dı�mda hiçbir Osmanlı sultanı yurtdışına çıkmamıştır o tarihe dek. 1 867 y ılında, Uluslararası Paris Sergisi 'nin açılışı dolayısıy­ la 1/J .Napolyon, O smanlı sultanını da Fransa ' ya çağırmış, ancak Sultan Abdülaziz, bugüne dek hiçbir atasının "tcne:::::ü : l edip" böyle bir çağrıyı kabul etmediğini, hele hele ilk dış gezide bir kafir ülkesine gitmenin doğru olmayacağını, üstelik ''Hıristiyan topraklanna hasarsa mübarek ayaklannın kirlenece,� ini" söyle­ yerek, derhal reddedilmesini buyurmuştur bu çağrının. Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu, bütçe açıklarını kapatabil­ mek için 1 85 0 ' den beri B atılı ü lkelerden yüksek faizli dış borç almaya başlamıştır. Ü stelik, yeni saraylar yaptırmak, görkemlı sultan gezileri düzenlemek gibi işlerle bu borçlar çar çur edildi­ ği için de, artık dış borçların faizlerinin ödenebilmesi bile yeni dış borçlar bulunmasını gerektirmektedir. Dış borç bulabilmek ise, iyice zorlaşmıştır. Bu nedenle, devletin ileri gelenleri, ola ki III. Napoiyon ' un da şefaatiyle yeni dostluklar kurularak yeni dış borç bulma ola­ nakları sağlanır umuduyla, Sultanın çağrıyı geri çevirmesine şiddetle karşı çı kmışlar, gerekçelerini çürütmek için türlü diller dökmüşlerdir. Hatta, "Aman su/tanım, mübarek ayak/amu::: o

htf'ir ülkesinde de kesinlikle Hıristiyan topraklanna basıp kir­ lennıeyecek " diyebilmek için , "arası Marmara deni:::i nin ku­ nı/1\'la doldurulmuş" çift tabanlı özel ayakkabılar bile yaptırmış)' -·'


!ardır. (Joan Haslip, Bilinmeyen Taraflarıyla Abdü lhamit , Çevi­ ren: Nus ret Kuruoğlu , s . 56-57, İ stanbul 1 964) Ama ne yazık ki, yanına yiğenleri Şehzade Murat ve Abdül­ hamid ·i de alarak, büyük bir heyetle 30 Haziran 1 867 günü Pa­ ris ' e ayak basan Su ltan Abdü laziz, ne III.Napolyon' dan, ne de Fransız bankerlerden yeni bir borç bulabilmiştir. Ve çaresiz,

"Mı'isliimanlık akidelerine gare hir kadımn lıı'ikiinıdar olmasım içine hir tı'irlii sindirenıedigini" söyleye söyleye, gene aynı

umutla, bu kez de İ ngiltere Kraliçesi Victoria'nın çağrısını kabul ederek, sanki Namık Kemal i le Ziya Paşa ' y ı izliyormuş gibi, Pa­ ris'ten Londra'ya geçmiştir hemen. Fakat i lginçtir, güya kendilerine bir kötülük yapmasından korktukları için kaçıp Avrupa'ya sığındıkları Su ltan Abdüla­ z iz ' in arkalarından Londra 'ya da gelmesin den, galiba ne Namık Kemal rahatsız olmuştur, ne de Ziya Paşa, gördüğümüz kadarıy­ la.

Çünkü , tam karşıtı, diyelim Ziya Paşa, tıpkı M ustafa Fazı! Paşa gibi, bu durumu sanki bir fırsat sayarak, bir yolunu bulup huzura girmeyi başarmış ve hükümeti sert bir dille e l iştİren bir layiha sunmuştur Sultan 'a. Yani, Genç Osmanlılar Cemiyeti üyelerinin de sorunları , tıpkı öteki Osman l ı aydınları gibi, kesin­ likle saltanatla veya sultanla ilgili değildir. Tam karşıtı, düzeni daha da güçlendirmek için, devleti içine düştüğü ekonomik sı­ kıntılardan bir an önce kurtar ıp, eski görkemli haline kavuştura­ bilmeni n yo llarını aramaktadırlar. Nitekim, Ziya Paşa da, S ultan Abdülaziz'e Londra 'da sundu­ ğu layiha 'da, "Devlet-i A liyye için istikraz (borç) ile yaşanıak­ tan gayrı necat (kurtuluş) re hayat kahil de,�ilnıiş gihi" dış borç­ ları bile dış borç arayarak ödemeye çalışan sadrazaını ve hükü· meti şiddetle eleştirmektedir sadece. Gerçekten de, Batılılara şirin görünüp, yeni dış borç lar sağ­ layabilmek için, Su ltan Abdülaziz'i n Pari s ' e hareketinden üç gün önce , 1 8 Haziran 1 867 ' de, Osmanlı ü lkesinde yabancılara da özel toprak mülkiyeti hakkını tanıyan yönetmeliği yürürlüğe sokmuşlardır rüşvet olarak. Oysa, Osmanlı İmparatorluğu ' nda


iıtcl toprak mülkiyeti hakkından ilk kez söz eden 1 R58 tarihli Ira:/ Kanumıamesi, bu hakkı yabancılara da tanımak �öyle dur­ sun , Osmanlı uyruğundan bir kişinin toprakları nın, yabancı uy­ ruklu eşine veya çocuklarına miras yoluyla geçmesine bile izin Ycrmemektedir. Bu yönetmeliğin yürürlüğe girmesinden sonra da, İmparatorluğun İ stanbul , İ zmir, Selanik gibi büyük liman kentlerinin toprakları , gerçekten sözcüğün tam anlamıyla yağma edi lmeye başlanılmıştır yabancılarca. Sultan Abdü lazi z'e sundukları layihada, ola ki henüz işitme­ dikleri için, bu konudan söz açmamışlardır, ama daha sonra her ikisi de, hükümeti bu yönetmelikten dolayı da son derece sert bir dille eleştirmişlerdir Londra'da birlikte çıkardıkları Hürriyet ad­ lı gazetede. Ö rneğin, Ziya Paşa, "Bu tahir/n türkçesi, hiz hu yönetim sa­

res/nde ticaretimi:i, stnaatınn:t ecnehilere verip hirer çiiriik ah­ şap kuliiheye haşınu:t sokmuş seyirci gihi kalnuş idik. Şimdi hu kuliihemi:i dahi verip yersi: yurtsu: kalarak Anadoluya hicret edece,�i: demektir. BaiJiali hiikiimeti ecnehiler için de toprak sa­ !tihi olma hakktm ilan edince, do/ayit olarak istanhul ahalisine göç dal 'liilan çaldt . ( . . . ) Viikelôy-t ha:mmm (mevcut h tlkiime­ tin ) Avrupamn öı ·giisiinii ka::anmak için ecnehilere höyle mkit­ si: toprak miilkiyeti hakkt l ' ermelerinden do,�acak SOIIIIÇ lmdur. ( . . . ) Ali ve Fuar Paşa' lar da sadra:am!tk ve c!tşişleri vezirlikle­ rini siirdiirerek :ai'OIIt!ara eteklerini öptiirmeye demm ederler. " diye yazmaktadır. (Hürriyet, ı 6 Kasım ı 868) Namık Kemal de, soruna ekonomik açıdan yaklaşıp, "Diin­

yada sen·et iiç kaynaktan saglanu: Birincisi ziraat ve onun yan dallan olan do,�cmtn vergi/eridir. Vatamnu: öyle hir eşi bulun­ ma: yerdedir ki, iiç k ttmlin en önemli nokta/amu tutmuştur. Vak­ tiyle alemin kileri hiikmiinde idi. Ama ne yaztk ki, topra,� ınu: diinyanm en önemli ı·e en paha!t iiriinlerini \'etiştirmeye miisait­ ken , hi: hugiin yiyece,�e muhtan:. diyerek, hükümeti dalaylı

bir dille b u kararından dolayı ele�tirmektedir. (Hürriyet, 1 O Ağustos 1 R6R) Genç Osman lıların lıc deflerinin yönetim olduğunu . düzeni


değiştirmek gibi bir amaçlarının kesinlikle bulunmadığını tanı t ­ layıcı e n önemli olgulardan biri de, galiba hiç kuşku yok ki, Bi­ rinci Meşrutiyet deneyimi olsa gerektir. Bilindiği gibi, İ ngiltere 'nin kendilerinden fersah fersah iler­ de oluşunu meşru ti sistemle yönetitmesine yorduklarından, Os­ manlı İ mparatorluğu ' nu n içinde bulunduğu ekonomik durum­ dan kurtu luşu için de meşruti sistemi tek çözüm olarak önermiş­ lerdir 1 870' lerde. Ama ne yazık ki, Nam ık Kemal, Mithat Paşa gibi güya Batıcı aydınlanmız bile, ne şeriailan vazgeçebilmiş­ lerdir, ne de saltanattan . . . Yani, düzeni deği ştirmeyi düşüncele­ rinde tartışmaya dahi cesaret cdemediklerinden, ne şer 'i hukuk­ la ilgili, ne de örf-i hukukta il gili yasama yetkilerinin parlamen­ toya devrine olur verebilmişlcrdir. Nitekim, Prof. Niyazi Berkes de, bu girişimler sonucu 23 Aralık 1 876 günü Abdülhamid ' c onayiatılarak törenle ilan edi­ len Kanun-u Esasi ile ilgili olarak, "Gerçekte bu anayasa lıü­ kı"imdan hemen hemen hi{· bir şarta bağlanuyordu. Tersine, Ka­ nun-u Esasi'nin kendisi. hiikümdann iradesin e birçok şartlm·/a bağlanmıştı. Bu yapının altındaki temel, efiemenliğin lıalkta ol­ duğu doktrini de.�ildir Onun altmdaki doktrin efiemenliğin Tan ­ nda. onım yeryüzündek i ı·ekilinde bulunduğu doktrinidir. Bu ya­ sa, asıl yasa sayılan şeriatlll sadeec bir parça.l'ldır. Yasamn he­ men hemen bütün kurallannda son söz despot hükümdamıdır. " diye yazmaktadır. ( Age, s. 326). Bu nedenle, Kanun-u Esasi ' nin ilanından topu topu üç ay sonra 19 Mart 1 877 ' de ilk toplantı sını yapan Meclis-i Me bu­ san ' ın, daha birinci yılını bile doldurmamışken 1 3 Ş ubat l 878 'de kapatılmasının sorumlusu da, bizce hiç kuşku yok ki, Abdülhamid değil, meşrutiyetle şeriat kavramlarını kafasında bile bir türlü yerli yerine oturtamayan, dolay ı s ıyla meclisi fes­ hetme yetkisinin su ltana bırakılın asını parlamenter sistemle bağdaşıırabileccğini sanan Osmanlı aydınlarıdır kesinlikle . . . İ lginçtir, Yahya Kemal' i n anılannda anlattıklarına göre, Os­ manlı aydınlannın soruna bakışlarında, İ mparatorluğun son günlerinde. XX. yy.da bile herhangi bir değişiklik olmamıştır. 26


Örneğin, 1 9 1 4 yılı yaz aylarında bir gün eşiyle birlikte ken­ disini ziyarete gelen, kısa bir süre öncesine dek aşırı bir İ ttihat ve Terakki karşıtı olan Celal Sahir Bey de, Artık istikra: çare­ si (dı� borç bulma olanağı) kalmamıştır. Cmit' e ( Maliye bakan ı )

son istikraz işinde edilen muameleyi görnıedini: mi? Artık istik­ ra: nııimhin de,�il. Bu menı/eketi nasıl imar edece.�i:') (. .. )Bi: Mısır' 1 re Kafkasya'yı alnıaksı:m payidar o/amayı:, parça/anı­ n:. Mısır' ın panıu,� unu re Baku' nun petrol kuyulan m alnıaksı­ :ın hütçenıi:i düze/tmek inıkam yoktur " diyerek, Osmanlı İ mpa­ ratorluğu ' nun kurtulu�u için devletin yeniden güçlendirilme si, b u amaçla d a !.Dünya Savaş ı ' n a mutlaka girilmesi gerektiğini savunmuştur. (Yahya KemaL Hatıralarım, İ stanbul Fetih Cemi­ yeti Yayını, 1 976, s . l32) Yahya Kemal, İ ttihat ve Terakki Fırkası ' nın da, iktidarları sı­ rasında bu politika uğruna yaptıklarını anlatırken, "Siyasette

hirhirine :ıd ne kadar usul mrsa, ne kadar inkılôp varsa hepsi­ ni hirer hirer tecrübe etmiştir" 1 908 'de en geniş liberalliği sa­

vunmuş, 1 9 1 3- 1 8 arasında en dar milliyetçiliği uygulamış, 19 1 8 ' de de sosyalist olup, " Istokholnı Kongresi' ne sosyalist azasını göndernıeyi unutnwnııştır" demektedir, biraz da alaylı bir dille. (Age, s. 1 74) Bilindiği gibi, Ziya Gökalp de, aynı günlerde "N' olacak h u memleketin hali:)" sorusuna bir y anıt ararken, soruna ilk kez toplumbilimsel açıdan y aklaşmış ve " kültür" konusunu Osman­ lı aydınlarının gündemine getirmiştir. "Kültür" kavramının Os­ m anlıcada bir karşı lığı bulunm adığı için de, Arapça "tarla sür­ mek" anlamındaki "Hars" sözcüğünü ilke kez "kültür" karşılı­ ğı olarak kullanmıştır. Ziya Gökalp, anıınsanacağı gibi 1 876 y ı l ında Diyarbakır ' da doğmuş, ilk ve orta öğrenimini orada tamamladıktan sonra yük­ sek öğrenim için 1 895 ' tc İ stanbu l ' a gelmiştir. Ne ki, Abdü lha­ mid karşıtı çevrelerle de ilişkide bul unduğu gerekçesiyle 1 898 ' de tutuklanıp, ye niden Diyarbakır ' a sürüldüğündcn, yük­ sek öğrenim görme olan ağı bulamamış ve kendi kendini yetiştir­ miştir. İ kinci Meşrutiyet'in ilanından sonra Diyarbakır 'da şube-


sini kurduğu İ ttihat ve Terakki Cemiyeti 'n i n kongresine katıl­ ınak üzere gittiği Selanik 'te de, I 909 y ı lında, bir rastlantı sonu­ cu Em ile Durkheim' ın kitaplarıyla tanı şmış ve bu tarihten itiba­ ren toplumbilim ( sosyoloj i) ile de ilgileıımeye başlamıştır. Kısa sürede kendini yetiştirerek İ stanbul Darülfünunu ' nda Sosyoloji kürsüsünü kuran ve orada uzun y ıli ar ders veren Gökalp, I 9 I O yılından iti baren de, ta 1 9 1 8 ' de kapanıncaya dek, sürekli İttihat ve Terakki Fırkası ' nın merkez yönetim kurulu üyeliğine seçil­ miş, 1 9 1 3 yıl ından sonra da partinin tek ideoloğu olmuştur. Demek, İ ttihat ve Terakki Fırkası 'nın merkez yönetim kuru­ lu toplantılarında da, İ mparatorluğun içinde bulunduğu durum tartışılırken, Ziya Gökalp, çözüm olarak birkaç kez gene kültür konusunu açm ış olmalı ki, Yahya Kemal ' in anlattığına göre, 1 9 1 8 yılı yaz sonlarında, yani İ mparat orluğun artık son günle­ rinde, " hir akşam B üyiikada' da Yar Kuhiln"i' n ii n taraçasında Zi­

ya Gökalp ile otururlarken , hira:: ilerdeki hir haşka masada bir­ kaç arkadaşıyla birlikte oturan Sadra::am Talat Paşa, kalkıp yanianna gelmiş ı•e Camm Ziya Bey ' Hars mars diye hir fakır­ dı mr. Nedir hu A llahım sercrsen.'J Bi::im Merke::-i Umumi'de kaç defa anlattın ya, hir tiirhi kaf'ama girmemiş. Şunu hir defa daha anlatsana 1 " demiş, yanlarına oturmuştur. (Age, s. 1 7 5 ) Mustafa Kemal ' in Çankaya köşkündeki o ünlü akşam sofra­ lan da, aslında Osmanlı ların mran toplantılan ve meşı-eret meclisleri geleneğinin bir devamı şeklinde değerlendirilirse ge­ rektik galiba. Çünkü, Mustafa Kemal, ta Harp Akademisi öğren­ ciliği yıllarından beri bu tür toplantılar düzenlemektedir zaten, tarihçilerin ve görgü tanıklarının yazdıklarına göre. Ö rneğin, sınıf arkadaşı Asım Gündüz. anılarında Mustafa Kemal ' in 1 903- 1 905 yıl ları arasında, öğrenci I i ği sırasında,

"'Harp A kademisi'nde her cuma akşamı arkadaşlanm sımfta toplayıp . kapılan kapattıktan sonra, Osmanlı imparatorlu­ ,���· nun içinde hulımdı(�ll sorunlarla ilgili konuşmalar yaptı,� 1111 r e tartışmalar chizenledi,� in i " yazmaktadır. Şevket Süreyya Aydemir de, Mustafa Kemal' in Harp Akade­ misi öğrenciliği ile ilgili olarak; "'Etrafinda derhal hir grup�·uk


fOJJiar. Gijriiniişe gijrc /m gruhun yöneticisi de kendisidi1: Grıtp kijşe hucaklarda, kendi arasmda toplanma.va çalışır Balıçenin kijşelerinde, hoş dersanelerde, düşman gözünden ıcak yerlerde hayuna konuşur/ar, horuna rarrı şırfar. . . Konu hep aymdır· N ' olacaktır /m memleketin hali ?" demektedir. (Tek Adam, c- 3 ,

s.77, Remzi Kitabevi, İ stanbul 1 96 3 ) Bi lindiği gibi, Mustafa Kemal 'i n Çankaya köşkündeki o ün­ lü akşam sofralannda da, önceden saptanmış gündeme göre özel olarak çağrılmış ülkenin ünlü düşünürleri, sanatçıları, bilim adamları, yazarları, gazetecileri ile memleketin hali tartışılmak­ tadır her akşam uzun uzun. Falih Rıfkı Atay 'ı n dediğine göre, masanın yanı başında da her zaman bir karatahta vardır. Konuk­ lar konuşmalarını isterlerse karatahtanın başına geçip yazıp çi­ zerek anlatabilecekleri gibi, kendilerine yöneltilen soruları ya­ nıtlamak için karatahtaya da kaldırılabilmektedirler. Nitekim, "O karatahraya hep kalkmışızdır " diye yazmaktadır Atay. (Çmıkaya, c-2, s .403-493 , Dünya Yayınları) Söylentilere göre de, "Ben Deniz Kı::ı Eftef.va de,�ilim! " diye tersleyerek çağrıyı getiren polisi kapıdan çeviren Nazım Hik­ met' in dışında, bu sofralara katılmamı ş dönemin ünlü bilim ada­ mı, düşünürü, yazarı , ç izcri, sanatçısı, gazetecİsİ gerçekten yok­ tur galiba . . . Fakat, düşmanlarınca d a aleyhindeki e n önemli koz olarak hep bu akşam sofralan kullanılmıştır, bilindiği gibi. Ne var ki, öte y andan da, suçlarken genellikle " Ülkeyi içki sofralannda idare ediyor! " diye dillendirmelerine bakılacak olursa, aslında onların da, bu sofraları basit birer içki alemi de­ ğil, küçük çaplı meşıwer meclisleri olarak gördükleri de tartışıi­ masa gerektir sanırız. Öyleyse ... Nasıl Kurtuluruz Bu Durumdan Acaba? ..

Görüldüğü gibi, fetih seferlerinin ardı kesilip de ü lkede bir­ takım toplumsal ve ekonomik çalkantıların patlak vermeye baş­ ladığı XV I . yy. sonlarından bu yana, tanı dört yüzyıldır, aydın la-


rı m ız ha bire "N' olacak !m memleketin hali:) " diye dertlenip durmaktadırlar kafa kafaya verip,. Ü stelik il ginçtir, hep aynı biçimde kafa kafaya verip dertle­ nip clurmakla da kalmamı�lar, aydınlarımızın soruna yaklaşım­ larında ve söylemlerinde ele bir deği �iklik olmamıştır sanki bun­ ca uzun sürede. gördüğümüz kadarıyla. Ö rneğin , gerek i mpara­ torluk, gerebe Cumhuriyet dönemlerinde, birtakım köklü eko­ nomik değişikliklerle yeniden yaP. ı lanma girişimlerinde bulun­ mak yerine. sorunların çözümü siyasal ve kültürel önlemlerde aranmış, dev letin daha da güçlendirilmesine ç alışılmıştır sürek­ li. Yani, aydınımız kendisini her zaman devletle özdeşleştirmiş ve sorunların devletin zayıflamasından kaynaklandığına inan­ mıştır hep. Daha Kanuni Su ltan Süleyman döneminde bile, artık yeni yerlerin fethedilememe�i yüzünden kimi yörelerde yavaş yavaş uç vermeye başlayan ekonomik ve toplumsal sorunlar, hemen disiplinin bozu lmasından kaynaklanan asayi şle ilgili basit olay­ l ar olarak değerlendirildiğindcn , devletin daha da güçlendiril­ me�ine karar verilerek, derhal şiddete başvurulmuş ve o bölge­ lerdeki disiplinden sorumlu sancak beyleri ile tirnar sahipleri ce­ zalandırı )mıştır öncelikle. Nitekim, Pr of. Enver Ziya Karai da, "Kanwı i'den sonra ge­

len hükümdar l'e sadra::amlamı hir kısm ı , imparatorluğu çök­ mekten kurtarmak için gayret swfe((iler. Genç Osman, IVMuraf ve Köprüiii ailesinden gelen ı·e::.irler, yaptıklan ısiahat ile impa­ ratorlu,�a eski kuVI'etini ı·ernıek istediler Isiahat yapanların hir tek gayesi mre/ı . Bo::ulan dü::eni ki/1'\ 'efe dayanarak tekrar kur­ mak. Bu hakınıdan, ısiahat �·alışmaları disiplinsel karakter taşır. Bu çalışmalar, ıslahata girişenierin gösterdikleri şiddet derece­ sinde başarılı olmuş ı·e onların alın yazılarına ha,� lı kalmıştır Bu yii::den , ıslalıatçılar öldükten sonra imparatorluk tekrar ısia­ ha muhtaç duruma düşmıiştii1:" diye yazmaktadır. (Osmanlı Ta­ rih i, c-5 , s . S S ) Gerçekten d e , Kanuni "den tam ikiyüzküsur y ı l sonra. 1 7XlJ"da. Su lı an III. Selim' in. tahta çıkar çıkmaz, Sultan Kasrın_i()


dak i Rı van odasında, sağ yanına Kaymakanı Paşa ' n , Reis ı·eki­

fi Re şit Efendi' Yi, Sekhanhaşı A,�ayı . \'alde Ket!tiidası M ah m w

B n·ı , defterdar rekili ı·e emin kimseleri. sol yanına Şe\'hiilislam

Efendi ' Yi, Reis-iil Ulema Teıfik Efendi ' yi, ı·e.wir sudur-u kira nu , ocak a,�alanm , Kapucular Kethiidası Şenıseddin Bey ı·e kardeşi Şehremini A hdu rmhman Beyi alarak topladığı Meşveret Mecli­ si nde de, güya Sudur-u Kiranıdan (ünlü yöneticilerden) Hami­ di-:ade Mustafa Efendi nin yapılan zulm ve zorbalıkları anla­ tıp, ''Reaya fikarasımn oyaklar altında e:ilip hasara l(�mdı,�ını, hu yii:den ülkede yeterli :ahirenin hile hulunnıadığın ı " söyle­ mesine, Kaleler Na:m Han Nunıwı Bey' in, "Devletlı'i Padişa­ lum , hen kulun taşralıyı nı. Hakikat halde fukara ı·e :ua(anın (za­ yıfların) hali çok kötiidiir ı·e de son k erteye gel miştir. " demesi­ ne, eski defterdar Hakkı Bey' in, satın alma işlerinde yapılan yol­ '

'

,

suzlukları, mezalimi, soygunu bir bir sayıp dökmesine karşın, gene devletin nasıl giiçlendirilece,�i konusunda ülkenin bütün ileri gelenlerinden layiha İstenitmesine karar verilmiştir. (Tarih­ i Cevdet, c-4, Uçdal Neşriyat, İ stanbul 1 976) Cevdet Paşa her ne kadar bir rakam vermemekte ise de, Ni­ yazi Berkes "zamanın iki yii:e yakm ileri geleninden rapor is­ tendi,�i" görüşündedir. (Age, s . 8 8 ) Gerçekten kaç kişiden layiha istenilmiş olduğunu saptayabil­ mek, bugün elbette olanaksızdır. Hatta, Sultana sunulan layiha sayısını bilebilmek de olanak­ s ızdır. Çünkü, Cevdet Paşa ' nı n verdiği bilgilere göre, ha:ı çeı ·­

reler tiirlii dolaplar çerirerek hu işe de fesat kanştırmışlardır

Ö rneğin, genç Padişahın, yeteneklerini saptayabilmek için layi­ ha istediği ve onlara bakarak kendilerini görevlendireceği dedi­ kodusunu yayıp, olmadık önerilerin yapılmasına neden olmuş­ lar, ·'takdim olunan layihalan çocuk oyunC{(�tna döndiirnıiiş­ ler" dir. Sultan bile, çoğunu okurken kahkahalar atm ı ştır. Bu yüzden sunulan layİhalardan çoğu değerlendirilmeye bile al ın­ mamıştır. Cevdet Paşa, layihası değerlendirilmeye alınmı� 1 H ki�iden söz etmekte, yalnız onların adlarını vermektedir. Prof. Kara i ise . .\ ı


" Yirmi.1·i Türk. hiri Osmanlı ordusunda görerli Bcrtrant admda hir su/my ilc di,� cri i.1TCÇ c/�·ı/i,� indc çalışan ün/ii D ' Olisson ol­ mak ii::crc ikisi Hıristiyan, 22 kişinin Su/twıa layi/w sunduktan­ m"

yazınaktadır. Prof. Berkes 'i n değerlendirmesine göre de,

"/m kişilerin 5' i u/cma. 1 3 ' ii d c hiimkrasidcn " dir. Yani, "ço­ .� un/uk ordu adamı dc,�il, sinl" dir.

Ye, tarihçiferin bu kez söz birliği etmişcesine belirttiklerine göre de, büyük çoğunluğu sivil olan bu kişilerin neredeyse ta­ mam ı, İ mparatorluğun içinde bulunduğu toplumsal ve ekono­ mik sorunlardan kurtuluşu için tck çare olarak, ordunun yeniden eski gücüne kavuşturulmasını önermişlerdir verdikleri layihalar­ da, ne ilginçtir ki . . . Kuşkusuz, layihalar arasında birtakım farklar da yok değil­ dir. Ö rneğin, ordunun güçlendirilmesini kimileri Yeniçeri Oca­ ğı ' n ın yeniden eski geleneksel yapısına kavuşturulmasında, ki­ m ileri ise yeniçerilerin de Avrupalıların k ullandığı yeni savaş araç ve gereçleriyle donatılıp, yeni savaş tekniklerine göre eği­ tilmesinde görürken, büyük kısmı, ilginçtir bütünüyle yeni bir ordu kurulmasından yanadır. "Ni::am-ı Ccdit" adında yeni bir ordu kurulmasını önermektedirler S ultan I I I.Selim ' e. Yani, Mcşı·crct Mcclisi' ndc, fakir fukara halkın artık İ stan­ bu l ' da bile yiyecek ekmeği zor bulduğunu , yakacak odunun bi­ le ateş pahasına olduğunu , haksızlığın, zorbalığın, zulmün, rüş­ vetin, hırsızl ığın ülkede kol gezdiğini çeşitli örneklerle bir bir anlatarak gerçeği bütün çıplaklığıyla sultanın gözlerinin önüne seren ulemadan Hamidi-zade Mustafa Efendi, Kaleler Nazırı Hacı Numan Bey ve eski defterdar Hakkı Bey dahi, İ mparator­ luğun içinde bulunduğu bu toplumsal ve ekonomik sorunların ancak ordunun güçlendirilmesiyle çözülebileceği görüşünde ol­ duklarını belirtmişlerdir ola ki . . . K ısacası , Osmanlı yöneticileri, bütün tarihleri boyunca ne zaman bir toplumsal veya ekonomik sorunla karşı laşsalar, olay­ ları salt asayişin bozu lmasına yorduklarınJan, çözümü de birta­ kım toplumsal ve ekonomik önlemlerde değ il, devleti daha da güç lendirmekte aramışlar ve orduyu anımsamışlardır hemen.


Oysa. Osmanlı i mparatorluğu da bütün imparatorluklar gibi, deği�ik etnik kökenierden gelen ve ayrı diniere inanan, ama asıl iincm lisi farkl ı ekonomik aşamaları yaşayan toplumlardan oluş­ muş karnıaşık bir uyruğa sahiptir. Ö rneğin, Bi zans İ mparatorlu­ ğu'ndan devralınan uyruk köylülqmeyi tamamlayıp feodal iliş­ kiler aşamasına sıçramışken, Orta Asya'dan gelen uyruk hala göçebeliği sürdürerek hayvan sürülerinin ardında dalaşınak tadır otlak otlak . . . Gene, bi lindiği gibi , Osmanlı ların Bi z<ms topraklarını fethe­ der etmez yaptıkları ilk iş de, tekfurları ortadan kaldırarak fe­ odal düzene son vermek ve yerine İ slamiyetin, özel toprak mül­ kiyeti hakkının tanınmadığı ikta sistemini uygulamak olmuştur. Böylece, Bizanstan devralman uyruğun da, tarımdan sanay i­ ye �ıçrayabilmesi için gerekli birikimi feodal beyler aracılığıyle sağlaması olanağı bırakılınadığı gibi, ikta sistemine göre bir ai­ leye en çok bir öküzün �ürebileceği büy üklükteki toprak üzerin­ de t arım yapma hakkı tanındığından, bütün tarihi boyunca, kır­ sal kesimde yaşayan aileler aracılığıyla da topraklarını zamanla çağaltarak (büyüterek) kapitalist tarıma geçme olanağı kesinlik­ le verilmemiştir, ne yazık ki . . . Osman lı İ mparatorluğu ' ndaki kentlerin yapısı, nüfusun yüz­ de kaçının kent ve kasabalarda yaşadığı, kent ve kasabalarda ya­ şayan insanların etnik ve dinsel açıdan d ağılımı, ekonomik du­ rumu vb. gibi konularda da bugün elimizde yeterli bir bilginin bulunduğunu söyleyebilmek, kuşkusuz olanaksızdır. Nitekim, doçentlik tezini İ stanbul Ü niversitesi 'nde bu konu­ da yapan Suraiya Faroqlıi de " Osman!t ekonomi tarihinin araş­ ttrılmastmn ve ya::: t !mastmn henü:: haşlangtç aşamasuıda" bu­ lunduğunu vurguladıktan sonra, ''Anadolu kentlennt ele alan hirkaç araşttrmamn da makale düzeyinde oldu�unu" belirterek,

"Anadolu' daki Osman!t kentlerine ilişkin çaltşma henüz çok a::­ dtr demektedir. (Osmanlı 'da Kentler ve Kentliler, Türkiye

Ekonomik ve Top.Tarih Vakfı Yay. , İst. 1 993) Ancak, hemen şunu da belirtelim ki . Osmanlı nüfusunun çok büyük bir bölümünün kırsal kesimlerde yaşadığı ve kent nüfus:n


larının çok büyük bir bölümünü Bi zanstan devralınmış uyruğun oluşturduğu konularında da galiba kuşkuya yer bulunmasa ge­ rektir. Kim bilir, tarımla önemli bir birikim sağlanmasına i kta siste­ minin kesinlikle olanak vermeyeceğini gördükleri için, kırsal kesimde yaşayan Hıristiyan reayanın bir kısmı da bir süre sonra kentlere yerleşerek ticaret ve zanaatla uğraşmayı yeğlemişlerdir ola ki . . . Kuşkusuz, Osmanl ılar 'da d a ticaret v e zanaatla ilgili işlemler sırasında çeşitli adlar altında gümrük, harç, rüsum, vergi filan alınmaktadır, ama tarımdakine benzer bir biçimde büyürneyi sı­ ıml ayan katı bir devletçi kontrol sistemi kesinlikle söz konusu dahi değildir, gördüğümüz kadarıyla. Yan i, Osmanl ı İmparatorluğu 'nda da daha ilk yıl lardan itiba­ ren, toplam nüfus içindeki oranları küçük de olsa kimi kentlerde oturanların elsanatları ve ticareıle uğraştıkları, diyelim kimi il­ lerde dokumacılığın çok geliştiği, dolayısıyla oraların aynı za­ manda birer ticaret merkezi hal ine dönüştüğü bilinmektedir. Ö rneğin, Prof. Halil İ nalcık, Bursa ' m n XVyy'da re XV/.yy.

hoşlannda "Ha/ep re Şam gihi Yakm Do,� u' nun en hiiyt'ik tpek pa:ar/anndan hiri haline geldi,�ini" , İran) ı tüccarların Asya'dan ipek ve ipekli kumaş getirip burada sattıklarını, ''ira/yan tacirle­ nnin , ö:ellikle de Floransalt/ann ı · e C eneri:li/erin Bursa pa:a­ nnda ipek almak için yanşttklamu " "iranlt taeirierin de dö­ niişte Floransa/tlan n , C eneri:li/erin getirdiği Frenk ma lt ince yiin/ii kumaşlan, çulıa/an .filan satm alarak ii/keterine götiir­ dt'ik/erini" yazmaktadır. ( İ . Ü . İ kt. Fak. Mecmuası , c- 1 5 , no 1 -4, s.62-63 , Ekim 1 953 / Temmuz 1954) Ancak, incelemede Osmanlı tüccarlarının kimlikleri hakkın­ da da ayrıntılı herhangi bir bilgi verilmemektedir. Ama, asıl ti­ caretin Cenevizliler ve Floransalı larla yapıldığı düşünülecek olursa, bu pazardaki Osmanlı tüccarlarının da İmparatorluğun B izanstan devraldığı dil bilen Hıristiyan yurttaşl arı olduğundan galiba kuşku duyulmasa gerektir. Nitekim. Prof. İ nalcık da, bu i ııceleme�inde. tereke defterlerinden bi rinde adına rastladığı,


"Bursa ' daki Karaca-he,� hanuw dört cariyesiyle hirlikte inen " ;\nkara/ı i.�kender adında bir tüccarın, gene bu tereke defterle­ rinden öğrendiğine göre "memleketinde bir Hıristiyan karısı ile, 1\ymtı ı ·e Sarılmış adında iki o,�lu re Marta adında bir kı::ının o/du,� unu" belirttikten sonra, "Bu deı·irde A nkara 'da Türk adla­ rı taşıyan Ermeniler mrdır. isk ender ' in de bunlardan birisi ol­ ması muhtemeldi1: " diye yazmaktadır. Gene, Prof. Nikolay Todorov 'un verdiği bilgilere göre, Os­ manlı sınırları içindeki Bulgaristan 'ın İ slimye ( Siiven) bölgesin­ de de abacılık çok gelişmiştir. İmparatorluğun dört bir yöresin­ den olduğu gibi, yabancı ü lke lerden de tüccarlar gelip buradan aba satın almaktadırlar. Hatta, " Osmanlı hükümeti Yeniçeri oca­

,�ını da,� ıtıp yerine yeni bir dü::enli ordu kurmaya karar verince, J R28 yılında islimye'ye istanbul' dan bir temsilci göndererek, kurulacak ordu içi n on bi n adet asker elbisesi siparişi ı ·ermiştir. "

( İ . Ü . İ kt . Fak. Mecmu ası, c-27 , s.7, Ekim ı 967 1 Mart ı 968) Kuşkusuz, İmparatorluğun Asyalı uy ruğundan bazı kişiler de kendi üretim ilişkilerinin gerebindirdiği, örneğin nalbantlık, se­ mercilik, eyercilik, keçecilik, demircilik vb. gibi birtakım zana­ atlerle uğraşmaktadırlar mutlaka. Ancak, dış pazarlara yönelik üretim organizasyonlarının ve ticaretin tamamının, İ mparatorlu­ ğun ilk günlerinden beri Hıristiyan uyruğunun kontrolünde ol­ duğu da sanırız kuşkusuzdur. Fakat, bu olgulara bakarak, Os­ manlı İmparatorluğu 'nun, ekonomisi bu tür üretimlerden ve ti­ caretten sağlanan geliriere dayalı bir devlet olduğunu söyleye­ bilmek de kesinlikle olanaksız olsa gerektir galiba . . . N e ki, nüfusunun neredeyse tamamına yakın bir kısmının kırsal kesimde yaşamasına ve tarımla, ya da hayvancı lıkla uğ­ raşmasına bakarak, Osmanlı İ mparatorluğu'nun ekonomisi tarı­ ma veya hayvancılığa dayalı bir devlet olduğunu söyleyebi lıne­ nin de olanağı ne ölçüde vardır acaba, öte yandan? . . Ayrıca, ikta sistemiyle kıskançlıkla korunarak yüzyıllardır sürdürülen, O smanlı toplumunun içinde bulunduğu başat üretim ve özellikle de mülkiyet il işkilerinin durumu. İ mparatorluğun ekonomisi tarıma veya hayvancı lığa dayal ı bir de\'let haline dö-


nüşmesine izin verecek nitelikte midir acaba gerçekten? İ lginçtir, zaten Osmanlı aydın ları da, sanki bütün tarih bo­ yunca, ülkede patlak veren olay ları . birtakım toplumsal ve eko­ nomik çözü lmelerden kaynaklanmış sorunlar olarak değil, salt asayişle ilgili olgularmış gibi değerlendirdiklerinden, gördüğü­ müz kadarıyla çözümü de hep orduda ve ordu eliyle aram ı şlar­ dır hemen. Ne garip . . . B ugün de herhangi bir toplumsal veya ekonomik sorunla karşılaşır karşılaşmaz, aklıımza hemen ordu gelmektedir hala . . . Acaba niçin? . .


Niçin Ordu? . .

Osmanlı

ve

Ordusu

Uyruğunun yarısını Roma i mparatorluklarından devralmış bile olsa, Osmanlı İ mparatorluğu da, bizce hiç kuşku yok ki, ti­ pik bir Asyalı İ slam imparatorluğudur sonuçta. Dolayısıyla, Os­ manlı İ mparatorluğu 'nun zenginliğini de, bütün As yalı impara­ torluklar gibi, daha ilk günden itibaren fetihlerden s ağ l anan ga­ nimetler oluşturmu�tur. Devletin ana gelir kaynağı fetihlerdir. Bilindiği gibi, fethedilen yerler önce yağma edilmekte, sonra da her yıl belirli miktarda bir vergi ödemeye zorunlu kılınmaktadır. Bu vergiyi ödemeyenler de, derhal cezalandırılmaktadır. Bu ne­ denle, gerek yeni yerler fethedebilmek, gerekse salınan vergile­ rini ödemeyenleri derhal cezalandırabilmek için, her zaman güç­ lü ordulara sahip olmak zorundadırlar imparatorluklar. Kı sacası , imparatorluklar için devlet de, bir anlamda ordu demektir zaten. Ordu ile devlet özdeştir yani . . . Gene bilindiği gibi, "Osmanlı ordusu da, başlarda, aşiret re­

is/erinin komllfasındaki, aileler re aşiretler olarak örgütlenmiş Türkmen savaşçılarından oluşmaktadır Hepsi de atltdır Snıır bölgelerindeki H1ristiyan topraklamu fetih/e görevlendirilen hu askerler de, ya,�ma ve ganimetie ödii//endirilmektedirler. " (Prof.

Stanford Shaw, Osmanlı İ mparatorluğu ve Modern Türkiye, E Yayınları, İ st. 1 982, s . SO) Yani, ayrı bir ücret ödenmemektedir bu askerlere. X III.yy. sonlarında B izans sını rlarına bir uç beyliği olarak yerle�tirilen Osmanlılar da, bu Türkmen atlıları ile yaptıkları i�­ birliği sayesinde tekfurları yenip yeni yerler fethederek hızla bü­ yü mü� ve daha x rv. yy. ortalarında bir devlet halini almış lardır.


Ama ne var ki, bu Türkmen savaşçıları komutandan çok kendi aşiret beylerine bağlı oldukları için, orduda bir komuta birliği ve disiplin kurulamamaktadır. Nitekim, Hoca Sadettin Efendi'nin " Tae-ür temrih" adlı ki­ tabında anlattığına göre, Sultan I. Murad da, "ganimet höliişü­ münde kendilerinin de bir pay alabilmesi" için Karamanoğlu Beyinin Haçlılara karşı Osmanlı ordusuyla birlikte savaşmak üzere, "ordu deyii utanmayup der/eyup" gönderdiği, "ka/tak ayn-!u, kayış ü:engilii, kılıçları ha,�ı ipten " , yani atiarına kuskun kayışı bile olmayan, kaltak denilen tahtadan yörük eyerleri vu­ rulmuş, ayaklarını soktukları üzengileri bile demi rden değ il, ka­ yıştan yapılmış, kılıçları da bellerine iple bağlı bu "bir nice kı­ lıksız kıyafetsi: zam/lı " Türkmen savaşçılarına bakarak, yanın­ daki komutanlara; "-Askerimi:in bir maskarası yo,� idi. Soylu cömertfiğiyle ol h izmeti de Karamano,�/u görmüş. . . demi ştir, alaylı alaylı gü lümseyerek. Ola ki, bu olayın etkis iyle de, devletin bir an önce düzenli bir orduya kavuşturulması için, "Şimden geru tutsak a///1(1/l her beş başdan biri devletindir. Alına! " diye bir ferman çıkararak, tutsak Hıristiyan çocuklarından yeni bir ordu kurulmasını buyurmuş­ tur. Gerçekten de, Sultan Murad Hüdavendig fu ' ın bu buyruğu üzerine, l 360 '1ı veya 70'1i yıllarda i lk kez, seferden dönen sa­ vaşçıların her beş tutsağından biri "Pencik Usulü " ne göre, asker yetiştirilmek üzere devlet adına alınmaya başlanmıştır. Aslında, beşte bir anlamındaki Farsça penç-ii yek ' in bozuk bir söyleniş biçimi olan "Pencik Usulü" İ slamın ilk günlerin­ den beri kullanılan ve tutsak pazarlarında satılan tutsakların de­ ğerlerinin beşte biri oranında alman bir verginin adıdır. Kimi kaynaklarda "Pencik Vergisi" de denilmektedi r zaten. Ancak, Osmanlıların XIV. yüzyılın ikinci yarısında başlattıkları bu yeni uygulamada vergi akçe olarak değil, tutsak olarak alınmaktadır artık. Pencik memur/arı , daha kentin gir i�inde savaştan dönen ga­ zilerin tutsaklarını birer birer kontrol etmektc ve 10- 1 7 ya�ları


; ı r;ısındaki, orta boylu, sağlıklı, sağlam yapılı çocukları seçerek.

be� tutsaktan biri hesabıyla devlet adına alıkoymaktadır. Ö nce bir Müslüman ailenin yanına verilerek Türkçe öğren­ ı ı ıclcri ve Müslümanla�tırılmaları sağlandıktan sonra, Sarayda bu amaçla kurulmu� Acemi Oğlanlar Oca �t ndan asker ol ar�k yeti�tirilen bu Hı ristiyan çocukları yla da Yeniçeri Oca,�t adında yeni bir ordu kurulmu� tur işte. İ lginçtir, bu yeni ordunun subay .l!ercksinimi için de, gene aynı dönemde S arayda Enderun adı y­ l a bir okul daha açılmış ve Acemi Oğlanlar Oca,� t ' nı ba�arıy la bitirenler arasından seçilenler burada yeniden eğitilip subay ola­ rak yetiştirilmişlerdir. Kuşkusuz, insanl arın ordularında yabancıları da ücretli sa­ vaşçı lar olarak kullanmalarının tarih i, çok eskilere kadar gitse gerektir. Ö rneğin, eski Çin kaynaklarında, Çin ordularında sa­ vaşmış Moğol ve Türk askerlerinden söz edilmektedir. tarihçiie­ rin belirttiklerine göre. Gene, Roma ordularında çok sayıda üc­ retli Türk askerinin bulunduğu , hatta Büyük Hun i mparatoru Atilla'nın bile Roma ordusunda ücretli general olarak görev al­ dığı, üstelik bu görevinden dolayı da kurumlandığı yazılmakta­ dır. B izans imparatoru I I . Paleologos, bin Türk atiısından oluşan özel bir birlikle Osmanlı ve öteki Türk bey liklerine karşı savaş­ mıştır. S u ltan Çelebi Mehmed'in oğlu Şehzade Orhan, İ stan­ bul ' un fethi sırasında, kardeşinin oğlu (yiğeni) Fatih'e karşı , ba­ şında bulunduğu ücretli Türk askerlerinden oluşan bir birlikle İstanbul 'un Kumkapı-Samatya arasındaki surlarını savunmuş­ tur. (Prof. İ . Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c-1, s.38 1 -474) Fakat, Osmanlı ların bu yeni ordusu Yeniçeri Ocağı ' nın ben­ zeri bir başka ordu daha yoktur galiba tarihte. Ancak, hemen şunu da belirtelim ki, Osmanlı ordusu, salt Ye­ niçeri Ocağı 'ndan ibaret de değildir kesinlikle. "Kaptku//an " da deni len Ocak, kuşkusuz ordunun belkemi­ ğini oluşturmaktadır, ama Prof Mustafa Akda,f m yaptığı hesap­ lara göre, ".wyt hakmundan" topu topu "sadece hcşte biri" ka­ dardır. (Türk Halkı nın Dirlik ve Düzenlik Kavgası , B ilgi Yay. , Ank. I 975. s . 226) !ıcı

,

'


Ordunun beşte dördünü ise. dirlik sahipleri nin eğitip, donat­ tıkları ve sava� hal inde beraberlerinde getirdikleri, kendilerine veri l miş diriikierin büyüklükleriyle oranlı sayıdaki seghanfar ile, fethedilen ü lkelerin antlaşmalar gereği savaş halinde Os­ m anlı ordusuna katılmak üzere göndermek zorunda oldukları askerler o 1 u ş tur maktadır. Yukarda da değinildİğİ gibi, Osmanlılar da fethettikleri top­ raklar üzerinde Selçuklulardan devraldıkları ikta sistemini uy­ gu lamı şlardır genelde. Bu sistemde ise, fethedilen topraklar, İ slam hukukuna göre "'Ara:i-i Öşriyye " "Ara:i-i Haraciyye"' ve "Ara:i-i Miriyye" adı altında üç ayrı şekilde tasarruf edilmektedirler. A ra:i-i Öş­ riyye ' ler, elde edilecek ürünün yüzde onu karşılığında orayı fet­ heden subaya veya Mü slüman aşiretlere bırakılmış, Ara:i-i Ha­ raciyye ' ler de, elde edilecek ürünün yüzde ellisini vergi olarak ödemeleri koşu luyla savaşmadan teslim olmuş Hıristiyanlara veri lmiş topraklardır. Devlet hazinesine kalmış A ra:i-i Miriy­ ye ' ler ise, askerlere ve yöneticilere dirlik olarak dağıtılmaktadır. Osmanlılar da, fethedilcn topraklardan bazılarını fetheden aşiretlere bırakmı şlardır ilk yı llardı. Ancak, bu topraklardan "yurtfuk" veya "mafikane" diye sözedilmektedir kayıtlarda. B u topraklar da, Mehmet Zeki Paka/111 ' ın verdiği bilgilere göre, Fa­ tih döneminde miri arazi haline dönüştürü lerek dirlik olarak da­ ğı tılmışlardır zaten. (Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri S öz­ lüğü, c-2, s.396) Yani , günümüze ulaşabilmiş belgelere bakılacak olursa, Os­ ınanlılar ikta sisteminin sadece "arazi-i miriyye" maddesini uy­ gulamışlar ve fethedilen toprakların tamamını ıniri arazi sayıp dirlik olarak dağıtmışlardır sanki. Çünkü , fethedilen toprakların bir bölümünü de öşri ve hara­ cİ arazi olarak bıraktıklarını söylcyebilmek gerçekten olanaksız­ dır gördüğümüz kadarıyla. Her ne kadar Mehmet Zeki Pakalı n , gene aynı kaynakta, Sul­ tan l l l.Murad ' ın. 1 590' 1arda çıkardığı bir fermanla ii/kedeki hii­ tiin iişri re ltaraci ara:iferi m iri ara:i !ta/ine getirdi.� ini yazmak-1()


t a ise de. doğrusu onlar da Osmanl ı ların Selçuklu lardan devral­

dı kları topraklar arasında bu lunsa gerektir. bi zce büyük bir ola­ ' ıl ıkla. (Age, c- 1 , s. 73-79) Kayıtlara görc ,fethedilen topraklar ilk yıl larda savaşta yarar­ lığı görüleniere "Has" ve " Timar" adı ald ında ''dir/ik" olarak dağıtılmakta ve y ı llık geliri 1 00 bin akçcye kadar olanlara " ti­ nwr'' 1 00 bin akçeden büyük olanlara da "has" denilmektedir. Su ltan I . Murad döneminde de, ola ki dirlik sayısını çağaltmak amacıyla, tirnarlar da ikiye bölünmüş, artık yıllık geliri 20 bin a kçeye kadar olanlara "tinıar" 20 bin akçeden 1 00 bin akçeye kadar olanlara da ":eamet'' denilmeye başlanılmıştır. Dirlikler de, görevlilere. kuşku suz yararlıkları göz önünde tutularak. rütbelerine göre dağıtılmaktadır. Ö rneğin, hanedandan kişilere, şehzadelere hanım, su ltaniara ve sadrazamlara, vezirle­ rc , beylerbeyilere, sancak beylerine, yeniçeri ağalarına filan has, sekbanbaş ı , yayabeyi ve benzeri gibi üst rütbeli askerlere :e­ amer, sİpahilere de tinıar verilmektedir dirlik olarak. Kendilerine dirlik verilmiş bu kişiler de, o topraklardan elde edecekleri gelirlerle, kendilerinin geçimlerini sağlamanın dışın­ da, o yerlerin imar ı·e ilıyasuıdan sorumlu oldukları gibi, asıl kendilerine verilen diriikierin büyüklüklerine göre, "elde ede­

cekleri, A nadolu' da her 3 hi n, Runıe!i' de de her 5 hin akçelik gelir için hir asker" olmak ü zere önceden belirlenmiş sayıda, iyi

eğitilmiş ve tam donanıml ı , atlı ya da yaya askeri, �avaş halinde Osmanlı ordusuna göndermek veya beraberlerinde getirmek zo­ rundadırl ar. Bu askerlere de "sekhan (veya seghan)" denilmek­ tedir kayıtlarda. Günümüze ulaşmış bilgilere bakarak, Osmanlı İ mparatorlu­ ğu 'ndaki tirnar sayısı hakkında da sağlıklı bir rakam verebilmek bugün elbette olanaksızdır. Ancak, gene M . Zeki Pakalın ' ın açık­ lamalarından öğrendiğimize göre, örneğin fethedilen 300 köyiii hir sanca,�ın en a::. 200 köyiiniin ikişer iiçer köy olarak R0-90 ri­

mar halinde aynldı,� ı. geri kalan1 11111 has re ::.eamet olarak da,� ı­ ti/dı,�ı (Age, c-3 s.499) düşünülürse, ülkedeki tirnar sayısı da mutlaka onbinlerin çok çok üstünde olsa gerektir. -ı ı


Bu nedenle, onbinlerce tirnar sahibinin her birinin beraberin­ de en az 2-3 segbanla sefere katılacağı, has ve zeamet sahipleri­ nin de gene en az bir iki bölük asker göndereceği hesaplanırsa, Osmanlı ordusunun, gerçekten de beşte dördünün bu sistem ara­ cılığıyla sağlandığı , galiba kuşkus uzdur. Cephede de, bu askerler ordunun sağ ve sol kanatlarını oluş­ turmaktalar, Yeniçeriler merkezde, Anadolu ' dan gelen segbanlar Anadolu B eylerbeyinin yönetiminde ve Yeniçerilerin solunda, Rumeliden gelen segbanlarla öteki Hıristiyan ülkelerin gönder­ dikleri ordular da Rumeli B eylerbeyinin yönetiminde ve sağın­ da yer alarak savaşmaktadırlar. Osmanlının Maaş Ödediği Tek Kulu

Görüldüğü gibi, ikta si stemi, İ slam hukukuna göre, salt top­ rağın mü lkiyeti veya tasarrufu ile i lgili bir ekonomik uygulama olarak değerlendirilmese gerektir bizce kesinlikle. Nitekim Osmanlılar da, ta Tanzimat ' a kadar, bu sistemi ta­ rımsal üretimle i lgili bir ekonomi politikası olmaktan çok, yöne­ timle ilgili bir personel politikası olarak uygulam ı ş l ardır zaten, gördüğümüz kadarıyla . . . Neredeyse bütün görevlilerin ücreti ak­ çe olarak değil, dirlik olarak ödenmiştir, örneğin. Oysa, Osmanlılar da, bilindiği gibi daha ilk yıllardan itiaren kendi adiarına para kestirmişlerdir. " Ikinci sultan Orhan Ga::: i ,

tahta çıkışuıın üçüncü yılında Bursa darplıanesinde sikke kesti­ rip mühür/etmiştir. Bu ilk sikkeler heya: RÜnıüşten kestirildiğin­ den , halk renRinden dolayı hu paraya heyazca aniamma 'akçe' demiş ve Osmanlı para biriminin adı 'akçe' olarak kalmıştır. Üç akçe, hir dirhem ağırlı,� ındadır. Yani, 1 00 dirhem gümüşten 300 akçe kestirilnıiştir. Akçenin kesirieri de haktrdan kestiri/rnekte­ dir ı·e onlara Moğolca nakit anlamındaki MonRÜr sö::: cü,� ünden esinfeni/erek 'nıanRır' denilmiştir. " (Prof. Ş ükrü B aban, Tanzi­ mat ve Para, Tanzimat, s.23 3 , İ st. 1 940) Tarihçilerio verdikleri bilgilere göre, ilk y ı llarda yabancı al­ t ın paralar da bir süre için kullanılmıştır. Hatta Prof. Baban, bu 42


yabancı paralardan bir miktar Yenedi k duka altınının, ülkede gc­ \Trli olduğunu belirtmek için Osmanlılarca özel olarak mühür­ Icndiğini bile yazmakıadır. Zaten Fatih döneminde, bu Venedik dukaları örnek alınıp, Osmanlı parası olarak altın sikke de kes­ ı i rilmi�tir. Bu altın sikkelere de, Venedik dukasından aynen kop­ ya edilmiş üzerindeki çiçek resmi yüzünden, İ talyanca çiçek de­ mek olan Flore sözcüğünden dolayı Flori veya Filorin de­ nilmiştir. Ancak, Osmanlı para birimi hep akçe olarak kalmı ştır. Ö rne­ ğin, Sultan I . Murad döneminde, "iki koywıa hir akçe" olarak saptanmış, koyun ve keçilerden alınan "agnam vergisi" , kayıt­ larda belirtildiğine göre, akçenin gümüş değeri geçen süre için­ de üçte iki oranında düşürülmüş olduğu halde, ikiyüz yıl sonra III.Murad döneminde de gene "iki koyundan hir akçe" olarak toplanmıştır. Ü cretler, bağışlar, harcamalar da hep akçe olarak hesaplanmış ve ödenmiştir bütün tarihi boyunca. Osmanlılarda, ta Tan::.imat' a kadar günümüzdeki anlamıyla hir bütçenin , hir maliye örgütünün varlığından söz edebilmek de olanaksızdır kuşkusuz.Devletin gelirlerinin toplanmasından, harcanmasından, gelir gider defterlerinin tutulmasından, hazine­ den, ta ilk günden itibaren "defterdar" denilen kişiler sorum lu tutulmuştur. Devlet hızla büyüyüp işlemler artınca, çaresiz def­ terdarlık da kalabalıklaşmış ve defterdar/ara Fatih döneminde artık "ha::.ine ve::.iri" (veya vekili) denilmeye başlanılmıştır. Ama ilginçtir, ta ilk günlerinden beri, gelirleri toplayan, har­ camaları yapan, kulların ulufelerini ödeyen, hazineden sorumlu bu görevlilere, Osmanlılar, akçeyle tek mangır (kuru ş ) olsun bir ücret, bir maaş ödememişlerdir kesinlikle bütün tarihleri boyun­ ca. Onlar da, tıpkı sadrazamlar, vezirler, yeniçeri ağal arı, beyler­ beyileri , sancak bey ileri, filan gibi ücretlerini dirlik olarak al­ mı �lardır devletten. ilk günden itibaren. Ö rneğin, Fatih Kanun­ namesi 'nde, defterdar/ara da dirlik olarak "yıllık geliri 600 hin akçenin ü::erinde hir has verilece,� i" yazılı dır. Kı sacas ı . devletin parasının hesabını tutan, devlet adına para -n


kestirip mühü rleten bu kişiler de, kendi ücretlerini korudukları hazineden nakit olarak değ il, ola ki bir kez bile gidip görmedik­ leri yörelerdeki haslarını ekip biçen reayaların ürünlerinden, gü­ vendikleri adamlar (iimenalar) aracılığıyla mal (ayni) olarak topladıkları aşarın içinden almaktadırlar yani . . . Çalıştırdıkları görevl ilerin (memurların) ücretlerini de, bu has lardan elde ettik­ leri gelirlerle kendileri ödüyor olsalar gerektir. İ lginçtir, Osmanlıların dev Jet bütçesinden akçeyle düzenli olarak ücret ödedikleri tek kuruluş da Yeniçeri Ocağ ı ' d ır, gördü­ ğümüz kadarıyla. Bil indiği gibi, Yeniçeri/er. üç aydan üç aya, belirli bir ulufe (gündelik) üzerinden hesaplanmış, "kul maaş ı" denilen bir üc­ ret almaktadırlar saraydan. Prof. ismail Hakkı U::.unçarşılı , Yeniçeri lerin, "Acemi o,� lan­

lar oca,�ından gelip, Yeniçeri ocak defterine kaydedildiklerinde ilk yemıiyelerinin (ulufelerinin ) iki akçe oldu,� unu" bu ücretin zamanla "hi::.metlerine ı·e gelişmelerine gt'ire R akçeye kadar çıktı,� 1111 " yazmaktadır. (Osmanlı Tarihi, c-2, s . 5 58)

Yeniçerilere bu ücretin dışında da, sultanların tahta çıkışla­ rında "cü/us halışişi" ilk sefere çıkışlarında da "slfer halışişJ" adı altında ayrıca para verilmektedir gene. Kendilerine devlet hazinesinden düzenli ücret ödenen bu as­ kerlerin sayısı konusunda kesin bir rakam söyleyebilmek de zor olsa gerektir kuşkusuz. Ö rneğin, Prof. Uzunçarşılı 'ya göre, bu sayı XV. yy. ortalarında, 1 0- 1 2 bini yeniçeri, ı 800-2 bini topçu, 8- ı O bini de suvari olmak üzere 20-25 bin dolaylarındadır an­ cak. Oysa, gene Prof. Uzunçarş ı l ı ' dan öğrendiği mize göre, vaka­ nüvisler, Osmanlı ordusunun XV. yy. ortalarında İ stanbul ' un fet­ hi sırasındaki sayısım 200-250 bin olarak vermektedirler. Bu du­ rumda, Prof. Akdağ ' ın hesaplarına göre ordu içindeki oranının beşte bir olduğunu varsayarsak, kapıkullarının sayısı da 40-50 bin dalayını buls a gerektir gali ba. Nitekim kendisi d e , b u çalış­ masın ın sonraki ciltlerinde, Yeniçeri ocağının asker sayısın ın X V I I . y y. sonlarında 70 bini bulduğunu, Ocağı eski haline ge t i-1 -1


bilmek için de, ı 70 ı 'de çıkarılan bir fermanla bu sayınm bir ı,· ırpıda 34 bine dü�ürüldüğünü yazmaktad ı r. (Osmanlı Tarihi, c4. b- 1 . s . 8 ) Kapıkullarının say ı s ı , galiba gerçekten d e 40-50 bin dolayla­ rında olsa gerektir yani. Bunca insana üç aydan üç aya ödenecek para da, günlük ücreti ortalama 4 akçe üzerinden hesaplasak bi­ le. 1 8 milyon akçeyi bulmaktadır. B unca para için de, her üç ay­ da bir 20 ton gümüş gerekmektedir. Ola ki Fatih Su ltan Mehmed de bu nedenle, yani gerek ulu­ releri , gerekse cüiGs ve sefer bahşişlerini tam olarak ödeyebil­ ınek için hazinede onca ton gümüşü bulamayınca, çareyi, Orhan Gazi ' den bu yana tam ı 20 y ı ldır ayarı ve vezni hiç bozulmamış olan akçenin vezniyle oynamakta aramış ve tahta çıkar çıkmaz, 1 00 dirhem gümü şten 300 yerine, 375 akçe kestirtmiştir hemen, tarihçilerio yazdıklarına göre. Çünkü, Osmanlı ü lkesinde tedavülde bul unan paranın mikta­ rını hesaplamak filan şöyle dursun, hangi tarihlerde, nerelerde ve ne miktarda para kestirildiğini bile tam saptadığı kuşkul u, bü­ tün işlevi devletin gelir gider defterlerini tutmak olan defterdar­ lık örgütünün yapısı dü şünülürse, Fatih 'in de enflasyonİst bir politika izleyerek, paranın değerini düşürüp, ha/km cehinde nfe­ tih çalışmaları için yeni kay naklar yaratmayı amaçladı,� ım sav­ lamak akıldan dahi geçirilme�e gerektir doğru�u. Prof A kda,f ın saptarnalarına göre, hem para kesen tek yer başkentteki darphane değildir, hem de para kestirme yetkisi sa­ dece devlete ait değildir çünkü. Gümüşü olan özel kişiler de i�­ tedikleri darphanelerde kendileri için para kestirebildikleri gibi, gümüş elde eden görevli ler de İ stanbul dışındaki darphanelerde devlet adına para kestirebilmektedirler. ( Age, s.37-4 ı ) Nitekim, gene aynı tarihçilerio yazdıklarına göre, zaten Fatih de, bizce hiç kuşku yok ki İ stanbul 'u fethedip, elde ettiği gani­ metlerle hazineyi zenginleştirerek yeterli gümüşe kavuşunca, hemen piyasadaki eksik vezinli akçeleri de toplatmış mıdır bi­ linmez ama, akçenin veznini gene eski düzeye getirtip, tekrar ıoo dirhem gümüşten 300 akçe kestirmeye başlamıştır. (Hatta, re


Prof. Akdağ, Bursa şeriye sicil lerinde, Fatih' in son yıllarında,

1 4 77' 1enle. Bursa ' da 1 00 dirhem gümüşten , 300 yerine 280 adet akçe kestird(�ine dair kayıtlara da rastlandı,�ını yazmakta­ dır. ) Burada hemen şunu da belirtelim ki, toplumsal bilincinde ta­ şmnıa: (gayri menkul) mıilkiyet hakkı kavramının henüz oluştu­ ğu bile kuşkulu, doğru dürüst bir ara::.i ölçü hirinıi de olmayan Osmanlı İmparatorluğu 'ndaki ekilebilir toprakların yüzde kaçı­ nın dirlik olarak dağıtıldığı ve yüzde kaçının öşürünün, vergisi­ nin, rüsumunun devlet adına toplandığı konusunda da günümü­ ze ulaşabilmiş ciddi bir bilgi yoktur ne yazık ki, gördüğümüz kadarıyla . . . Ayrıca, bu derme çatma defterdarlık örgütü v e b u ücret poli­ tikasıyla, devlete ait öşür ve vergi lerin sağlıklı bir biçimde top­ lanarak hazineye ulaştırıldığını söyleyebilmek de olanaksızdır galiba. Bu nedenle, Fatih 'in, gerçekten de sikke kestirebilmek için yeterli gümüşü sağlayabileceği tek kaynak fetihler olsa gerektir doğrusu bizce de . . . Ü stelik, ola ki u lu feli kapıkulu sayısını çağaltmak yerine ik­ ta sistemiyle sağlanan asker sayı s ını çoğaltınayı daha akıl karı bulduklarından, dirlik olarak dağıtabilecekleri yeni miri araziler yaratabilmek amacıyla, Fatih döneminde, bazı akraba aşiretlere ilk yıllarda yurtluk olarak bırakı lmış topraklara bile el konulma­ sına, Kanuni döneminde Amasya yöresindeki zeametlerin sahip­ lerinin elinden alınıp tirnar olarak dağıtılmasına, III.M urad dö­ neminde de ülkedeki bütün öşri ve haracİ arazilerin bir ferman­ la toptan miri arazi hal ine döndürülmüş olmasına bakılırsa, doğ­ rusu Osmanlıların ülkedeki ekilebilir toprakların tamamını dir­ lik olarak dağıttıklarını, dolayısıyla devletin zaten toplayacağı önemli bir aşar ve vergi gelirinin bulunmadığını söylemek de, galiba gerçeğe pek aykırı düşmese gerektir. Görüldüğü gibi, Osmanlılarda da hazinenin ası l zenginlik kaynağ ı , tarımsal veya tecimsel birtakım ekonomik eylemlerden sa�lanan \'ergi gelirleri fi lan değil, hiç kuşku yok ki, fetihlerdir.


VL'rgi gelirleri de, olsa olsa devede kulak kadar bir şeydir toplam l ılltçe içinde. Dolayısıyla, ülkedeki en önemli üretici güç de o r ­ , /lldllr Devlet de, ordunun ikta sistemiyle daha da güçlendiril­ ı ııc�si uğruna, tarımsal üretimden sağlanabilecek gelirlerinin ta­ ına mından vazgeçmiştir neredeyse. İ mparatorluğun bu özgün durumu, aslında üretimle ilgili bir uygulama olması gereken ikta sistemini de , orduyla özdeşleşti­ n:rek ekonomik anlamından neredeyse bütünüyle soyutlamıştır yani. Nitekim bu nedenle de, Osmanlı toplumundaki mülkiyet bi­ linci ve dolay ısıyla mülkiyet il işkileri, gerekli evreleri geçirip, belki de taşıınr-taşınmaz mülkiyet hakkı ayrışmasına bile tam uğrayaınadan, sanki hep "ilk salıi plenme lıakk1 " düzeyinde kal­ ınıştır bizce. Ama, tarihçileriınizin ve bilim adamlarımızın ( üniversiteleri­ ınizin) bugüne dek, Osmanlı toplumundaki mülkiyet kavramı ve il işkileri konusunda herhangi bir araştırma, ciddi (özgün) çalış­ ma yapmış olduklarını söyleyebilınek de doğrusu olanaksızdır, ne yazık ki . . . İkta sistemiyle sağlanan b u askerler d e , orduya, dirlik sahip­ leri adına gönüllü olarak, boğaz tokluğuna,fisehilillalı katılma­ maktadırlar elbette. Prof. Akdağ ' ın saptarnalarına göre, "XVl.yii:y!l 111 başlannda

(Yavuz döneminde) segbanlara, dirlik sahiplerince yillik ücret olarak 600 akçe ödenmektedir" örneğin. Yeniçerilere, daha ace­

mi oğlanlar ocağında iken günde iki akçe ödendiği düşünülürse, günlüğü iki akçeyi bile bulmayan bu ücretin hiç de çekici olma­ ınası gerekir doğrusu. Haydi, tutsak Hıristiyan çocukları için ye­ niçerilik zaten bir yazgıdır diyelim. Ama, reaya çocuklarının salt bu ücretierin çekiciliğine kapı lıp dirlik sahiplerinin yanında as­ ker durmayı seçtiklerini söyleyebilınek de gerçekten olanaksız­ dır y ani. Çünkü, vakanüvislerin yazdıklarına göre, örn�ğin Yeniçeri­ ler, Fati h ' in 1 00 dirhem gümüşten 300 yerine 375 akçe kestir­ mesi üzerine ayaklanıp ulufelerini 3 akçeden 3,5 akçeye çıkart47


m ış oldukları halde, ilginçt ir, gene Prof. Akdağ' ın saptamaları­ na göre, l 45 0'den sonra tam l 5 0 yıl boyunca, üstelik bu süre içinde paranın gümüş ağırlığıyla defalarca oynanmış olmasına karş ın, bir daha böyle bir giri�imde bulunmamışlardır, artık her ne hikmetse. Yani, gerek yeniçerilerin, gerekse dirlik askerlerinin gözün­ de, aslında bu ücretierin pek de bir önemi yoktur anlaşıldığı ka­ darıyla. İmparatorluğun güçlü olduğu, fetih seferlerinin ardı ar­ dına yapıldığı bu 1 50 yıllık dönemde de, u lufelerinin artırılması konusunda herh;mgi bir istekte bulunmamaları da bu yüzden ol­ sa gerektir. Kısacası, gerek yeniçeriler, gerekse dirlik askerleri için, as­ kerliği çekici kılan tek şey, yağmadır, galiba hiç kuşku yok ki . . . Çünkü, fethedilen yerleri önce askerin belirli bir süre yağmala­ masına izin vermek, bir doğu geleneğidir. Örneğin, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, Abbasi halifesine bundan böyle Müslüman ülkeleri yağmalatmayacaklarına dair söz verdiği için, 1 057 'de Musul 'un feıhinde, geleneği çiğneyip askerin yağmalamasını yasaklayınca, hemen ayaklanmıştır or­ du. B u durumda saltanatının bile tehlikeye düşebileceğini gören Sultan , hiç olmazsa Müslü man halkın canına bir zarar verilme­ mesi konusunda askerleri ikna ederek, çareyi kentin insanlar çı­ karıldıktan sonra yağmaya açılmasında bulmuş ve gerçekten de, Musul, çoluk çocuk herkes çıkarıldıktan s oı�ra kent askerin yağ­ masına bırakılmıştır günlerce . . . Vakanü vislerin yazdıklarına göre, 5 1 günlük kuşatma sırasın­ da tam 3 kez de saldırıldığı halde İ stanbul ' un hala fethedileme­ miş olmasına dehşetli öfkelenen S ultan Mehmed de, 27 Mayıs 1 453 günü bütün vezir ve paşalarını çadırına çağırıp, kentin der­ hal alınması halinde askerlere -kimi tarihçilere göre süresiz, ki­ mi tarihçilere göre de 3 gün süreyle- sınırsız yağma hakkı tanı­ yacağını söyleyince, bilindiği gibi İ stanbul hemen eıtesi gün, 28 Mayıs 1 453 'te fethedilmiştir. Ö rneğin, Aştkpaşa:ade. tarihinde, " Elli gii n, gece giindii:

cl'nk olundu . Elli hirinci giin lıiinUir ya,�ma huyurdu Hiicımı et-


tiler. Elli hirinci giin salt giinü idi. llisarfetholundu. Iyi ya,� nw­ lar ı·e doyumluklar oldu. Altuı. giinıiiş, mücerher re türhi ku­ maş/ar gelip pa::.ara d6kiildii. Satmaya haşladt!ar. Halktnt esir elliler Tekfiininü 6ldiirdiiler Gü::.el kt::.!amu ga::.iler ha.�u"/amw hasttiar. " diye anlatmaktadır bu olayı.

İ stanbul ' u n fethine Sultan Mehmed'in tarihçisi olarak katıl­ mış Tursun Bey de, Fatih 'in unvaniarından biri olan "Ehül-fetlı" deyimini kullanarak, "Tarih-i Ehiil�feth " (Fatihler Babas ının Tarihi) adıyla yazıp sultana sunduğu kitabında, tıpkı Aşıkpaşa­ zade gibi, "Askerler saraydan re ::.engin/erin evlerinden gürniiş

ı·e altm kaplan , değerli taşlan ve kumaşlan aldtlar Bütün ça­ dtrlar yaktştklt oğlanlar ve gii::: el kt::.!arla doluydu . Bu şekilde pek çok kişi fakirlikten kurtan/dt ve ::.engin ktluıdt. demektedir. Hatta, ola ki bu yağma karşısında şaşıran Fatih bile, Ayasaf­ ya'ya girdiğinde, bir askerin de yerdeki merrnerieri götürmek için sökmeye çalıştığını görünce; " Ganinıet ve esirler/e yeti­ nin! Şehrin yapılan hana aittir hre! diye bağ ırmı ştır öfkey­ le, vakanüvislerin yazdıklarımı göre. Ve, Ne Zaman Bir Toplumsal Sorun Patiasa Hemen Ordu­ yu A nımsamışlar

K ı sacası, ordu padişahların serdarlt,� uıda sefere çıkıp, yeni yerler fethettikçe, ü lkede de asayiş herkemal olmuştur genellik­ le. Devletin başını ağrıtacak önemde toplumsal sorunlarla pek de karşılaşmamıştır Osmanlı. Ancak, yukarda da değinildiği gibi, i mparatorluk iyice bü­ yüyüp, sınırların başkente uzaklığı binlerce kilometreye ulaşın­ ca, ülkede de birtakım toplumsal sorunlar patlak vermeye başla­ mıştır hemen. İ lginçtir, aynı anda orduda da huzursuzluk belirti­ leri başgöstermiştir. Ö rneğin, Peçeı·i Ta r i ll i 'nde belirtildiğine göre, 1 5 53 'ten 1 5 66 'ya kadar yeni bir sefere ç ıkmayınca koca Kanuni Sultan Süleyman ' a kar�ı bile, ''Padişah koca/dt gayn. Ondan sefere çt­ ktln u mr Bu askere gen�· hir hoş gerek. " diye homurdanmalar başlamı�tır orduda.


Oysa. Kanuni Sultan Süleyman da, İ mparatorluğun sınırları­ nın çok geni�letilmiş olmasından dolayı fetih seferlerinin artan maliyetleri yüzünden yeni bir fetih seferine çıkmayı uzun süre )!Öze alanıarnıştır ola ki . . . Çünkü, 1 5 53 yılındaki İ ran seferinde fethedilen yerlerden elde edilen ganimetler, ordunun masrafını bile karşılamamıştır vakanüvislerin yazdıklarına göre. Ord u, İran Ş ahını cezalandırmak üzere 1 55 3 yılı ya z aylarında İ stan­ bu l ' dan hareket etmiş, ancak onca yolu yaya olarak bir mev sim­ de katedemediği için, gidişte H alep 'te, 1 5 54 yılı yaz aylarında Nahçıvan ' ı , Erivan' ı ve Karadağ ' ı fethenikten sonra dönüşte de bu kez Amasya' da kışlamak zorunda kalmış ve 1 5 5 5 y ılında İ s­ tanbul ' a dönebi lmi ştir. Böy le birkaç yüz bin kişilik bir ordunun ardı ardına iki yıl dışarda konaklaması da, bu fetih seferinin gi­ derlerinin en az birkaç kat kat ianmasına neden olmuştur hiç kuş­ ku yok ki . . . Ama, askerin huzursuzluğu zamanla n e boyutlara u laşmış ki demek, artık iyice yaşlı ve hasta olduğu halde Sultan Süleyman da, ömrünün son yılında. tam 73 yaşındayken, Avustury a'ya sa­ vaş ilan ederek, ordunun başında yeni bir fetih seferine çıkmak zorunda kalmı ştır çaresiz, 1 566'da. Oysa, gerçekten de gut (damla/nikris) hastasıdır ve hastalığı iy ice ilerlemiş olduğu için ayakta duracak hali bile yoktur. Bu nedenle sefere de zaten arabayla çıkmıştır. Ancak kasabalardan geçilirken, düşman gözlere dinç ve zinde görünmek için, kah tahtırevaola taşınmakta, kah ata bindirilmektedir binbir güçlük­ le. Nitekim, daha seferin başında, Sigetvar kuşatmasında, kale­ nin alındığını da göremeden, bir gün önce ölmü ştür. S adrazam Sokullu Mehmed Paşa, Su ltanın öldüğünü Şehzade Selim tahta çıkıncaya dek gerek asker, gerekse düşman öğrenmesin diye, se­ ferin amacı sanki Sigetvar kalesini almakmış gibi ordunun he­ men Belgrad 'a dönmesini buyurduğu için, Kanuni 'nin bu son seferi de yolun ba�ında sessizce sona ermiştir böylece. Yani, ulufeli askerler, bu fetihte de şöyle gönüllerince bir y ağma olanağını bu lamamı�lardır. Ü ste lik. Şehzadc Sel im'in )()


tahta çıkışından dolayı iyi bir ciilus halışi şi de verilmeyince, da­ ha Belgrad 'da hornurdanmaya başlamışlar, İ stanbul ' da ise yal­ rıız homurdanmakla kalmayıp, gemi iy ice azı ya alarak saraya gi­ den yolları kesmişler, Saray kapılarını tutup günlerce kimseyi dışarıya salmamışlar, hatta kendileriyle görüşmeye gönderilen vczirleri bile yakalayıp tartaklamışlardır bu öfkeyle . . . Tam o günlerde İ stanbul ' a dönen Kaptan-I Derya Pi,vale Pa­ ·)a ' nın S akız adasının fethinden sağlayıp getirdiği ganimetlerle yeni akçe kestirilip cülOs balışişlerinin arta kalanı acele ödenmiş de, ancak bastırılabilmiştir bu olaylar. Ardından da, Sultan II. Selim, ola ki böylesi bir durumu bir daha yaşamak istemediği için ve de kendisini bu sıkıntıdan kur­ taran ganimetin bir adadan sağlanmış olduğunu düşünerek, Pi­ yale Paşa ' y ı sadrazamlığa getirip, yeni bir sefere ç ıkılarak bu kez de Kı brıs ' ın fethedilmesine olur vermiştir hemen. 1 570' de de Kı brıs fethedilmiştir ya . . . Koca Osmanlı ordusu için Kıbrı s ' ın eti nedir, budu nedir. . . Ayrıca, fetihlerin arkası kesilip, zengin yağma olanakları azaldıkça hornurdanmaya başlayanlar, salt başkentteki kapıkul­ ları da olmasa gerektir mutlaka. Çünkü , Kanuni 'nin de, daha İ ran seferinin dönü şünde, ! 55 4 'te Amasy a'da bir fermanla o bölgedeki bütün zeamet sa­ hiplerinin ellerinden dirliklerini alıp, toprakları ulufeli kale erle­ rine biner akçelik tirnarlar şeklinde dağıtmasına bakılacak olur­ sa, aynı günlerde Anadolu 'da da birtakım huzursuzlukların pat­ lak vermeye başl adığından kuşku duyabilmek bile olanaksızdır galiba. Ü stelik, ü lkenin sınırları çok genişlediği için, 1 55 0 ' lerden sonraki seferlerin çoğu, Prof. Mustafa Akdağ'ın da belirttiği gi­ bi, artık fetih değil, bir s avunma seferi olarak düzenlenenektedir zaten. Bu nedenle, bir yağma veya ganimet elde etmek bu sefer­ lerio çoğu için elbette söz konusu bile değildir. Nitekim, Kanuni de, tarihçilerio yazdıklarına göre, 1 5 53 'te, İ ran ordusu Osmanlı topraklarına saldırınca, apar topar yeni bir sefere çıkmak zorunda kalmıştır Şah ' ı derhal cezalandırmak 5ı


amacıyla . . . Yani. İ ran scferi de. aslında bir fetih değil , bir savun­ ma sderidir. Ola ki bu nedenle de, İ ran i çlerine çekilen Şahın ar­ d ı mbıı gidilmem i�. ama hem onu cezalandırmış ol mak için, hem de buraya kadar gcl iım1i�ken bari eli boş dönüldü deni l mesin di­ yerek, s ınır boylarındaki Nahçıvan, Erivan (Revan), Karadağ fi­ lan alınm ıştır sanki. Kuşkusuz, s ınır boylarındaki bu ' 'eti ne, hudu ne" kentlerin fethedilmesinden sağlanan ganiınet ve yağmalar da, ne kapıkul­ larının dişlerinin kovuğuna yetmiş olsa gerektir, ne de timarlı si­ pahilerin veya segbanların . . . Dolayısıyla, zengin yağma olanakları elde edemeyip, tek ge­ lir olarak devletten (veya, dirlik sahiplerinden) aldıkları ulufete­ re (maaşa) kalan askerler, yavaş yavaş geçim sıkıntısı içine de düşmeye başlamı şlardır artık. Çünkü, bu ü cretler karınlarını bi­ le doğru dürüst doyurmalarına yetmemektedir. Çaresiz, çevre halktan zorla haraç toplamaktadırlar. Bu yüzden halk da asker­ lerden şikayetçidir. Bu serseriterin toplanıp sın ı r boylarına götü­ rülmeleri için sık sık sefere çıkılınasını istemektedirler. Yani, se­ ferler Anadolu halkının ve esnafının da bir an için rahat soluk al­ mas ına olanak verir olmuştur böylece. Ne vak ki, bu kez de askerler düzenlenen bu zoraki seferlere (veya, savunma seferlerine) gönüllü olarak pek de katılmak iste­ memektedirler, sonucun karlı olmayacağım son deneylerden kestirebildikleri için. Türlü özürler uydurmaktalar, hatta olmadı, verilecek cezayı da göze alarak seferden kaçmaktadırlar, tarihçi­ terin belirttiklerine göre. Bilindiği gibi, Yeniçeriler sultanlardan üç aydan üç aya belir­ li bir ulufe alırlarken, segbanlara da bağlı oldukları dirlik sahi­ plerince önceden belirlenmiş bir ücret ödenmektedir her yıl. Ancak, dirlik sahiplerinin yanında asker durmayı çekici kılan şey de, ücretler deği l, İ mparatorluğun büy üme dönemindeki ar­ dı arkası kesilmeyen feti hler olmuştur hiç kuşku yok ki . . . Çün­ kü onlara da fet i hlerden sonra s ın ırsız yağma hakkı tanı nmakta­ dır tıpkı yeniçeriler gibi . . . Acemi oğlanlar ocaklarında asker olarak yethl iri! mi� tutsak


veya devşirme H ıristiyan çocuklarının, koşul lar değişince he­ men sarılabilecekleri yeniçerilikten başka bir u marları, o gün için galiba gerçekten y oktur. Ama, dirlik sahiplerince kiralanan ücretli askerler, fetih lerin arkası kesilir kesilmez, hemen terke­ divermişlerdir birliklerini, görüldüğü gibi. Bu yüzden de, taşra­ da asker ücretleri hızla yükselmiştir. Nitekim, Prof. Mustafa Ak­ dağ ' ın belirlemelerine göre de, ''XVI yii::yt!ın başlannda dirlik

sahipleri yıllık 600 akçe iicret/e hir seghan tutahi/ir ı·e ona 5-6 Yii:: akçeye hir at satın alahi/ir/erken , hu rakamlar aym yı'i::yt!ın son/anna do,�/ '11 (11/.Murad döneminde) birden 5-6 kat artmış ve hir seghamn dirlik sahibine yıllık maliyeti 3 hin ak�·eye kadar �·ıkmıştır. A tiann fivat/an da arflk 2 -3 hin akçe dolaylarında­ dır " (Age, s . 5 8 ) Dirlik sahipleri de, o l a k i bu nedenlerle, seferlere y a daha az sayıda nitelikli savaşçı ile katılabilmektedirler, ya da o ücretiere ancak bulabildikleri düşük nitelikli birtakım acemi erieri götüre­ bilmektedirler y anlarında artık. Ayrıca, bu dirlik sahipleri de katıldıkları fetihlerde elde edi­ len ganimetten önemli bir pay alıyor olsalar gerek ki, Prof. Ak­ dağ, bu olumsuz gelişmenin "dir/ik sahiplerinin de siirat/e re­ fah/arım kayherme/erine sehep o/du,�unu" yazmaktadır. Hatta öyle ki, bu heyler (timar erha/Jı ) bir yandan yeni g elir kaynaklarının ardının kesilmesi, öte yandan sefer giderlerinin eskiyle oranlanamayacak denli yükselmiş olması gibi nedenler yüzünden hızla "nıiiflis" (ıflas etmiş) dumma hile diişmiişlerdir. gene Prof. Akdağ' ın deyimiyle. Bu olumsuz gelişmeler yüzünden fakirleşenler, refah düzeyi­ ni yitirenler. "miij7is" duruma düşenler ise, sadece askerler ve "dir/ik erhahı " da değildir elbette. Örneğin. gene Prof. Akdağ, 1 54 1 - 1 599 y ı l ları arasında yaşamış, Kanuni sonrası dönemin ünlü tarihçilerinden Ali (Geliho/u/u Mustafa A li) Bey'in de "Kiihn ' ii/ Ah/)(lr" ( Haberlerin Kaynağı ) adlı 4 ciltlik kitabında, "XV 1 yii::yt!ın ortalanndan itibaren ülkede eskiYe göre a�·ık hir sej(det do,�muştur" diye yazdığım belirtmektedir. Yan i , halk da. kaçınılmaz bir biçimde hızla fakirle�mi�tir bu süreçte. ,


Fakirleşmeyle birlikte de, öncelikle Anadolu ' nun çeşitli yer­ lerinde birtakım toplumsal olaylar patlak vermeye başlamıştır hemen. Kent ve kasabalarda bile can güvenliği, mal güvenliği neredeyse hiç kalmamıştır. Hırsızlık, soygun, gasp, c inayet vb gibi olaylar hızla artm ış, artık kentlerde bile "geceleri evleri hır­

sı: ı·e katiliere karşı korumak, herkesin kendi gücüne kalmış hir iş halini" almıştır. Aynı zamanda, ülkedeki meyhane sayısı da hızla çoğalmıştır. Fuhuş artmış, "erkek elbisesi giydirilmiş ka­ d/11/ar, geceleri sokaklarda açıktan satılır olmuştur" artık. Güya ülkedeki can v e mal güvenliğini sağlayan "ases/er, hatta ases­ başılan hile, içip sarhoş olduktan sonra, evlere zorla girerek ka­ d111/an , kızlan almaktadır" lar. Tarihçi Ali Bey ' in verdiği bilgilere göre, Osmanlı ü lkesinde­ ki ilk kahvehane de bu tarihlerde, 1 5 53-54' lerde açılmıştır za­ ten. Niyazi S erkes de, ilk kahvenin Osmanlı ülkesine 1 5 54' lerde Arabistan'dan geldiğini ve daha sonra İstanbul ü zerinden Avru­ pa'ya yayıldığını belirttikten sonra, "Avrupa' da da hükümetleri korkutan" bu kahvehanderin ü stlendikleri, söz konusu y üzyıl­ daki toplumsal işlevlerle i lgili olarak; "Bu kahvehanelerden

korkmakro Osmanlı dev/etimn haklı endişeleri vardı. Çünkü, Osmanlı devletinin uyruğwwn, yani reayamn camiden, mescit­ ten, kiliseden başka gidecek, toplanacak yerleri yoktu. Buralar­ da da sadece vaizler konuşw·du. Askerler ise, ya kışlalarda, ya da timar hö/ge/erinde, kalelerde yaşar/ardı. Kahvehane/er, Os­ manlı ülkesinde, özellikle de istanbul' da cami ve mescidin yeri­ ni alan ilk siyasal dedikodu, hatta komplo yuvalan oldular Ya­ ni kahvehaneler/e meyhanele1; reayamn ve yeniçeri/erin u,�rağ ı , eğlenme ya da dinlenme yeri olmaktan çok, hükümete karşı ayaklanma, komplo hazırlama merkezleri haline gelmişti. " diye yazmaktadır. ( Age, s.44) Görüldüğü gibi, XVI. yüzyıl ın ortalarından itibaren patlak vermeye başlayan bu olgular, salt o yörelerdeki asayişin bozul­ masının veya kimi güvenlik görevlilerinin kötü yönetimlerinin neden olduğu polisiye olaylar şeklinde deği l , bozulan ekonomik 54


dengeden kaynaklanan toplumsal sorunların görüngüleri olarak dcğerlendirilirse gerektir kesinlikle. Nitekim Osm anlılar da, olaylarla karşılaşır karşı laşmaz he­ men birtakım polisiye önlemler almaya kalkışmak yerine, soru ­ nun çözümünü devletin güçlendirilmesinde, yani ordunun yeni­ den eski savaş gücüne kavuşturulmasında aramışl ardır gördüğü­ müz kadarıyla. Örneğin, Kanuni Sultan Süleyman, bu gerçekle ilk kez İran Seferi sırasında karşılaşınca, hemen celallenip birtakım kişileri polisiye önlemlerle cezalandırmaya kalkışmak yerine, daha 1 5 54 ' te, dönüşte, Amasya ' da bir ferman çıkararak ikta sistemin­ de bazı deği şiklikler yapma y olunu seçmiştir, bilindiği gibi. Çünkü , sorunun, büyük dirlik sahiplerinin artık daha düşük nite­ l ikli asker göndermelerinden dolayı asıl, ordunun ikta s istemiy­ le sağlanan kesiminden kaynaklandığını görmüştür ve derhal ze­ amet sahiplerinin diriikierine el koyarak topraklarını başarılı s i­ pahilere tirnar olarak dağıtmıştır ordunun bu kesimini yeniden eski savaş gücüne kavuşturabilmek amacıyla, bizce hiç kuşku y ok ki . . . Yani, Osmanlılar için ülkede patlak veren bütün toplumsal sorunların tek nedeni, görüldüğü gibi ordunun savaş gücünün zayıflaması, dolayısıy la devletin ekonomik açıdan gi.içsüzleşme­ s idir. B u yüzden de, ne zaman bu tür bir olayla karşılasalar, bir­ takım ekonomik önlemler düşünmek yerine, hemen orduyu anımsamışlar ve onu yeniden eski savaş gücüne kavuşturabil­ menin y ollarını aramışlardır. Celalf isyanları Kanuni ' nin başlattığı bu girişimlerle Osmanlı ordusunun es­ ki savaş gücüne yeniden kavuşturulabilmesi gerçekten mümkün müydü acaba? B ir şey söyleyebilmek bugün kuşkusuz olanak­ sızdır. Ancak, yerine tahta çıkan o�lu ll.Se/in ı ' i n de sekiz y ı llık sal­ tanatı süresince bu konuda hiçbır girişimi olmamı�tır zaten, gör­ düğümüz kadarıyla. 55


Ay rıl' ; ı .

gc\· i p herhangi b i r serere çıkmamış olduğu g i b i , İstanbul ' da ölen i lk Osmanlı -; ı ı l ı a ı ı ı d;ı l l . Sel im 'dir. Harnarnda ayağı kayını ş . düşüp ölmüştür. İl!,!i n\'t ir, yerine geçen oğlu lll. Murad da, tam 2 1 y ı llık sal­ lanalı süresince bir kez olsun ordunun başına geçip sefere çık­ mamıştır tıpkı babası gibi. Vakanüvis lerin yazdıklarımı göre, Sadrazam Soku llu Mehmed Paşa'nın; "Aman sultamm. iranfet­ o n l ı ı ı ı ı ı ı ı b;ı] ı ı ı ; ı

i l k O s ı ı ı ; ı ı ı l ı .-; u l ı a ı ı ı

lıedilse hile elde edilecek ganimet seferin masrafını karşı/ama::: . Cümleden e\ ' rel ku/ 'yii:e çıkar. (Herkesten önce asker ayakla­ nır.) Aman ha. . . diyerek yalvar yakar olup karşı ç ıkmasına kar­

şın, öteki vezir ve u lemanın bastırmasıyla olur verdiği İran sefe­ rinden önce huzura gelip, ordunun başında mutlaka sefere çık­ ması gerektiğini bildireniere de, "Sara hastasıyım. Hasta oldu­

.�unw askerin anlamasiilı istemed(�im için sefere çıknuyontnı .

demiş ve yalan bile söylemiştir bu uğurda. Öyle ki, babası ara sı­ ra Edirne'ye kadar gitmiş olduğu halde, kendisi İ stanbul ' un dı­ şına bile hiç ç ıkmam ıştır bütün saltanatı boyunca. Hatta son y ı l­ larında cuma namazlarını da odasında kılmaya başladığından. saraydan b ile çıkmaz olmuştur artık. Fakat, gene III. Murad döneminde, o la ki Kanuni ' n in sadra­ zamlarından Sokullu Mehmed Paşa'nın zorlamasıyla, ülkedeki bütün öşri ve haracİ araziler, savaşçı lara küçük dirlikler halinde dağılılmak üzere bir fermanla miri arazi haline getirilmemiş de değildir öte yandan, tarihçilerin belirttiklerine göre. Ama ne var ki, bütün bunlara karşın, gene aynı dönemde Lala Mustafa Pa­ şa 'nın k omutasında başlatılan İran sefer i tam 1 2 yıl sürmüş ve bir geli r elde etmek şöyle dursun, hazineyi tamtakır hale getir­ m iştir sözcüğün tam anlamıyla. Ü st elik, bu olaydan bir ders de alınmamış, İran Seferi sırasın­ da serdarlığı Lala Mustafa Paşa 'ya kıl payı kaptırmış olan S inan Paşa, III.Murad tarafından sadrazamlığa getirilir getirilınez, bu savaşın neredeyse hemen ardından, bir sınır sürtüşmesini neden göstererek bu kez Avusturya 'ya sefer i lan etmiştir, fatih olma tutku suyla. Tam bir bozgu nla sonuçlanan bu sava�tan sonra ise. tarihç i -


!erin yazdıklarına göre. Anado lu'daki soygun, hırsızlık, yağma, c inayet olayları da hızla artmıştır doğal olarak . Öyle ki, ikta sisteminde yapılan bu değişiklik lerle dirlik sa­ hiplerinin sağladığı asker içindeki oranı h ızla büyütülen timarlı s İpahiler de, beklenildiği gibi ordunun savaş gücünü eski haline getirmek şöyle dursun, tam karşıtı, bu i lgiden şımararak kendi­ leri sorun olmaya başlamış lardır, ardı ardına yaşanılan yenilgi­ ler yüzünden. Örneğin, Prof. Mustafa Akdağ da, yaptığı incelemelere göre,

"Ö:::ellikle 1 5 70'deki Kthns Seferi' nden, hele hele 1 5 7J ' deki inehahtt haskuundan sonra, timartt sipahilerin A nadolu ' daki soygun , hasktn re isyan girişimlerinin de hem daha yayguılaştt­ ,�1111, hem de daha sertleşt(�ini" yazmaktadır. ( Age, s.235)

Kısacas ı , I I I .Murad döneminde durum daha da kötüye git­ miştir. Yani, hem neredeyse bütün ü lkede asayiş i y ice bozu lmuş­ tur, hem de bu başarısız seferler yüzünden hazine sözcüğün tam anlamıyla tamtakır hale gelmiştir. Üstelik, I I I.Murad'ın !Ş�S ' te aniden ölümü üzerine, büyük oğlu III.Mehmed !_<!ht�!_Sık�!iümek için tam 1 9 kaı:de�ini_öldj.ir�� � rnek zorÜnda kal mış ve vakanüvislerilı yazdıklarına göre, "Bt;

ondoku::: o,� ıt!un aym anda öldüriiierek kefenlenip gömiilmele­ ri" bu tamtakı r hazineye "tam alfl yiiz filorin (duka alttnt) ve onseki;:; hin akçeye malolnw ş" tur. (Prof. Uzunçarşı lı, Osmanlı Tarihi, c-3 , K- 1 , s-74) Bu yüzden, yeniçerilere de doğru dürüst bir cülOs bahşişi da­ hi ödenememiştir. Ancak, yeniçeriler de , bütün bu yenilgilerin nedenini K anu­ ni'den bu yana sultanların ordunun başına geçip sefere çıkma­ mış olmalarına yormaktadırlar. Bu inançla da, daha ilk günden;

"Padişalunu;:; gençtir Ata.1·1 Sultan Siileyman pirdi (yaş!tydt) , listelik nikris illetine miiptela idi. Lakin . öyle oldu,�u halde ara­ ha ile sefere çtknuştt. Genç sultanınu;:; niçin hi:::inıle birlikte se­ fere çtkma;:;? " diye kazan kaldırmışlar, çorba içmemiş lerdir. Oysa, III. Mehmed de, tıpkı dedesi ve babası gibi, değil ordu­ nun başına geç i p sefere gitmek, saraydan dışarıya bile çıkmak '57


istemcıııckll' d ı r ;ı.� l ı ııda. /\ma, vcz irlcrin ve ulemanın da aynı gö­ rii�ii savııııııı;ısı ii 1. c r inc , çaresiz 1 5 9 6 ' da ordunun başına geçip s c kıl \· ı k ı ı ı ı � ı ı r. A ıııa i iylesine plansız programsız çıkılmış bir seferdir k i bu, B dgrad ' ı n önüne gelindiğinde, ne yana g idileceğine karar veri­ lememiştir bir süre. Kimi komutanlar, orduya moral kazandır­ mak amacıyla, kolay fethedilebileceği için önce Estergon'un ba­ tısındaki Kornaroru kalesine saldırılmasını önermektedirler. Ki­ mi komutanlar ise, Komarom ' u fethetmenin başında sultan bu­ l unan bir orduya onur kazandırmayacağı nı öne sürerek, daha ön­ ce Kanuni ' nin de kuşatıp fethedemediği Eifri kalesinin alınma­ sını savunmaktadırlar ısrarla. Sonuçta, ola ki Kanun i ' nin başara­ maclığını başarmanın genç sullana daha büyük bir şan kazandı­ racağı savıyla, Eğri kalesinin fethine karar verilmiş ve ordunun yönü o tarafa çevrilmiştir. _Y�_ ilginçtir, Eğri savaşı, hemen hemen bütün tarihçilerin söz birliği etmişçesine belirttikleri gibi, bizce de, O smanlılar için sözcüğün tam anlam ıyla bir dönüm noktası olmuştur gerçekten. Örneğin, Osmanlı ordusu ilk kei bii savaşta, o güne-del( h iç görmediği üstün ateş gücüne sahip piyade t iifek/eriyle donatıl­ m ış ve üzerlerine yeni hir savaş dü:eniyle saldıran bir ordu ile karşılaşmıştır. Ve bu silahlar karşısında şaşıran yeniçeriler, o bir anlık bozgunla cepheden kaçmaya bile kalkışmışlardır. Nitekim, o günlerde B osna kadısı olan Akhisar/ı Hasan e/-Kôfi, tanık o l ­ d u ğ u b u olayları 1 596 y ı lında kaleme a ldığı " Usul-ü/ llikem fi Ni:am-ü/ Alem" adlı kitabında; "Şimdi düşmanda yeni çıkmış '

silahlar ku//am/makta, yeni top ve tüfekler yapılmakta Onun için sam ş sır asmda kaçmak çok o/w: 1596' da E if ri se/iTinde hu görüldü. Düşman ile cenk eylemeye dayanamayıp firar edn ol­ dular. Disiplin kalmadı. Asker kaçıyor. Müs/iiman/arın, Hıristi­ yanların ır:mı, ma/ım yaifnıa ediyorlar. B unları rapanlar da ö:ellikle hünkôr kulu admı taşıyan taife (yeniçeri/a)dir. Reaya­ yı re kasaha halkım :orta .mı ·aşa sürmek de eskiden olmayıp, hu tarihten sonra başladı . diye anlatmaktadır. (Türkiye'de Çağ­ daşlaşma, s. 73)


Bu savaşta, o bir anlık bozguna kap ı l ı p kaçmaya kalkışanlar yalnız yeniçeriler de olmam ı ştır üstelik. Güya ordunun başında sefere ç ıkan Sultan III.Mehmed de, yeniçerilerin cepheden kaç­ tıklarını görünce paniğe kapılmış ve çevresindekilere; "Şimden geru ne çare etmek gerekir hre ? " diye terslenerek atını mah­ muzlayıp kaçmaya yeltenmiştir. Ne var ki, yanından hiç ayırma­ dığı hocası Sadeddin Efendi, bu durumun farkına varıp, "Aman su/tanım!.. diyerek hemen dizginlere yapışmış ve Osmanlı or­ dusunu büyük bir bozguna uğramaktan kurtarmıştır böylece. Tarihçi A hmet Refik Altınay da, "Hoca Sadeddin Efendi' nin

devlete büyük hir hizmeti olmuştur. Eğri seferinde cepheden kaçmaya katkışan /1/.M eh med' in atını tutarak savaşta kalması­ nı ve askeri yüreklendirmesini sağlamışttr da, hu fazileti kendi­ sinin Saray entrikalarına kanşmasını hile hir dereceye kadar af­ fettirmiştir. " diye yazmaktadır. (Osman l ı ' da Hoca Nüfuzu, İst.

1 977 , s.48) Görüldüğü gibi, ilk kez XVI.yüzyılın ortalarında,. daha Ka­ nuni 'nin son günlerinde, ordunun dirlik sahiplerince sağlanan kesimi ile Osmanlılar arasında bir güven bunalım ının patlak ver­ mesinin ardından yarım yüzyıl sonra da 1 59 6 ' daki Eğri Sava­ ş ı ' nda, bu kez Osmanlılarla gözbebekleri Yeniçeriler (Kapıkul­ ları) arasında yeni bir güven bunalımının i lk tohumları atılmıştır böylece. Düşmanın bu yeni silahları karşısında bozguna kapı l ı p cep­ heden kaçmaya kalkışanlar yalnız padişah çevresindeki yeniçe­ riler de olmamıştır kuşku suz. Öteki segbanlar, timarlı sİpahiler de gruplar halinde kaçmışlardır cepheden. öy� ki � Nai!!la Tarı hi'nde,_ �avaşta.!!__h�m�ıı som� _y_a_Q!ırılan bir yoklamada tam 30 bin Jjrrıgr(eş.fpgbi_n.iiLJ'l_s.gf��e._ fuçJ�_ç!Jıl­ __

madığını/;: };ayai-:ı--yolda-� gizlice geri döndüğünün.Jg_Aa cep­ heden kaçtığımn anlaŞTiq'ıg_ı"Q�J.Lrtılmekte ve bu 3 0 hin firar'imn �dial:;n ��dei·lıaliimar-dej�e,Je':�i_di_,n_.it(j�·�:e!!. /iü_t41l /ryll[al�ing, el konıt!du,�u, kendilerinin de ağır ceza/ara çarptırı/dığı yazıl­ . riüiktadı f (Türk Halkının Dirlik Düzenlik Kavgası, s.22) !3 u___?layJ�Q_n ardından da, bilindiği gibi, ülke tam an �amıyla _


bir cadı kazanına dönmüştür birden. Tarihimize "Ce/aif lsyanla­ �-ı .. �;l!ı"y i�ıgeçen ayaklanm-atar- 6�iŞfariılşfiı= ü lkerimiiemen ıler §�cs i�e aym aİıda. faffiT3- I4 yı1 " sÜren "btlayiıklanmaları da, Sadrazam Kuyucu Murad Paşa, 65 bin kişinin kellesini kestirip, kaZcfırdığı kuyulara doldurtarak bastırab.il.m.i�ir-aocakBiı yiiz­ den adı Ku)�cıiıuı.knuştır .zaten..-bogrus�, Prof. Mustafa Akdağ' ın sık sık sözünü ettiğimiz bu kapsamlı çalışmasına karşın, Osmanlı İmparatorluğu ' nun bu kritik döneminin yeterince incelenmiş olduğunu söyleyebilmek de hala olanaksızdır bizce. Örneğin, gene Mustafa Akdağ 'dan öğrendiğimize göre, Sov­ yet B ilimler Akademisi üyesi A .S . Tı·eritinom, 1 946'da yayımla­ nan "Türkiye ' de Karayazıcı re Biraderi Deli Hasan İsyanı '' ad­ lı incelemesinde, bütün bu olayların, :�osmq_ nl�ların ekonq_mik hir hımalıll}_a dı'i§.l.'ilıs!'_A�ii)Jiih'.!_·in \ '('l]ii yiikı'i�ıı'i çok a,� ırlaştırma51, nien1urların göreı ·te,� ini kötü.J� k11UQ!!!P sr>)=�I!J�·��Iı_,ğa ve riiş­ \'('ie -�v/ıniasl: -kiTÇiii.:--askeri feodallerin ( timarlı sipahileriiDmu­ �·ahahac-lticiircr--..,wmaie_� -vc sq_raydak[hii}]ijs_ [ejda!Jerin _ sjj­ mı2,'Renilfieri yü��inden iyice fakir düşüp, isyan için fırsat arar Hal��ge.l'2!esr-�gT_ı)lekonomik nedenlerden kaynakland_ı_ğı .iQD!­ ş ünü �av llilrnak.tadu', - -ıl-ginçtir, Prof. Akdağ, her ne kadar Sovyet bilim adamım, "Sosyo-ekonomik yapımızı iyi hilmedi,�i için Osmanlı-Türk top­ lumunıl da Batılı toplumların aynısı sayıp. tarihi maddecilik yöntemiyle aynı kalıha dökerek" değerlendirmekle suc;layıp, sanki düşüncelerini eleştiriyarmuş gibi görünse de, aslında gal i­ ba hiç kuşku yok ki, kendisi de bütün bu olayların ekonomik ne­ denlerden kaynaklandığı inancındadır anladığımız kadarıyla. B urada hemen şunu da belirtmek isteriz ki, Prof. /\kdağ ' ın, hiç olmazsa bu çalışmasına başlarken, Celali isyanları ' nın bütü­ nüyle yanlış ekonomi politikalarından kaynaklandığına yürek­ ten inandığından kuşku duyabilmek bile olanaksızdır bizce, doğrusu. Örneğin, kitabının daha başında, XVI.yiizyılın ortalarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu 'na giren allın gümüş gibi değer(ı O


li madenierin m iktarında önemli bir düşüş olduğu için paranın değerinin hızla düşürüldüğünü, bu durumunsa hem y urtdışına büyük bir tahı l kaçakçılığının yapılmasına, dolayısıyla büyük bir un sıkıntısının yaşanmasına, hem de bütün eşya fiyatlarının hızla yükselmesine neden olduğunu , giderler arttıkça da gerek devletin, gerekse dirlik sahiplerinin reayadan topladıkları vergi­ leri yükselttiklerini, bu ağır vergilere dayanamayan köylülerin de tarlalarını terkederek kente göçrnek zorunda kaldıklarını ve bu işsiz güçsüz takımı y üzünden, daha XVI. yüzyılın sonlarına doğru bütün ülkede asayişin iyice bozulduğunu yazmaktadır. Hatta, bu ağır vergi yükünün reayayı_ ��la�ıl1_I_�'!!!_!l ak zorun­ da .bırakması . yü�üı�d�rl, Ösmanlı in�aratorluğu · nda xv( yüz­ yılın-ikinc! yarısından itibaren bıiyük Ç-ijclikleiin 1�ir�ld;;ği;;;u ).il.�_s a.�ıarriil�J..<Ld ır_Saym .Pxq(����}!ü_ilik .bir _r.�Kailıkia ._ "Çıftçi hdlkm büyük bir para darlı,�ı içinde bulunması, Osmanlı imparatorlu,� u· nun 'ileri köy'formasyonunu bozacak tar:::da birtakım hadiselerin cereyamna meydan vermişti. (Age, s.6 l ) "11/.Mu­ rad del 'rinin sonlarına do,�ru 'çıft/ik/er' hayli artmış bulunmak­ ta idi. ·�xy_J._a_§rın_or�ajçı_JJf_ldflrı_�Y.lU.ısrın başların.!!JsE_cjg!_' ya­ rım asır kadar zamanda. köylerde arazi veya çiftlik sahibi ola[q,f ka rş!!!2ıE!.J.!Eanla�ij!� .'!!�.?.�!.''�i.!Lfinıçei7..Si[!alil.:..za:_ im, çavuş v_�_ n.i!.fw?iu. timar erbqbı &ibi kimse/erdi. " _(Ag�,_s_. §_Ş}

"diye---yaz�tıiım.�!<t�ilir-

- Öogrus·ıl; ösmanlı toplumundaki üretim ve mülkiyet ilişkile­ rinin niteliği konusunda, Prof. Akdağ' ın da, Sovyet bilim adamı Tveritinova'dan çok da farklı bir konumu yoktur galiba. Çünkü Prof.Akdağ da, tıpkı günümüz Türk aydınları gibi, ola ki ara: i, emlak, tapu. mülk . salıih-i mülk. ç(ftlik, çiftçi, çj{� bf?�IJJ.(J.k, vb. gi­ , bi kimi sözcük, deyim ve tamlamaların OsrriaTıTifarca"'Cfa'kulla­ nılmış olmasına bakarak, anlam farklılıkları üzerine kafa yorma­ ya pek de gerek görmeden, Osmanlılardaki ü retim ve mülkiyet ilişkilerini n de bugünkü gibi olduğuna kolayca karar veriver­ miştir gördüğümüz kadarıyla. Oysa, diyelim " tapu" sözcüğünün toprağın mülkiyet hakkıy­ la hiçbir ilişkisi yoktur Osmanlıcada. "Kira sidcşmcsi" an la-< mında kullanı lmaktadır kesinlikle.


Gene "Çiftlik" sözcüğü de, hiçbir dönemde "hüyiik tanmsal işletme" anlamında bir ekonomik terim olarak kullanılmamıştır Osmanlılarca. Hatta, tam karşıtı, büyük tarımsal i şletmelerin olu?masını engelleyici bir ölçü hirimi olarak kullanılmıştır san­ ki. Örneğin, Prof. Ömer Lütfi B arkan' ın İslam Ansiklopedisi ' ne yazdığı "Çıft/ik" maddesinde açık açık belirttiği gibi, bu sözcük bütün Osmanlı tarihi boyunca "rcaya ç�ftliği" "hassa çiftliği" ve "askeri vazı/clere ba,�lı çiftlik" tamlamalarında kullanılmış­ tır ve bu çiftiikierin hepsinde de toprak, "nadas ve ekim işlerin­ in hir çift öküz/c yapılabilccc,� i" büyüklüktedir ancak. Daha faz­ lasına kesinlikle izin verilmemektedir. Reayanın ekip biçtiği ye­ re "reaya ç�ftliği" , ' kılıç yeri ' de tabir edilen ve tirnar sahibinin kendisinin ailesiyle birlikte ekip biçtiği yere "lıa.1sa ç�ftliği" görevli askerlerin görev sürelerince ekip biçtikleri yere de "as­ keri vazife/ere bağlı çiftlik/er" denilmektedir. Yani, gelirleri devle�görevlilerine bir..s_e�� IT!!laş ol<!!� bırıı:­ kılmış, "has, zeamet, timar" denilen dirli.kler ise, kesinli1c!e çift­ -lik türia[9.kl!�Qıtiil.6L iaŞıiı-üiO.;-;naLmfj(.�jyet birimleri de de­ Jifier4�� Dolayısıyla, kimi belgelerde kendilennden "sahib-i raiyyet" veya "sahib-i mülk" diye söz edilen bu dirlik sahiple­ rinin de B atıdaki feodal beyler/e en küçük bir ilişkileri veya benzerlikleri yoktur. Örneğin, çoğu gidip yerini görme zahmetine bile katlanma­ mış bu has ve zeamet sahibi beyler ise, bu toprakların üzerinde kendi adiarına çiftçilik yapmaları şöyle dursun, tam karşıtı , o toprakların, üzerlerinde yaşayan ve bir çift öküzü olan raiyye ai­ lelerine, üstelik en çok bir çift öküzün sürebileceği büyüklükte olmak üzere kiralanarak ekilip biçilmesini düzenlemekle yü­ kümlüdürler. N itekim , ümena dedikleri adamları arac ıl ığıyla bu toprakları ü zerinde yaşayan raiyyelere kiralayarak ekitınesini sağlamaktalar ve elde edilen ürünün aşarını, ver_l!isini de kendi gelirleri olarak gene o adamlara bir ücret karşılığında toplatmak­ tadırlar. Görüldüğü gibi, tarımsal işletmelerin aile ölçeğinde kal­ ması için, Osmanlılar, artık her ne hikmetse, bütün tarihleri bo­ yunca sanki özel bir titizlik göstermişlerdir. '

L


Gene, Osmanlılarda ücretli emek de hiçbir zaman yasaklan­ mamıştır bilindiği gibi . Yani, inşaatlarda. imalathanelerde, kü­ çük iş yerlerinde, kimi hizmet sektöründe ücretli işçi çalıştırıl­ maktadır kuşkusuz. Ama, aile ölçeğinde kalması için sanki özel bir özen gösterilen tarım sektöründeki bu reaya çiftlikerinde de ücretli işçi çalıştırılmasının yaygın bir uygulama olduğunu söy­ leyebilmenin gerçekten olanağı var mıdır acaba? -�- Qı:§.!l, Pr..QL.Akda� Celali isyan ları 'na kadar varan bu olayların temel nedeninin, hayat pahalılığının hızla artması ve asayişin bozulması y üzünden tarlasını terkedip kaçan çiftbozan köylüler ve işsiz kalan ırgatlar (lerentler) olduğu konusunda sanki hiç kuşkusu yoktur. Hatta öyle ki, anladığımız kadarıyla "göçebe" sözcüğünden öcü görmüş gibi ödü kopan Prof. Akdağ, galiba salt bu nedenle, Anadolu Türklerinin büyük hayvan sürülerine sahip bulunuşunu ve üretim ilişkilerinde hayvancılığın hala ağır basıyor oluşunu bile bu olaylar sonucu ortaya çıkmış geçici bir toplumsal olguy­ muş gibi savlamakla herhangi bir sakınca görmemiştir. Örneğin, "Çiftlik/erden bahsederken, hu yeni zirai ekonomi­ de daha ziyade hayvan hes/emeye ehemmiyet verildi,� ini, tarla­ larını satan köy/iiierin (hoş gezen) levendler olarak köyden ay­ rıldıklarınr söylemiştik. Bunun tabii neticesi olarak, pek çok arazi yamş yavaş mera haline getiriliyordu. 1//.Murad devrinin son/anna yaklaşırken vezirle1; kadı/ar, miiderrisle1; kapukulları , ça1'Uşlar, miiteferrikalar, hiilasa köylerde ç�ftlik, daha do,� rusu geniş topraklar peycia eden resmi hiiviyetli pek çok kimseler sii­ rı"ilerle koyun heslerneyi adet etmişlerdi. Çiinkii, huhuhat ekimi­ ne nazaran hu daha kôrlr idi. diye yazabilmektedir. ( Age. s.75..

76)

Kuşkusuz, daha kısa bir süre önce büyük hayvan sürü lerini önlerine katıp Orta Asya'dan göçerek Anadolu 'ya gelip yerleş­ miş atalarımızın temel üretim ilişkisinin XVI. yüzyılda da hala hayvancılık ağırlıklı olduğu konusunda, aslında kimsenin tanık­ lığına gerek yoktur bizce. Ama. 1 436 ' da Osmanlılara tutsak dü­ �crek tam 22 yıl Anadolu 'da yapmış ve İstanbul 'un fethinden 5


yıl sonra özgürlüğünü satın alarak ülkesine dönebilmiş Alman asıllı Macar Georg ı 'Oiı Ungarn da, 1 48 ı y ılında yayımlanan anılarında; 'Tiirklerin haymn siiriileri öyle hiiyiiktiir ki. hiitiin Tiirkire'ye yayiimış o/ma/anna karşın, otlak ı·e yay/ak yetmi­ yor.(. . . ) Tiirk/er konut gihi şeylerle ı(�raşma::., haymn/annm ge­ reksinimleri do,� ru/tuswıda hiitiin ii/kede göçer durur/ar. Kışın omya iner, ya::.m yayiaya pkarlar ( . . . ) Öyle yaşıyorlar ki, insan, on/ann mii/ksii::.lii,�ii seı·di,�ini sa mr " diye yazmaktadır. ( Doç. Dr. Onur Bi lge Kula, Alman Kültüründe Türk imgesi, Gündo­ ğan Yay. Ank. 1 992, s . ı o ı - ı29) Ama ne yazık ki, ismail Hii.1Tel' Tökin ' in daha ı 934 yılında, " Tarihçilerimi::.in aşa,�ı yukarı hepsi Osmanlı devrinin sınıf mii­ nasehetleri sö::. konusu olunca, tıpkı Avrupadaki gihi hir feodal cemiyet ni::.amının mevcut olup o/madı,�1111 aramışlar ve Osman­ lı miiessselerinin kendine mahsus harici msıj7anna aldanarak daima ywılış neticelere mrmışlardır Hatta o derecede ki, lm yanlış neticeler on/an Osman/Ilarda hir ::.aman/ar Avrupalılan hile kı skandırocak kadar ôdilône hir s ımf ahengi yaşanmış oldu­ .�u kanaatine siiriiklemişti1: " diyerek (Türkiye'de Köy İktisadi­ yalı, ı 934, s. ı 5 3 ) çok güzel vurguladığı gibi, Prof. Akdağ da, " Tiirkiye' nin iktisadi ve içtimai Tarihi" adlı kitabında, Orta As­ ya' dan henüz gelmiş göçebe atalarımızla, Osmanlılma feodalile­ yi yaşarken yakalanmış Anadol u ' daki B izanslıların aynı üretim ilişkisi aşamasında olduklarını , dolayısıyla kültür ve yaşam bi­ çimlerinin benzeştiğini öne sürerek, gene de, " Tiirklerin ::.iraat sahasındaki istihsa/ (üretim ) usulleri ve şehir hayatında temsil ettikleri yaşayış ve çalışma tar::./anmn Bi::.ans halkının aynı sa­ ha/m·daki usulleriyle aykmlık teşkil etmemesi ı ·e onlarla tama­ men hağdaşması dolayısıyladır ki, Tiirk halkımn nınelli i.1 tihsa/ ı·e yaşayış tar:dany/a Hıristiyan yerli ahali iç·in faydalı o/du,�u hadiseler/e sahit olmuştur. " diye yazabiimiştir büyük bir rahat­ lıkla. (Cem Yayınev i, İst. 1 974, c-I, s.474) Ancak, çalışmasının daha başlarında, "Kt'Jvlerde tarımdan karın dommw olanaklan daraldıkça köy gen(lcrinin artan hir lıı::./a şıtram huram da,�ıldık/anm. kendilerine i�·., i::. giipii ::.. hoş (ı-1


ge:cn insan an/anww ' lel ' en( wl! tak!lnuş lnr insaniann şehir­ lere n,� !lara/.:. :engin l ' l' he:irgan aı·uu en ka:wı�·l! iş lıaline ge­ rirddlerini, hrirlece de genel g iil ' enli,�in yok olma dummww geldi,�ini hiiriin ge1-ç-e/.. /eri rle ortaya koymuş hu/unu wnr: (Age, s. I 53) diye yazan Pror. Akdağ. ilginçtir, çalı�masın ın son­ larına doğru bu görü�ünün tam kar�ıtını sav unmaktadır sanki. gördüğümüz kadarıyla. Çünkü . "Bir sekhanuı nll1k iicreri 3 hin ak�w/en aşa,�1 de,�ildi. Bu durumda ne sancak heylerinin ı·e ne de hey/erhevilerinin _n/Id gelirleri kapilanndaki yı'i:/erce sek­ /)(111111 ı'icrerlerini ödemeye asla kôf/ de,� ildi. Dolayisiyia onlar da, ge�·imlerini soygun/arla temin edecek olan pek çok asi şefler /m/makra giiçhik çekmiyorlarcl! . "Öyle ki. heylerin iradesi da­ hilinde l'e hey ad1na soygun yapanlar da l'(lrcl! . ( Age, s. 36 2 ) , " Ce/ali ferre!i de, /m s dhan hiihiklerinin (nıir- i miran höhi/.:/e­ nnin) Rum ( Siı ·us) ı·i/ayerinde köylere sa/duma/any/a haşlanuş­ flr :aten. "Sekhanlar, ancak reayadan aluımı er:ak l ' e salma­ larta hes/enehiliyorlarcl! . !/atta, hem/ann hususi kiş/aklan da mevcur de,�ildi arflk. Hep köylerde kişlamakla ı·e ' misafir' adt allinda kendilerini hes/etmekle idiler. " ( Age, s. 36 9 ) , " Köylı'ile­ rin köylerinden kaçmalan da, ferrerin ancak sonunda hı'iyı'ik hir hadise olarak ortaya ç1knuş /m/wımakracl!r. " ( Age, s. 446) diye y azarak, bütün bu olayların ordunun y apısından ve bu yapını n ürettiği asker kaçaklarından ( sefer kaçaklarından) kaynaklandı­ ğını savunmaktadır açık açık, örneğin. Bu Karışıklıklar da Ulemamn iktidarı İçin Çıkarılmış Sanki

Kısacası, Osmanlı İmparatorluğu ' nun henüz görkemi ve dış dünya üzerindeki otoritesi sarsılmaya bile başlamamı�ken, XVI. yüzyılın ortalarından itibaren birden y a�anmaya başl anılan bu karı�ıklıkları, ardından patlak veren o korkunç eelali isyan/an ­ lll, ordunun kendisinin de araç olarak kul l anıldığı ve orduya kar­ �ı verilmh. saraydaki iktidarı ele geçirmeye yönelik bir iç kav­ ga �ekl inde değerlendirmek, as lında gen;eğc pek de aykırı dii �-


mese gerektir galiba . . . Çünkü, bütün bu olaylardan bütün say­ gınlığın ı yitirerek zararlı çıkan tek kurum, Osmanlı ordusu ol­ muştur gördüğümüz kadarıyla. Celali isyanları da bu ordu sayesinde bastırılmıştır elbette. Ancak, tanı 65 bin kişinin kellelerinin uçurularak kuyulara dol­ durulması olay ı, belki Sadrazam Murad Paşa'ya "Kuyucu" la­ kabını kazandırarak büyük bir ün sağlamıştır, ama ordunun eski konumuna dönmesi şöyle dursun, saygınlığına daha da büyük bir gölge düşürmüştür, bizce hiç kuşku yok ki . . . ,Çelali isyanlarının bastırılmasının ardından, genç sultan II.Osma�;ı�ı�en!_i_z_j_T�aşıı:!_<t_ıyken, büyü� i!ta l�Jııa özenip ci­ .h�mglr o-l ma sevdasına kapılarak��rdiJnun-!?'!şın�_g_eçiı:ı j6i1 yı­ _ l ında çıktığı Lehist<!_ı:ı__ Seferi ist::_,__g_g rdl!ğümüz kadarıyla, Osman1ı Imp.ırat�[l�ğ_u _k;in tam bir_dön!.im gQktas_ı_glm.ı.ıştur:Q_!i_ anlam­ -aa.- · Çünkü, büyük törenlerle. dolay ısıyla büyük umutlarla çıkılan bu scferde, ne yazık ki daha ilk engelde takılıp kalını lmış ve Le­ histan sınırındaki Hotin kalesinden öteye gidilememiştir. Tam 25 gün süren kuşatmada defalarca saldırıldığı halde, kalenin fet­ hı şöyle dursun, kale önündeki savunma birlikleri bile sökülüp atılamamıştır siperlerinden. Hatta, düşmanın kullandığı yeni si­ lahlar karşısında, kimi yeniçeriler gene cepheden kaçmışlardır, tıpkı Eğri savaşındaki gibi. Bu nedenle çaresiz vazgeçilmiştir seferden ve Prof. Uzunçar­ şılı ' nın deyimiyle "asker padişaha, padişah askere giiccnik, sullıc karar verip " Eflak voyvodasını araya sokarak, acele bir antlaşma imzalanmıştır. Ama, sanki büyük zaferler kazanılmış gibi fetihnameler yollanıp görkemli törenler düzenleııirilerek tantanayla dönülmüştür İstanbul ' a. Ne var ki, bu başarısızlığı içine bir türlü sindiremeyen genç Sultan, döndükten sonra da, bu kez devletin ve ordumın yeniden yapılandırılması konusunda birtakım görüşmeler yapmaya baş­ lamıştır yakın çevresiyle. Onların yön lendirmesiyle de. yeniçeri ocaklarının gerçek durumunu öğreııcbi lmek için iınce bir sayım yaptırmış ve maa� defıerinde yaz ı l ı asker say ı sıy la, ocaklarda /�-

(ı(ı


bulunan asker sayısının çok farklı olduğunu, dolayısıyla bazı ki­ şilerin olmayan askerleri varmış gibi göstererek maaşlarını aJJ dıklarını öğrenince de, o öfkeyle yeni bir ordu kurulmasına ka­ rar vermiştir hemen. Çevresindeki hacı hoca takımının telkiniyle, en iyi savaşçıla­ rın ancak Mısır ve Şam ' dan sağlanabileceğine inandığı için de, birtakım kişileri görevlendirerek, derhal oralara göndermiştir, tarihçilerio yazdığına göre. Hatta, kendisi de bir süre sonra ora­ lara gitmeye kalkışmış, ancak yeniçerilerin bu haberlerden zaten rahatsız olduğu bilindiğinden, gene çevresindeki hacı hoca takı­ mının uyarısıyla, sanki gerçekten hacca gidecekmiş gibi açık­ lanmıştır halka. Ama, artık gün yüzüne çıkmış olan Sultanla ordusu arasında­ lsj ��n oünallrril: oti-tilr" Iürnazfıkiariacti_gideriieme-ıiiiŞve -II. Osman' ın h;;;;-agtdec��ini açıkl;-mas��; bile k-uşku-yE1I3rşı-layan askerler kazan kaldırarak, Osmanfı--tarih{nde iİk--ke� bir sUltanı tahttan indirip, henüz ı 8 yaşındayken bo� öldürmüŞ-= -ıerdır. ' B u olayın asıl ilginç yanı ise, Sultan II.Osman'ın; " Varın söyleyin, Kahe'ye gitmekten feragat itdim. diyerek, kazan kal­ dırmaktan vazgeçmeleri için yeniçerilere güya elçi olarak gön­ derdiği yakın çevresindeki Müftü Esad Efendi, Hoca Ömer Efendi, Üsküdarf Şeyh Mahmut Hüdayi Efendi vb gibi u lemanın, aynı zamanda da askeri kendisine karşı kışkırtan kişiler olduğu­ nun farkına varınca, yüzlerine; " -B u fitne erhahım si::. tahrik it­ mişse henzersizi Bi/esi:. evvel sizi kırarım, hadehu onları ' diye bağırmasıdır bizce. Ama artık çok geçtir. _ ç ünkü, sultanlar belki h�J�- �ilincinde değiller�ir ya, Osman­ lı sarayında ta..XVCyüzyılın ort�İarından bu yana, yarım yüzyı­ l!_�şk�n--�ir suredir ı!!_e_dı��st:Il lerc� �insice sÔrdürÜ!en bir iç �a­ vaş la iktidar kesi�li kle el degiŞtirmlşilr al.-t ık� -Fakat ne yazık ki , tarihcilerin!il,"'Üiem;iilln daha -----1 5 58 - 5 9 ' l- ar da, yani Kanuni 'nin son yıllarında ustaca tezgahlaclıkları b u sinsi kavgayı ve gizli ikt idar deği�ikliğini, ısrarla sultanların ya'jlı--

- - -----

(ı 7

--- =:�--

-


lı kbrıııdan \'eya kolayca etki alımda kalan. iyi eğitim görmemh. kadına \'e eğlenceye dü�kün, kararsız, dine a�ır ı bağlı ki�ilikle­ rinden k<ıynaklanmı� iktidar zaafı veya bo�lukları olarak yorum­ lamaktadırlar hata, her ne hikmeılc ise . . . Örneğin, tarihçi Ahmer Refi"k. bu olguyu ·· Osnwn/ t ' da Hoca Nii/it:u " olarak adlandırmaktadır, bilindiği gibi. Ve, "."iarcmla hoca n ii/it:u lll.Murad :mıwntnda haşlamtşltr. " diye yazmakla­ dır. (Ahmet Refik, Osmanlı 'da Hoca N ü fuzu, Toplumsal Dönü­ �üm Yay. , İst. 1 997) Sultan III. M ura d, daha 1 X yaşındayken, 1 564 ' ı c , dedesi Ka­ nuni tarafından Manisa'ya sancakbeyi olarak gönderilmi� ve �ehzadeliği sırasında da. ta babasının ölümüne dek orada kal­ mıştır. Gene Ahmet Refik 'in verdiği bilgilere göre, Şehzade Murad, babasının ölümünden kısa bir süre önce bir dü� görmüş ve uya­ nır uyanmaz heyecanla Raziyc Kal fa 'ya anlaımı�tır. Raziye Kal­ fa da, o sıralar Manisa'da dü� yorumcusu olarak ünlenmh Şey/ı Şiicut adında bir mollayı çağırımı�ıır. "Gaye! kuma: hiri olan " bu molla da, dü�ü. ''Şelt:adenin pek rak111da rahra çtkaca.� uun işareri" olarak yorumlamı�ıır hemen. Kısa bir süre sonra babası ölüp, gerçekten tahta çıkınca da, ona karşı müthiş bir gönül bor­ cu duymu� ve İ stanul 'a getirterek, bütün saltanatı bounca yanın­ dan hiç ay ırmamı�ıır artık. Bu yüzden, adı da halk arasında "Pa­ dişah Şe\'hi" ne çıkmıştır. Üstelik, yalnız Şey/ı Şii cca 'yı da değil, öğretmeni lloca Sa­ deddin Elendi ile defterdan Kam Üveys ' i de Manisa'dan getir­ terek, önemli görevler vermiştir. Fakat ilginçtir, gördüğümüz kadarıyla, güya ''lloca Niifit:u " diyerek b u gerçeğe dotaylı bir dille d e olsa değinmi� tek khi Ah­ met Refik de, bütün tarihçilerimiz gibi, III.Murad dönemindeki bu atamaları kesinlikle bir gizli iktidar kavgasın ın parçası �ek­ linde değil, tam karşıtı, sanki bütünüyle sultanın ":ayt/ iradeli . re 'sen direkrtl ı·ermekren aci:. muhrelij' !esir alruıda hareker eden " bir ki�iliğe sahip olmasın d an kaynaklanan bir bireysel ta­ sarrufmu� gibi dcğerlendirııli�tir her nedense . . . (ıS


Oysa, "Antk sadra:amlan hile Hoca Sadeddin E(cndi ' nin giirne getirip. gt'irel '(len aldt,� /111 . . "Sadra:am Ilasan Paşa' ntn karledilmesine Hoca Saeddin Elendi 'nin karar ı·erdtAim " , . c "Biiriin ı ·e:irlerin Hoca Sadeddin Ej'endi ile hoş geçinmekren ha ş ka çarelerinin httlttnnwdt,� llll " gene Ahmet Refik, yukarda andığımız kitabında açık açık yazmaktadır (Age, s.4 7 ) Ancak, h a c ı hoca takımının sarayda bu denli güçlü konuma gelmesi gerçekten de ilk kez III. Murad döneminde olmuştur belki, ama burada hemen şunu da belirtmek isteriz ki, saray için­ de iktidara el değiştirten böylesine önemli bir olayın, salt Sulta­ nın iradesiyle gerçekleştirilmiş basit bir bireysel tasarruf oldu­ ğunu söyleyebilmenin ne denli olanağı vardır acaba'? Çünkü, bizce hiç kuşku yok ki, bütün bu olaylar, en az çeyrek yüzyıldır sürdürülen kavgaların ürünü olsa gerektir kesinlikle. Örneğin, tarihçilerden öğrendiğimize göre, daha 1 55 8 'de, Kanuni döneminde ve kuşkusuz Kanuni'nin izniyle yaşanan oğulları Selim ile B ayezid arasındaki şehzadelik (taht) k avga­ sında, Osmanlı tarihinde ilk kez medrese öğrencileri de, silahla­ nıp, örgütlü birlikler halinde taraf olarak katılmışlardır. Üstelik, Şehzade Bayezid' in yenilip, kavganın bitmesinden sonra da dağılmamışlar, tam karşıtı, öteki medrese öğrencilerini de ayaklandırarak, sözcüğün tam anlamıyla kök söktürmüşlerdir yıllarca Osmanlı yönetimine. İ lginçtir, Prof. Mustafa Akdağ'a göre, bu medrese ri,� rencile­ rini de, "lıoşnutsu: olan t, nwrlt sipalıilcr" , öteki çUiho:an gen�·­ lerlcr birlikte ve "yC\' mli ordusu" adı altında örgütleyip silah­ landmırak bu iktidar kavgasına sokmuştur. Doğrusu, herhangi bir kaynak göstermemiş olduğu için, Say ın Profesörün, genel­ likle kentlerdeki büyük cami avlularında bulunan medresclerle, büyük çoğunluğu köylerde yaşayan timarlı sİpahiler arasında bu ilişkiyi nasıl kurduğunu kestirebilmek gerçekten olanaksızdır. Oysa, medrese öğrencilerini kışkırtıp, örgütleycrek bu siya­ sal kavganın içine katanlar da. mutlaka "kadt , müderris. nuUtii ı·e hen:en" g i bi medreselerden yethmi� ulema olsa gerekt i r, bizce. Nitekim. kend isi de uleınanııı böyle bir i k t id a r ka\'gası ç ı -


karma sevdası peşinde olduğunu çalışması ilerledikçe farketmiş ki, kitabının sonraki sayfalarmda, daha 1 553 yılında, Kanuni Sultan Süleyman' ı tahttan indirip yerine oğlu Şehzade M usta­ fa' y ı geçirmek amacıyla timarlı sİpahilerin düzenledikleri dar­ beyi, bu "kadı , miiderris, müftü ve benzer/erinin" " kapıku!u dü:enliliRini yıkıp, devlet yönetimini ele Reçirmek" açısından bir fırsat olarak değerlendirdikleri için desteklediklerini açık açık yazmaktadır. (Age, s.227) Tarihe "Suhte ayaklanma/an " diye geçen bu öğrenci olayla­ rı, Prof. Akdağ' ın belirlemelerine göre, gerçekten de daha Kanu­ ni döneminde neredeyse bütün ülkeye yayılmış ve hızla tam bir iç savaş halini almıştır. Öyle ki, örneğin 1 566'da sefer için çağ­ rılan Menteşc B ey inin, Kanuni 'ye, sancağından ayrılması halin­ de suhtelerin çok büyük fesatlar çıkaracağını bildirmesi üzerine, kendisine izin verilmiş ve sancağından ayrılmaması sağlanmış­ tır. "Bu medreseli olaylan , Sultan //.Selinı' in saltanatı süresi n­ ce de hızından ve JORllllluRundan hiç-hir şey yitirmeden sürmüş­ tür. " Ancak ilginçtir, Prof. Mustafa Akdağ da, bu konuda şimdiye dek yapılmış kuşkusuz en ciddi ve kapsamlı çalışma olan söz konusu kitabında, ola ki düzene karşı gelmeyi bir ahlak sorunu saydığından kesinlikle onaylamadığı için, suhte ayaklanmaları­ nı, siyasal hiçbir yanı bulunmayan, salt asayişle ilgili basit bir olaymış gibi anlatmakta ve hep medrese öğrencilerinin yaptığı soygunlardan, yağmalardan, ev basmalardan, oğlan ve kız kaçır­ malardan, yol kesmelerden, adam öldürmelerden sayfalarca ör­ nekler aktarmaktadır. Hani, Say ın Profesörün suhte ayaklanmaları ile ulema arasın­ da kesinlikle bir ilişki kurmaması da, devlete karşı ayaklanmak gibi çirkin bir davranışı, devletle bütünleşmiş olduğundan kuş­ ku duymadığı ulemaya bir türlü yakıştıramamış olmasından mı kaynaklanmaktadır, kim bilir? .. Oysa, su/ıte avak!annıa!annm da, temelde devlete karşı giri­ şilmi� bir başkaldırı hareketi olduğundan. doğrusu kuşku duya70


bilmek bile olanaksız olsa gerektir bizce. K ısacası, 1 55 0 ' l i y ıllarda patlak veren bu sulıte ayaklanma­ lan da, tıpkı ! 990'lı yıllarda Afganistan'da yaşanan ''Tali/Jan· · (veya taleban) hareketi gibi, medrese öğrencilerinin, kesinlikle müdenislerinin, imamlarının, müezzinlerinin kaşkışkırtmasıyla giriştikleri düzene karşı bir başkaldırı hareketidir, dolay ısıyla da ulemanın Osmanlı sarayındaki iktidar kavgasının başlangıcıdır, bizce hiç kuşku yok ki . . . Zaten, gerek "taliban" , gerekse "suhte" sözcükleri Farsça­ dır ve öğrenci anlamına gelmekteir. Suhte sözcüğünün Arapça karşılığı da "Sofra " dır. Nitekim Osmanlılar medrese öğrencile­ rine aynı zamanda Sofra da demişlerdir. Doğrusu, Şehzade B ayezid' in kişiliği hakkında pek de ayrın­ tılı bir bilgi u l aşmamıştır günümüze, görebildiğimiz kad;myla. Ancak, gerek vakanüvisler, gerekse tarihçiler S ultan II. Se­ lim' in daha şehzadeliğinden beri içki içtiğini ve eğlenceye düş­ kün o lduğunu yazmaktadırlar. En yakın dostları, Sami, San Ra­

mf, Harem/, Kasim/, F1rakf, Mekalf, Ferdi, Nigarf gibi ün/ii şair ve nakkaşlarla, Nihanf, Durak Çelebi, Gülahi Bey, Mirek Çele­ bi, AdanaiL TanhUrf Şeyhzade Mustafa Çelebi ve K asapzade N/'ı­ bl gibi ünlü hanendeler ve müsikişinaslardu·. Yani, medreseyle,

hacı hoca takımıyla, u lemayl a filan pek de fazla bir i lgisi yoktur galiba. Nitekim, A ll Tarihi 'nde belirtildiğine göre, kendisine şehzadeliği sırasında sunduğu bir şiirini çok beğendiğinden Aif'yi sarayda görevlendirmek istemiş , ancak öğrenimini ta­ mamlaması için medreseye göndertmeyip, yanmda, kalem hi::.­ metinde yetişmesine yardmıu olmuştur. ( Ord.Prof. İ smail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, cilt-3, K ısım- 1 , s.40 dipnot) bu nedenle, 1 5 5 8 'deki taht kavgası s ırasında sojfalann ( suh­ telerin) Şehzade Bayezid'in y anında yer almış olmaları da, ola ki Şehzadenin kişiliğinden kaynaklansa gerektir, büyük bir ola­ sılıkla . . . Zaten, bu suhte ayaklanmalannin bütünüyle devlete karşı gi­ rişilmiş bir başkaldırı hareketi olduğunu ve mollaların Şehzade Bayezid ' in yanında bir rast lan t ı sonucu yer almad ıklarııı ı , olay 71


L ı ı ı ı ı ! ' l · l ı � ı ı ı ı ı de

;ı�· ı k <H; ı k göstermektcdir bizce. Örneğ in. gerek

1\.:ııı ı ı ı ı ı . g c ıT k sc l l . Selim dönemlerinde suhte ayaklanmaianna kaı ı lmı� medrese öğrencilerine karş ı alabildiğine sert davranan, son derece kanlı önlemler alan, yakaladıklarını asıp kesen dev­ let. ilginçtir II I . Murad ' I a birlikte bu tutumunu birden deği�tiri­ vernı iştir her ne hikmetse . . . B urada hemen şunu da belirtelim ki, Prof. Mustafa Akdağ da, "Suhtc ayaklanmalan artık kanlı hir renk almıştı . dedikten sonra, "1 5 75 yılınnı haşma do,�m . Sultan Murad' ın tahta geçi­

şi, Kanuni Sı'ilcynıan döneminden hcri Sokullu tarafindan yı'irii­ tiilcn iç siyasetin dc,�işnıcsi sonucunu ı 'CI 'di. diyerek bu gerçe­ ğe işaret etmekte ve "/1/.M uracl' a defterdar olan (eski Tire ka­ dı sı-medrese/i) Manisa/ı Ö ı ·cys Paşa ' nın başmda huhmdıı.� u. Kastanıonulu Şemsi Paşa. meşhur Hoca Sadcddin re Rumeli ka­ dıaskcri Kadızade' den meydana gelen hir gmp. ilk elde Sadra­ zonu dc,Ç ilsc hile, onun giittı'(�ii siyaseti yıkmaya nıumffak ol­ du. diye y azmaktadır. (Age, s.255) Osmanlılarm Ulema Devri: Sanki Lanetli Yüzyıl

Gerçekten de, III.Murad ' ın Manisa'dan getirterek görevlen­ dirdiği Kara Ü veys (veya Ö veys), Hoca S adeddin Efendi, Şeyh Şücca ile ulemadan Kadızade Ahmet Şemseddin Efendi. Meh­ med Tahir Efendi, Candaroğlu Şemsi Paşa gibi medreseli ler, sü­ rekli eski bir olayı anımsatarak, daha ilk y ı l lardan itibaren Sul­ tanla Sadrazam Soku llu Mehmed Paş a'nın arasını açmayı başar­ mışlardır. Çünkü, vakanüvislerin yazdığına göre, babasının öllimlinü öğrenir öğrenmez telaşla koşup İ stanbu l ' a gelen Şelızadc, Sad­ razaının salt kendisine haber saldığı nı anlayınca, büyük bir gö­ nül borcu du yarak, hemen sarılıp elini öpmek isıcmi�ı ir. Ancak, gün görmüş Paşa, buna fırsat vermemiş ve dcrhal kendisi ayak­ larımı kapanarak. sultanın etcğini öpmiiştür. Ne var k i . bu olay daha sonraki tarih lerde, saraya egemen olan hacı hoca tak ımı ta­ rafından sürekl i Sadrazaııı ' a karşı bir koz olarak k u l laıı ı l nı ı � ve


türlü clalavcrclerlc Pa�a ' nın. S u ltanın gözünelen clü�nıcsi sağlan­ mı�tır. Daha sonra 1 579'cla da, evine sadaka i steyen bir dilenci kıl ığında tet ikçi gönderilerek. Soku!Ju Mehmed Pa�a hançerlc­ nip üldürtülmü�tür. Böy lece de, Sultan III. M urad ' ın saltanatmın be�inci y ı l ında, iktidar, gal iba artık iyice u lemanın eline geçmi �tir sarayd<ı. I I I . Murad ' ın ölümünden sonra 1 5 95 'te tahta çıkan oğlu I I I . Mehmed döneminde ise, yukarda da değinilcfiği gibi, H oca Sadeeldin Efendi 'nin Eğri Sava�ı ' nda atınlll dizginlerine yapışa­ r ak bozguna kapılan Sultanın kaçmasını engelleyip, Osmanlı İmparatorluğu ' nu büyük bir yenilgiden ku rtarmas ı , u lemanın egemenliğini daha da kuvvetlendirmiştir. Artık onların fetvası olmadan hiçbir i� yapılamamakta, bütün atamalara onlar karar vermektedirler. Ö yle ki, okuma yazma bil­ diği ku�kulu çocukları bile çok önemli görevlere getirebilmek­ tedirler. Ö rneğin, Hoca Sadeddin Elendi, "Biiyıik o,�lu Melımed Elen­

di' yi, daha 1 2 - 1 3 yaşlanndayken Mekke kadılı,� ı1ıa getirmiş, ar­ duıdan istanbul kadısı yapmış, 29 yaşmda da Anadolu Ka::.as­ kerli,� ine atatmıştır. Di,�er oglu Esad Elendi de, henü::: medrese ö,�rencisiyken Edirne kadılı,� uıa getirilmiş, 25 yaşında da istan­ bul kadısı olmuştur Şeyhiiiislam Bostanzade de, cahil kardeşini Rumeli Ka::.askerli,� ine, gene yakım bir başka genci de Selanik kadılı,� uıa getirmiştir " Vak anüv islerin yazdığına göre, S ultan III. Mehmed bile bu durum karşısında; " Ulema heni bednam ey­ ledi. ( adımı kötüye çıkardı) diyerek dertlenmi�tir y akınlarına (Osmanlı Tarihi, c-3, K- 1 , s- 1 23) XVII. yüzyıl ise, Osmanlı saraymın u lemanın e linde sözcü­ ğün tam anlamıyla oyuncak olduğu, ·'sanki lanetlenmiş" bir yüzyıldır bizce. Gerçekten de, 1 603 ' ten 1 695 'e kadar, 92 yıl boyunca Os­ manlı tahtına ardı arelma çıkan 8 sultandan 4' ü çocuk, 4 'ü de tam anlamıyla delidir. Bilindiği gibi. Fatih'ten sonra, onun çı kard ığı yasayla. tahta oturacak �ehzadenin öteki erkek karde�lerini öldürtmesi yasal


bir lıak, lıaııa görev olmuştur Osmanlılarda. Ancak, genç yaşta ölen Yavuz Su ltan Selim ardında tek oğul bıraktığı için, Kanu­ ni 'nin tahta çıkışında kardeş kanı dökülmemiştir. Kanuni ' nin de 8 oğlu olmuş, ama bunların 3 'ü çocukken, 2 'si de gençken has­ talanarak ölmüşlerdir. Ö teki 3 oğlundan Şehzade Mustafa 'yı da, yerine göz dikip, düşmanlarıyla işbirliği yaptığı suçlamasıyla kendisi öldürtmüştür. Son iki şehzade Selim ile B ayezid ise, da­ ha babalarının sağlığında ve galiba babalarının kışkırtmasıyla bir taht kavgasına tutuşmuşlar, yenilen B ayezid çocuklarını da alarak İ ran' a kaçmıştır. Bu nedenle S u ltan II. Seli m ' in tahta çı­ kışında da kardeş kanı dökülmemiştir. Ama ne yazık ki, oğlu III.Murad tahta çıkarken tam 5 erkek kardeşini boğdurtarak ba­ basıyla aynı anda gömdürtmüş ve böylece Fati h ' in yarım yüzyı­ lı aşkın bir süredir uygulanmayan yasasını yeniden yürürlüğe sokmuştur. Oğlu III.Mehmed ise, bu konuda gerçekten erişilmez bir rekor kırmış ve tahta çıkar çıkmaz tam 1 9 erkek kardeşini boğdurtmuştur. Ü stelik, tarihçilerio yazdıklarına göre çok da so­ fu biridir, yanında ne zaman Hz. Muhammed ' i n adı anı lacak ol­ sa, hemen ayağa fırlayıp saygı duruşuna geçmektedir. Çevresi de zaten hep u lema ile doludur. Fakat ilginçtir, kendisi de, 1 6 ya­ şındaki oğlu Şehzade Mahm u t ' u y abancılarla mektuplaştığı ge­ rekçesiyle öldürttükten birkaç ay sonra aniden ölüvermiştir. Böylece, Osmanlıların lanetli yüzy ı l ı da başlamıştır sanki. Çün­ kü, S ul tanın en büyük oğlu henüz 14 yaşındadır topu topu. Ve Osmanlı hanedanında yerine tahta geçecek bir başka erkek yok­ tur Görüldüğü gibi, XVI. yüzyılın ikinci yarısında bir yandan suhte ayaklanmaları ve eelali isyanlan yaşanırken, öte yandan da S aray, sözcüğüo tam anlamıyla bir nıezhahaya dônchiriilmiiş ve yarım yüzyılda Osmanlı ailesinden 26 şelızadeye. vakanüvis­ lerin deyimiyle "şehit/ik şerbeti " içirilmiştir. XVII. yüzyıla girilirken Osmanlı tahtına çıkarılacak 1 4 ya­ şındaki bu çocuk Ahmet 'ten başka aile ic;inde hi<;bir erkeğin bı­ rakılmamış olması, gerçekten yazgısal bir rastlantı mıdır acaba? Aynı süreçte, iktidarı ele gec;irebilmek için sarayda kelle kolıuk-


ta kavga veren u l emanın hiç mi rolü olmamıştır? Tarihçilerio verdikleri bilgilere göre, bu kavgada çok ulema kell esi de kopa­ nimıştır çünkü. Örneğin, Ahmet Refik, III.Murad' ın gözdelerin­ den Şeyhiiiislam Bostan:ade 'nin, Rumeli Kazaskerliği sırasın­ da, gözlerinin önünde bir defterdarın kellesini kopararak yerler­ de yuvadayan yeniçerilere; "Bre ' Bu divan Ye:id dii'Gill mıdır ki, A li Resul başı Rihi Raletan ider/er ? " (kesip yerlerde yuvar­ larlar) diye öfkeyle bağırdığını yazmaktadır. (Age, s.45) Doğrusu, XVII. yüzyılda da, örneğin henüz 1 7 yaşındayken cihangir olma hevesiyle ordunun başına geçip Lehistan seferine çıkmaya kalkışan II.Osman ' ın, kim bilir gene hangi hocanın fit­ nesiyle, kendisi seferdeyken yerine geçer korkusuna kapılıp, ön­ ce 1 5 yaşında var yok kardeşi Mehmed' i öldürteneye niyetlenin­ ce, Şeyhülislam Esad Efendi'den alamadığı fetvayı , Rumeli Ka­ zaskeri Taşköprülü Kemaleddin Efendi ' nin koşup gelip vermiş olmasına bakılırsa, ulemanın bu oluşumdaki rolü hakkında kuş­ kuya dü şebilmek bile olanaksızdır galiba. Nitekim, III.Mehmed' in ölümü üzerine, 1 603 ' te, İ mparator­ luğun geleceği için sağlıklı yeni bir çözüm aramak yerine, oğl u 1 4 yaşındaki Ahmet'i kucaklayıp getirip, Su/tan i.Ahmed olarak tahta oturtmuşl ardır. Ne var ki, küçük Ahmed'i tahta oturtanlar, ilginçtir, hem Fatih'in yasasını çiğnemek pahasına küçük karde­ şi Mustafa'nın yaşamasına izin vermişlerdir, hem de daha 14 ya­ şıda bir çocuk olmasına bakmadan, bir an önce Osmarıl ı s arayı­ na şehzadeler yetiştirmesi için derhal ev1endirmişlerdir. Gerçekten de, 1 6 1 7 ' de, S u ltan L Ahmed henüz 27-28 yaşla­ rındayken hastalanıp ölüverdiğiı Je, ardındatam 7 şehzade bı­ rakmıştır. Ancak, en büyük oğlu Osman 14 yaşındadır. Ö tekiler ise, Mehmed 1 3 , Murad 8, Süleyman 7, Kasım 6, Bayezid 6, İ b­ rahim de 5 yaşlarındadırlar daha. S ultanın, 1 3 y ıllık evlil iğinde, l O ' u erkek tam 1 6 çocuğu olmuş , ama oğullarının üçü bebekken ölmüştür. Kuşkusuz, LAhmed de kısa bir süre önce 1 4 yaşındayken tahta çıkarılmış olduğuna göre, Osman' ın da 1 4 yaşında su lı an olmasında bir sakınca bulunmasa gerektir asl ında. Ne var ki.


uleına, art ı k her ne Ilikınetle ise, bu kez 14 yaşındaki bir şehza­ denin tahta çı kabilcceğine dair fetva vermemiş ve Osmanlıların ilk günden beri uyguladıkları saltanatın babadan oğula geçmesi geleneğini yıkarak, LAhmed'in yerine, kardeşi M u stafa' nın tah­ ta çıkmasın ı sağlamıştır. Oysa. Mustafa 26 yaşındadır ama delidir. Ne zaman, nasıl davranacağını önceden kestirebilmek olanaksızdır. Akl ına estik­ çe , olur olmaz, havuzdaki balıkiara yem diye akçe serpmekte, pencereleri açıp dışarıya. yola altın saçmaktadır. Adı , sarayda bile Diıwıe Mustafa' 'ya çıkmıştır. Fakat, onun bu tutarsızıkları da, fetvalada · • ce:he-i ralmıana ma:lıar olmuş" bir kişinin "derrişmeşreh" davranışları olarak yorumlanmıştır ulemaca. Ama bütün bunlara karşın, ! . Mustafa ' n ın sultanlığına gene de ancak 3 ay 1 O gün dayanabilmişler ve S ultan I l . Osman' ın da henüz 1 4 yaşındayken tahta çı kabilmesi için gerekli fetva yı ver­ mişlerdir, çaresiz . . . N e v a r ki, bu genç Sul tan da, 1 6- 1 7 yaşına basınca cihangir olma sevdasına kapılıp, orduyu ve devleti yeniden eski gücüne kavuşturabilmek amacıyla birtakım reform girişimlerinde bu­ lunmaya niyetlenince, kendisinin de "Bu fitne erhah1111 si: tah­ nk ilmişe hen:::.ersi:::. -' " diyerek belirttiği gibi, bizce de kesinlikle u lemanın düzenlediği bir "diizmece yeniçeri ayaklanmast " ile, daha 1 8 yaşındayken derhal tahttan indirilerek öldürülmü ştür. Ve yerine, Di vane Mustafa ikinci kez sultan ilan edi lmiştir hemen. Oysa, hastalığı daha da ilerlemiştir. I.Mustaf'a 'nın. "Adtn n e :) Kimin o,� lu.1·un :) Bugiin günlerden ne :r gibisinden basit sorulara bile yanıt verememektedir artık. Bu duru ma, bu kez de ancak 1 yıl 4 ay dayanabilmişler ve 1 623 'te çaresiz tahttan indirerek, yerine I. Ahmet' in hayattaki en büyük oğlu Şehzade Murad ' ı , 1 2 yaşınday ken IVMurad olarak tahta oturtmak zorunda k almışlardır. Ö yle ki, daha sünnetli bile değildir, tahta çıktıktan 5 gün son­ ra. su ltanken sünnet olmuştur küçük Murad, vakanüvislerin yaz­ dığına göre. Dolayısıyla, ül keyi de, anne s ultan ile ulema el ele verip keyi flerince yönetmektedirler doğal olarak, bu çocuk sul­ tan ad ına .


S u l ıan , ta ı 7- ı X ya�ma bası ııcaya dek . . . Tarihç ilcri miz. IV. Murad ' ı , bilindiği gibi acımasız. ho)görü­ süz, kan dökücü, ta� y ürekli biri olarak tanı mlamaktadırlar söz birliği etmi�\·esine. Doğrudur. I V.M urad geısekten de çok kan dökmü�tür salıanatın ın son � yıl ında. Karde�lcri Süleyman ' ı . B ayezid' i v e Kasım· ı d a gözünü bile k ı rpmadan öldürtmüştür. En büyük karde�i İ brahim 'i de, annesi Köscın Sultan, "delidir" diyerek, yalvar yakar zorla alabilmiştir elinden. i ktidarı tam anlamıyla ele geçirir geçirmez IV. Mu rad 'ın yap­ tığı ilk iş de, bütün yetkilerini elinden alarak annesi Kösem Sul­ tan ' ı saraydaki odasına haspettirmek olmuştur. İ lginçtir, hemen ardından da sanki bir ulema avına çı kını�tır bütün ülkede. Ö rneğin, daha 1 63 3 'te. B u rsa ' y a giderken, yolda birinin şikayetçi olması üzerine. sanki fırsat kol larmı� gibi, he­ men İ zn ik kadısın ı buldurtup, kale kapısın ın önünde astırmı�tır. Bu olayı eleştirıneye yeltenen Şeyhülislam Ahizade Hüseyin Efendi 'yi de, İ stanbu l ' a döner dönmez derhal görevden alını� ve bir katakulli ile İ stmıbul kadılığına geti rdiği oğluyla birlikte y a­ kalatıp boğdurtmuştur. Gene Şeyhülisl aın Kara Çelebizade Ab­ dülaziz Efendi ' nin, Lıdılığı sırasındaki bir ihmalini bahane ede­ rek, derhal boğulup denize atılmasını buy urmu ştur. Seferler sı­ rasında da kendisinden biraz �ikayetçi olunan kad ı ları hemen buldurup cezalandırmış ve yüzlerce ulema kellesi uçurımuşt ur. Doğru s u , sultanların ulema kellesi u çurtması, Osmanlılarda pek de yaygın bir uygulama olmasa gerektir, gördüğümüz kada­ rıyla. Bu nedenle, IV. Murad' ın iktidarı eline geçirir geçirmez sanki özellikle ilk iş olarak kadıların ve şeyhülislamiarın üstüne hışımla yürü mesi, gerçekten üzerinde dikkatle durulması gere­ ken önemli bir noktadır bizce. Yan i , saltanatının son 8 yılında bunca kıyıcı olması. tarihçilerimizin söz birliği etmişcesine be­ lirtıi kleri gibi . salt karakterinden mi kaynaklan m ıştır? Su ltan lı­ ğının ilk 7-8 yılında t anık olduğu, kendi adına işlenen yolsuz­ lukların. hırs ızlıkları n, cinayetierin kar�ısındaki çaresizliğinin hab irc bilinçaltında torı uladığı çocuk iiıle s i . hiç mi rol oynama­ m ı � t ı r acaba bu olu�umda·.>


Ayrıca unutmayalım ki, 20 yaş ında yönetimi ele almaya kal­ kı şınca da, ulema derhal akıl almaz dolaplar çevirerek yen içeri­ leri kışkırtıp ayaklandırm ış, s arayı bastırarak sadrazamını, def­ terdarını, yeniçeri ağasını, müsahibini gözlerinin önünde parça parça ettirip, cesetlerini sarayın önündeki ağaçlara astırmış, hat­ ta tahttan indirmek için bile birtakım girişimlerde bulunmuştur. B u nedenle, I V Mur ad' ın iktidarında bunca kıyıcı olmasını, bunca kan dökmesini, yazgıcı bir yaklaşımla salt kişiliğiyle açıklamaya çalışmak, gerçeğe pek de u ygun d üşmese gerektir doğrusu bizce. Ulemaya karşı girişiimiş kanlı bir iktidar kavga­ sı gibidir ç ünkü bir anlamda da . . . Ne var ki, iktidarının en par­ lak döneminde ve daha 2lJ yaşına basmış basmamışken, hastalı­ ğı birden artmış, beklcnilmcdik bir anda ölüvermişıir. ( Ö lümün­ de de ulema parmağı gerçekten yok mudur acaba?) Ve ilginçtir, Evliya Çelebi ' nin yazdığına göre, bu kısa yaşa­ m ında tam 32 çocuğu olduğu halde, oğullarının hepsi bebekken hastalanıp öldüğü için, ardında da bir �chzade bırakmamıştır. Amcası Divane Mustafa'yı da kısa bir süre önce, gene n 'olur n' olmaz deyip öldürttüğünden, Osmanlı hanedanında tahta çıka­ bilecek, kellesini annesi Kösem Sultan ' ı n yalvar yakar elinden zorla kurtardığı en küçük kardeşi Deli ihrahim ' den başka erkek yoktur ne yazık ki . . . Bu lmıetl i çağ ağırlığını bir kez daha u lema­ dan yana koymuştur sanki . . . Ü stelik, gene ilginçtir, Osmanlıların ilk günden beri uygula­ dıkları, deneyim kazanmaları için şehzadelerin bir süre sancak­ beyliği yapmaları geleneği de, XVII. yüzyılın başından itibaren kaldırılmıştır. Şehzadeliğinde sancakbeyliği yapmış son sultan III. Mehmed'dir. Daha 14 yaşındayken tahta ç ıktığı için sancak­ beyliği yapmasına zaten olanak bulunmayan oğlu LAhmed 'den sonra da bu gelenek tamamen kaldırılmıştır. Hatta, gördüğümüz kadarıyla, yalnız bu geleneğin kaldırılmasıyla da yetinilmemiş, öteki çocuk şehzadelerin ola ki bir komploya alet edilememele­ ri veya öldürü lmelerine karar verildiğinde kolayca bulunabilme­ leri için, saraydan ayrıl malarına bile izin verilmez olmuştur, bu tarihten itibmen.


Bu nedenle ihrahim de, bütün yaşamını S aray 'da göz altında geçirmi ştir zaden. Ü stelik, artık 2 1 yaşındayken de, ağabeyi Sul­ tan IV. Murad, öteki iki ağabeyini, 25 yaşlarındaki S üleyman ve Bayezid ' i gözlerinin önünde boğdurtmuştur. İ ki y ı l sonra 23 ya­ şında da, bu kez kendisi ile ağabeyi Kasım 'ın öldürülmesine fer­ man çıkmış, ancak annesi Kösem Sultan yalvar yakar olarak zorla kurtarmıştır kellesini. N e ki, ağabeyi Kasım' ı gene gözle­ rinin önünde boğup öldürmüşlerdir. Ve, Şehzadeliğinin geri ka­ lan 3 yılı da, Saray 'da özel olarak yapılmış, Şimşirlik veya Ka­ fes dedikleri, harerne bitişik küçük bir hücrede, tam tutuklu ola­ rak geçmiştir. Yani, artık 25-26 yaşlarındadır ama, sözcüğün tam anlamıyla delidir İ brahim. Daha 4-5 aşlarında bir çocukken de, en büyük ağabeyi Sultan II. Osman' ın, Mehmed ağabeyini yay kirişi ile boğdurup öldürtmesine tanık olmuştur ayrıca. Annesi Kösem Sultan, belki bir yararı dokunu r u m uduyla ha­ cılara, hocalara okutup üfletmektedir zaten oğlunu, nicedir. Ne yazık ki, Osmanlı hanedanının tek erkek üyesidir. Bu ne­ denle, derhal evlendirilerek, bu delinin veliahtlar yetiştirmesi de sağlanmalıdu. Nitekim, IV.Murad' ın ölümünün hemen ardından Kösem Sultan' la i şbirliği yaparak yönetimi yeniden ele geçiren hacı ho­ ca takımı ( u lema), bu amaçla, sözcüğün tam anlamıyla zaten se­ berber olmuşlardır daha ilk günden. Neredeyse her gün bir baş­ ka güzel cariye sunmaktadırlar ona, cinsel gücünü artırabilmek için gece gündüz okuyup üflemektedirler. Daha şehzadeliği sıra­ sında kendisine okuyup üfleyen Cinci Hoca, ilk günden saraya yerleşmiştir bile. Her sabah S u lı an ı dizlerini.ı dibine oturtup, saçlarını okşaya okşaya okuyup üflemektedir. Afsun yapmakta­ dır. Macun bulmaktadır. Ancak, bütün bunlar, hacı hoca takımının ve kadınların elin­ de oyuncak olan Sultan Deli İbrahim ' in hastalığını her gün biraz daha ilerietse gerekki, artık ne zaman nasıl davranacağını kesti­ rebimek giderek olanaksız bir hal almıştır gerçekten de. Örneğin, bir gün okunmak üzere bir hocanın evine giderken, köyden gelen bir arabanın önüne çıkıp yolu kapattığını görünce . 79


hemen "kiirlii/erin /mndan hiirle istan/m/ ' a arahaları ile girme­ lerini ı·a.mk/atnuş" bir süre sonra bu kez bir ba�ka hocamn evi­ ne giderken yol una gene bir köylü arabası ı;:ıkmca da, Sadrazam Salih Pa�a · y ı �·ağ:ırı p, "Bre hen padişah de,� il m irim ') Nire em­ rime umlnw:: ') " diyerek. derhal oracıkda, hocanın ev inde kuyu ipiyle boğdurtmu�tur. Gene, bir gün aklma esmh, eski bir dedikoduyu amınsayarak Yusuf Pa�a·yı çağırtıp. "Girit adastnt derhal a/asuı 1 " diye bu­ yurm u�tur. Paşa ' n m , "Aman lıiinkarım . . . Bu ktşta ktyamette diye kem küm ettiğini görünce de, B ostancıbaşma "Kaldtr şu­ nu -' " demh, derhal boğdurtmuştur. Ne ki, biraz sonra da cesedi getirtip, "Ne de gii::e/ kmm::t mnak/arı mrnuş. Ya::tk etmişi:: kl \'nwk/a. demiştir. Kimden duymuş, artık nereden aklına esmişse, "iri ka/�·alt kadtnların dalw şeln·etli ve do,�urgan olduk/arım " tutturup, Sa­ ray görevlilerini İ stanbul sokaklarında iri kalçalı kadm avma bi­ le çıkarmıştır, söylentikrc göre. Bir gün de, "Sims 'taki ihşir Paşa ' 11111 gii::.e/ hir karıst o/du­ .�unu" öğrenince, hemen ferman çıkarıp Pa� a'nm karısmı getirt­ meye bile kalkı�mıştır. Kısacası, Su ltan Deli İ brahim'in her gün biraz daha artan bu çılgml ıkları artık katlanılır gibi değildir gerçekten de. Nitekim ulema da, en büyük oğlunun henüz 7 yaşında olmasma bile bak­ madan. Deli İ brahim ' in tahttan indirilmesi için "Hane/i m e::.lıe­ /nne göre aktlst: hiiri(�iin sa/tanafl cm: değildir" diye fetva vermiştir, çaresiz kalıp. Kösem Su ltan, ' va/de sıtltanlt,�ı · yi tirmemek için, oğlunun yerine torununun tahta çıkarılmasına. "Bre, _vedi raşmdaki hir masunwn saltanati şer' an na st! cm::. olur'! " diyerek karşı çık­ mamış da değil ya, bakmış engelieyebilmesi olanaksız, "Bari ı ·aranm da, sarık�·t,� tnı sardmp getirerim. diyerek içeri girip, torununu kucaklayıp getirmiş ve Sultan IVMe/ınıNI olarak tahta oturtmu�tur. Çocukcağız onca sakallıyı birden kar�ısında �iiriiııcc ola ki korkar deni lcrd... o gün bütün ulemamn, vezir ve iiıııeraıım geso


Jip el etek öperek hiat etmelerine de izin verilmemiştir hatta. İ lginçtir, 7 yaşında tahta ç ıkan Sultan IV.Mehmed, amcası IV.Murad' ın tam karşıtı , büyüyüp 20 yaşına filan bastıktan son­ ra da kesinlikle yönetime el koymaya kalkışmamış, Belgrad or­ manlarında, Edirne çevrelerinde sürekli av peşinde dolanmıştır. Zaten bu yüzden de adı Avcı Melımed' e çıkmıştır. Ancak, bunca yıl tahtta kalmasına olanak verilmesi de, bu av rnekarı yüzünden olsa gerektir, bizce hiç kuşku yok ki . . . Fakat ne gariptir ki, tam 39 y ı I sonra tahttan indirilirken de gerekçe olarak bu av merakı gösterilmiştir ama. S adrazam Kara Mustafa Paşa'nın cihangir olma tutkusuyla giriştiği 1 68 3 ' teki Viyana kuşatmasının büyük bir fiyaskoyla sonuçlanması da he­ men bu av merakına bağlanmış ve u lemanın verdiği "Ordunun

haşına geçece,�i yerde, lstranca daf?.lannda av peşinde koştuğu için hütün hu felaketierin haşımıza geldiği" şeklindeki fetvalar

üzerine IV.Mehmed de derhal tahttan indirilmiştir. Hele hele, IV.Mehmed' den sonra bir oldu bitti ye getirilerek yerine kardeşi li.Süleyman ' ı n tahta oturtul uşu ise, gerçekten de biçimiyle, içeriğiyle, iletisiyle, ulemanın Osmanlı sarayına XVII.yüzyılda ne denli egemen olduğunun açık kanıtı sayılsa gerektir doğrusu bizce. Çünkü, I V. Mehmed'in büyük oğlu Şelızade Mustafa tam 23 yaşındadır ve babasının yerine o tahta çıkmalıdır Osmanlı gele­ neklerine göre. Ü s telik, ll.Süleyman, kardeşi Ahmed'le birlikte en az 30 y ıldır, XVII.yüzy ılın başından beri uygulanagelen yeni geleneğe göre, S aray 'da Şinışidik denilen bir kafeste, gözaltın­ da ve her an öldürülme korkusu içinde yaşamaktadır. N itekim Süleyman da, sultan olduğunu haber vermek için Şimşirlik'e gelenlere inanmamış ve bunu, ağabeyi IV.Mch­ med'in, kendi sini öldürtmek için düzenlediği bir tuzak sandığın­ dan; "Bre, iildiiriilmemiz emrolundu ise. söyleyin -' Çocuklı(�Um­

dan hai kuk rı/dır hapis çekerinı. ller giin Nnıektense. hir giin eıTe/ iilmek n·.�dir Bir can için çekt(�imiz !m korku nedir Allah aşkı na ') " diyerek hüngür hüngür ağ l amaya başlam ıştır birden. !lman şerkethim \ 'alla/ı \'C h/Ila/ı f.:iitii niYetle oelmemisfz. •

,'ı

.1


Ciimle ı·e:irlcr. ulema, O( '(tklt kul/ann padişah edebilmek için si­ : i heklerlcr. " diye yalvar yakar olan görevliler, annesi Turhan Sul tan ile karde�i Şehzade Ahmed'in de yardımlarıyla zorla inandırabilıılİ�ler ve ba�ma acele bir sarık sarıp. sorgu� takarak, kırmızı atlas eniarisinin üstüne de haremden acele getirttikleri bir sarnur kürkü giydirip, perişan bir durumda, apar topar tahta oıurtmuş lardır. Görüldüğü gibi, Osmanlı geleneğine göre doğal olarak tahta � ıkması gereken, ü stelik 23 ya� ında, sağlıklı ve istekli Şehzade Mustafa'nın yerine, gene bir deli tahta oturtulmu�tur u lemanın verdiği fetvalarla, sanki hir �·ocuk-hir deli sultan kuralını boz­ mamak için. Sadrazam vekili Fazı ! Mustafa Pap 'nın ulema ile yaptığı toplantıda oy birliği ile tahta � ıkarılmasına karar verilen II.Sü­ leyman, yalnız akıl hastası da değildir ayrıca. Tahta apar topar oturtulduğunda zaten 47 ya�ındadır ve birçok hastalığı vardır. N itekim, 3 , 5 y ı llık saltanatının son 2 yıl ını neredeyse yatakta ge­ çirmi�tir. Vücudu su toplamaktadır. Eli ayağı iyice �i�mi� oldu­ ğu için yerinden bile zor kalkabilmektedir. Çocuğu da hiç olmamı�tır II.Süleyman ' ın. Bu nedenle, 1 69 1 'de öldüğü zaman, yerine tahta geçmesi gereken bir �ehza­ de de bırakmamı�tır geride. Dolayısıyla, tahta için üç aday var­ dır. Ağabeyi IV.Mehmed hala yapmaktadır örneğin. I V Meh­ med' in büyük oğlu Mustafa da artık 27 ya�ındadır üstelik. Ama ne var ki, ulema, hastalığı artık iyice ilerlemi� oldoğu i�in önceden gerekli önlemleri almı� ve S u ltan ölür ölmez, yeri­ ne, 50 ya�ındaki ve ömrünün neredeyse tamamını şimşirlikte ge­ çirmiş karde�i Ahmed' i, gene bir oldu bitti ye getirerek derhal Sultan ll Alımed olarak apar topar tahta oturtmu�tur . Ne zaman, nasıl davranacağı önceden kestiri lcrrıeyen, karar­ sız, zayı f iradeli, kolay etki altında kalan biri olan 1 I. Ahmed de, tıpkı karde�i gibi zaten nicedir gut hastasıdır ve 3 ,5 yıl sonra 1 695 'te uzun süredir çektiği bu hastalıktan ölm ü � t ü r. Ve ilgin�tir, Şehzade Mustafa bu durumu daha önce iki kez ya�adığı için arı ık sürekli tetikte olsa gcrt>k k i. anıcasmın öldü-


ğünü duyar duymaz fırlamış, S aray kapılarından birinin önüne derhal bir taht kurdurarak, birilerinin gelip kendisini tahta çıkar­ masını filan beklemeden, çıkıp oturmuştur hemen. Oysa, S ultan ILAhmed ' in en büyük oğlu İbrahim henüz 3 ya­ şındadır daha. Babası IV.Mehmed de 2 yıl önce ölmüştür. Bu du­ rumda tahta çıkmak zaten kendisinin hakkıdır asl ında. Ama, u lemanın 3 yaşındaki bir bebeyi bile tahta çıkarınaktan çekinmeyeceğinden korkmaktadır demek. B u nedenle, gene bir oldubittiyle karşılaşmamak için bu kez e lini çabuk tutup, kaşla göz arasında kendi tahtını kendi kurdurarak çıkıp oturan II. Mus­ tafa, tam 92 y ı ldır süren, Osmanlı tahtına ardı ardına hir çocuk­ bir deli sultan oturlulması geleneğini de sona erdirm iştir böyle­ ce, gördüğümüz kadarıyla. Ancak, II.Mu stafa da saltanatı ele geçirir geçirmez, sanılaca­ ğ ı gibi hemen kendisini iki kez tahttan etmiş olan Saraydaki bu ulema egemenliğini kırmak için herhangi bir girişimde de bu­ lunmamıştır ama. Tam karşıtı, sanki bu oldubittiler salt birkaç kişinin başının a ltından çıkmış basit birer bireysel olaylarmış gi­ bi, tahta çıkar ç ıkmaz Erzurum ' da sürgün olan öğretmeni Fey­ zullah Efendi 'yi getirterek Şeyhülislam yapmış, yani şeyhü l is la­ m ı değiştirmiştir. Ne var ki, Feyzullah Efendi 'nin yaptığı ilk iş­ lerden biri de , derhal türlü oyunlar çev irerek S adrazam Sürmeli Ali Paşa ' y ı görevden aldırtıp kellesini v urdurlmak olmuştur. Ve böylece ü lkenin bütün yönetimi Feyzullah Efendi ' nin eline geç­ miş, yani ulema iktidarı sürmüştür. Tarihçilerin yazdıklarım göre, "hiiyük hürmet gösterdi,�/ lıo­ ca s ı n ı n hir ded(�ini iki ettirnıemiştir" çünkü Su ltan II. Mustafa, bütün saltanatı süresince. Hatta öyle ki, sultanın tahttan indirilip öldürülmesi bile bu Feyzullah Efendi ' nin yüzünden olmuştur 1 703 'te. Ulemamn İlk Hedefi de Yeniçeri Ocağı Olmuş ... Görüldüğü gibi. Kanuni' nin s o n y ı llarında suhtC' ayaklanma­ lan ile ba�layan iktidar kavgasında uleına. en önemli utkuyu.


şehzadelerin kişilik zaaflarından yararlanmayı çok iyi bilerek, daha XVI .yüzyılın ikinci yarısının ortalarında Saraya girmeyi başarınakla sağlamı ştır hiç ku�ku yok ki . . . Sarayda önemli gö­ revlere gelip, yönetirnde söz sahibi o lduktan sonra da asıl hede­ fe, yeniçeri occJ,� ına yönelmişlerdir, doğal olarak. Yeniçeriler i se , yukarda da uzun uzun değinildiği gibi, söz konusu y ı l larda fetih seferlerinin artık iyice seyrekleşmeye baş­ laması ve fethedilen yerlerin de zengin yağma olanaklarına sa­ hip bulunmaması gibi nedenler yüzünden zaten huzursuzdurlar nice dir. Devlete kalan ganimetierin çoğu kez sefer maliyetlerini dahi karşılayamaz olması yüzünden hazine iyice fakirleştiği için de, artık yeniçerilere ciilus ve se{er hahşişleri bile zamanında, bol­ ca ödenememektedir. Ya da, gümüş değeri düşük akçelerle, üs­ telik taksit taksit ödenebilmektedir ancak. Ulufe/eri ( maaşları) ödeyebilmek için bile para bu lunama­ maktadır çoğu zaman. Örneğin, 1 5 98 'de, Eğri Seferi ' nden e l i boş dönüldükten sonra, yeniçerilerin ulufelerini ödcyebilmek için, "Saraydaki iio·ü: yiik akçelik gümüş kap kacak ve di,� er eş­

ya alımp darphanede eritilerek akçe kestirilmek :orunda kalm­ mış" tır, tarihçileri n yazdıklarına göre. (Osmanlı Tarihi, c-3, K­

I , s. 1 26) Maaşları ve bah ş işleri ödeyebilmek için, nicedir paranın ağırlığıyla oynanmaktadır zaten. Örneğin, Kanuni ' den sonra, l LSelim döneminde 1 00 dirhem güm üşten 490 akçe, I I I.Mu­ rad ' ın tahta çıkışında 533 akçe, daha sonra da 800 akçe kestiril ­ miştir. III.Murad ' m saltanatının son y ı llarında ve sultan o l u r ol­ maz ordunun başına geçip Eğri Seferi ' ne çıkmak zorunda kalan I I I . Mehmed ' in i lk günlerinde ise, 1 00 dirhem gümü�tcn 950 ak­ çe kestirilmektedir artık. (Prof. Akdağ, age, s . 3 8 ) Elde para kes­ tirecek gümüş kalmamıştır. Nitekim, Eğri Seferi ' nden de gani­ met olarak gümüş elde edi lerneyince 1 5 9 8 ' de çaresiz Saraydaki kap kacak toplatı larak critimi�t ir. Kısacası, İm paratorluğun en büyük gelir ( zenginlik) sağlay ı­ cısı olan ordu. i � Jc,·ini art ık eskisi gibi ye rine getirememekted ir.


Vergi gelirlerinden vazgeçmek pahasına gerçek le�tirilen ikta sis­ temindeki deği�iklikler de , bekleni len s onucu vermemiş, ordu eski görkem l i görünümüne yeniden kavu şturu laınaını ştır. Üste­ lik, fetih lerin kesi lmesi, ya lnız hazine açısından sorunlar yarat­ makla da kalmamıştır. Askerler n icedir şöyle zengin bir yağma olanağı bulamadıklarından, ordunun kendisi de yavaş yavaş s o­ run olmaya başlamıştır. Artık sadece maaşa ve bahşişlere kalan yeniçeriler, bu nedenle paraları biraz geç ödense veya bekledik­ leri miktarda bahşiş verilmesc hemen ayaklanı p, kazan kaldır­ makta, örneğin çorba içmemektedirler. Hatta, giderek sarayın önünde toplanmaya bile başlamışlardır. Yani, Sultanlar salt ordunun sağladığı zenginliklerden ol­ makla da kalmamışlar, tam karşıtı, askerlerin kazan kaldırma­ maları için yeni gelir kaynakları bulabilme telaşına düşmüşler­ dir bir de . . . Doğrusu, u lema da, S aray ' d a söz sahibi olur olmaz, hanedan­ la yeniçeriler arasındaki bu çelişkiden yararlanmayı çok iyi bil­ miştir, gördüğümüz kadarıyla. Örneğin, I I I . Murad ' ın Manis a'dan beraberinde getirerek sa­ rayda görevlendirdiği ve büyük saygı gösterdiği hacı hoca takı­ mının, Sultan ' ın bu yakınlığından yararlanarak devlet içinde bi­ raz örgütlenir örgütlenmez yaptığı ilk iş, bilindiği gibi, Sadra­ zam Sokullu Mehmed Paşa'nın gözden düşürülmesi ve tem iz­ lenmesi için türlü d olaplar çevİrıneye başlamak o lmuştur he­ men. Çünkü, S okullu Mehmed Paşa da, unutmayalım ki asl ında bir deı·şirnıedir. Bosna' mn Vişegrad kazasına bağlı Rudo nahi­ yesinin Soko/oriçi köyünde doğmuştur ve asıl adı Bayo'dur. Da­ yısı papaz olduğu için kü<;ük yaşlarda kil isede çalışmaya başla­ m ı ş ve Kanuni dönem inin ilk yıllarında devşiri lerek E dirne'ye, Acemi O ğlanlar Ocağı 'na getirilmiştir. Daha sonra d a İ stanbul · a alm arak, Enderun'da yetiştirilmiştir. Görü ldüğü gibi, tam anla­ mıyla ocak/ı bir yeni�·endir S oku llu. Yan i. medreseli u/enwntn. öncelikle Saray is·inde i kti darı ele gc<; irebilmek İ<;in ilk h e d ef ol:ırak So/.:uflu ' y u se<;mesi lı i c; de bir


rastlantı değildir bizce. Amaç, Saray ile Yeniçeri Ocakları ara­ s ındaki bu organik bağı zay ı llatmak ve kırmaktır, hiç ku�ku yok ki. Nitekim, Sokullu 'nun ortadan kaldırılmasın ın hemen ardın­ dan, gerçekten de, Osmanlı İmparatorluğu ' nun geleceğini belir­ leyici nitelikte çok önemli deği�iklikler olmu �tur sarayda. Gör­ düğümüz kadarıyla, iktidar tam anlamıyi a el deği�tirıni�tir. Örneğin, Sokullu Mehmed Pap'nın, 1 5 64 'ten 1 579'a kadar Kanuni, I I .Selim ve I I I . Murad dönemlerinde tam 1 5 yıl süreyle 3 sultana sadrazamlık yapmı� olmasın a kar�ılık, 1 5 7 9 ' dan 1 595 ' e kadar S u i tan III. M urad ' ın geri kalan saltanatı süresinde, 16 yıl içinde tam 14 kez sadrazam deği�tiri lnlİ�tir. Salt bu olgu b ile, Saray içinde iktidarın el deği�tirdiği gerçeğini yeterince kanıtiasa gerektir galiba. Yani, ulema, sadrazamlarla da dama ta­ �ı gibi oynamaktadır artık. Bu rada hemen �unu da belirtelim ki, bu 16 yılık süre içinde kimi kez birkaç günlüğüne, kimi kez birkaç ay lığına ardı ardına sadrazamlığa getirilmi� bu pa�aların da neredeyse tamamı ocak­ lıdır, enderundan yeti�mi�tir. Örneğin, bu sadrazamlardan üçü, Ahmed, Sinan ve Ferhad Pap' lar Arnavut, S iyavü� Pa�a da Hırvat'tır. Dcv�irmc olarak toplannu�lar, önce Acemi Oğlanlar Ocağı ' nda, sonra Ende­ run'da yeti�tirilmi�lerdir ve dördü de yençeri ağa l ığı yapmı�tır. Hadım Mesih ( Mehmed) Pa�a ise, zaten S arayda akağa olarak yeti�tirilnlİ�tir. Özdemiroğlu Osman Paşa 'nın da babası Çerkes, annesi Abbas i soyundan Arap 'tır. Mısır' da doğmu�tur. Tek Türkmen o l an Lala Mehmed Pap 'nın sadrzamlığı ise, sadece on gün sürmü�tür zaten. İlginçtir, bu 1 6 yıl içinde tam 1 4 kez s adrazam dcği�tirilmi� olduğu halde, göreve getirilen pa�aların sayısı yedidir Kimi pa­ plar tekrar tekrar göreve getirilmi�lerdir yani. Örneğin, Sinan Pap tam 5 kez, Siyavü� Pa�a 3 kez, Ferhad Pa�a da 2 kez sad­ razam olmu �lardır bu süre içinde. Görüldüğü gibi, u lema, S oku ll u ' dan sonra iktidarı ele geçirir gcçirmez . ilk i� o larak sadrazam lık kurumu ile oynamaya ba�la:-i (ı


m ıştır hemen. Kuşkusuz, devletin y apısını bir çırpıda değiştire­ bilme olanakları bulunmadığı için, göreve gene Ocak ' tan yetiş­ miş paşaları atatmaktadırlar. Ama, onları bir yandan da olur ol­ maz gerekçelerle durmadan değiştirterek, hem iktidarda kadro­ laşmaianna fırsat vermemişler, hem de bu güç gösterisiyle göz­ lerini y ı ldırıp kendilerine tam bağımlı hale getirmişlerdir. hiç kuşku y ok ki . . . Örneğin, 1 5 85 y ı l ı Aralık ayında Özdemiroğlu Osman Pa­ şa'nın aniden ölümü üzerine sadrazaml ığa getirilen lladını M e­ sih ( Mehmed) Paşa. tarihçilerio yazdığına göre, reisiilküttaln değiştirmeye kalkışlığında "sana düşen hi:im atadığımı: kimse­ ler/e çalışmaktır" denilerek engellenince, derhal sadrazamlıktan aziini i stemiştir Sultan' dan, daha s adaretinin dördüncü ayında, N isan 1 5 86 ' da. Gene tarihçi!er, Sokullu 'nun yerine Ekim 1 579' da sadrazam­ lığa getrilen A hmet Paşa ' nın da, "Hiikiimet işlerine m üdahale­ lerin başlamasından biiyük teessiir duyduğunu" bu yüzden hır­ ÇIIl ve geçimsi: olduğunu yazmaktadırlar. Ola ki, erken ölümün­ de de bu gerginliğin bir rolü vardır. S adrazamlığı 6 ay sürmüş­ tür topu topu. Ö:demiro,�lu Osman Paşa da, Sultan III.Murad çok istediği için, ulemaya rağmen sadrazam olmuştur galiba. Çünkü, tarihçi­ lerio verdiği bilgiye göre, S ul tan 'a, " Osman Paşa' mn içkiye

düşkün olduğu hakkında şiiphemi: ı·ardır, ve:iria:am olunca di­ mn siireme: . " demişlerdir. Bunun üzerine Sultan da, Paşa ' y ı hu­ zuruna çağırıp, karşı sında tam 4 saat oturtmuş ve "Eihamdiilil­ lah şiiphem :ai! oldu. içkiye diişkün olsa, m::.iyetinde değişiklik olurdu" diyerek sadaret mührünü vermiştir ona. Ancak, sadra­

zam l ı ğı da topu topu 1 yıl sürmüş, aniden hastalanarak ölmüştür Osman Paşa. Aniden hastalanmasında bu olayların da bir rolü var mıdır acaba, kim bilir? Sadrazamlık kurumunun bunca kısa sürede, gerçekten ustaca kontrol altına al ı nıp, y ozlaştırı lmasından sonra da, bu i ktidar kavgas ındaki s ıra, kuşkusuz Yeniçeri Ocağı 'na gelmiştir doğal olarak. S7


Ycı ı ı�·nı < k;ı�ı ' nııı halledilmesi de , gördüğümüz kadarıyla iı\· ;ı�;ıııı;ıu;ı gerçekleştirilmiştir, doğrusu gene ustaca bir zaman­ l a ı ı ıay la. B irinci aşamada, gerçekten de şeytanın aklına gelmez yön­ temlerle devlete yeni gelir kaynakları bulunarak, Yeniçeri Oca­ ğı 'nın artık yerine getiremez olduğu temel işlevi üstlenilmiştir hızla. İkinci aşamada, askerin ulufeleri de artık bu yeni kaynaklar­ dan ödendiği için, Yeniçeri Ocağı ' nı n bundan böyle tamamen kendilerine bağlı bir taşe1mı :orha giiç haline gelmesi sağlanıl­ mıştır. Üçüncü aşamada ise, bu statü değişikliğinin ardından, gene ustaca yöntemlerle Ocağın insan yapısının da zamanla toptan değişmesi gerçekleştirilerek bütün i şlevlerine son verdirilmiş ve güvenilirliği bitiriJip kapatılması sağlanmıştır.

Uleınanın Bulduğu Yeni Gelir Kaynağı: Rüşvet B ilindiği gibi, daha Kanuni 'nin hemen ardından, Sultan II. Selim döneminde, hazinede para bulunmadığı için cülOs bahşişi zamanında ödenememiştir. B abasının S igetvar kuşatması sıra­ sında öldüğünü u staca saklayan S adrazam S okullu Mehmed Pa­ şa, acele haber göndererek, gelip tahta çıkmasını ve ordunun ba­ şına geçmesini bildirdiği halde, Şehzade Selim önce İstanbul ' da tahta çıkmış, ancak sonra Belgrad ' a gitmi ştir, bu nedenle. Hatta, Sadrazam ın, Belgrad'da yeniden su ltan çadırı kurdunu larak bir kez daha tahta çıkması ve askere cülOs bahşişlerinin gelenekle­ re uygun şekilde ödeneceğini duyurmasından sonra İstanbu l ' a dönülmesi önerisini bile, ulemadan Ataulluh Efendi ilc Celal B ey in verdikleri akılla, "istanbul" da tahta çıkı/nuştır " diyerek geri çevirmiştir, gene aynı gerekçcyle. İ stanbul ' daki , sefere ka­ tılınamış birkaç ocaklıya verilmiş bahşişle işi gc<;i ştirmeye kal­ kı�mıştır. Yani, hazine tamtakırdır artık ve Sarayın h11:la yeni gelir kay­ nakları bulma s ı gerekl idir.


Ve u lema. III. Murad döneminde bir değil. iki yeni gelir kay­ nağı birden bulmuştur gerçekten de . . . Biri devlet görcvleridir, diğeri ise dirlikler . . . Devlet görevleri bundan böyle paray la salı­ lacaktır. Dirlikler de artık gazilere dağıtılmayıp, açık artırmaya çıkarılarak kim daha fazla para ödemeyi kabul ederse ona veri­ lecektir. Örneğin III. Murad ' ın , Sokullu Mehmed Paşa' dan sonra tam 4 kez görevden aldığı halde beşinci kez gene sadrazamlığa ge­ tirdiği, bu düzenin kurucularından Sinan Paşa, tarihçi lerio yaz­ dığına göre, ilk sadrazamlığından alındıktan sonra "yii:: hin al­

tın vererek önce Şam valil(�ine gelmiş, sonra da yeniden sadra­ zam olnıuş . tur. Nitekim , Ord.Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşı­ l ı 'da, "Meşur Sinan Paşa, ilk sodaretinin dışmdaki diğer dört sadarerini de Saraya verd(�i çok miktardaki para ve hediyeler karşılı,� nıda elde etmiştir. Sinan Paşa ' ya göre, ::: e ngin olmayan hir ı ·e::irin hükümet reisli,�i etmesi mümkün de,�ildir." diye yaz­ "

maktadır. (Osmanlı Tarih i , c-3, K- 1 ,s. 1 1 8) Candaroğullarından "Şemsi Ahmed Paşa, 11/.Murad' a kırk

hin altm rüşvet ı ·ermiş"tir.

Gene, III. M urad ' ın annesi N ur banu Sultan ' ın en gözde cari­ yesi Canfeda Kadın ' ın kardeşi "Deli ihrahim Paşa , yaptı,� ı hak­

sızlıklardan dolayı Diyarhakır valili,�inden alımr alınma:: he­ men istanlml' a gelmiş ı·e Saraya verd(�i çok de,�erli amıa,� an­ lar karşılı,�nıda iki ay sonra yeniden aym yere vali olmuş" tur. Öyle ki, "Hazineye her yıl yii::hin altın göndermeyi taahlıüd edince , ve::ir rüthesiyle valil(�e daha yeni atanmış olan Hadım Haji:: Paşa derhal a::ledilerek yerine M ir A lem A,�a Mısır valili­ .�ine getirilmiş" tir. Prof. Uzunçarşılı da, III. Murad döneminden itibaren, Os­ manlı larda "Eya/et/ere vali tayininde liyakate değil, en fa:::la pa­ ra verene irihar edild(�ini " yazmaktadır gene aynı kaynakta. Görül düğü gibi, hazineye gelir sağlayabilmek için, bütün devlet görev leri , neredeyse açık artırmaya çıkarılarak, Saray ta­ rafından parayla satılmaktadır artık. Hatta çok ilginçtir. devletin düzenini bozmak pahasına, pa-


r;ıy l;ı s<ıtııkla rı yüksek dereceli görevlerin bile sayısını hızla ıroğalıınış lardır bu amaçla. Örneğin, ta S u ltan III. Murad dönemine dek ülkedeki heyler­ heyli,�i sayısı, Anadolu Beylerheyli,�i ve Rumeli Beylerheyli,�i olmak üzere sadece 2 iken, bu tarihten itibaren eyaJet valilikle­ rine de Mısır Beylerbeyli ği, Suriye Beylerbeyliği vb. gibi bey­ lerbeyliği sanı verilerek, bu sayı XVII. yüzyılın sonlarına doğru 40' a ç ıkarılmıştır. Gene, kuru luş y ı llarında tek olan l ' e::ir say ısı, I.Murad döne­ minde biri veri::-i a::am olmak üzere 4 ' e , Kanuni döneminde de biri sadra::am ve diğerleri Kuhhealtı ve::irleri olmak üzere 8 ' e çıkarılmış iken, b u sayı d a , eyaJet valilerine, hatta k i m i sancak­ beylerine filan vezir denilerek hızla çoğaltılmaya başlanılmıştır. Vezirlerin, kadıların, sancakhey/erinin vb. bu tarihten sonraki sayılarını saptayabilmek gerçekten olanaksızdır. Öyle ki, say ısı­ nın yükseltilebilmesi olanaksız sadra::amlık konusunda bile, ola ki ücretini yükseltmek için, kitabına uydurup Rumeli Ka::asker­ liği ne XVII. yüzyılın ortalarından itibaren "Rumeli Sadra::a­ mı" (Sadr-ı Rum) demeye başlamışlardır. K ısacası, her görevin belirli bir ücreti vardır ve en az o pa­ rayı ödeyenler ancak o görevlere atanmalarını sağlayabilmekte­ dirler. Ayrıca, bu atamanın yapılmasında aracı olanlara da "del­ la/iye" adı altında bir rüşvet verilmektedir. Üstelik, giderek atamalarda salt hazineye para almakla da ye­ tinilmeyip, ordunun yiyeceği etin ve ekmeğin de o kişilerce sağ­ lanması istenilmeye başlamış olmalı ki, XVII. yüzyılın başların­ da, I. Ahmed döneminde, "Nasuh Paşa, sadra::amlık miihriiniin '

Kuyucu Murad Paşa ' dan alımp kendisine verilmesi halinde, ha­ ::ineye 40 hin altuıla birlikte, askerin yiyece,�i ::ahireyi de kendi malmdan vereceğini Sultema hir mektupla bildirmiş" tir. Ancak, hazinenin açığı, devlet görevleri bu yöntemle, böyle açık artırınaya çıkarılmışcasına para ve mal karşılığında satıla­ rak kapatılırken, aracı olan iktidardaki kişilerin aldıkları rüşvet­ ler de, yalnız "dellali\'e" diye adlandırılan açık sınırlar içinde kalmamıştır kıışkusuz. Örneği n , Prof. Uzunçarşılı 'dan öğrendil)CJ


gımıze göre; "Saray' da haremin kilereisi olan Yahudi Kira Ka­

d/11 , tımar ı ·e ::eametlerin tevcihi ile göre\'lerin satışmdan aldı,�ı rüş\' etlerle çok ::engin olmuştur. Nitekim, hir sipahi ayaklanma­ sı sırasında öldütf.ünde, mallannın arasından tam 5 milyon ak­ çe çıkmış tır. "

Gene, u lemanın verdiği fetva i le tahttan indiri len Deli İbra­ him ' in yerine Kösem S ultan ' ın haremden kucaklay ı p getirerek tahta oturttuğu 7 yaşındaki Sultan IV. Mehmed'in cü!Gs bahşişi­ ni dağıtabiiemek için S adrazam Sofu Mehmed Paşa da, tarihçi­ lerin belirttiklerine göre, Ci nci Hoca dan iki y üz kese akçe iste­ miştir. Hoca, param yok deyip geri çevirince gidenleri, bu kez derhal tutuklatmış ve sille tokat getirtıniştir S aray ' a . Evine gi­ den görevliler ise, tam 200 kese akçe, altınla dolu 2 sandık, boh­ ça h ohça armağan ve 50'den fazla kürkle birlikte defterlerini de alıp dönmüşlerdir. N e var ki, defterlerinde yapılan incelemeler­ de, daha 3 bin kese altınının olması gerektiği anlaşılınca, bu kez kendisi de cellad Kara Ali ile birlikte eve götürülmüş ve yapılan kazılar sonunda merdivenin altında tam 1 2 güğüm dolusu çi! ak­ çe ile 70 bin altın çıkarılmıştır. Halk, " Ci nci akçesi" demiştir bu paralara y ı l larca. Artık iktidarı iyice ele geçiren medreseli hacı hoca, ulema ta­ kımının, bu görev satışl arı sırasında daha fazla rüşvet alabilmek için yaptıkları, gerçekten de akıl almaz boyutlara u laşmıştır. XVII. yüzyılın ikinci yarısında. Örneğin, gene IV. Mehmed dö­ neminde, 1 656 y ılında, çocuk su ltan daha 1 4- 1 5 y aşiarına bas­ mış basmamışken ulemaca bir ara şeyhüli slamlığa da getirilen, ancak hırsızlığı artık ayyuka çıkmış olduğu için hemen ertesi günü yeniden görevden alınan Memik::ade Mustafa Efe n di 'nin Rumeli Kazaskerliği sırasında, bir kadı l ık, kadısı olmüştur diye tutanak dü::enlenerek hir başkasına yeniden sa r ı/mıştır. Eski ka­ dı, ' ' Ben daha öl medin yahu:J " diyerek çıkıp gelince de, yardım­ cısı Tiryaki Kuşha:: pi şkin pişkin, " Tövhe Siihhanallah . . . Müs­ '

'

lüman sakinlerden d()l'f heş kişi öliimünii haher vermişler idi de Gayri her neyse Hele sen sa.� ol. . . deyip, gene biraz pa­ ra alarak bir kağıdın ü zerine " Yanlış olmuştur" diye y azmış. e lil) J


ne tutu�turmuştur. Bir süre sonra hışımla odasına girip bağırıp c;ağırmağa başlayan yeni kadıya da. "Aman mhu . . . Sana da hir

haşka yer bu/uru: . . . Elem etme (Ahmet Refik. a.g.e . . .d l l )

demiştir gene pişkin pişkin.

U lemanın bulduğu bir diğer gelir kaynağı da, dirlik düzenini y ozlaştırmak ve özellikle küçük dirlik sahiplerinden kimilerini devlete düşman etmek pahasına vergi sistemiyle oynamak, yeni vergiler koymak ve vergileri artırınakla olmuştur. Yani, dirlik sahiplerine ücret olarak bırakılmış öşüre, vergiye göz dikilmiş gibidir bir anlamda. Onlardan, savaş halinde Os­ man l ı ordusuna savaşçı göndermelerinden bile vazgeçilmek .pa­ hasına, gelirlerinin bir kısmını hazineye devretınderi i stenil­ ınektedir sanki. Oysa, iç karışıklıklar yüzünden üretim de iyice düşmüş oldu­ ğu için, dirlik sahipleri zaten zor durumdadırlar. istenilen ücret­ leri ödeyemedikleri için, savaş halinde yanlarında götürmek zo­ runda oldukları sayıda segban bile sağlayamamaktadırlar artık. Yukarda da değindiğimiz gibi, örneğin 1 596' daki Eğri Savaşı 'na tam 30 bin timarlı sipahinin bir kısm ı , ya yeterli sayıda segban sağlayamadıkları için hiç katılmamıştır, katılanların sağladığı niteliksiz seğbanlar da ya yarı y oldan geri dönmüş, ya da cephe­ den kaçmışlardır. Bu yüzden de, bu 30 bin sipahinin adı defter­ den derhal silinmiş ve dirlikleri el lerinden a lınmıştır. B oşalan bu dirlikler ise, eskisi gibi gene yaradığı görülen as­ ker veya memurlara değil, belirlenen vergi gelirini hazineye pe­ şin olarak ödeyecek kişilere ihale yoluyla verilmektedir. Prof. Niyazi B erke s ' in deyimiyle, " Klasik tinıar sisteminden ayrılış" anlamındaki bu uygulamalar da, kaçınılmaz bir biçimde "Osmanlı diizeni ni çiiriiten ho:uluşlara yol açmı ş" tır. Çünkü, satışlarda en önemli rolü riişl ' ('t oynamaktadır. Dirlik ' e sahip olan bu yeni kişi de, doğal olarak, lıem peşin iided(�i ı·ergi ri, lıem de aracı/ara l ' erd(�i falıi ş riiŞl ' eti, üstelik birkaç kat fazla­ sıyla çıkarabilmek için. o toprakları ekip biçen insanları. reara­ YI . hırsla soyup soğana çevirmektedir. U lema. hazineye güya yeni gelir kaynakları sağlayabilmek l)2


için, yalnız dirlik sistemini yozlaştırmakla da kalmam ış, o tari­ he dek sadece o lağanüstü durum larda ve bir kereye özgü olmak üzere devletçe toplanan, tekalif-i divaniye " veya "rekalif i emiriyye" dedikleri vergilerle de oynamıştır. Örneğin, X V I . yy. ikinci yarısına kadar, şayet hazinede yeterli para y oksa, sefere ç ıkılacağı zaman, ordunun giderlerini kaşılamak için halktan bir kereye özgü olamak üzere toplanan amn::. akçesi,hedel-i nü::.ül (konaklama), hedef-i siirsat (yem), hedef-i kiirekçi ( sav aş tekne­ lerine kürekçi temini) vb. gibi vergiler o tarihten itibaren artık hem sürekli hale getirilmiş, hem de miktarları neredeyse her y ı l yeniden belirlenir o lmuştur. Oysa, Lütfi Paş a'nın ' 'Asafname" adlı kitabında y azdığına göre, diyelim avan: akçesi, örneğin Yavu: Sultan Selim döne­ minde sadece hir ke::. ve eı· başına 20 akçe olmak üzere toplan­ mıştır. Ama, önce ev başına her y ı l 40 akçeye çıkarılan bu ver­ gi, XVII. yy. sonlarında ev başına 300 akçeyi bulmu ştur, tarih­ ç ilerio belirlemelerine göre. Bu vergileri de, eskiden olduğu gibi devlet kendi adı na halk­ tan toplamamaktadır üstelik. U lema, bu işin özelleştiri lmesini de ustaca gerçekleştirmiştir yani. Artık vergilerin t oplanması işi de, tıpkı diriikieri n yeniden dağıtılmasında olduğu gibi, her yıl yeniden açık artırmaya çıkarılmakla ve kim daha fazla ödemeyi ü stlenir ve daha çok rüşvet verirse, ona devredilmektedir. Bu u ygulamaya da, '"devlete ait hir gelirin hir hedef karşılı­ '�mda geçici olarak birisine kiralanması ı·eya devredilmesi" an­ lamına "mukataa " veya " ilti:anıat'' ihaleyi alan kişiye de "mülte::.im " deni lmektedir. Kuşkusuz, bu uygu lamada da, "nıülte:inıler, rüşı·et re muka­ ..

t aa hedefi olarak ödedikleri falıiş paralan fcdasıyle çıkarahit­ mek için halka biiyük ölçüde :u/üm ve lıaksı: lıklar yapmışlar­ dır" gene tarihçilerio belirttiklerine göre.

Ancak, bu yöntemle toplanan gelirler de, her geçen gün biraz daha artan giderleri bir süre sonra kaqılayamaz olmuştur doğal­ lıkla. Hele hele. IV Murad döneminde alınan zorlayıcı önlemlerle


bu açık bir ölçüde kapaıılm ışsa da, X VII. yy. sonlarına doğru, 1 6 83 'te, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa' nın cihangir olma tut­ kusuna kapılıp tek başına karar vererek kalkıştığı Viyana kuşat­ masıyla başlayan Avusturya savaşının, üstelik dört bir cepheye yayılarak tam 1 6 yıl sürmesi ve bozgunla sonuçlanması yüzün­ den hazine iyice tamtakır hale gelince, Sultan I I . Mustafa döne­ m inde, 1 695 ' lerde, bir yandan kimi zenginlerin parasına el ko­ nulur, tütün, kahve gibi maddelerin rüsumları artırılırken, Def­ terdar (u lema) Köse Halil Efendi de, mukataa yöntemini bir adım daha ileriye götürmüş ve vergilerin artık birer yıllığının deği l , birkaç y ı l l ığ ının birden mültezimlere ihale edilmesine başlanılmıştır. K ısacası, Osmanlı İ mparatorluiJu mali açıdan ayakta durabil­ mek için, artık geleceğini de ipotek etmekte dir yani. Kimi mültezimler üstlendikleri y ü kümlülükleri yerine getir­ meyince de, bu kez güvenilir bir s arrafı kefil göstermesi isten­ m iştir onlardan. Zamanla da hazinenin gözünde güvenilir olan bir sarraflar sınıfı oluşmuş ve onlara "ku.vruklu sarraj7ar" denil­ miştir. Yani, artık murabahacılar, tefeciler, sarraflar, kuyruklu sarraflar dönemi başlamıştır Osmanlı l arda. Görüldüğü gibi, u lemanın güya hazineye yeni gelir kaynak­ ları sağlamak amacıyla bulduğu bu çözümler, İ mparatorluğun mali sorununu çözmek şöyle dursun, Prof. Berke s ' in de belirtti­ ği şekilde, bir yandan rüşvet vb hastalıkları kamçılayarak Os­ man l ı düzeninin çürümesine neden olurken, öte yandan asıl kö­ tü lüğü Osmanlı ordusunun beşte dördünün sağlandığı ikta siste­ ınini bil inçli bir biçimde yozlaştırıp çökertmekle yapmıştır, biz­ ce hiç kuşku yok ki . . . Yeniçeriliğin Sonu Yeniçerilik de,

tarihlerimizde belirtildiği gibi,

acaba

1�26'da, II. Mahmu d döneminde, vakanüvislerin "va k' a-i Hay­ riye" _(Hayırlı Vaka) olarak kutsadıkları bir baskınla, .Yeniçeri

kışialarının Saraya bağlı birliklerce top ateşine tutularak ortadan 94


kaldırılmasıyla mı sona erdirilmiştir gerçekten? Oysa, unutmayalım ki, çoğu silah kullanmasını bile bilme­ yen, askerlik eğitimini hi\la "tesfiye kurşun attp , keçeye pala ç ·alnıak" sanan ve neredeyse tamamı artık Kapalı Çarşı esnafı olmuş bu yeniçeri kalıntı ları , güya kazan kaldırdıkları o "ll ay tr­ lt Vaka " günü, 1 S Haziran 1 826' da, kışialarını kuşatan silahsız halka karşı dahi silaha sarılarak kendini savunamamıştır, gene aynı tarihçilerin yazdıklarına göre. Bu nedenle, Yençeriliğin sona eriş tarihi de, bizce, Yeniçeri kışialarının topa tutulduğu 1 S Haziran 1 826 değil, tam iki yüz­ yıl önce Sultan II. Osman' ın (Genç Osman ' ın) yeniçeri eliyle katiedildiği 20 Mayıs 1 62 2 olsa gerektir galiba. Çünkü, topu topu üç çeyrek yüzyıl gibi kısa bir süre içinde bir uç beyliğinden tarihin en uzun ömürlü imparatorluklarından birini kurmuş şanlı Yeniçwiler, tam 2S gün süren Hotin Kalesi kuşatmasında, değil kalenin fethi, kale önündeki hendekiere si­ perlenmiş savunma birliklerini bile yerlerinden söküp atama­ mışlardır ama, İstanbul ' a döner dönmez t uzaklar kurup, Osman­ lı tarihinde ilk kez ve üstelik adı gene Osman olan bir sultanı tahttan alaşağı ederek, boğup öldürmüşlerdir. Yani, artık Saray içi entrikalara da karışmışlardır, iç politikada bir taraftırlar. Ve ne yazık ki , üzerlerine hanedan kanı da sıçramıştır. Görüldüğü gbi, III. Murad'la birlikte S araya girmeyi başaran ve daha XVI. yy. sonlarına gelmeden, kısa bir sürede saray içi ik­ tidarı ele geçiren u lemanın ilk hedefi , bizce hiç kuşku yok ki, Yen içeri Ocağı olmuştur. B ilindiği gibi, Yeniçeri Ocağı, I. Murad döneminde tutsak alınmış ve Acemi Oğlanlar Ocağı ' nda eğitilmiş Hıristiyan ço­ cuklarından oluşturulmuştur. . 1 402 Ankara S avaşı yenilgisinden sonra bir süre yeni yerler fethedilemediği için de, Yeniçeri Oca­ ğı ' nın gereksindiği sayıdaki çocuk, Çelebi Mehmed dönemin­ den iti���!l· bu k.ez Osmanlı _l!)'fl!KU olım_ Hıristiyanlar arasın-dan devş_irilmeye başlaı:i1IinıŞiır. �':!... 9 evş_i_!Q!e 5ocuklar d_<_l_,__tıpl�.ı. . Tu_t s�klar gibi önce Acemi Oğlanlar Ocağı 'nd; egitif�rek Yeniçe­ i'IOC,\fı ;na alınmı�lar. yetenekli[eri daha sonra Enderun M ek te-


bi 'nd� yetjştirilerek üst düzey_yöne!ici yapılmışlardır.

_

---O rneğin, Osman Nuri Ergün, "Türk Maarif Tarihi;; adl ı çalış­

masında, Tayyar:ade Ahmed ' in "Ata Tarihi" nin ikinci cildinde "Enden111 Mektehi'nden tam 79 sadra:::ı m, 3 Şeyhiiiislam ı·e 3(ı Kaptan-ı Der ya' 11111 yetişmiş oldu,� unu" yazdığını belirtmekte­ dir.

Mehmet Zeki Pakalın' ın, Tarih Deyimleri ve Terimleri S öz­ lüğü ' nde verdiği bilgiye göre ise, ''Hafı: Refik Bey de, Endenm Mektehi' nden yetişmiş sadra:am sayısın ı 64 olarak" vermekte­ dir. Ancak, hemen şunu da belirtelim ki, kuruluşundan ta XVII. y y . sonuna kadar Osmanlı İmparatorl uğu'nda sadrazamlığa ge­ tirilmiş kişi sayısı da sadece 9 9 ' dur. Üstelik, I V. Mehmed döne­ minde , XVII. yy. ikinci yar ısının başlarında, devşirme usuliinı'in hütüniiyle kaldmldı,�ı ve Acemi Oğanlar Oca,�ı ile Enderun Mektehi' nin kapatıldı,�/ düşünülürse, XV ve XVI. yy. lardaki Osmanlı sadrazamlarının neredeyse tamamının Yeniçeri Oca­ ğından yetişmiş olabileceğini söy lemek , galiba gerçeğe pek de aykırı düşmese gerektir, doğrusu. Bu nedenle, ulema da, y ukarda değindiğimiz gibi, saraya egemen olur olmaz hemen sadrazamlık kurumuyla oynamaya başlayarak Ocaklı sadrazamların bumunu kırarken, asıl Yeniçe­ ri Ocağı'nın yapısını kökten değiştirecek yeni uygulamalar baş­ latmıştır. Örneğin , daha III. Murad döneminde, Yeniçeri Ocağ ı ' n a yal­ nız devşirme Hıristiyan çocuklarının alınması ilkesini çiğnete­ rek, birtakım yakınlarının "Şeh:::ade Mehmed' in siinnet dii.�ii­ niinde hi:mette hulwıduklan için " Yeniçeri Ocağı ' n a alınmaları konusunda S ultan III. M ura d' ı n gerekli buyruğu vermesini sağ­ lamışlardır. Daha sonra, gene I I I . Murad döneminde İran ve Avu sturya savaşları sırasında da, bu kez "yeterli sayıda dCl'şimıe Hıristi­ yan çocuğu hulunamadı,� ı " gerekçesiyle, bazı Müslüman ço­ cuklarının Ocağa "kul kardeşi" adı altında alınmasını başarmış­ lardır. Wı


Nitekim Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarş ı l ı da, bu nedenler­

Ic " Yeniçeri Oca,� ı ' nın asıl bo::ulnw,�a haşlaması /11 Murat/ ::u­

manuıdan itibaren olmuştur diye yazmaktadır. ( Osmanlı Tarih, c-3, K-2, s . 274)

Nitekim Ko�·i Bey de, bu olayı öfke li bir dille, "Bu tarikle ye11/�·en ocu.� ı ' na su kodu/ar. Oca,� ın parlaklı,�I, gii::elli,�i ı ·e kanu­ nu gilfi O tarihten beri oca,� a. milleti ı·e me::lıebi bi/inme:: şehir o,� lanlan . Tiirk, Çingene, Tatar, Kı"irt, La::, yöriik, katıru, del 'c­ ci, lwnmwl, a,�dac 1 , yankesici katılıp, ayin erkan bo::uld 11. Ka­ nun, htide yıkıldı . diye anlatmaktadır l ayihas ı ' nda. Prof. Mustafa Akdağ ' ın , ' 'Tı"irk Halkınlll Dirlik ı·e Dii::enlik Kal 'gw·ı " adlı çalışmas ın daki saptamalarma göre de, d Cl' Şi i m e olmayan bu kişi lerin bir kısmı, tarihe "Sulıte ayaklanma/an " di­ ye geçmiş olaylara katılan medrese ö,�rencılerinden ( Suhre' ler­ -

den) bazılarıdır. Yani, tıpkı bugün şeriatçılarımızın İmam Hatip Lisesi 'ni biti­ renlerinde de Harp Okuluna al ınması için çırpınmaları gibi, u le­ ma da, ta XVI. yy. ortasında Yen içeri O ca,� ı' nuı Acemi Oğlan­ lar ve Enderun okullarının elinden alınıp medreseleştirilebilnıe­ si için özel çaba harcamıştır galiba. Bilindiği gibi, kapıkulu denilen ve Osman lı hazinesinden maaş alan askerler yalnız yeniçeriler değildir. Cebeciler ( ok, yay, kalkan, mızrak, cebe-zırh -, t ü fek, barut , kurşun vb. gibi sa­ vaş gereçlerini üreten, koruyan, onaran, savaşta cepheye getiren askerler), topçu/ar. top arabacıla n . Altı böhi� halkı den ilen su­ variler, tersane halkı denilen denizciler, s ınır boylarında görev­ lendirilimş akıncılar, deliler vb. kapıkulu raifesi de Osmanlı ha­ zinesinden maaş almaktadır. Dolay ısıyla, u lemanın, artık devşirn1e olmayanların da atan­ masını sağladığı yer, yalnız Yeniçeri Oca,�ı da değildir. Nitekim, Kcltip Çelebi nin verdiği bilgilere göre, Kanuni ' den sonra öteki kadrolar da hızla şişmiştir. Örneğin, "Kanuni Sultan '

Sı"ileynwn · ın son :: amanlannda derfet lw::inesinden 11/(WŞ alan­ Iann m('l ' clldu .JO 400 iken" l l l . !VIurad dönemi nde bu rakam neredeyse bir kat artın ı � .

1 5 95 ' dc 8/ 8 7rJ " i . / 609 ' da 9/ 2(fl " ri . lJI


l l Osman döneminde de yii: hini hu/muş" ıur. Yeniçeri Ocağ ı ' ndaki asker sayısı da, Prof. Uzunçarşılı 'nın yaptığı hesaplara göre, "Kanuni döneminin sonuda, ll. Selim ' in

tahta çtktştnda /] 300 iken . ///. Murad döneminde birden 27 hi­ ne çtknuş, XVII. yy. başlannda 37 600 ' ii !m/muş . IV Murad dö­ nemine gelindi,� inde tam 46 hine ulaşmışttr. " (Osmanlı Tarihi,

c-3 , K-2,s.275-335) Bu artışla, yeniçeriliğin Osmanl ı ' lardaki ücretli tek devlet görevi oluşu da, elbette büyük rol oynasa gerektir. Çünkü, İmpa­ ratorluğun söz konusu yüzyılda içinde bulunduğu ekonomik ko­ şullar da düşünülürse, Ocaklı olmak gerçekten de tam anlamıy­ la bir güvencedir, bir ayrıcalıktır. Bu nedenle de, artık devşirme olmayanların da ocaklara alınmaya başlanıldığı duyulur duyul­ maz mutlaka çok sayıda kişi çeşitli şekilllerde başvurmuştur. Ocaklı sayısının bunca kısa sürede bunca çok artmasına bakıla­ cak olursa, bu atamalarda rüşvet de büyük rol oynamıştır mutla­ ka. Nitekim, Prof. Uzunçarşılı da, " Osmanlt Deı 'leti Teşkilatlll­ dan Kaptku/u Ocak/an " adlı çalışmasında, bu yeni uygulama­ nın, öteki görevlilerle birlikte S arayda söz sahibi u lema için de "yeni hir gelir kayna,� t yaulfft,� llll" belirtmektedir. Koçi Bey de, IV. Murad'a sunduğlı o ünlü /ayihas ında, III. Murad ' ı n başlattığı bu uygu lamayı yerden yere vururken, Yavuz Sultan Selim' in Mısır Seferi sırasında, defterdan n, lı azine adına bir bezirgandan 60 bin filorin borç aldığını , daha sonra ödemek için çağırdığında da, bezirganın; "Padişahmun t'ilkcsindeki ma­

/mı nu'i/kiim haddinden fa:/adtr. Lakin hir oğlumdan haşka kim­ sem de roktur. Vndi,�im hu 60 hin filorin deı ·letin olsun , yetn ki Su/talllnt o,�luma iki akçe ulufe/i hir cehecilik IHt_� tşlasllı. de­

mesi üzerine de durumu Padişaha ilettiğini, ancak Yavuz Su ltan Selim ' in dehşetli öfkelenerek; "Şimdi hiiyiik atalanmill ruhu

için hepinizi kat/ednim. Lakin, halk aras111da Sultan Selim Han hir he:irgôm malt için ö/diirtmiiş diye dedikodu çtkmasmdan korkanm. Yoksa, hepini:i ga:ahtnun ktltuy/a /okma /oknw eder­ dim . Te: . he:irgônm parast rnilsin.1' Bir daha da hu i,�renç ya­ ratt.� m teklifinden .1/i: etmeyin yammda lı,- ini:.dcn ltcr kim ki he-


nim hu temi: ku//annıtn aras111a höy/e yabancılan sokmaya kal­ kışır. fe/ah hu/nıasm t ' ' diye lanetlediğni anlattıktan sonra, "Be­ :ir,�flna 60 hi n jilorisi derhal iade edildi. Lakin şimdi altmış hi n de,� il. altmış filoriye altı ceheci tayin ederler. " diye yazmakla­ dır. Daha önce bütün yeniçeriler evlenmemek ve kışlada yaşa­ mak zorunda oldukları hald��-iİlMÜraddöneminde bÜ düzen de bozulmuştur. Artık isteyen i�teci'igfy��dekalmakta, hatta bazıla­ rı çarşı ve paza-rda esnaflık bile yapmaJ.aad.ırlaı:. Do layısıyla, za­ ten savaşçı olmayan bu yeni ocaklıların çoğu seferlere de katıl­ nıamaktadır. Sefere katılanlar arasında da cephede savaşmak ye­ rine, cephe gerisinde salaş barakalar kurup ticaretle uğraşanlar bile olmaktadır. Örneğin, Hotin Savaşında, geride kalıp alış ve­ rişle uğraşan, kahve işleten bu yeni ocaklı ların salaş işyerierini Mehmed Emin Paşa yıktırıp, yevmiyelerini kesince, derhal ayaklanan bu yeniçeriler, "Kahvecimi::in salaşını yıktırmak, hi­ :e var [?if demektir. Vezir-i azam tayınımı::ı kesti ve hi:i istiska/ etti, yem ı ·e yiyecek ı·ernıeyip orduyu perişan etti. diyerek top­ luca İstanbul ' a dönüp, kazan kaldırmışlardır. N itekim, daha 1 62 2'de Lehistan Savaşı bozgunundan dönüş­ te, SÜitan�tr·osman���dU"i'1"i:i�i'-i 'duruİnu�u anlayabilmek için ·--�-··<;· yaptırdıgı yoklamada, kışlalarda rrievcut yeniçeri sayısı ile maaş defterinde kayıtlı yeniçeri sayısının çok farkl ı olduğu görülmüş ve böylece birçok kişinin kıŞİaya bile uğramadan ulufe aldığı veya bazı kişilerin o lmayan askeri' varmış gibi göstererek maaş­ larını ceplerine attıkları anlaşılmıştır. Sultan I I . Osman ' ın ölmeden önce ulemanın yüzüne "Bu fit­ ne erhahuu si: tahrik itnıişe hen:ersi: l " diyerek açıkca belirtti­ ği gibi, bu duru mun ortaya çıkmasından huzuru kaçan ve çıkarı bozulan u lema da derhal gerekli düzenleri kurup askerin kazan kaldırmasını sağlayarak Osmanlı tarihinde ilk kez bir sultanın tahttan indirilip öldürtülmesini gerçekleştirmişlerdir. Bu tarihten itibaren de, Yeniçeri Oca,� ı gerçekten. zengin u le­ manın artık istediği zaman kiralayıp saray içi darbelerde key fin­ ce kullandığı bir ta�enın kuru luştur sanki, sözcüğün tam anla­ mıyla. .. -·-

.

.

.

l)l)


Örneğin Sultan I I . Osman ' ın tahttan inciiritip öldürülmesinin lıemen ardından da bu kez Mere lliiserin Paşa, "Oca,� ın ileri

gelenleri ile Ondiirdiincii hö/iikten Tophaneli A lımed Çelebi' nin eı ·inde hir gi:li göriişme yapıp " Hadım Gürcü Mehmed Pa­ p 'nın yerine kendisini yeniden sadrazamlığa getirmeleri hal in­ de " Yeniçeri kışiaiannın her birine yimıiheşer hin ak�·e ı ·e hö­

/iikhaşılara ikişer yii:: filorin re ha::ı/amıa daha ::iyade ı·e adı gi:li tutulan iki hö/iikhaşıya da onar hin altlll ı ·ermeyi" kabul ederek aniaşmış ve gerçekten de Yeniçeriler daha ilk ''diıwı gii­ nii saha/ı çorha i�·meyip ka::an kaldırarak " , göreve gelmesinden tam 5 ay sonra Sadrazam Hadım Gürcü Mehmed Paşa ' y ı ayak­ larına çağırmış ve "Bre Paşa. haşımı::da seni istemesii::! Çiinkii,

hadım tmfesinden birisinin ı·c::arette hu/wınıasına u1::1 ge/me­ sii::.' Anlaşıldı mı ? Yoksa. hmı�·er iişiiriip seni para/an::! " diye tehdit ederek mührü elinden almışlardır. S onra da Sultan Mu sta­ fa'nın huzuruna çıkıp, Mere Hüseyin Paşa'nın ikinci kez sadra­ zamlığa getirilmesini gerçekten de sağlamışlardır, vakanüvisle­ rin yazdıklarına göre. Bir paşa konağında aşçı iken yeniçeri ocağına girmeyi başar­ mış ve çalıp çırpıp hızla vars ı llaşarak rüşvetle kendini Mısır va­ liliğine getirtip paşalık sanı da almış, uyanık biri olduğu kuşku­ suz Mere Hüseyin Paşa da, yalnız sözünü tutmakla yetinmey ip,

"Ocak ::ahir/erine hi/' atlar giydirip, askere koyun parası Fere­ rek. a,�a kapısına hin kelle şeker göndermiştir" teşekküriye o la­

rak. . . Görüldüğü gibi, Yeniçerilik, B atının gelişen sava� t eknoloji­ si ve yöntemleri karşısında yenik düşüp, artık yeni yerler fethe­ dip zengin yağma olanakları bulamadığı için önemini tam yitir­ mek üzereyken, bu kez de önüne iç p olitikada silalılı taşeron bir kuru luş olarak rol alıp zengin rüşvetler elde etme fırsatı çıkmış ve yeniden önem kazanmıştır. Bu nedenle, Mere Hüseyin Paşa da, ocakl ı l ara yalnız rüşvet vermekle kalmay ıp, ası l esanıe defteri ticaretine, yani yeniçeri sayısı s ın ırl ı olduğu için değeri hergün biraz daha artan maaş cı'i::danı ticaretine devletin göz y ummas m ı sağlamıştır galiba. ı ( )()


Çünkü, o tarihten sonra bu kez de esame defteri (maaş cüzdanı) ticareti alabildiğine yaygınlaşmıştır gördüğümüz kadarıyla. Yani, rüşvet veya başka y ollarla kendisine arka çıkacak bir ulema bulup da ocaga' kayd ıı1ı yaptır ma yı başaran kişi, üç aydan üç aya gidip ulufesini kendisi alabi ldiği gi bi, isterse bir tefeciye toptan veya belirli bir süre iÇin maaşını (esc;me dej(erini) kırdı­ rabilmektedir. Ayrıca, ölenlerin veya başka nedenlerle ocaktan ayrılanların adları da çoğu zaman defterden si linmemekte ve esame ka,� ttla­ n (defteri) tefecilere satılmaktadır. Bu kağıtları satın alanlar, u lufe dağıtılırken, ellerindeki kağıtları göstererk, kuşkusuz ocak ağalarına gerekli rüşveti de verip, gerçekte olmayan yeniçeriie­ rin maaşlarını da alabilmektedirler böylece. IV. Murad, atası III. Murad döneminde önce kıilo,� lu, kul kar­ deşi, a,�a çtra,� t vb gibi masımı adlar a ltında alınmaya başlanıl ­ mış b u devşirme olmayanlar yüzünden yarım y ü z y ı l g i b i kısa bir süre içinde hızla y ozlaşarak artık iç politikada kiralık zorba bir güç durumuna düşmüş Yeniçeri Ocaklarını tekrar eski saygınlı­ ğına v e gücüne kav uşturabilmek için, devşirme düzenine yeni­ den dönülmesi amacıyla birtakım girişimlerde bulunmamış,

"hatta deı·şirme işine hile kanşttran ve rüşvet alan iki devşirme memurunu idam ettirmemiş" değildir. ( İslam Ansiklopedisi, c-

3 ,s.565) Ama hiçbir şey değişmemiş, y ozlaşma daha da hızlanmıştır. Örneğin, yukarda da belirttiğimiz gibi, IV. Murad döneminden topu topu çeyrek yüzyıl sonra, yeğeni IV. Mehmed (A vcı Meh­ med) döneminde devşirme usulünden bütünüyle vazgeçilmiştir, gördüğümüz kadarıyla. Gerçi, deı·şirme usulünün hangi tarihte kaldırıldığına dair gü­ nümüze ulaşmış bir belge yoktur, tarihçilerin bel irlemelerine gö­ re. Ancak. Osman Nuri Ergiin, " Tiirkil 'e Maari( Tarihi'' adlı de­ ğerli <;alışmasında, bu devşirme H ıristiyan çocuklarının Türkleş­ tirilmesi ve Müslüm;mla�tır ı lması için özel olarak kuru l ııı u ş Ace111i O,�! an/w Oca.� t · n ın 1 (ı (ı 5 ' t c kapatıldığın ı he lirı mekte v e I ll i


"1665'te mevcut ağalardan (öğrencilerden) hazi/an Enderun-u �l""\100<'-<' Hümayun' a, hazrian da sipahi ve silahtar bölüklerine gönderi lerek acemi o,�lanlar ocaklan kapatılmış, binaları da medrese­ ye döndü rü lm üştür. diye yazmaktadır. Dolayısıyla, bu okulun kapatılış tarihini , dev�irme usulüne son veri liş tarihi olarak da değerlendirmek, gerçeğe pek de ay­ kırı düşmese gerektir bizce. Ayrıca, Mehmet Zeki Pakalın, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü ' nün '"Devşirme" maddesinde, bu okulların kapatılma­ sından yedi yıl sonra 1 672 'de Kara Mustafa Paş a ' nın Polonyalı­ larla imzaladığı Biieaş Antiaşmas ı ' nda da, a rtık deı-şirme topla­ nılmayacağına dair bir madde bulunduğunu bel irtmektedir. B u gerçeği, ocaklı sayısındaki büyük dalgalanmalardan çı­ karmak da olanaklıdır galiba. Yukarda da değindiğimiz gibi , örneğin, K an u n i ' nin son y ı ll a­ rında 40400 olan ocak lı sayısı IV. M ura d' ın tahta çıktığı günler­ de yüzbini çok aşmış, yeniçeri sayısı da 1 2 300' den 46 bine u laşmıştır. Naima Ta r ih i ' nde anlatıldığına göre, bu durum karş ıs ında şa­ şıran ve yeniçeri ocaklarının yeniden eski gücüne kav uşturula­ bilmesi için mevcudun derhal azaltılarak, tekrar devşirme usulü­ ne dönülmesi gerektiğine karar veren IV M urad, eski yeniçeri katiplerinden Mehmet Efendi ' y i huzuruna çağım ı ş ve 'Baka hi­ "'»V,,•-:,,<,.-�'-'i�

-

"

re' Ocak defteri ho:ul muş olup , yeniçeri ler arasma reayamn ço­ luk çocukları, hamal, ırgad makulesi adamlar ka n şn u şt n : Bım­ lan temi:le. Benim bilgim olmadan deftere hir kişi hile ya:ma! Yoksa, ke//eni uçururıtm!" diyerek yeniden yeniçeri katipliğine getirmiştir. Ancak, sefer sırasında Tokat ' ta , "Padişalıımın huvru,�u ı-ar, yapamam. diyerek Sadrazam B oşnak Hü srev Paşa ' nın bazı adamlarının ocağa kaydedi lmesine karşı ç ıktığı için, derhal gö­ revden alınmış ve yerine o adamları hemen ocağa kaydeden Os­ man Efendi getirilmiştir. Ne var ki, Osman Efendi ' nin de, İstanbu l ' a döner dönmez, pacliph bu y ruğ una aykırı davrandığı için hemen ke llesi vurul­ mu�tur. 1 02


İ lginçtir. Boşnak Hü srev Paşa da, ola ki bu nedenle, güya ye­ ni atandığı Diyarbakır valiliğine gidiyormuş gibi İ stanbul ' dan bir gizli görevle gönderilen Murtaza Paşa tarafından, daha To­ kat' dayken öldürülmüştür. Bu ödünsüz tutumuyla da IV. Murad, ocaklı say ı s ın ı . Kiltip Çelebi 'nin verdiği bi lgi lere göre kısa sürede yarı yarıya azalta­ rak yüz küsur binden elli bine, yeniçeri sayısını da 46 binden 1 7 bine indirmiştir. Ama bu sayı, I V. Mehmed döneminde, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın bozgunla sonuçlanan Viyana kuşatması ve ar­ dından patlak veren savaşlar gerekçe gösterilerek hızla artırılını ş ve XVII. yy. sonlarına doğru yeniden yetmiş bini geçmiştir. B ilindiği gibi, bu "lanetli" yüzyılın son sul tanı I I . Mustafa, 1 695 'te amcası II. Ahmed' in ölümünü duyar duymaz, hemen sa­ ray kapılarından birinin önüne bir taht kurdurtup, kimsenin ge­ lip kendisini sultan ilan etmesini beklemeden çıkıp oturmuş ve s adrazaını çağırarak; "Padişahların hangisi zevk-ii safaya ve ra­

hata düşmüşse, tehaa rahat yüzü görmemiştir. B undan dolayı zevk-ii safa ve rahatı kendime haram edip, büyük atanı Sultan Süleyman gihi bizzat ordunun başına geçip sefere çıkacaRınt. Ordu tez hazırlansın!" diye buyurmuştur. Ama sadrazam, devletin ileri gelenleri, vezirler, u lema he­ men; "Aman su/tanım! ?adişahların ordunun başına ge�·ip se­

fere çıkmaları devlet bütçesine büyük masraflar getirmektedir Halbuki yeniçeri/erin ulufe/eri için hile para yoktw: Memleket harap, reaya herhat olmuştur. Şu an hazinede hir sultanın sefe­ re çıkmasına yetecek para ne gezer. . . diyerek yalvar yakar ol­ muşlardır S ultanı bu sevdadan vazgeçirebilmek için. imparatorluk, gerçekten de Sadrazam Merzifonlu Kara Mus­ tafa Paşa'nın cihangir olma tutkusu uğruna 1 68 3 ' te giriştiği Vi ­ yana kuşatmasından bu yana tam 1 2 yıldır, önce üç, sonra dört devletle aynı anda savaş halindedir ve ardı ardına büyük yenil­ giler alını�. düşman neredeyse Edirne önl erine dek gelmiştir. Köprülüzadc Fazı! Mustafa Paş a ' nın sadrazamlığı sırasında ba­ zı ba�arı lar kazanılmamış, düşman Bal kan lardan çıkarı lmaın ı � 1 03


da deği l dir ya, y ı ll ardır süren bu savaşlardan dolayı hazine söz­ cüğün tam anlamıyla tamtakırdır. Ne var ki, Sultan II. Musta­ fa ' y ı . büyük atası Sult an S ü leyman gibi ordunun başına geçip sefere çık maktan alıkoymak gene de mümkün olamamıştır. Gerçi, I I . Mustafa da, ilk iki seferinde birtakım başarılar ka­ zanmı ştır. Ama ne var ki, üçüncü seferde, 1 697 ' de Zanta sava­ şında büyük bir yenilgi alınm ı ştır gene. Ve çaresiz, ı 6 yıl süren bu savaşlarda büyük zarariara uğranılmış, birçok toprak yitiril­ miş o lmasına karş ın, ı 699 ' da Karlofça antiaşması imzalanmış­ tır. N itekim Prof. İsmail Hakkı U zunçarş ı l ı da, bu büyük yenilgi­ nin nedenlerini araştırırken, sorunun "Devşirme kanununun 1683 seferim/en önce kaldmlnuş olmasuıdan" kaynaklandığını, bu durumun da yeniçeri ocaklarının yapısının kökten değişmesi­ ne yol açtığını belirterek, " Oca,�a her smıftan asker ya:ıldı,�ı

için Ocakta dii:::en (disiplin) kalnul(/ı,�ı gibi, bu toplama ta/imsi: kuvvetler çok defa kaçmaktan ı•e _W(�madan başka bir şey yap­ madıklanndan saı·aşlarda yenilgiden başka SOiliiÇ almak hemen hemen mümkün olmuyordu. " diye yazmaktadır.

Çünkü, devşirme usulünün kaldırılması ve acemi oğlanlar ocağının kapatılması yüzünden artık yeni asker yetiştirilmedi­ ğinden, ocaklar da asker açıklarını "sefer/erde hariçten toplama efrad ile" (erlerle ) karşılamaktalar, ancak "::: a bt-11 rabt bilmeyen

(disiplin tammayan) bu giirüh (siirii) nwharebede çok defa hmp etmekten ziyade esnaflık ı•e çapulculukdan başka bir iş görme::: oldı(�ll" için, vatan savunması gene "eski yeniçeri çocuklarına kalmakta" dır. Ama ne var ki, bunlar da artık birliklerde küçük bir azınlık durumuna düştüklerinden ":aman ::: aman bu baldırı çıplak gı'inlha tabi olmak ::: o mnda" dırlar. " Ocak ni:amının bo::: u lma.wım sebeplerinden birisi de , ocaklı/an n esôme denilen maaş cii:danlanmn alınıp satılması­ na miisaade edilmesidir: Bu esôme , yani ct"i:danlar kırdırı/mak suretiYle hariçten satın alınarak. alanlara karh bir gelir temin etmektedir " ( Osmanlı Tarihi, c-4, B-1 . s . (ı ı 9 ) ''Ocak a.�alannm r e hariçten bir lıarli kimse ilc del ' let rica1 04


li ı·e ULEMA ' nuı höy/e satın alınmış hir hayli esôme ka,�l(/ı mr­ dır " Örneğin, 1 772 yılmda samş sırasmda cephede ölen ordu kadısı . u/emadwı Nimet Ef'endi' nin. terdesinde höy/e hir hayli, giinde hin ih rii::: akçe gelir getirir esôme ka.� l(/ı çıkmıştır. " (a.g.e . , s.62 1 )

"Bundan dolayı ocak a,�a/an ve ocak :::ahir/eri cephede ı ·eya hir haşka yerde yoklama yapı/masma, eratm sayı/nıasma i::: i n ı·ermemektedirler ·· Çünkü. "u/uf'e defterinde kayalı ı·e derietten maaş alan askerlerin ancak dörtte hiri cepheye gitmekte, öteki­ ler riişı·et l 'e iltimas/a istanbul' da kalmayı haşarmaktadırlar. "

Yeniçerilerin zaten neredeyse tamamının dışarda bir işi ve evi vardır. Osmanlının küçümsediği kasaplık, hama//ık, te/la/lık,

kayıkçılık, manavlık, tel/ak/ık, kahveeilik filan gihi siifli işleri yeniçeriler yapmaktadır artık. B u yüzden, sefere katılmak bir yı­ kım olmaktadır onlar için. B u savaşlarda da, eskiden devşirme çocuk toplamaları için Hıristiyan bölgelere gönderilen, adına serdengeçti veya turnacı­ başı dedikleri gözü kara ve ağzı kalabalık yeniçerileri, çaresiz bu kez Anadoludaki il ve kazalara sık sık gönderip bayrak açtı­ rarak, davul vurdurarak, toplayabildikleri haşıho:::uk/arla ordu­ nun açığını kapatmaya çalışmışlardır güya. İşte bu nedenlerle, Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa da, Karlofça Antlaşmasının imzalanmasından sonra, ilk işlerden bi­ ri olarak Yeniçeri Ocağı'nın temizlenmesi girişiminde bulunmuş ve 1 70 1 'de yayımlanan bir fermanla, " Yeniçeri Oca,� ı· n m o sı­

ralar yetmiş hinden fa::: /a olan mevcudu yan yarıya a:::a /tı/arak 34 hine indirilmiştir" tir. Fakat, büyük bir olasılıkla Karlofça Antlaşmasıyla birlikte Avusturya, Lehistan ve Yenedi k ile 25 ' er yıllık, Rusya ile de 3 y ı l lık ateşkes anlaşmalarının imzalanmış olmasının sağladığı barış ortamında, üstelik Yeniçeri Oca,� ı · 11111 hanştaki meı 'C lu!u diye ilan edi lerek asker sayısının b irden 34 bine düşürülmesi belki kazasız belasız gerçekleşt irilmi ştir ya, ne yazık ki bu önlemlerin ömrü pek de uzun sürmemi �tir. Çünkü. aynı yüzyı lın j ())


ortalarında Yeniçeri Ocağı 'nın mevcudu yeniden yetmiş bini geçmhtir, gördüğümüz kadarıyla. Üstelik, Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı 'nın "Osmanlı Devle­ ti Teşkilatından Kapıkulu Ocakları" adlı çalışmasında verdiği bilgilere göre, yeniçeri sayısının hızla artmasının önemli neden­ lerinden biri olan "e same defieri ticareti" de, bu yüzyılın ilk ya­ rısında, I. Mahmud döneminde, 1 73 9 ' dan itibaren devletçe de resmen tanınmış ve serbeslee alınıp satılmasına izin verilmiştir. Yeniçeri Ocağının Ulemanın Öcüsü Haline Dönüşü... Görüldüğu gibi, Yeniçeri Ocağı' nın savaş teknikleri ile araç ve gereçlerinin, Batılıların yeni ateşli silahları ve düzenleri kar­ şısında artık çağdışı kalınağa başladığı III. Mehmed döneminde, 1 596'daki Eğri Savaşı bozgununda belli o l muş, eski görkemli savaş gücünü tamamiyle yitirdiği de, aslında II. Osman döne­ minde, 1 62 1 ' deki Hotin savaşında bütün açıklığıyla gün yüzüne çıkmıştır. Ama ne var ki, ta 1 575 ' lerde Saray içi iktidarı ele geçirmiş olan ulema, bu gerçeği açık açık gördüğü, çok iyi bildiği halde, ilginçtir 1 82 6 ' da, II. Mahmud' l a anlaşarak kapatılmasına karar verinceye dek, tam iki yüz elli yıl boyunca Yeniçeri Ocağı' nın iyileştirilmesi konusunda hiçbir girişimde bulunmamıştır. Hatta, ordunun iyileştirilmesine çalışmak şöyle dursun, yu­ karda da açıklamaya çalıştığımız gibi, tam karşıtı, fetihlerin ar­ dı kesilip, hazine parasal sıkıntıya düşmeye ve ü lkede birtakım toplumsal olaylar patlak vermeye başlayınca, sorunun, ordunun tirnar sistemiyle sağlanan kesiminden kaynaklandığına karar ve­ rilerek, daha Kanuni döneminde başlatılan, Sadrazam Sokullu Mehıned Paşa tarafından III. Murad döneminde de sürdürülen, ikta sistemiyle ilgili girişimler, Sarayda iktidarı ele geçiren u le­ maca derhal kundaklanmıştır. Üstelik, yalnız bu girişimleri durdurmakla da ka lmamışlar, ikta sistemini asıl amacından saptıracak şekilde, önce tirnarların gazilere dirlik o larak verilmesi geleneğini değiştirip. boşalan ti­ nıarları veya henüz dağıtılmamı� yeni yerleri artık n111kataa u suı ()(ı


lüyle açık artırmaya çıkararak dağıtmaya başlamış lar, daha son­ ra da, 1 599 ' lardan itibaren timar (dirlik) sahiplerinin askeri hi:­

met (saraş halinde orduya asker g6ndernıek) yerine tinwr gelir­ lerini ha:ineye ödemeleri için haskt yapmaya başlamışl ardır.

(Prof. Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, c-2, s.205) Öyle ki, henüz 14 yaşındayken elinden tutup tahta oturttuk­ ları çocuk sultan I l . Osman ' ın, bir heves le ordunun başına geçip çıktığı Lenistan seferinden, hiçbir başarı elde edemedikleri için kırgın döndüğü Yeniçeri Ocağı 'nda artık birtakım "ts/ahat" gi­ rişimlerinde bulunulması gerektiğini yüksek sesle düşünmesine ve çocukca kırgınlıkla da Ocak 'ta sayım yaptırmasına bile ta­ hammül edememişlerdir. Derhal birtakım entrikalarla, S ultan, en iyi savaşçıların Mısır ve Şam'da bulunduğuna, dolayısıyla Yeniçeri Ocağı 'nda bir ts­ /ahat y apmak yerine, Mısır ' a gidip yeni bir ordu kurmasının da­ ha doğru olacağına inandırı lmış, hatta yeniçerilerin kuşkulanıp ayaklanmamaları için de, gezinin sanki Hac gezisiymiş gibi açıklanması sağlanıp, Sultan ' a yalan bile söyletilmiştir. Böylece " ts/ahat" konusu ustaca gündemden çıkarıldıktan sonra da, el altından Sultan ' ın Hac ' a değil Mısır ' a giderek, orada yeni bir ordu kuracağı ve başına geçip İstanbul ' a dönerek Yeniçeri Ocaklarını topa tutturup kapattıracağı dedikoduları u staca y ayı­ larak yeniçeriler kışkırtılıp ayaklandırılmış ve Sultan 'ın tahttan indirilerek öldürülmesi sağlanmıştır, kendisinin de ayaklanma s ırasında ulemanın yüzüne açık açık söylediği gibi. Yani, ulemanın, ordunun yeniden eski gücüne kavuşturulma­ sı amacıyla herhangi bir girişimde bulunması şöyle durs un, bu konuda bir başkasının girişimde bulunmasına da tahammülü yoktur, görüldüğü gibi. Üstelik, orduyu (veya Yeniçeri Oca,� t ' m ) iyileştirmek amacıyla herhangi bir girişimde bulunmaya niyetle­ nenleri de, ilginçtir gene Yeniçeri O cağı ' nın kendisini kullana­ rak cezalandırmaktadırlar. Kuşkusuz, yeniçerilerin de Ocağa yükleni len bu yeni işlev­ den herhangi bir şikayetleri olmasa gerek ki, verilen görevleri gönü llü olarak derhal yerine geti rmektedirler. Örneğin. "�·ocu,�wı sıt!tanlt,�t cai:dir. lakin mecnunun şer ' an 1 07


mi: de,�ildir" şeklinde ulemanın verdiği bir fetva ile Divane I. M ustafa 'nın yeniden tahttan indirilip, yerine onbir oniki y aşla­ rındaki IV. Mur ad 'ın tahta oturtu lması sırasında herhangi bir so­ run çıkmadığı için Yeniçeri Ocağından herhangi bir görev isten­ memiştir ama, IV. Murad ne zaman ki yirmi yaşına basıp, yöne­ time el koymaya kalkışmıştır, çıkarı bozulan u lema hemen göre­ ve çağırınıştır Ocağı. B il indiği gibi, IV. Murad saltanatının sekizinci yılında artık yirmi yaşına basıp yönetimi ele almaya karar verir vermez, ilk iş olarak hemen Boşnak Hüsrev Paş a ' yı görevden alıp yerine Ha­ fız Ahmed Paşa 'yı sadrazam yapmış, musahihlerinden Hasan Halife ' y i de yeniçeri ağalığına getirmiştir. Hiç beklemedikleri bu değişiklikler üzerine de, çıkarı bozulan ulema derhal hareket geçerek, yeniçerilerin "Bize Hiisrev Paşa' dan gayn serdar ge­ rekmez!" diye ayaklanmalarını sağlamıştır. Tam 1 7 kişinin kellesini isteyen yeniçeriler, önce Atıneyda­ nı 'nda toplanmışlar, sonra S aray kapısına dayanıp içeri girerek IV. Murad'ı ayak divanma çağırmışlardır. Genç sultanın, bu 1 7 kişinin kendilerine verilmesinden yana olmadığını anlayınca da, " Verirsiz .. . Verirsiz . . . Elbette verirsiz. Yoksa, iş haşka olur!" di­ y e tehdit etmişlerdir onu. Çaresiz, Sadrazam Hafız Ahmed Paşa huzura çağrılmış, ancak yeniçeriler Padişahın önünde birden üzerine saldırıp şehit etmişlerdir onu. Önce, biri arkadan bir kı­ lıç darbesiyle başını ikiye ayırmış, sonra da hep birlikte üstüne üşüşüp, kı!tç ve hançer iişiirerek parça parça etmişlerdir Sadra­ zamı. Bu olay karşısında dehşet içinde kal an Sultan, mendiliyle yüzünü kapatarak a ğiaya ağiaya içeriye kaçmış ve ayaklanma­ nın bir an önce sona ermesi için, başka umarı bulunmadığından, bütün bu olayların baş düzenleyicisi olduğunu bile bile Recep Paşa 'yı sadrazamlığa getirmiştir. Ama, bu olayları bir türlü unutamamış ve yeniçerileri Recep Paşa ile birlikte kışkırttığına inandığı eski sadrazarnın Boşnak Hüsrev Paşa 'yı, gizlice planiayarak bir ay sonra, 1 63 2 yılı Mar­ tında Tokat 'ta öldürtmüştür. Bu olay üzerine, S ultanın kendi sini de kesinlikle bağışlamayacağını anlayan Recep Pa�a, tek <;özümün IV. Murad ' ın tahttan I OR


indirilmesi olduğuna karar vermiş ve Yeniçeri Ocağı 'nı bir kez daha ayaklandırmıştır. Kazan kaldırıp, gene S aray ' a girerek Sul­ tanı ayak divanına çağıran yeniçeriler: "Sen , Hii.1Teı· Paşa gihi

yararlı hir ve::iri katiettirip kendi del'lerine yara açtın . Ce//at­ lar/a birlikte. şimdi Hasan Halife' yi, Musa Çelebi ' yi, Defterdar Mustafa Paşa 'yı hi::e \'ermelisin . Gayri sana itimadınu:: kalma­ mıştır. Sakın şeh::ade/ere de kıynuş o/mayası n. Çiinkii halk ara­ sunta şehzade/eri ho,�durdu,� wıa dair de şayialar �·ıkmıştır. On­ lar da hi::im efendimizin o,� u//andır. Şeh::ade/eri çıkanp hi::.e göster Yoksa i na nma::ı:: . demişlerdir. Küçük kardeşleri, dört şehzade B ayezid, S üleyman, Kasım ve İbrahim getirilerek gösterilmiştir. Ancak, bu kez de, "Sana gı'irenmezi::. Kefil isteri::! " diye tutturmuşlar ve güya Sadrazam Topa! Recep Paşa ile u lemadan Şeyhülislam Ahizade Hüseyin Efendi IV Murad 'a kefil olmuşlar da, böylece ayak divanı olay­ sız kapanmıştır. Ama, S araydan çıktıktan sonra, Hasan Halife 'yi, Defterdar Mustafa Paşa 'yı, Sultanın sevgili müsahibi Musa Çelebi ' y i , sak­ landıkları yerleri bildireniere büyük ödül ler vererek yakalayıp Atmeydan ı'na getirip hemen öldürmü�ler, ardından da IV Mu­ rad ' ı tahttan indirip yerine en büyük şehzade Beyezid' i tahta çı­ karmak için hazırlıklara başlamışlardır. Ne var ki, Hasan Hali­ fe 'nin yerine yeniçeri ağalığına getirdikleri Köse Mehmed Ağa ile asilerin elebaşılarından Rum Mehmed 'in, " Intikamımı::. ye­ ta ince alınmıştır" diyerek karşı çıkıp, hazırlıkl arı Saraya haber vermeleri s ayesinde olay bastırılmıştır. B ir iki ay sonra da, herkesin e ğlencede olduğu bir bayram günü, S ultan IV. Murad, s adrazam Recep Paşa'yı çağırtmış, "Gel hakalım topa/ ::or/w haşı!" diye kabul etmi�tir huzura. Sonra da, ilk ayak divanının yapıldığı gün dışarıya çıkmak üze­ reyken, kendisine "Su/tamm ahdest alıp da öyle çıksaydmı::" dediğini anımsatarak, alaylı alaylı Hele kôjlr. ahdest a/dm n u h ire ') " demiş v e hemen orada boğdurtup öldürterek. cesedini ka­ pıda bekleyen adamların önüne attırınıştır. Böyle bir şeyi hiç bek lemiyar o lsalar gerek ki, zorbalar Su ltanııı gazabmdan kor1 09


k up . sessizce dağılıvermi�lerdi r hemen. Yukarda da belirttiğimiz gibi, Sultan IV. Murad daha sonra da sanki bir ulema avına çıkmı �tır ülkede. Şeyhi.i l i s lam Ahizade Hüseyin Efendi'yi de, annesine gönderdiği bir pusulayı bahane ederek , o ğluyla birlikte öldi.irtmüştür. İktidarının en parlak döneminde, henüz 29 yaşına basmış basmamışken, IV. Murad' ın aniden hastalanıp ölüvermesinde de, ulemanın parmağı gerçekten hiç yok mudur acaba? Çünkü, IV. Murad'ın bu ani ölümü üzerine, bizce hiç kuşku yok, camilerde, medreselerde, mescitlerde, türbelerde, tarikat dergahlarında gi zli gizli çok sevinç duaları, teşekküriyeler okun­ mu ş, kurbanlar kesilmiş, sadakalar verilmiştir mutlaka, ulema­ ca. Ü stelik, böyle genç yaşta hastalanıp öldüğü için de, ne ken­ disinin tahttan indirilmesi konusunda, ne de, zaten hayattaki tek şehzade olan Deli İbrahim 'in tahta çıkarılması konusunda Yeni­ çeri Ocağı 'na gerek duyulmuştur. Ama, Deli İbrahim de hacıların hocaların elinde artık iyice zıvanadan çıkıp, aklına estikçe sadrazam kell esi, ulema kellesi uçurtmaya başlayınca, ulema, onu da sekiz yıl sonra tahttan in­ diri p, yerine en büyük oğlu yedi yaşındaki Mehmed ' i babaanne­ sinin kucağında getirterek tahta oturtabilmek için, gene Yeniçe­ ri Ocağ ı ' nı göreve çağırmak zorunda kalmıştır. B i l indiği gibi, Sultan İbrah im, tahttan indirilmesinden kısa bir süre önce, 1 7 E yl ü l 1 647'de, gene okunmak için bir hocanın evine giderken önüne çıkan ot yüklü bir köylü arabas ının yolu­ nu tıkamasına dehşetli öfkelenmiş ve derhal S adrazam S alih Pa­ şa'yı çağırtarak hocanın ev inde kuyu ipiyle boğdurtup öldürt­ mü ştür. Yerine sadrazaml ığa getirdiği Hezarpare Ahmed Paşa ' da, Pa­ dişahın bu tutarsızlıklarını engellemeye çalışmak şöyle dursun, Prof. Uzunçarşılı 'nın dey imiyle "küpiinii doldurmak" için, ör­ neğin SC/1111/r kürk ve anıber gibi tutkularını daha da kışkırtınca durum iyice kötüye gitmiş ve ulema, artık yeniçeri ağalarından da ri i � ,·et olarak samur kürk istenilmeye başlanı lmasını fırsat biı J (l


Jip, 1 648 yılı Ağustosunda, Şeyhülislam Abdülkcrim Efendi'nin çağrısıyla Fatih Cami i ' nde yeniçeri ağalarıyla bir ortak toplantı düzenleyerek, Sadra::.amın katlinin artık vacip oldu,� una dair fetva verip karar çıkartıp, Yeniçeri Ocağı 'nın ayaklanmasını sağlamışlardır. Yeniçeriler, önce S adrazam Ahmed Paş a ' yı bu­ lup öldü rerek, cesedini Atıneydam 'ndaki çınar ağacının altına atmışlardır. Orada parça parça edildiği için de, adı tarihe, Fars­ ça ''hin parça " anlamına Hezarpare olarak geçmiştir. S onra da, topluca Saraya gidilerek, S ultan İbrahim 'e salıanatının sona er­ diği tebliğ edilmiş ve yedi yaş ındaki oğlu kucakta getiril ip tahta oturtularak yerine sultan ilan edilmiştir. B i r odaya hapsedilen Su ltan İ brahim de , onbir gün sonra öldürülmüştür. Tahta çıktıktan sonra kardeşleri Sü leyman, Selim ve Ah­ med 'le birlikte sünnet olan çocuk S ultan IV. Mehmed' in salta­ natının ilk y ı llarında ise, Yeniçeri Ocağı başkentten hiç ayrılına­ yıp, sürekli sadrazam aziettirip sadrazam atatmıştır sanki . . . Gerçekten de, Köprülü Mehmed Paşa'nın sadrazaml ığa geti­ rildiği 1 65 6 yılına kadar, ilk 8 y ı l lık dönemde tam 1 3 kez sadrazam değiştirilerek, 1 6 yılda 14 sadrazanun atandı ğ ı IL M u­ r ad döneminin rekoru bile kırılmıştır. Öyle ki, kendilerinden habersiz atanan Zumazen Mustafa Paşa ' nın sadrazamlığı topu topu 4 saat sürmüş, haberi duyan Ocaklılar ayaklanarak mührü elinden aldırtmışlardır hemen. Bu dönemde ortaya çıkan bir başka yeni durum ise, artık sa­ dece yeniçerilerin deği l , İstanbu l ' daki sİpahilerin de iç politika­ da etkin rol almaya başlamaları olmuştur, gördüğümüz kadarıy­ la. Örneğin, Hezarpare Ahmed Paşa'nın parça parça edi lip yeri­ ne S ofu Mehmed Paşa 'nın sadrazamlığa getirilmesi ve S ultan İbrahim 'in tahttan indirilmesinde Sipahiler de Yeniçerilerle bir­ likte ayaklanmışlardır. Ne var ki, İ mparatorluğun artık iyice sınırlı kaynakları her iki grubu birden yeterince doyurmaya yetmemiş olsa gerek ki, daha ilk i şbirliğinde bozuşmalar ve S ultan İbrah im' i öldürmeyi de üstlendikleri için yeniçerilere kendi lerinden farklı davranı ldığıı ı ı


m ima ederek, "Padişahtmt:uı kat/i ne !tiiccet ii:ere olmuştur:)" (Sultan İ brahim hangi şer ' i hükme dayanılarak öldürtülmü�t(ir'?) " Ve:::i r-i a:am ile miifiiiden şer ' i damnu: mrdtr.1 dey ip, bu kez de S adrazam Sofu Mehmed Paş a'ya karşı ayaklanmışlardır, Prof. Uzunçarşı l ı ' nın verdiği bilgilere göre. Sadrazaının ve şey­ hülisl amın görevden alındıkianna dair padişah buyruğu bi le çı­ kartmışlardır Saray'dan o baskıyla. Ancak, Sofu Mehmed Paşa, "Emir padişahuıdtr Lakin kara­

n a,�alar hiliir. E,�er a:limi:::i makul göriir/erse miilırii teslim ederii::: . diyerek hemen Yeniçeri Ocağı 'na sığmınıştır gene.

Yeniçeriler de, ola ki bu yeni konuıniarına bir ortak isteme­ dikleri için, sanki o ana dek kendi leri bunu hiç yapmamışlar gi­ bi, "Saraya !tiicum ile hall-l hiimaywı almak da nasil hir işmiş .?

Ve:ir ı ·e mitftiiniin değil kat/edilmeleri, a:/edilnıelaine hile ra:1 de,�ii/ii:. Ti: dağ!lsmlar. Yoksa ciim/esini k1ran:!" deyip, hemen ayaklanmışlardır. Su ltan Ahmed alanına toplanmış sipahiler, dağılmak şöyle dursun, gönderilen habereiyi de öldürünce, yeniçeriler öfkeyle üzerlerine saldırmışlar ve aralarında kanlı bir çatışma çıkmıştır. Midhat Sertoğlu ' nun İslam Ansiklopedisi 'ne yazdığı istanbul maddesinde belirtildiğinc göre de, "pek kan/1 hir şekilde hastl­ n lan h u ayaklanmada 300 kadar acemi si pa lt i ö/miiş " tür. Ancak ilginçtir, Naima Tarihi ' nde verilen bilgi lere göre de, Sadrazam Sofu Mehmed Paşa ile Şeyhülislam Abdülkerün Efendi 'nin yaşamlarını ve koltuklarını y üzlerce s İpahi kelle si uçurarak koruyan yeniçerilerden Koca Muslihuddin Ağa, Sİpa­ hilerin suçlamalarını yanıtlarken, "Hal hi:im meşı·aetimi:le ol­ du, /c/kin kat/i hususunda reyimi: re miidalıa/emi::: yoktur. d iye­ rek, Sul tan İbrahim'i kendilerinin tahttan indirdiğini kabul et­ miş, ancak öldürülmesi olayına kesinlikle hiçbir şekilde katıl­ madıklarını, bu c inayeti bi zzat ulemanın iş lediğini belirtmiştir. Nitekim, bu olaydan kısa bir süre sonra S adrazam Sofu Meh­ med Pa�a ile yeniçerilerin de arası açılını �tır. Oysa, yeniçerilerin bir dediklerini iki cttirmemektedir S adrazam. Ama, sİpahi leri de sar dı�ı etm i� olmanın özgüveniylc artık kendilerini daha üstün 1 12


görmektedirler bazı ocak ağaları, dolayısyla dışardan birini rüş­ vetle sadrazamlığa getirmektense, yönetimi bizzat ele almayı düşünmeye başlamışlardır. Gerçekten de, Ocağın i leri gelenlerinden Kara Murat A,�a. önce çatışma sırasında kendisine sığınmış bir sİpahinin haber verilmeden öldiirtülmesini bahane ederek karşı gelmeye baş la­ mış, sonra da Valide Kösem S u ltan ' la anlaşarak, çocuk padişa­ hın, sadrazamlığının daha dokuzuncu ayı dolmuş dolmamışken mührü Sofu Mehmed Paşa'dan alarak kendisine vermesini sağ­ lamı ştır. Sofu Mehmed Paşa da, bütün maliarına ve paralarma e l konularak Malkara 'ya sürülmüş, orada öldürülmüştür. Kara Mu­ rat Ağa da, Sadrazam Kara Mustafa Paşa olmuştur böylece. Ne var ki, o yıl ramazan ayında kardeşleriyle birlikte sünnet edilirken kucağına alarak çocuk su ltanın kirvesi de olan Kara Mustafa Paşa 'nın sadrazamlığı, Ocak içinde birtakım kıskanç­ lıklara ve sürtüşmelere neden olduğu için çok da uzun sürme­ miştir. Mührü alır almaz müneccim başı Hüseyin Efendi ' ye baktır­ dığı yıldız falına göre kırk yıl sadrazamlıkta kalacağına yürek­ ten inanarak göreve başlamışken, daha ertesi yıl S araya gidip,

"Aman su/tamm, zinhar miihrii yeniçeri ocağından hir haşka kimseye vermeyesin hir daha. Devletin son hu/mastna neden olursun diyerek mührü geri vermiştir, çaresiz. . .

S adrazamlığa, gerçekten d e Saraydan biri, Melek Ahmed Pa­ şa getirlmiştir. Ama onun saclareti de topu topu iki ay sürebi l ­ miştir ancak. Çünk ü , Prof. U zunçarşı l ı 'nın verdiği bilgilere göre, hazine tamtakır olduğundan, göreve başlar başlamaz, tımariardan elde

edilen gelirlerin yansım dirlik sahiplerinin 'hedef-i tımar adıy­ la deı·/ete ödemelerini yasalaştırdığı için derhal Anadol u ' da ka­

rışıklıklar çıkm ıştır. (Görüldüğü gibi, Prof. Niyazi Berke s ' in yukariarda da alıntı yaparak belirttiğimiz- Türkiye İ ktisat Tarihi, c-2, s.205 'te 1 599 olarak verdiği bu tarihi, Prof. İ smail Hakkı U zunçarşı lı. Osmanlı Tarih i . c-3,K-2 s.400 'de 1 55 1 olarak \'er­ mektcdir. Ancak. bu uyg u l ama, doğrusu Avcı Mehmcd döneı ı :ı


minde başlamış olsa gerektir bizce de. ) Merkezde d e yeniçeri ağalarının oluru alınmadan hiçbir iş yapı lmamaktadır. Bütün atamalar yeniçeri ağalarına verilen yüklü rüşvetlerle gerçekleştirilebilmektedir ancak. Üstelik,artık iyice şımaran yeniçeriler u lu fe ve rüşvetle de yetinmeyip, Arnavutluk'ta, B elgrad 'da filan kestirilmiş düşük ayarlı akçeleri İstanbu l ' da, Bedestan ' da zorla satmaya kalkışın­ ca, iş çığırından çıkmış, bu kez de esnaf ayaklanarak Su ltanın kapısına dayanıp, S adrazam ile 1 6 yeniçeri ağasının görevden alınıp öldürülmesini istemişlerdir. B unu haber alan yeniçeriler ise, ağalarının buyruğu ile gene derhal Atmeydan ı ' nda toplanmışlar ve Melek Ahmed Paşa ' nın yerine bu kez de bir başka yeniçeri ağasının, Kara Çavuş Mus­ tafa Ağa'nın sadrazamlığa atanmasını sağladıktan sonra esnafı dağıtmışlardır. Ne var ki, Kara Çamş Mustafa Ağa, "Mühr-ü hümôyrm aya­ '�rma getiri/sin"' diyerek, almaya gitmediği için, derhal Siyavüş Paşa atanmıştır sadrazamlığa. Ancak, Kösem S ultan, bu olaydan dolayı yeniçerilerin gön­ lünün alınması gerektiğine inandığından, S iyavüş Paşa ile şey­ hülislama Ocağa giderek ağaların güvenlerini kazanmalarının iyi olacağını söylemiştir. Bu buyruk üzerine Ocağa gelen S adra­ zam ' a da, Bektaş Ağa, "Bak paşa karmdaş! Sen hu işi ettin am­

ma, iyi etmedin! Bizim müşaveremiz olmadan niçin mührü al­ dl/1 ? Bundan höyle de hizi m meşveretimiz olmadan hir iş edeyim derse n, ı·ezirli,�i edemezsin !" demiştir öfkeli öfkeli. S iyavüş Paş a'da, sakin görünmeye çalışarak, "Padişah haz­ retleri ne huyurursa, fermamna göre hareket ederim. Ferman padişahmdrr. Bizim de, sizin de hoynumuz ise krldan incedir · · dem i ş , hışımla dönmüştür saraya. Ardından yeniçeri ağalarının Ocağa onbin asker daha alınması yolundaki önerilerini de tartış­ maya bile gerek görmeden geri çevirince, u lema ile yeniçeriler arasındaki ili�ki bütünüyle kopmuştur. İki taraf da, ötekini bir an önce temizleyebilmek için birtakım gizli anlaşmalar yaparak ha­ zırlıklara başlamı�l ardır hemen. Kösem Sul tan ağaları, IV. Meh1 14


med ' in annesi Turhan Sultan da yeniçerilere karşı ulemayı des­ teklemektedir. Kösem Sultan ' ın kurduğu p lana göre, yeniçeriler, açık bıra­ kılacak kapıdan gece gizlice S araya girerek, korumalarını temiz­ leyip Su ltan Mehmed ' i tahttan indirecek ve yerine Şehzade Sü­ leyman ' ı padişah i lan edeceklerdir. Ancak, Kösem S u ltan ' ın cariyelerinden biri kurdukları palanları gizlice haber vermiştir padişahın annesi Turhan S ul­ tan 'a. Bunun üzerine, hemen gerekli önlemleri alan Su ltan 'ın adamları da ayak seslerini duyunca yeniçerilerin geldiğini sanıp sevinçle odasından çıkan Kösem Sultan ' ı y akalayıp, orada per­ de ipleriyle boğup öldürmüşlerdir. Ardından, bütün kapılar ka­ patılıp, S aray halkı silahlandırılmış ve Kösem S u ltan ' ın bütün adamlarının kellesi derhal uçurulmuştur. S abah da, bütün ulema, yöneticiler, vezirler S aray ' a çağrıl­ mış ve ulenıadan Hanefi Ej'endi ile Hocazade Mesud Elendi nin önerisi üzerine Sultan Mehmed smıca,� -ı şeri/'i açtırmıştır, yeni­ çerileri karşı halkı direnmeye çağırarak. Ve , ağaların katline fet­ va verilmiştir. Akın akın gelip Saray ' ın avlusunu, önünü, Atıneydam ' nı dolduran halka sipahilerle, kimi yeniçeri bölükleri de katı lınca, yalnız kalan ağalar yakalanıp görevden alınarak çeşitli il iere sü­ rülmüşler, sonra da kimi yolda, kimi gittiği yerde birer birer öl­ dürülerek temizlenmişlerdir. Bu olaydan sonra, gen;ekten de yeniçerilerin bir süre iç poli­ tikada hiçbir etkinliği kalmamıştır gördüğümüz kadarıyla. Nitekim, Prof. Uzunçarş ılı'nın verdiği bilgilere göre, S iya­ vüş Paşa'nın yerine sadrazamlığa getirilen Giircii M e lımeel Paşa da, saclaretinin yedinci ayı daha dolmuş dolmamışken, çok yaş­ l ı olduğu gerekçesiyle görevden alınıp, yerine Tarhoncu Ahmed Paşa 'nın getirileceğini anlayınca, yeniçerileri değil, "sipahilcri tahrik etmiş" ancak bu giri şimi duyulduğundan, derhal cezalan­ dırılmış ve mühür el inden alınmıştır. Okuması yazması da olmayan bu yaşlı Paşa' dan sonra, Sul­ tan ' ın , "Bre Paşa. ne dersin :J Bu nıasanf'e para _ı ·efişlimıeri la'

l l :'i


ahhiit eder misin ? " diye açık açık pazarlık ederek sadrazamlığa getirdiği Tarlıoncu Ahmed Pa�a ile ardılı Dervi� Mehıned Paşa dönemlerine ise, birinin söz verdiği halde, kendi bütçesinden karşılamak yerine giderleri azaltmaya çalışarak yeniçerilerle si­ pahilerin say ı s m ı dü�ürüp, donanmanın ödeneğini kesmeye kal­ kışması üzerine Saraya çağrılarak sessizce öldürülmü�. diğeri­ nin de birden hastalanıp felç geçirmiş olması yüzünden mühür kolayca alınıp veri ldiği için, zaten bir silahlı güce gerek duyul­ mamıştır. Ama, Derv i� Mehmed Paşa'nın yerine sadrazamlığa getiri­ len, tari hçi lerimizin okuma yazma bilmez, cahil, fakat kendini çok beğenm iş, şöhret düşkünü, bön biri olarak tan ımladığı, o sı­ ralar H alep valisi İbşir Paşa' nın elinden miilır-ii hiimayun' u ge­ ri alabilmek pek de kolay olmamıştır doğru su. Çünkü, sadrazam olduğunu öğrenir öğrenmez hemen başkente gitmemiş, sanki önce taşradaki ayaklanmaları bastırmağa çalışıyormuş gibi ge­ rekçelerle Anadolu 'yu il il dolanıp, tam 4 ay sonra, ardında çe­ şitli vaatlerle kandırılmış, tımarı elinden alınmış sipahilerden, işsiz kalmış segbanl ardan, levent de denilen çiftbozanlardan oluşan 20 bin kişilik bir serseriler ordusuyla dönmüştür İstan­ bul 'a. S anki sadrazamlığa gerçekten atanm ış olabileceğine inan­ ınamaktadır. B ir tuzağa düşmemek için tetiktedir. Nitekim, bu nedenle olsa gerek ki, askerlerini Ü sküdar 'da mevzilendirdikten sonra geçmiştir karşıya. Padişahın, kendisini halası Ayşe Sultan' la evlendirmesi üze­ rine de, o şı marıklıkla derhal zorbalığa başlamış ve ilk işi, rakip­ lerinden kimini çe�itli oyunlarla İ stanbul dı şına göndermek, ki­ mini de öldürterek maliarına el koymak suretiyle saf dışı etmek olmuştur. Daha sonra da, kendi sinin sadrazamlığa getirilmesi ve başkentte bulunmadığı o 4 ayda mührün e linden geri alınmama­ s ı için canıııı bile tehlikeye atan Kaptan-ı Derya Kara Murad Pa­ şa ile sürtüşmüştür. Paşa'nın Sultan tarafından Saraya iki kez kendisine haber verilmeden çağrı lmı1 o lduğunu öğrenir öğren­ mez ona da dü�nıan ke si lnıi� ye donamıı anm b a�nıa geçip bir an önce scfere ç ı kması için düzenler k urmaya ba�la ııı ı�t ır. l l (ı


Bu durumun farkına varan Kara Murad Paşa da, derhal kar­ �ıgirişimlerde bulunmuş ve ilginçtir, kendisi de eski hir \' eniç·cri

a,�ası oldu,�u halde ihşir Paşa 'yı sadra:amlıktan diişiirehilmek için Yeniçeri Ocağı ile değil, sipahilere haşl'llrmuş, onlarla iş­ birliği yapmıştır. Beraberinde getiri p, Ü sküdar'a yerleştirdİğİ sipahiler. seg­ hanlar, leı·entler de, hem kendilerine verilen sözlerin hiçbirinin tutulmam ı ş olması, hem de Donanmanın İstanbul dışına çıkarı l ­ masının hemen ardından kendilerinin d e Yeni çeri Ocağı ' na k ır­ dırtılacakları dedikoduları yüzünden zaten Sadrazam ' a kırgın­ dırlar. Bu durumu iyi değrelendiren Kara Murad Paşa, S adrazarnın gazabına uğramış öteki ulema ile birlikte gerçekten de ustaca, b u askerlerin Üsküdar 'dan İstanbu l ' a geçip Atmeydam ' nda top­ lanarak ayaklanmalarını sağlamışlardır. Önce Sadrazaınla Şey­ hüli slamın konaklarını yağmalayan bu sİpahiler de, sonra S ara­ yın kapısına dayanarak, mührün İbşir Paşa'dan alınıp, ikinci kez Kara Mur ad Paşa 'ya verilmesini gerçekleştirmişlerdir. Kara Mustafa Paşa da, topu topu 3 ay süren bu ikinci sadra­ zamlığında ilk iş olarak, hem Revarn ve Bağdat seferleri sırasın­ da cepheden kaçtıkları için ad/an defterden silinmiş sipahileri yeniden ocağa aldırtm ış, hem de yeni uygulamaya göre yaşlı ye­ niçerilerin öl meleri halinde yerlerine geçmek üzere "Ağa çırağ ı" adı altında Ocağa ücretsiz olarak yazdırdıkları ı·eledeş den ilen oğul larının veya yakın akrabalarının da yeniçeri olmalarını sağ­ lamı�tır. Böylece , Prof. Uzunçarşı l ı 'nın belirlemelerine göre, Tar­ ''

/umcu Ahmed Paşa ' mn sadra:amlı.�ı sırasında .mşumı pahasına 25 hi n 500' e indirmiş oldu,�u sipahi mevcudu \' eniden 50 hi ne 55 hi ne diişiirdii,�ii yeniçeri sm·ısı da RO hi nin ii:erine ç·ıkmış " tır. Yani, bu kez de sipahiler al ikıran ba1kesen kesilmişlerdir Sadrazarnın ba�ına. Yüklü rü�vet lerlc sattıkları görev I ere atama­ sı için her gün yüzlerce k i�iyi el lerinden t utup kar� ı s ın a dikil­ mektedirler. Bir ded i k lerinin iki cttiril mesine de kat lanamamak­ tadırlar üstel ik.


Nitekim Kara Mustafa Paşa da bu y ü zden, sİpahilerin zorba­ lığı karşıs ında daha fazla dayanamamış ve Sultan'dan Hacca git­ mek için izin alarak üç ay sonra sadrazamlıktan istifa edip he­ men ayrı lm ıştır İstanbul ' dan. Ardılı Sü leyman Paşa da sadrazamlığa ancak 6,5 ay dayana­ bilmiş ve S u l utan ' ın bir eşref s aatinde, artık yaşlandığı gerekçe­ siyle görevden alınmasını sağlayıp, sİpahilerin elinden canını kurtarmış tır. Çünkü, hemen ardından sadrazamlığa atanan Deli Hüseyin Paşa'nın G irit 'te bulunması nedeniyle, o gelinceye dek yerine vakil (geçici) olarak görevlendirilen Zurnazen Mustafa Paşa 'nın çeşitli dolaplarla ne yapıp edip miihr-ii hiimayun 'u ele geçirdiği haberi duyulur duyulmaz, sİpahil er derhal ay aklanm ışlar ve Slu­ tan ' ı ayak di va m na çağırmışlardır kendilerinden habersiz yapı­ lan bu atamadan dolay ı . . . B u ayak di ı ·a m ' nda da, yanına vezirlerini v e u lemayı alarak ç ı kan Sultan ' a, tam 30 kişinin adının yazılı olduğu bir l iste ve­ rip, hepsinin derhal öldürtülmesini istemişlerdir. Kimi vakanüvislere göre, bu listede annesi Turhan Sultan ' ın da adı vardır ve "Padişah boynuna makreme (mendi/) takıp ağ­ layarak annesinin kendisine hağışlanmasmı rica etmiş" ancak sildirebilmiştir listeden adını. Gene vakanüvis lerin yazdıklarına göre, Sadrazam Zumazen Mustafa Paş a'nın, Sultan' ın l i stede adı bulunanların maliarına derhal el konularak sürgüne görderilmelerini buyurduğunu açık­ laması üzerine de, sİpah iler "Hayır' Onlar katlolunmadıkça fe­ ragat etmeziiz! . . Seni de sadrazam olarak zaten istemeziiz! di­ yerek karşı çıkmışlardır. Padişah çaresiz razı olmuş ve yeni sad­ razaını derhal görevden alarak, hostancı haşıya da hir hatt-ı hı"i­ mayun yazıp listedeki kişi lerin öldürü lmelerini buyurmuştur. Zurnazen Mustafa Paşa'nın saclereti de anca 4 saat sürebilmiştir böylece. Bostancıbaşı, listedeki kişilerden orada bulunanları derhal boğup öldürerek cesetlerini saray duvarının dışına atmıştır. Si­ pahilerde. bu cesetleri Atıneydanı ' ndaki ç ınar ağaçlarının dalla'

l l ıi


rına ayaklarından bağlayıp asarak sal landırdıkları için, bu o l ay a kimi tarihçiler Çuıar Vak' ast , kimi tarihçiler d e Doğu m itoloj i ­ lerindeki meyvesi insan olan vahak ağacından esinlenerek \1o­ ka-i Vakmkiye demişlerdir. Bu olaydan sonra sipalıile1� kuşkusuz daha da azgınlaşmış­ lardır. Artık astıkları astık, kestikleri kestiktir. Kasıp kavurmak­ tadırlar ortalığı. Giderek gemi iyice azıya almışlar, sİpahilere karşı kötü dav­ ranmış kimi vezir ve beyleri cezalandırmak üzere ordunun başı­ n a geçip Anadolu ' y a sefere çıkması için S u ltan ' a da baskı y ap­ maya baş lamışlardır. İ lginçtir, bu durum karş ısında iyice bunalan Saray ve ulema, çaresiz gene Yeniçeri Ocağı 'na başvurm uştur sİpahilerinden kurtulmak için. Sadrazam vekili ile şeyh ülislam , Ocağın eleba­ şılarından Kara Hüseyin Ağa ' y ı gizlice saraya çağırarak, bu du­ ruma bir çare bulmasını istemişlerdir. Ağa 'nın önerisi üzerine de, sanki ordu yeniçerilerin de sİpa­ hi leri desteklemesi yüzünden S u lt an ' ın serdarlığında Anado­ l u ' y a sefere çıkmak zorunda kalmış gibi, hemen ertesi sabah tuğlar cephanelik önüne dikilmiş ve seferle ilgili konuları görüş­ mek üzere bütün yöneticiler, ulem a, yeniçeri ağaları, sİpahilerin elebaşıl arı saraya çağrılmışlardır. Öte yandan, meydan ağa!an da salondaki öneml i noktaları tutup, gerekli önlemleri önceden almışlardır. Bu elebaşı l ar, Padişahın huzurunda yapılan toplantıda da ge­ ne ileri geri konuşmaya başlayınca, Şeyhülislam; "Padişah ii:::e ­ rine tahakkt'inı edip, devet ve reaya nizanıtm howp, ortalt,� t fe­

sada vermeye kalktşanlamı şeriat kt!tct ile ortadan kaldmima­ Ian racihtir. " diye fetvay ı vermiş ve Padişahın işareti üzerine de toplantıya katılan sİpahilerin elebaşıları Hasan' tn, Şam lt M e/ ı­ med' in , Yamak Ali ı ·e Kara Osman ı n hemen arada kafaları uçu­ '

ru lmuştur. D ı şarda bekleyen 20 kadar adamları da derhal öldü­ rülmüşlerdir. Bu olay, sİpahilerin gözünü kısa bir süre için de olsa, kuşku­ suz yıldırmıştır. Ama sanırız. birkaç ay sonra yetm iş ini çoktan 1 19


aşmış bir ihtiyarın, Köprü lü Mehmed Paşa ' nı n sadrazamlığa ge­ tirilmi� olmasın ı gal iba fırsat bilip, eski olanaklara yeniden ka­ vuşmak umudunun coşkusuyla, hemen ayaklanmak için bahane­ ler aramaya baş lamış lardır gene. Örneğin, yaşlı oluşuna bakıp oyunl arına kolayca alet edebi­ leceklerini sandıkları sadrazamın, daha ilk günden çok sert ön­ lemler alarak, kimsenin hükümet işlerine bumunu sokmasına izin vermediğini görünce, daha üçüncü ayda değiştirmeye kal­ kışmışlar, beceremeyince de gözdağı vermek için, bu kez sanki birikmiş ücretlerin i istiyorlarm ış gibi topluca defterdamı kona­ ğına gidip, taşlamı�lar, cam larını kırmışlardır. Bir ay sonra da ayaklanıp , yolda ayaklandıklarını da y anlarında zorla götürerek Atıneydam 'nda toplanmışlardır. Ancak, padişah, ayak divanına çıkarak onları dinlemek yeri­ ne, "Ciilusumdan hni hu sipalıi eşkıyasının fenalı,�ı haddi aş­ mıştır " diyerek sert bir dille ferman yayı mlayıp, onların derhal temizlenmelerini buyurmuştur. Sİ pahi lerin de adam göndererek kendileriyle birlikte kazan kaldırmalarını istedikleri yeniçeri ağaları ise, padişahın bu çağ­ rısına uyup, "Fesat ı·e fltneden hi:: de hıktık. Padişalıımı::ın em­ rini hekliyorduk! '' diyerek hemen harekete geçmişler ve yakala­ dıkları sİpahileri derhal katletmişlerdir. Ancak ilginçtir, bu olayın hemen ardından, Venedikli lerin Çanakkale Boğaz ı 'na çıkartma yapacağı öğrenilir öğrenilmez acele düzenlenen sefer öncesinde de, S adrazam Köprü ili Mch­ med Paşa, sanki yeniçerilerin gene şımarıp Z9rbalaşmalarına ke­ sinlikle izin verilemeyeceğini göstermek için-; özellikle, Çırpıcı Çayırı' nda, ulu fe defterlerini getirterek b ir bir yoklama yaptır­ mış ve sefere katılmayan askerlerin adlarını derhal sildirtmiştir defterden. Çanakkale B ağazı ' ndaki deniz savaşı sırasında da. Anadolu yakasındaki karargahından düşman gemilerini top ate�ine tuttu­ rurken. bazı yeni� erilcrin teknelerini Gel ibolu yakasma yanaştı­ np karaya çıktıklar ın ı görünce, hemen bir kay ığa atlayıp karş ıya gcçmi� v e orada dcrhal kaçaklardan yedi sekiz yü zünün kcllesiı 20


ni vurdurmu�tur. Kaçıp yeniden gemis ine dönmeyenleri de bir bir toplatarak karargahta cezalandırmıştır. S avaş kazanıldıktan sonra da. bir yandan başarılı askerleri ödül lendirirken, bir yan­ dan da. çarpışmanın başında kalyonunu baştan kara ettirip ka­ çan . dolay ısıyla üç kalyonun Venediklilerce yakılınasına neden olan Ferhat Paşa ile bölük komutanlarını, gene cepheden kaçmış ikinci filo komutanı Osman Paşa ' y ı , Tophaneli Mehmed Kaptan ile birkaç mavna kaptanını daha bu ldurtup, askerin önünde diz çökt ürterek kafalarını uçurtmuştur. Bu davranışından dolayı Sadrazama karşı Yeniçeri Oca­ ğ ı ' nda da, "Bu kocanın (Ihtiyarın ) hareketi hareket de,� ildir.

Yeniçeri Oca,� ı ' na da kılıç koyup :::abitlerin katline başladı Bir gün evre! Intnun leelariki görlilmek gerekir. " şeklinde birtakım

hoınurdanmalar başlamamış da değildir kuşkusuz. Ne var ki, Köprülü Mehmed Paşa çok başarılıdır. Venedi k donanmasını yendikten sonra B ozcaada ' y ı ve Limni'yi de al­ mıştır. Nitekim bu özgüvenle, orduda disiplini daha da güçlü hale getirebilmek için, gerek Yeniçeri Ocağındaki, gerekse sİpahiler arasındaki temizliği, seferden döndükten sonra da çekinmeden sürdürmüştür. Örneğin, buyruğuna karşın yeniçeriler in kışlamak üzere Edirne' ye gelmek istememelerinin yeniçeri ağası Ali Ağa ' dan kaynaklandığını öğrenince onu derhal görevden almış, eski görevine dönebilmek için bu kez de yeniçerileri ayaklandır­ maya çalıştığm ı duyunca hemen Edirne'ye getirterek padişahın huzurunda öldürtmüştür. Gene, sİpahi ağalarından Nakkaş Hasan Ağa ' y ı da, B ozca­ ada ' n ın alınmasında yararı görüldüğü için atadığı istanbul illii­ sap a,�alı,�ı (Belediye başkanlığı) sırasında kentin g üvenlik so­ rumlusu paşa ile işbirliği yaparak kendisine karşı sİpahileri ayaklandırmaya kalkışmasm ı bu hizmetinden dolayı bağ ışlamış olduğu halde, Erde) seferine çıkmadan önce Edirne ' de yeniden çevresine topladığı çapulcularla çadırı basıp kendisini öldürme­ ye kalkışınası üzerinederhal yakalat ıp, dört beş yüz arkada�ıyla birlikte öldi.irtmüştü r 121


Köprülü Mehmed Paşa ' nın yeğeni (kardeşi Hasan Ağa ' nın oğlu) , Amcazade H üseyin Pa�a'nın sadrazamlığı sırasında vaka­ nüvisl iğe getirdiği Naima da, kendi adı yla anı lan tarihinde bu olayla ilgili olarak, " Ve:ir-i ô:am, Bo,�a:dan Edirne ' ye gelince­

ye kadar ve Edirne' de her gece yeniçeri ' 'e sipahilerin fesada nıüstait dişlilerinden ve meşhur elehaşılanndan kırk elli kişiyi gizlice öldürttü. Öyle ki Edirne' nin Tunca suyu kenannda bulu­ nan haşsı: adam cüsselerinin adedi bir hayli idi. diye yazmak­ tadır. (Naima Tarihi, c.6,s.3 1 5 ) Kuşku suz, çıkarı bozulan yeniçeri ve sİpah i ağaları i l e birlik­ te ulema da, Köprülü Mehmed Paşa 'nın bir an önce sadrazam­ l ıktan düşürülmesi için sultana baskı yapmakta, dedikodular çı­ karmakta, tuzaklar kurmaktadır. Nitekim, Paşa' nın serdar-ı ek­ rem olarak ordunun başında Erde) seferine çıkmasını fırsat bil­ miş ler ve Abaza Hasan Paşa'nın başına topladığı sipahilerle Anadol u ' da, " Vezir-i ôzam öldürülmedikçe ne sefere çıkan:, ne de ferman olunan yana gideriz. diye Sultana haberci göndere­ rek ayaklanmasını sağlamışlardır. S ultan ' ı n, "Ahdim olsun, !Jlmdan sonra katl-i ônı ile hepsini

kılıçtan geçirtip hiç birini sa,� koymayacağını. Sizleri de kat/e­ derim, lôkin elçiye zeval yoktw: Vann yıkı/m karşımdan! "' diye­

rek habercileri öfkeyle kovması ve ardından ayaklananların öl­ dürülmesi için fetva alıp ferman çıkarması üzerine de, bu kez Abaza Hasan Paşa 'nın sİpahilerinin sanki pişman olmuş ve ulu­ fesini almaya gelmiş gibi İstanbu l ' a dönerek, yeniçerileri de ayaklandırıp S adrazama bir suikast düzenlenmesini planlamış­ lardır. Ancak, başarıyla sonuçlanan Erde) seferinin ardından, Anadolu ' daki sİpahilerin de birden pişmanlık getirerek akın akın İstanbul ' a dönmeye baş lamalarından kuşkulanan Köprülü Mehmed Paşa bu yeni tuzağı öğrenince, hemen defterleri getir­ tip sefere katılmamış yedi bin sİpahinin adlarını saptatmış ve bunlardan İstanbu l ' a gelmiş olanları derhal toplatıp, daha sonra gelenleri de kentin giriş kapılarında yakalatarak binden fazlası­ nı öldürtmüştür. Ötekilerin yakalanıp öldürülmeleri için de fer­ man çıkartmı�tır. 1 22


Görüldüğü gibi, Köprülü Mehmed Paşa 'nın mühr-ü huma­ y u n ' u alır almaz yaptığı ilk iş, yeniçeri ve sipahi_ ağalarının bur­ nunu kırarak, öncelikle onların zorbalıkianna son vermek ol­ mu ştur. B u amaçla, hiçbir baş ıbozukluğa görmezden gelip ödün vermemiş ve gerektiğinde binlerce sİpahi ile yeniçeri kellesi uçurtmuştur gözünü bile kırpmadan. Daha sonra da Anadolu 'da­ ki ayaklanmaları bastırma işine girişmiş ve öncelikle o ana ka­ darki ayaklanmalara destek olmu ş , y ardım etmiş, kanat germiş ne kadar yeniçeri, dirlik sahibi s ipahi, zai m , vezir, sancakbeyi, müderris, kadı, softa, hoca, kim varsa hemen yakalanarak öldü­ rülmelerini buyuru p, adım adım izietmiştir onları. H a lkın elin­ deki silahları toplatmıştır. E linde şeceresi o lmayan hacı hoca ta­ kımınm başlarına sardıkları yeşil sarıkiarı söktürmüştür. Bu önlemler, yeniçeri ve sİpah i ağalarının ocakları artık iç politikada bir zorba güç haline getirmelerine son verdiği gibi, il­ ginçtir, ordu içindeki disiplinin de yeniden sağlanmasına neden olduğu için, askerin savaşma gücünü de kendi liğinden yükselt­ miştir, doğal olarak. Nitekim, bu nedenle Köprülü ' den sonra, oğlu Fazıl Ahmet Paş a' nın ve damadı Merzifonlu Kara Mustafa Paş a'nın sadrazamlıkları sırasında da, ta 1 68 3 ' teki Viyana boz­ gununa kada tam 22 yıl boyunca hiçbir ocakl ı ayaklanması ol­ mamı ştır. Ama, Köprülü Mehmed Paşa daha ilk günden itibaren yeni­ çeri ve sİpahi ağaları ile birlikte burunlarını kırıp, yetkilerini azalttığı için zaten nicedir bir köşede pusuda bekleyen u lema, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın cihangir olma tutkusuyla karşı çıkanları asıp keserek tek başına karar verip zamansız gi­ riştiği Viyana kuşatmasının tam bir bozgunla sonuçlanmasını fırsat bilmiş ve Köprülüler döneminin artık sona ermesi için he­ men girişimi ere başlamıştır. Üstelik, sadrazarnın sefere çıkarken yerine İstanbul ' da kaymakan (veki l ) olarak bıraktığı yakın dos­ tu Kara İbrahim Paşa'yı da. kendisinin sadrazam olmasına ça lı­ şacaklarım söyleyerek kandırın ış lardır. Sonra da, gerçekten Sul­ tan · ın , daha Belgrad ' dayken mührü elinden ald ırtı p Merzifon lu Kara Mustafa Pa�a · mn kelles ini uçurımasım sağlamı�lard ı r. Ye 1 2 _1


rine de bir süre daha ölçülü davranınayı yeğledikeri için olsa ge­ rek, kara İbrahim Paşa 'yı sadrazamlığa getirmişlerdir, tasarladı­ kalrı gibi. Ancak, üç ayrı cephede savaşıldığı halde, Sadrazam Kara İb­ rahim Paşa, ola ki koltuğunu yitirmek korku suyla, iki yıl boyun­ ca İstanbul ' dan hiç ayrılmamış ve yerine, kendisine seçenek ola­ rak gördüğü paşaları serdar ( komutan) olarak atayıp gönderm iş­ tir. Ama ardı ardına alınan y enilgiler üzerine de S ultan kendisi­ ni görevden almış, yerine Sarı Sü leyman Paşa ' y ı sadrazam lığa getirmiştir. Görüldüğü gibi, Köprülü Mehmed Paşa ' nı n yeniden sağladı­ ğı disiplin ordu içinde hala etkisin sürdürüyor olsa gerek ki, ne Kara İbrah im Paşa' nın göreve getirilmesinde ve al ınmasında, ne de mührün Sarı Sü leyman Paşa ' ya verilmesinde Ocaklıların her­ hahgi bir rolü söz konusu olmuştur. Ne var ki, tıpkı Kara İbrahim Paşa gibi İstanbu l ' dan ayrılmak istemediği halde, Sultanın buyruğuyla ordunun başında savaşa katılmak zorunda kalan Sarı Süleyman Paşa'nı n kötü yönetimi ve hataları yüzünden Avusturya cephesinde durum tam bir fela­ ket halini alınca, artık asker dayanamayıp sadrazaımı karşı ayak­ lanmıştır. S arı Süleyman Paşa ' nı n bunu öğrenir öğrenmez otağı­ nı terkederek kaçması üzerine de, Halep beylerbeyi olarak cep­ hede bulunan S iyavüş Paşa ' y ı "Seni re:ir-i ô:am ettik" diyerek zorla otağa getirip sadrazam ve serdar-ı ekrem (başkumandan) i lan e tmişlerdir. S u ltan ' ın , bu oldubitti ye karşı ç ı kınayıp sadaret mührünü acele Be lgrad 'a gördererek cepheden ayrı lmamasını buyurduğu halde, Siyavüş Paşa hemen ordunun başında İstanbul'a doğru yola çıkmış ve Şcyhülislam ' a yeniçeri ağalarının ağzından bir mektup yazdırıp, askerin bu su ltan tahtta oturduğu sürece artık savaşmak istemediğini. bu nedenle IV. Mehmed'i n indirilerek yerine kardeşi Şehzade Süleyman ' ı su ltan ilan etmeye karar ver­ diklerini bild irmiştir. Şeylıüli slam ' ın çağrısı üzerine g:izlicc toplanan ulemamn:

· · nu padişahtan hi: de memnun de.�ili: U lema n a mklar allina 1 2-l


alıp, hir alay yeteneksi: kişiyi ileri çekti, hamsına diiştü, nasi­ hat ka/ml etme: (sö: dinleme:) oldı1. B unun düşiiriilmesi hi:inı de muradımı:dır Fakat, askerin istanlml ' a gelince edepsi:ce (haşma buyruk) hareket etnıeyece,�ine sö: rerirseni:, si:e yar­ dmıcı oluru::.. diye haber göndermesi üzerine de anlaşma sağ­ lanmış ve Sultan I V. Mehmed tahttan indirilerek, yerine Şehza­ de Süleyman, II. Süleyman o l arak sultan ilan edilmiştir. Ardı ardına alınan yenilgiler üzerine gene ulem ayla anlaşıp sadrazam atayarak, sultan değiştirerek saray içi entrikalarda ye­ niden etkin rol oynamaya başlayan Ocaklılar, kuşkusuz, I I. Sü­ leyman' ı tahtta oturttuktan sonra zorbal ığı bırakıp kışlal arına dönmemişlerdir hemen. Hatta, İstanbul ' da sürdürdükleri zorbalıkları artık dayanıl­ maz boyutlara ulaşınca kendilerine engel o lmaya kalkışan Sad­ razarnın konağını basmışlardır. S iy avüş Paşa da, daha saclareti­ nin dördüncü ayında, bu baskın sırasında vurularak ölmüştür. Yerine getiren Nişancı İsmail Paşa da, bu zorbaları cezalandır­ maya kalkışınca, sadrazamlığı ancak 6 1 gün sürebilmi ştir. Bütün bu olayların, gene askeri u staca ku llanan ulemaca dü­ zenlendiğini de, sanırız S u l tan II. Süleyman ile Şeyhülislamı Abdülvehhab Efendi arasındaki, Prof. Uzunçarş ı l ı ' dan aktardı­ ğımiZ aşağıdaki konuşma bütün çıplaklığıyla gösterse gerektir doğrusu. Ulema, Nişancı İsmail Paşa'nın yerine sadrazamlığa getiri­ mesine de ola ki askerin baskısıyla razı oldukl arı, Ocaktan yetiş­ me yeniçeri ağası Tekirdağlı B ekri Mustafa Paşa artık çıkarları­ na dokunınaya başlayınca, hemen Şeyhülislama koşup, Avustur­ ya cephesindeki yenilgileri de bahane ederek, sadrazaını görev­ den alması için Sultan ' a ricaya g itmesini iste m iştir. Şeyhülislam huzura çıkıp; "Sultamnı, efinı/e ulenıa elinizi

öper. \'e :ir-i /i:amın hıyanet/ meydana çıkt(�mdan göreı·den almnıasm ı di/erler. deyince de, Su ltan II. Sü leyman hayretler içinde kalmış ve: " Ya ef'endi! istanlmt da B a,�dat Köşkıi ' nde hepini: hu:uruma gelip, ismail Paşa' nın kötüiiik/erine sayarak, lnrnun ( B ekri Mustafa Paşa' n ın ) kararlılı.� ını. dine IHI,� It!ı,� mı ,


akıllılıf?ını, kavrama yetene,� ini sayıp dökerek, lıer alıva/ine ke­ fil oldı�,� unu::: u söylemiştini::: . Uikin evvelki sözünüz şimdiye uy­ madı. Bundan amacımz nedir:) " demiştir, sanki biraz da gizli bir alay l a. Sultan II. Süleyman ' ın da, ulem anın, yeniçeri ocağını ustaca kullanarak çevirdiği bu dalapiarın farkında olduğundan kuşku bile duyul masa gerek ki, Şeyhülislamın pişkin pişkin, "Hata et­

mişi::: meğer Sultamm! Umdı1,� umuz Rihi, göründüğü gihi çıkma­ mıştır. Ama görevden alınması f?eciktirilirse, hu islam ülkesinin düşman eline düşmesi ne neden olunur M utlaka az/i f?erektir. " demesi üzerine de;

"Bre !ala .. .Dün serdar ettik, hugiin azlolunmaz. H ele düşma­ mn aya,� ı kesilsin . . . Günii gelince görüşerek uyf?un birine miilırü veririz. " diyerek, sanki onları atiatıp zaman kazanmaya ç alış­

mıştır. Çünkü, öte yandan da, ulemanın Köprülü sülalesinden biri­ nin, hele hele küçük oğlunun sadrazamlığa getirilmesini isteme­ yeceklerinden, hemen birtakım dolaplar çevİrıneye başlayacak­ larını kestirdiği için demek, gizlice haber s al arak Fazı ! Mustafa Paşa'yı İ stanbu l ' a çağırm ış ve bir o ldubittiye getirerek mühr-ü humayunu vermiştir. Mührü alır almaz i l k işi, Yeniçeri Ocağ ı ' nın, ulufe defteri ti­ careti yüzünden u lemaca gene acele şişirilmiş kadrosunu temiz­ lemek olan Fazı! Mustafa Paşa'nın sadrazaml ığında, orududa tekrar disiplin sağlandığından, gerçekten de Avusturya cephe­ sinde başarılar kazanılmaya başlanılmış, B e lgrad yeniden alın­ mıştır. Ne var ki, saclareti topu topu 22 ay sürmüş, S l ankamen savaşında, askerlerin önünde elde kılıç düşmanın ü zerine saldı­ rırken kör bir kurşunla alnından v u ru l arak ölmüştür 1 69 1 yılı Ağustosunda . . . Köprülülerden ş imdiye dek birkaç kez ağzı y anan ulema, Fazı! Mustafa Paşa'nı n şehit düşmesini gerçekten fırsat bilip iyi değerlendirmiş olsa gerek ki, halen dört bir cephede savaşıldığı halde, acele harekete geçerek, Şeyhülislamı da devreye sokup, sadrazaml ığa gene bir paşanın değil. medreseli bir u lemanın, 1 26


Kadı Ali Paşa'nın getirilmesini sağlamışlardır. Kadı Ali Paşa, harem ağası ile sürtüştüğü için sadrazam lığının daha yedinci ayında görevden alımnca da yerine bu kez Hacı Ali Paşa getiril­ miştir. l 695 ' te S ultan II. Mustafa'nın tahta çıkar çıkmaz, amcası II. Süleyman dönemindeki şeyhülislamlığı s ırasında, Sadrazam Si­ yavüş Paşa 'nın öldürüldüğü ayaklanmada yeniçerileri kışkırttığı için, Fazıl Mustafa Paşa'nın sadrazamlığa gelmesinden kısa bir süre önce Erzuru m ' a sürülmüş olan hacası Feyzullah Efendi 'yi acele getirterek tekrar şeyhülislam yapmasıyla, u lema egemen­ liği tam anlamıyla yeniden kurulmuştur. Artık sadrazamları bile şeyhülislam efendi atayıp, görevden almaktadır. Vakanüvislerin yazdıklarına göre, Sultan da, son sadrazaını Rami Mehmed Pa­ şa'ya, mühr-ü hümayun ' u verirken; "Bilesin . . . Şeyhülislam Fey­

zullah hocamn reyinden taşra (onaytm almadan) hareket eder­ sen itaha müstahik (ters/enmeyi, görevden almmayt hak etmiş) olursun. demiştir. Prof. Uzunçarşıl ı da, "Hükümetin atama ve görevden almalannda sadrazamlar şeyhülislamla görüşüp olu­ runu almanuşlarsa, hu işlemler Sultan ll. Mustafa tarafmdan onaylanmanuşttr. " diye yazmaktadır. Kısacas ı, diyelim IV. Murad veya Köprülüler döneminde ol­ duğu gibi, zaman zaman yetkileri azaltılmış, hatta kısa süreler için devre dışı da bırakılmış olsalar bile, y üzlerce kurban ver­ mek pahasına y ı llar boyu inatla sürdürdükleri gizli ve açı k sava­ ş ımlarla Osmanlı yönetimini XVII. yüzyılda bizce tam anlamıy­ la ele geçiren u lema, görüldüğü gibi, bu süreçte yeniçerileri de yeniden eski savaş gücüne kav uşturacak herhangi bir girişimde bulunmak şöyle dursun, tam karşıtı Ocağı hızla bir yapısal deği­ şime uğratarak bir savaş örgütü olmaktan çıkarıp, artık kendi aralarındaki koltuk kavgalarında keyiflerince kullanabilecekleri, karşı tarafı korku tup sindirebilecek nitelikte, iri cüsseli, si lahlı bir öcü haline dönüştürmeyi ustaca başarmıştır doğrusu . . . Artık, ulufedir, bahşiştir, armağandır, rüşvettir, her kim daha çok para verirse, hemen ondan yana kazan kaldırarak, istediklerinin ger­ çekleştirilmesini sağlamaktadırlar. ın


Ö rneğin, yukarda da belirttiğimiz gibi , Şeyhülislam Feyzul­ lah Efendi 'nin kanadının altına girdiği için sadrazam lığa getiril­ miş, kendisi de medreseden yetişme bir ulema olan Rami Meh­ med Paşa da, iktidara tek başına egemen olmaya karar verir ver­ mez, hemen Moralı Hasan Paşa ile işbirliği yapıp, gerekli yerle­ re gerekli rüşvetleri göndererek, askerin Şeyhülislama karşı ayaklanmasım başarmıştır. Ulemanın Yeni Öcüleri : Tellaklar, Hamallar, Asker Yamakları...

Ama ne var ki, tarihçilerimiz, XVII. yy. daki bu gelişmeleri, yukarıda da değindiğimiz gibi, saray içi iktidara yönelik bir ide­ olojik savaşım bütünlüğü içinde ele alıp değerlendirmek yerine, ısrarla bazı kötü niyetli şeyhülislamların, kazaskerlerin, kadıla­ rın, müderrislerin, hacıların, hocaların, yönetimdeki otorite boş­ luğundan da yararlanarak valde sultanlarla, harem ağalarıyla, ocaklılarla el ele verip gerçekleştirdikleri ayrıksı, kişisel polisi­ ye olaylarmış gibi irdelemeyi yeğlemişlerdir, her ne hikmetle ıse . . . Oysa, ulemanın asıl amacının, köktendinci bir yaklaşımla daveti bir an önce şeriatın tam uygulandığı bir yönetim biçimine kavuşturmak olduğunu, ta 1 623 yılındaki, Sadrazam Mere Hü­ seyin Paşa'nın Fatih Camii Olay1 ' nda bile görmemek gerçekten olanasızdır bizce. B il indiği gibi, Sultan Genç Osman' ın yerine Divane I. Mus­ tafa' nın ikinci kez tahta çıkarıl masından kısa bir süre sonra, Me­ re Hüseyin Paşa Ocağın ileri gelenlerine y üklü rüşvetler vererek yeniçerileri ayaklandırıp, ulemaya haber vermeden ikinci kez sadrazamlığa gelmiştir. S ırtını yeniçeri ocağına dayamış olma­ nın ş ımarıkl ığıyla da, ulemanın bumunu iyice kırabilmek için olsa gerek, bir gün divanda bir kadıyı önce kendisi tokatlamış, sonra da dövdürtmü�tür. Kadı ' nın, ellerinden kurtulur kurt u lmaz kapı kapı dolaşarak haber vermesi üzerine de, zaten kendisine diş bileyen ulema, he­ men ertesi sabah Fatih Cam ii 'nde toplanarak ayaklanmı ştır. 1 2H


Dört bir yandan akın akın gelen hocalada caminin hıncahınç dolduğunu öğrenince koşup gelen Şeyhülislam Yahya Efendi 'yi de sıkıştırmışlar. ' ' Sadrazanıla dammı::. mrdır Şer ' i lıiikiim ye­ rine J;etinlsin.' " demişlerdir. Kalabalığın öfkesi karşısında şaşı­ ran Şeyhülislam da, "Madem ki sadra:anıdır, gelmez. Bu du­

rumda lıiiknıiin yerine getirilmesi de ::.ordur. Ama izin verin, hen mnp Padişaha durumu hildireyim. A::.ledildikten sonra gelsin, davası göriilsiin. diyerek canını ellerinden zor kurtarıp, dar at­

mıştır kendini saraya. B unları duyan S adrazam gene hemen Yeniçeri Ocağ ı ' na sı­ ğınmış ve ağalardan birkaçını, "Camide toplanan/ann ciinılesi­

nin perişan edilmesi padişalıınıı::.ın huym,� udur. Ayrıca Va/de Sultan hazretleri de aym diişiincededir Aklım::.ı haşmı::.a topla­ yın. demeleri için ikna edip camiye göndermiştir. Ancak, onlar konuşurken ulemadan biri, "Bre hırakm hu yave sö::.leri! Urun hre! diye bağırınca, mollalar birden başlarına çullanıp si lle to­ "

kat dövmüşlerdir ağaları Sarıklı mol laların cüppelerini savura savura coşkuyla geldi­ ğini gören halk da merakla doluştuğu için, caminin avlusu, çev­ resi de ana baba gününe dönmüştür. Kalabalığın gittikçe artma­ sı nedeniyle, Sadrazam bu kez de, olayları yatıştırması için ve­ kili (nakibi) Gibari Efendi 'yi göndermiştir camiye. Ama onun da, kürsüde koynundan çıkardığı, aynı içerikteki bir padişah buyruğunu okumaya başladığını anlayınca, sanki birkaç gün ön­ ce Sultan I. Mustafa ' nın yeniden tahta çıkarılmasında şer ' an bir sakınca bulunmadığına dair kendileri fetva vermemişler gibi, hep bir ağızdan; "Padişalıımı::. lıenı nıecnundur, lıem de okuma

yazması yoktur Bu da nereden çıktı? Bu hatt-ı olsa olsa Başka­ tip Ham::.a Efendi' nin Saraya getirdi,�/ Sınavher cariye ya::.nııştır mutlaka! diye bağırınağa başlamışlardır birden. Tam bu sıra mollalardan biri mihrabın yanında duran Akşem­ settin Hoca'nın sarığını bir sırığın ucuna takarak bayrak gibi açın ışıtır savura savura, sonra da caminin önüne çıkarıp dikmiş­ tir. Yanına da tekkelerden getirdikleri yeşil bay-rakları dikmiş­ lerdir sıra sıra öteki mollalar. Ardından da, tekbir getirip ci.ippe1 :2 1)


lerini savurarak, koca kavuklarını saliaya saliaya çılgıncasına dönrneğe ba�lamış lardır bu bayrakların önünde. Biri de merdi­ venin başına çıkmış, Kuran 'dan Fetih Sures i 'n i okumaya başla­ mıştır h eybctli s esiyle. Surenin okunınası bitince de. kendinden geçmi� bu binlerce insan gene tekbirler getirerek "Cihat iste­ . ri: -' diye bağırmaya başlamışlardır hep bir ağızdan. Ne kı, hiç birinin elinde silah yoktur henüz . . . Bu nedenle, akşama doğru gönderilen silahlı yeniçerileri gö­ rünce kalabalık çil yavrusu gibi kaçışmış, camide kalıp direnme­ ğe kalkışanlar da kılıçtan geçiri lerek cesetleri lağımlara doldu­ rulmuştur. Ancak, Fetih Suresi 'ni dinledikten sonra kendi nden geçerek tekbir getirmeye başlayan, yeşil bayrak aç ımış bu ulema, salt "Cilıad isteri:! C en k isteri: -' · · diye bağırmış, hi c; "Şeriat iste­ ri:! " de dememiş midir acaba, gerçekten? . . Gerçi, görebildiğimiz kaynaklarda b u konuya bir aç ıklık ge­ tirilmemektedir, ama bizce mut laka "Şeriat isteri:! " ' diye de ba­ ğırmış olsalar gerektir doğrusu. Çünkü, gene aynı tarihçilerin verdikleri bilgilere göre, he­ men hemen aynı gü nlerde, Kiiçiik Kadı:ade denilen Balıkesir/i Melımed t.jendi adl ı u lemadan biri de, verdiği vaazlarda, ülke­ nin içinde bulunduğu sorunların şer · i şerife aykm daınını/ması yü:iinden kaynaklandığın ı , dolay ısıyla kurtuluşun da ancak şeri­ at la mümkün olabileceğini savunmaya başlamış ve kısa sürede hem devlete, hem de tarikatiara karşı oldukça güçlü bir muhale­ fet cephesi oluşmasını sağlamıştır. IV. Mur ad · m tütünü yasaklaması üzerine, " Tütiiniin haram oldu,�una " dair fetva vererek de sultanın gözüne girmeyi başar­ mış ve tütün içtiği iftirasıyla çok kişiyi katiettirerek hem etkisini artırmış, hem de Ayasofya Camii ' ne vaiz olmuşt ur. Descartes ( I 596- I 6 50), Pascal ( I 623- I 662), Galile ( I 5 641 642 ) , Spinoza ( I 632- 1 677), Kepler ( I 5 7 1 - I 630) gibi bilginler­ le aynı yıllarda yaşamış ünlü ulema Kadızade Mehmed Efendi, vaazlarıııda da. · · Matematik rh. gihi po: itif" hilimlerin i!,�retilme­ ,

'

suun

c:unın. meı -lidin ı ·h gii:el sesle re makamla okwıı .11 )


ma.\'111/n " ''tarikat/anlaki arin/cr S/Ut.wıda raksedilmesinin . Sl'­ ma/u n" sigara ı·e ka/ne iç-menin " d ine aykm, lwram ı·e giina/1 o/du.� llllU. "Pergamherden sonra ortaya ÇikmlŞ uygulamalann (/Jidat ' /ann ) derhal ka/dm /ma.l·lnl'' .\m·unnlaktachr. Ve döne min ünlü Osmanlı ulema s ın ın bir diğeri olan Sirasi Elendi d iye lanınmış Ahdii/mecid Şeylif Elendi ile de, vakanü­ vislerin yazdıklarımı göre, "Hcu· Peygamher sa,� mf(/u·. de,� il midir:) Peygamberi anarken salialla/iii a/eyl1i ı ·e sel/em, arka­ daşlan için de Tann onlardan u1:1 olsun (mdiya/lallii an/1 ) de­ mek gerekli midir, de,� il midir? Ha:reti Peygamherin annesi ile ha/)([.\'1 iman/1 1111 , yoksa iman.1·1: 1111 i>/miişlcrdir.7 Firal'lm nasil ö/miiştiir? Ha:reti H(ise\'in ' i şel1it elliren Ye:id'e lanet edilmeli midir. edilmemeli midir:) Me:arltk/an :iyaret etmek cai: midir, de,�il midir ') Nafile ı ·e kandil nama:/an cemaat/e mi kduımall­ chr? Kihann elini. eteğini, aya,� 1111 ÖfJerken, selamiill al1rken e,� ilinmeli midir, yoksa e,�ilinmemeli midir? " vb. diye tartışmak­ tadırlar aynı günlerde. Kadızade Mehmed Efendi' nin ölümünden sonra da onun yo­ lundan gidenler şcriaçill,�l savunmayı sürdürmüşlerdir. Osman­ lı tarihinde Kade adeliler veya Fakdar (Fakihler) diye anılan ve etki leri, Köprülü döneminde topluca Kıbrıs 'a sürgün edildikleri I 656 y ı lına dek sürmü� bu vaizlerin en ünlüleri de Üstıiıwıf Melımed Elendi' dir. Tarihçilerin verdikleri bigilcre göre, Şam'da doğmuş ve ora­ da medrese eğitimi görmüştür. Genç yaşta bir cinayet i�lediği için de, kaçıp İ stanbul 'a gelmiştir. Yüzsüz ve yapışkan biri ol­ masımı kar) ın, karşısındakini kolayca etkisi altına alacak, inan­ dırıcı bir ses tonu vardır. Bu nedenle. İ stanbu l ' da da kısa sürede ünlenerek Kadızade Mehmed Efendi 'nin genç vaizleri arasına g irmey i başarmıştır. Mehmed Efeneli 'nin ölümünün ardından da Ayasofya camiine vaiz olarak atanmıştır. Vaazlarını, Ayasofya'nın sonuıki mernıer kolonlanndan biri­ nin dibine oturup. sırtım dayayarak konu�tuğu için de adı Üstii­ mnf Me/ımed Efendi'ye çıkmıştır. Ve . uzun yıl lar. Ü stüvaıü Mehmed Erenel i'n i n bir dediği iki ettiri lnıenıi� tir Osmanlı sara­ yında . . .


Kadızadeli bu hocaların verdikleri vaazlara göre de : Ö meğin

"Peygamber :amwunda çakştr re don yoktur. Dolaytstyla çak­ şu· ı·e don giymek hidantr Hemen yasaklmıma!t ı·e herkes peş­ temal kullanmaltdtr. " ''Kaştk kullanmak hidat'ttr. Yemek elle ye­ nilmelidir. Kaştk yapmak yasaklanmalt, kaştkçt!ar da bundan h6rle misı·ak ( özel bir ağaçtan yapılmış bir çeşit diş fırçası) ı·e teshi/ı yaptp satmaltdtr '' "Btytk u:atmak giinahttr. Btytklar sün­ nete gijre kupt!tp ktsaltt!maltdtr. " " Ipek haramdtr, ipek/i kumaş giyilmemelidir. " ıo/J. vh. Ö yle ki . . . Prof. Uzunçarşılı ' nın aktarmalarına göre, Naima Tarihi ' nde hu hocalardan birinin, yetiştirdi,�i genç oğlamyla ı·uslat halindeyken (sevişirken), oğlamn uçkımınun ipek oldtı,� u1111 gijrfince hemen, "Bu haram uçktmı çtkar. Viicuduma doku­ nuyor. giinahUir oluyomm. ded(�i anlatılmaktadır. (O smanlı Tarihi, c. 3, K. 1 ,s. 366) Köprülü Mehmed Paşa'nın sadrazam lığa getirilmesine i lk tepki gösterenler de bu Kadızadeliler olm uştur nitekim. Göreve geti rilmesinin daha sekizinci günü , ilk cuma namazında, Fatih Camii' nde, müezzinlerin duaları bir makama göre ezgili ezgili okuduklarını bahane ederek ayaklanmışlar ve namazdan sonra sokak sokak dolaşarak İ stanbul 'un altını üstüne getirmişlerdir akşama kadar. Ö nlerine çıkan bütün tekkcleri yıkıp, molozlarını denize dökmüşler, yakaladıkları şeyh ve dervişlere iman ta:elet­ mişler, direnenleri öldürmüşler ve ortalık kararmaya başlayınca, ertesi sahah gene Fatih Camii' nde toplanmak ü zere sözleşip da­ ğılmışlardır. Camiden de topluca Saray 'a g idip, onbeş yaşına ye­ ni basmış Sultan' dan, bütün hidat' ların kaldırılması için bir fer­ man çıkarmasını ve büyük camiierin fazla minarelerini yıkıp tek ınİnareli hale getirmelerine izin vermesini isteyeceklerdir. Çün­ kü, Hazreti Muhammed dönemindeki camiler tek minarelidir ve camilere birden fazla minare yapmak da bir hida t'tır. Ü st elik, Sadrazam Mere Hüseyin Paşa dönemindeki cami olayından ders almış olsalar gerek ki, n' olur n' olmaz diyerek camiye de silah­ lanarak gelmeye karar vermişlerdir. Naima Tarihi ' nde anlatıldığına göre, gerçekten, o gece g iiriilı :; 2


riileri hiitiin isranhul' u sarmış ı·e ertesi saha/ı sofraların kimi so­ t wlarla. kimi kiirdeleri ile. sofraları destekleyen iki yii:lii . dıi:­ men e.l'llaj' da kölelerini silalılandmp yanlarına alarak. "Din daı·asuw gidiyoru: " diye erkenden grup grup Fati/ı Camii' nin a rlu sunda toplanmaya haşian uşiardu: Ancak, Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa olayı öğrenir öğ­ renmez hemen yeniçerileri gönderip elebaşılarını tutuklatarak, Saraya doğru yürüyü şe geçmelerine fırsat vermeden toplantıyı dağıttırmıştır. Görüldüğü gibi, XVI. yy. ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan toplumsal ve ekonomik sorunların çözümü , başlangıçta bütün Osmanlı yöneticilerince, orduda disiplinin bozulmasına yorulup, Ocakların savaş gücünün yeniden artırılmasında, dola­ yısıyla devletin yeniden güçlendirilmesinde aranırken, XVII. yy. ortalarına doğru yönetirnde artık söz sahibi olan uleına, hem or­ dunun yenileştirilmesi g irişimlerine açıkca karşı çıkmaya, hem de çözümün İ slami yaşama ve gelenekiere yeniden tam anlamıy­ la dönüşte aranması gerektiği tezini y ü ksek sesle savunmaya başlamıştır. Sanki, Ocakların sonradan Müslümanlaştırı lmış devşirme H ıristiyan çocuklarından oluşturulması uygulamasına son verdirtilerek, bir an önce daha köktenci Sünni-Hanefi bir dinci çizgiye getirilebilmesi için de, Saray ' da biraz söz sahibi olmaya başladıkları andan itibaren özellikle çalışmışlardır bu amaçla. İ mparatorluğun içinde bulunduğu ekonomik ve toplum­ sal sorunlardan, ancak bir din devleti haline dönüşmekle kurtu­ labileceğine inanmaktadırl..ır çünkü. B urada hemen şunu belirtelim ki, Osmanlı İ mparatorluğu, bizce de ta XIX.yy. ikinci yarısına dek, tarihinin hiçbir döne­ minde, feodal bir im paratorluk olmadığı gibi , teokratikbir dev­ let, bir din devleti de olmaınıştır kesinlikle. Ni tekim Prof. B erkes de, Osmanlı İ mparatorluğu 'nun hiçbir döneminde 'Jeodal wt da teokratik olmadı,�uu" vurguladıkum sonra, " islam derleri ideolojisini \'iiriitmek Osmanlı tarihinde

hi�· görii/memiştir Ulemanm hir siyasal akım karşısmda '/m dinsel hir iştir: hir doktrin ya da ilc/lıiYat işidir: dnleti ilgi/enı

, , , .ı


dim1e: ' dedikleri :aman da derfet adamlan Inmian hiç dinleme­ I/lişlerdir demektedir. ( Türkiye ' de Çağdaşlaşma.s.25) Çünkü, Osman lılar bizce de, dini, kişiyle i l gili bireysel bir olgu olarak ele almışlardır bütün tarihleri boyunca. Osmanl ı sul­ tanlarının dini İslamdır. Osmanlı sultanları Sünni ve Hanefi ' dir­ ler. Örneğin, bu Sü nni ve Haneri sultanlar, Yeniçeri Ocağı ' nın ta kuruld uğu günden itibar en dinsel açıdan Bektaşi Ocağ ı ' na tes­ lim ed i lmesinde herhangi bir sakınca görmemişlerdir yüzyıllar boyu. Görüldüğü gibi, dinin, toplumsal ve ekonomik sorunlarımız­ Ia ilgili tartışmalarda bir siyasal ideoloji o l arak gündeme get iri­ lmesi ilk kez XV I I . yy. ortalarında o lmuştur. Dolyısıyla, bugün de siyasal gündemimizin ilk maddesini oluşturan asker-şeriatçt tartışmasının kökü, ta XVI I.yy. ortalarına kadar gitmektedir. İlginçtir, uleına, asker-şeriatçt tm"tlşmast diye adlandırdığı­ mız iktidara yönelik merkezdeki bu siy asal kavgad a, Yen içeri Ocağı ' nı da daha XVII. yy. tam anl amıyla kontrol altına alarak kendine bağımlı hale getirmiştir, gördüğümüz kadarıyla. Tarihçi Ahmet Refik de, XVII .yy. daki bu değ işime işaret ederek, "Bu del ' irde memleketin en :orha . en coşkulu, en hare­

ketli giicii Yeniçeri/erdi. Amma, onlar hile gayri hoca/ara (u/e­ maya) hoyun e �erlerdi diye yazmaktadır. (a.g.e., s.49) ,

"

Nitekim, Prof. Niyazi Berkes de ulemanın ücret, bahşiş, ar­ mağan, rüşvet vb. gbi adlar altında yeni ç ıkarlar sağlayarak ger­ çekleştirdiği XVII.yy. daki bu değişimi, " Yeniçeri/ik. hu huna­

lmı koşullan altmda del '!et kullt(�ll olmaktan çtknuş, hir suıif, siyasal giiç ka:anmı hir pal'li olmuştur " diyerek belirtmektedir.

(Türkiye 'de Çağdaşlaşma, s. 74) Gerçekten de, bu tarihten itibaren ulema ne zaman bir siyas­ al darbağaza girmişse, hemen bir grup yeniçeri "Şeriat isteri:!" diye ayaklanı p, ke lleler uçurarak bu darbağazın aşıl masını sağ­ lamıştır. Örneğin tarihçilcrce sonradan La/e Derri diye adlandırılan, Nc,·sehirli Damat İbrah im Pasa 'n ın l 7 l 8- l 7 3 0 arasındaki l 2 y ı llık sadrazam lığı dönemi. bu a�· ıdan çok ilginçtir. '

,

1 � -l


B i lindiği gibi, Osmanlıların B atılı ü lkelere sürekli bü yüke lçi göndermeleri de, ta III. Selim döneminde, XVIII. yy. sonraların­ da ba�lamı�tır. Daha önceleri, bazı büyük ülkelere f!Crektiği za­ manlarda, belirl i görevlerle birkaç aylığın a geçici büyükelçiler gönderilmi�tir ancak. Fransa ' y a gönderilen ilk geçici büyü kelçi de, Yirmiseki: Çelebi Melımed Elendi dir. Sadrazam Neveşehir­ li Damat İbrahim Paşa, Fransa ile bir bağlaşma ( iitifak) antiaş­ ması imzalama olanağının bulunup bu lunmadığını araştırması için, 1 720'de geçici büyükelçi olarak göndermiştir onu Paris ' e . Geçici büyükelçiler d e , görevlerinden döner dönmez S u l ­ tan ' a bir rapor sunmak zorundadırlar ve bu raporlara "Sefaret­ name" denilmektedir. Nitekim Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi de, onbir aylık geçici büyükelçil iğinden sonra, Paris ' ten döner dönmez hemen bir Sefaretname sunmuştur S u ltan II. Ah­ med 'e. Ancak, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi ' nin Sefaretna­ me ' si Osmanlı sultanlarnıa sunulmuş sefaretnamelerin en ünlü­ südür. Çünkü , Yirm isekiz Çelebi Mehmed Efendi, gerçekten de, '

"adeta yeni h ir diinya keşfetmiş gi hi takdir ve lıayranlıkla mılat­ maktadır Paris' i" ve kendi y aşamlarınan farkl ı bir başka yaşa­

mın daha olabileceğini ilk kez bu pencereden gören Osmanlı ay­ dınlarının dünyasında, sözcüğün tam anlam ıyla bir deprem etki­ si y apmıştır bu Sefaretname. Çünkü, Prof. B erkes ' in çok güzel bel irttiği gibi, bu insanlar,

"kefere sözciif?ii altında topladıklan Avmpa lıalklanna ve deı·­ letlerine karşı öylesine hiiyiik hiir ı'istiinliik duygusu içindedirler ki, on! ara kendi ekonomi1erini re siyasal örgiitlerini temeld en etkileyecek imtiya:lar rernıekte hile sakmca görmemişlerdir" o tarihe kadar. İçierine kapanmış, dış dünyadan habersiz yaşamak­ tadırlar. Ama, Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa çok iyi bir eğitim görmüş, şiir yazan, müzikten anlayan, sanatçı dostu, ye­ nil i klere açı k ve savaştan hoşlanmayan b arışçı biridir. Su ltan da, tıpkı sadrazaını gibi sanata dü�kün. Necih m ah lasıyla �iirler ya­ zan , yenilikçi. açık fikirli , b arı�çı b iridir ve eğlencey i çok sev­ mektcd ir. I J :'i


Nitekim, İbrahim Pa�a'nın sadrazam l ığının i l k beş y ılında hiç s av aş olmamı�t ır. Artık, kış gecelerinde saraylarda, yaz ge­ celerinde de Kağıthane' deki Jale bahçelerinde sürekli eğlenceler düzenlemektedirler. Lale, her ne kadar Osmanlı ülkesine ilk kez "IV Melımed :a­

manında Amsturya Sefiri Şinıit Von Şiı-anılıonı tarafından geti­ rilmiş" ise de, asıl III. Ahmed döneminde önem kazanmıştır. Öyle ki, "F elemenk'ten gelen Lı/ Iii-i Ez rak adlt la/eden yetişti­ ren/ere ihrahim Paşa ödüller hile vermiş" tir. İ stanbul'da bazı

Ialelerin sağanı artık bin altına çıkmıştır. En karlı iş, Jale sağanı ticaretidir. "Az hir :amanda, 1 726 ' da, istanbul' da tanı 839 çeşit !ale .vetiştirilnıesi haşanlnııştır. " Lale sağanı karaborsası başla­ m ıştır İstanbu l ' da. Bu nedenle, "Hükümet, Şey/ı Melınıed-i La­

lezarf'yi serşükiıfeci (çiçekci haşı) tayin ederek, halıçe/erdeki re esnaftaki hütün !ale/erin cins ve miktarlannı deftere geçirimiş ve !ale karaborsası yapaniann da yakalanarak sürgün edilmesi lıakkmdaferman çıkartnııştır. " (Ahmet Refik A ltınay, Ul.le Dev­ ri, Milli Eğitim B asımevi, Ankara l 97 3 , s . 3 9-40-4 l )

"istanbul' unfl'tlıinden heri Türklerce gezinti yeri olarak kul­ lam/an " , üzerinde "Bizans!tlardan kalma hir ka,� ıt yapınıyeri bulunduğu " için Osmanlıların Kağıthane dediği semt de, l 72 2 ' den itibaren birden değişerek, lale bahçeleri ve "Yirmise­ kiz Çelebi Mehmed Efendi 'nin Paris ' ten getirdiği projelere gö­ re y apılmış" köşklerle kasırlarla dolup, artık "yüksek tabaka ile yabancı ülke temsilcilerinin vazgeçilmez eğlence yeri" haline dönm üştür. Ahmet Refik Bey ' in verdiği bilgilere göre, "Fransa' daki Versait/es saraylannın ufak hirer numunesi ola n " bu köşk ve kasrlardan bazılarının "planlannı da, Paris'ten, Fransız Sefare­ li tercünıanı Mösyö Lönuı-ar getirmiş" tir. Artık İstanbu l ' a, "Av­

rupa' dan , Asya · dan birçok mi mar gelmekte, gôlı Versay, gôlı is­ fahan mimari tar:ında" binalar yapı lmaktadır. İstanbu l ' daki bu

yeni B atılı yaşamın ünü , kısa sürede yurt dışına da taşmışt ır. Av­ rupa ' nın önemli merkezlerinde bu ya�am , bu y eni dünya konu­ şu lmakta olsa gerek ki, "Felcnıenk ef�·iferinden hiri nıairetinde 1 36


(yanında görevli olarak) Van Mour adında hir ressanu da istem­ bul ' a getirmiş'' tir. III. Ahmed ile S araydan başka kişilerin de re­ simler ini yapan " Van Mour, istanlml'da tanı otu::: yıl yaşımış ı·c hurada, istanbul' da ölmüş" tür Kuşkusuz, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi 'nin Sefaretna­ nıc'si ile Batıya açtığı bu pencereden giren yenilik, salt Sa ' dô­ hôt' la da sınırlı kalmamıştır elbette. Örneğin, Prof. Berke s ' in verdiği bilgilere göre, hemen he­ men aynı günlerde, Katoliklikten ayrılıp Protestan oldukları için XIV. Louis ' nin şerrioden kaçarak Osmanlılara sığınan Hugu­ enot' lardan De Rochefort adında bir subay da, S araya "B ah-ı Ali Hizmetinde hir Fen Kilası Kurulması Üzerine Tasan " başlıklı bir proje sunarak, Avrupa yöntemleriyle subay yetiştirecek, yeni bir askeri birlik kurmayı önermiştir. B ir B atılı (kefere) tarafın­ dan y apılmış ilk öneri olan bu projeyi de, Osmanlı yöneticileri 1 7 1 8 yılında gündeme alarak Divan 'da görüşmüşlerdir. ( a.g.e. , s .49) B u tarihlerde Osmanlı S arayına girerek etkili olmayı başar­ mış bir başka Avrupalı kişi de, bilindiği gibi ihrahim Müteferri­ ka' dır. Ama ne yazık ki, günümüze gerçek adı ve ailesi ile ilgili her­ hangi bir bilgi u laşmamıştır. Türkiye 'ye gelişi konusundaki var­ sayımlar da çeşitlidir. Örneğin tarihçiterimizin büyük çoğunluğu 1 67 4 ' de Macaristan'da fakir bir ailenin çocuğu olarak doğduğu, Kalvini s t mezhebine bağlı bir rahip okulunda öğrenciyken 1 692 veya 1 693 ' de bir savaşta Osmanlılara tutsak düştüğü v e getirile­ rek İstanbul ' da köle pazarında sa tıldığı, kölelikten kurtulmak için de daha sonra Müslümanlı ğı kabul edip İbrahim adını aldı­ ğı kanısında oldukları halde, Prof. Niy azi B erkes tam karş ıtını, İbrahim Müteferrika'nın Kalvinist değil Vnitarisi olduğu, Os­ manlı ülkesine de tutsak edilerek değil, Katoliklerin şerrinden kaçarak gelip sığındığı ve Müslümanlığa da kölelikten kurtul­ mak için değil, kendi di n anlayışına .'>' akm hul duğu için geçtiği görüşünü savunmaktadır. B u nedenle de, Prof. Berkes ' e göre,

''ö:gı'in hir hi/im adamı olmasa hile, hem Batıdaki hem Do,�udaı :n


ki hi/im alaniamu iyi tant_wm " ve y alnız matbaac ılık değil , fi­

zik, coğrafya. tarih, askerlik gibi alanlarda da birçok bilgiye sa­ hip, üstelik Kato/ik kilisesinin hoRna:ltRtlla karşt çtknuş ·'ay­ duı · · hir kişidir. Nitekim, İstanbul ' da, Hıristiyanlığ a kar�ı Müs­ l üm anlığı savımnan '"Risale-i islam/ye" adında bir de kitap y az­ mı�tır. Yani, hem Türkçeyi, hem İslamiyeti kısa sürede çok iyi öğ­ renmi�tir. Saraya müteferrika olarak girmeyi de, ku�kusuz bu sa­ yede kazanmı� olsa gerektir. Miiteferrika ' lık, günümüze u l a�abi lmi� belgelere göre, Os­ m anlı sarayında en azından II. Murad döneminden beri kullanı­ l an, /wdemelik diye nitelenebilecek bir hizmeti görenlere verilen addır. B a�langıçta, genellikle dev�irme vezir çocuklarının atan­ dığı, sarayda padi�ah, sadrazam, vezir, h aseki sultan vb.lerinin hizmetindeki bu müteferrikaların s ayısı da, ilginçtir Kanuni'den sonra hizmet alanı geni�letilerek, öteki devlet görevleriyle bir­ l ikte hızla çoğaltılmı�tıır. Örneğin, Mehmet Zeki Pakalın ' ın be­ l iriemelerine göre, Kanuni dönemide 40 olan bu s ayı, III. Mu­ rad ' dan itibaren hızla çoğalarak XVI.yy. sonunda 433 ' ü , XVII. yy. sonlarında da 63 1 'i bulmu�tur. Ancak, padi�ah, sadrazam ve S ultanların hizmetindeki saray müteferrikalı ğı, her zaman ayrı bir öneme sahip olmu �tur kuşku­ suz. Nitekim, İbrahim Müteferrika da, tarihimiz açı sından son de­ rece önemli iki raporu nu Sultan ' a sunma o l an ağını bu ayrıcalık­ tan yararlanarak bulabilm i�tir m utlaka. 1 720 ' l i y ı l ların ba�ında sunduğu " Vesilet-iit Tthaa" adlı ilk raporu bil indiği gibi kitap basımı ile, Usul-ü! Hikem [i Ni:am-t'il Ümem " ( Ulusların Düzenleri Ü zerine Temel ilkeler) adlı ikinci raporu ise yönetim ve askerlikle ilgilidir. " Vesilet-tit Tthaa" adlı raporunda, kitap basımının toplumsal yararlarını anlatarak, bu i�in İslam ülkelerinde halfi ba�lamama­ sını Avru palı lara göre geri kalmalannın ba�lıca nedenlerinden b iri ol arak göstermekte ve bir matbaa kurması için kendisine izin verilmesini istemektedir. Prof. Serke s ' in Selim Nii:lıer Ger-


çek'ten aktarmak verdiği bilgi lere göre, ta 1 7 1 9 ' dan beri zaten matbaac ı l ı k konusunda birtakım denemeler yapmaktadır. İstan­ bu l ' daki Musevi harf dökü mcüleri, bası mcı ları ve dizgic ileriyle ilişki içindedir. Ancak, Prof. Berkes her ne kadar, "Mathaamn açt!mastna ulenwmn karşt çtktt.�uw dair hiç hir kaytt yoktur" dese de, doğ­ rusu istenilen izin S aray 'dan pek de kolay çıkmamış olsa gerek­ tir galiba. Çünkü, Se1wr iski( in verdiği bilgilere göre, S adra­ zam raporu okuyup beğendikten sonra, bir kez de padişaha sun­ muş, ancak padi�ah da okuyup beğendiği halde, gene de izin ve­ rilmeden önce ul emadan bir fetva alınmasına gerek duyulmuş­ tur. Bu amaçla da, İbrahim Müteferrika' dan yeniden dilekçe ver­ mesi istenilmiş ve fetvadan sonra ancak hatt- ı hümayun çıkarıl­ mıştır. (Server R. İskit, Türkiye · de Matbuat Rejimleri, İ stanbul 1 93 9 ) Bilindiği gibi, İbrahim Müteferrika d a , Yirmisekiz Çelebi Mehıned Efendi 'n in Paris ' ten yeni dönmüş oğlu Sait Efendi ile bilindiği gibi, İbrahim Müteferrika da, Yirm isekiz Çelebi Mehmed Efendi ' nin Paris'ten y eni döndüğü oğlu Sait Eendi ile birlikte bir matbaa kurmalarına izin için l 726 y ılında bir dilek­ çe vermiştir saraya. Gerçekten de, Hıristiyan asıllı İbrahim Müteferrika' dan, fet­ vanın çıkmasını istiyorsa, kendisine derhal anadan babadan Müslüman bir Türk ortak bulması aba altından sopa gösterilerek istenilmiş gibidir sanki. Çünkü, Server İskit ' in de belirttiği gibi, S ait Çelebi matbaanın açı lmasından hemen sonra üst görevlere getirilmiş ve basım işleriyle hiç uğraşmamıştır neredeyse. Gene, rapor ikinci kez dilekçe olarak sunulurken, ola ki Sad­ razam Damat İbrahim Paşa ' n ın uyarısıyla, bu direnci kırabilmek için, çoğaltılarak ulemadan bazı kişelere de gönderilmiştir gali­ ba. Çünkü Prof. Berkes de, -gerçi bu konuda herhangi bir açık­ lamada bulunmuyarsa da, Saraya ilk kez sunulacak bir raporun çoğa ltıl arak başka kişi lere de dağ ıtılabileceği düşünü lemeyece­ ğine göre . mutlaka di lekçe olarak yeniden veri lişi sı rasında­ "Ratwmn .1adm::amla birlikte )'e\'llı'ilislant re reis-til ulenw · w


da swıuldu,�wıu ·· yazmaktadır. Doğrusu, Prof. Berke s ' in 'jetmmn da,fermamn da kolayca çıktı,� ı" yargısına katılabilmek de zor olsa gerektir bizce. Nitekim, Prof. Uzunçarşılı ' nın verdiği bilgilere göre Damat İbrahim Paşa da, bu başvuruyu, önce ulemadan bir encümen ku­ rarak inceletmek gereği duymuştur. Zaten, Şeyhülislam da, " lügat, mantık, heyet, tarih, coj!,raf­ ya, fen, edebiyat, tıp, felsefe" vb. gibi "din dışı kitap/ann basıt­ ması " koşuluyla matbaa kurulmasına fetva verebilmiştir ancak. Kuran ' 1 11 , hadislerin, tefsirlerin, ketanı ve fıkıh ile ilg!li k�tapla­ rın basıtması kesinlikle yasaktır. Oysa, Şeyhülislam Yenişehirli Abdullah Efendi'yi de, Damat İbrahim Paşa daha sadrazam ve­ killiği sırasında bu göreve getirmiştir. Yani y akın çevresindendir ve yenilikçi, aydın biridir. Zaten Prof. Uzunçarşı lı da, "uyamk fikir/i hiri" d iye tanımlamaktadır Şeyhülislamı ve "ulemamn muhtemel itirazlanm önleyehilmek için" böyle koşullu bir fetva verdiği görüşünde olduğunu belirtmektedir. Hatta, bizce hiç kuşku yok ki, u lemanın tepkisini frenieyebil­ mek amacıyla, dönemin ünlü ulemasından dört eski kadıyı da matbaaya musahhih (düzeltmen) olarak atamışl ardır, güya bası­ lacak kitapların Arapça y azım kurallarına uygunluğunun sağlan­ ması ıçın. Gene ilginçtir, dilekçeyi l 726 y ılında verdikleri halde, ilk ki­ tabı, bilindiği gibi tam üç yıl sonra, 1 7 29'da basabilmişlerdir an­ cak. Ne var ki, tarihçilerimiz, bu geeİkıneyi de genellikle m at­ baa araç ve gereçlerinin sağlanmasındaki güçlüğe yararak açık­ lamayı yeğlemektedirler her ne h ikmetse . . . Vakanüvisler de, bir ulema tepkisinden kesinlikle söz etme­ yip bu karara sadece hattat/ann (el y azısı ile kitap çoğaltanların) işsiz kalma korkusuyla karşı çıktıklarını y azmaktadırlar. Hatta Server İskit, y ukarda adını andı ğımız kitabında, bu hattatların

"kalem ve diı·itlerini hir tahura koyarak sokaklarda gösteri yap­ tıklanm " bile öne sürmektedir. Fakat hemen �unu belirtelim ki, bütün bunlara karşın, salt şu üç yıll ı k gecikme bile, bizce, birtakım matbaa araç ve gereçleri1 40


nin sağlanmasındaki güçlüklerin değ il, tam karşıtı, ulemanm bu fikre nasıl sert hir tepki gösterd(�inin yeterli kamtt sayılsa ge­ rektir doğrusu . . . İbrahim Müteferrika'nın aynı günlerde Padişaha sunduğu " Ustil-iil Hikem ft Ni:am-t'il Ümem" başlıklı ikinci raporda ise, yukarda da değinil diği gibi, Avrupa devletleri güçlenirken Os­ man l ı devletinin niçin gerilediği konusu ele alınarak, yönetim ve askerlik hakkında yeni bilgiler aktarılıp, önerilerde bulunu lmak­ tadır. Önce Avrupa ü lkelerindeki ve Rusya'daki düzenle ilgili ge­ nel bilgiler verilip, askerlik kurumları ve eğitim yöntemleri in­ celenmekte, coğrafyadaki yeni keşiflerle Avrupa ticaretinin na­ sıl h ızla geliştiği ve genişlediğ i, Amerika kıtasının bulunmasının bu açıdan önemi anl atılmaktadır. Ardından, fizik, astronomi, coğrafya vb. bilgilerin devlet yönetimi açısından önemi, Osma­ lıların ve İ slam dünyasının bu bilgilerden uzak kalmalarının ne gibi tehlikeli sonuçlara neden olacağı ayrıntılı olarak verilmek­ tedir. Son bölümde de, Avrupa'daki yeni askerlik anlayışı, tak­ tikler, stratejiler, savaş teknolojisi , yeni silahlar hakkında bilgi­ ler verilerek, artık gerek savaş teknolojisi, gerekse savaşma dü­ zeni açısından çağdışı bir duruma düşmüş olan Osman l ı ordusu­ nun da yeniden yapılandırılmasıyla ilgili önerilerde bulunul­ maktadır. İ brahim Müteferrika, Prof. Berkes 'in de belirttiği gibi, ger­ çekten de Osmanl ılar için yol gösterici nitelikte, değerli biridir.

"Osmanlt tarihi çerçevesi içinde, her yam ile ça,�daş Batmtn en ilerici yönlerini temsil etmektedir. Avrupa ' daki askeri, siyasal ve hi/imse! ilerlemelerden oldı(�U gihi, Rusya ' daki en son gelişme­ lerden de haherlidir. " Gene Prof. H erke s'ten öğrendiği m ize göre, İbrahim Mütefer­ rika, bu raporunda, Osmanlı (Türk) tarihinde ilk olarak monar­ şi, aristokrasi, demokrasi, laisi:m ve şeriat gibi kavramlardan söz etmekte, ordunun yeniden düzenlenmesiyle ilgili önerilerde bulunurken de, Su ltan I I I . Selim ' den neredeyse üç çeyrek yüz­ yıl önce "Ni:am- t Ceclit" deyimini kullanmaktadır. 141


Ola ki, Rochefort "un "Bah-ı Ali Hizmetinde Bir Fen Kıtası Kurulnwsı Üzerine Tasan " adlı raporundan sonra İbrahim Mü­ teferrika da aynı doğrultuda bir ba�ka rapor daha sununca, gene Prof. B erkes ' ten öğrendiğim ize göre, gerçekten ele I 730' )ara doğru "Bostann ocağından seçilmiş 300 ge1ıce Haydwpaşa

salırasında Al ' rıtpa u.wliiyle askeri e,�itim ı · erilmeye başlanmış­ tır" kuşkusuz yeni bir askeri birlik oluşturmak amacıyla. ( Age,s. 65)

B i l indiği gibi, sarayların hem mulıaji::: kaulan olan, hem ele her türlü hizmeti(1jgören, su.ltanların en saciı!ç.)q,ılları hqstqn�·ı­ lar, devşirildikten soııra acemi oğlanlar .ocağı.ud.ı eğüilmiş Hı� ristiyan çocukları arasından seçilmektedirler .. Her sarayın ayrı bir bostancı ocağı vardİr. Bostancılar, ayrıca İ stanbul 'un saray çevrelerinin asayişinden de sorumludurlar. S arayların bahçe ve bostan i ş leriyle de uğraştıklarından, ta ilk günden beri onlara hostanu deni lmi ştir. Yeniçeri Ocağı 'nın kaldırı lmasıyla bostan­ cı ocaklarına da son verilmiş ve sarayın korunması için ocağın gençlerinden bir 11i:::amiye taburu oluşturulmuştur XIX.yy. başlarında. Yani, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, daha sadrazaml ığınlll i lk günlerinden itibaren, devlet olanaklarını da kullanarak, Batı­ l ı yaşam biçiminin ü lkeye girmesine ve yaygınlaştırılmasına bü­ yük çaba harcarken, öte yandan da Yeniçeri Ocağı 'nı n tekrar es­ ki güneüne kavuşturulınasına çalışmak şöyle dursun, yeni bir or­ du kurulması konusunda ilk kez somut girişimlerde bu lunmaya başlamıştır, görüldüğü gibi. Bu nedenle ulema, bu gelişmelerden mutlaka çok rahatsızdır. Ayrıca, matbaanın kuru lmasını engelle­ yemedikleri için de zaten rahatsız o lsalar gerektir. N itekim, 1 7 30 y ı l ı Temmuz ayında İranlılar anlaşmayı bo­ zup, Hamedan ' ı ve Tebriz ' i geri alınca, ulemanın be klediği fır­ sat kendil iğinden doğmuştur. Örneğin, istanlml Kadısı Ziilali Hasan Efendi, Ayasofra mi::: i ispirzade Ahmed Efendi. öteki va­ izler, artık sabah akşam cami lerde, bütün bunların ba�ımıza yö­ neticilerimizin İs lami ya�amı bırakıp, Jale bahçelerinele içki içip �arkı söyleyerek eğlenceye dalma ları yüzünden geldiğini anlata.,. · · ·

1 42


rak Sadrazama kar�ı halkı kı�kırtmaya ba�lamı�lardır hemen. Ortamı olu�turunca, zaten denetimlerindeki yeniçeri lerden bir grupla sadrazaru l a sultanın kellesini uçurtu p, yönetimi gene bü­ tünüyle ele alacaklardır. Yeniçeri Ocağı artık gerçekten de u lemanın elinde tam anla­ mıyla kar�ılarındakileri korkutup sindirerek istediklerini y aptır­ m akla kullandıkları bir öcü güç haline dü�müş olsa gerek ki, ör­ neğin vakanüvislerin yazdığına göre, S adrazam B ahir Mustafa Pa�a da, 1 7 52 'de, birtakım dolaplar çev i ren harem ağasının gö­ revden alındığını, ancak öldürtülmeyip sürgüne gönderdeceğini öğrenince, hemen ko�up S u ltan I. Mahmut ' u "Aman su/tanım,

e,�er a,� anın haşı hu sahah saray kapısına getirilme:::. se, alimal­ lah kul (yeniçeri/er) çoriHt içme::, hilesi:: 1 " diye korkutarak, ağa­

nın b a�ının vurdurtu lmasını sağlam ı�tır. (Osmanlı Tarihi, c-4, K­ I, s. 334, dipnotu) Sadrazam Damat İbrahim Paşa da, bu gerçeği b i l diği için, tek çözüm olarak Padi�ahın hemen Yen içeri Ocağ ı 'nın başına geçe­ rek İran ' a sefere çıkmasını görmüş ve bir oldubitliye getirmeye çalı�ırını� gibi sanki, elerhal hazırlıklara b aşlamı�tır. Ordunun konaklayacağı yerlere, sınır boylarındaki kale komutaniıkiarına haberciler çıkarılıp, fermanlar gönderilmiş ve Padi�ahın ordu­ nun başı na geçip ağustos ayında sefere çıkacağı duyurulmu ştur. Temmuz ayında, gerçekten de sefer hazırlıklarına başlanıl­ mı�. bütün kapıkulu ocakları Üsküdar ' a geçirilip, ota,� -/ hiima­ yun kurulmuş, padişah 111,�/an çıkarı lmıştır. Ne v ar ki, ordunun Üsküdar ' da kendi s ini beklediğini haber verıneye gelen S adrazam ' a , "Hayır. Slfere çıkmaktan va:::. geç­ tim. demi�tir S u ltan. Sadrazam, vezirler, yeniçeri ağaları, saray ileri gelenleri y alvar yakar olmuşlar, yoksa yeniçeriler ayaklanır diye korkutınağa çalı�mı� lar ve sanırız gerçekten de Çetin Al­

tan ' ın ' Tarihte kimsenin aklına gelmemiş hir iş yapıldı . Samşa gitmeden , samşa çıkılıyormuş gihi gôrkemli hir tiyatro ha::ır­ landı ( S abah gazetesi, 17 Ağustos 1 997 ) diye nitelemesi gibi, Su ltanı hiç olmazsa bir oyun oynamaya, sefere çıkacakmı� gibi Üski.ida r · a geçmeye razı cdebilmi�l erdir galiba ancak. \ 4 .1


C,'linkii , t arihçi Ahmet Refik Altınay da, olay ı , bir operet sah­ nesini anlatır gibi anlatınaktadır; " Ü{·üncii Alı med ' in, a,�ustosun ilk giinlerine do,� ru, parlak bir alayla Üsküdar ' a geçişi pek nwlıteşem re pek aldatıCI idi. Sultan , önce saltanat kadırgasıyla Bo,�a:a do,� ru açıldı . Biitiin donanmanm Üskiidar salıi/ini do­ laştı,�/ görüldii. Bu geçit resmi tam dört saat siirdii. Üskiidar'da da, alıaliyi kandırmak için her tiirlii redbire baş vuruldu. Üçı'in­ cı'i A hmed, önünde tu,�!ar {·ekiliyor, uzun sorguçlu peyk/erin siis W' bezekieri ortasmda, at ü:erinde gidiyordu . Arkada, saraym ileri gelen erkôm, Padişalım kıymetli taşlarla siislii kılıcım, ye­ dek san�1111, aptesr ibr(�ini taşıyordu. Halkta, harp i/am hissi uyandırmak için . lıer türiii vasıra/ara müracaat ediliyordu. Saraym ince ve kadmlaşmış erkôm . . . Zırlılara biirünmiiş, m(iiferler giymiş Ak A,�alar, Harem A,�alan . . . Sonra Şeylıiilislam, ı'ilema ve devlet erkôm . . . A laya en ::i_vade revnak veren. iç o,� lanlanydı . Zırlılar ii::erine ipek/i sargılar sarmış/ar; omıdanna altmlar, seclej7er ve incilerle siislii silalılar asmışlar; kadife/i ve sırmalı okdanlıklanna, valddı ok/ar do/durmuşlardı . A lay, bütün par­ laklı,� ı, olanca debdebesiyle Üsküdar' dan geçti. Fakat, Kadı­ köy' e gelir gelmez, birden da,�ılıverdi. Devlet erkôm , civardaki saray/ara, Bo,� aziçindeki yalı/anna gittiler. Askerin bir kısmı şehre döndii. Biitı'in bu alay, halkı aldatmak için bir tiyatro salı­ nesi tesirini verdi. diye y azmaktadır. ( Ahmet Refik Altınay, Liile Devri, Milli Eğitim B asımevi , Ankara 1 97 3 , s. 1 03 - 1 04 ) B u maskaralıktan k ı s a bir süre sonra, 2 8 E y l ü l 1 730'da da, ulema, gerçekten Yeniçeri Ocağı ' ndan bir avuç serseriyi ayak­ landırmayı başarmı ştır hemen. Ahmet Refik de, "Aiıalinin birinci tabakasım , hoca sınifı

teşkil ediyordu . Bu smif manevi silalılarla, Yeniçeriler de mad­ di silalı/ariyle alıali kütlesi ve Saray erkôm fizerinde nüfuz icra etmişlerdi.'' diyerek bu gerçeği belirtmektedir. ( Age, s. 1 l O)

Güya Yeniçeri Ocağı'nın 1 7 . bölüğünden, ama aynı zamanda da kahveci, bakka l , manav, tellak, tellal, kay ıkçı esnafı, sözcü­ ğün tam anlamıyla gerçekten de bir avuç serseri, 28 Eylül per­ şembe günü sabah ı . tarihçilerio de açık açık yazdığı gibi uleına1 44


nın yönlendirmesiyle, Çarşı telialı A nıal ' lrt Patrona Halil. Ma­ Muslu , Kall1'eci A li, Oduncu Ahmet' in öncülüğünde, el lerin­ de yalın kılıç, bayrak açıp, "Şer ilc davamı::: vardır. Ümmet-i !ıa ı ·

Muhammed'den olanlar dükkanlann ı kapayıp hayra,�ımmn al­ ti/Ja gelsinler! ·· diye bağıra bağıra çarşı pazar dolaşarak, arkala­

rma bir avuç da çapulcu toplayıp bağıra bağıra çarşı pazar dola­ şarak, ar kalarına bir avuç da çapulcu toplayıp, B ayezid Ca­ mi i ' inin önünde toplanmışlar ve "Şeriat isteri::.!. . . diye ayak­ lanmışlardır. Bu baldırıçıplak ların S aray önündeki yaygarasından ürken Sultan III. Ahmed de, belki tahtımı kurtarırım umuduyla, güya çok sevdiği damadı S adrazam İbrahim Paşa ile birlikte, İbrahim Paşa'nın damadları Kaptan-ı Derya Kaymak Mustafa ' y ı ve S ad­ razam yardımcı s ı ( Kethüda) Mehmed Paşa ' y ı boğdurtup, ceset­ lerini bir öküz arabasıyla göndererek önlerine attırmıştır ertesi sabah. Bu olay karşısında kan kokusu almış kurt sürüsüne dönen çapulcular da, İbrahim Paşa ' nın cesedini bir atın kuyruğuna bağlayarak yollarda sürükleyip parça parça etmi şlerdir. Eski Ha­

leh kadısı Şakir Bey, para vererek gizlice top/atabildiği parça/a­ n, gene geceleyin gizlice Şelı::.adehaşı ' ndaki çeşmenin yanma gömdürmüştür Ulema-Yeniçeri işbirliğine Karşı Yeni Cephe: Batılılaşma (Askeri Okullar ve Münevver)

Patrona Halil ayaklanm ası , kuşku suz yalnız Sadrazam İbra­ him Paşa'nın cesedinin parça parça edilmesiyle de sınırlı kalma­ mı ştır, bilindiği gibi. B u çapu lcuları ay aklandıran elebaşı ulema Ayasofya vaizi İs­ pirzade Ahmed Efendi 'nin, küstah bir dille, yüzüne karşı , "Pa­

dişalıım, si::. saltanattan çekilmedikçe hu kıyanıın da,� ılması nıu­ lıaldir (olanaksızdır). " demesi üzerine, Sultan III. Ahmed de he­

men o gün saltanatauan çakilmi�tir. canına dokunu lmamasını di­ leyerek. İlginçtir, darbe henüz sonuçlanmamış . çapu lcular Sarayın 1 -l :'i


önünde hala "Şeriat isteri::. -' " diye bağındarken daha, u lema i k­ tidara bir an önce el koyabi lmek için atamalara başlam ı � ve Di­ mne meşreh (deli) ihmhim Efendi adında bir medrese hocasını İstanbul kad ı l ığına, ayaklanmayı planlayan ulemanın elebaşıla­ rından İstanbul kadısı Zii/a/1 Hasan Efendi yi Anadolu Kazas­ kerl iğine, Mir::.a::.ade Şeyh Mchmecl Efendi y i , sürgüne gönder­ dikleri Yeni�ehirli Abdullah efendi'nin yerine şeyhü lislamlığa getirmişlerdir bir oldubittiyle. İstanbu l ' un yeni kadısı Dinme nıeşreh ihrahim Efendi n in yaptığı ilk iş de, S adabad' daki, Kağıthane ve Alibey derelerinin iki yanına yapılmı� konak ve kasrların y akılması için çevresin­ deki mollaları kışkırtmak olmuştur. Sultan I. Mahmud 'un "Htristiyan alemine karşt re::.il oluru::. " gerekçesiyle yakı l masına izin vermeyip tel lal çıkararak, "Sadô­ '

'

'

hôd da köşkii olanlar hi Isi n/er ve de bugünden hem üç gün içi n­ de köşklerini kendileri sökiip, ytkstnlar! " diye bağırtması üzeri­ '

ne de, bu kez çapulcu takımı köşk sahiplerinden daha önce dav­ ranarak, yüzeliiyi aşkın konak ve köşkü bir anda yerle bir ede­ rek y ağmalamışlar, yetişmiş ağaçları bile köklerinden sökerek bütün bahçeleri tarumar etmişlerdir. S anki, darbenin asıl amacı da budur. İslami yaşam biçimiyle hiç uyuşmayan bu yeni yaşam biçimini , gelişip yaygınlaşmasına fırsat vermeden ortadan kal­ dırmaktır. Çünkü ilginçtir, Sultan III. Ahmed 'in belki tahtıını kurtarır ım düşüncesiyle S adrazam İbrahim Paş a' y ı ve iki damadını boğdu­ rup çapulcuların önüne altırmasının dışında, ba�ka bir cinayet de i�lenmenıi�tir bu ayaklanmada. Eski yöneticileri birtakım adala­ ra sürgün etmekle yetinmhtir ulema. S anki gerçekten de, asıl hedef Sadabad, dolay ı s ıy l a B at ı l ı Yaşam biçimidir. Nitekim, Ahmet Refik de, bu olayı anlatırken, "O giin istcm­

/J/1/' da Bart sana tt adma yaptian hiitiin hina/ar �·at tr çattr ytktl­ maya, H Ilardan he ri ya[;ma ı ·c ganimetten yoksun kalanlar tara­ findan kuru tahta/au hile kap tştlmaya haşlandt llocalaun Bart u rgarlt,�uıa karşt /J/1 diişmmıiiklamtdan Padişah hile korktu diye yazmaı... ı aclır. (Age. 1 65 ) ı .:ıf,


Demek toplumsal ya�amda herhangi bir etkisi henüz söz ko­ nusu dahi değil ki, B atı adına ne varsa. her �eyin yerle bir edil­ diği o gün İbrahim Mütefrrika ' nın basımevi akla bile gelmemiş­ tir galiba. Ayrıca, bir kö�eye sıkışmı� küçük bir atölye olsa ge­ rek ki, Patrona Halil ayaklanmasına kadar geçen iki yıl içinde de ancak 6 kitapçık basılabilm i�tir zaten. Özetlersek, ta 1 5 8 2 yılında, I I I . Murad'ın sevgili oğlu Şehza­ de Mehmed (Sultan I I I . Mehmed) için tam 50 yük gümüş akçe harcatarak yaptırdığı, Osmanlı tarihinde o güne dek bir eşi daha görülmemiş, iki ay süren sünnet düğününde, konuğu yabancı hükümdarları İstanbu l ' da iyi ağırladıkları için, "Ne dilerseniz dileyin benden -' " demesini fırsat bilip, devşirme Hıristiyan ço­ cuklarının yanı sıra artık Müslüman çocuklarının da alınmasını sağlayarak Kapıkulu ocaklarının yozlaştırılmasını ustaca baş la­ tıp, XVII. yy. ortalarında da çocuk sul tan Avcı IV Mehmed dö­ neminde önce devi�rme usul ünü toptan kaldırtıp, ardından 1 665 'te de Acemi Oğlanlar Ocağı ile Enderun Okulu 'nu toptan kapattırarak Yeniçeri Ocağı ' nı kökten bir yapısal deği şime uğra­ tıp tam anlamıyla kontrol altına almayı baş;muı ulema, XVI­ I I . yy. daha başında, bu kez hiç beklemedikleri y eni bir düşman­ la karşıla�mışlardır, görüldüğü gibi. Enderun okulundan yetiş­ miş rakiplerden artık kurtulduk diye sevinirlerken, bu kez de karşıianna Katalik kilisesinin bağnazlığından (şerrinden) kaçıp , Osmanlıya sığınm ı ş Batılı aydınlar çıkmıştır birden. Fakat ilginçtir, Prof. B erke s ' in sözünü ettiği, bu yeni akımın öncüleri sayabileceğimiz, X IV Louis " n in 1 71 5 M artmda Protes­

tan!ı,�/ Fransa' da kesinlikle \ 'a.mklaması iizerine ii/ke dışına ka­ çan Hugueno( /ardan hir kısmının da Osmanlı ülkesine sı,�uıdı­ '�mclan ve De Roclufort adında bir Huguenot subayının Su ltana sunduğu "Bah-ı Ali lli:metinde hir Fen Kıtası kurulması Ü:eri­ ne Tasarı " adlı rapordan. ola ki herhangi bir yankı uyandırına­

dığı için, o tarihte tutu lmu� vekayınamelerde de hiç bahsedil me­ mektedir. Nitekim. Dr. Adnan Adıvar da "Osmanlı Tiirklerinde ilim " adlı kitabında. Hamnıcr" iıı dalaylı bir biçimde sözüııii e t t i ğ i n i 1 -l i


' rt için, "Bu :::a t111 kim oldu,� 111111 tespit et­ belirttiği bu De Roclıefo

nu',�l' nıul 'llf/(tk olamadtm , ansiklopedilerde, terceme-i lıal ki­ taplannda hu ismc re hu tarihe uygun ı·e tamnnuş hir isim yok­ tur " demektedir. Ancak, yukarda andığımız "Lôle Derri" adlı kitabında, is ­ yana Yeniçeri/erin de iştirak etmeleri için mı"ilıim sebepler yok de,�ildi. ihrahim Paşa Ni:am-1 Cedid askeri yetiştirmeye haşla­ nuştt . (s. I I 5 ) derken, bir dipnotla da, tam o tarihlerde, l 7 l 61 7 l 9 y ı lları arasında İstanbul ' da bulunmuş Fransız B üy ü kelçisi Marquis de Bonnac' ın "Sefaretname"adlı anılarını kaynak ola­ rak göstermesine bakılırsa, Ahmet Refik ' in de De Roclıefort ' a "

b i r göndermede bulunduğundan kuşku duyutınasa gerektir gali­ ba. Üstel ik, Huguenor' ların Osmanlı ü lkesine gelip sığınmaları daha sonraki yıllarda da sürmüştür. Örneğin, l 729'da Avu s tur­ y alıların elinden kurtulur kurtutmaz öcünü almak için Osmanh­ Iara sığınan Kont Bonnel'(l/ da Huguenot ' l arla y akından il gilen­ miştir, Prof. B erke s ' in belirlemelerine göre. "Büyük hir ol astitk­

Ia kendisi de Fransa 'dan kaçmtş hir Huguenot olan Sicilya dev­ letinin istanbul temsilcisi Clıenier ' in 1 745'te Amsturya elçisine gönderdi,�i hir raporda, Kont Bonneval' tn, Roclıefort' un 2 7 yt! önce ya::dtğt hu raporun içeriğini aynntt!anna vanncaya dek hildi,�i helirtilmektedir. " Hammer de, zaten bu raporu kaynak olarak kullanmaktadır. I 762' de İstanbul 'da doğmuş ünlü Fran­ sız şair An(/t·e C lıenier de, gene büyük bir olasılıkla, bu Cheni­ er 'nin tarunu veya yeğeni bir Huguenot olsa gerektir. ( Age, s. 552) Tarihimize Humharact Alımed Paşa adıyla geçmiş olan Kont Bonneml, XIV. Louis döneminde Fransız ordusunda subay iken, I 706 ' da, 3 I y aşında ülkesinden kaçmak zorunda kalmış ve Avustury a ' y a sığınınıştır. Avusturya ordusunun Fransa ve Osmanlılarla yaptığı s av aş­ l arda birçok önemli başarı da kazanmış olmasına karşın, tam 22 yıl sonra Prens Öjen ile arası açı l ınca bu kez de Avustury a ' dan ayrılmak zorunda kalmış ve I 729 " da, 54 yaşınc!ayken, Avusturı ..ıs


yalılara karşı savaşıp ii, ı ı ı ı ü alabilmek için \1 üs lümanlığı kabul edip, adının değiştirillllcsine hıle razı olmu�ıur. Ne var ki, tam İstanbu l ' a !-'e lece� ı günl erde ulemanın gemi iyice azıya almış olması ve ard ı ı ı d : ı ıı Patrona Halil olayının pat­ lak vermesi yüzünden, bir süre dL' Gü m ül cine' de kalmasına ge­ rek duyulmuş ve ancak bir y ı l sona, Patrona Hal i l ' le arkadaşları bütünüyle temizlenip düzen yeniden sağlanınca, yeni bir Hum­ haraCI OcaRı kurma göreviyle, kendisine heylerheyi sanı verile­ rek İstanbu l ' a çağrılmıştır. Nitekim, Prof. B erkes de, B ostancı Ocağı'ndan seçilmiş 300 gence Haydarpaşa sahrasında Avrupa usulü askerlik eğitimi ve­ rilmeye başlanılmasının Yeniçerilerin kı şkırtılmasında önemli bir rol oynadığı kanısında olduğunu belirterek, "Bu a_vaklanma üzerine talimlere de derhal son verilmiştir. " diye yazmaktadır. (Age, s. 66) Yani, gelmeden önce adını değiştirip Müslümanlığa da geçmiş olsa, o günlerde, bir Hıristiyan ülke ordusunda yetiş­ miş eski bir generalin S aray ' a çağrılmasının ne gibi olaylara yol açacağını kestirmek, öyle pek de zor olmasa gerektir doğrusu. Kont B onneval ' in, veya Müslüman adı yla Humbaracı Ah­ med Paşa' nın, İstanbul 'a yeni bir askeri birlik ol uşturmak üze­ re, özel bir anlaşmayla çağrıldığı da kuşkusuz olsa gerek ki, da­ ha gelirken yanında Bosnalılardan seçtiği bir grup humbaracı as­ keri de getirmiştir, kimi tarihçilerin belirttiklerine göre. Ola ki, bu gizli anlaşmayı da I 7 29- 1 73 1 y ı l ların arasında B osna ve Ru­ meli valisi olan Topa/ Osman Paşa yapmıştır ve 1 7 3 1 yılı Eylü­ lünde Sadrazamlığa atandığında onları da beraberinde İstan­ bul ' a getirmiştir, S ultanın olurunu alıp. "Bu iş için, kendisi gihi

Müsliimani!Ra geçmiş üç Fransı::. suhayı ile Fransı: hükümeti tarafmdan gönderilen iki topçu subayını da )'anuıa ı·ermiştir. "

(Berkes, age,s.66) İlginçtir, Patrona Halil olayıyla Yeniçeri Ocağ ı ' nın artık ule­ manın elinde tam anlamıyla bir taşeron kuruluş haline döndüğü­ nün farkına varan Saray (Su ltan ! . Mahmud), bir yandan Osman­ lıya sığınmış yabancı su bay lardan da yararlanarak kapıkul larına seçenek olu �turacak yeni bir orduyu tez elden kurabi lmek için 1 49


çırpın ı rken, Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı ·nın verdiği bilgiye göre. (c.4,k. I . s . 3 2 5 ) , öte yandan da ordunun segban ve sİpahiler bölümünü yeniden düzenleyerek eski gücüne kavuşturabi lmenin yollarını aramaya başlamışlar ve 1 7 3 2 y ı l ı ba�larında tiınar sis­ temiyle ilgili yeni bir ferm an da çıkarm ışlardır. Ancak ne y azık ki , tarihçilerimiz. bu ferman la getirilmek istenilen yenilikler hakkında fazla da bir bilgi vermemektedirler. Görüldüğü gibi , Kont Bonneml, Osmanl ılar tarafından özel olarak İstanbul 'a çağrılan ve Saraya alınarak orduda görevlendi­ rilen ilk Avrupalı keferedir galiba. Üstelik gerçekten de, gelir gelmez hemen eğitime başlamış ve üç yıl gibi kısa bir süre içinde Üsküdar 'da. Ayazma Sara­ yı "nda her biri yüz er i le 22 subay ve erba� olmak üzere I 22 ki­ şiden olu şan 3 bölükli.i yeni bir topçu (humbarac ı ) birliği kurma­ yı başarmıştır. Ancak, K ont Bonneral' ın Humbaracı Ahmed Paşa adıyla Os­ manlılara yaptl'ğ ı hizmet, gördüğümüz kadarıyla Avru p a usulü­ ne göre eğitilmiş yeni bir HumharaCI Oca,�t oluşturmakla da kalmamıştır yalnız.

"Bosna' dan getirdiği humharact!arla birlikte Bostann Oca­ .� t' ndan seçti,�i askerleri eğitirek yeni hir HumharaCI kttast oluş­ turur re 1 733 .n /mda Üskiidar' da yeni hir humharaCI ktşlası yaptmrke n ,fen re tatbikat okulunu da açmışttr. , (Prof. B erkes, .

a.g.e., s. 67) Bilindiği gibi , Yeniçeri Ocaklarına asker ve subay yetiştiren tek okul Acemi Oğlanlar Ocağı i le Enderun 'un daha I 600' lü yıl­ ların ortalarında, çocuk sultan IV. Mehmed döneminde, u lema­ nın kı�kırtması ve çevirdiği dolaplar y üzünden kapıtlmasıyla Osmanlı ordusu da çaresiz bütünüyle alaylı yöneticilere kalmış olsa gerektir giderek. Bu nedenle bizce de hiç kuşku yok k i , K ont Bonnemf ' ın Os­ m anlı lara yaptığı en büyük hizmet, bu gerçeğin farkına varı p. İm parato rluğun içi nde bulunduğu s oruların artık Avrupadan sağ­ lanacak birkaç subayla kapıkulu ocaklarında bazı yenilikler ya­ jKtrak değil. ancak askeri oku l lar aç ıp. h ula yeti�ıirilecek subayl "'i ( )


larla yepyeni bir ordu kurarak a�ılabileceği gerçeğine Sarayı da inandırmı� olmasıdır. Gerç i , tarihçi lerio verdiği bilgi lere göre, bu okulun ömrü ga­ liba pek de uzun sürmem iştir. Çünkü. Mora'lı TopaJ Osman Pa­ � a ' dml sonra sadrazamlığa getirilen, aşk uğruna İstanbu l ' a gel­ miş Venedik"li bir daktorun oğlu Hekimoğlu Ali Paşa dönemin­ de ele S araydan gerekli desteği görmüş olmasına karşın, Kont Bonncval I 7 3 6 ' lardan itibaren gözden dü�müş, hatta Sadrazam Yeğen Mehmed Paşa tarafından I 7 3 8 ' de Kastamonu ' y a sürgün bile eclilmi�tir. Nitekim, Prof. Uzunçarşılı da bu konuda; U:ak görür bir hiikiimdar olan 1 Mahmud, sal 'aşlardaki haşansı:lıRın nedeni­ "'

ni anlayarak. Al 'ntfW ordulan tarzmda bir ordu kurulmasuıa ke­ sinlikle :orunluluk bulwıduRWW karar l 'erip. işe önce humhara­ cı outRının kurulması ile başlamış ise de. isyandan (ulemanın gene ayaklanmasmdan) korktı(�U için asıl iyileştirilmesi gere­ ken kapıkulu ocak/anna ı·e ö:ellikle de yeniçeri ocaRına dokun­ amamıştu: " (a.g.e., c-4, k- I , s . 325) diye y azmaktadır. Fakat, I. Mahmud'un ardından tahta çı kan Su ltan III. Osman döneminde, hiç beklen il medik ilginç bir gelişme daha olmuş, Katal ik kilisesinin şerrioden kaçıp Osmanlıya sığınan kefereler­ den sonra, bu kez de Fransa hükümeti Osmanlı ordu suyla yakın­ dan ilgilenmeye başlamıştır. Rusların Osmanlıyı yenip Karade­ niz'e egemen olmaları Fransa' nın çıkarlarına ters düşmektedir. Bu nedenle, böyle bir olasılığa kar�ı en ciddi önlem olarak Os­ manlı ordusunun güçlendirilmesine karar verilmiş ve bu amaçla da, İstanbul elçisi, Fransa kralı XV. Louis adına Osmanlı yöne­ ticileriyle bir ön görüşme yapmak üzere görevlendiri lmiştir. An­ cak, böy le bir yardımın Osmanl ılarca onur sorunu yapılıp şid­ detle reddedileceği an laşıl ınca da, bu kez ordu hakkında bilgi toplamak üzere Baron ele Toff adında bir asker özel o l arak İs tan­ bul 'a gönderi lemişt ir. Örneğin, Prof. U :wıçarşılı da, her he kadar metnin iç inde

"":aten nicedir i.1 tanhul' da, elcilikte göreı·!i olarak bulunan . hem askn hem diplonıat Bamn de Tott' u n . Osmanlı ordusu hak­ A uıda bilgi totılanwkla giircl ' lendirild(�i" ni öne s [i rmcktc ise i .'i ı


de, aynı metnin altın da verdiği bir dipnotunda, "Simsal neden­ lerle Fransa ' ya sı,� ınarak Fransı: ordusunda görer almış sol'lu bir Macar subayımn o,�lu olarak Fransa ' da do,� an Bamn de Tott'u n , Fransa kralı XV Louis' nin buyn1_� uyla, \ 'eni atanan el­ �·i Vergennes ile birlikte, 1 755 yılında, Osmanlı ordusu hakkın­ da bilgi toplamakla göredendiri/erek ö:el olarak gönderildi_� i­ ni" yazmaktadır. (Osmanlı Tarihi, c-4, k- 1 , s . 4 79 dipnot ve 480) Ne ki, Pmf Mı'imta: Tur/1(111 da, sö: konusu yıllarda Fran­ sa' mn Osmanlı slfiri olan de Vergennes' nin de damadı, Macar soylulanndan Bamn de Tott adındaki bu zat Türkç-e ö,�renmek maksadiyle istanbul' a gelmiştir diyerek, Baron ' un zaten nicedir İstanbul ' da bulunduğu görüşünü dalay l ı bir biçimde de olsa sa­ vunmuyor değildir doğrusu. (Prof. Mümtaz Turhan, Kültür De­ ği şmeleri, Devlet Kitapları, İstanbul 1 969. s. 202) Ancak, i ster görevli olarak gönderilsin, ister dil öğrenmek amacıyla gelmiş olsun, gene Prof. Uzunçarşı lı 'nın aynı dipno­ tunda verdiği bilgiye göre, B aron de Tott İs tanbul ' da 1 7 67 ' ye kadar tam on küsur yıl kalmıştır. 1 767 ' de de, Frans a ' y a geri ça­ ğırlmamış, Kırı m ' a gönderilmiştir bu kez de. B i l indiği gibi, Bamn de Tott 'un da anılarında "asabi, :ayıf karakterli, son derece meraklı , kuşkucu" biri olarak tanımladığı III. Osman ' ın saltanatı uzun sürmemiş, 17 5 6 yıl ında ölünce, ye­ rine III. Mustafa tahta çıkmıştır. Ayn ı y ıl , Fransa ile Avu stur­ y a ' nın bir antlaşma imzalaması üzerine S aksony a ' y a saldırarak yedi y ı l sürecek bir savaşı başlatmış o l an Prusya kralı II. Fried­ rich, Rusya' nın da savaşa katılmasıyla iyice zor duruma düşün­ ce, Osmanlıların da Avusturya ve Rusya'ya karşı savaşa katıl­ malarını s ağlayabilmek için bir antlaşma yapma yol larını arama­ ya b aşlamış ve bu amaçla İstanbu l ' a özel elçiler gt;nclermiştir. Görüldüğü gibi, Osmanlı ordusunun durumuyla artık y alnız Fransa değ il, Prusyal ılar da y akından ilgilenmektedirler. Ama ne var ki, I 756 yıl ında sadaret mührünü alınış olan Sad­ m:am Kom Ragıp Paşa hem barı�çı, hem de gerçekçi biridir . .ll hmer C e r der Paşa ' nın Tarih-i Cc ı ·det d e belirt tiği gibi, " G erek '

do,� u . gCJek R umeli selerlerinde hi::ur hulullltfJ

HlfJIIan işlerin


esasım hildilfinden altı yıllık saclareti süresince sulh yolww tut­ muş re harpten kaçınmış' ' tır. Prusya kralı II. Friedrich' in antlaş­ ma önerisini de hemen çevirmemiş, sürekli umud vererek, sada­ reti süresince oyalamıştır onları. Hatta, Prusyalılarla bir an önce antlaşma imzalanarak Ruslara karşı savaşa giri lmesinden yana olan Sultan lll. Mustafa, "E,�er gare:::. ( düşündü,�ün şey) akçe ise, Edimekapı' dan Rusçuk' a kadar iki geçeli altın di::erim. di­ ye öfkeyle karşı çıkınca da, kendisine, "Aman sultamm . . .Deı•let­

i aliyyeniz yapmış olduğu savaşlw·la, nasıl hir arslan olduğunu hütün düşmanianna göstermiştir. Fakat şimdiki halde tımak/an aşmmış olup, şayet savaş esnasında düşman hu halini aniarsa durumumu:: müşkil olur A skere hir ni::anı ı·erildikten sonra hu iş düşünüise gerektir. " diyerek oy alamıştır onu da. (Tarih- Cevdet,

c- l , 1 1 5 ) İ lginçtir, S adrazam Koca Ragıp Paşa'nın ölmesiyle, Yedi Y ı l Savaş ı ' nın sona ermesi de, 1 763 yılında hemen hemen aynı gün­ lerde olmuştur. Ve Prusya kralı II. Friedrich, Avrupanın o dö­ nemdeki en büyük devletleri olan Fransa, Avusturya ve Rusya karşısında tek başına kalmasına karşın, büyük bir utku ile çık­ mıştır o savaştan. Sultan III. M ustafa ise, başlarda da değindiğimiz gibi, i !m-i n ücum' a ç o k düşkündür v e falcılara baktırmadan hiçbir i ş e ka­ rar vermemektedir. Nitekim, Prusya kralının Avru p a'nın üç bü­ yük devletine karşı verdiği bu savaştan yengi ile çıkmasını da falcılarının (müneccimlerinin) becerisine yorduğu içindir ki, Sadrazam Koca Ragıp Paş a'nın ölümünün hemen ardında S aray tarihçisi Resmi Ahmed Efendi'yi Prusya'nın başkenti B erl in ' e elçi göndererek, Kral dan, Rusya ' y a açacağı savaşta y o l göster­ meleri için ınüneccimlerinin en ünlülerinden üçünü, kendisine bir süre için ödünç vermesini istemiştir. Üstelik, I 750' 1erin başında, Rusların Karadeni z' e inmesini çıkarlarına aykırı buldukları için Osmanlı ordusunu güçlendir­ ıneyi düşünen, bu amaçla B aron de Tott ' u İs lanbu l ' a özel olarak gönderen Fransı zlar da. ilginçtir daha 1756 'dan itibaren birden politika deği�tirerek. artık bir Rus Osmanlı sava�ı çıkarmaları


ıçın Osmanlı yöneticilerini sürek l i kı�kırtmaya ba�lamı �lardır sanki. B aron de Toı t ' un 1 767 ' de Pari s ' e geri çağrılmak yerine Kırını ·a gönderi lmesi de, doğrusu oldukça ilgi çekicidir. 1 755 'de Osmanlı ordusunu Rusya · y a kar�ı güçlend irmek için güya yardım önerilerinde bu lunduğu halde, 1 7 5 6 ' da birden Prusya ile o lan antlaşmasını boz up. Osman l ı ' nın iki ezeli düşmanı Avusturya ve Rusya ile antlaşma imzalamasından dola­ yı Fransa ' y a galiba artık pek de güvenmeyen Su ltan I I I . Musta­ fa, Rusya ' y a karşı savaş açılınasından yanadır zaten nicedir. B u nedenle, Kral I I . Friedrich · in müneccim yerine " nasihar '' gön­ dermiş olmasın ın da öfkesiyle, ola ki kendi müneccim lerinin fa­ l m a uyarak, 1 768 ' de patlak veren Kırım olay l arını fırsat bilip, karşı çıkan sadrazamları da değişt irmek pahasına. Rusya ' y a ace­ le savaş açılmasına karar verdirtmiştir. Rusların sanki birilerini kovalıyormuş gibi 1 768 ' de durup dururken Osmanlı s ınırlarını aşıp Müsl ümanları da öldürerek Kırım 'da olay yaraımaları ile Fransı zların İstanbu l ' da görevli elemanları B aron de Tott'u gene durup dururken 1 767 ' de Kı­ rım ' a göndermiş olamaları aras ında gerçekten hiç bir i lişki yok mudur acaba? Çünkü ilginçtir. savaşın daha yılı dolmuş dolmamışken, Fransızlarca tasarlandığı şekilde istenilen sonuçlar alınmaya başlanılmıştır sanki. Örneğin, orudunun ilk günden ardı ardına aldığı yenilgiler yüzünden Osmanlılar çaresiz kalıp gene Fran­ s ı zlardan yardım istemiş olsalar gerek ki, sava�ın daha birinci y ı l ında, 1 769'da Baron de Toff, bu kez ü stelik Sarayın davetiy­ le, Sultan III. Mustafa ' nı n askeri danışmanı olarak İstanbu l ' a gelmiştir. "Fransa ' dan . yeni hir ordunun hi r tlll önce kuntlahil­

mesi için haşka ı �:: manlar da isteni/nıiştir " "Fransa · dan isieni­ fen topçu/ar, Ohen admda hir lopçu çeı·uşunun yönetiminde is­ tan/m/ ' a gelerek 1 773 ' de işe haşlanuşlarllir " Bamn de Torr da, tıpkı Kont B onneval gibi, gelir gelmez, ilk i� olarak bir yandan yeni bir topçu birliği nin olu�tur u l masına ça­ lı�ırkcn, öte yandan da bir dersane ( oku 1) açılması için giri�im­ lcre baş lamıştır hemen.


Ancak, Konı B onneval ' m gelir gelmez Müslüman olup adını değişt irmesine karşılık. Genl'ral Baron de François Toff Sa­ ray· da tam I 7 yıl görev yaptığı halde ne Müslü manlığa geçi miş, ne de adını deği�tirmiştir. Üstel ik, Su ltan III. Mustafa ' nın 1 774 yılı başlarında ölmes inden sonra da, tahta ç ıkan I . Abdülha­ mit ' in danışmanı olarak göreve devam etmiştir. 1 7 8 6 yılında Fransa ' y a dönmüş, 1 793 ' ıe de ü l kesi Macaristan ' da ölmüş tür. G aliba salt bu bilgiler bile, General Tot t ' un Osmanlı S arayına Fransa hükümeti tararından görevlendiri lerek gönder ilmiş oldu­ ğunu kanıtlamaya yetse gerektir. Ama ne yazık ki, tam 40 yıl önce, 1 733 ' lerde K o nt Bomıe­ \'(/1' ın kurdurduğu Ü sküdar ' daki yeni humharacı ocaifı ile ·'Hendesehane'" den demek ortada pek de bir şey kalmamış ki, Baron de Toff da bu kez Kağıthane'de yeni bir topçu birliği oluş­ turabilmek için eğitiml eri başlatmı ş , Haliç'te Hasköy dolayla­ rında yeni bir top dökümhanesi kurdurtmuş ve anı l arında verdiği bilgilere göre de 1 77 3 'te, gene Hal iç ' te tersanedeki küçücük bir odada, kurulacak yeni ordunun gereksineceği teknik subayları yetiştirmek amacıyla "Riya:iye Mektehi" adıyla bir dershane açmıştır. Doç . Kemal Beydilli 'nin "ilk Mı"ihendislerimi:den Sen·id Mustafa ve Nizôm-ı Cedfd' e Dair Risalesi" adl ı yazısında belir­ tilcliğine göre de, ·'o sıralarda Fransa' dan getirtilmiş olan mii­ lıendislerden La Fiffi-C!al 'e ı ·e Monnier" bu dershanede ders vermiştir. Prof. Uzunçarş ılı da, '·as/en ingiliz olan Kampel Mustafa ile Türkiye'ye o yıllarda gelen Kermorvan adında hir Fransı:ın "' da bu dershanede ders verdiklerini belirtmektedir. ElliDil de Toff, anılarında: "Bonnel'a!' ın Hendesehane 'sinden yetişmiş. hayafta olan bazı kişilerin , kendisinin de yeni bir okul açmasına karşı geldiklerini " ' yazmaktadır, yani Bonneval ' ı n " ' Hendeselwne" adında b i r dershane açtığını bilmektedir. Ay rıca, Prof. Serkes de, Melmıecl Esat beyin " 'Mir ' /it-ı Mii­ lıendislwnc-i B erri-i 1himayun " ' ad lı kitabını kaynak göstererek, Baron de Tott 'un İ sıanbu l ' a geldiği yıl larda , Sadrazam Koca Ra­ gıp Pa�a ·mn da ' " 1/endese/wnc ' yi reniden açmak iç·in eski ii.� -


rencileri ve on/amı o,�u//an/11 toplatarak Süt/üce yakınlannda Karaa,�aç'ta gi:lice okuttu,� unun s6ylenildi,� ini" yazmaktadır. ( Age,s. 6 8 ) Yani, B aron de Tott ' un açtığı dershaneye "Hendesehane" dememesi de, büyük bir olasılıkla B onneval' ın öğrencilerine karşı gösterdiği tepki yüzünden olsa gerek ki, 1 776 ' da, I. Abdül­ hamit döneminde yapılan yeni bir düzenleme ile dershane okul haline dönüştürülürken, adı da kimi kaynaklara göre "Hendese Odası " , kimi kaynaklara göre "Mühendishane " , kimi kaynakla­ ra göre de ' 'Tershane Mühendishanesi" olmuş, daha sonra da okula "Mühendishane-i Bahri-i Hümaywı " (Deniz Kuvvetleri Mühendislik Okulu) adı verilmiştir. Görüldüğü gibi S u ltan I. Abdülhamid döneminde de, gerek yeni bir topçu birl iği oluşturmak için Frans a'dan getirtilen subay ve uzmantarla Kağıthane' de yoğun bir biçimde sürdürülen eği­ tim çalışmaları, gerek kurulacak orduya çağdaş subaylar yetiş­ tirmek amaycıyla açılan okulun geliştirilmesi girişimleri, 1 7 8 1 y ı lında S adrazam Karavezir Seyyid Mehmed Paş a ' nın henüz 45 yaşındayken veremden ölmesi üzerine yerine gelen yeteneksiz sadrazamların bazı Fransız u zmanları kaçırmaları yüzünden, her ne kadar bir ara tavsar gibi olmuşsa da l 7 8 2 ' de Sadrazamlığa gelen Halil Hamid Paşa döneminde yeniden hızlanmıştır. Örneğin, göreve gelir gelmez "Mühendishane" nin (Mühen­ dishane-i Balırf-i Hümaywı ' un) geliştirilmesi için Fransa hükü­ metine başvurarak yeni u zmanlar isteyen Sadrazam Halil H am id Paşa, Prof. Uzunçarşılı 'nın verdiği bilgiye göre, tam o günlerde istanbul' a gelen ve Müs/ümanlı,� ı kabul ederek Mehmed adım alan Pmsya/ı bir istihkam mühendisini, maaşını kendi gelirin­ den vererek okulda görevlendirmiştir Gene Prof. U zunçarş ı l ı , yukarda andığımız y azısında Doç. Kemal B eydil l i ' nin adını "La Fitti-C/a ı·e" şeklinde verdiği, De Laffire C/are ile Monnier adlı istihkam subay/anm da Sadra:am Halil Hamit Paşa ' nın getirterek. 29 Ekim 1 784 'ten itibaren , Mı'i­ hedishane-i Balır-i llı'inwyun ' da oluşturdu,�u ayn bir istihkam b6/iimı'inde dersler ı wdirtti,�ini belirtmektedir.


Nitekim bu istihkam subayları öncelikle İstanbul'un surları­ nı inceleyip durumu hakkında raporlar s unmuşlar ve ardından İstanbul boğazının savunulması konusunda projeler hazırlamış­ lardır. Sadrazam Halil Hamid Paş a'nın asıl amacı, bir an önce, do­ nanma için mühendis yetiştirecek bu okulun yanında, kara ordu­ su için istihkam subayı yetiştirecek bir ikinci okulu daha açmak­ tır. Ama ne var ki, S adrazarnın bu girişimlerinden dehşetli rahat­ sız olan çevreler, derhal cadı kazanlarını kaynatıp, Halil Hamid Paş a ' nın Ş ehzade III. Selim 'i tahta çıkarmak için hazırlıklar yaptığı dedikodularıyla Sultanı kışkırtarak, 1 785 ' te görevden alınıp başının vurdurtulmasını s ağlamışlardır. Yerine getirilen Ş ahin Ali Paşa ise, tarihçilerio yazdıklarına göre, Gürcü asıllı bir köle o l u p , okuma yazma bilmeyen cahil biridir. Zaten sadrazaml ığı da 9 ay sürmüş, ancak I. Abdülhamit, yerine gene Gürcü bir köleyi, Koca Yusuf Paş a ' y ı sadrazamlığa getirmiştir. Baran de To tt un, tam 3 1 y ı l sonra, 1 7 86'da İstanb u l ' dan te­ melli ayrı lmasında, galiba hiç kuşu yok ki, okuma yazması bile olmayan bu cahil sadrazaml ar asıl rolü oynamış lardır m utlaka. Çünkü, Halil Hamid Paşa ' nın 1 784'lerde tasarladığı kara istih­ kam mühendisliği okulu, "Mühendishane-i Berri-i Hünıayun" (Kara Kuvvetleri Mühendislik Okulu) da ancak 9 y ı l sonra, 1 7 94 'te, III. Selim döneminde açılabil miştir. B ilindiğ i gibi, bir cihangir olarak doğduğuna yalnız I I I . Se­ lim' in kendisi değil, daha çocukluğundan beri halk da inandırıl­ m ıştır. Çünkü, denilenlere göre, müneccimlerce hesaplanan bir eşref saatte ana rahmine düşmüştür, zaten burcu da " Hazreti A li ' nin hurcu dur Sultan olur olmaz, İmparatorluğun üstüne y üzyı ldır çökmüş felaketler bulutu derhal dağılacak ve ardı adı­ na yapılacak fetihlerle halk yeniden refaha kavuşacaktır. "işte hu nedenle, III. Selim' in tahta çıkışı inıparatorlu,�un hir başın­ d an öhür haş;ma sevinçle karşı! anmış tır. " Ne var ki, iki ezeli düşman Rusya ve Avusturya i le iki y ıldır süren ve ardı ardına alınan yenilgi ler yüzüden Sultan I. Abdül­ haın id'in de felç geçirip ölmesine neden olan sava�ta, III. Selim '

"

.

l :'i 7


tahta çıkt ıktan sonra, güya Kırı m ' ın geri a l ınınası için saldırıya geçilıııiş. ama geri almak şöyle dursun, hiçbir başarı elde edile­ mediği Balkanların da neredeyse yarısı yitirilmiştir. Genç Sultan, başarısızlıkları salt sadrazamların beceriksiz­ liklerine yorduğu için, her kalenin yitiri lişinden sonra sadrazam değiştirm iş, öyle ki "bir defasmda istihareye yatarak. bir defa­ smdan da kura çekerek sadra::.am aramış" (Prof. B erkes, age, s . I I 4 ) olduğu halde gene d e hiçbir olumlu sonuç alamamıştır. B u nedenle, b u s avaşın a s ı l kötü sonucu, "Sultan III Selim ' i n bir cihangir padişah olacağı yolundaki efsanenin ij7ası olmuştw: " , Prof. Enver Ziya Karai ' ın deyimiyle. (Osmanlı Tarihi, c-5, s . 2 1 ) Bilindiği gibi, amcası I . Abdülhaınid ' in " Ö::.i kalesinin de Ruslarm eline geçtiği haberini okurken duyduğu derin acı yii­ ::.iinden felç geçirip ölmesi ' ' üzerine 2 8 Mart 1 7 89'da tahta ç ıkan III. Selim, bir yandan Sadrazam Koca Yu s u f Paşa ' y a, sadece Özi kalesiyle de yetinilmeyip 1 7 8 4 ' de Ruslara kaptırılan Kırı m ' ın da derhal alınması buyruğunu verirken, öte yandan da, daha sal­ tanatının kırkı çıkmış ç ı mamışken '' 1 789 yılı Mayıs ayı başla­ mıda, bir cuma giinii ö,�le nama::.ını meşveret erbabı ile birlikte kıldıktan sonra Sultan kasnnın Revan odasında , döneminin ile­ ri gelen uleması, ve::: iri, hacısı . lıocası . ocak ağa/an , kapıcılar kethiidası ı•e.wir ile bir Meşveret Meclisi toplanuşflr" İmpara­ torluğun içinde bulunduğu durumu görüşmek üzere. Artık başka çare kalmadığı için, bu iki ezeli düşmanla 9 Ocak 179 2' de Yaş Antlaşmas ı ' nı imzaladıktan sonra da, kimi ta­ rihçilere göre ::.amam n 200' e yakm i1eri gelen "önemli" kişisi n­ den , bu konuda bir layi/1(1 hazırlamasını istemiştir Oysa, Osmanlı İmparatorluğu ' nu III. Selim dönemide, Prof. Berke s ' in dediği gibi, "Fransı::: ihtilali '' kurtarmıştır asl ında. Ruslarla Avusturyalılar, Osmanlıl arı neredeyse bütünüyle Avru­ pa'dan çıkarıp atmak üzerelerken, Fransız devrimi Avrupa' daki bütün krallıkları can derdine düşürdüğünden, İngiltere 'nin dev­ reye girmes iyle, istemeden Osmanlılarla 1792 ' de bir antlaşma imzalayarak sorunu ertelemişlcrdir. Frww:: DeıTimi. hiç kuşku yok ki. o.�manlı ordusu ile ilgili


Krallık dönemindeki projeleri de rafa ka ldırtmış olduğu için, Sul tan I. Abdülhamid · in .� on yıll arında, taht korkusu yüzünden zaten yava� yava� tavsatılmağa ba�anılmı� olan reform girişim­ lerini de, hiç olmazsa yeni uzmanlar gönderilmesi açısından bü­ yük bir kes intiye uğratnı ı�tır mutlaka. Nitekim. Prof. Karai 'dan öğrendiğimize göre, bu gerçeğin farkına varan, Fransız ordus unda henüz ünsüz genç bir s ubay olan Napo/yon B01ıapart da, Devrim yönetimine; "Rusya impa­ ratoriçesi' nin Rusya-A\'ltslurya dostluk ha,� lannı kuvvetlendir­ di,�i hir devirde, Tiirkiye' nin askerlik hakımından lıatm sayılır hir lıale gelmesi için, Fransa' mn elinden gelen herşeyi yapnıası kendi çıkamıadır. Bu derietin kahrama n, fakat lımp sanatının prensıjJ!erinden anlamayan pek çok mi/is askeri vardır. Topç­ uluk, Tiirkiye ' de henii:: çocukluk deı'! 'esindedir. Bugün orada hu alanda çalışan birkaç su!Jayımı: vardır. Fakat, olumlu hir SOilliÇ alabilmek için bunlar, ne sayı , ne de hi lgi hakımından yeterli­ dir " diye bir dilekçe vererek, "he ş altı suhay arkadaşı ile bir­ likt e" Osmanlı ordusunu eğitip güçlendirmek tutkusuyla İstan­ bu l ' a gitmek istediğini bildirmiştir. (Osmanlı Tarih, c-5 , s. 2526) Gerçi, Napol_von B01ıapart Osman lı ordusunu eğitmek veya yeni bir ordu kurmak üzere İ stanbu l ' a gelememiştir ama, gene aynı kaynaktan öğrendiğim ize göre, daha sonraki yıllarda da S u ltan III. Selim ' le sürekli iyi ili�kiler kurmak için çalışmış, ör­ neğin "Mısır seferine çıkarken hile , fırsat diiştiikçe onu lıiirmet­ le anmış. seferden sonra da ô:el m ektuplar göndererek, ısiaiıat­ çı girişimlerini destekledi,� ini hildinjJ , gönliinii almıştır " Su ltan III. Selim de, hem Fransa ile dostuğu Osmanlı İmpa­ ratorluğu için bir zorunlu luk olarak görmektedir, hem de "as­ kerlik alamndaki hilgi re haşanlanndan dolayı " zaten hayran­ dır N apoiyon Bonapart \ı . B u nedenle onun dostluk gösterile rine ilgisiz kalmak �öyle dursun, bundan büyük bir mutluluk da duy­ maktadır. Örneğin. Napolyon Sonapart imparatorluğunu ilan et­ tikten sonra İstanbuLı büy ü kelçi atadığı General Sebast iani ile arınağan olarak bir de re :-;mini gönderince kedisine. çok nıcm-


nun kalmış ve Sadrazam ' ına; ' 'Bre henim l'e:irim . . . Sen hilme:­ sin. Aıntpa ' da dost dosta tasrir hediye eylemek m utena ôdetti1: Fransa imparatoru ' 111111 hediyelerinden mah:u: oldum Bana tasl'irini grindermesi pek hiiyiik dostluk ve samimiyer gösterisi­ dir. Gayet ha: eyledim. diye yazm ı ştır. Kuşkusuz, bu sıcak ilişkilerden yararlanılmamış da değildir. Örneğin, 1 794 ' te bir yandan Mühendishane geliştirilir ve Mü­ hendishane-i Berri-i Hümayun adıyla yeni bir okul daha açılır­ ken , öte yandan da, layihaların hemen hemen tamamında öneri­ len Ni:am-1 C edi d adıyla yeni bir ordunun kurulacağı resmen açıklanmış ve bu amaçla Fransız Convention hükümetine 1 793 i le 1 79 5 ' te iki kez başvurularak öğretmen subay ve teknisyen gönderi Im esi İsteni Im iştir. Nitekim gönderilen bu Fransız subay ve teknisyenlerle, O s­ m an l ı tarihinde ilk kez bir H ıristiy an dili, Fransızca, bu mühendislik okullarında yabancı dil olarak öğretilmeye başla­ nılmıştır. Ders kitapları da Fransızca'dan çevriltilmektedir. B u uzman subay v e teknisyenler, eğitimin dört y ı l olduğu b u okul­ l arın üçüncü dördüncü sınıflarından askeri tarih dersinin dışın­ da, topografya, trigonometri, balistik, istihkam, astronomi ve yüksek matematik gibi dersler de okutmaktadırlar. Nizam- Cedit ordusunun kuruluş öyküsü ise daha d a fi� aklı dır. Ulemanın ve Yeniçerilerin karşı çıkmalarından korkulup çe­ kinildiği için, sanki sarayların korunmasıyla ilgili, Bostancı Ocakları'na bağlı "Bostancı Tiifenkçisi Ocağı " adıyla yeni bir ocak kuruluyormuş gibi gösterilerek başlatılmıştır çünkü. Hatta, Prof. Karai ' ın verdiği bilgilere göre, Ru sların Karadeniz donan­ masıyla önce B ağazın girişinde Levent yakınlarından karaya as­ ker çıkararak İstanbul 'u kuşatmaya kalkışacaklarına dair du­ yumlar alındığı için, bu yeni birliğin ilk kışiasının d a özellikle Levent çiftl iğinde kurulduğu şeklinde dedikodular bile çıkar­ mışlardır, Nizam-ı Cedit ordusunu halka daha sevimli göstere­ bi lmek amacıyla. Ne var ki , hemen hemen bütün tarihçilerce iyi eğitim almış. iyi yeti�tirilıniş. aydın , ileric i, yenil ikçi bir kişi olarak t anıınlan·

1 60

­


sa da, bütün Osmanlı aydınlarının kişiliğini belirleyen güçlü çe­ lişki. I l i . Selim · in kişi liğinin de temel belirley icisi olm uştur so­ nuçta. Yani. Prof. S erke s ' in dey imiyle, lll Selim de, ttp/\1 yeni­ likçi hahast lll Mustaf'a g ihi. asimda riiyalara , m iineccimlere, iifi"iriikçiilere inanmaktac/tr ı ·e /m nedenle farkuıa hile \'(/rnwdan çerresini derı·işler. şeyh/er. nıiineccimlerle doldurmuştur. Bu medreseli takımı ise, hiç kuşku yok ki, tıpkı Kadt: adeli­ ler gibi, İmparatorluğun içinde bulunduğu sorunların şer ' i şeri­ fe uygun yaşam hiçiminin yilirilmesinden kaynaklandığına yü­ rekten inanmaktadırlar ve bu Batılılaşma grişim ierine şiddetle karşıdırlar doğal olarak. Nitekim, Nizam-ı Cedit ordusuna karşı halkı kışkırtırlarken de. tarihçilerio yazdıklarına göre, "Askere setre panta/on gi_rdirip imanma halen getireiı, iJnlerine nıuallim diye Frenk/eri ( Hıristiyanları) koyan padişaha elhette Allah yar­ dtnu/ll çok görür " diyerek cami lerde verdikleri vaazlarda bu inançlarını açık açık gözler önüne sermektedirler. Ve ne yazık ki, ulemanın kı şırttığ ı bu bir avuç yeniçeri yama­ ğı, aralarından seçtikleri Kahakçt Mustafa adl ı bir serserinin başkanlığında 1 4 Haziran 1 807 günü, "Ni::.am-1 Cedit'i istenıe­ zü::.! Şeriat istert'i::.! . . Mt'ishiman olanlar hize katt!smlar! . . " diye bağıra bağıra artlarına topladıkları çapulcularla S arayın önüne gelip, Sultan III. Selim ' in Ni::.anı-1 Cedit'i kapatttğma dair bir hattı-ı hümayun yazmasını sağlayarak, B atılılaşma girişimlerini güya bir kez daha durdurmuşlardır. Görüldüğü gibi, XVII . yy. da, devşirme Hı ristiyan çocukla­ rından oluşmuş Kapıkulu Ocaklarına ve Enderunlu vüzeraya, ümeraya karşı i ktidar kavgası verirken, büyük rüşvetlerle kirala­ dıkları s ilahlı ocaklıları ayaklandırıp, "Şeriat isteriz! ' ' diye ba­ ğ ırtarak bir dizi S aray içi darbe yapıp, yeniçeri ağası ile Ende­ runlu paşa kellesi kestire kestire, yeniçeri ocağını sonuçta tam anlamıyla bir çapulcular sürüsü zorba güç haline döndünneyi ustaca ba�aran u lema, XV III.yy. daha başında gerçekten de hiç beklemedikleri yeni bir durumla karşı karşıya gelmi�tir. Bir yandan ül keye hızla, İslami yaşam biçiminin karş ıtı yeni bir yaşanı biç imi ithal edilmeye çalı 1 ı l ı rken Bat ı " claıı . bir yandan ı (ı ı


da, sanki artık bütünüy le umut kesil diği için, birtakım Hıristiyan subaylara. Kapıkulu Ocakarına seçenek olarak yeni bir ordu kurdurlu lmaya çalışı lmaktadır sessiz sessiz . . . Gerçekten de, İmparatorluğun içinde bulunduğu sorunlardan kurtuluşunun ancak ordunun güçlendirilmesiyle sağlanabilece­ ğille inan<m aydınlar, da artık Yeniçeri Ocağ ı ' ndan hiç söz etme­ mektedirler sanki. Öyle ki, Prof. Enver Ziya Karai, XVIII. yy. or­ talarında tam 1 6 yıl sultanlık yapan Padişah lll. Mustafa 'nın da, "Osmanlt imparatorlı�,�u · nun sürekli yenilmesinin ve gerileme­ sinin asti nedeni olan. örgütleri bowlmuş bu yeniçeri ordusu­ nun. arttk bir dii:ene sokulabilece,�ine inanmadtğtm o,�lu lll Selim ' e de sö_vled(�ini" yazmaktadırlar. (Age, s . 5 7 ) Gene Prof. Karai, Sultan /ll. Selim' in Ni:am-1 Cedit le asıl yapmak istediği şeyin de, " Yeniçeri/eri kaldtrnıak ve ulemantn m�ficunu ktrmak" olduğunu belirtmektedir. (Age, s. 6 1 ) Prof. Mümtaz Turhan da, ''Ulle D evrinden Tanzimat' a kadar olan bir astr!tk :aman zwfuıda garplt!aşma faaliyetleri, bari: bir şekilde ordımım yenileştirilmesi mev:uu etrafuıda toplamr. " "Zamamn devlet adam/an . m ücedditleri (yenilikçi/eri) Avrupa karştsındaki mağlubiyetimi:in sebep/erini, esas itibariyle or­ duda düzenin bowlmasuıda, garlmı üstünli(�ünü de askerlerinin _veni bir harp tekn(�ine göre _vetiştirilmiş olmasuıda bulurlar. Onun için orduyu ts/ah veya garlmı harp tekni,� ine, usuliine göre yeni bir ordu teşkil etmekle Aı ·rupa ile aran11:daki farklll giderilece,�ine ve me selenin böylece halledilece,�ine kanidirier. " "imalathaneler, fabrikalar, tersaneler gibi yeni tesisler hep as­ kerin ihtiyact olan kumaş, silah, mühimmat ve .wir harp mal­ zemesi haztrlamak için kurulur; mektepler orduya hi:ım·lu un­ surlar yetiştirmek maksadiyle açti u: " diye yazmaktadır. (Kültür Değişm·eleri, Devlet Kitapları, İstanbu l 1 969, s . 295-296) Açılan okullar, elbette ülkenin genel eğitim politikasıy la ke­ sinlikle ilgili değildir. Ancak gene de, bu okullarda, Fransızca, tarih, coğrafya, matematik, edebiyat, felsefe vb. gibi dindışı dersler de okutulmaktadır ve dolayısıyla çok az sayıda da o l sa yeni tür bir aydın yetiştirilmekteclir. Ayrıca unutulmamalıdır ki, '

ı (ı:2


Avrupa ' nın büyük devletlerinde bü yükelçiliklerin açılması da 1 795 ' ten sonra, III. Selim döneminde ol muştur ve ilk bü yükel­ çilerin dil bilmemelerinin neden olduğu sorunlar yüzünden de, o ükelere dil öğrenmeleri için gençler de gönderilmeye başlanıl­ m ıştır hemen. Böylece de, ulemanın karşısında, artık B atıdaki gelişmelerden de az çok haberi olan, din dışı eğitim almış, dog­ maya değil bilime inanan, B atılı anlamda aydın diyebileceğimiz yeni bir kuşak yetişmeye başlamıştır kendiliğinden. İşte bu nedenlerle, gördüğümüz kadarıyla ulema da, XVIII. yüzyılın başından itibaren artık hidatlarla filan uğraşmak yerine, çaresiz, can havli y le bir y andan bu B atılı laşma düşüncesini çü­ rütmeye çalı şırken, bir y andan d a bu y aşam biçiminin somut öğelerini derhal yok edebilmek için uğraşmıştır neredeyse bütün bir yüzyıl boyunca. Diyelim, III. Selim 'in Paris 'e elçi olarak gönderdiği ulema­ dan H alet Efendi, oradan yazdığı mektuplarda, sürekli Avru­ p a ' y ı kötülemekte, ''Zira Paris' e geldik. Uikin halka öı ·e (jre bi­ tiremedik/eri şu Frengistam daha göremedik. O tuhaf şeyler ve aktl!t frenk/er hangi Arrupa' dadtr acaha :) " demektedir alay lı alay lı. Avrupa uygarlığı denilen şeyin Müslümanlıkla kesinilkle bağdaşmaycağını öne sürmektedirler. Yani, "Müslüman/ann alahilece,�i önemsiz hir iki şeyden haşka şey yoktur Arrupa' da " onlara göre. "Hikmet ' " ise, zaten Müslümanların yitirdiği m al­ larıdır. Y oksa, "Aı 'rupalt!ann hütün (ic/et ve ahlôktn, usulü ma­ işet ve tarzt hayatlanlll kahul etmek" elbette zinhar caiz de,� il­ dir Müslümanlar için. Bu amaçla da, kışkırttıkları çapulculara. gene bir y andan "Şeriat isteriz.'" diye bağ ırtarak saray içi darbeler y aptırırılar­ ken, öte yandan da saldırı ııp, artık B atılı yaşamın görünen yan­ larını, köşkleri, kasrları, Jale bahçelerini yakıp yıktırmakta. set­ re pantalon giyenieri cezalandırtmakta, kitap basımını engellet­ mekte, yabancı uzmanları y ı ldırıp kaçırtmakta, "Bu ka,� [{/ara o çizgieri nire çiziyorlar ') P11.1 11la cctı ·cllc hiç saroş nu kazomltr111/Ş ? " diye ortalığı karıştırtarak oku l ları eğitim y apılamaz duru­ ma sokturınaktadırlar önce likle. 1 63


Görüldüğü gibi, Osmanlı Sarayındaki iktidar kavgası, artık ulema ile, kendilerine XIX. yüzyılın ortalarından itibaren m ii­ neı · ı·er denilecek olan, İslami yaşama karşı B atılı yaşamı savu­ nan ve B atılı bir yeni ordu kurulması yanlıları arasında geçmek­ tedir. Ve il ginçtir, XIX. yüzyıla girilirken, demek Yen içeri Oca­ .� � ' nın artık darbe yacak kadar bile gücü ve ürkütücü hörfü filan kalmamı ş , dolayısıyla da ulenw ile O cak arasındaki taşeron an­ laşması kendiliğinden sonra ermiş olsa gerek ki, Şeyhülislam Ataullah Efend i, sadaret kaymakamı Köse Musa Paşa v e S udur­ u Kirarndan öteki ulema kafa kafaya verip, Nizam-ı Cedit ' e kar­ ş ı , çaresiz ta R umeli Kavağı ' ndaki kale yamaklarını kışkırtmak zorunda kalmışlardır. Ne acı. . . Yeniçeriler Niçin Kılıçtan Geçirilmiş Öyleyse? XIX. yüzyıla giri lirken ömrünü tamamlayarak işlevini bütü­ nüyle yitirmiş, savaş gücü neredeyse sıfıra inmiş örgüt, s al t ka­ pıkulu ocakları da değildir elbette. XVI. yüzyılın sonlarından itibaren ulemanın yol göstericiliğinde getirilen değişi kli kler ve yeni uygulamalarla, tarım topraklarındaki ikta sistemi de hızla yozlaştırılarak, dirlikler en fazla rüşveti ve vergiyi ödemeyi yü­ kümlenenlere verildiği için, ordunun beşte dördünü oluşturan segbanlık kurumu da, XVII. yüzyılın sonlarına doğru artık hiç kalmamıştır. Ordunun bu açığı da, seferlerden önce, yukarda da değindi­ ğimiz gibi, eskiden Hı ristiyan çocuklarını zorla devşiren serden­ geçtiler, turnacıhaşı l ar Anadolu'ya gönderi lip, bayrak açtırıla­ rak, davul vurdurtularak, tellal çıkarılarak topl anan Müslüman, Türk çocuklarıyla kapatılmaktadır. Örneğin, III. Selim, tahta çıkar ç ıkmaz, Rusya ve Avustur­ ya'ya karşı süren sava�ı bir an önce kazanıp sona erdirmek ama­ cıyla bir lerman yayımlayarak; "'Ordu ı·e donanman kunetlen­ dimzek iç·in /o ilc oO HIŞ arasındaki kişilerden gere.�i kadar as1 64


ker toplanmasın ı " buyurmuştur hemen. "Reayadan :orta alman heygirlerle" güya süvarİ birlikleri oluşturulmaktadır. "Donan­ nıa , deni:e açı laca,�ı :aman önıriinde silalı kullanmanıış, saraş görmemiş köyiii raifesiyle, çoluk çocukla doldurulnıaktadır. " Yani , " ordu , dii:ensi:, disiplinsi: hir insan ht!ahalı,� ı " halinde­ dir. Dolay ısıyla da, düşmanın daha ilk saldırısında bozguna uğ­ ray ıp, dağılıvermekte, kaçışmaktadır. Ayrıca, burada hemen şunu da belirtelim ki, dirlik salıipteri­ ni, sefer halinde orduya belirli sayıda iyi eğitimli asker sağlama­ nın dışında, bölgenin kalkındırılmasından ve asayiş inden de so­ rumlu tutan bu ikta sisteminin XVI. yüzyılın sonlarından iti baren yozlaştırılmaya başlanılması, bizce yalnız orduyu felç etmekle de kalmamış, XVIII. y iizy ılda Osmanlının başını zaman zaman büyük dertlere sokan "Ayan/ık" kurumunun kendiliğin­ den oluşmasına da yol açmıştır. . . Yücel Özkaya ' nın, "ayan/ık" konusundaki doçentlik tezinde de belirttiği gibi, Arapça "ayan " kavram ı , " hir yerin ileri gelen­ leri" anlamında, ta kuru luş yıl larından beri kullanılmaktadır Os­ m anlı İmparatorluğu'nda. Bu kavramla, "kentlerde , köylerde, orduda , aşiret/erde, deı·let kademelerinde önem ka:anmış, ileri gelen kişiler kasdedilmektedir. " Prof. İsmail Hakkı Uzunçarş ı l ı ' nın verdiği bilgilere göre de; "Bunların e\'\•elce del' ler ii:erinde lıiç hir tesir ı ·e niijiclan yok­ tur. Malıal/in ileri gelenlerinden olduklan için, gerekti,�inde kendilerinden yararlanılmaktadır. Ancak, 1 682 ' de haş/ayan Al'llsturya savaşı ' nın daha sonra Lelıista n, Veneclik re Rus­ ya' 11111 da katılmasıyla dört ceplıeye yayılıp, tanı 16 yıl siirmesi yü::ünden imparatorluk hiiviik hir mali sıkıntı içine diişünce, 1 6 94 ' den itibaren deı·let gelirlerinin kimi yerlerde malıal/i eşra­ fa kayd-ı lıayar şartıyla satılması , ha:ı kişilerin :engin oluf J , ya­ ı·aş yaraş niifu: ı ·e kudretlerini artırmalanna neden olmuştur Ama gene de bunların X\'11 yii:yı lda lıiikiimet ii:erinde etkili olahilecek derecede niifu: salıibi olduklan görülme:. 1 7fı8' de Sultan lll Mustafa ' nın açrı,�ı Rus seferinde, para ı ·e asker ge­ rehiniminden dola \'1 , hiikiimetin ka:a idarelerini ellerine geç·ir-


miş ôyônlara da başvurması re böylece ka:::alann ı'i::: erinden hı'i­ kı'imet kontroliinı'in kalkması, bunları şımartma,�a haşlamışnr K arnw-ca Ant/aşması ' ndan sonra, ho:::u lan idari sistem yeniden dii::: e nlcnmed(�i i�·in de, 1 78 7 ' de I Ahdı'ilhamid döneminde baş­ layan A\'1/sturya ve Rusya .wraşı , ka:::alann idarelerini ôyônla­ m ı iyiden iyiye ele geçirip, egemen olmalarına yol açmış, htm­ dan sonra da ôyôn :::01·halığı riniine geçilmez hir hôl alıp, ll. Mahmut dönemi ne kadar sı'irmı'iştiir. " (İs lam Ansiklopedisi, c-2, s. 4 1 ) Yücel Özkaya da, "Ayan/ık örgiitii XV!ll. yı'izyılın ortalanna kadar Anadolu' nun birçok bölgesine heniiz yayılmadığından re devleti u,�uraştıracak kadar önemli hir mesele haline gelmedi­ ğinden , ı·ekôyinamelerde daha öncesi ile ilgili yeteri kadar hilgi hulımmamaktadır. " diye yazmaktadır. "Deı1et, XV/ll. yüzyılda ôyônlığın gelişmesini ve kuvvetlen­ mesini adeta teşvik etmiştir Merkezi otoritenin zayıfladığı, dola­ yısiyle istanlml' un ve savaşların ihtiyaçlanmil Anadolu' dan te­ minini n hayli gı'iç olmaya başladığı hu devirde , ihtiyaçların ri­ /ayet ileri gelenleri vasıtasiyle sağlanması cihetine gidilmiş, hu da ileri gelenlerin çabucak kuvı·erlenmesine ve ôyôn olmalarına sehep olmuştur. Aynyeten , Anadolu'daki soya/ ve iktisadi sıkın11/ar, çalkantılar hu kurumım her yere yayılmasına l'e çok kuı·­ vetli hir hale gelmesine de hı'iyiik etki yapm ıştır. Örneğin, taşra­ da görevli devlet memur/an, vali/er, kadı/ar, naipler ve diğerle­ ri j(da ka:anç temin etmek için yerli aileler ile anlaşma yolıma gitmiş ı·e bunlardan en fa:::la parayı verenlere, m/i/er 'ôyônlık buyruldu ' su, kadılar da resmi kadı mektubu vererek ôyôn olma­ larını temin etmişlerdir. Böylece, halkın isteği ile ôyôn olma ku­ ralı yerine, daha kolay olan, para ile m/i ve kadıyı sat m alarak ôyôn olma usuhi geçerli olmuştur. " ( Yücel Özkaya, Osmanlı İ mparatorluğu 'nda A yanlık, Türk Tarih Kurumu Yay ını, 1 994) Fuad Köprü l ü de, ·'Bu kelimenin , Osmanlı imparatorlu­ .�u · nda helir/i hir karrunu ij{ıde eden idari hir terim halini al­ ması X\'lll. yı'i:::y ılın ikinci ı·e XIX ı·ı'i:::y ılın ilk yarısındadır " di­ ye yazmaktadır. ı (ı (ı


Ancak, XVII. yüzyı ldan önceki durumu hakkına günümüze ulaşmış bi lgiler pek yeterli olmasa da, anlaş ıldığı kadarı yla. fiyfin lık, kasaba halkı tarafından seçilen, halkla hükümet arasın­ daki ilişkilerde tarafiara aracılık eden; asayi�in korunm ası, ver­ gilerin toplanması, orduya gereksindiği sayıda asker ve erzak sağlanması vb. gibi iş lerde görevlilere yardımcı olan, bir anlam­ da muhtarlık gibi küçük bir yerel yöneticilik olsa gerektir önce­ leri. Ne var ki, bu masum kurumu da, XVI. yüzyılın ikinci ya­ rısında S araya girmeyi başaran ve iktidarı tam olarak ele gcçire­ bilmek için hemen ikta sistemiyle sorumsuzca oynamaya başla­ yan ulema, birtakım küçük çıkarlar uğruna öteki görevler gibi artık parayla alınır satılır bir makam haline gtircrek, ayan/ann da zamanla, tıpkı Dr. Frankenstein öyküsündeki gibi, artık ken­ dilerinin de baş edemeyecekleri güçte birer canavar haline dö­ nüşmesine neden olmuşlardır, galiba farkına bile varmadan. Nitekim, Prof. Uzunçarışılı'nın verdiği bilgilere göre, bizce hiç kuşku yok ki bu amaçla, 1 779 ' da S aray 'dan bir hatt-ı hüma­ yun çıkarttırarak "ayan/ık huyruldusu" verme yetkisini vali ve kadıların elinden alıp bizzat sadrazama bağlamışlardır. Hatta, 1 7 86'da bir hükümet kararıyla ayan/ı ğı kaldırıp, yerine gene se­ çimle gelecek "Şehir ketltiidalıiJ,ı" diye yeni bir kurum ol uştur­ ınaya bile çalışmı şlar, ama başaramamışlardır. XIX. yüzyıla girildiğinde, ü lkenin neredeyse yarı sı bu zorba ayanlar arasında paylaşılmış gibidir sanki. Yozgat, Çorum , bir ara Kayseri, Sivas, Amasya, Tokat, Ankara, Konya yöreleri Ça­ pano ğulları ' nın; Manisa, İzmir, Aydın Karaosmanoğulları 'nın; Antalya Tekeli İbrahim' in; Payas Küçük Alioğulları ' nın; B ozok Cebbaroğulları 'nın; Bilecik Kalyoncu Mustafa ' nın; Arnavutlu­ ğun bir bölümü Tepedelenli Ali Paşa 'nın; İşkodra Kara Mahmut Paşa'nın, Mısır Mehmet Ali Paşa 'nın yönetimindedir. Halep el­ den çıkmışır. Bağdat ' da Kölemenler egemenliklerini ilan etmiş­ lerdir. Mckke ve Medine 'yi Vehhabiler ele geçirmiş lerdir. Gü­ mülcüne ay anı Tokatçıklı Süleyman ' ın, Rusçuk aya nı Tirsinikli­ oğulları Ömer ve İsınail ağaların, S i l istre ve Deliorman ayanı ı (ı7


Y ı l ıkoğlu Süley man ' ın, Serez ayanı İsmail Bey ' in 1 5 -20 bin ki­ şilik özel orduları vardır. Yani İstanbu l hükümetinin otoritesi iyi­ ce zay ı flamıştır, birçok yerde sözü geçmemektedir artık Nitekim. III. Seli m · in Ni:am- 1 Cedit girişimini, Çetin Al­ tan ' ın deyimiyle ' ' Trah:on dolayianndan derlenip getirilmiş 2 hin yamak askerini'' ( S abah gazetesi, 1 7 Ağustos 1 997) çocuk­ su tuzaklada kışkırtıp ayaklandırarak can havliyle zar zor hal le­ den ulema, bil indiği gibi. karşısında birden, elleriyle yetiştirdiği bu devlerden birini, Rusçuk t'lyan1111 bulmuştur, Kabakçı Musta­ fa ayaklanmasında. Prof Berkes de, bu olayla ilgili olarak, "Ayônlar için . padi­ şahllktan haRiniSIZ hir haneden prensiiRi kurmaktansa, çok 1cakta olma_w111 hoşkentteki derietin haşuıa geçmek art1k düşii­ niilehilecek hir amaç olmuştu. diye yazmaktadıdr. (Age, s . 13 1) Ulema çia, zaten böy lesi bir olasılığı bekliyor olsa gerek ki, III. Seli m ' i indirip, yerine IV.. Mustafa'yı şu.l tan ilan. e�t.i rirken, ü stüne; "Burada ya::: t /1 şartiann hepsi tarafmuzdan göriitmi·iş­ tiil: Altt111 im:alayan Şeylıülisla m. Sadrazam vekili ve ulemamn imzalann1 re mühiirlerini Padişah olarak tasdik ederim . Kulla­ nm !m sözleşmedeki şartlara uyduk/an sürece, devlet işlerine kanşmad1kça, emir/erime ı ·e suhaylanna itaat ettikçe, Tann ve Peygamher ad1na sö: ı·eririm ki, kimse sorumlu ve suçlu sayt!­ maycaktlr " diye yazdırıp imzalattıkları, "şer ' i hüccet'' denilen bir bildiri yayınlamış lardır. Padişahın onayından sonra Şeriat Mahkemesine de tesc il ettirdikleri ve bir şeriat hükmü olarak dcrhal orduya da dağıttırdıkları bu bildiri veya şer ' i sözleşmeye göre de, III. Selim şeriata aykırı olarak Nizam-ı Cedit adında ye­ ni bir bid ' at uydurup, devleti kofirieri tak/id ederek 1/mstiyan­ lann kurallanna göre yönetmeye kalkiŞtiR I " için, onu tahttan in­ diren ocaklı lar şeriata ve örfe uygun davranm ışlardır ve bundan böye del'let, Yeniçeri O caRI · 11111 denetiminde, koruı·ucuiiiRllllda şeriata uygun olarak Yiinelilecektir. İstanbu l ' daki bu o laylarla ilgili haberlerin ve " hüccet-i şcr ' iren1n" Tuna kıvısında Rushırla savaşmakla olan orduya ''


ula�ması üzerine de, Pehlivan Ağa adında bir yeniçeri ağas ı , der­ hal bulabidiği ocaklı larla III. Seli m ' in son sadrazamı Hilmi İb­ rahim Pa�a 'nın otağına saldırmış ve yerine Çelebi Mustafa Pa­ �a 'yı sadrazam ilan etmi�ir. Ardından da, ordudaki Nizam-ı Ce­ dit yanlı larını temizlemek için girişimiere başlamıştr. Sultan IV. Mustafa da, bu oldubitliye bir tepki göstermemiş, zorbaların ele­ başısı Kabakçı Mustafa 'yr turnacıbaşılığa, yardım cıları Arnavut Ali 'yi Anadolu kaleleri nezaretinde ağalığa, Bayburtlu S üley­ man ' ı da tersane amirl i�ine getirirken, Çelebi Mustafa Paşa' nın sadrazamlığını da içine sindirip onaylamıştır. Çelebi Mustafa Paşa da, sadrazamlığı onaylanır onaylanmaz Pehlivan Ağa'yı vezirliğe yükseltip paşa yapmıştır hemen. Başta eski sadrazam Hilmi İbrahim Paşa olmak üzere, gerek İstanbul ' daki zorbaları n, gerekse orduda Pehlivan Ağa Paşa 'nın elinden kurtulan Nizam-ı Cedit yanlıları ise, kaçıp Alemdar Mustafa Paşa 'nın Rusçuk' taki çiftliğine sığınarak, canlarını zor kurtarm ışlardır. I 768' deki Osmanlı Rus savaşında bölüğün bayrağını taşıdı­ ğı için kimi tarihçilerce Alemdar, kimi tarihçilerce de Bayraktar diye adlandırılan Rusçuklu Mustafa Paşa, uzun süre R usçuk iiyiinı Tirsiniklioğlu İsmail Ağa'nın yanında çalışmış, onun ölü­ münden sonra da Rusçuk ay anı ol muştur. III. Selim' in tahttan indirilmesinden kısa bir süre önce de, Rus savaşındaki başarıla­ rından dolayı kendisine paşalık sanı veril miştir. Gene, kimi tarihçiler her ne kadar "açtk fikir/i biriydi" "Ni­ :anı-t Cedir' i destekliyordu " diye yazıyor olsalar bile, okuma yazma bilmeyen bu kişinin III. Selim' e duyduğu yakınlık, sanı­ rız Paşalık sanını kendisine onun vermiş olmasından dolayı bir gönül y ükümlülüğünden kaynaklansa gerektir asıl. Vakanüvislerin yazdığına göre, kendisine verilmesini bekle­ diği sadrazamlığa Çelebi Mustafa Paşa ' nın getirilmesi de, bu olayda etkin bir rol oynamıştır mutlaka. Ancak, Alemdar Musta­ fa Pa�a ' y ı asıl etkileyenlerin ise. zorbaların elinden kaçıp kendi­ sine sığ ınan, tarihe "Rli.\ Çllk yôdinlan " diye geçmi� kişiler ol­ duğu da galiba ku�kusuzdur.


Prof. Uzunçarşı l ı ' nı n belirleme lerine göre, bu kişilerin I I I . Selim ' i yeniden tahta çıkarmak için Alemdar Mustafa Paşa ile birlikte Rusçuk'ta kurdukları komitenin adı da "Rusçuk Yarô111 ' dır zaten. Ola ki, Alemdar Mustafa Paş a ' ya da, III. Selim ' in yeniden tahta çıkarılması halinde kendisinin de sadrazamlığa getirilece­ ğine dair bu koruitede söz verilmiştir. Çünkü, III. Selim daha 1 789'da Rusçuk ayanı Çelebi Sü leyman Ağa'nın oğlu Şerif Ha­ san ' ı paşa yapıp, Cezayirli Hasan Paşa 'dan sonra sadrazamlığa getirmiş bulunduğuna göre, artık ayanların da sadrazam olmala­ rında herhangi bir engel yoktur. B u nedenle olsa grek, Prof. Ber­ kes de "Alemdar Mustafa Paşa ' 11111 amacı zaten sadrazam al­ maktı" diye yazmaktadır. Nitekim, bu komitenin görevlendirdiği kişilerle, Şeyhülislam Ataul l ah Efendi, Köse Musa Paşa ve Kabakçı Mustafa çetesinin, zorbalıkianna son vermek amacında olduğuna S arayı v e S adra­ zarnı inandırarak, 1 6 bin kişilik ordusuyla İstanbu l ' a gelen Alemdar M ustafa Paşa, önce "üç yüz kişiyi kılıçtan geçirtip , önemlilerinin kellelerini Saray kapısul/n önüne astımrak kenti zorhalardan temizledikten ve ulemamn elebaşılarını sürgüne gönderdikten " sonra B abıali ' y i basarak, m ührü S adrazam Çelebi Mustafa Paşa 'nın eliden zorla alıp, kendisini s adrazam ilan etmiştir. Daha sonra da S araya gidip IV. M ustafa ' y ı tahttan indirmiş, ancak I I I . Selim biraz önce öldürülmüş olduğu için, ağlayarak, cellatların elinden son anda kurtardığı II. Mahmu d'u tahta oturtınuştur çaresiz . . . Görüldüğü gibi, bu olay, iki acı gerçeği birden, aynı anda u! em anın gözlerinin önüne serivermiştir bütün çıplaklığıy la. Birincisi; o güne dek taşradaki bir olgu şeklinde değerlendi­ rip pek de orıemsemedikleri ayan/ık kurumUllllll artık merkezi iktidara da göz koymuş olmasıdır. Taşralı bir ayan, karşıtları ay­ dınlarla (Nizam-ı Cedit yanlılarıy la/münevverlerle) işbirliği ya­ parak hiç beklemedikleri bir anda yönetime el koyuverıniştir, görüldüğü gibi. İkincisi ise; Yeniçeri Ocağ ı ' n ın (Kapıkulu ocaklarının) yüı 7()


rekler acısı durumudur. Zaten nicedir yeni savaş tekniklerine gö­ re eğitilmiş ve yeni araç gereçlerle, ateşli silahlarla donat ılmış B atılı ordular karşısında direnemez duruma düşmüş olan Yeni­ çeriler, artık ne saray içi iktidar kavgalarında taraflardan biri adına taşeron kuruluş olarak ürkütücü bir işlev üst lenecek nite­ liğe sahiptirler, ne de taşralı bir ayanın derme çatma askerleri karşısında bir varlık gösterebilmişlerdir. Ancak, Yeniçeri Ocağı ' nın ulemay ı asıl ş aşırtan y anı ise, sa­ v aş gücünü ve hörl1ü görüntüsünü yitirmesi değil, sanırız yüzel­ l i yıldır farkına bile varmadan çıkarları uğruna habire körükle­ dikleri y apısal değişimle Ocağın neredeyse bütünüyle artık bir B ektaşi tekkesine döndüğünün ilk kez bu olaylar s ır asında farkı­ na varmaları olmuştur bizce. B ilindi ği gibi, tarihçilerimiz arasında, Yeniçeri Ocağ ı 'nın ku­ rulduğu günden itibaren dinsel açıdan B ektaşi tekkesine teslim edildiği çok y aygın bir kanı ise de, başlangıçta penciyek usulüy­ le alınan, sonrada devşirme usulüyle toplanan Hıristiyan çocu la­ rını Türkçe öğrenmeleri ve Müslümanlaştırılmaları için önce başkentlerin çevresindeki köy l ü lerin y aniarına verildi ğ i , ardından S arayda Acemi Oğlanlar Ocağ ı ' nda eğitildiği ve İstan­ bul çevresindeki köylerle, Acemi Oğlanlar Ocağ ı ' nd a ders veren hocaların da neredeyse tamamının S ünni olduğu düşünülürse, ta XIX. yüzyıla kadar yeniçerilerin arasında B ektaşiliğin ve Alevi­ liğin baskın bir inanç olduğunu söyleyebilmek g aliba pek de ko­ lay olmasa gerektir. Kuşkusuz, Ocaklı olmak, düzenli bir maaş verilmesi yü zün­ den mutlaka, hala güvenceli ve aranılan bir iştir, ama hem veri­ len ücret pek y üksek değildir, hem de fetihlerin ardının zaten ni­ cedir kesilmiş olması nedeniyle galiba pek de çekici değildir ar­ tık. B u yüzden, arada bir de savaşa g itmek pahasına bu düşük ücretli hizmete ancak fakir çocukları başvuruyor o l salar gerek ki, Prof. Berkes de, · ' Ordu, \'eniçeriliife alınmanwsı gereken fa­ kirleşmiş esnaf re /.:ii\' /ii ile dolu\'ordu " diye yazmaktadır. ( Age. s . 74) Nitekim Naima da. yukarda bel i rttiğimiz gibi. daha X V I I . 171


yüzyı lın ilk yarı s ında IV Murad'ın bu durumundan şikayetçi ol­ duğunu ve Yeniçeri katiplerinden Mehmet Efendi 'yi huzuruna çağırarak, " Yeniçeri/er arasıno reayamn çoluk çocuk/an, ha­ mal, ugad makulesi adamlan karışmıştır Bunları te::: temi:::le-' " diye buyurduğunu yazmaktadır. Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa da, bazı yakınları, Yeniçe­ rilerin kendisine karşı bir suikast hazırlığı içinde olduklarını ge­ lip haber verince, "Birtakım manav, kayıkçı , lehlehici güru/lli ne yapahi/irmiş hana ? " diyerek alay etmiştir onlarla, um ursama­ m ıştır bile. "Sultan /ll. Selim de, kendisini tıraş etmeye gelen iki herhe­ rin , Humharacılar Ocağı ' nda ulufe/i topçu askerleri olduklan­ nı ij,�renince çok şaşırmıştır. " Cevdet Paşa tarihi' nde belirtilcli­ ğ ine göre. Kısacası, u lemanın sorumsuzca başlattı ğı, sonra da gelir kay­ nağı olacağını anlayınca tutkuyla körüklediği bu yapısal değ i ­ ş i m , X I X . yüzyıla gelindiğinde Yeniçeri Ocağ ' nın tamamının esnaf ve reaya çocuklarıyla dalınasına neden olmuştur, görüldü­ ğü gibi. B u süreçte, Doğu Avrupa ve Balkanlardaki fethedilmiş yerler de artık yavaş yavaş yitirilmeğe başlandığı için, giderek devşİrİlecek H ıristiyan çocuk bulmak da zorlaştığından, bu ya­ pısal değişim biraz da kendiliğinden h ızlanmıştır ku�kusuz. Ay­ rıca, gene görüldüğü gibi, yalnız Ocağın esnaf ve reaya çocuk­ l arıyla dalınasına neden o lm akla da kalmamı ş , evlenmelerine, geceleri ev lerine gitmelerine ve dışarda bir iş tutmalarına da izin verildiğinden, bu çocukların biraz kıdem kazanınca hemen es­ naflaşmalarını da sanki zorunlu kılmıştır bu yapısal değişim. B ilindiği gibi, esnaflık, Türklerin Anadolu 'ya geldikeri gün­ den itibaren, Selçuklular döneminden beri A lıi/er tarafından ör­ gütlenmiştir. Bu konunun uzmanı Prof. N eş et Çağatay, "Alule1: Anadolu' da kurup geliştirdikleri esnaf ve sanatkarlar meslek, yardım re dayanışma teşekküller/ sayesinde, do,�udan ardı ardı­ na gelen Tiirk lıalkımn rahatça verleşmelerini, iş gıiç salı/hi ol­ malarını ı·e giiren içinde yaşama/arım lıa::: ırladılar " demekte­ dir. 172


"Ahi leri n kurdu,� u esnaf ı ·e sanotUiriar hi rli k/eri ni n koyduk­ lan ekonomik re sosyal içerikli ana kurallar da daha sonralan hu alanda lıazırlanan yasaların, tiizük ı ·e yönetme/ikierin teme­ lini oluşturw: Onların koydu,� u hu kurallann izlerini Osmanlı Eyafet Kanunname/eri'nde hile görürüz . " Osmanlı imparator­ lu,� u' nda ·· 1 727' ye kadar da Esnaf teşkilatına, Ahi teşkilatı den­ miştir. 1 72 7' de 'Gedik' oluyor h u. Gedik kelimesi de Türkçedir. Daha sonra ira/yancadan geçme Loggia kelimesi, dilimizde Lonca olmuş. Gedik ile Alıilik arasmda hiçhir fark yoktur. Çün­ kü, Ahiler de meslek \ 'e sanat yerlerini sahit tutuyor, ötekiler de. Onlar da fiyat ı ·e kalite kontrollerini yapıyor, IJllnlarda . Bu du­ rum da 1siahat Fermam ' na kadar siirmiiştür. " ( Ahilik ve Esnaf, İstanbul Esnaf ve S anatkarlar Demekleri B irliği Yayını, İs­ t. l 986, s. 87- 1 1 2 ) Gene bilindiği gibi, İmparatorluğun kurucusu Osman B e y ' in kayınbabası Edehali' nin de etkili bir şeyhi olduğu Ah i/if.:, aslına bir meslek örgütü olmaktan önce bir tasavvufi örgüttür ve özel­ likle de B ektaşi ocağı ile y akından ilgilidir. Kuşkusuz, salt bu nedenle bütün esnafın Bektaşi olduğunu söyleyebilmek elbette olanaksızdır, ama B ektaşiliğin esnaflar arasında gene bu nedenle bayağı yaygın olabileceğini düşünmek de gerçeğe pek aykırı düşmese gerektir galiba. Öte yandan, bir kısmı ta XI. y ü zy ılda hayvanlarını Hıristiyan topraklarında otlatmaları için Müslüman Türklerce zorla bu ya­ na sürülmüş ve Şamanlıklarını burada da yüzyıllar boyu sürdür­ müş, bir kısmı da daha sonraki yüzyıllarda, bitmeyen Moğol sal­ dırı ları yüzünden uzun süredir yaşadıkları İran' dan kaçıp bura­ ya gelmiş insanlardan olu şan, Balkanlardaki ve Anadolu ' daki göçebe reaya arasında da, Alevilik ve B ekteşi l ik zaten oldukça yaygındır, bilindiği gibi. Nitekim Prof. Berkes de, " Yeni�·erilik d emek, şinu/i hiif.:iimet karşıtlı,� ı demekti. Bu tutumu, .1·iyasa-şeriat hileşimine karşii hir mezhep olan Bektaşilik hes/emeye haşladı , hu dönemde Yeniçe­ rilik Bektaşilik demek oldu. diye yazmaktadır. Görüldüğü gibi. Yeniçeri Ocağ ı d a , sünni ulema için, yaralı ın


olmak şöyle dursun tehlikeli bir hal almıştır artık. Hele hele, Alemdar Mustafa Pa�a'nın, göreve başlar başla­ maz hemen Anadolu ve Rumel i ' deki bütün ayanları çağırıp, "M eşıwet-i Amme" adı altında bir toplantı düzenleyerek, onlar­ la hükümet adına "Sened-i ittifak" adlı bir anlaşma imzalam ası, öteki tehlikenin de hangi boyutlarda olduğunu gözler önüne se­ rivermiştir bütün çıplaklığıyla. Doğrusu, Osmanlı tarihinin bu döneminde yaşanmış olaylar, bizce polisiye roman yazarlarını bile kıskandıracak nitelikte kur­ gulamalarla doludur gerçkten de. Örneğin, kendisini küçümsediği ve sürekli başına buyruk davrandığı için zaten kırgın olduğu sadraza m ' ına karşı , genç sultan II. Mahmu d ' u , ustaca dedikodularla kışkırtıp, Sened-i ir­ tifak' la elinden birtakım yetkilerini daha aldığına inandırıp, tam anlamıyla düşman etmişlerdir önce. Ardından, Alemdar Mustafa Paş a'nın, Rusçuk yaranlarının aklına uyup, gene Levent ve Ü sküdar kışialarında hemen eğiti­ me başlattığı "Sekhan-1 Cedit" adlı küçük bir askeri birliği fır­ sat bilip, kapıkulu ocaklarını kapatacağı dedikodularıyla, zaten öfkeli olan Yeniçerileri S adrazam' a karşı kışkırtıp ayaklandır­ mayı da kısa sürede başarmışlardır. Sened-i ittifak' ın imzalanmas ının daha kırkı dolmadan da, hazırl anan plana göre " Yangm mr!" diye topluca bağırıp dışarı çıkararak öldürmek üzere, yeniçerilerin bir akşam evini kuşat­ masını sağlamışlardır gerçekten de. Dışarıya çıkaramayınca da, bu kez silahlı saldırıya geçmişler ve Sadrazam, ev halkı ile birlikte, onca yeniçeriye karşı tam bir gece bir gündüz direnmiştir. Birkaç kez haber salmasına karşın, ilginçtir, kimse yardımına gelmemiştir bunca uzun süre içinde, her ne hikmetle ise . . . B akmış başka umar yok, konağın badm­ mundaki cephaneliği ateşe vererek, kendisi ve ev halkı ile birlik­ te iiçyüz yeniçeriyi de havaya uçurmu ştur, bilindiği gibi . . . Sad­ razamlığ ı , topu topu üçbuçuk ay kadar sürebilmiştir ancak Rus­ çuk ay anı Alemdar Mustafa Paşa 'nın . . . Sıra ayanlara gelmiştir. 1 7-l


Am ne var ki, tam o günlerde Napolyon, Rus çarı A lexandr ile İstanbul boğazının geleceği üzerine pazarlıkların da yapıldı­ ğı bir antla�ma imzalayınca, Osman l ılar da, çaresiz yeniden İn­ gilizlerle anla�arak, Rusya 'ya sava� açılmasına karar vermişler­ dir. Bu nedenle de, Prof. Berke s ' in deyimiyle, "ll. Mahmud ' un, t ti Sened-i İttifak' ı n kendisine onay/atı/dı,�ı gün aklına koydu­ ,� u " ayanlar sorunun çözümü kendiliğinden ertelenmiştir doğal olarak. Ancak savaşta zaman zaman onların yardımiarına da ge­ reksinim duymuş olduğu halde, Ruslarla antlaşma imzalar imza­ lamaz, Prof. Karai'ın anlatımıyla, " Otoritesini imparatorlı(�Un her tarafından geçirehi/nıek için , hu ôyôn/ara karşı esaslı hir gi­ rişmiştir " hemen. (Age, c. S, s . I S4) Kiminin pusuya düşürülüp öldürülmes i , kiminin tutuklanıp başka yerlere sürülmesi, kiminin mukataası iptal edilerek dirli­ ğinin (çift liğinin) elinden alınması, kiminin İstanbu l ' da oturma­ ya zorunlu kılınması vb. gibi çeşitli yöntemlerin uygu landığı bu savaş, kuşkusuz y ı llarca sürmüştür. H atta, kimi yerlerde ayak­ lanmalara, kimi yerlerde iç savaşlara bile neden olmuştur. Örne­ ğ in, Tepedelenli Ali Paşa, yeniJip öldürüldüğü halde, bu ayak­ lanma daha sonra Yunanistan bağım sızlık savaşı haline dönüp, büyük sorunlar çıkarmıştır İmparatorluğun başına. Mısır valisi Mehmet Ali Paşa, üzerine gönderilen birlikleri yenince Şam ve S üriye 'yi de e le geçirmiş ve ta Anadolu ' nun içlerine kadar iler­ lemeyi başarmıştır. Anadolu 'nun içlerinde de küçük küçük bir­ çok ayaklanmalar patlak vermiştir ardı ardına. Ama, y ı l lar sonra da olsa, otorite sağlanmıştır sonuçta. Ve sıra Yeniçeri Ocağı 'na gelmiştir artık. "25 Mayıs 182() günü, Sadra:anı , Rumeli Ka:askeri, İstan­ bul Miiftiisii, Sadaret Ketiılidası , defterdar, d(//phane lUt: 1r1, top­ lume na:lr/ ve ülkenin 6teki ileri xc/en u/eması , Şeyhü/is/am/11 ninde toplanarak" ( Os. Tar. c. S , s. 1 46) o güne dek S adrazam Alemdar Mustafa Pa�a ' nın halledilmesi, Rusya savaşı ve ayan­ ların temizlenmesi dolayısıyla kendilerine muhtaç olduklan i(in sürekli erteledikleri Yeniçeri Oca,�ı sorununu görüşmü� lerdir. Dönemin ünlü ulenıasından Esat Efendi de , "Yeniçeri Oca1 7)


ğı 'nın nas ı l bir Bektaşi tekkesi haline dönüşerek din dü şmanı, Müslümanlık dü�manı bir konuma" girdiği konusunda iddiana­ rneyi yazmı ştır hemen Üss-ü Zaler · · adı altında. Esat Efendi ' ye göre, herhangi bir tarihi ilişki olmadığı halde, "Bektaşi/er, ocak/ılan, Osmano,� ullarr askeri hi:imle pfrdaştır diyerek kandırıp, Yeniçeri Oca,�ı · lll ele geçirmişlerdir" Ocak bu yüzden bugünkü duruma düşmü ştür. "Bektaşile1; yeniçeri ta­ ıfesine dayanarak sal re hilinçsi: halkı yamş yamş İslamlıktan çıkarmaktadır. Dindar kişi/e,-in öteki tarikatiara (Nakşihendi, Kadiri, vh. ) adadı,� ı tekke ve zaviyelerin adlarrili Yeniçeri/ere :orla Bektaşi adianna Çel'irterek :aptetnıişlerdir Halk arasında dinsizl(�i yaymakta , tekke ı·e :ariyelerde alemler dü:enleyerek içki içmekle, nama: kılmamakta, · ranwzanlar�la oruç yemekte, sünnet e/ılinin inançlarryla açıkca alay etmektedirler. Yeniçeri­ ler Bektaşiler/e birleşerek hem devlete, hem dine karşı çeşitli ihanet işlerine girişmektedirler. " (Prof. B erkes, age, s. I 571 5 8) Dolayısıyla, Hıristiyanlardan da daha tehlikeli bu mülhid (dinsiz) fitne ocakları mutlaka tez elden ortadan kaldırılmalı, te­ mizlenmelidir. Gerçekten de, u lemanın, Padişahın buyruğuyla 25 Mayıs I 826 'da Şeyhülislamın evinde yaptığı toplantıdan sonra hemen hazırlıklara girişiimiş ve 20 gün gibi kısa bir süre içinde Yeniçe­ rilerin, dedikodular üretilip tuzaklar kurularak kışkırtılıp, saf saf, 1 5 Haziran 1 826 'da kazanların, Etmeydanma çıkarmaları sağlanmıştır. Kazanın Etmeydanma çıkartıldığı haberi gelir gelmez de. Su ltan I I . Mahmud ulemayı hemen Topkapı S aray ı ' nda toplaya­ rak; "Bre, hu yeniçeri/erin hareketi padişahlamıa karşı hir is­ yan de,�il midir? Öyle ise, şeriatımı: hu asilerin ce:alandırılma­ sı için ne yol giisterir ? ' ' diye sormuş ve u lemadan, "El cemp . . . B u hahislerin kat/i mciptir" fetvasını al ınca da, derhal Bektaşi tekkeleriyle Yeniçeri Ocağı ' nm ortadan kaldırılması için ferman yayınlayıp, "Sanca,� -ı ş enfi n " çı karı lmasın ı buyurmu �tur. Ve ne acıdır ki, ulema tarihçilerinin bile belirtt ikleri gibi. ni..

! Hı


c edir "arada hir keçeye pa la çalmak \ ' e h ir testiye hir /.:cı�· kurşun atmak" tan öte doğru dürüst bir askerlik eğitimi fi lan görmeyen, neredeyse tamamı süfli işlerle uğraşan, asker derneğe bin tanık ister, ayaktakımı esnaf olmuş bu zav allılar topluluğu, S ancağ-ı şerifin a ltına bağınş çağınş toplanmı ş üzerlerine gelen silahsız halka karşı dahi saidırınayı akıl edememiştir. Etmeydanı ' nın or­ tasına toplanıp kendilerini savunmaya çalışmışlardır ancak. S aray ise, top ateşine tJ.Itmuştur onları. B öy l e bir şeyi hiç beklemedikleri için, top merrnileri başları­ na düşmeye başlayınca, can havliyle çil yavrusu gibi kaçışmış­ lardır dört bir yana. Bu kez de, üzerlerine yalın kılıç, atlı bostan­ cılar salınmıştır. Çetin Altan ' ı n sık s ık vurgul adığı gibi, Sultan I I . M ahmud, "Dünya tarihinde hir hemeri daha olmayan " bu luşla, şöyle ve­ ya böyle, "229 taburdan oluşan 1 40 hin kişilik kendi öz ordusu­ nu kılıçtan geçirtmiştir. " (Sabah gazetesi, 6 Haziran I 998) Ve, u lema tarihçileri " Vak' a-i Hayriye" ( Hay ırlı vaka) diye adlandırmışlardır bu olayı. S anki, S ünnilerce bayram olarak kut­ sanmıştır o gün. B atılı laşma adına, "/siahat" diyerek, "devlet memurlarım n, askerlerin, saray hizmetçi/erinin, harem a,q aları­ nuı hircr: Fransız, hircız Mısırlı garip kılıkiara girmesini ve sa­ n,qı atıp fes giymesini, del'ler dairelerine resminin asılmasınt, artık Müslümanların da resmi yemeklerde şarap içmesini zorun­ lu kıla n" fermanlar yayımlamış olmasına karşın, gene de u zun uzun alkışa tutmuşlardır Sultan II. Mahmud ' u, bu yüzden. Bu o layın hemen ardından da, İ stanbu l ' daki bütün Sünni ta­ rikat şeyhleri S araya çağrılarak bir toplantı düzenlenmiş ve "Bektaşilik tarikatı yasak edilmiştir" hemen . Sonra da, "Üsküdar. Eyiip re Rumelihisarı gihi yerlerdeki Bektaşi tekkelerinin siinnet ehli tarikatiara rerilmesine, son 60 yıl içinde Anadolu ı ·e Rumeli ' de yapılan hı"itiin Bektaşi tekkete­ rinin yıktınlmasına , hiitiin Bektaşi yayınlan ile, şeriatea caiz ol­ nwdı,qı i �· i n hlitıin Bektaşi mkıflamw el konulmasına . 111al mr­ lıklarımn öteki siinni tarikatiara rerilmesine istanhul ' daki hec t Bektaşi zari\'clcrinin de A sakir-i Man.1 urc•-i Mulıalltlltcdi i'C' k1ş1 77


/ası _mpılmasına" oy birl iği ile karar veril miştir. Bu karar ü zerine de, "Bektaşi/erin kodanıanları derlıal idam edilmiş, geri kalanları da Anadolu ' nun çeşitli _rerlerine siiriil­ miişlerdir" yakalandıkça. (Ord. Prof. Enver Ziya Kara i , Osman­ lı Tarihi, c - 5, s. 1 50 1 Prof. Niy azi Bcrkcs, Türkiy e ' de Çağdaş­ laşma, s. 1 5 9 )

1 7 .1.(


Osmanlı ' da Aydın Kavramı ve Ulema (IImiye Sınıfı)

Toplumsal Kalkınma

ve

Osmanlı Aydını

Prof. Serkes 'in verdiği bilgiye göre, 1 83 2 'de Peşte 'de fakir bir Musevi ailesinin çocuğu olarak doğmuş ve I 857 'de yaşamı­ nı kazanmak ve Türkçesini geliştirmek amacıyla, elinde Avus­ turya-Macaristan ileri gelenlerinden alınmış birkaç mektup , İs­ tanbul ' a gelip altı yıl paşa konaklarına yabancı dil dersleri ver­ miş, daha sonra da görevli olarak derviş kılığında Orta Asya ' y ı dolaşmış, Abdülhamit'in ajanlarından, Osmanlı aydınları arasın­ da Reşit Efendi diye de tanınan Macar Türkolog A rminius Vanı­ her_'r', 1 867- 1 870 y ı l ları arasında Londra'da, Namık Kemal. Ziya Paşa ve Ali Suavi ile bir kahvede sık sık buluştuklarını belirte­ rek; "Kahı·ede hu efendiler/e ülkelerinin toplumsal, siyasal, din­ sel sonm/anm saatlerce tartışırdım. Gündüzleri konuşmalann havası ı lınılı. hatta uykulu gihi olurdu. Fakat, akşam üzeri rakı şişeleri heyecan/annı kahartınca ham can/amrdı . Saym efendi­ lerin gözleri par/ar, hir :::aman/ar o kadar güçlü olan ı ·e gene a}' ­ m güçte dirilece,� ine inandıklan Osmanlı devletinin içinde hu­ /undu,� u durımı karşısında du.vduk/an acımn ı·e hasretin tonu yükselirdi. Samşçı ced/erinin haşan/anna karşı hes/edikieri hayranlık ı·e ad/anm andık/an İslam dini kahramanianna kar­ şı duydukan saygı hemen ortaya çıkardı . diye anlatmaktadır Osmanlı aydınlarının toplumsal sorunlara yaklaşımlarını böy le alaylı bir dille, 1 893 yılında Deutsche Rundschau 'da çıkını� bir yazısında . Osmanlı aydın larının toplumsal sorunlara bakı�larındıt. ara­ dan üç y ü zy ı l gibi bir süre geçmi� olmasına kar�ın, pek de öyle 1 7 l)


öne mli bir değişim olmamıştır, görüldüğü gibi. XIX. yüzyılın sonlarında da, sorunlarla karşılaşınca hemen geçmişe özlem duymaktadılar gene ve çözümü, devleti yeniden eski görkemli günlerine kavuşturabilmekte aramaktadırlar. Dolayısıyla, bütün bu sorunların, zamanla ordunun savaş gücünün yitirilm esinden kaynaklandığı konusunda da hiçbir Osman l ı aydınının kuşkusu y oktur yani. Aralarındaki fark, ordunun eski savaş gücüne yenien kavuş­ turulabilmesi konusunda savundukları çözü m önerilerindedir, bilindiği gibi . Örneğin, kimileri çözümün, ikta sisteminde birta­ kım değişikliklerin yapılmasında ve Yeniçeri Ocağı 'nın B atıl ı yeni savaş tekniklerine göre yeniden düzenlenmesinde oldu­ ğunu s avunurken, kimi aydınlar (ulema) da, sorunun devşirme Hıristiyan çocuklarından ve ordu içinde İslami gelenekiere bağ­ lılığın gevşemesinden kaynaklandığını öne sürmektedirler ısrar­ la. Sorunların toplumsal ve ekonomik yapıdan kaynaklanıyor o labileceği o lasıl ığı ise, görüldüğü gibi, hiçbir Osmanlı aydının aklından geçmemiştir. İkta sisteminde yapılan veya yapılması önerilen değişikl ikler de, kesinlikle üretimle, üretim i li şkisiyle filan değil, dirlik sahiplerince savaş halinde sağlanan segbanlar­ daki ni tel dü şüşle ilgilidir. sadece . . . B ir Osmanlı Sultanına ilk ekonomi dersini de, galiba Dr. Sig­ mund Spit:er vermiştir ta l 850' 1erde. Dr. Sigmund Spitzer, tıp fakültesini yeni bitirmiş genç bir he­ kimken Viyana'da açılan bir s ınavı kazanarak, Askeri Tıbbi­ ye ' de anatoın i dersleri vermek üzere İ stanbu l ' a gelmiştir 1 83 9 ' da. Ağır bir hastalığa yakal anan Sultan Abdülmecid ' i iyi­ leştirdiği için de, I 845 'te S aray hekimliğine atanmıştır. Ailesine yazdığı mektuplarda anlattığına göre de, ola ki 1 85 7 ' 1erde bir gün, odasına gelen Sultan Abdülnıecid, duvardaki bir resmi gös­ tererek ne olduğunu sormuştur kendisine. Liı·e1pooi-Manchesrer demirrolunda ç ·aiiŞWI frenierin resmi olduğunu öğ.rendikten sonra da, "Kendi iiikesinde de hörle demir rollan ı·e trenler gör­ mek istedi,� ini" açıklayıp, t 1 n w ç·ok para la:rm. Ha:ine ' de de 1 RO


hu rak. AıTupa' da o/clu,�u gihi bunlar için ayn şirketler kurmak gerek" deyince de, Dr. S pitzer; "Böyle hir şirketin kumlahilme­ si için ö:el sermaye, lıiikiinıete giiı·en Fe özel miilkiyet giirence­ si gerekt(�ini" söyleyerek bir Osmanlı sul tanına hükümet gü­ vencesi, sermaye birikimi ve özel m ül kiyet üzerine ilk liberal ekonomi dersini veren Avrupalı kişi olm uştur, gördügüınüz ka­ darıyla. Ne var ki, Sultan Abdülmecid gene de, İmparatorluğun eski görkemli günlerine dönebilmesi için, toplumsal yapıyı değiştire­ cek nitelikte ü l kedl�ki üretim ve mülkiyet i lişkileriyle ilgili bir­ takım ekonomik reform girişimlerinde bulunmak yerine, I 8 Ş u ­ bat I 856 günü, Babıali'de toplanan, aralarında Avrupa'nın bü­ yük devletlerinin elçileriyle birl ikte Rum ve Ermeni Patrikleri, Hahambaşı ' n ın da bulunduğu birkaç bin kişilik bir kalabalık ö­ nünde, tarihe ''ls/ahat Femıa11 1 " diye geçen bir Hatt-t Hiimayun okutarak, I 839 Tanzimat Fermanı ile başlatılan doğrultuda bazı yönetsel değişiklikler yapma yolunu yeğlemiştir, bilindiği gibi. Yani, Osmanlı aydınının ülke sorunlarına bakış açısında, u le­ manın " Vak' a-i Hayrirc" diye niteleyerek büyük bir coşkuyla alkışladığı Yeniçeri Ocağı ' n ın toptan ortadan kaldırılmasından sonra herhangi bir değişiklik olduğunu söyleyebilmek de pek olanaklı deği ldir galiba. Çünkü, I 838 'de İngilizlerle imzalanan Ticaret anlaş mast ndan bir yıl sonra, I 839'da okunan Tanzimat Fermant (Gülhane Hattı) ile ü l ke sorunlarının çözümü bütünüy­ le Batılı ü lkelere bırakılmıştır artık. Ve, Osmanlı İ mparatorluğu tarihinde ik kez I 854 yılında, Kırım savaşı dolayısıyla bir ya­ bancı devletten, İngiltere ' den karşılığında Mısır' dan elde edi le­ cek vergi gelirlerini bırakarak 2,5 milyon Osmanlı altını borç al­ m ıştır. Ancak, bu borcun alınmasının üzerinden henüz bir yıl bi­ le geçmiş geçmemişken, para çarçur ediliverince, savaşın gider­ lerini karşı layabilmek için bir kez daha borçlanılmış ve I 8 5 5 ' te Suriye ile İzmir gümrük gelirlerine karşılık 5 ,65 m ilyon Osman­ lı altını dış borç daha alınmıştır. I 875 ' I ere gelindiğinde ise, 2 I yıl gibi oldukça kısa bir süre içinde alınan dış borç ların, her yıl ödenmesi gereken y ı l lık faizlerinin toplamı bile 14 mi lyon Os'

ısı


manlı alt ınını bulmuştur anık. Oysa, İmparatorluğun bütün yıl­ lık geliri I 7 - I 8 m ilyon Osmanlı altını dolaylarındadır. (Prof. Re­ fii Şükrü Su vla, Tanzirnal Devrinde İstikrazlar, Tanzimat, İstan­ bul I 940, s. 270-2 I 7) Böyle ce Osmanlı aydınının da ekonomi bilimiyle ilgi lenmesine zaten gerek kalmamıştır sanki. Gerçekten de, aynı günlerde, Osmanlı tarihinde ilk kez, uy­ gu lanan bir ekonomi politikasından dolayı Saraya karşı örgütlü bir m uhalefet hareketine girişmiş Genç Osmanlı/ann bile düze­ ni değiştirmeyi amaçladıklarını söyleyebilmek kesinlikle olana­ ksızdır. Nitekim, Namık Kemal ' ler, Ziya Paşa ' lar, Ş inas i ' ler bi­ le Batılı ların kendileri için kullandıklar ı "./ön Türkler" deyimini dahi, galiba biraz da ilericilik, derrimeilik anlamı içermesinden kuşkulandıkl arından, hiç benimsememişler ve sürekli kendile­ rinden "Genç Osmanlı/ar · · diye söz edilmesini yeğlemişlerdir bilindiği gibi. Prof. B erkes de, bu aydınlar için, " 1 867-70 yılla­ n (Aıntpa " da) ulusal ö:gürlük ve liheral rejim damlannın en kı:ıştı,� ı günler olduifu halde . Yeni Osmanlılar (Jön Türkler) del'rinıci ve ulusçu olmadıklan gihi, Batıdaki anlamda anayasa­ cı liberaller hile deifillerdi. diye yazmaktadır. ( Age, s. 2 80) Zaten Avrupa'ya kaçmaları da, Osmanlı devlet düzenini ve toplumsal yapıyı değiştirmek için bir devrimci örgütlenıneyi orada gerkçekleştirınek amacı yla filan değil, kesinlikle biraz ca­ hil Abdülaziz ' in hışınından korktuklarından, daha çok da o sı ra­ lar Pari s'te bulunan, kendisini Mısır valiliğine atamadıkları için S araya küskün Mustafa Fazı) Paşa'nın ısrarlı çağrısı yüzünden olmu ştur. Nitekim, Londra' da bulundukları süre içinde, başlarda da değindiğimiz gibi. Karl Marx ' l a yıllarca aynı sokakta otur­ muş oldukları halde, herhangi bir devrimci örgütle ilişki kurmak şöyle dursun, tam karşıtı, sanki inadına daha da tutucu davranıp , çıkardıkları gazetelerle Osmanlı sulıanına, düzenin sürdürülebil­ mesi için, sürekli akıl verıneye çalışmışl ardır. Görüldüğü gibi, ilk "Gen�· Osmanlı/ar" da, bütün tarihi bo­ yunca kendini kendiliğ inden devletle özde�leşt irıniş tipik Os­ man l ı aydı ııı dananışı� la. Saraya muhalefet yaparken bile düze­ ni de�i�ı i rı ı ı e y i zinhar a k ı l ndan geçirmcden. tehlikede gürdüklc"


ri dev let geleneğine sahip çıkmak için ç ırpınmışlardır sadece, Sarayı uyarmak için muhalefet yapmışlardır. Çünkü, Tanzimat ve Isiahat Fermanları ile S ultanın yetki lerinin de neredeyse ta­ mamını devralmış olan hükümetlerin soru msuzca verdikleri ödünler yüzünden, Avrupa devletleri artık ü lkenin iç işlerine de el atmaya baş layınca, sorunların çözü lmesi �öyle dursun, İmpa­ ratorluğun Osmanlı birliği de, H ıristiyan uyruğun kışkırtılıp ayaklandırılmasıyla kolayca dağıtılmıştır. B u nedenle Genç Os­ manlı/ar, bu bürokratik diktatörlüğü denetleyerek bir ölçüde de olsa kırıp, kötü gidişe belki son verir um uduyla meşruti sisteme can havliyle sarılmı şlardır, bilindiği gibi. Nitekim, II. Abdülha­ mid, önceden yapılmış anlaşma gereğince I 876' da tahta ç ıkar çıkmaz Kanun-u Esasi' yi kabul edip, ilk Osmanlı Meclis-i Me­ husam'nı toplayınca da Genç Osmanlt/ar muhalefeti kendiliğin­ den sönmüştür doğal o l arak. Abdülhamit ' in, 1 9 Nis�n 1 877'de patlayan savaşta Rus or­ dusunun kısa bir süre sonra Yeş ilköy önlerine kadar gelmiş ol­ masını bahane edip, 19 Mart 1 87 7 ' de açtığı Meclis ' i, daha y ı l ı dolmamışken 13 Şubat I 878 ' de kapatarak, ü lkede tekrar katı bir mutlakiyet rejimi kurması üzerine yeniden canlanan İkinci Genç Osmanlılar muhaleleti de, gene i lginçtir hiçbir zaman bir düzen değişikliğini, bir devrimi falan düşünmemiştir kesinlikle. Abdülhamit ' in her geçen gün biraz daha dayanılmaz hal alan bu acı masız diktatörlüğüne karşı ilk olarak Me/.:teh-i Tıhhiye öğ­ rencilerinin 1 889'1arda " İttihad-ı Osman/" adıyla kurdukları, daha sonraki yıllarda "İttihat ve Tera/.:/.:i" adını alan bu muhale­ fet hareketine kaıılanları , Batılı lar toptan "Jön Tiir/.:/cr" o larak adlandırmışlardır bilindiği gibi. I 895 ' te İstanbul 'da patlak veren Ermeni olayları üzerine giz­ li " İttihat ı·e Tera/.:/.:i" de, adını açıklayarak duvarlara birtakım beyannameler asınca, Abdülhaınid'in hafiyeleri derhal harekete geçmiş ve örgütün ileri gelenlerinden bazılarını tuıu klayarak. Trablu sgarp 'a, Şam ·a, Manastır'a sürmü�lerdir. Yakalanııı ayan­ lardan birçok ki�i de Fransa 'ya. İngiltere 'ye, İsvi çre · ye. l\1 ı s ı r · a kaçmı�tır. Selilll Nii:.lıer G c ! { ek' in saptamalarma göre . hu l.; i � i k r


Paris ' t e , Londra'da, Cenevre 'de Kahire 'de, tam 95 adet gazete çıkarmı�Lırdır o günlerde. Aralarında Arap, Arnavut, Çerkez vb. gibi Türk olmayanların, hatta Müslüman bile olmayanların da bulunmasına karşın, "/nihat ı ·e Terakki" örgütünün üyesi, ileri geleni bu kişilerin tamamını "./ön Tiirkler' ' diye adlandırmış lar­ dır B atılılar. Gerçi aynı örgütün üyesiyıniş gibi gözükseler de, i lginçtir, bu kişi lerin aralarında bir görüş birliğinin varlığından veya bel irli bir siyasal program üzerinde aniaşmış olduklarından söz edebi ­ )rnek de kesinlikle olanaksızdır ancak. Ömeğin, bu yeni .1 ön Türk muhalefetinin önde gelen adları olan Alunet Rıza Bey' in, Mi:ancı Murat Bey' in ve Prens Saha­ hallin ' in savundukları fikirler arasında, Kanun-u Esas i ' nin yü­ rürlüğe sokularak Mecl is-i Mebusan ' ın yeniden açılmasını iste­ menin dışında hiçbir ortak yan yoktur. Diyelim, İttihat ve Terakki'nin Paris şubesinin de kurucusu olan Ahmet Rı:a Bey' e göre, İmparatorluğun içinde bulunduğu sorunlar tarımın ilkel l iğinden kaynaklanmaktadır. Daha öğrenci­ lik y ı l larında vardığı bu kanıyla da Paris'e gitmiş, tarım oku­ muştur. Okulu bitirip İstanbul 'a döndükten sonra da Tarım B a­ kanlığında çalışmıştır bir süre. Ne ki, B akanlığın durumunu ya­ kından görnüce, bu kez de tarımın kalkındır ı lmasının ancak köylülerin eğitimiyle gerçekleştirilebileceği ni düşünüp E ğitim B akanlığına geçmiş, bir süre de orda çalışmıştır. I 8 8 9 ' da da, Fransız devrim.inin yüzüncü y ı l ı dolayı sıyla Paris ' te açı l an ser­ giye görevl i olarak gitmiş, ancak sergiden sonra görevinden is­ tifa ederek dönmemiş tir. Paris ' te kaldığı bu süre içinde de , bir yandan ünlü Fransız pozitivistlerinden Pierre Lajfitle' in dersle­ rini iz lerken, bir yandan da İttihat ve Ter�ki ' nin Paris şubesinin kurulmasını gerçekleştirmiş ve ilk başkanı olmuştur. I 895 'te de, ikinci Jön Türk hareketinin ilk yayın organı "Meşl' erd' i çıkar­ mıştır. Pozitivistlerle i liş kis inden dolayı arkadaşlarının arasında bile adı "dinsi: " e çrkmış olduğu için de, gerek bu gazetedeki yazılarında, gerekse Ahdiillıanıid' e gönderdi.� i nıuhtıraları n­ da po:itil ' i:::n ıclen kesinlikle söz etmem i� ve İmpartorluğun ge..

I R4


ri kalmışl ığınlll tarımın ilkel liğinden kaynaklcmdığını vurgula­ yıp, Abdülhamid ' e meşruı iyetin hem kötü birşey olmadığını, hem de kendisine karşı bir şey olmadığını anlatmaya çalışarak, ilkokuldan üniversiteye uzanan geniş bir eğitim politikası uygu­ lamasını önermiştir sürekl i. Mi:ann M urat Bey ise, Dağıstanlıdır, Kafkasy a ' da doğmuştur. Lise öğrenimini Stavropol 'da tamamladıktan sonra Moskova ' y a üniversiteye gönderilirken kaçmış, 1 87 3 'te İ stan­ bul ' a gelmiştir. Fransızca ve Rusça bildiğinden Dı şişlerine çev­ irmen olarak alınmıştır hemen. 1 886 'da da İstanbu l ' da "Mi: an" adında bir gazete çıkarmaya başlamış ve bu tarihten itibaren Mi­ :ancı Murat olarak ünlenmiştir. Prof. Serkes de; "Ahdii/hanıit :amannıda yükselerek yeni yurdımda tamnmış hir ya:ar \ ' e Mül­ kiye okulunda profesör oldu . " diye yazmaktadır. Gerçekten de Mekteh-i Miilkiye-i Sultani' de "İ/nı -i Servet" (İktisat) dersleri vermiştir bir süre. Ancak Abdülhamid'e ters düşünce, 1 895 'te Pari s ' e kaçmak zorunda kalmış ve Jön Türk hareketine katılarak etkin bir rol almıştır. Hatta, Ahmet Rıza B ey ' i dinsizlikle suçla­ y anl arca bir ara İttihat ve Terakki Cemiyeti ' nin Paris şubesinin başkanlığına bile getiri l miştir galiba. Ne var ki, Paris 'teki sür­ gün yaşamı da çok sürmemiştir verilen bilgilere göre. 1 897 'de, Abdülhamid'in gönderdiği haberlere kanıp, hemen dönmüştür İstanbu l ' a , Maliye ' de görev almıştır. Bu uzlaşması y ü zünden de Jön Türk arkadaşlarınca şiddetle eleştirilmiştir. İlginçtir, gene Prof. Serke s ' in saptarnalarına göre, "liberal ve nıeşrıttiyetçi" bi­ ri olarak tanınan mizancı Murat Bey, yazılarında da zaten çözüm olarak, "Ahdü/lıanıid' in lıalifeli,�inde hütün İslam dünyasım bir­ leştirecek, İslami şeriatın uygu/anaca,�ı hir meşrıtti yönetimi" önermiştir ı srarla. Parlamenter sistemin İs lamiyete aykırı olma­ dığı inancındadır, çünkü Kuran ' ın Ali İmran ve Ta/ak surelerin­ de nıeŞl"eret usulünden söz edilmektedir. Bu nedenle, Abdülha­ mid' le ters düştüğü tek nokta, meclisi kapatmış olmasıdır. Gö­ rüldüğü gibi, Pan-İslam izmi savunan Jön Türklerin önderlerin­ den Mizancı Murat ' ın da, devrimci olmak fi lan şöyle dursun, ne düzenle bir sorunu vardır. ne de Abdülhamid' le, aslında . . .


İkinci Jön Türk hareketinin bir diğer ünlü önderi de, bilindi­ ğ i gibi Prens Sahalwttin ' dir. Ancak, adından da anla� ılacağı gi­ bi, Prens Sabahattin de zaten Saraylıdır. Annesi, Abdülhamid ' in kızkardeşi Seniye Sultan 'dır. B abası mahmud Celalettin Pa�a da, G ürcü Halil Rifat Paşanı oğludur ve Abdülhamid tarafından Adalet Bakanı yapılmıştır. Ne var ki, V. Murat ' ı yeniden tahta çıkarmak için düzenlenen bir kampioya katıldığı suçlamasıyla gözden düşmüş ve Abdülhamid'le arası açılmıştır. I 899'da oğulları Sabahattin ve Lutfu llah' la birlikte Avrupaya kaçmak zonuda kalmıştır bu yüzden. Annesi sultan olduğu için kendisi­ ni Paris ' te ' Prens' diye t<ınıtan Sabahattin ise, bir rastlantı sonu­ cu Frederic Le Play' in kurduğu okul çevresiyle tanı� mı ş, daha sonra da Le Play okul undan l 88 6 ' da bir grup arkadaşıyla ayrı­ larak 'Sosyal Bilim ' adında bir dergi çıkarmış ve ayrı bir okul kurmuş Edmond Demo/i/IS ile tanışmıştır. Ve , kimi çevrelerce kendisine parasal yardımda da bulunduğu öne sürü l en Edmond Demolins 'in etkisinde kalarak, o günlerde Avrupa için de olduk­ ça yeni ' toplumsal sorun/ann toplumsal yapı lardan kaynaklan­ dı,�ı · görüşüne katılıp, Osmanlıların da bu durumdan kurtulabii­ melerinin ancak toplumsal yapıda köklü bir değişikliğin gerçek­ leştirilmesiyle mümkün olabileceğini, bu amaçla da "adem-i merkeziyet ı ·e teşehhiis-ı'i şahsi" (tek merkeze bağımlı olmayan ve özel girişimci) bir politika izlenmesi gerektiğini savunmaya başlamıştır co�kuyla . . . Prens S abahattin'e göre, ··o güne kadar yapılmış reform girişinılerinin haşanlı olamayışmuı nedeni, ne Mithat Paşa'dır, ne de Ahdülhamid'tir Osmanlmın toplumsal yapısının nitelıAidir. Asti dava Ahdülhamid' i derirmek de,� il, Do,� ulu toplum tipinden Batılı toplum tipine geçmektir. " (Prof. B erkes, age,s. 390) Görüldüğü gibi, zaten Saray l ı olan Prens S abahatti n'in de as­ l ında ne Saray la, ne de Abdülham it'le bir sorunu vardır. Ü stel ik, Osmanlı yönetimini şiddetle eleştirmelcrine karşın , ne Abdülham id onlarla il i� kisini kesmiş, ne de onlar Abdülha­ mid'le il işkilerini kesmişlerdir sanki. Örneğin, ilk y ı l l arda, y apı­ lacak birtakım girşim imlerle o ülkelerin hükümetlerine bu mul X6


halefeti susturtabileceğini dü�ünmüşse de, bazı engel ler çıkart­ mayı başarmas ına kar�ın, y ayınları toptan durduramayacağını anlayınca, Abdülhamit bu kez özel kuryeler göndererek Jön Türklerle pazarlığa oturmuş ve gazete çıkarınaya son vermeleri halinde hepsini bağışlayacağım, hatta ülkeye döneceklere de he­ men, yeteneklerine göre kendilerine y akışır görevler verileceği­ ni bildirmiştir. Nitekim, yukarda da değindiğimiz gibi M izancı Murat, bu pazarlık üzerine Mi::.an adlı gazetesini çıkarmaya son vererek ülkeye dönmüş ve Maliye B akanlığ ı ' nda çalışmaya baş­ l amıştır. Daha sonraki yıllarda da eniştesine, İttihat ' ç ılarla işbir­ liği y apmayı bırakıp ülkeye dönmesi halinde kendisini bağışla­ yacağına dair haber gönderm iş, ancak, Mahmut Celalettin Pa­ şa'nın Meclis-i M ebusan ' ın yeniden açılması koşuluyla dönebi­ leceğini bildirmesi üzerine de, onu derhal ölüm cezasına çarptır­ m ıştır. Damat Mahmut Celalettin Paşa ise, I 903 ' te Brokse l ' de y oksulluk içinde ölmüştür. Prens S abahattin de, ancak I 908 'de, İkinci Meşrutiyet ' in ilanından sonra dönebilmiştir İstanbul ' a. I 900 y ı l ında bir bildiri yayımlayarak, ilk kez, bütün Jön Türklerin katılacağı bir kongre toplanması fikrini ortaya atan, 4 Ş ubat I 902 ' te Paris'de, Türk dostu bir Fransızın evinde toplanan kongrede de İttihat ve Terakki Cemiyeti Paris Şubesi Daimi Ko­ mite üyeliğine seçilen Prens Sabahattin, bu kongreden sonra Jön Türk hareketinin parçalanması üzerine de, arkadaşlarıyla " Te­ şehhiis-ii Şahsi ve Ademi Merkeziyet Cemiyeti" adı altında ayrı bir örgüt kurarak başına geçmiştir. Görüldüğü gibi, Osmanlı İmparatorluğu ' nun sorunlarına ye­ ni ve değişik açıdan bakan, özgün öneriler getiren, İkinci Jön Türk hareketi içindeki tek kişi de Prens Sabahatttin' dir. Gerçi, "adem-i merke::.iyet" fikri, o güne dek neredeyse bü­ tün Osmanlı aydınlarınca savunulan İmparatorluğun eski gör­ kemli haline kavuşabi lmesi için merkezi hükümetin yeniden güçlendirilmesi görüşüyle çelişmek şöyle dursun, galiba güçlü bir merkezi otoritenin yönetim biçimi olan imparatorluk kavra­ nuna da ters düşse gerektir. Ancak, gündeme ilk kez gcıirilıı ı i� yeni bir görüş olduğu da kuşkusuzdur. I R7


Gene , İmparatorluğun bugünkü durumunun toplumsal y apı­ dan kaynaklandığını ve sorunların ancak ekonomi p olitikasının değhtirilmesiyle çözüınlenebileceğini Osmanlı tarihinde dile getiren ilk kişi de Prens Sabahattin olmuştur, gördüğümüz kada­ rıyla. Gerçi Ahmet R ıza Bey de, s orunların, tarımın ilkelliğinden kaynaklandığı görüşündedir. Ancak, tarımın bu ilkellikten kur­ tulması için ülkede halen geçerli olan tarımsal üretim ilişkileri ve toprak mülkiyeti konularıyla hiç i lgi lenmeyip, sorunun çözü­ münün eğitimle ilgili olduğunu öne sürerek, ilkokuldan üniver­ siteye köklü bir eğitim reformu gibi öneriler getirmesine bakıla­ cak olursa, doğrusu Ahmet Rıza B ey ' in de soruna ekonomik açı­ dan y ak l aşmış o lduğunu söyleyebilmek, galiba olanaksızdır. Fakat, öte yandan Prens Sabahattin de, sorunun ekonomik ol­ duğunu söyleyip, t oplumsal yapının değiştirilebilmesi için libe­ ral ekonomiye geçilmesini önerirken y alnız teşehhüs-ii şah­ s i' den (özel girişimciliğin erdemierin den) söz etmektedir zaten. B aşka bir ekonomik öneri getirmemekte, toplumsal yapımız ve­ ya mevcut ekonomik ilişkilerle ilgili herhangi bir değerlendir­ mede bulunmamaktadır. Yani, ne bir ekonomik çözümleme yap­ maya girişmiştir, ne de ekonomik bir saptama y apmıştır. Kuşkusuz, Prens Sabahattin de ekonomist değildir. Doğrusu­ nu isterseniz, Osmanlı aydınları arasında, değil bir ekonomist­ ten, ekonomi bilimi ile şöyle biraz yakından ilgilenmiş birinin v arlığından söz edebilmek de olanaksızdır galiba. Zaten uzman yetiştirecek yüksek okullar da henüz yoktur ül kede veya yeni yeni kurulmasına çalışılmaktadır. Örneğin, bir üniversite kurul­ ması fikri ilk kez I 845 y ılında ortaya atılmış olmasına karşın, ancak I 874 y ı l ında, Mekteb-i S u ltani 'de ( G al atasaray Li sesi ' nde) iki sınıf boşaltılarak Mekteh-i Hukuk ve Mekteh-i Tumk ı ·e Maabir ( Yol lar ve Köprüler Mektebi) adı altında iki yüksek okul açılm ıştır güya. Çünkü, bu okullara önce u lema . Hukuk'ta ' ' Roma Hukuku" Yol l ar ve Köprü ler ' de de "Fi:ik" okutulduğunu öğrenir öğrenmez şiddetle karşı çıkmış, sonra da Abdülhamit. sallanatının daha birinci y ı l ında, 1 87 7 ' de , u lema-


nın isteği üzerine, her ikisini de kapatmıştır. Tarihçilerio "İktisat eden fakir olma:" dediği için " iktisatç ı " olarak niteledikleri ve Abdülhamit' in de tam 7 kez sadrazamlığa getirdiği Küçük Sait Paşa da, daha ilk sadrazamlığı sırasında, I 879' 1arda, ülkeye "nıali bilgilere sahip kimseler yetiştirmek" amacı yla Divan-ı Muhasebat binasının bir odasında açtırdığı "Mekteh- i Fümm- u Maliye" adl ı okul da, n e yazık ki ancak üç yıl eğitim yapabil­ miştir. (Prof. Karai, Osm. Tar. c-8, s. 396) Ancak, Mizancı Murat B ey, Maliyeci Cavit B ey ve benzeri kişilerin anıl arından veya haklarında y azılmış monografilerden çıkarıldığı kadarıyla da, y üzyılın sonlarına doğru , örneğin I 87 8' de yeniden eğitime başlamış Mektehi-i Hukuk'ta; I 859'da iki yıllık kısa eğitimlerle devlete memur yetiştirmek amac ıyla kurulmuş, l 877-7 8 ' 1erde eğitim yılı beşe çıkarılmış Mekteh-i Mülkiye- i Sultan/' de hatta daha sonraları Harp Akademisi ile Yüksek Öğretmen Okulu 'nda "İ/m-i Servet" adı altında, kimi kaynaklara göre " İktisat" kimi kaynaklara göre de "ekonomi politik" diye nitelenebilecek bir ders de okutulmamış değildir doğrusu. Osmanlı İmparatorluğu 'nda ta XIX. yüzyılın sonlarına kadar temel eğitim kurumu olan medreselerde, eğitim, bilindiği gibi neredeyse bütünüyle ezbere dayalıdır. Bu nedenle, ders kitabı kavramı da pek yaygın değildir. Sutan I I . Mahmud'dan itibaren açılan, dindışı eğitim veren nıektepler, rüştiye ve İdadilerde oku­ tulacak derslerle ilgili kitaplar da, gördüğümüz kadarıyla ilk kez Abdülhamit döneminde, belirli bir plan ve program çerçevesin­ de u lemaya yazdırtılmıştır. Dolayısıy la, X IX. yüzyılın sonlarına doğru, üstelik topu topu bir iki okulda ve haftada olsa olsa bir veya iki saatliğine okutulmaya başlanılmış yeni bir dersin kita­ bının da hemen yazdırtılmış olması, galiba gerçekten de, kesin­ likle söz konusu bile edilmemelidir. Gerç i , Prof Zafer Toprak. Tarih Vakfı Yurt Yay ınları arasın­ da I 995 y ılında çı kan "Milli İktisat- Milli B urjum:i" adlı kita­ bında, Osmanlı aydınının Balkan Savaşı yenilgisinin onur k ırık­ lığıyla bir cankurtaran simidine sarılır gibi dört elle sarıldığı I R9


"milli iktisat" deyimini de benimseyip, " Tiirk/er İngili::: iktisa­ dının tutsa.�ı kalarak, iktisana da taklitçi/ikten kurtulamamışlar­ dı " diye suçladıktan sonra, "O güne de,� in orta ı·e yiisekokullar­ da okutulan iktisat derslerine/e, Adam Smith, Leroy Beaulien, Charles Gide gihi iktisatçı/ann eserlerinde göriilen klasik ö,�re­ tiler giindenıe gelmişti. " (s. 1 46) diye yazarak, iktisat dersleri­ nin yalnız Mekteb-i Hukuk, Mektebi-i Mülkiye vb. gibi (bir çe­ şit) yüksekoku llarda da değ il, riiştiye ve idadi/erde de okutu/du­ ğunu, üstelik bu derslerde dönemin moda iktisatçılarının görüş­ lerinden de söz edildiğini öne sürmekte ise de, ilginçtir, ne bir kaynak göstermektedir bu konuda, ne de bu " İ/m- Servet" dersi i le ilgili bir kitabı gördüğüne dair herhangi bir açıklamada bu­ lunmaktadır. (Burada hemen şunu da belirtelim ki, Sayın Profesör; İttihat ve Terakki iktidarının, hem B alkan S avaşı yenilgisinin öfkesi, hem de Yusuf Akçura ' n ın o günlerde Orta Asya 'dan getirdiği Türkçülük düşüncesinin romantik coşkusu yla önünü ardını faz­ la da düşünmeden, ticaretin Hıristiyan azınlı ğ ın elinden alınarak Müslümanlaştırılması girişimleri sırasında, ola ki ilk kez de par­ ti ideologu Ziya Gökal p 'çe p olitik bir s logan olarak kullanılmış, "Milli İkisat'' deyimini, her ne kadar kimi yerlerde "Bir tür ne­ omerkantilist iktisat politikası" veya " kapitilasyon/arm zorunlu kıldı,� ı liberal iktisadi ilişkilere tepki" şeklinde açıklamalarda da bulunsa, bilimsel bir ekonomik terim olarak benimseyip, ona "devletçi ekonomi/kapa/ı ekonomi" anlamını yüklemekle de kalmamış, ilginçtir, "Bütün Türklük tarihinden hi/inen kadarıy­ la, ' Tiirk milli iktisadı ' 11111 en uzun süren aşaması çohan/ıktır" (s. I 7) diyerek, bu deyimi toplunı/ann içinde hu/wıduk/an ha­ şat üretim ilişkileri ile ilgili bir terim anlamında kullanmakta da sakınca görmemiştir. Ayrıca, S ayın Profesöre göre, İttihat ve Te­ rakki ' nin bu "milli iktisat" p olitikasıyla imparatorluk da, ' lihe­ ral ekonomiden mzgeçip. devletçi hir ekonomiye geçmiştir' ye­ niden. Çünkü, Sayın Profesörün, İkinci Meşrutiyet ' le bir ekolıo­ mik deıTimin de gerçekleştirild iğindcn ve bu devrimle "dalw ilk n ilardan itibaren 'kapıku/u' gcle11e,�i radsımp. hirercili.�in Osl lJO


man/ı top/umumm temel felsefesi yapt!arak ve 'teşebbiis-ü şah ­ .1 i' görüşü de Osmanh toplıtnı yaşamının temeli haline getirile­ rek" İmparatorluğun "mali de r/et" anl ayışından " iktisadi der­ /et" anlayışına � ıppadak geçirildiğinden de hiç kuşkusu yoktur. Gördüğümüz kadarıyla, İttihat çı aydınların I 908 ' den sonra çık­ mış, önce "serbesti-i ticaret" " serbesti-i mübadele " "serbesti­ i rekabet" sonra da "iktisad-ı milli" vb. gibi, Farsça "serbesti" ve Arapça "milli" sözcüklerinin bolca kullanıldığı tamlamalarla bezeli çok sayıdaki (güya) ekonomi yazılarının "hamas i" söyle­ mi, Osmanlı toplumunun ekonomik ilişkileriyle ilgili gerçekleri salt İstanbul ' da çıkmış iki bin tiraj l ı gazete haberlerinden, gene İstanbul ' da kurulmuş şirketler le i lgili istatistiksel bilgilerden ve bazı hükümet kararlarından yakalamağa çalışan Sayın Profesö­ rü biraz gereğinden çok etkilemiştir galiba . . . ) Çünkü, Prof. Toprak' ın, yalnız Mekteb-i Hukuk ve Mekteb-i Mülkiye de peğil, rüştiye ve İdadilerde de ilm- servet derslerinin okutu lduğu, hatta aydınlar arasındaki "koruyucu ya da serbest dış ticerer tartışmalannın 1 908' e de,� in büyük ölçüde bu ders ki­ taplannda da yer a/dı,� ı " (Age, s. 30) şeklindeki savlarına katı­ labilmek bizce gerçekten alanaksızdır. B ilindiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu ' ndaki, B atılı anlamıy­ la ortaokul düzeyinde ilk eğitim kurumu olarak niteleyebileceği­ miz rüştiye, İstanbul ' da 1 83 8 y ıl ında açılabiimiştir ancak. Osmanlı İmparatorluğu ' ndaki ilk eğitim bakanl ığı da, ilk rüş­ tiyeden tam 8 yıl sonra, I 846'da "Mekatib-i Umumiye Nezareti" adıyla kurulabilmiştir. Rüştiyelerde verilen eğitimin yüksek öğrenim veya meslek eğitimi için yeterli olmadığı anlaşıl ınca da, lise olarak niteleye­ bileceğimiz ilk idadi ise, eğitim bakanlığının kuru lmasından tam çeyrek yüzyıl sonra, ta I 873 ' te açı labilmiştir, Yukarda da belirttiğimiz gibi, Mekteb-i Hukuk gibi y üsek oku l lar da zaten bir yıl sonra, 1 874'te kuru lmuşlardır. Ne var ki, yüksek öğrenim görecek veya yüksekokullarda ders verecek nitelikte yeterl i bilgiye sahip öğrenci ve öğretmen bulmakta zorluk çek ildiği için, bu okul lardan beklenilen sonuç zaten elde edi Ic m emi� v e . l l) ı


yukarda da değindiğimiz gibi, 1 87 7 ' de Sul tan Abdülhamit tara­ fından bu gerekçeyle ( tasarruf gerekçesiyle) kapatılmı �lardır. (Prof. Enver Ziya Karai ' ın verdiği bilgiye göre, aynı y ı lda açıl­ mış ''Turu/.:-u Maahir-yo//ar ı · c köprii/cr-Mc/.:tchi" adl ı i l k sivil mühendislik okulunun kapatılmasının bir diğer önemli nedeni de, 43 öğrencisinden büyük bir kısmının Hıristiyan oluşu imiş . ) N itekim, Prof Bayranı Kodaman da; ( Tan:::. i nıat dcıTindc o/du­ ifu gihi, 1 8 76-1 909 arasmda da ilk ve orta dereceli okıtilann öif­ rctnıcn kadrolanmil hüyük hir kısmı m medrese kökenli /.:imse/cr oluşturmuştur " diye yazmaktadır. (Prof. B ayram Kodaman, Ab­ dülhamit Devri Eğitim sistem i , Türk Tarih Kurumu 1 99 I , s . 1 54 ) Prof. Zafer Toprak'ın, 1 98 8 y ı lında C e m Yayınları arasında çıkan " Türkiye Tarihi" adlı ortak kitabın 3. cildine yazdığı İk ­ tisat Tarihi" başlıklı bölümde belirtildiğine göre de, yüksek okullardaki ilm -i servet derslerini genellikle "Sakız/ı Ohamıcs Paşa, Portakal Mihai/ Paşa" vb. gibi azınlık aydınları verm i ş olsalar gerektir zaten. Ayrıca, i lk idadi her ne kadar 1 87 3 yılında açılmış ve İstan­ bul' daki idadi sayısı bile 1 87 6 ' ya kadar ancak dörde veya beşe çıkm ı ş ise de, XIX. yüzyılın sonlarına kadar, taşrada da İdadile­ rin açılmaya başlaması üzerine ülkedeki idadi sayısının neredey­ se yüzü bulduğu da unutu lmamalıdır. Yani, salt bu sayıda öğret­ men bulabilmek açısından, İdadilerde de ilm- i servet okut ulmuş olabileceğini düşünmek bile olanaksızdır galiba. Ancak, Prof. Zafer Toprak' ı n böyle bir yanılgıya düşmesine de, ola ki 1869 tarihli Maarif-i U mumi Ni:::.a nınanıcsi neden ol­ muştur sanırız. Çünkü, yüksek öğrenim için öğrenci yetiştir­ mekle rüştiyclerin yetersiz kaldığı anlaşı lınca, bir üst orta öğre­ tim kurumu olarak İdadilerin açılmasına karar verilen bu Ni:::.a nı­ nanıc de, İdadilerde akutu lacak dersler arasında " İ/nı -i Senct-i Mi/d' diye bir dersten de söz edilmektedir. Bu Ni:::.anınanıc'yi hazırlayanlar d a id(u/i d iye adlandırdıkları bu yeni orta öğretim kurumunun modelini ve eğitim program ını, İstanbu l ' da bir y ı l önce, 1 H68 ' de, Fransızl arın kurduğu Me/.:teh-i Sultani'den (Ga"

'

1 92


latasaray Lisesi ' nden) almış lardır galiba hiç kuşku yok ki . . . Anıınsanacağı gibi, Sultan Abdülaziz, belki yeni bir borç bu­ luruz diyerek Ali ve Fuad Paşa 'ların zorlamasıyla, 1 8 67 y ı l ında III. N apoiyon ' un çağrı sını kabul edip, u lemanın büyük buluşu olan "miiharek ayaklan kcl/ir topraklanna hasıp da günaha gir­ mesin diye çift taha11111111 arasına Marmara kumu doldurulmuş ayakkahı/any/a" Pari s ' e gitmiştir. Orada Fransız bankerlerin­ den belki umulduğunca yeni borçlar sağlanamamıştır ama, Fransı: E,�itim Bakam Victor D umy 'nin uğurlarken el ine tutuş­ turduğu yeni bir eğitim projesiyle dönmüştür yurda v e Fransız hükümetinin seçip göndereceği M de Sa/ve' ın yönetimindeki "otuz kırk nefer mua//im/e" öğretim dili Fransızca o l acak bir okul kurması için, hemen Galatasaray kışla-i lıümaywı u ' nu bo­ şalttırıp Fransız elçisi Monsieur Bourre' a teslim etmiştir. 1 Ey­ lül I 868 ' de açılan bu okulda, Fransa' dan gelen eğitim programı­ na göre okutulan dersler arasında da, Fransızca, Grekçe, Latin­ ce, matematik, kozmoğrafya, mek<ınik, fizik, kimya, biyoloji ile birlikte bir de "Ekonomi" vardır. B u modele göre tasarlanmış İdadilerde akutulacak dersler arasında sayılan " İ/m- i Servet- i Mi/e/'' de, hiç kuşku yok k i "Ekonomi" kavramının o günkü an­ layışa uygun Osmanlıca çevirisidir. Kı sacas ı , "ekonomi" kavramının da Osmanlı aydınının gün­ demine ilk kez XIX. yüzyılın sonlarına doğru girm iş olduğu, ga­ liba tartışılmasa gerektir. Ancak, Osmanlı aydınının, 1 908 ' den sonra da "ekonomi denilince, tıpkı Tanzimat dönenıinde o/du,�u gihi, gene hemen dış ticaretin geliştirilmesini, yahann sermaye girişinin desteklenmesini, gelirlerin artılması için de ı ·ergi/er/e, özellikle de gümrük ı·ergi/eriy/e oynamayı anladı,� ı" konusunda da sanki hiçbir iktisat tarihçisinin kuşkusu yoktur, gördüğümüz kadarı y la. Yani, Osmanlı aydınları arasında, ekonom iyi biraz bi­ len, ü lkenin ekonomik yapısı ile ilgili geniş çerçeveli bir çözüm­ leme y apıp yorum yazabilecek birini bulabilmek, galiba gerçe­ kten de olanaksızdır. Bilindiği gibi. " ' Üç Tar:-ı Simset ' " adlı yazısından dolayı B a­ tılı çevrelerce de " Tiirk�·ii/iik akımının kurucusu. haşkam H' wı1 ') 1


\"/ClSI sayılan Yusuf Akçura Kazan ' l ıdır ve I 906 yıl ında arka­ daşlarıyla "Rusya Müslümanlan Birli,� i" adı altına bir parti ku­ rarak seçimlere katılmış ve birinci D uma ya mil letvekili olarak girmeyi başarmıştır. Ancak Çar Nikolay 'ın 3 Haziran I 907 'de Dum a ' y ı kapatması üzerine Kazan ' a dönen Akçura, Çar ' ın bu kararını eleştİren bir yazısından dolayı tutuklanacağını anlayın­ ca kaçı p bir süre Kırım 'da s aklanmış ve I 908 'de İkinci Meşruıiyeti 'in i lan edildiğini öğrenince de yeniden İstanbul ' a dönmüştür hemen. ı 9 I I ' de de, İstanbul ' da hem " Türk Yurdu" adında bir dernek kurmuş, hem de " Türk Yurdu " adında bir der­ gi çıkarmaya başlamıştır. Dergide, ü l kenin iktisadi durumu ve Anadolu Türklerinin ekonomik y apısıyla i lgili yazılar da yayım­ lamak istemektedir. Çünkü, gene kendi deyimiyle, "bir milletin, memleketine sadece askerlik Fe nıenıuriyetle sahip olanıayaca­ '�llla" yürekten inanmaktadır. "Bir de temellük-i iktisadi ( ekono­ mik egemenlik) \'ardır Bugün bir milletin iktisadi istilası ile as­ keri istilası arasında maddeten birfark bulunmadı,� ı artık iyi bi­ linmektedir. " Ama ne var ki, Yön dergisinde belirtildiğine göre, "Memleketin bütün tamnmış iktisatçıianna başvurdu,� u halde, vaatten başka bir şey alanı amış tır ( Yön dergisi, 29 May ı s ı 9 6 3 , sayı 7 6 , s . 8 ) Prof. Berkes de, " Yusuf Akçura ' nuı 'natıka- pel'l'a:' (güzel konuşan, dü:gün \'e etkileyici sö: söyleyen ) deyimiyle kastetti,� i Cmit Bey gibı iktisatçı lan Türkiye' ni 11 ekonomi k sorunlan ü:e­ rine ya:ı l' eremeye ça,� ırdı,�ı halde ya:nıadıklamıdan, esnafın durumu ü:erine iktisatçı olmayan bir ya:arw bir tek ya:ısından başka bir ya:ı bulanıadı,� uıda n " yakındığını söyleme!<tedir. İ lginçtir, gene Prof. B erke s ' in verdiği bilgi lere göre, tam o günlerde, ı 9 I I 'de, İstanbu l 'da yayım lanan Tanin, Tası·ir-i Efkôr ve .lewıe Turc gibi gazetelerde "Parvus Efendi" imzas ıyla, Os­ manlı İmparatorluğu ' nun ekonomik sorunları üzerine yazılar çıkmaya ba� lamıştır. Yusuf Akçura da, hemen Parvus Efendi'yi bulmu� ve kendi dergisinde de ekonomik konularda yazı l ar yaz­ masım istemiş ki, gerçekten de Türk Yurdu dergisinin 9 H aziran ve 22 Haziran 1 9 I 2 tarihli sayılannda Parvus Efendi' nin iki ya'

"

I LJ4

.


zısı çıkmı�tır. Ancak, Yusuf Akçura, bu Parvus Efendi ' nin kim olduğunu da çok iyi bilse gerek ki. yayımladığı ' 'K örtii/er ı·e Devlet" adlı ilk y azısının başına koyduğu dergi imzalı "sunu" yazısında, iktisatçılarımızın bilgileri İmparatorluğun sorunlarını araştırmaya yetmediğinden. ülkenin ekonomik sorunları üzerine yazı yazacak bir iktisatçı bulamadıkları için, Tanin ve Jeune Turc gazetelerinde çıkan ya�ılarından ekonomiyi ve tarihi yo­ rumlamayı iyi bildiğini gördükleri Parvus Efend i ' y i " Tiirk Yur­ du " yazı ailesine aldıklarını belirttikten sonra, " Vakw Parl'Us Efendi' nin iktisadi ve içtinıai mesfeklerinin ha:ı nıiihinı noktafa­ mıa ' Tiirk Yurdu' iştirak edenıe:se de. halkı semıck. elden gef­ d(�i kadar fakir halka yardım etmek gihi en nıiihinı hir esasta kendisiyle hir ihtilafımı: yoktur " diye bir açıklamada bulunma gereği de duymuştur. Çünkü gerçekten de Par\'Us Efendi bir Osmanlı Ermenisi fi­ lan olmayıp, gene Prof. B erke s ' in anlatımıyla, "Latince 'kiiçiik' anlamına gelen hir takma adla Tiirkiye' de ekonomi ii:crine ya­ nlar ya:an hu kişinin Al 'rupa ' da hi/inen adı A fexandre Hefp­ hand' dır 186 7 yılında Rusya ' da do,� muş, A lmanya' da doktora yapmış, 1 905 Rus del'rinıine katı fdı,�ı için yakalanıp Sibirya' ya siiriifnıiiş. oradan kaçarak A lnıanya re İsı·içre' de sosyalistlerle hirlik olmuş, hu siire içinde Kaustsky, Trotsky, Rosa Luxenıhurg ı·e Lenin gihi tanınmış sosyalistlerle çalışmış, fakat hunfamı hepsiyle sosyalist teori ve stratejisi açısmdan ayrılıklara diiş­ miiş hiridir ı ·e 1 91 O Kasım ' ında da Tiirkiye ' ye gel nıişti1: Romen sosyalisti 1/risto Rakovsky ı·e 1 908' de Selanik mehusu da olmuş Vfahof Efendi gihi Makedonya devrimciteri aracılı,�ıyfa İttihat ı·e Terakki Partis i' nin öndcrfcriyfe . Tiirkçıifcrfe tamşm ıştır he­ men . Ya:ıfarı Osmanlı aydınları ii:crinde etkili olmuş. hiiyiik il­ gi görnıiiştiir. " (Age, s. 46 I ) " Tiirkiye ' de haşfayan A lnıanya ile gi:fi ilişkileri. 9 Ocak 1 9 1 5 'te İstanbul'daki A lman efçifıAi11de göreı·li Dr. Zinınıcr aracılı,�ıyfa gr)riişti(�ii Büyiikefçi Wallgenfıe­ in ' 1111 girişimferi ii:erine ça,�rıfdı,�ı Berlin ' de de siirnıüş ı·e Af­ man nıakanıfarıyfa işhirlıAi sonucu. Lenin ı·e arkadaşlarılilll nıiihiirfii hir \ '(/gonfa, Alnıanya ii:erinden İsı ·i�Te ' den Rusra'_m ge�·irif111esini sa,�fanııştır ( Age.s. 6 I 6. dipnot.6J)


Görüldüğü gibi , Parvus Efendi ünlü bir komünisttir ve ilginç­ tir "Parnts E(endi'' takma adını kullanan bu ünlü komünist A/e­ xandre lsrae/ He/phand de, İstanbu l ' da yayımlanan bu Türkçe yazılarında kesinlikle sosyalizmden söz etmemiş, tam karşıtı, Türkler için yapılacak tek şeyin, kapitülasyonlardan ı ·e dış horç­ Iardan hir an önce kurtu/manm çaresini hu/up, Osmanlı İmpa­ rator/uifu ' mm yerine hir ulus devlet kurmak oldu.� u görüşünü savunmuştur ısrarla. Çünkü, Parvus Efendi ' ye göre, Osmanlı İmparator/uifu Avrupa sermayesinin sömürü alanı haline geldi­ if i için höy/e [.:eri kalmıştır; dış harç ve yabanc i sermaye sömür­ geleştirmenin temel araçlarından o/duifu için, yeni dış harç ve yabancı sermaye bularak da hu durumdan kurtulahi/menin o/a­ na,�ı yoktur; dış harçların koşulları da :aten her geçen [.:Ün bi­ raz daha aifırlaştırı/acaktır; Türk aydım ise, gördü,�ii kadarıyla, hem hu bilgilerden yokswıdw; hem de halkından kopuktur, ger­ çeifi bilmemektedir. Dolayısıyla Avrupadan sa,�/anahi/eceifini sandıkları yeni dış horç/m·/a toplumu hızla kalkındırorak Avru­ pa uygarlı,� ına kavuşturabi/ecek/eri pa/avrasına kolayca sarı/­ mışlardu: O günlerin, hemen hemen aynı görüşleri savunmuş bir diğer ünlü ekonomi yazarı da, iktisat tarihçilerinin verdikleri bilgilere göre, Tekin Alp ' dir. " İkinci Meşrutiyetin en ve/ut ya::.ar/arından biridir Tekin Alp . " " 1 91 5 güzünde 'milli iktisada doifru' düstu­ ruy/a yayımlanmaya başlayan İktisadiyar Mecmuası ' m n başya­ zarı o/duifu gihi, İttihatçı/arın da iktisadi konulardaki ideo/ogu­ dur. " "İktisadiyat Mecmuası ' m n yam sıra Türk Yurdu, İslam Mecmuası ı·e Yeni Mecmua' da da birçok yazısı çıkmıştır. " I 9 I S ' te İslam Mecmuas ı 'nın 22. sayısında çıkmış "Milli İkti­ sat" adlı yazısında, "Türklerin de siyaset al am nda yetişmiş kah­ ramanları eksik deifi/dil: Fakat maalesef� mili iktisatçıları hiç yoktw: Bu nedenle, Türkler de hir an önce milli hir iktisat oluş­ turma/ı, milli iktisatçılar yetiştirmelidir. " diye yazan Tekin Alp, bütün yazılarında da "milli iktisat" görüşünü savunmuştur. (Prof. Zafer Toprak, Milli İktisat-Milli B urjuvazi. Tarih Vakfı Yayını, İ stanbul 1 995 . s. 14- 1 5 ) ı <J (ı


Ama i lginçtir, Tekin Alp de, tıpkı Parı' tlS Efendi gibi, İkinci Meşrutiyet döneminde yaşamış bir gerçek kişi değil, bir takma ad dır. Avrupalılarca Moses (Moi:) C ohen adıyla bilinen İstan­ bu ll u bir Musevidir. Görüldüğü gibi, Osmanlı aydınına i lk ciddi ekonomi-politik derslerini, ünlü komünist A/exandre Helphand, nanı- ı diğer Par­ ı·us Efendi ile Moses Cohen, nanı-ı d(�er Tekin A lp vermiştir ga­ liba gerçekten de. Hatta ilginçtir, "ilk ciddi ekonomi- politik dersini vermekle" de kalmamışlar, sanırız "ekonomi" kavramını Osman l ı aydını­ nın dağarcı ğ ına ilk sokanlar da onl ar olmuştur, gördüğümüz ka­ darıyla. Nitekim, Ord,Prof. Enver Ziya Kara l ' da; "Gülhane Hattım ilan edenler, sadece Avrupa ' 11111 hazı hukuk ilkeleri ile müesse­ selerini aklarnıayı diişiinmüşlerdir. Ahdülaziz devrinin haş/l(·a özelli,� i . Avrupa usulünde ku\'\'etli hir ordu ile hir donanma mey­ dana getirmek için çalışmak olmuştur. A hdü/hamit ll. del'rinde ise, imparator/uk hudutlannın daralmasına ra,�men, azamet/i hir memur makinesi oluşturulmuştur. Sözün kısası, ne ll. Ahdü/­ hamit' den önce, ne de omm istihdat devrinde Batı nın maliye ve ekonomi müesseselerini kökiii hir şekilde anlayan ı ·e anlatahi/en hir insan yetişmiş tir. " diye yazmaktadır acı bir dille. Sonra da, Abdülhamit'in tam 7 kez sadrazamlığa getirdiği Sait Paşa' nın an ılarından aktarak; "Avusturya Başhakam K ollf A ndraşi' nin 30 K asım 1 87 5 'te verdi,� i n ota üzerine, Sadrazam Mahmut Nedim Paşa' 11111, ülke ekonomisinin kalkındın/ması ça­ re/erini araştırmak üzere, Osmanlı tarihinde ilk kez kurdurdu,�u Ticaret. Ziraat ı ·e Endüstri Meclis-i Kehiri adlı komüsyonun, da­ ha ilk /ayihasını hazırlar hazırlamaz derhal da,�ıtı/dı,� ım " Sait Paşa ' mn sadra:amlı,�ı sırasında, 1879'a ilk kez kurulan " Tica­ ret re Ziraat odalannın 1 894 ' de kapatı larak ' Orman, Maadin ı·e Ziraat Ne:areti ' adıyla hir hakanlık haline getirild(�ini, an­ cak \'llemi/ hir hakanlık sayı/nıadı,�ı için Nazınnın hakanlar ku­ ruluna alınnıadı,�ını . hakanlıkfen heyetinde de :aten ya/m: hir nıii/ıcndisin lm/wıdu,�un u" belirmektedir. ( Age . 438) .

1 97


Bu nedenle. Sakt::!t 0/ıamıes Paşa nı n iktisat tarihçilerimi­ zin belirttiklerine göre, 1 88 I y ılında yayımlanmış, bugünkü di­ le "uluslararast iktisada giriş veya ulus/ann ::enginli,� i ile ilgili ilk bilgiler" diye aktarılacak "Mebadi-i İ/m-i Sen·et-i Mi/e/'' ad­ lı kitabı, galiba gerçketen de, iktisattan söz eden Osmanlı ülke­ sindeki ilk kitap olsa gerektir. Gene 1 880'1i y ı l larda iktisattan söz eden i kinci kişi de, ola ki Mikaci Portakal Paşa ' dır. Daha sonra iktisattan söz eden i ki kişi ise, Rusya'dan gelmiş Türk kökenli iki aydındır. B iri, yukarda da değinildiği gibi, I 873 y ı lında İstanbu l ' a gelen v e 1 8 86 'da Mi::an adında haftalık bir gazete çıkaran, orta öğrenimini Rusya'da yapmış, Dağıstanlı Mi::anct Murat Bey, diğeri de I 865 ' te Kazan' da doğmuş, orta öğrenimini Rusya'da tamamladıktan sonra I 887 'de İ stanbu l ' a gelerek Mekteb-i Mülkiy e ' y i bitirmiş, sonra da hemen Harp Akademisi ' ne Rusça ve İ lın-i Servet hacası o l arak atanmış Mu­ sa Mehmetcan!to,� /u Aky(�it::ade ' clir. Ve ilginçtir, XIX. yüzyılın son çeyreğinde ekonomi bilimiyle ilk kez karşılaşan Osmanı aydını, artık her ne hikmetle ise, libe­ ralizmi hemen tek seçenek, tek kurtarıcı kabul edip, can kurtar­ ma simi dine sarılırmış gibi dört elle sarılmışlardır ona. Örneğin, S akızlı Ohannes Paşa, Mikael Portakal Paşa, Mali­ yeci Cavit B ey gibi aydınlar, Prof Korkut Borata ı • ın deyimiy­ le, "büyük ölçüde ça,�daş liberal Franst:: iktisatçtlamıdan kay­ naklanan kitaplan nda, ekonomiye devlet müdahalesine ı ·e koru­ maya şiddetle karşt çtkarak içte re dtşta, 'liberal' iktisat politi­ kalartillll parti::anltğtnt yapnuşlar'' dır. (Türkiye Tarih, c.4, s . 27 ı) Prof. Zafer Toprak da, " O dönem aydm/amıa göre , libera­ lizm Osman!t toplumu için tek kurtuluş yoludur. O ytllarda libe­ ral olmak değişimden yana o/makttr. " d iye yazmaktadır. (Türki­ ye Tarihi, c . 3 , s. 2 I 5 ) Ancak, liberalizınin "parti::anlt,�111 1 " yapan b u Osmanlı ay­ dınları, kendilerinden geçercesine. ülkenin içinde bu luduğu geri kalını�lıktan kurtulu�u için tek çarenin "serbest dtş timrct. yu'

,

'

1 9�


hancı sermaye ve dış harç" olduğunu savunurlarken, Tanzi­ mat' tan bu yana zaten bu politikaların uyğulandığı Osmanlı İm­ paratorluğu'nun XX. yüzyıla giril irken ne durumda olduğu kon­ sunda, gene, Prof. Boratav ' dan öğrendiğınize göre, E.G.Mears de "Modern Türkiye" adl ı kitabında, 1 924 yılında, " Yaha11c1 sermayenin etki alanının Osmanlı İmparator/uifu' ndan daha ge­ n iş o/duifu hir haşka haifımsız devlet herhalde yoktur. Bu miras, sadece ekonomik girişimleri ilgi/endirmek/e kalmaz, ülkenin bü­ tün politik ve toplumsal hayatını etkisi altına a/w . . Siyasi dene­ tim saiflamanın en güvenceli ve en hasit yöntemlerinden hiri sermaye kaynaklan üzerinde egemenlik saif/amaktır.. . Eski Os­ manlı İmparator/uifu, şaşılacak derecede dış mali çı,kar/ara ipo­ tek edilmiş durumda idi . " diye yazmaktadır oysa. Osmanlı aydınının tanışır tanışmaz dört elle sarıldığı bu libe­ ralizm sevdasına i l k karşı çıkanlar, "ülkelerin düzeyleri eşit ol­ madıkça, serbest pazarda güç/ünün zayıfı ezeceifini" söyleyerek şiddetle eleştirenler de, ilginçtir, gene Orta Asyalı aydınlar ol­ muştur. Örneğin, Mizancı Murad, "yerli sanayii gözetici önlem­ ler alınmazsa, ülke yakın hir gelecekte hir 'ecnehi pazarı ' hali­ ne dönecektir" diye yazmaktadır. Musa Mehmetcanlıoif/u Akyi­ ifitzade, yazılarında, kitaplarında, dersler inde, " iktisadi fayda­ nın yanı sıra, siyasal ve ulusal çıkarların da gözetilmesi" , " ikti­ sadifayda ile ulusal çıkar haifdaşmadıifı zaman maddi servetten özveride bulunulmas ı " "serbest pazar ulusun geleceifini tehdit edecekse, koruycıt dış pazar politikası izlenmesi" gerektiği gö­ rüşlerini savunmaktadır ısrarla. (Prof. Toprak, Milli İktisat-Mil­ l i Burjuvazi, s. 29) Ünlü komünist Parvus Efendi ' nin, 1 9 1 2 ' lerde, Osmanlı aydı­ nının tartışma gündemine daha bilimsel bir biçimdegetirdiği gö­ rüşler, galiba hiç kuşku yok ki, ilk kez X IX. yüzyılın sonlarında İs tanbu l ' a gelmiş bu Orta Asyalı Türkler tarafından ortaya atıl­ mıştır, bir anlamda. Görüldüğü gibi, tıpkı Türkçü/ük düşüncesi gibi, ekonomik egemenlik, ekonomik ha,� ımsı:lık düşüncesi de ilk kez Orta As­ yalı Türkler tarafından ge tirilmi� Anadolu ' y a . . . Ne garip . . . 1 99


Kimdir Bu Osmanlı Aydım? Tarihçilerio yazdıklarına göre, bir c ihangir o larak doğduğuna kendisi de inandığı için. iki yıldır süren Avu sturya-Rusya sava­ ş ının yazgısının, tahta çıkar çıkmaz kendiliğinden hemen deği­ şeceğinden hiç kuş us u yoktur lll. Selim' in. Ancak, cephelerden gene yenilgi haberleri gelmeye devam etmiştir. Bu durum karşı­ sında şaşıran S u ltan, çaresiz, Prusya i le bir antlaşma imzalamak belki çözüm olur diye düşünüp, u/ema ile vüzerayı çağırmış; -Bre efendiler! . . B re paşalar ! . . dem iştir. Hele söyleyin, Rusya v e Avustury a'ya karşı Prusya i le bir antlaşma imzalamak nasıl olur acep? Ne düşünürsünüz? U/emadan Rumeli Ka:askeri Teıfik Efendi, kimsenin konuş­ masına fırsat vermeden atılmış; -Bu Prusya dedikleri yer de nere sidir? Hangi memlekettir acep hünkarım? diye sormuştur hemen. Prusya'nın neresi olduğunu Kaptan Paşa kendisine anlattıkan sonra da; -Do,� rusunu isterseni:, biz u/emamn , devletlerin durumu hakkmdaki bilgisi bira: sathidir. Kaptan Paşa ve öteki devlet ri­ ca/i işte karşını:cia hiinkannı. On/ann bilgileri bizler gibi de,� il­ dir. Bu kadar seferde bu/wımuşlardw B izden şeriarta ilgili me­ se/e/er suat olunursa. va:ıfemizi derhal yerine getiririz, demiş­ tir pişkin pişkin. ( Ahmet Refik, Osmanlı ' da Hoca Nüfuzu,s. 1 65- 1 66) Görüldüğü gibi, Osmanlı u/emasımn (aydınının), Fransız devriminin yaşandığı günlerde, XIX. yüzyıla giril irken, Avurpa coğrafyasından bile haberi yoktur. Ü stelik, " Ka:askerlik. ilmiye sınıfının en iist görevlerinden birisidir. " Aynı zamanda askeri yargının da en üst sorumlusu ol­ dukları için Kazasker/er, ta ilk günden, I . Murad' dan beri Divan toplantılarına da katılmaktadırlar. Fatih döneminde Anadolu ve Rumeli diye ikiye ayrıldıktan sonra da, Rumeli Kazaskerliği da­ ha önemli sayı lmı� ve Rumeli Kazaskerleri Divan toplantı ların­ da hep Sadrazamlll sağında oturmu�lardır. bu nedenle X V I I . yy. 2()( )


dan itibaren Sadr-t Rum (Rum sadrazamı ) denilmi�tir onlara. İl­ ıniye sınıfı için Rumeli Kazaskerliği 'nden sonraki orun Şcyhü­ lis/am!tk' tır. İlıniye sınıfı için Osmanlı İmparatorluğu ' ndaki önemli gö­ revlerden bir diğeri de Müneccimhaşt!tk' tır. Ü lemadan birinin "Müneccinıhaşt!tktan sonra gidehi/eceifi yer ya Rumeli Kazas­ kerliğidir, ya da Süleymaniye Müderrisliifidir" yani Müneccimhaş t ' ların görevleri de, yardımcıları ile birlikte "takvim/eri haztrlamak, Ramazatı İnısakiyesini heliriemek ve yt!dtz!ann durumianna hakarak uifur/u gün ve saatleri önceden saptaytp sultaniara hildirmek " t ir. Örneğin, Tacizade Cafer Çe­ /ehi ' nin yazdığına göre, Fatih de, İstanbul'un fethini sağlayan büyük hücumu müneccimbaşının belirlediği uğurlu gün ve saate başlatmıştır. Kuşkusuz, y ıldıziarı gözleyerek yapmaktadırlar bu işleri de. Yt!dtz fa!t , X V I I . yüzyıldan itibaren "İ/m-i nücum " adıyla medreselerde de önemli bir ders olarak okutulmaya baş­ lanılınıştır zaten. Ancak, Ahmet Refik Altınay ' ın yazdıklarına göre, Münec­ cimbaşıların hazırladığı bu takvirnler, her zaman gerçeğe tam da uymadığı için, zaman zaman sultanların bile başına işler açm ış­ tır galiba. Örneğin, Sultan lll. A hmed, Ramazanın ilkbalıara rastladığı 1 72 6 yılında, Lale Devri ' nde, Müneccimhaşt Küçük­ çelebizade As tm Efendi' nin haztrlaytp swıdu,�u takvime harak "Felekten hirkaç gün daha çalmak için" Şaban ayının 26 's ın­ da, Cuma günü , namazdan sonra, yaranlarını da y anına alarak Cağaloğlu ' ndaki Ferah-ôhôd Sarayt ' na gitmiştir. Pazartesi ak­ şamı da, son gündür diyerek, " Vezir-i ôzam, Şeyhülis/am. Ka­ zasker/er ,Defterdar, Reissü/küttah, Defteremini, hü/ôsa ; Türki­ ye ' nin hiitıin gelir menha/an m avuçlan içinde tutan, halk111 st­ ktntt ve sefa/etine yahanct , geceleri saz ve ahenk içinde çtraifan (çiçekler aras11ıa reya kap/unıhaif/amı s/1'{/anna dikilmiş mum ı·e kandiller/e ayd11ılattlan /ale bahçelerinde) fast l/ariyle geçi­ ren devlet rica/i hep oraya top/anm t ş ' tır. Güneş batarken de la­ le bahçelerinde gene sofralar kurulmuş, "def, tanhur ı ·e keman sesleri Feruh-ôh/id kom/unnt inietmeye haşlanuşttr" biraz son'

20 1


ra. Ne var ki, sakilerio fır dönerek sundukları şarapla kendilerin­ den artık iyice geçmişlerken, y atsı ezanma doğru birden fal taşı gibi açı lı verm iştir devlet ricalinin gözleri ş aşkınlı ktan. Mi nare­ lerin kandilleri yanmış tır, her ne hikmetle ise . . . Denilenlere göre, sofu biri olan Ayasofy a'nın baş kayyımı (temizlik işleri sorumlusu, baş hademesi) Arnavut, gece iki ada­ mı ile birlikte "Rama::.an hilali göründü ! " diye bağrışarak soka­ ğa fırlamış ve önüne kattığı çoluk çocukla topluca kadının huzu­ runa çıkıp, kandillerin y aktırılmasını, teravih namazının kılın­ m asını i stemiştir. Sonra da, gene topluca giderek kandilleri yak­ tırmıştır. Padişahın huzurunda zor durumda kalan Münccimhaşı Kü­ çükçelehizade Asım Efendi ise, bütün bunların birkaç yobazın başının a ltından çıktığını, aslında kendilerine sorulmadan bu yo­ baz Amav u t ' a kandillerin yaktınlmaması gerektiğini savunmuş­ s a da, Ramazanın gerçekten hangi gün başladığı anlaşılamamış­ tır. Ama, Sultanın sofrasının içine edilmiştir. Nitekim Şair Nedim de; "Bilmem hende mi, şahitde mi, tak­ vimde mi? 1 Hele hir kizh var ortada , hudur sıdk-i ke/aml E/ıl-i ke)fin birisi der ki, "Behey Su/tanım! 1 Aydın ay, heliii hesah, ol­ madı Şa' han temaml Bir iki mihla,� -ı herş ili uruh öldürerek 1 Geldiler, eylediler höy/e ciha111 sersam" 1 Bai!,teten sahit olup gwTe; firaşmda imam, 1 Hah içün yatmış iken erdi teravihe kı­ yanı. ( B ilemem hata bende mi, tanıklarda mı, yoksa takvimde mi? Ama gerçek olan şu ki, bir yalan var ortada. Ehli keyf in biri, "Aman S ultanım, hesap ortada, daha Şaban ayı tamamlanmadı, lakin bir iki kaşık afyon. macunu yutmuş birileri geldiler serse­ me çevirdiler dünyayı" derken, artık uy umak için döşeğine yat­ mış imamsa, tanıktarla aydınlığın ansızın belirlendiğini duy un­ ca, teravih narnazına kalkmış hemen) diyerek, gır gır geçmiştir bu o layla. Ahmet Refik Altınay da, rama::.anm o gece haşladı,� ından Ayasofra ile Ca,�alo,� /u çerresi dışında , İstanbul halkının da ha­ beri ol!ıwdı,� ım belirttikten sonra, ''Heyet ilminin (güya) hu der­ ece ilerlemiş olmasına ra,�men, Müshinwn/ann ramazam re 202


hayranu , asırlardan heri hir türiii teshit edilememiştir. Bu acı­ nacak hal yiizünden. hozuk hava/ann ramazam hayrama, hay­ ranu ramazana karıştırdı,�/ �·ok olurdu. diye yazmaktadır. (La­ le Devri. s. 58) XVIII. yüzyılda dahi, hala şöyle doğru dürüst bir takvim ha­ zırlayabilecek bi lgiden yoksun, neredeyse tamamı Avrupa coğ­ rafyasından bile habersiz, u/ema denilen bu kişiler, gerçekten nasıl bilim adamlarıydılar acaba? B ilindiği gibi, " u/ema" ' bilim adamı ' anlamındaki Arapça "alim " sözcüğünün çoğuludur. Ve, medreseyi bitirip hoca, v aiz, müderris, kadı, kazasker, şeyhü l i s lam, müneccimbaşı vb. gibi dinle ilgili ü st görevlere getirilenlere de "U lema" denilmekte­ dir. Ne var ki, XVI. yüzyılın sonlarından iti baren, Osman lılarda bu ilke de çiğnenmiş ve yüksek rütbe l i ulemanın çocuklarına ba­ zı ayrıcalıklar tanınarak ,kimileri daha beşikteyken bile ulema s ayılmaya başlanılm ıştır. Örneğin, OrdProf İsmail Hakkı Uzunçarşılı ' nın " Osmanlı Devletinin ilmiye Teşkilat/ adlı çalışmasında verdiği bilgilere göre, o yıllarda yaşamış tarihçi A li, "Künhü' 1-ahhar" adlı ki ta­ bında, "Padişah hocalan of?ullan ile şeyhıliislam of?/u yaşı on­ dört onheşe gelince önce elli akçe/i, kazasker of?ulları önce kır­ kar akçe/i, eya/et kadılan of?ullan da önce yirrniheşer veya otu­ :w· akçeli medrese/ere hiç sıra hek/emeden , küçük yaşta müder­ ris oluverir/erdi. " diyerek bu gerçeğe işaret ettikten sonra, o kiş­ ler le ilgili olarak da; "Hiç hir medresede sıra tahsi/i görmeden heşikte iken müliizım (stajyer), sö: söylemeye kudreti o/duf?u :a­ man müderrislik (öf?retim üyelif?i) a/ma,�a yol açılır ve hü/uf? ya­ şına gelince mollalığa (büyük hilginlif?e) do,�ru yol alır, tıraşı gelinceye kadar menası h (devletin yüksek görev/eri)ve medaris i (medrese/eri) do/aşır ve tışan geldikten sonra (saka/ı çıkmca da ) heş yüz akç·e/i nıel'lniyyete (eya/et kadılı,�uıa) ulaşıp ı·e nadi­ ren eline kitah alsa hile o da mulıazarat (tarihe ait fikra/ar) , cönk (hal k o :an/ omiiiı şiir/eri) ve gaze/iyattan iharet kalır. " di­ ye yazmaktadır. (Age, s . 69-70)


Kuşkusuz, bu ayrıcal ıktan yararlananlar, y alnız yüksek orun­ l ardaki ulema çocuklarıyla da sınırl ı kalmamıştır zamanla. Gene tarihçi A l i 'nin y azdıklarına göre, paşalara, saray ağa/anna, ye­ niçeri a,�a/amıa sırtım dayayahi/en yetenekli '' ediid-ı etriik" de (Türk çocuklan da) herhangi hir yolla medreseye gidip , okuyup yazmadan ve yaru/madan "mü/iinm ve müderris ı ·e kadı " olma­ ya başlamışlardır daha sonraki y ı llarda. Prof. Uzunçarşılı ' nın saptarnalarına göre, " 1 598' den itiba­ ren , müderrisliğe ve kadılığa atama yöntemi de iyice hozıt!­ muş " tur. "O tarihe kadar medreseleri bitiren ö,�renci/er mü­ /azemet/e ( slajyer olarak) müderris ve kadı olmak için, ilgilisine haş vurup mat/ap defterine kaydolarak nöbet usulüyle sıra bek­ ler/erken, h u tarihten itibaren mü/azemetlik de alenen para ile elde edi/me.�e baş/anılmıştır. Voyvoda/ar, suhaşılan on hin akçe mukahilinde mü/azemet satın alarak tahsil görmeden kadı olma­ ğa başlamışlardır. " "Bu yüzden iltimaslı birçok cehele (cahil­ ler) ilmiye mesle,� ine girmiştir. " (Osmanlı Devletinin İlın iye Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu I 988,s. 4 8-49) Tarihçi Ahmet Refik de, bu konuyla i lgili olarak, XVII. y ü z­ y ılda " İimiye rı'ithesi çocuklara hile verilir olmuştu. Bunlar için medrese araştm /masına hiç gerek görü/mezdi. B irçoklan daha heşikteyken /üzum/u kimseler olurlar, 'konuşmalarında kudretli olacaklan şüphe götürmez' o/du,�u için de önemli devlet görev­ lerine getirilir/erdi. Hoca/ardan ço,�u mansıhım (devlet görevi­ ni) parayla satin almıştı. Bu yüzden de okuma ya:::m a ihtiyacı duymaz/ardı . Bilime rağhet olmadığı için müderris/erin ve asis­ taniann (mü/anm/ann ) ço,�u cahil kimse/erdi. Mansıplar ço,�u kez rüşvetle satın a/ımrdı . Parası olan en büyük mansıha kavu­ şurdu. " diye yazmaktadır. (Osmanl ı ' da Hoca Nüfuzu, s. I 40) İlıniye sınıfındaki bu yozlaşmaya karşı birtakım girişm- lerde de bulunulm amış deği ldir kuşkusuz. Örneğin, Prof. Uzunçarşı ­ lı ' nın verdiği bilgilere göre, Lale Devri ' nde, Sultan III. Ah­ med · in sadrazamlarından Damat (Şehit) Ali Pa�a, "M o ra seleri­ sadara­ ne çıkarken yerine t karmakamı o/amk /m·aktı,�ı Melmıed Poşa ' n ı n . Şeyhiiiislam �04


Menteş:::: ade Ahdürrahinı Efendi' ye haskt yaparak on ya şma he­ nii:::: hasmtş o,� lunu elli akçe/i hir medrese müderrisliğine tayin ettirdiğini" öğrenince, seferden döner dönmez hemen, ''pek a,� tr l'e an sö::::lerle şeyhülislamt hnpaladt,�t gihi, çocı(�Un ad1111 da nu"iderrislik defterinden sildirtmiştir. " III. Ahmed'ten sonra tahta çıkan I . Mahmud da, "dürüst hir zat olan A nadolu kazaskeri Sen·id Mürteza Efendi' yi" , bu duru­ mu düzeltmesi için "Şeyhülislam yapmış" ve l 75 0 'de "ehliyeti olmayanlara müderrislik ve müliizemet verilmemesi hakkında" bir de hatt-ı hümaywı yayınlamıştır. Ancak, "Şeyhülislam Sen·id Mürteza Efendi, hu hususta ha­ tım gönüle hakmayarak epi faaliyet gösterip hir dereceye kadar muvaffak olmuş ise de, yüksek ilmiye nithesini haiz ulemantn ev­ ladt olan zadegiin sl/lıfı ntn miirettep tahsil görmeden müderris olmalan usulünü kaldırmayt haşaramanu ş tır.(Age, s .52) Görüldüğü gibi, XVI. y ü zyılın sonlarından itibaren başlayan yargı ve eğitim düzenindeki bu bozulma, bu yozlaşma, salt yö­ netimin kötülüğünden veya bazı ulemanın para hırsından kay­ naklanmış basit, eğreti (arızi) bir durum olmadığı için, padişah fermanlarıyla, şeyhülislam dürüstlüğüyle filan doğal olarak dü­ zeltilememiş ve durdurulamamıştır. Çünkü, olgunun temelinde yatan gerçek, hiç ku şku yok ki, ulemanın XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren saray içi iktidar kavgasına etkin olarak katılmaya başlası, yani siyasallaşmasıdır. Nitekim, Prof Bayram Kodaman da, bu gerçeğe işaret ede­ rek, "Müderrisler, yani ulemii S/11/ft , maddi ve siyasi menfaaller elde etmek için ilmi, sanatı l'e medreseyi vasıra olarak kullandı­ lar Medrese ilim yumsı . müderrislik ve hocalık meslek olmak­ tan çıktı. Medrese siyasetle meşgul olmaya başladı l'e siyaset medreseye girdi. Bu şekilde çöken medrese, kendisiyle birlikte del'! eti l 'e toplumu da çi)kiişe sürükledi. Medrese hu durumu hiç fark edemed(�i gihi , fark eden lere de firsat vermedi. Ne kendini yeni/emeye teşehhüs etti. ne de kendi dışında hir yenili,�e. de,�i­ şiklıAe fırsat tanıdi . diye yazmaktadır. Burada, Prof. Bayranı Kodaman ' ın, aym siireçte ger�·ekleşen "

20)


mkıjlardaki de,�işikli{;in de medrese/erin yozlaşnıasında çok bii­ yük hir rol oynadı,�ı konusundaki özgün saptamasma yürekten katıldığımızı belirtmek isteriz, doğrusu. Bizce de; "Osmanlı dii::eninin ho::ulmasıyla top/ımı ve fert­ ler de kendilerini eskisi kadar emniyet irinde hissetmeme ye, is­ tikhallerini giiı·enli bulmamaya haşlanuşlardır. B unun sonucu olarak da , geleceklerinden emin olmayan şahts ı·e aileler, kendi mal ı ·e mülklerini (güvenceye alabilmek için) ö:e/ şartlw"/a vak­ federek, vakıf müessesesini geçim kayna,�ı haline getirmişlerdir. Böylece, vakıf müessesesi, hedefinden saptınlarak, sosyal nite­ liifini kaybetmiştir. Vakıflarda meydana gelen hu bozulma da, hemen ona half/ı (tamamı vakıflara bağlı) olan medrese/ere de yansımıştır. " (Prof. Dr. B ayram Kodaman, Abdülhamid Devri Eğitim S istemi, Türk Tarih Kurumu, 1 99 l ,s.X) Görüldüğü gibi, neredeyse bütün tarihçilerimiz, devlet gö­ revlerinin rüşvetle dağıtılınaya başlan ılması üzerine, ulema ol­ mak için artık medresede okumaya, hatta okuma yazma bilrne­ ğe bile gerek kalmaması yüzünden, u lemalık kurumunun da XVI. y üzyılın sonlarından itibaren yazlaştığı konusunda fikir birliği içindedirler. Yani, kuruluştan Kanuni döneminin sonuna kadar uygulanan medrese e,�itimi ve ulemaya gösterilen ilgi ile verilen önem Kanuni ' den sonra da iki yüzyıl daha sürdürü lebilse, XIX. yüz­ yılda Osmanlı İ mparatorluğu 'nun da Avrupa ü lkeleri düzeyinde olacağından hiçbir aydınımızın kuşkusu yoktur sanki. Oysa, gerçekten öyle midir acaba? Medrese/erin hu yozlaşmadan önce yetiştirdiifi ulemaya da, bugünkü anlamıyla bilim adamı diyebilmek ne denli olanak­ lıdır? Ne tür bir eğitim verilmektedir o medreslerde? Gerçekten, medrese nedir, ne tür bir eğitim kurumudur? Medrese Nedir?

Ku�kusuz, salt bize özgü, Osman lı ların oluşturduğu bir eğitim kurumu değildir medrese. 206


.lohs. ?edersen, İ slam Ansiklopedisi 'ne yazdığı "Mescid" maddesinde, "Miishiman tarihçiler medresenin tarihini yazmak­ ta giiçlük çekmektedirler. Medreseyi Nizam-iii Mii/k' ün kurdı(�U ileri siirü/mekte ise de . e/-Makri:::i ile e/-Suyuti, ondan önce de medrese/erin hu/ımdu,� unu sövlemektedirler. Görü/di(�ii gihi. medreseler yeni hir şey de,� i/dir. " demektedir. Ancak, "medrese, lrak'ta, Horasan ' da, Elce:::ire'de vh. Ni:am-ii/ Mii/k del'rinde ı·eya ondan pek a::: h ir :::aman sonra gelişmiş" tir. Anadolu' da da medreseler ilk ke::: Selçuklular döneminde kurulmuştur. Yani, Osmanlılar. medreseyi de Selçuklulardan devralmışlar, bir eğitim kurumu olarak Anadolu ' da hazır bulmuşlardır. Os­ m an l ı devletinin kurulduğu yı l l arda, X I I I . yy. sonlarında Anadolu ' da eğitim veren birçok medrese vardır. İ lk Osmanlı medresesini de, ikinci sultan Orhan Gazi XIV.yy. ikinci çey­ reğinde İ znik'te kurdurmuştur vakanüvislerin verdikleri bil­ gilere göre. Oradaki kiliselerden birini medrese haline dönüştür­ terek, gerekli vakıfları yapmış ve müderrisliğine, Mısır' da öğ­ renim görmüş Mevlana Davut Kayseri' yi getirmiştir. Bursa'nın fethinden sora Osmanlı beyliğinin yönetim merkezi İ znik ' ten Bursa' ya taşınınca da, gene Orhan Gazi, bu kez Bursa'da "Manastır Medresesi" diye ünlenen bir yeni medrese daha kur­ durmuştur. 1 363 'den itibaren de yeni başkent olan Edirne 'de yeni medreseler kurduru lmuştur sultanlarca. Bu nedenle bizce de hiç kuşku yok ki, medrese/e1; Osmanlı İ mparatorluğu ' nda da Müslüman uyruk için ta ilk günden beri halka açık tek ör gün eğitim kurumu olsa gerektir. Prof" Sadrettin C e/ii/ Am el de, "Tanzimat" adlı ortak kitaba y azdığı ''Tanzimat Maarifi" adlı incelemesinde, " Osmanlı dev­ letinin teessiisiinden (kuruluşımdan) Tanzimat' 111 ilamna kadar memleketin i1jan \'e adalet hayatına do,�rudan do,�ruya ı ·e mwı­ hasıran, idaresine kısmen hakim olan medrese/erin, sivil ı·e as­ keri hayatın istedi,�i idareci/eri, hi/kimleri, miitehassıs/an yetiş­ tirmek suretiyle, faydalı lıi:met/er görmiiş olduk/anna hiik­ medi/ehilir demektedir. Ord.Prof" M.Şeref"ettin Yairkara da, gene aynı kitaptaki " Tan�07


::::imattan Evvel l'e Sonra Medrese/er'' adlı incelemesinde " med­ rese/erin, Osmanlt/ardaki yegane ilim memhaı o/dı(� llllii " belirttikkten sonra, "Osmanlı hükümdarları ile ı·e:::: i rleri tarafidan hina olunan (İnşa ettirilen) camiierin yanlarında h irer medrese yapllrmak da istisnası olmayan hir şekil meselesi idi. diye yazmaktadır. Tarihçi Ord.Prof. M.C aı·it Baysun da, İ slam Ansik­ lopedisi 'nin "Mescid" maddesine yazdığı " Osmanlı devri med­ rese/eri" başlıklı bölümde, " Osmanlı devletinin kuruluşunu müteakip hükümdarlar ve devlet adamları, haşka İslam mem­ leket/erindeki örneklerine uygwı medreseler tesisine haşladı/m: İlk devre Osmanlı medrese/eri. daha evvel Amasya , Konya , Kay­ seri, Karaman ve Aksaray gihi A nadolu şehirlerinde haşladı,�ım gördi(�ümü:: tedris faaliyetinin devamı te/akki o/wıahilir. " demektedir. Görüldüğü gibi, medreselerin, Osmanılarda da daha ilk gün­ den itibaren Müslüman halk için ü lkedeki tek örgün eğitim kurum olduğu konusunda bilim adamlarımızın da kuşkusu yok­ tur kesinlikle. Ancak i lginçtir, gene de kesin bir dil kullanmayıp, "hükmedi/ehilir" "te/akki o/wıahilir" (öyle sayılabilir) gibisin­ den olasılıklı fiillerle konuşmayı yeğlemektedirler ne var ki .. Yani, medreselerin, Müslüman halk için ü l kedeki tek örgün eğ­ itim kurumu olduğu konusunda kuşkuları yoktur da, sanki bu medreseler in nasıl birer eğitim kurumu olduğu konusunda yeter­ li bilgiye sahip olmadıklarından, çaresiz böyle olasılıklı yorum­ larda bulunmaktadırlar galiba. Çünkü, hemen üzülerek belirteli m ki, Osmanl ıların ilk dönemlerindeki medreselerle ilgili, günümüze u laşabilmiş, yukarda özetlediklerimizden öte bir bilginin var olduğunu söy­ leyebilmck de sanırız gerçekten olanaks ızdır, gördüğümüz kadarıyla. Ola ki bu yüzden de, bütün tarihçilerimiz ve eğitim bilim­ ci lerimiz, medrese konusundaki incelemelerinde, ilginçitir, bu dönemi bir iki türnce ile geçişiirdikten sonra sözü hemen Fatih· in kurdurduğu medreselere getirmekteler ve Fatih ile ·

20X


Kanuni döneminde İ stanbu l ' da kurulmu� medreselere büyük övgüler dizerek, onlar hakkında uzun uzun ayrıntılı bilgiler ver­ mektedirler önceden söz birliği etmi�cesine. Ö rneğin, bu konudaki hala önemli kaynak kitaplardan biri olan beş ciltlik " Tiirk Maarıf Tarilı i" adlı yapıtında Osman Nuri Ergin de, "Ila/k Mektep/eri " başlığı altındaki bölümde önce "Sühyan Mektep/er i " hakkmda topu topu 14 sayfa tu tan genel bilgiler verdikten ve okula başlama törenleriyle ilgili anılarını anlattıktan sonra, "Eski Medrese/er " kısmında, daha ilk parag­ rafta, "Osmanlı İmparator/uifunda medrese açılması hükümetin kuruluşu ile haşlar; İ:nikte, Bursa ' da . Edinıe' de ve A nadolu ile Rumeli' nin haşka şehir re kasaha/amıda ilk :amanlarda açılan medreseler/e oralarda okutulan dersler hu eserin �·erçeresi dışmda ka/dıifından hurada Fatih ' in medresesinden haş­ /ayacaifım" diyerek konuya girmektedir. (Türkiye Maarif Tarihi, İ st. I 939, c-2. s . 82) Gördüğümüz kadarıyla bu konunun bizce tek uzmanı OrdProf İsmail Hakkı U:wıçarşılı da, değerli çalışması "Os­ manlı Devletinin ilmiye Teşkilat/ adl ı incelemesinde, ilk Os­ manlı medreseleri ' ne topu topu iki sayfa ayırmakta ve hemen Fatih' in Sahn-ı Sernan Medreseleri ' ni uzun uzun anlatarak bi lgi vermeye başlamaktadır Osmanlı medreseleri hakkında. Ord. Prof. M. Şerefettin Yairkaya "Tanzimat" adı ortak kitaptaki " Tan::.inıattan El'l'el re Sonra Medrese/er" başl ıklı yazısında konuya Fatih ' in medreselerini anlatarak girmektedir. Pmf Sadrettin C el/i/ Ant e/' in gene aynı ortak kitaptaki " Tan­ zimat Maar�fi" adlı uzunca incelemesinde ilk Osmanlı med­ reselerine ayrılan bölüm de, topu topu başlardaki bir iki küçük paragraftan ibarettir. Ord.Pr(}f M.Caı·it Bayswı da, İ slam Ans iklopedisi'rıe yaz­ dığı " Osmanlı Del 'ri Medrese/eri" başlıklı incelemesinde, ilk Osmanlı medreselerini ba�larda birkaç paragrafta özetledikten sonra hemen Fatih ' in medreselerine geçmektedir. B u konudaki diğer değerli çalı�malar. örneğin Calıit Bal­ tacı ' nı n / 5 - J (ı . ;\sm/u 0.1manlı Medrese/eri" Mu::.atf'er Giik2 ( )l)


men' in "F ali/ı Medrese/eri" ise, adlarından da anla�ılacağı gibi zaten Fatih-Kanuni dönemi medreselerini ele almaktadırlar özellikle. İ lginçtir, üniversitelerimiz de ta I 990 ' Iara dek medreseler konusunda herhangi bir bilimsel çalışma yapmamışlardır galiba. Gördüğümüz kadarıyla, Doç.Dr Hasan Akgiindii : ün ı 990 yı lında Diyarbakır ( Dicle) Ü niversitesi 'nde savunduğu " Teşkilat re idare Bakilllinda n Osmanlı Medrese Sistemi " başlıklı doktora tezi, üniversitelerimizde bu konuda yapılmış ilk çalışmadır sanırız. Ama ne var ki, bu doktora çalışmasında da, Osmanlı med­ reseleri bir bütün halinde değil, daha sonra yeniden gözden geçirilip genişletilerek yapılmış kitap halindeki baskısının "Giriş" yazısında belirtildiği gibi " Osmanlı medrese sistemi daha çok Fatih \ '(' Süleymaniye Külliyeleri ekseninde yo,� unlaş­ tırı larak çö:ümlenmeye çalışılmış" tır gene. ( Klasik Dönem Os­ manlı Medrese Sitem i, U lusal Yayınları, İ stanbu l ı 997 , s. 3 2 ) ı 997 yılında İ z Yay ınları arasında çıkan 2 ciltlik " Osmanlı Medreselerinde ilim " adl ı kitabın başında " Yayıncımn Sunuşu" başlıklı yazıdan öğrendiğimize göre, ı 990 ' l ı y ı llarda, medresler konusundaki bir başka doktora çalışmasına da, "islam K on­ feransı , islam Tarih ve KültürAraştırma Merke:i" nde Cevat i:­ gi başlamıştır. Gene ayın yazıdan öğrendiğınize göre, ı 983 yılında İ stanbul Ü niversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri bölümünü bitiren Cevat İ zgi, aynı yıl İ slam Konferans ı , İ slam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IR CI CA)' de çalışmaya başlamış , daha sonra da Mısır ' a ve Kuzey Kıbrı s 'a gönderilerek Ka11İ re Hidiv Kütüphanesi ile Lefkoşe II. Mahmud Kütüphanesi 'ndeki yazma eserleri incelemesi sağlanmıştır. Bu süre içinde IR­ CICA' de Prof. Ramazan Şe şen ' in yönetiminde başladığı med­ rese konusunraki doktora çalışmasını tamam lamış, ancak tezini savunacağı günlerde bir trafik kazası sonucu genç yaşta ölmüş­ tür. Ne var ki. yayıncı s ının, " Osmanlı medreselerinde kısmen de "

2 10


olsa matematik ı·e fen hi/im/eri denilen disiplinlerin de okutu/­ du,�ımu " kanıtlamak amacıyla yapıldığını söylediği Cevat İ z­ gi'nin, görünüş olarak hayağı oyulumlu, savunamadığı için akademikleşmed(�i öne sürülen bu doktora çalışması da, t ıpkı Doç.Dr. Hasan Akgündüz'ün çalışmasında olduğu gibi, ilk dönem Osmanlı medreselerini, "Osman!t B ey!(� i' nin kuruluşun­ dan yaklaşık 32 yıl sonra, ilk Osman!t medresesi, Orhan Ga:i tarafindan LU 1 ' de İ:nik'te yaptınldı . Zamanla medrese/erin sayısı artmca teşkilatianma ihtiyacı do,�du. Teşkilatianma yönünden Osmanlı medreselerini heş hö/iimde incelemek miim­ kiindiiı: " " Yetmiş yılı aşan il k deı ·irde, Osmanlı medreseleri kuruluş merha/e/erini tamamlamış ı·e Yıldınm Biiye:id deı Tinde ilk defa teşkilatlanmaya tahi tutulmuştur. " diyerek, Anadolu 'da Selçuklulardan kalma birçok medresenin bulunması gerektiğini de hesaba katmadan, birkaç satırla geçiştiriverdiklten sonra, gene birkaç satırla, " Yetmiş yıla yaklaşan ikinci deı ·irde de. Os­ man!t medreseleri S emiini ye' nin kuruluşuyla ikinci ı ·e ası 1 teşki­ /at/anmasım yapmıştır " deyip, hemen Fatih ' in kurdurduğu Sahn-1 Semaıı medreseleriyle ilgili, bütün araştırmalarda aynen yİnelenmiş bilgileri aktarmaya başlamaktadır. (Osmanlı Med­ reselerinde i lim, İ z Yayıncılık, İ stanbul I 997, c- 1 , s. 35-36) Os m anlı medrese) erindeki öğretim yöntemleri ( tedrisat usulü) ile öğretim izlencesi (müfredat programı ) de, " ilk defa Ali Kuşçu veya Ali Kuşçu ile Mahmud Paşa ı·eyahut ya/nı: Mahmud Paşa tarafmdan" yani Fatih döneminde düzenlenmiştir zaten. (s. 6 1 ) Soruna sadece dinsel açıdan yaklaşıp, Osmanlı uygarlığının da salt İ slam uygarlığının bir parçası olduğu görüşünü savunan ve medreseleri bu anlamda bir Şıfre Çö:ücü olarak gördüklerini açık açı k söyleyen köktendinci çevrelerin bu konuyla 1 990' 1ar­ da başlayan, güya akademik düzeydeki ilgisi, gördüğümüzü kadarıyla bu kadarla da kalmamıştır üsetelik. Ö rneğin, I 997 y ı lında Tlirk Tarih Kurumu yayın ları arasında çıkan aynı adlı kitabıııa yazdığı önsözden öğrendim ize göre, Ah­ met Gii/ adlı biri de, I 990 ' 1 ı yıllarda. medrese konusunda. "Os21 1


lllendi Medrese/crinde E,� iti111-Ö,�rctim re B unlar A ras111da fJ/im ' l- Hadisleri Yeri " ba�lıklı bir tez daha hazırlamı�ıtr.

Ancak, hemen � unu belirt elim ki, Ahmet G ül ' ün , gör­ düğümüz kadarıyla bu çalı �madaki asıl amacı, kitabın daha ilk satırlarından anla�ılacağı gibi. Osmanlı medreselerindeki eğitim ve öğret imi eği tbilimsel açıdan ele alıp irdelemek filan değil, tam kar�ıtı, önsözde de açık açık belirti ldiği �ekilde, zaten Sel­ çuklular döneminele Nizam ü ' l Mülk tarafından "Şi' llik propa­ gandasını kırarak Siinni inancı yaymak' için kurulnm� olan medreseler aracı lığıyla Sünniliğin propagandasını yapmaktır kesinli kle. Nitekim, kendisinin de, hangi akademik kurumda verildiği konusunda bir açıklamada bulunmadan, Yrd. Doç.Dr. Vehbi Ece r ' in danı �manl ığında, Prof. Dr. Amet Uğur ' u n yardımlarıyla hazırladığını söylediği bu çalı� mada da, tıpkı ötekiler gibi, ilk Osmanlı medreseleri ile Fati h ' in kurdurduğu medreselerdeki eğitim ve öğretimle i lg i l i bil inen bilgi ler topu topu iki s ayfada özetieniverdikten sonra, Selçuklular ve B ey likler döneminde Anadolu ' d a kur u l m u � medre seleri e, Osmanlı İ mparator­ luğu ' nda Belgrad 'dan Mekke 'ye dek çe�itli yerlerde kurulnm� medresderin dökümüne geçilmi� ve bu medre s e lerden bazılarında ders vermiş müderrislere uzun uzun övgüler dizil­ mi�tir. İlginçtir, kitapda, tez olduğu savlanan bu çalı�manın yapıl­ dığı bil imsel kurumun adından hiç söz edilmediği gibi, hazır­ layıcısı Ahmet Gül ' ün bilimsel kimliği hakkında da herhangi bir bilgi verilmemi�t ir, artık her ne hikmetle ise . . . Görüldüğü gibi, laik veya köktendici, bütün tarihçi v e ara�­ tırmacı larımız, Osmanlı medreselerindeki eğitimin niteliği ve öğretim örgütlenmesi söz konusu olunca, hemen Fatih-Kanuni dönemini ele almaktadırlar. Fatih önce si, "Osmanlı m ed­ resc/crinin de kuruluş aşamasını tanıanı/adı,� ı " dönemdir. Kanuni ' den sonra ise, gene bütün tarihçi ve ara�tırınacı larımıza göre. medreselerimiz hızla yozla�mı�lar ve birer eğitim kurumu olma niteliklerini yitirn1i�lerdir. Örııcğin. Prof. Sadrettin CeiJI 212


Antel 'e göre, "her tiirlii terakk/ye engel olan cehalet. taassup re fesat ocaklan haline" gelmi�lerdir. Ord.Prof. Şerefettin Yalı­ kaya'ya göre, artık "miiderrisler arasmda hile iki satır ra:::ı yı do,� m ya:::amayan re do,�ru okuyamayan/ar nadir de,�/!dir Ah­ met Refik' e göre, "ilmiye riithesi artık � ·ocuk/ara hile ı -eri/ir ol­ muştur. Bu yü::: den okuma ya:::maya da ihtiyaç duyu/nıamaktadır B ilime ra,�het olmadı,�ı için miiderrislerin ı ·e nwidlerin (yardım ­ cılannın, asistanlannın) ço,�u cahil kimselerdir .'' (Age, s. 1 40) Prof. B ayram Kodaman 'a göre, "medreseler zamanla heşik ule­ masının eline diişmiiş re her tiirlü yeni ve müshet diişiinceye kapısını kapatm ış"' tır. (Age,s.X) Doç. Dr. Hasan Akgündüz de, "insan aklının iiretti,�i de,� er­ ler yerine valıyin rehherli,�ni temel almış islami eliişiince sis­ temiyle" kurulu� ve yükselme çağındaki Osmanlı başarısının "şıji"e çö:üciisii '' saydığı medreselerin, XVI.yüzyıl ortalarından itibaren "sa�ı rlaşma re riitinleşme siirecı n e girdi,�/" görüşündedir. Ancak, Doç. Akgündüz'e göre, bu olu�umun nedeni medrese-endemn çelişkisinden kaynaklanmaktadır. " Os­ malı medeniyetinin yiikselme ça,� ındaki iç re dış çevre de,�işim­ leri farklılaşırken . sistemi yeniden firetmek durumunda olan medrese. hiçimsel gelişmişli,� ine karşın, içsel hir yrdaşma siirecine girmiş re hiitiincül nitelikli sosyo-kiiltiirel de,�işnıenin gerisinde kalmıştır " Çünkü, "geleneksel otorite ilişki dii::: e nine hy-pass uygulanmış re endenm sisteminin yetiştirdi,�/ kul hiirok­ rasisi öne çıkarı larak, medrese kaynaklı ulemawt kamu kesimin­ de helir/i tahdirler getirilmiştir. · · XVIII yüzyılda ba�layan "hatılılaşma karmaşasi içinde de " hızla yozla�mış ve "klasik Osmanlı asırlanndaki olumlu re stratejik katkıda /)/{lunnw " i�­ lcvini giderek bütünüy le yi ıirmi�ı ir. Bu olumsuz geli�mc de. Os­ manlı İm parator l uğu 'nu kaçınılmaz bir biçimde sona sürük­ lemi�ıir. Doğrusu. Doç. Dr. Akgiindü z 'ü n i�arct ettiği ml'!lu·s('-l'/1demn �·elişkisi bizce de. Osmanlı t arihi a�· ı s ından üzerinde önemle d urulması gereken noktalardan biri olsa gerek t i r N e var t.. i. medreselerin X V I . y� . ortaları ndan it ibaren � o; la � m�ıya b�ı� -


lamasının nedenini bu çelişkiye bağlamak da gerçekçi bir yak­ laşım deği ldir kesinlikle. Çünkü, I l . Murad 'dan itibaren en­ derundan yetişenler saray içi yönetsel görev dağı lım ında gerçek­ ten de her geçen gün biraz daha ağırlık kazanmı� olsalar bile, unutulmamalıdı r ki, bu dönemde de neredeyse bütün yargı ör­ gütü gene medreseiiierin kontrolünde kalmıştır ve I I I . Murad' dan itibaren ulemanın saray i ç i iktidarı ele geçirmesiyle de, önce yeniçeri ocağına Müslüman çocuklarının da alınması sağlanıp, XVII.yy. da devşirme usu lüne bütünüyle son ver­ dirilerek enderun okullarının işlevi kendiliğinden bitirilmiştir, bilindiği gibi. Dolayısıyla, medreselerdeki bu olumsuz gelişmelerin neden­ leri de, kesinlikle kendisinde, eğitim ve öğretim sisteminde, ver­ diği eğitimin niteliğinde aranmalıdır bizce. Ama, Osmanlı İmparatorluğu ' ndaki ana temel eğitim kuru­ mu olduğu konusunda hiç kuşkusu bulunmayan aydınlarımızın medreseyi yeterince bildiğini söyeleyebilmek de, görüldüğü gibi kesinlikle olanaksızdır. Gerçekten, medreseler nasıl bir eğitim kurmudur acaba? Ü lkenin dört bir yanındaki yüzlerce cam i av­ lu sunda açılmış bu medreselerde nasıl bir eğitim verilmektedir? Bu eğitim kuruınianya devletin il işkisi nedir? Bu okullardaki eğitim izlencelerini belirli bir eşgüdüm içinde düzenleyen bir otoritenin varlığından söz edebilmek olanaklı m ıdır? Medreseler arasında, önceden belirlenmiş ölçütlerle saptanan, eğitimin niteliğiyle il gili bir aşama sıralaması var m ıdır gerçekten? Şayet varsa, ülkenin dört bir yanına dağılmış bu medreselerden han­ gisinin hangisinden daha üstün olduğunu kim saptaınaktadır? Gördüğümüz kadarıyla, Osmanlı İ mparatorluğu 'ndaki med­ reselerin say ısıyla ilgili kesin bir rakam bulabilmek de olanak­ s ızdır çünkü . Ö yle ki, başkentteki ( İ stanbul ' daki) medresderin sayısı konusunda bile ril'([yet muhtelijt.ir. Ö rneğin, Osman Nuri Er­ gin ' in Türk Maarif Tarihi'nde verdiği bilgiye göre, "El "!iya Çelehi, / 630" da İstanhu/ ' da 1 2 99 Siihyan nıektehinin (il­ koku/wı) hu/udı(�lllllt yazmaktadır. Ancak, " Çelehi" nin haher ..

214


rerd(�i rakamiann bazan sa.�dan bazan soldan birer hanesi daima fazladır" çünkü " Tanzimat ' tan sonra bu nıektep/erin ıs­ /ahma teşebbüs edi/d(�i sırada sayılannın 360 dolayında o/­ du,�u görü/müş" tür. Ord. Prof. Uzunçarşı lı 'nın belirlemelerine göre de, gene "E ı ­ liya Çelebi, XVII. asır ortalanna do,�ru Eyüp, Galata ı ·e Üs­ küdar ' da 135 dar ii' /-hadis /m/undu,� 111111 yazmaktadır. Bwı/amı arasında medrese/erin de /mlıuıdı(�lllıa şüphe yoktur. " "Şeyhülis/am Zekeriya Efendi ' nin İstan/ml kadısı bu/wıdı(�ll sırada yaptırdı,�ı bir defter yazımına göre de, XVII. yüyı /ın or­ talarında İstaniJU/' da 1 656 muaf/imhane mrdır, bunların bir hay/isi medrese olsa gerektir. " Gene Prof. Uzunçarşıl ı , " Vakanül ' is Esat Efendi' nin kütiip­ lıanesindenki bir kitapta da , İstanbul ' da , sur içinde R8 aşa,�ı medrese, 28 padişah re hanedan medresesi , Eyüp 'te de 7 med­ rese o/dı(�llllllll " belirtildiğini yazmaktadır (Age, s. 1 7 ) Prof. Ö mer Lütfi B arkan 'ın belirlemelerine göre d e , " 1 55060 arasında, Anadolu eva/etindeki medrese sayısı 1 1 0 , müderris SaSIYISI da 1 2 J ' dir" Oysa, gene Prof. Uzunçarşı lı 'nın verdiği bilgiye göre, XV 1. yüzyıl sonlarında, lll. Murad döneminde İstanbul' a gelen Fran­ sız Michel Bondier ise , aym tarihlerde bütün Osmanlı ülkesinde 1 2 0 medrese ve 9 bin ii,�renci bu/undu,�unu yazmıştır. Ancak, yukarda sözünü ettiğimiz ··osmanlı Medreselerinde Eğitim Ö ğretim ve Bunlar Arasında Darü ' I-Hadislerin Yeri" ad­ lı kitabında Ahmet Gül de, Anadolu 'da Selçuklular ve Beyler döneminde kurulmuş 1 2 1 adet, Osmanlılar döneminde de S af­ ya'dan Ş am ' a, Mekke ' den Belgrad ' a kadar i mparatorluk s ın ır­ ları içinde kurulmuş 236 adet olmak üzere tam 327 medrese ve 30 darü ' I-hadis saptadığını, kimi leri hakkında da uzun uzun bil­ giler verip, adlarını sayarak öne sürmektedir. Görüldüğü gibi, Osman l ı ü lkesindeki medreselerle ilgili merkezde tutulmuş herhangi bir kayıt yoktur. Bu konudaki bil­ giler de, günümüze u l aşabilmiş, şer ' i kayıtlardan, vakıf senetle­ rinden, bazı vakanüvislerin notlarından, anılardan dcrlenebi l·


mektcd i r ancak. B u nedenle de. medreseler arasında bugünkü anlamda bir yönetsel ve eğitsel eşgüdümün ve bir otoritenin var­ lığından sözedebilmek galiba kesinlikle olanaksızdır gerçekten de. Günümüze ulaşabilıniş ep sağlıklı bilgiler de , kuşkusuz, Fa­ tih ve K anuni döneminde İstanbu l ' da kurulmuş medreselerle il­ gili fernıanlar, vakıf senetleri, yasalar, şeyhülislam fetvaları, ka­ zasker kararları ve benzeri gibi merkez kayıtlandır. Taşradaki medreseler de zaten, kadılar aracılığıyla öğrendikleri bu ferınan­ lara, y asalara, şeyhülislam kararlarına vb. bakarak kendilerine yine kendileri bir yön çizerek konumlarını belirlemektedirler ola ki. Fak ak, günümüze ul aşabilnı i� bu belgelerden örgütsel yapı­ larını. yönetim biçimlerini, eğitsel niteliklerini biraz ayrıntılı bi­ çimde öğrenebildiğiıniz, Fatih ve Kanuni ile yakınlarının İ stan­ bu l ' da kurdurmuş olduklan bu medreseler, gerçekten taşradaki medreselere ne denli örnek olabilirler acaba? Ö rneğin. il/um 7d:eli ile Selim ilkin ' in birlikte hazırladıkla­ rı, I 993 y ılında Türk Tarih Kurumu Yayın ları arasında çıkmış "Osmanlt imapomtorlu,� u ' nda !:,�itim ı·e Bilgi Üretim Sistemi­ n in Oluşumu

\'('

Diinlişli n 1 1 i "

adlı ortak kitapta,

m edrese/n,

"16.

rii:::y ıl Osmanlt toplr111111111111 din ı·e hukuk alanındaki e n rargrn

olarak nitelenınektedir. (s. l I ) Gerçek­ ten, X V I . yüzyı ldaki bütün medreseler Osmanlı ülkesindeki yü ksek öğretim kurumları mıdır? Medreseler. din alanındaki yüksek öğretim kurumları ise, örııe�in Kanuni döneminde, yu­ karda andığımız çalışmasında Ahmet Gül'ün verdiği bilgi lere göre hem kendisi, hem de sadrazanıı Sofu Mehmed Paşa, yeni vakıflar kurarak ayrı ayrı birer tane de Dôn'i ' 1-l/wlis yaptı rma gereksinimini niçin duymuşlardır öyleyse? Ay rıca. gene aynı çal ı şmanın 27 sayfasında medresefa için " orra r\�rclim kun//JI/1 da denilmektedir. J1l'Jımct Zeki Pakalnı da. ''Osmanlı Tarih Deyimler ve Terinı­ riiksd ii,� reTim kım m ı u "

..

leri Siitlli�ü''ndc.

mcdrese ' n i n "dar-/il jiinun . rani lin n ·crsite

rninc kul/ant/tr hir tahir

..

nldu�unu y :ı zmakıad ı r.

O� '"· [)"(.· f)r O/ka � H kutu r · ııı � ı (ı

Fnılcmn Mekteh i " adlı


doktora tezinde verdiği bilgiye göre, Arapça "ders" sözcüğün­ den türetilmi� " medrese rcrimi 'ders okunan ( ı ·eya o k u r u /an) \'er ' anlam111a gelmektedir" ve ' 'kendi içinde ilk, orta ı·e riiksd kadenılere ayni nu ş {Ir. " Prof. Mustafa Akdağ da, 'Türk Halkının Dirlik v e Düzenlik K avgası" adlı incelemesinde, XVI .yy. ikinci yarısında başlayan Osmanlı İ mparatorluğu 'ndaki toplumsal çalkalanmanın neden­ leri arasında "suhte ayaklanma/amu " sayarken, medreseleri de "orta ı ·e yüksek ' ' olarak iki gruba ayırmaktadı r. Hatta Sayın Pro­ fesör, sanki biraz da Türkiye'nin bugünkü durumundan esinle­ nerek, "imJ WUi forl u,� u n sö:ünii etti,�inıi:z. dönemde, öğretimle­ rini haşan ile hitirip ' m:ife' için del ' ler kapiSinda s1raya giren­ lere ı ·erilehilecd elıl-i şer ' lik ( kadiiik ı · e hen:eri gihi) görel'ler­ le ilgili kadrolanilin .wy1s1 hakk1nda hir hilgi�ni: _yoksa da, ralı­ silini hitirenlerin .wy1smm derietin ihtiyaç/amu hayli aşm1ş ola­ U(�/ lll .1·wuyoru:'' diyerek, olsa olsa yöntemiyle, suhte ayaklan­ malarının da, Anadolu ve Rumeli'deki orta medreseleri bitiren­ lerin , yüksek medreselerde yer bulamayıp önlerine yığı lmaların­ dan kaynaklandığını öne sürmekt�dir. Görüldügü gibi. bütün ara�tırmacı ve tarihçilerimiz, söz bir­ liği etmi�cesine medreselcrin orta ve yüksek olmak üzeri iki ay­ rı grupla ele alınarak değerlendirilmesi gerektiği konusunda fi­ kir birliği içindedirler. Ancak, bu medreselerin hangi ölçütlerle grup landırıldığı, orta medreselerdeki eğitimin niteliği, süresi, kendi içinde de bir derecelendirmenin bulunup bulunmadığı, ta�radaki ba�ka hangi medreselerin yüksek ol duğu vb. gibi ko­ ııularda herhangi bir bilgi vermemektedirler. Doç. Dr. Ü lker Akkutay da, yukarda adını andığımız doktora çal ı �masın da. bu ona medres d erl c ilgili olarak, " Genel MN/re­ se/er '' diye ba�lı klanclırdığı bölümde. Bu nlar daha çok ilk ı·e orta kedemeyi teşkil eden medreselerdir. Bu medrese/erde , hi/im dallan/lu grire hir ihl i.w.1laşma sö: k o n u s u olmayljJ, isic/mi hi­ limla ile d(�cr hi/un/er hirlikrc o k u t u l u w rdu. diyerek. gene Iıiç ku�ku ) ok k i . olsa olsa \'iintemir/e k onuyu gcçhıir i\'ermek­ tcdir. .

"

�17


Günümüze u laşmış belgelere göre de, Fatih ' in kurdurduğu Sahn-ı Sernan medreseleri külliyesi içindeki bu orta medresele­ re " Tetimnıe Medrese/eri" denilmektedir. Nitekim, Prof. Uzun­ çarşılı da, ' ' Salın medreselerinin arka taraflamıda viiksek tahsi­ le yani Salın-ı Senımı medreselerine danişmend (ö,�renci) yetiş­ tirmek üzere (hir şeyin tamamlanması için i!al'e olunan şey an­ /anıına)Tetimme ı ·eya (Salı n' a ulaştıran ya da Salın için yetişti­ ren an/amma) Mılsıla-i Salın ismiyle salın medreselerinden kü­ çük olarak sekiz medrese inşa edilmişti. Bu. Tetimme ı·eya Mu­ sı/a-i Salın medreseleri derece itibariyle orta tahsil medreseleri demekti. " diye yazmaktadır. Ne var ki , bu Tetimme medresesi öğrencilerine "sofra " denildiğini, bu öğrencilere her ay mum parası ve öteki giderleri için heşer akçe verildiğini ve öğrenci­ lerin ögretmenliğini de Salın ö,� rencisi danişmend/erin y aptığını belirtmekten öte, bu medreseleri e ilgili başka hiçbir bilgi vermemektedir. İ lginçtir, gene bütün arşatırmacı ve tarihiçilerimizin söz bir­ liği etmişcesine, Fatih Kanunnamesi 'nden aktararak belirttikleri gibi, medreselerdeki iç derecelendirmelerde geçerli olan tek öl­ çüt de, sanılacağı gibi okutulan derslerin niteliğiyle ilgili değil , müdenisine (öğretim üyesine) ödenen ücretlerdir. Yani, en çok ücret alan müdenisin ders verdiği medrese de, en yüksek med­ resedir. Ö rneğin, bu Kanunnameye göre, Semaniye medreselerinin "Haşiye-i tecrid" denilen ilk sınıfının müdenisinin yevmiyesi 20 veya 25 akçedir. "Miftalı " denilen ikinci sınıfın müdenisine günde 30 akçe verilmektedir. Müdenisine günde 40 akçe verilen üçüncü sınıfa zaten "Kırk/ı " denilmektedir. "Hariç" denilen dördüncü sınıfın müdenisine 50 akçe yevmiye verildiği için, ki­ m i kaynaklarda adı "E/Iili" olarak da geçmektedir. Padişahl arın, sultanların, şehzadelerin ve padişah kızlarının yaptırdıkları med­ reselere de "Dahil" denilmektedir ve müdenislerinin yevmiye­ si 50 akçedir. Fatih'in kurdurduğu Sahn-ı Sernan medreselerinin müdenis­ lerine de genellikle 50 akçe yevmiye verilmektedir. Ancak, kül·

21R


liye kayıtlarında belirtildiğine göre, bazı müderrislere 60 akçe yevmiye verilmiştir. Nitekim , gene bu kayıtlara göre; ''Ayasofya kilisesinin yamnda inşa o/ıman medrese de Sahn-1 Semwı dere­ cesinde sayılmış ve miiderrisine 60 akçe yeı•miye verilmiştir" Ne ki, 1 550' lerde Kanuni, Süleymaniye Camii külliyes in-de biri Daru ' I-hadis, 6 medrese yaptırıp, müderrislere 60 akçe, Da­ rü ' 1- hadis müdenisine de yüz akçe yevmiye verince, Osmanlı ülkesindeki en yüksek medrese Süleymaniye medreseleri ol­ muştur hemen, tarihçilerin yazdıklarına göre. Gerçekten, İ stanbul ' daki bu uygulamalar, Fatih' in Ali Kuşçu ve Molla Hüsrev 'c hazırlattığı, medreselerdeki derecelendirme­ ler ve müderrislerin yevmiyeleri ile ilgili bu yasa hükümleri, Kanuni dönemindeki değişiklikler, kısa sürede taşradaki medre­ selere de yansıınış ve hemen uygulanınaya başlanılmış mıdır acaba? Her ne kadar Prof. Uzunçarşılı da bu görüşü savunuyor olsa bile, doğrusu, bu uygulamaların, örneğin Anadolu'ya da hemen yansıdığını düşünmek pek de gerçekçi bir yaklaşım sayılınasa gerektir galiba. Çünkü, ıarihçilerin belirlemelerine göre, bu ya­ sa ve uygulaınalarda medrese hocaları için ısrarla yindenmiş ol­ masına karşın, "müderris " sözcüğü bile, uzun yıllar sadece İ s­ tanbul ' daki medreseler in hocaları için kullanılmıştır ancak. ' ı aş­ radaki medresderin hocalarına, ta XVI.yy. sonlarına dek gene "molla " denilmeğe devam edilmiştir. ( İ . Tekeli- S. İ lkin, age, s. 17) Ayrıca, unutmayalım ki padişah vakıflarınca İ stanbul ' d a mü­ derrislere ödenen, örneğin medresenin ilk sınıfı olan "Hôşiye-i tecrid" müderrisine verilen günlük 25 akçeden 750 akçe aylık ücretli bile, yeniçeri ulufesinin 5-6 akçe olduğu, bir koyunun 2530 akçeye alınıp satıldığı o günlerde düzenli verebilecek taşrada kurulmuş zaten kaç vakıf vardır acaba? Kısacası, Sahn-ı Sernan ve Süleymaniye medreseleri ile taş­ radaki medreseler arasında bir eşgüdümün, bir yönetsel ve eğit­ sel birliğin varlığından söz edebilmek şöyle dursun, gördüğü­ müz kadarıyla, diyelim Fatih döneminde, Mahmud Paşa, Davud 219


Pa�a. Çardanlızade İ brahim Paşa. Hadım Ali Paşa gibi sadra­ zamların kurdurdukları İ stanbul'daki medreselerle bile araların­ da. padişah medreselerinin onlardan beğendikleri müderris leri transfer etmelerinin dışında bir bilgi alış verişinin, bir ilişkinin bulunduğunu söyleyebilmek zordur doğrus u. Görüldüğü gibi, medrese/er. kesinlikle bugünkü anlamda Os­ manlı İ mparatorluğu 'nun uyruğunun eğitimi ve öğretimi ile ilgi­ li bir resmi eğtim kurumu değildir. Doç. Dr. Ü lker Akkutay ' ın da, yu karda sözünü ettiğimiz dok­ tora çalışmasında belirttiği gibi, "Selçuklu imparatorluğu' nda oldı(�ll gihi, Osmanlı inıparatorlu,� u· nda da, 1 9 . yü:yılın orta­ lanna gelinceye kadar, halkın e,�itimi re ö,�retimi faaliyeti der­ Ietin görer alam dışında hırakılmıştır. E,�itinı ı ·e ö,�retim , sade­ ce hir hayır işi, hir dini gi)rer olarak kahul edilmiştir. Bu neden­ le de . sadece hayırsever kişilerin kurduk/an ' mkıflar' aracılı­ .�ıyla yürütı'i lmüştür. ·· Dolayısıyla, Osmanlı ülkesinde devlet bütçesinden inşa etti­ riimiş bir cami bulunmadığı gibi , ta kuruluştan 1 9 1 3 ' lere kadar devletçe yaptırılmış tek bir medrese de yoktur. Devlet bütün ta­ rihi boyunca hiçbir müderrisin ücretini ödememiştir. Hiçbir medresenin işletme giderlerini bütçesinden karşılamamıştır. Bu yüzden, Osmanlı İ mparatorluğu 'nun, ta kuruluştan 1 857 yılına kadar, tam beşbuçuk yüzyıl boyunca, diranda ( bakanlar kurulunda) halkın eğitimiyle ilgili işlerden sorumlu bir veziri de olmamıştır. Yani, XIX. yy. ortalarına kadar, Osmanlıların bugün­ kü anlamda bir eğitim bakanı da yoktur. 1 838'de, II . Mahmud döneminde açılan, hem medrese dışın­ da ve matematik, fizik gibi din dışı derslerin de okutulduğu, hem de devlete bağ lı, giderleri devlet bütçesinden karşılanan, devlet­ çe inşa edilmiş Osmanlı ülkesindeki ilk temel eğitim kurumu Riiştiye ' ıı iıı yönetimi için, aynı yıl bir de "Mekatih-i Riiştiye Ne­ :aı·eti" adıyla yeni bir daire oluşturulmuştur ilk kez. R üştiye sa­ yısı ç·oğalınca da. artık her okulun başına ayrı bir müdür atana­ rak. bu daire de 1 � .'i 7 y ı l ında "Maari(i Unuımiye Ne:areti" a dı ­ y la bir bakanlık haline dönü�türülmü� \ C A hdurmlmwn Sami


Paşa ilk Osmanlı Maanf Na::ın olarak başına getirilmiştir. Bu okulların sayılarını hızla çağaltmak için, eğitim ve öğre­ timin Osmanlı tarihinde ilk kez Meclis-i Viikelô da ( B akanlar Kurulu 'nda) temsil edilen ayrı bir bakanlık şeklinde örgütlen­ ınesi girişi mleri sürdürülürken de, daha 1 85 1 yılında, Padişah buyruğu ile, "hu okullarda uygulanacak e,�itim programiamu saptamak. okutıt!acak ders kitapamu hazı rlatmak \ ' eya çeı·irt­ mek" vb. gibi işler için de ' 'Enciimen-i Daniş" adında yeni bir kurul oluşturmuşlardır. Görüldüğü gibi, bu tarihe kadar Osmanlı devletinin, ülkesin­ deki eğitim kurumlarının uyguladıkları öğretim izlencelerini dü­ zenleyecek, akutulacak dersleri saptayıp. kitaplarını hazırlaya­ cak, yapılan eğitimin niteliğini denetleyecek herhangi bir örgü­ tü yoktur. Bu nedenle, Sultanların, şehzadelerin, paşaların özel gelirlerinden ayırıp kurdukları vakıflarca yaptırılmış medrese­ lerdeki eğitimin niteliğini de, orada ders veren müderrisler, bağ­ lı oldukları camiierin imaınları, hocaları, hacıları, ola ki vakıf yöneticileriyle birlikte belirlemektedirler. Bu medreselerdeki eğitimin doğrultusunu saptayan ve aralarında bir eşgüdüm sağ­ layan tek otorite İ slam dini dir. Kuran ' dır, Hadislerdir, Sünni İ s­ lam inancıdır. Yani, her medresenin ayrı bir eğitim-öğretim ku­ rulu (talİm-terbiye kuru lu) olduğunu, dolayısıyla da her medre­ senin kendine özgü ayrı bir öğretim izlencesi (ınüfredat progra­ mı) uygulandığını söylemek, gerçeğe hiç de aykırı düşmese ge­ rektir. Bi lindiği gibi, medreselerdeki eğitimin nitel iğiyle ilgili yeni bir eğitim programı hazırlatan ilk kişi Fatih olmuştur. Hiç kuşku yok ki Bizans İ mparatorluğu 'na son vermiş kişi olmanın benzersiz özgüveniyle ve ola ki, medrese eğitiminin ar­ tık bir imparatorluk haline gelen devletin gereksinimlerine yanıt vermeyeceğini bildiği için, fetheder etmez İ stanbul 'da bir eğitim seferberliği başlatıp, 8 kiliseyi birden medrese haline getirterek, Fatih'teki S ahn-ı Sernan medreselerinin temelini atarken. Sad­ razam Mahmud Pa�a 'y a medreselerdeki eğitimin niteliğiyle il­ gili yeni bir program hazırlatması buyruğunu da verııı i�tir. '

22 1


Fatih 'in bir amacı da. fethedip Osmanlılara yeni başkent yap­ tığı İ stanbul ' u , kurduğu imparatorluğa yakışır bir bilim ve kül­ tür merkezi haline getirmektir. Bir yandan vezirlerine de yeni okullar açtırırken, öte yandan, örneğin İ talya' dan ünlü ressamlar Verona ' lı Ma/{('o Pasti, Ferrara · lı K onstaniço ve Venedikli Gemi le Bel/ini' yi İ stanbul ' a getirtın i ş , Beliini 'ye portresini yap­ tırmıştır. Sarayda bir nakkaşhane ( minyatür atölyesi) kurdur­ muş, bilgi ve görgüsünü artırması için Nakkaşhaşı Sinan Bey ' i İ talya' ya göndermiştir. Leonarda d a Vinci ile mektuplaşmakta­ dır. B üyük olas ı l ıkla 147 1 ' de, Akkoyun/u Uzun Hasan ' ın barış elçileri olarak gönderdiği A li Kuşçu, İdris- i B it/isi gibi bilim adamı ve tarihçilerio İ stanbul ' a yerleşmelerini sağlamıştır. Ali Kuşçu , 1 400 ' lü yılların başlarında Timu r ' un torunu Uluğ Bey döneminde Orta Asya'da, Mavera-ün nehr ' de doğmuş, ilk öğrenimini Semerkand'da tamamladıktan sonra, bir süre Bursa­ lı Kadızade-i Rumi'den ders almıştır. Daha sonra da, aynı za­ manda çağının ünlü bir bilim adamı olan Sultan U luğ Bey ' in öğ­ rencileri arasına kat ılmayı başarmıştır. Ünlü bir matematikçi ve astronomdur. 1 449 yı lında Uluğ B ey 'in öldürülmesi üzerine, Rasathane müdürüyken, "Hac' a gidiyorum" diyerek Semer­ kand'dan ayrılmış ve kendisini davet eden Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan ' ın yanına gitmi ştir. 1 470 ' lerde de Fatih 'in çağrısı­ nı kabul ederek İ stanbul ' a yerleşmiş ve özellikle matematikle gökbilim dalında dersler vererek birçok öğrenci yetiştirmiştir. Sadrazam Mahmud Paşa da aslında Türk değildir. Küçük yaşta tutsak alınmış, babası Rum annesi Sırp bir H ıristiyan ço­ cuğudur. Mehmed Ağa adında biri tarafından "Esir Pazarı " nda satın alınmış, Müslümanlaştırılarak Türkçe öğretildİkten sonra, Saray ' da Enderun Mektebi' nde yetiştirilmiştir. Adni mahlasıyla şiirler de yazan, gerçekten iyi eğitim almış külrtürlü biridir. Su ltan, kendisinden medrese eğitiminin niteliği konusunda da bir çalışma yapmasını isteyince, hemen Ali Kuşçu ile döne­ min bir diğer ünlü müderrisi Molla Hüsrev ' i görevlendirmiş ve Fatih' in özel bir vakıf kurarak yaptırdığı Sahn-ı Sernan medre­ seleri için, eğitime yeni bir anlayı�la yeni bir model getiren ün-


lü raporu hazırlatmı�tır. Tarihçilerimizin, daha sonra bütün Os­ manlı medreseleri için geçerli olduğunu savundukları bu yeni anlayışa göre ele, medreselerde artık aritmetik, geometri, astro­ nomi, kozoıografya, felsefe, edebiyat gibi dersler de okutulmak­ tadır. Prof. Uzunçarşılı 'nın anlatımıyla, medreselerdeki bağnaz­ lı ğı kırabilmek için, "medrese sinin programına fikir münakaşa­ sı yapan keliinı ilmini koydımmuş ve alimiere hu konuda şerhler (hir kitap üzerine yazılmış açıklamalar) ve hoşiyeler (a�· ıklama­ lar iizerine yazılmış aç. klamalar) yazdırmış" tır. Çünkü, "İ/m-i keliinı nıuhakeme ve ak/i deliliere dayandığından, dar görüşiii mezhepler ]Jll i/me karşı mücadele etmektedir" ler. Ö rneğin, "Kuzey Afrika ' daki Murahitin hükümdar/an, İmam-ı Ga::ali' nin eserini yaktırmışlar" dır. "Hatta, Maliki mezhebine mensup alimler kelanı ile iştigalin kü.fr olduğunu hile " söylemişlerdir. Fatih de bu nedenle, yalnız medrese programına "keliim " dersi­ ni koydurtmakla da kalmamış, ünlü ulemadan A li Tusf ile Hocazade Bursa/ı Muslihuddin Mustafa Efendi 'ye "Kelamn İmanı- ı Gazali ile ilm-i ilahici ve şiddetli keliim diişmam İhn Rüşd arasındaki iinhi tartışma üzerine, Gazali' nin haklı olduğu­ nu savunan risaleler de yazdırtmış" tır. Ancak ne acıdır ki, Fatih-Kanuni dönemindeki sultanların gücü karşısında sinip boyun kıran ulema takımı, XVI.yy. ikinci yarısında sarayda yeniden şöyle biraz söz sahibi olmaya başla­ y ınca, güya çok saygı duydukları, İ stanbul 'u fethettiği için kutsadıkları Fatih' in bu girişimlerini de ilk fırsatta sona erdir­ mişlerdir. Örneğin, XVI I.yy. da yaşamış Kiltip Çelebi nin yazdığına göre, XVI. yy. sonlarına doğru, "hazı şeyhülislamiann dini inanç/anna aykın oldu,�u gerekçesiyle Fatih döneminde meclre­ se programına alınmış ilm-i hikmet (felsefe) dersleri yasaklan­ mış" tır. İ/m-i keliim derslerinde de, artık sadece "İlhan/ı/ar dö­ neminde yaşam ış Kadı Adudüddin-i İyci' nin 1 350' lerde yazdığı 'Meı·iikıf' ad lı kitabına Şeri-i Cı'ircani' nin yazdığı şerh " okutu­ lur olmuştur. Nitekim İlhan Tekeli ile Selim İ/kin de, yukarda andığıınız or'


tak <;alışmalarında, "Fatih . medrese/ain e,� itinı progranılanlll da reniden dii::.en/etnıiştir. Arinıetik, hendese (geometri), heyet (astrononıi) gibi ak/i hi/im/ere daha ç·ok ya ı ·erilnıiştir. Ama te­ melde akıl ile şeriatın ıdaştm/masında yeni bir fornıii/asymıa gidi/emenıiştir Ri salefa ra::.dırrp, tartışmalar yaptırması na kar­ şın. (Fatih de) /m konuda köktenci bir adını atanıanııştır. Bu kök­ tenci adım att!nıayınca, ya da att!anıaymca ak/i bilimlerin ilai­ deki yıllarda daha da ihmal edilmesi kolay olmuştur. " diye yaz­ maktadırlar. Görüldüğü gibi, temel görevi Anadolu'ya yeni gelmiş ve bü­ yük çoğunluğu hala Şaman, ya da Şii, Orta Asyalı bu göçebele­ re Hanefi mezhebinin Müslümanlık anlayışını öğretmek olan bu medreselerde din dışı derslerin de okutulması konusunda, Fatih, Kanuni gibi sultanların bile güçleri, iktidarları süresince geçerli olabilmiştir ancak. Burada bir kez daha yineleyelim ki, Osmanlılar medreseyi de Selçuklulardan devralmışlardır ve Osmanlı medreselerineki eği­ tim felsefesi, yukarda da belirtildiği gibi, A hmet Gii/ 'ü n "Os­ manlı Medrese/ainde E,�itinı-Ö,�retim ve Bunlar Arasında Dii­ m ' /-Hadislain Yai" adlı kitabında açık açık yazıldığı şekilde, Büyük Selçuklular döneminde, Ş ii inancın İ ran yarımadasına hızla yayılmasına karşı bir önlem olarak, Sünni-Hanefi inancın propagandasını yapmak ve S ünniliğin yaygınlaşmasını sağla­ mak amacıyla, ilk kez Nizamü ' l- Mü lk tarafından oluşturulmuştur. "İnsan akltillll ürett(�i de,�er/a yerine vahyin rehber/(�ini te­ mel almış" Doç .Dr. Hasan Akgündüz de, Hz. Muhammed' in, bir hadisinde "Her çocuk İslam fı tratı ü::.ae do,�ar, sonradan anası ile hahası onu ya yahudi, ya hıristiyan veya nıecusi yapar. " de­ diğini aktararak eğitimin Müslümanların gözünde ayrı bir anla­ mı olduğunu belirtmekte ve medrese eğitiminin temel amacının da bu nedenle İ slam düşüncesini yaymak olduğunu savunmak­ tadır. Ccmt İzgi de, Osmanlı medreselerinde matemat ik, fizik, kimya gibi bilimlerin de okutulduğunu kan ıtlamak için yazdığı


"Osmanlı Medreselerinde İ/im " kitabının başında Osmanlı medreseterindeki öğretim izlencesi ( m ü fredat programı) hakkın­ da bilgi verirken, Fransız elçisi Marquis de Vi//eneuı·e'ün isteği üzerine 1 74 1 yılında kaleme alınmış, ancak yazarı bilinmeyen "KeılJkih-i Seh' a" ( Yedi Yıldız) adlı kitaptan aktarmalar yap­ maktadır. İ şte bu ak tarmalara göre de, medreselerde; "İlme yeni başlayan hir öğrenciye önce, anlayışı kadar iman telkin edil­ mektedir. Ergenlik çağına girmiş ise, üzerine namaz farz oldu­ ğwıdan, kendisine Fatiha ve birkaç sure öğretilmektedir. Sahi (henüz huluğa ermemiş çocuk) ise, her şeyden önce hesmete ile 'Rahhi yessir' duası yapıldıktan ve el�fba cüzü, yani A r ap aifa­ hesi öğreti/dikten sonra heceye geçilerek Amme cüzünün (K u­ ran' 111 78. suresinin) okutulmasına haşlanılmaktadır. Ardından . hir müveccidden (Kuran' m usulüne göre okunmasım öğreten hoca) Kuran öj?reni/erek hatmedi/mekte ( ezher/enmekte )dir. Ve hir hüyük mecliste hafız/ar/a kwTa (Kuran' 1 usuhine göre oku­ yan/ar) huzurunda Kuran haşmdan sonwıa kadar altı ya da ye­ di saatte din/etilmekte ve daha sonra şükrane için biiyük hir zi­ ya{et verilerek, katılanlara hediyeler dağlfı lmaktadır. Bu sırada sahi (çocuk) daha sekiz ı ·eya dokuz yaşlamıdadır. Bundan son­ ra, faydalı ilimlerden alet ilimlerine haşlam/maktadıı: Ö nce SARF (Arapça dilhilgisi) okutu/mak ta, ardmdan NAHİV (söz di­ zimi) ilmine geçilmektedir. Bu esnada şer' i hükümleri hoş hıra­ kılmayıp haftada hir iki giin FlKlH ilminin başlangıç kitaplann­ dan hiri, örneğin yalnız namazla ilgili sorunlan içeren Halebi adlı hir kitap okutu/maktadır. Nahiv' den sonra MANTlK ilmi gelmekte ve ( Prof. Uzunçarşı lı ' nın verdiği bilgilere göre, Yunan­ ı kadim filozoflarından Ferferyus 'un kitabından aktararak XIII. yy. sonlarında Esirüddin-i Ebheri 'nin yazdığı) İsagoci adlı hir kitap ile şerh ve hoşiyeleri okutu/maktadu: Sonra, tartışmalarda yanlıştan sakınma/an için ADAB ilmine haşlanılmaktadır. Ar­ dından HİKMET ilmi gelmektedir. Müslümanlarm anıeli hiknıe­ ti (pratik felsefesi) ./ik ılıtan ibaret olduğundan, anıeli hikmetten hahsedi/meyip na:ari hikmet (teorik felsefe ) okutulmaktadır Bundan sonra da . .filcGJjlar/a kelamcılcmn me::: lıcplaini a nr-


nikierin anlamı ile /ügat ve nahive uygunluk/an) , hcvan (anla­ tımdaki teşhilt , istim·e. meca: ve kinayeyi inceleyen hi/im), hedi (sö:ciik/erin anlam re yapısmdaki sanatsal siis/eri inceleyen hi­ /im ), kıral (okuma) , din usu/ı'i, nii:ı]/ sehep/eri,fkıh (şeriat bil­ gisi). kıssa/ar. nôsi h-mensılh (geçersi: kılan ı ·e ge�·ersi: olan) . Kıml n ' daki miihhem ı ·e miicmeli (belirsi: ı ·e ö:hi sö:!eri ) a�·ık­ /ayan hadisler olup, ö,�renciler bu ilimierin hepsini birer birer hatmetnıiştir " (Cevat İ zgi , Osmanlı Medreselerinde İlim, İ z Ya­ yıncılık, İ stanbul 1997, c-1, s. 70-7 5 ) Görüldüğü gibi, Osmanlı medreselerinde bütün tarihi boyun­ ca sadece Kuran ve hadisler üzerine tef\·ir, usu/-ii fikı h ,fıkıh, ke­ /am ve Arap dili gibi dersler okutulmuş ve çocuklara Sünni-Ha­ nefi inancı doğrultusunda İ slamiyetle ilgili bilgiler verilmiştir. Prof. U zunçarşılı , Fatih'in Sahn-ı Sernan medreseleri için bi­ le " İiahiyat. İslam Hukuku ve Arap D ili Edebiyatı fakii/teleri idiler Henii: müsbet ilimiere mahsus olan tıp ve riya:iyat (ma­ tematik) fakülteleri yoktıt. demektedir. Belirttiğine göre, tıp ve riyaziyatla ilgili özel medreseler ilk defa Kanuni döneminde ku­ rulmuştur, ancak onların da ömrü çok fazla sürmemiş olsa gerek ki, bu medreselerdeki eğitimle i lgili her hangi bir bilgi günümü­ ze u laşamamıştır. Prof. Uzunçarşılı da, "Riya:iye ı ·e tıp meclre­ selerinde hangi derslerin gösterildi.� ine dair şimdilik bir ma/u­ matınm yoktur. " diye yazmaktadır. İ lginçtir, gene Prof. U zunçarşı l ı ' nın verdiği bilgilere göre, "XVI. yy. hüyük alim/erinden" 1 5 6 1 'de ölmüş Taşköprü/üzade Ahmed İsamüddin Efendi de, "Şakayık" adlı kitabında özyaşa­ möyküsünü verirken medreselerde okuduğu dersleri ayrıntıla­ rıyla uzun uzun saydığı halde matematikten, astronomiden filan hiç söz etmemektedir. Yani, Fatih 'ten hemen sonra, II. B ayezid döneminde öğreni­ me başlayan Taşköprülüzade ' nin medreselerde hiç matematik okumamış olmasına bakılırsa, "Kevôkib-i Seb' a" da sözü edi­ len, "medrese/erde, hendese dersinde Semarkand/ı Şenısa/din Melmıed ' in Eşkôl-i Tes ' is ile Öklidis' in kitabı mn, hisôb dersinde de Bahirye adlı kitahın" okutulmasına, olaki gerçekten de Fatih :?. H ı


detmek, Allah' ı re sıfatları hakkında olan dini inançlan dü:::e /t­ mek re incelemek i�·in KEL4M ilmine geçilmektedir Bu derste . A llah ' m rar!t,�ınt ishat konusunda olan İsbat-ı Vacip kitahı ile birlikte (yukarda da belirti/d(� i gibi, 1350' /erde ya::: t !mış) M evô­ kıf ile şerh ı·e hoşiyeleri okutulnwktadır. M el 'fikıf. her ne kadar ke/ônı ilmi ise de, alet ilinılerinin ciim/esini, hikmet (felsefe) . hey' e t (astmnomi), hendese (geometri) ı · e lıisôbı (aritmetik) de içermektedir. Hendese ilminde (gene Prof. Uzunçarşıl ı'nın ver­ diği bilgilere göre, Semerkand'lı Şemseddin Mehmed' in, Okli­ dis 'in kitabının sunuş bölümü ile üçgenleri anlattığı bölümler­ den aktarmalar yaparak yazdığı) Eşkô/-i Tes' is (temel şekiller) adlı bir kitap mn/ır, onu okumaktadır/aı: Ondan sonra Öklidis ' i okumaktadır/ar. Hisabda (İran/ı u/enw Bahauddin el Anıili' nin XVJ.yy. da ya:::dı,�ı Bahaiyye de denilen Hu/asatu' /-Hisab adlı kitabı ) Bahôiyye vardu; onu okumaktadırlar Hey' et ilmi (astm­ nomi) hayalden ve fara::: iyattan ibaret olup hendeseye nisbet/e güçce o/du,� wıdan onu sonraya altkoyup m iistaki/en ders etmek­ tedirler. Ke/ôm ilminden sonra da F1K1H USULÜ ilmine başla­ nt!maktadır. " Prof. Uzunçarşılı ' ya göre de, "Osmanlı medreselerinde oku­ tulan derslerin en nıiihinımi Hanefi fıkhı olup , bu derste okutu­ lan kitap da, 1 1 97' de vefat etmiş Maveraünnehr' li Şeyhiiiislam Burhaneeldin Merginani' nin ya::: dı,�ı Hidaye isimli kitaptır, pek meşhurdur ve İslam hukuku cihetinden iimnıiihattan (ana kitap­ tardan) sayt!maktadır. " "Alet ilinıleri tamamlandıktan sonra HADİS USULÜ ilmin­ de bin beyitten ibaret olan Elfivye 'yi e:::berlemektedirler. Ardın­ dan HADİS ilmine başlayıp , biri altıyü::: bin, di,�eri iiçyü::: bin ha­ disten (Peygamberin sö::: /erinden) tasnıf edilmiş (grup/andm/­ mış) re A llah ' ın kitabından sonra kitap/ann en sahihi (en ger­ çe,�i. en sa,�/am ) o/am Bulwri \ '(' Miislim kitap/arım okumakw­ dt!ar. Ondan sonra ise , en iistiin dilek re en yiice istek olan TEF­ SİR ilmi gelmektedir Te(1ir ilminin me/m i/eri (temeli ! de. liigaf (sidiikbilim ) . smf (di/bilgisi ) . nahir (sii::: di::: imi), iştikak (a\'111 kiikten tiiremiş sii::: cük/erin hirhirlairle ilişkileri). IIUtalli ( sii::: -


döneminde ve Fatih ' in karşı konulamaz gücü yüzünden başla­ nılmış, ama ne var ki bu derslerin ömrü de ancak Fatih 'in ömrü kadar olmuşur galiba. Kanuni de, matematik derslerinin Fatih ' in ölümünden hemen sonra eğitim programlarından çıkarılmış olduğunu bildiği için mi acaba, gücünü kullanıp, matematik dersini yeniden zorunlu kılmak yerine, ayrı bir "Riya::: iyat Medresesi" kurma yolunu yeğlemiştir, kim bilir? . . Ama ne acıdır ki, bu özel medresenin ömrü de galiba Kanu­ ni ' nin ömrü kadar olabilmiştir ancak, gördüğümüz kadarıyla. Bu nedenle, Osmanlı medreselerinin tarihini ele alırken, 14 70- 1 5 60 arasını "Fatih-Kanuni dönemi" diyerek bir bütün halinde değerlendirebilmek de pek gerçekçi bir yaklaşım olma­ sa gerektir sanırız. Çünkü , Fatih dönemi ile Kanuni'nin "Riya::: iyat Medresesi" dışında Osmanlı medreselerinde ce bir geometri gibi derslerin de okutulduğunu söyleyebilmek gerçekten olanaklı mıdır acaba? Doğrusu, kuşku luyuz . . . Nitekim, Osmanlı medreselerinde bütün tarihi boyunca cebir, geometri, astronomi vb. gibi bilimlerin de okutulduğu görü şün­ de olan C emt İ:gi bile, bu konuda sağlam bir kanıt bulamadığı için olsa gerek ki, İ stanbul Ü niversitesi Edebiyat Fakültesi ' nce Ekmeleddin İ hsanoğlu 'na armağan olarak yayı m lan an bir kitaba yazdığı "Osmanlı Medreselerinde Aritmetik ı · c Cehir E,�itimi ve Okutulan kitaplar" adlı incelemesinin daha başında, tezini, olsa olsa yöntemiyle, "Aritmetik (hesap ) ilmi, nama::: vakitlerinin ve kıh/enin tayininde ve miras taksiminde, muame/ata dair ha::: ı mesele/erde gerekli olması dolayısıyla medresede ö,�retilen ilim­ ler arasında yer almıştır. " di yerek savunabi lmektedir ancak. (Osmanlı B ilimi Araştırmaları, İ st. Ü ni. Edebiyat Fakültesi Ya­ yın ı . İ stanbul 1 99 5, s . 1 29) Bulabi ldiği tek tanık da, ilginçtir 1 78 1 - 1 7 8 6 yılları arasında İ stanbul 'da bulunmuş bir İ talyan din adamıdır. Ahhe Toderini adlı bu papazııı anılarında, " Tiirk/erin aritmektikte pek derinleş­ tiklerini. hu il/Ili Arapça kaynaklar ii:erinden �·ocuk/uk/amıdan


itibaren medreselerde öğrendikleri ni ı ·e bu konuda (XV lll yy. daki) Avrupa matematikçilerini hile şaşı rtacak derecede bilgili olduklannı" yazdığım belirtmektedir. Ancak, gene kendi si, aynı yazıda, " Osmanlı medreselerinin müfredat programılll en ayrın­ li/ı bir şekilde ı wen" tek belge olarak değerlendirdiği "K edi­ kih-i Seb ' a " da, aritmetik ve geometrinin "malısusar kahilinden (akı/la kavranabilir) olup , çok fikre i htiyaç göstermedi,� i" için bilimden sayılmayıp, "medrese/erde miistaki/ ders olarak oku­ tu/madığm ı n " belirtildiğini de yazmaktadır. Ü stelik, hemen ardından "bu düşünce tartışılmaya muhtaç­ tır" diyerek "Ken/kih-i S eb' (/' nın verdiği bu bilgiye de şiddet­ le karşı ç ıktığı , sanki İ talyan papazın dediklerini doğrulayıp, ka­ nıtlamak amacıyla kaleme alınmış bu yazısının sonunda, gene kendisi, "Medrese/erde okur/uan ileri bir aritmetik değil, günlük hayattaki pratik işlerde ı ·e jikılı ilminde (jerai:delmiras hölüşü­ münde) yararlı olan dört işleme dayanan bir aritmetik olup, medreselerde ana ders de,� il, yardımcı ders/erdendir. " diye yaz­ mak zorunda kalmıştır, ne acıdır ki . . . Fakat ilginçtir, Sayın yazar, gene aynı incelemesinde " Os­ manlı u/emasmın hesap i/mini, daha ziyade matematiği meslek edinmiş kimselerden ö:e/ olarak ö,�rendik/eri miişahade edil­ mektedir. " dediği halde, sanki bütün bu yargılara kendisi varma­ mış gibi, daha sonra, bu kez medrese konusundaki bilinebilen genel bigilerle birlikte, kimi ulemanın bu konuda yazdığı didak­ tik manzumeleri, tuttukim tarih notlarını , risalelerini filan uzun uzun aktarıp, bu bilimierk de ilgilendiği söylenilen u lema bi­ yografilerinden ve bu konuda İ slam ülkelerinde kaleme alınmış kitaplardan alıntılarla, bu yazısını alabildiğine gen işletip, ger­ çekten de görünüş olarak göz doyurucu oylumda güya bu savı kanıtlayan, " Osmanlı Medreselerinde İli m" adlı iki ciltlik bir ki­ tap daha hazırlamıştır. Ne var ki, bu çalışmasında da, Osmanlı medresclerindeki müfredat programı hakkında günümüze ulaşmış önemli kaynak­ lardan biri olarak nitelen dirdiği İslıak h. H asan et- Tokadf ' nin de. Na:nuı' 1- U/ı/m adlı kitabında geometri için, " / lende.1·e ilmi


muhahttr (din yönünden herhangi bir sakmcast yoktur). Riiğtp, Zai' a adlt eserinde. hendese ö,�renmek isteyen bir kadt ile ilgi­ li bir hikaye nakleder. Kadtya . 'Bu yaşta hendese ilmiyle ne ya­ pacakstn ? ' dire sormuş/ar. Kadt da . ' Kalbimde kendisine karşt hir diişmanltk olmasm diye bu fenni bilmek istiyorum . demiş . " diye yazdığım aktarmaktadır. Yani , kadı, medresede hendese okumamıştır ve bu bilime bakı ş ı , gerçekten de sözcüğün tam an­ lamıyla dehşetengi:dir, gene kendi dilleriyle (Age, c-1 s. RO) Bir başka aktarmaya göre, XVII.yy. da yaşamış adı bilinme­ yen bir ulema da, "Risale fi ' I-Hey' e" adlı kitabında, gördüğü dersleri sayarken, "Şerhii ' 1 Eşkali' I-Hendese" yi de dinlediğini belirtmektedir. Yani, geometri dersi okumamıştır, geometrik şe­ killerle ilgili bir konuşma dinlemiştir sadece. (Age, c- 1 , s. l 00) Ahmed Cevdet Paşa, Te:::akir adlı kitabında verdiği bilgilere göre, müderris olduktan sonra, karşılığında onlara şeriatla ilgili özel dersler vererek, Hendesehane-i B erriye ( Kara Kuvvetleri Mühendishanesi) lıocast miralay Nuri Bey' den hisab, cebir, hendese, logaritma, usul-i lıendese, Hüseyin Rtfkt Bey 'den M ec­ m il ' at u' /-Mühendisin, Oktallf Risa/esi, İshak Efendi' den U/um-1 Riyii:::iyye dersleri alnuşttr. (Age, c- 1 , s. 1 06) Saçaklızade Melımed bin Ebubekir el Maraş/ de, " Tertibu' l­ U/um" adlı kitabında, "hisiib, hendese, hey' et ve ane gibi ilim­ leri n, medreselerde '::: a man elverdikçe' öğreti/diğini" yazmakta­ dır. (Age, c- 1 , s. 1 99) Görüldüğü gibi, Osmanlı medreselerinde matematik, fizik vb. gibi dın dışı bilimlerin de okutulduğunu söyleyebilimek, gerçekten olanaksızdır. Okutuluduğu söylenilen medreselerde de, gene görüldüğü gibi, şayet :::a man kalu·sa, yani müderrisle­ rin keyfine göre, o bilimle ilgili birkaç basit bilgi verilmekle, ör­ neğin aritmetik dersinde dört işlemin öğretilmesiyle yetin ilmiş­ tir sadece, hiç kuşku yok ki . . . Hatta, gördüğümüz kadarıyla, diyelim bir müderris buluna­ madığı için okutulamamış olsa bile, hesap, hendese, hey 'et vb. gibi bilimlerin bütün medresderin eğitim programlarında, hiç olmazsa yardımcı dersler şeklinde bulunduğunu söy leyebilmek de kesinlikle olanaksızdır doğrusu. 2�0


Çünkü, gene bu çalışmaya aktarılmış kimi belgelere göre, herhangi bir müderrisin derslerinden birinde, ola ki boş bulunup bu bilimlerden de söz etmesi olas ılığına karşı bazı medreseler­ de, daha kuruluş sırasında vakıf senedine yazılmak suretiyle, bu bilimlerin okutulması kesinlikle yasaklanmıştır. Örneğin, 1 1 7 . sayfadaki bir alıntıda, "Kara Timurtaş Pa­ şa' 11111 o if/u Umur Bey tarafından (ll. M ur ad döneminde) B erRa­ ma'da yaptm/an medresenin ı ·af...fiyesinde, medresede sadece nakli ilimierin okutulmasım ll, kat' i_vet/e ak/i ilimiere giri/meme­ sinin şart koşulduifu kaydedilmektedir. " denilmektedir. Gene aynı yerde, "Sultan //. Murad tarafından 1435 'te Edir­ ne' de Tunca ımıaffı kıyısında yaptınlan Dan'i/hadis medresenin vakfiyesinde de, müderris/erin medresede kesinlikle felsefi ilim­ ler/e iştigal etmeyeceklerinin yazılı o/duifu" beliıtilmektedir. İ lginçtir, Osman Nuri Ergin ' in "Türk Maarif Tarihi" adlı kap­ samlı çalışmasında verdiği bilgilere göre de, bir Osmanlı med­ resesinde bir müderrisin matematik dersleri vermesi için özel olarak atanırtası da, l 729' larda, ilk kez Lale Devri 'nde, Batılı­ laşma girişimleri sırasında olmuştur. Sadrazam Nevşehirli Da­ mat ihrahim Paşa ile eşi Fatma Sultan' ın birlikte kurdukları, Şehzade Camii çevresindeki bir medresenin vakıf senedinde; "Medreseye 1 00 akçe yeı·miyeli hir müderristen haşka, h ir de 1 O akçe yemıiyeli hir hisah hocasının" atanacağının kaydedildiği belirtilmektedir. Doğrusu, medresderin s ınıflandırılmasında ve müderrislerin değer sıralamasında kullanılan tek ölçütün ücret olduğu düşünü­ lürse, Osmanlı medrese eğitiminde matematik bilimine ne denli önem verildiği de, salt müderrisine ödenen bu 1 O akçe yevmiye­ den bütün çıplaklığıyla aniaşılsa gerektir galiba. Ayrıca, Cevat İ zgi de, bu çalışmasında, "Osmanlı medrese ve l 'alfiye/erinde elfitim kadrosunu oluşturan müderris ı·c nıuid (yardımcısı ) yamnda hir d e hisiih hocasının görev/endirildiifi ne dair haşka hir örne,�e rast/anmamıştır " diye yazarak, bu olgu­ yu da, Lale Devri ' ndeki Batılılaşma sevdalılarının geleneksel yapıyı bozmaya yönelik bir başka giri şimi (hevesi) şeklinde de­ ğerlendirmektedir sanırız. 23 1


Hatta, bu bil imlerin medreselerde okutulması şöyle dursun, Ahmet Refik'ten öğrendiğimize göre, ulema,bu konulardaki ki­ tapların medresdere vakfedilmesine bile fetva vermemiştir. III. Ahmed döneminde cephede şehit düşen Sadra::.anı Ali Paşa' nın, ölümünden önce kitaplarını da vakfettiği an laşılınca, böyle bir vakfın dinen caiz olup olmadığı Şeyhiiiislam İsmail Efendi den sorulmuştur. O da; "Kişi, sahip olduifu ilmi kitaplar l'akfolsun deyup müreve/liye (vaktf yöneticisine) teslim ettikten sonra ölmüş olsa hile,felsefe , nücum (ytldtz ilmi) ve yalanlarla dolu şiirler ve tarihe ilişkin kitaplan vakfa girme::.. O gibi kitap­ Iann val-fedilmesi dinen caiz deifildir. " diye fetva vererek, bu bilimlerin kütüphanelere girmesini bile engellemiştir. (Ahmet Refik Altınay ' dan aktaran Alpay Kabacalı, Cumhuriyet gazete­ si) Burada hemen şunu da belirtelim ki, tarihçilerin verdikleri bilgilere göre, 1 7 1 3 'te sadrazamlığa getirilen ve 1 7 1 6 'da A vus­ turya savaşında cephede şehit düşen Sadrazam Şehit Ali Paşa, Anadolu ' da doğmuş bir köylü Türkmen çocuğu olmasına kar­ şın, bir rastlantı sonucu 1 690'ların başında, bir Paşanın yardı­ mıyla küçük yaşta Saraya alınmış ve enderunda yetiştirilm iştir. Yani medreseli deifildir. Ancak, "akil, kamil, alim ve faztl" biri­ dir. Birçok şair ve müzisyen gibi Şair N edim 'e de sadrazamlı­ ğında büyük destek olmuştur. Ayrıca, Ord. Prof. Uzunçarş ılı'nın belirtmesine göre, "Avct !V Mehmed döneminde medrese haline getirilmiş Galatasaray' 1 da, yeniden E nderını okulu yapnuşttr. " U lema'nın öfkesi de, ola ki bu nedenledir. . . Ahmet Refik de, b u olayı aktardıktan sonra, "Bu anlaytş, an­ cak ha tt kültürü ile, po::.itıf hi/imler öifrenilerek tedavi edilebilir­ di. Bu ise Osman/i toplumunda olanak dtşt idi ." diye yazmak ta­ dır. (Osmanlı'da Hoca Nüfuzu, s. 1 5 8- 1 59 ) 1 700 ' l ü y ılların başlarında Maraş 't a doğmuş, öğrenimini Maraş'ta tamamlayıp icazet (diploma) aldıktan sonra İ stanbul 'a ge lerek medreselerde müde rrislik yapıp ders verm iş, ardından çeşitli kadılıklarda bulunmuş, XVIII. yüzyılın ünlü ulemasından Slimhül::.ade Vehbi Efendi' nin , Şair N abi 'nin, oğlu Ebulhayr '


Mehmed Çelebi 'ye ahlaki öğütler veren "Hayriyye" adlı didak­ tik mesnevisine nazire olarak (öykünerek) oğlu Lütfuilah için yazdığı "Lütfi)·e-i Vehbi" ( Yehbi 'nin Bağışı) adl ı divanı da, u le­ manın felsefe, mantık, hendese, hey ' et gibi bilimiere bakışını bütün çıplaklığıyla göstermesi açısından, bilindiği gibi, çok ün­ lüdür. G üya, oğlu Lütfuilah 'a öğütlerine, "Bilim sahibi ol. Bilim maldan daha def?erlidir. Malım yitirebilir veya çaldırabilirsin, ama kafandaki bilgiyi kimse alamaz . " diye eğitimin ve bilimle­ rin önemini vurgulayarak başlamaktadır, ama söz din dışı bilim­ Iere gelince hemen gardını alıp çekmektedir kılıcını. Örneğin, ilm-i hikmet için, "Fe/sefiyata tevagu/ eyleme 1 Ruz-u şeb anı te­ cmmü/ eyleme 1 Hikmet-i ha/ik' i bilmek mah/uk" , yani "Felsefe ile fa::/a uf?raşma, düşünüp durma gece gündüz, Tanrının sırrını bilmez kul, evrenin sırrını Aristo da Platon da anlamaz, ileri sü­ rı"i/en kanıtlar hep yanlıştır, dof?anı n snTına kimse ulaşamaz. " diyerek, felsefeyi kesin bir dille yasaklamaktadır. B ir kuşku ve kuruntu çemberi olarak nitelediği İ/m- i hendese için de, " İtibar eyleme pek hendeseye 1 Düşme ol daire-i vesveseye . . . Manfettil� sözünıı"iz yok ama 1 bi/ef?itsin onu mimar-ı bina " , yani "geomet­ riye de pek yüz verme, bırak mimarlar uf?raşsın onunla" demek­ tedir. İ/m-i kimya da "flazreti Musa' n ı n bir mucizesidi1� ondan başkası bu işe akıl erdiremez, zaten şimdeye dek de kimseyi zen­ gin etmemiştir. " Görüldüğü gibi, ünlü "alim" ve şair Sümbü/zade Vehbi Efen­ di de felsefe, geometri, kimya vb. bilimlerin öğretilmesinde ke­ sinikle yararı görmemektedir. Oysa, ola ki Sümbülzade Vehbi Efendi 'nin bu satırları yazdı­ ğı günlerde, yeni bir topçu birliği kurması için S u!tan III. Mus­ tafa' nın çağrısıyla askeri danışman olarak İ stanbul'a gelen Ba­ ran de Tott da bilindiği gibi, b i r yandan Tophane'yi yeniden dü­ zenletip, yeni teknikiere göre, "ardı ardına gül/e atabi/en " top­ lar döktürürken, öte yandan da, I 773 yılında Haliç tersanesinde­ ki küçük bir odada, orduya teknik eleman yetiştirmek amacıyla Osmanlı tarihinde ilk kez "Rim::ı\e Mektebi" adıyla medrese


dışında bir okul açmıştır. Ne var ki, bu girişime de, ken disine hendeseci diyen bir grup ulema şiddetle karşı çıkmıştır. B unun üzerine, S ultan, danışmanından karşı çıkanların bilgilerini ölç­ mesini istemiş, ancak açılan s ınava da sadece 6 kişi girmi ştir. Baran de Tott, "Padişahın büyük memurlarından seçilmiş iki mümeyyizin huzurunda yapılan" bu s ınavla ilgili olarak anıla­ rında; "Bu imtihanda kısaca , hir mü sellesi n üç ::: aviyesi mecmu­ unun ( bir üçgenin iç açılarının toplamının) ne olduf!unu sordum; içlerinden sadece hiri cesaret edip , 'nıüse//esine (üçgenine) göre deRişir' diye cevap verdi. İmtiham dahafa:::la u:::atnıa,�a ge­ rek kalmadıltı anlaşılmıştı . Fakat şunu da söylemeliyim ki, bu ki­ şilerin hemen hepsi de yeni mektehe yazı/maRa talip oldular. " demektedir. (Mümtaz Turhan , age, s. 202) Ama, gene Baran de Tott un anılarında anlattığına göre, bir üçgenin iç açılarının toplamının kaç derece ettiğinden habersiz bu ulema takımı, " Yeni teknikle dökülmüş bir topun Padişahın hu:urunda yapılacak ilk denemesi sırasında, Fransız askerleri­ nin topun namlusunu domu::: kılından yapılmış hir fırça ile yaf!­ ladıklanm görünce olay çıkartmaya kalkışmıştır" hemen . . . Bi lindiği gibi, Baran de Tott un kurduğu tek derslikli b u okul da daha sonra I . Abdülhamid döneminde geliştirilerek "Mühen­ dishane-i Bahri -i Hümayun " (Deniz Kuvvetleri Mühendislik Okulu) adıyla bir yüksek okul haline getirilmiştir. Ama üzülerek belirtelim ki, ne bu okuldan, ne de 1 794 'te III. Selim dönemin­ de "Miilıendislwne-i B e1-ri -i Hümayun " ( K ara K uvvetleri Mühendislik Okulu) adıyla kurulmuş ikincisinden beklenilen sonuçlar elde edilebilmiştir. Çünkü , bu okullara alınacak nitelik­ te, yani aritmetiğin temel bilgileri olan, eskilerin deyi miyle "amal-i erhaa · · (dört işlem) ile "kenar cetveli" ni ( çarpım tab­ losu 'nu) medresede okuyup öğrenmiş öğrenci bulunamamıştır. Nitekim, Prof. Celal Antel de, 'Tanzimat Maarifi" adlı in­ celemesinde, "Devletin mülki ve askeri ihtiyaçlan için açılmış olan Yüksek ihtisas mekteplerinde (Miihendishanelerde) de ta/ı­ sil o kadar fena idi ki, Sultan ll Mahmud 1 82 6 ' da Rusya · ya karşı auı,�ı harpre. ne Bahri_\·e mektehinden yetişmiş hir kapta n. '

'


ne de Mühendishaneden verişmiş hir :ahir ( suhay) hu/ahilmiş­ tir. " diye yazmaktadır. ( Age, s. 444) Çünkü , ''1. Mahmud döneminden lll Selim dönemine kadar. yükseköğretim okullan olarak açılan hu fen ı · c askerlik okul­ /anna, verilecek yı'iksek ö,�renimi alacak dü::eyde öğrenci hu/wıamamaktadn: " Dr. Adnan Adı mr ' ın " Osmanlı Türklerinde Ilim '' adlı değer­ li çalışmasında çok güzel belirttiği gibi, bilimlerin XVIII. yüz­ y ıldaki gelişmelerinden Türklerin haberi bile yoktur. Fizik, kim­ ya, matematik gibi, bilimlerdeki yeni gelişmelerin adlarını bile duymamışlardır. "Riya:iyat adma hô/ô hendese mukaddeme/eri (giriş kitap/a n), hesap adına da (XVI yiizyılda yazılmış) risa/e­ i hehaiye şerhleri (açıklama/an) ellerde dalaşmaktadır " Dolayısıyla, medreselerden yetişenler, şayet okulu bitirdik­ ten sonra özel ders alarak öğrenmemişlerse aritmetik ve fen gibi konularda birşey bilmemektedirler. Ö rneğin, F atma Aliye Hamm da, babası Ahmet Cevdet Paşa' nın, "Medrese/erde öc�­ retilmekte olan ilimler/e yetinmeyip , ehi/ ve erhahı olan kim­ selerden okutulmayan dersleri de öğrenmeye gayret ettiğini" ve " hesap, /ogaritme, cehi1; hendese" gibi bilimleri, "Mühendis­ hane-i Berriye mua//imi Miralay Nuri B ey' den, karşılığında A rapça dilbilgisi vh konularda dersler vererek öğrendiğini" yazmaktadır. (Fatma A liye Hanım, Ahmet Cevdet Paşa ve Zamanı, Pınar Yayınları, İ st. 1 994, s. 3 1 ) Prof. Niyazi B erkes' in belirttiği gibi, "Bu yı'izden de, h u fen ve askerlik oku/Ianna kırk, elli, hatta altmış yaşlamıda sakallı öğrenciler hu/unahi/mektedir" ancak, (Türkiye' de Çağdaşlaş­ ma, s. 1 76) Bu öğrenciler de, okulu bitirdiklerinde, doğallıkla hemen emekli olmaktadırlar zaten. Orduda görev alabilmelerine biyolojik olarak olanak yoktur. Görüldüğü gibi, medrese/er, bugünkü anlamda halkın eğitimi ile ilgili örgün genel öğretim kurumu değildir kesinlikle. Tam karşıtı, dini bilgiler vererek Sünni-Hanefi İ slam inancını yaygınla�tırmayı amaçlayan ve Osmanlı devletinde örfi hukuk­ la birlikte uygu lanmı� şer ' i hukuk için, Sünni-Hanefi inancı


doğrultusunda şer ' i hukukçu yetiştiren bir çeşit meslek okuludur sözcüğün tam anlamıyla. İ slam Ansiklopedisi 'nin "'Mescid" maddesinde verilen bil­ gilere göre, İ slamiyet'te, halka Müslümanlığı öğretmek ve Kuran ' ı ez berietmek amacıyla eğitim de daha ilk günden itibaren camide yapılmaya başlanılm ıştır. Yani cami, hem top­ lantı salonu, hem mahkeme, hem konukevi, hem de okuldur. Cami ile okulun ayrılması ise, ilk kez XI. yüzyılda olmuş, Fatımller, Ş iilik inancını daha da y aygınlaştırabilmek için Kahire 'de "Dar al-ilm " adıyla ayrı bir eğitim kurumu oluştur­ muşlardır. Dar al-i/m ler aracılığıyla Şiiliğin hızla yaygınlaş­ ması karşısında da, bu kez S ünniler, Şiilik propangandasını kır­ mak ve kendi inançlarını yaygınlaştırmak amacıyla medreseler açınağa başlamışlardır. "Medrese/er, her şeyden önce fıkıh okur­ mak içn kurulmuş o/duk/armdan, her medrese de hir mezlıehi temsil etmektedi1: " Bu medreselerde de Kuran, hadi s, Arapça ve fıkıh okutulmaktadır. " 1 1 62 yılı nda Kalıire valisi Alımed Paşa ' mn Azhar camiinde sordı(�U has it riyaziye ve hey' et sorımiarım lıiçhir şeyh cevap/andıramamıştn; çünkü hwı/ar da ancak miras hukukunun Merektireceifi kadar hesap okumuş/ar­ dır. " Görüldüğü gibi, medrese eğitiminin temel amacı, ilk gün­ den beri Sünni mezheplerin propagandas ın ı yapıp yaygınlaş­ masını sağlamaktır. Hiç kuşku yok ki, Osmanlı medreselerinin temel amacı da, genel kültür vererek halkı eğitmek ve bugünkü anlamda bilim adaını yetiştirmek filan değil, Hanefi mezhebinin propagan­ dasını yapıp yaygınlaştırarak, ü lkenin Hanefi şeriatma göre yönetilınesini sağlamaktır. Ö yle ki, medreseyi de bu açıdan ele alıp irdeleyen, Hanefi Doç. Dr. Hasan Akgündüz, yukarda :mdığımız çalışmasında, "//. Murad döneminde Falıreddin Acemi adlı hir fakilıin (fıkıh hi/­ gininin) ilk ke::. şeyhiiiislam /akahıya yan resmi hir ilim otorite­ si konumwıda giireı-!endirilmesini " bile, "yeniden a/eı-lenen şiilik hareketini hertaraf ederek. şiili.�e karşı siimıi hi/inci ı·e hiitiinleşmeyi hı::./andımwk" amacıyla yapıldığı şekl inde yorum lamaktadır. (Age, s. 309) '


Ayrıca, hemen şunu da belirtelim ki, "ilim " sözcugu , ulemaca kesinlikle "hi/im " an lamına kullanılmamaktadır. Zaten, .!oh s. ?edersen de, İ slam Ansiklopedisi 'ne yazdığı "Mes­ cid" maddesinin daha başında " ilm " sözcüğünü "Buhari' ni 11 de siirekli olarak hadis anlamında kıt!/andı,� ım " belirtmektedir. Prof. Niyazi Berkes de, " İ/im sö:::ci(�ü hi/im demek değildir. İ/im , nakil ve akıl yo//any/a, yani Kitap (Kuran) ı·e Sünnetten (Hadislerden ) gelen, kıyas (karşılaştırma) ve icma (içtihad) ile yorumlanarak geliştirilen Şeriat hilgisi demektir. Bu hilgiye sahip olana ii/im denir. Ulema terimi de hunun çoğu/udur. Bu il­ min öğretildiği okulım adı da Medresedir. " diye yazmaktadır. (Age, s. 1 74) Nitekim, Osman Nuri Ergin de, "Türkiye Maarif Tarihi" ad­ lı 5 ciltlik çalışmasının "Eski Medrese/er" bölümünün sonunda, çok sert bir dille, "Bu medrese/erin mem/ekete, Türk/üğe ve ilim alemine ne hizmeti ve faydası olmuştur:) Belli haşlı hangi alim­ leri yetiştirmişir? Bunlar arasında heyne/mi/el ( uluslararası ) şöhret/e haiz kimseler var mıdı r ? ',. diye sorduktan sonra, gene aynı sert dille; "Bun/an uzun uzadıya araştırmaya gerek yok, 'Hiç kimseyi yetiştirmemiştir' demekle yerinmek daha uygwı olur. " demektedir. (Age, c- 1 , s. 94) Fakat ilginçtir, laik ayduı/anmız hile, ola ki biraz da ' bilim adamları' anlamına yordukları "u/ema" sözcüğünün gizemli çekiciliğine kapılıp, köken/erinin, bunca süre içinde eğitsel açıdan şöyle birazcık olsun ciddi biçimde incelemeye de gerek görmedikleri medrese/ere dayanıldığını söylemekten hala gizli bir övünç duymaktadırlar sanki . . . Oysa, tamamının, n e S ünni-Hanefi mezhebinin belgilerinden (şiarlarından) doğru dürüst haberlerinin olduğu, ne de İ slam şeriatını tam olarak bildikleri söyenilebilir. Arapçalarını ezber­ lemek şöyle dursun, Kuran ' la hadislerin Türkçelerini okudukları dahi kuşkuludur. Bu nedenle, medrese diliyle "ilm " sahibi değillerdir kesinlikle ve "u/cma" sayılabilmeleri elbette söz konusu değildir. Dolayısıyla, bu aydınların kökenierinin med­ reseye dayandığını söyleyebilmek de, bilimsel olarak olanaksız-


dır. . . Tıpkı onlara ''aydın 1 ente/ektiie/" diyebilmenin olanaksız olduğu gibi . . . Aydınlarımızın, gördüğümüz kadarıyla günümüze ulaşm;ş bu konudaki tek ciddi belge olan, Fatih ' in Sadrazam Mahmud Paşa ile Ali Kuşçu ve Molla Hüsrev 'e hazırlattığı "Kanwı­ name" ye bakıp genelleyerek, medreseler in halkın eğitimiyle il­ gili genel kültür veren bir örgün öğretim kurumu olduğunu, an­ cak XVI. yüyı lın sonlarından itibaren yobaz hocalar yüzünden yozlaşarak bilimsel niteliğini yitirdiğini ı srarla savunmaları da, doğrusu bu konuda düştükleri bir diğer önemli yan ılgıdır bizce. Nitekim, Ord,Prof. Uzunçarşılı, "XVI. asır sonlarına do,�ru hem müderris kalitesi itibariyle ve hem de tedrisat ve ta/ehe cihetiy/e medreseler hozu/ma,�a başlamış ve seneler geçtikçe hu bozukluk artmak suretiyle devam etmiştir Medrese/erin hozu/­ masmda tefekkürü (düşünceyi) faaliyete geçirecek olan matema­ tik, ke/ônı ve felsefe (hikemiyat) gihi ak/i ilimierin terk edilerek bunların yerine tamamen nakli ilimierin kaim olması birinci de­ recede ômi/ olmuştur. " diye yazmaktadır. (Osmanlı Devletinin ilmiye Teşkilatı, s. 67) Ord. Prof. M.Cavit B aysun da, İ slam Ansiklopedisi 'n deki "Osmanlı Medreseleri" maddesinde aynı görüşü savunmakta ve "Hesap, hendese, hey' et ve hikmet XVI. asrın sonlarından itibaren, dini akide/ere muha/ıf (aykırı ) görü/di(�iinden, ka/du·ı/­ mıştır. " demektedir. Oysa, Prof. Baysun 'un gene aynı maddede verdiği bilgilere göre, "Medrese/erde okutulan hi/imler üçe ayrılmaktadır; Tefl·ir, hadis ve fıkıh ulum - u ôliye (yüce/dinle ilgili hilim/er)dir; ke/ôm, he/agat, mantık, smf ve nahiv ulum -u aliye (aletle ilgiliiteknik bilgiler l'eren hilim/er)dir: hesap, hendese, hey' et ve hikmet (fel­ sefe) ise c/iz' iyattan (önemsiz hilgi/erden)dir. " Yani, X VI. yy. sonlarına kadar okutulduğu savlanan bu ders­ lerde de, gerçekten namaz saatlerinin hesaplanması ve kıblenin sapıanmasına yardımcı olacak birkaç basit bilgiden öte bir şey öğretilmiyar olsa gerektir zaten.


Medrese ve imparatorluk

Fakat ilginçtir, aydınlarımızın, Osmanlı devletinin XV. yüz­ y ılın ortalarında İ stanbul 'u fetbederek bir imparatorluk haline dönüşmesini sağlayan kültürel temelin de medreselerce hazır­ landığı konusunda hiç kuşkusu yoktur, gördüğümüz kadarıyla. Avrupa' da, üstelik Orta Asyalı göçebe bir topluluğun, Roma İ mparatorluğundan sonraki en büyük ve en uzun ömürlü impa­ ratorluğu kurabilmesini, salt savaşçılık yetenekleriyle açıklaya­ bilmek de, elbette olanaksızdır. Osmanlı İ mparatorluğu da, hiç kuşku yok ki, Orta Asyalı göçebe imparatorluklardan da çeşitli kalıtlar taşıyan ve Asyalı olduğu kadar da bir Avrupa imparator­ luğudur sonuçta, bizce de. Birkaç anakara üzerine yayılmı� bu im paratorlukların ise, na­ sıl bir kültürel temele oturdukları ve kendilerine özgü yeni uy­ garlıklar yarattıkları da, eski Mısır, Yunan ve Pers imparatorluk­ larından, Roma İ mparatorluğu 'ndan, İ slam İ mparatorluğu 'ndan , yeni çağlarda İ ngiliz, Avusturya-Macaristan ve Rus imparator­ luklarından çok iyi bilinmektedir. Nitekim, denizaşırı topraklar üzerindeki egemenliklerini de, hiç kuşku yok ki, temelierindeki bu köklü kültürler ve yarattıkları yeni uygarlıklar sayesinde sür­ dürebilmişlerdir yüzyıllar boyu. Dolayısıyla Osmanlılar da, ü stelik medreseli tarihçi lerin " Ti­ mur Fl"tması" "Topa! Kasırga" "Mo,�ol İstilas ı" gibi Holly­ wood senaristlerini bile kıskandıracak dramatiklikte tamlama­ larla adlandırdıkları ve yengiden sonra Moğol askerlerinin Ana­ dolu ' y u taş üstünde taş bırakmayacak şekilde yağmaladıklarını söyledikleri 1 402 Ankara savaşının ardından yaşanan onküsur yıllık fetret dönemine kar�ın, gene de kısa bir süre sonra İ stan­ bul ' u fethedip, B izan s ' a son vererek bir imparatorluk haline gel­ meyi, mutlaka sahip oldukları köklü kültür ve uygarlıklar saye­ sinde gerçekleştirmişlerdir. Osmanlı uygarlığının temelini oluşturan bu yeni imparator­ luk kültürü de, gene hiç kuşku yok ki , Türkmen boylannın Orta Asya'dan sürükleyip getirdiği göçebe Şaman kültürü ile Selçuk239


lulardan miras kalan İ slam kültürünün, fethedilen tekfurluklar­ daki Bizans kültürü ile karışımından Osmanlılarca tam birbuçuk yüzyılda gerçekleştirilmiş yeni bir bireşimdir, bizce de . . . Ö rneğin, daha üçüncü sultan döneminde, XIV. yüzyılın son­ larına doğru , I. Murad ' ın kurduğu Yeniçeri Ocajtı ve bu ocaklı­ larla dirlik (tiınar) sahiplerinin sağladığı askerlerden oluşan ye­ ni Osmanlı ordusu, dünya askerlik tarihi açısından da, bizce hiç kuşku yok ki bir dönüm noktası sayılsa gerektir. Bilindiği gibi , o tarihe kadar Osmanlı B eyliği'nin savaş gü­ cü, kendi aşiretinin erkekleri yle, kendileriyle işbirliği yapan öte­ ki Türkmen aşiretlerinin gönderdiği savaşçılardan oluşmaktadır. Nitekim, başl arda da belirtildiği gibi, Sultan I. Murad da, gene böyle bir fetih seferi sırasında Karaman beyinin beraberinde ge­ tirdiği "hir nice kılıksız kıyafetsiz" aşiret savaşçılarına bakarak, yanındaki komutanlara: "Askerimizin hir maskarası eksik idi. Sajt olsun, soylu cömertlijtiyle ol hizmeti de Karamanojtlu gör­ müş. demiştir. Ü cretli askerlik, elbette Osmanlılarla başlamış değildir. Ta­ rihçilerin belirttiklerine göre, eski Çin kaynaklarında ücretli as­ kerlikten söz edilmektedir. Roma ordusunda üretli askerler var­ dır. Yani, ücretli askerlik uygulamasının tarihi çok eskilere kadar gitmektedir. Ancak, 9- I O yaşlarındaki sağlıklı tutsak çocukları seçip, özel olarak eğitip yetiştirerek savaşçı yapmak ve onlardan yeni bir ücretli (sürekli) ordu kurmak, kesinlikle Osman l ı uygarlığının bir ürünüdür. Aslında, "penç-ü yek" denilen bu usül de, İ slami­ yetİn ilk günlerinden beri, tutsak pazarlarında her beş Hıristiyan savaş tutsağından birinin ederini savaşçıdan devlete vergi olarak almak suretiyle zaten uygulanagelmektediL Ne var ki, hazineye gelir sağlamak yerine, vergi karşılığı olarak, eğitip savaşçı yap­ mak üzere bu tutsaklar arasından sağlıklı çocukları seçmek, hiç kuşku yok ki, Osmanlılarca gerçekleştirilmiş bir yeni bireşim (sentez)dir. Dünya askerlik tarihi açısından Osmanlı ordusunun özgün olan yanı sadece " Yeniçeri Ocajtı " da değildir ü stelik. Kuşku240


suz, ordunun asıl vurucu gücü, çekirdeği Yeni�·eriler ' dir. Ancak ordunun yüzde seksenini Seghanlar oluşturmaktadır ve onların sağlandığı düzen de kesinlikle Osmanlılarca gerçekleştirilmiş yeni bir bireş imdir. B ilindiği gibi, fetbedilen topraklann tasarrufu konusunda İ s­ lamiyetin ilk günden beri uyguladığı "ikta " sistemini de; Os­ ınanlılar tıpkı tutsaklarla ilgili uygulamadaki şekilde, arazi-i öş­ riyye ve arazi-i haraciye lerden hazineyG vergi toplamak yerine asker sağlamayı yeğlediklerinden değiştirerek, toprakların tama­ mını arazi-i miri sayıp, bütünüyle kendilerine özgü "has, ::: e­ amet, "timar" diye bölümleyip, dir/ik" veya " timar" sistemi dedikleri yeni bir usulde, orduya beşte dördü oranında ve çoğu suvari, iyi eğitim görmüş asker sağlayacak biçimde uygulamış­ lardır yüzyıllar boyu. Tutsaklar arasından seçilip devlet adına alıkonulmuş bu Hı­ ristiyan çocuklarını asker olarak yetiştirmek için de S arayda, ge­ ne aynı günlerde "Acemi Oğlanlar Ocağı " adıyla bir askerlik okulu kurmuşlardır. Daha sonra da, bu okulda başarılı olmuş ye­ tenekli çocuklardan subay ve ü st düzey yönetici yetiştirmek üze­ re, gene Sarayda, "Enderun Mektehi" adıyla bir de yüksek okul açmışlardır. Askerlik okullarının tarihi, ola ki çok eskilere kadar gitmek­ tedir. Ancak, burada hemen şunu da belirtelim ki, asker yetişıir­ mek için özel okullar açma uygulaması XIII. ve XIV yü zyıllar­ da Avrupa'da da henüz pek yaygın değildir, bildiğimiz kadarıy­ la. Ayrıca, bu okullar, Osmanlıların ta XVIII. yüzyılın ikinci ya­ rısına dek ülkede devlet bütçesiyle açtıklan tek okullardır. Görüldüğü gibi, bu yeni Osmanlı ordusunun çekirdeği , çağı­ na göre oldukça önemli bir adım sayılması gereken yeni bir okulda yetiştirilirken, ana gövdesi de o tarihe kadar dünyada bir benzerinin daha gerçekleştirilmiş olduğu kuşkulu yeni bir sivil toplum örgütlenmesiyle eğitilip yetiştirilmektedir. Osmanlıların XIV yüzyılın sonlarında gerçekleştirdiği bu büyük ba�an, elbette bir rastlantı değildir. Ö rneğin, I. Murad, önlerinde büyük hayvan sürü leri , Oıta Asya 'dan atalarının sır'

24 1


tında, üstü örtü lü arabalarda çoluk çocuk savaşa savaşa yürümüş gelmiş ve nicedir Çanakkale önlerinde bekleyen binlerce Türk­ meni de, daha saltanatının üçüncü yılında, bugün bile ancak bir­ kaç devletin gerçekleştirebileceği büyüklükte usta işi bir örgüt­ lenmeyle, bir çırpıda bağazın karşı y akasına, Trakya ' ya geç­ irtmeyi başarmıştır. Tarihçilerio belirtikierine göre: " 1 363 ' de Cenevizlilere altmış hin altm navlun vermek suretiyle mühim miktarda Türk göçmenini A nadolu' dan Trakya ' ya naklettirmiş­ tir. " (Osmanlı Tarihi, c- 1 , s. 1 66) I . Murad ' ın bu başarısı da, bizce en az Fatih ' in 2 1 -2 2 Nisan 1 45 3 'te, tarihçiler Tacizade ' ye göre 50, Kritovulos' a göre 6 7 , Ha/kandil' e göre 70, Barham ' ya göre 72 v e Dukas ' a göre de tam 80 gemiyi bir gecede, karadan y ürüterek Beyoğlu 'nu aşırtıp Kasımpaşa'dan Haliç 'e indirtınesi kadar önemli bir olay sayılsa gerektir doğrusu. Kuşkusuz, Fatih de, İ stanbul ' u fethedebilmek için yalnız ge­ m ileri karadan yürütmekle de kalmamış, bir yıl öncesi, bir yan­ dan 4 ay gibi bugünkü olanaklara göre bile oldukça kısa bir sü­ rede, "duvar kalm/ığı yirmi heş hatve, kulelerinin yüksekliği 30 kadem ola n" Rumeli hisarını Mimar Müslihiddin ' e yaptırırken, öte yandan da döneminin en büyük toplarını Edirne' de deneme­ ler yaptırarak bir Hıristiyan mühendise, Macar Urhan' a döktür­ ıneyi başarmıştır, bilindiği gibi. Gene aynı tarihçilerio belirttiklerine göre de, Rumeli hisarı­ nın yerine karar vermeden önce boğazdaki akıntıları inceletmiş, en dar yeri belirlemek için iki sahil arasını ölçtürtmüş, topogra­ fik harita üzerinde de Haliç 'ten Beykoz'a kadar bütün bağazı kontrol altında tutacak tepeyi saptatmıştır. Yani, İ stanbul 'u n fethi de, kimi çevrelerce ısrarla benimsetil­ meye çalışıldığı gibi hadislerle, dualada sağlanmış bir tansık (mucize) değil, hiç kuşku yok ki, tam anlamıyla yeni bir kültür ve uygarlığın başarısıdır. Söz konusu dönemdeki Osmanlı kültürü ve uygarlığı salt as­ kerlikle ilgili alanlarda da değildir, elbette. Müzik, edebiyat ala­ nında da büyük gelişmeler sağlanmıştır. Ö rneğin, l l . Murad, bir 242


yandan Enderun okulunu geliştirirken, öte yandan da Osmanlı müziği üzerine kuramsal kitaplar yazdırm ı ş , ünlü müzisyenleri ve şairleri S araya almı�tır. Örneğin, Meydan Larousse ansiklo­ pedisinde belirtildiğine göre, "//. Murad, kendisinden Osmanlt nıü:iğiy/e ilgili hir kuranısal kitap ya:mastnt istediğinde, 'Aman hünkiinm, bu işi henden çok daha iyi yapacak Hact A li, Sinan, Hüseyin , Ali, Eymen re Muhammed var' diyerek altt kişinin adt­ nt daha saynuşttr Ht:tr hin AIHiu//ah. Gene tarihçilerio verdiği bilgilere göre, II. Murad, bu musikinin en büyük ustası sayılan Abdülkadir Meragi yi davet ederek, uzun süre sarayında ağıda­ m ıştır. Yıldırım Bayezid ' in oğlu Süleyman Çelehi de, daha fetret döneminde, 14 I O ' larda, sultanlığını ilan eder etmez hemen Os­ manlı divan şiirinin ilk ustası Ahmed/'yi saraya almış ve divan katipliğine getirmiştir. B ir başka divan şairi Ahmed Dai' y e de kadılık vermiştir. Bostanzade Yahya Elendi'nin " Tuhfetu' u/ Ahhah" adlı tari­ hinde belirttiğine göre ll Murat zaten "şiir yazan ilk Osmanlt su/tam" dır. Şairleri, edipleri, müzikçi leri saraya alıp korumuş­ tur. Hatta, "şair ve edip/ere ytlltk olarak hir tahsisat da ı·ermiş­ tir ve h u usü/ Kanuni' nin sadrazamt ihrahim Paşa' 11111 ölümüne kadar sürnıüş" tür. ( Prof. Uzunçarşılı, Osm. Tar. c-1, s. 528) Di­ van şiirinin bir başka büyük ustası Şeyh/'ye, Geneeli Nizilmi 'nin "Hüsre\ ' ile Şirin ini Türkçeye çevirtmiş ve kendisinden buna nazire olarak bir mes nevi yazmasını istemiştir. Ama ne yazık ki, Şeyh/, bu mesneviyi bitirerneden ölmüştür. Askeri müzik kavramı , yani "mehter taktnu " ve "mehter müziği" de, bilindiği gibi bütünüyle Osmanlı uygarlığının bir ürünü ve insanlığa katkısıdır. Çünkü , ta XVIII. yüzyılın ortaları­ na kadar, "Al 'rupa ordulan kuşkusuz işaret verici enstrunıan/a­ n ve samşa girilirken hwı/an çalmastili hi/nıektedirler, ancak çeşitli enstrunwn/amı bir araya gelmesinden oluşan hir mt: tka taktnıt kullannu ş de,�i//er" dir. Askeri müziği "kendi ordusunda da, Osman/t!amı ç111gmıkit detJ.nek/er. çoban k am/lan . zurna­ /ar. da l'lt! l'e diinıhe/ek/erden oluşan mehter taktmtnt örnek ala'

"

24:1


. , .ak ilk uygulayan Po/om·a Kralı Jan Sohieski olmuştur. 1 74 1 ' de de Al 'llsturralı/ar mehter mü:i.� ini ordulannda kullanmaya baş­ lamışlardır On/an Pntsya/ı/ar ı·e Ruslar i:/emiş, :anıan/a hiitiin Aı ' I 'IIJW benimsemiş" tir. ( Georg Schreber, Türklerden Kalan, M ili iyet Yayınları, İ st. ı 982, s. 309) Daha sonraki yıllarda da, gene kendi gelenek ve görenekleri­ nin öteki etnik grupların gelenek ve görenekleriyle karışımından yepyeni bireşimlerle, "ôdah- ı muaşeret" ten me:ar taşı söylemi­ ne kadar bütünüyle kendine özgü, yepyeni bir mutfak kültürü, ahşap yalı re konaktan, bizce yeryüzündeki en güzel formu ya­ kalamış olan taş canıilere kadar yetkin bir mimarlık yaratmayı başarmışlardır, hiç kuşku yok ki . . . Hele hele mimarlık . . . Gerçekten örnek bir yapıt olan Fa­ tih ' in Rumeli hisarından sonra, "yan kuhhe/er/e merkezi kuhhe­ yi destekleyip genişleterek daha büyük alaniann üstiinü örtme­ yi" başaran Osmanlı mimarlığı, çağdaş m imarlığın kurucuların­ dan Amerikalı büyük usta Frank L/oyd Wright ' a " Yeryüzüne iki mimar gelmiştir, biri Osmanlı Sinan, ötekisi hen" dedirtecek denli büyük mimar, Sü leymaniye, Selimiye gibi başyapıtları yapmış S inan ' ı yetiştirmiştir. Ama ilginçtir, Osman Nuri Ergin, beş ciltlik " Türk Maarif Tarihi" adl ı çalışmasında, medreseleri incelerken, " Osmanlı İm­ paratorlu,�u' nda /m müesseseleri yapacak mühendis ı ·e mimar­ lar nerelerde ve nasıl yetişiyordu? Bunu kat' i olarak hilmiyo­ nc . " diye yazmaktadır. ( Age, c- 1 , s. 1 27) Ayrıca, Ord. Prof. İ smail H akkı Uzunçarşılı ve hemen hemen bütün öteki araştırmacıların söz birliği etmişcesine "K anun i' nin medreselerinde ayn riya:iyat re tabiiyat medreselerinin de hu­ /ımdu,�unu" öne sürmelerine de şiddetle kmşı çıkarak, "Profe­ sör İsmail Hakkı ' nı n dediğinin re d(�er m ulıarrirlerin de teyit ve tekrar ettiklerinin aksine olarak Süleymaniye medreseleri ara­ .wıda riya:iyat re tabiiyat için ihtisas medreseleri o/madı,�ı gibi ( .) Kanuni' nin l 'akfiyesinde de danittıp ile dariiihadisten baş­ ka ihtisas medresesinden ha his yoktur " demektedir. (Age, c- ı , s . 86)


Bu nedenle, aydınlarımızın çoğunun hala tartışmaya bile ge­ rek görmeden savunduğu gibi, arada bir de Timur yenilgis inin bulunmasına karşın, Osmanlıların topu topu üç çeyrek yüzyıl gi­ bi kısa bir süre içinde bir uç beyliğinden bir imparatorluk haline gelmesini sağlayan bu yeni kültür ve uygarlık birikimini gerçek­ ten medreseler mi oluşturmuştur acaba? Doğrusu kuşkuya düş­ mernek olanaksızdır. Örneğin, İlhan Tekeli ile Selim İ/kin de, yukarda andığımız ortak çalışmalarında, " 1 6 . yüzyılda Osmanlı/ann hi/im a/amnda yaptıklan ciddi karkılar deniz co,�rafyası a/anındayd1 . ?iri Re­ is' in dünya haritası , "Kirah- ı Bahriye" si, Seydi A li Reis ' in "Muhir" i gihi �·alışma/ann dikkati çeken hir öze//iifi de, hun/a­ n yapaniann ne Medreseden, ne de Endenmdan ge/mesidir. " demektedirler. (Age, s. 22) İ lhan Tekeli ve Selim i lki n 'in de belirttiği gibi, O smanlıların XVI. yüzyılda bilim alanında yaptıkları bir diğer katkı da, İ stan­ bul ' da bir gözlemevi (rasathane) kurma girişiminde bulunmala­ rıdır. Sarayın müneccinıhaşı olan Takiyiide/in hin Ahmed, 1 5 75 ' ler­ de S ultan I II. Murad ' a başvurarak, Uluif Bey' in :ic· ' ini -:ayiçe­ sini- (yıldızların durumunu ve hareketlerini gösterir cetvelİ) ta­ mamlayıp, müneccimlerin temel görevi olan rakam rakı-imi (yı­ lın ay ve günlerini gösterir takvim) ile ahkclm takvimini (yıldız­ larla gökcisimlerinin durumlarından anlam çıkararak y ılın eşref saatlerini ve ramazanı, imsakiyeyi, bayram günlerini belirleyen takvimi) daha sağlıklı hazırlayabilmek için İ stanbul 'da bir gö:­ /emevi (rasathane) kurulmasını istemiştir. Takiyiide/in Mehmed hin A hmed, 15 2 1 'de Kahire 'de doğmuş, Mısırlı bir bilginin oğludur. Öğrenimini orada tamamlamış ve ünlenmiştir. 1 570' lerde de, Su ltan II. Selim zamanında m ünec­ cim olarak İ stanbu l ' a gelmiş ve 1 5 7 1 'de, gene Sultan II. Selim zamanında Saraya müneccimbaşı olmuştur. Matematik ve astro­ nomi alanında döneminin ünlü bilim adamlarındandır. Önerisi üzerine gerçekten de Saray 'dan izin çıkmış ve 1 5 76 yılında Top­ hane 'nin üstündeki tepede bir gözlemevi yapımına baş lanılmış­ tır.


Ne var ki, ufenıa daha ilk günden karşı çıkmıştır İ stanbul 'da bir gözleme vi y ap ılmasına. Ö yl e ki, 1 577 'de bir kuyrttkfuyıfdı:m göninme si ni. 1 5 78 'de de İ stanbul ' da büyük bir \ ' e/w salgınllllll çıkmasım bile, bu gözlemevi inşaatının uğursuz­ luğuna yormuşlardır. Gözlemevi inşaatının başlamasından kısa bir süre sonra, 1 577 'de şeyhülislamlığa getirilen Kadızade Şemseddin Ahmed Efendi de, İ stanbul 'da bir gözlemevi yapılmasına şiddetle karşı­ dır. II. Bayezid döneminde i lm iye sınıfının ileri gelenlerinden bi­ ri olan ulemadan Kadı Mahmud Efendi 'nin oğlu Kadızade Şern­ seddin Ahmed Efendi, Yavuz Sultan Seli m ' in tahta çıktığı yıl, 1 5 1 2 'de Edime 'de doğmuş ve öğrenimini Kanuni döneminde medresede tamamlayarak müderris olmuştur. İ stanbul medrese­ lerinde uzun süre hocalık yaptıktan sonra da 1 563 ' de İ stanbul kadılığına getirilmiş, ancak tutucu kişiliği yüzünden bir yıl son­ ra, 1 5 64 'te Sadrazam olan Sokullu Mehmed Paşa tarafından gö­ revden alınarak Edime'ye sürülmüştür. B aşlarda da belirttiğimiz gibi, Kanuni' nin ölümünün hemen ardından Osmanlı sarayında yoğun bir iktidar kavgası başlamış­ tır. Kapıkullarını temizleyip yönetime egemen olabilmek ama­ cıyla daha II. Selim döneminde suhteferi (medrese öğrencileri­ ni) ayak/andırarak bu kavgayı başlatan u/ema (ilmiye sınıfı ), III. Murad ' la saraya girmeyi de kolayca başarınca, artık sırtlarını Sultana dayayıp usta işi entrikalarla, kiminin yetkilerini kaldır­ tarak, kiminin işlevine son verdirterek Saray içi iktidarı hızla ele geçirmişlerdir gerçekten de . . . Kadızade Şemsedin Ahmed Efendi de, hiç kuşku yok ki, ule­ manın bu kavgadaki elebaşlarından biri olsa gerektir. III. Murad döneminde u lemanın bu kavgadaki baş hedefi de, anıınsanacağı gibi Sadrazam Sokuffu Mehmed Paşa 'dır ve 1 57 7 ' lere gelindiğinde Paşa 'nın yetkileri artık bayağı kısıtlan­ mıştır çeşitli oyunlarla. Nitekim, Kadızade Şemseddin Ahmed Efendi 'nin, 1 577 'de, Paşa ' y a rağmen, üstelik şeyhülislamlığa getiri lmesi de bu gerçeğin kanıtıdır mutlaka. 24(ı


Fakat ilginçtir, onca tepki göstermesine karşın Kadı::ade Şemseddin E(endi de şeyhülislam olduğu halde bu gözlemevinin yapılmasını engelleyememiş ve sanki Sadrazam Sokullu Meh­ med Paşa 1 5 7 9 ' da bir cinayete kurban edilip ortadan kaldırıldık­ tan sonra ancak, Sultana "Gökleri rasad etmeni n URursuzluk ge­ tirecej?i, dolayısıyla dinen caiz olmadıM' şeklinde bir fetva ve­ rip ikna ederek 1 5 80 yılının şubat ayında gözlemevinin tamam­ lanmış bütün binalarını yıktırtmış ve "rasadla ilgili her türlü ça­ lışmayı" y asaklatmıştır. (Doç. Dr. Hasan Akgündüz, Osmanlı Medrese S istem i, s. 1 85) Kısacası, İ lhan Tekeli ve Selim i lkin 'in "Bilim alanmda cid­ di katkılarda bulunmuş Osmanlıların medreseli olmadıkları" şeklindeki saptamaları da bir yana, görüldüğü gibi, medreseliler herhangi bir bilim alanında ciddi bir katkıda bulunmak filan şöyle dursun, bu alanlarda yapılmış çalışmaları da, dine aykırı olduğu gerekçesiyle, kesinlikle engellemeye çalışmışlardır güç­ leri ye ttiği sürece . . . Ayrıca unutmayalım ki , gözlemevi yapımını, şiddetle karşı çıkarak durduran ve tamamlanmış binalarını da yıktırıp yerle bir ettiren bu şeyhülislam ve ulemanın tamamı Kanuni döneminde medrese eğitimi görmüştür. Hatta, ola ki çoğu da Sahn-ı Sernan veya S üleymaniye medreselerinden birini bitirmiştir. Yani, tarihçilerimizin neredeyse tamamının ısrarla savundu­ ğu, medrese eğitiminin Fatih-Kanuni döneminde çok farklı ol­ duğu ve birçok bilim adamı yetiştirdiği, ancak XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren matematik, hey 'et, felsefe gibi dersle­ rin dine aykırı olduğu gerekçesiyle artık okutulmaması yüzün­ den eğitimin bozulduğu görüşüne katılabilmek de doğrusu ol­ dukça zordur. Görüldüğü gibi, bir göçebe aşiret beyliğinin yüzelli yılda bir imparatorluk haline gelmesini sağlayan bu yeni kültür ve uygar­ lığın yaratıcısı, medreseden başka kaynaklar olsa gerektir, bizce hiç kuşku yok ki . . .

247


Divan Şiiri, Medrese ve Osmanlı Aydım

Osman l ı İ mparatorluğu 'nda, kentin demografik yapısının korunması amacıyla kaçak giren bekarların saptanıp köylerine gönderilmesi veya savaş yıllarında birtakım kıtlıklara meydan verilmemesi için İ stanbul 'da zaman zaman ev yazımı, aile reisi yazım ı , erkek yazımı gibi defterler tutulmuşsa da, ülke çapında bir nüfus say ımı, gördüğümü z kadarıyla hiç yapılmamıştır. Pars Tu,�laet' nın verdiği bilgiye göre, güya 1 83 1 y ılında bir sayım yapılmışsa da, onda da sadece "Rumeli ve Anadolu' daki erkek­ ler sayılmış" tır. Bu nedenle Osmanlı toplumundaki okuryazarla­ rın sayısı ve bu konudaki gelişmelerle ilgili bir bilgi bulabilmek de, doğal olarak olanaksızdır. Ancak, bu say ı da çok düşük olsa gerektir, kuşkusuz. Nitekim, Prof. S erke s 'in verdiği bilgiye göre, Şair Ziya Pa­ şa da; ta 1 868 ' lerde "Müslüman ha/km sadece % 2 'sinin okur­ yuzar olduj?unu tahmin edehilmekte" dir. Tam otuz yıl sonra, 1 899'da yapılmış eğitimle ilgili bir sayı­ m a göre de, "bütün ülkedeki kız ve erkek rüştiye v e idadi okul­ lan ndaki öj?renci sayısı 36 050, medreselerdeki öj?renci sayısı 85 168, yani Müslüman kesimdeki toplam öj?renci sayısı da an­ cak 121 2 1 8 ' dir" zaten. Oysa, gene aynı sayım sonuçlarına gö­ re, örneğin "Hıristiyan azmlıj?m okullarındaki öj?renci sayısı ikisinin toplammdan daha fazla, 123 2 1 0 ' dur. " Tarihçiler, her ne kadar Osmanlı İ mparatorluğu ' nun XVI. yüzyıl sonlarındaki alanının 6 milyon m2, nüfusunun da % 60 ' ı Müslüman, % 40 ' ı öteki dinlerden 6 0 milyon dolaylarında oldu­ ğunu öne sürmekte iseler de, daha sonraki yıllarda büyük toprak yi timleri yüzünden nüfus ta da büyük düşüşler olmuştur mutlaka. Ancak, 1 927 sayımına göre, sadece Anadolu ve Trak ya'nın bir bölümünün nüfusunun 1 3 ,6 milyon olduğu düşünülürse, Os­ manlı İ mparatorluğu 'nun XIX. yüzyıl sonlarındaki nüfus unun da doğrusu en az 20-25 milyon dolaylarında olması gerektir ga­ liba. Bu durumda. Müslüman veya değil toplam öğrenci sayısının 248


nüfusa oranı da, zaten o/c: l küsur dolaylarında olmaktadır ancak. Müslüman öğrencilerin Müslüman nüfusa oranı ise, binde sekiz dokuz dolay larında, daha da düşüktür. Ayrıca, yukarda da değinildiği gibi, medreselilerin, hatta mü­ derrislerinin bile tamanının okuryazar olduğu kuşkuludur. Eği­ tim bütünüyle ezbere dayalı olduğu için, aslolan yazmak değil, ezberi düzgün okumaktır. Bu nedenle, okuryazarlık kavramı ile medrese kavramı da özdeşleştirilmemelidir kesinlikle. Burada bir kez daha y ineleyelim ki, medreseler in temel işlevi de, kitle­ yi eğiterek okuryazar yetiştirmek filan değil, Sünni-Hanefi inan­ cını yaygınlaştırmak ve Osmanlı yargı sistemini elde tutarak yö­ netime egemen olmaktır. İ lginçtir, gördüğümüz kadarıyla, ulema dışındaki Osmanlı okuryazarlarını da, Enderun ' dan yetişenlerle birlikte, özel ders­ lerle kendini eğitmiş aydınlar oluşturmaktadır. Hatta, özel ders alarak kendini yetiştirenler, sanki çoğunluktur. Bu nedenle, özel ders yöntemini, Osmanlı kültür yaşamının asıl öneml i örgün eğitim kurumu olarak değerlendirmek, sanki gerçeğe de pek ay­ kırı düşmemektedir. Örneğin, matematik, astronomi, felsefe, tarih, coğrafya vb. gibi bilimler ancak özel dersler alınarak öğrenilebilmektedir çünkü. Tarihçilerimizin belirlemelerine göre: "Astronomi ilmi (ilm-i heyet) esaslı olarak Ali Kuşçu ' nun Türkiye'ye gelmesiyle başla­ mıştır. " (O sm. Tar. c- 1 , s. 606) XV yüzyılın ikinci yarısına ka­ dar Osmanlı medreselerinin bazılarının sadece ilk s ınıflarında, aritmetik olarak "amal-i erbaa " denilen dört işlemi öğretmek, geometri adına da "eşkal-i tesis" denilen şekillerle ilgili birkaç genel bilgi vermekten öte matematik okutulmamaktadır. Os­ manlıl arda "Riyaziye mektebi halinde il k tedrisat yapan re ta/e­ be yetiştiren de Ali Kuşç u ' ' olmuştur. Hatta, konumu nedeniyle kendisi gidip özel ders alamadığı için " Ünlü sadrazam Sinan Paşa, ÖRrencisi Tokatlı Molla Lütji"yi Ali Kuşçı/ya gönderip özel ders aldırarak, ondan" ve notlarından riyaziyat ı·e astrono­ nıi öğrenmiştir. (Osm. Tar. c-2, s. 596) :?49


Nitekim, Osmanlıların yetiştirdiği ilk Türk matematikçisi olarak bilinen, 1 3 37 yıl ında Bursa ' da doğmu ş , Bursa kadısı Mahmud Çelebi 'nin oğlu olduğu için Bursa h K adı:ade-i Rumi adıyla ünlü Musa Paşa da, ilg inçtir, Bursa 'da matematik dersi alma olanağı bulamamış olsa gerek ki, XIV. yüzyılın ortalarında Orta Asya' ya, Timur ' un ülkesine giderek Semerkand ' da mate­ matik ve astronomi bilgini olmuş ve 1 4 1 2 'de, Uluğ Bey döne­ m inde Semerkand'da ölmüştür. ( Burada hemen şunu da belirte­ lim ki; kimi tarihçilerimiz, galiba ikisinin de S ursalı oluşuna ba­ kıp, Kadızade-i Rum i ' nin çocukluğunda Molla Gürani'den ma­ tematik ve astronomi dersleri aldığını, kimi tarihçilerimiz de Se­ merkand ' da Ali Kuşçu 'nun hocası olduğunu yazmaktadırlar. Ancak, gene aynı kaynaklarda verilen bilgilere göre, Kadızade­ i Rumi, Molla Fenari' den tam 1 3 yaş daha büyüktür, yani çocuk­ luğunda ondan ders almış olması olanaksızdır, 1 4 1 2 ' de Semer­ kand'da öldüğünde de Ali Kuşçu henüz 9- 1 0 yaşlarında bir ço­ cuktur, dolayısıyla Kadızade-i Rumi, Ali Kuşçu ' nun değil, Ali Kuşçu'yu yetiştiren Uluğ Bey ' in hocası olsa gerektir.) "Ali Kuşç u' dan sonra da, torunlan Kutbıiddin Mehmed ile Mirim Çelebi özel riyaziye dersleri vererek öj?renci yetiştirmiş­ lerdir. " Osmanlı tarihi ile ilgili, halen bilinen en eski eser de, Şair Ahmed/' nin " İskendername" sinin, "Dasitiin-t Tel'Grih-i Müluk­ i A l-i Osman" adlı 3 34 beyitlik son bölümüdür. Asıl adı kimi kaynaklara göre Tiiceddin İbrahim , kimi kay­ naklara göre de Taceddin Ahmed olan, Osmanlı divan şiirinin kurucularından Şair Ahmed/ de, özel ders alarak kendini yetiş­ tirmiş Osmanlı aydınının ilk örneklerinden biridir. "Molla Fe­ narf' den , Şifa ya:an Hact Paşa' dan, Şeyh Ekmelüddin ' den ders alarak !tp, geometri, astronomi, tarih ö,�renmiş, Germiyanoj?lu Emir Süleyman ' a da ö,�retmenlik yapnuşttr. Anadolu' da din dt ­ ŞI edebimt alanmda di\ '(111 sahibi ilk şair olarak kabul edilmek­ tedir. " İ lk tarihçimiz Aştk Paşa:ade de, XV. yüzyılda yetişmiş , med­ reseli olmayan Osmanlı aydınlarındandır, bilindiği gibi.


Ayrıca, medreselerde bütün dersler Arapça okutulduğundan öğrencilere de daha ilk günden sadece Arapça öğretildiği halde, özel ders alarak kendini yetiştiren Osmanlı aydınları Arapça'nın dışında başka dilleri de öğrenmektedirler genel l ikle. Örneğin, Katip Çelebi. Batı kaynaklarından da yararlanabil­ mek için, Arapça ve Farsçadan başka Franstzca ve Latince de öğrenmiştir. B ir kapıkulu suvarisinin çocuğu olduğu için önce Enderun'a giren Katip Çelebi, daha sonra babasının ısrarı üzeri­ ne medreseye geçmiş ve "Kadızade Mehmed Efendi' den te/sir, ihyau' /-u/um (bilimleri geliştirme) ve ketarndan Mevakı/ şerh i ve fikthtan Dürer ve Birgivi ' nin Tarikat-i Muhammediye'sini" okumuştur. Ancak, " Kadızttde'nin bilgisi yüzeysel olup, ak/i bil­ giye def?er vermemesi, kendince düşünceler yürütmesi sebebiyle bu tedris (eğitim) zeki ve araştu·macı Katip Çelebi'yi tatmin et­ memiştir. " (Prof. Uzunçarşılı, Osm. Tar. c-3, k-2, s. 5 3 9) Çare­ siz, tarih, coğrafya, harita, riyaziye, hendese konularında özel dersler almış ve kendini yetiştirmiştir. Daha sonra da, tıb, riya­ ziye, felsefe ve astronomi konusunda dersler vererek geçimini sağlamıştır. Batılı kaynaklardan yararlanarak da birçok kitap yazmıştır. Gene, Köprülü sütalesinden S adrazam Fazıl Ahmed Paşa'nın yakın çevresinden Ebu Bekir Dimeşki de, aynı yıllarda Latince öğrenerek, "Joan Bleau' nun Atlas Major adlı coğrafyastm Ter­ cüme-i Coğrafyay-ı K ehir" adıyla Türkçeye çevirmiştir. Bilindiği gibi, Prof. Uzunçarşı lı ' nın yazdığına göre Fatih de, "birkaç lisa1ıa vaktf tır. Prof. Halil İ nalcık, Fatih' in " Yunanca ve S/avca da hild(�ini" yazmaktadır. İtalyanca bildiğini öne sü­ renler de vardır. Şairler arasında ise, Arapçadan başka Farsçayı da okuyup ya­ zacak denli çok iyi bilmeyen, gal iba hiç yok gibidir. Zaten özel eğitimle kendini yetiştirmiş Osmanlı aydınları içindeki en büyük grubu da şairler oluşturmaktadır gördüğümüz kadarıyla. Çünkü , ' "anıal-i erbaa" türünden basit bilgilerin öğretilmesi düzeyinde de olsa, matematik bile zaman zaman bazı medrese'

25 1


!erin ilk sınıflarında eğitim programiarına ola ki alınm ıştır da, edebiyat kesinlikle okutulmamıştır galiba gerçekten de hiçbir medresede. Daha doğrusu, şiir hiç okutulmamıştır, galiba? . . ''Edebiyat" sözcüğü de zaten, dilimizde ilk kez XIX. yüzyı­ lın sonlarında, Batıdaki örneklerine bakarak edebiyatımızdaki ilk roman ve öyküleri yazan genç yazarlarca kullanılmıştır, ede­ biyat tarihçilerinin verdikleri bilgilere göre. O tarihe kadar, şi­ ir" sözcüğü, "edebiyat'' anlamına da kullanılmıştır. B il indiği gibi, Hanefilik, Kuran ve hadisiere sıkı sıkıya bağ­ lı bir mezheptir ve şeriat hükümlerinin toplumsal yaşamda tam uygulanmasını istemektedir. Bu nedenle, temel amacı Hanefilik inancını yaymak ve yönetime egemen kılmak olan medreseler­ de şiirle ilgili bir dersin olmamasını da doğal karşılamak gerek­ tir aslında. Çünkü, Kuran ' ın çeşitli surelerinde şairleri son dere­ ce ağır bir dille suçlayan ayetler vardır. Ö rneğin, Kuran ' ın "Enbiya (Peygamberler) Suresi" nin be­ şinci ayetinde "Dediler Hayır! B unlar saçma sapan rüyalardır. Hayır! Onu kendisi uydurnıuştur. Hayır! O bir şairdir Haydi, önceki peygamberler gibi o da bize bir mucize göstersin. denil­ mekte, daha sonra da Hazreti Muhammed 'e inanmayıp, ona şa­ ir diyen bu kişilerin de cezalandırılacakları belirtilmektedir. Bilindiği gibi, dönemin ünlü Arap şairleri başlangıçta Mu­ hammed' e şiddetle karşı çıkmışlardır. Edebiyat tarihlerinde belirtildiğine göre, Arap şiiri VII. yüz­ y ılda en parlak dönemini yaşamaktadır. Aruz vezni de bu dö­ nemdeki Arap şiirinin bir buluşudur ve şairlerin aruz vezni i le yazdıkları bu ş iirlerden en beğenilenleri Ka be duvarına asılmak­ ta, onlara da "Muallakat " (asılmış/asılı) denilmektedir. Dolayı­ sıyla, şiirleri Kabe duvarına asılmış bu ünlü şairler, halkın üze­ rinde de çok etkilidirler. Bu şairlerden "Muallakat-I Seb ' a" ( Ye­ di asılı) diye adlandırılan yedi şair de Arap şiirinin kurucusu sa­ yılmaktadır ve bu şairlerden Antere bin Şeddad, İmrü-el Kays, Ümeyye bin Ebiu 's Sa/et. Lebid bin Rebia Ebu Akl gibi en ünlü­ ler İ slaıniyete şiddetle karşı çıkarak, Kuran ' ın gökten inmediği­ ni, O ' nu da bir şair olan Muhammed ' in yazdığını öne sürmüş­ lerdir. "


Enbiya Suresi nin inmesinden sonra da bu şairler karşı çık­ mayı sürdürmüş olmalılar ki, bu kez "Şair/er" adıyla bir sure daha inmiş ve bu "Şuara Suresi" nin 223. ayetinde "Onlar şey­ tana kulak ı·erirler ve onlamı ço,�u yalanctdtr!GI: " 224, 225 ve 226. ayetlerinde de "Şair/ere ancak a:g111/ar (saptkiar) uyarlar. Onlar11ı her alanda aşmlt,�a kaçttklamii (her I'Gdide sersenıce dolaştp durduklamii ) görme: misin ? Hiç şüphe yok ki, onlar yapnıadtklan şeyleri de söylerler. " denilerek, şairler ağır bir dil­ le, şeytana uymuş, sapık, büyücü, insanları kötü yola sürükle­ yen, günahkar kişiler olmakla suçlanmışlardır. Yasin Suresi 'nin 69. ayetinde de: "Bi: ona şiir öf:retnıedik. Bu ona :aten yaktşnıazdt denilmektedir. Hazreti Muhammed'in bir hadi sinde " Öyle şiir vardtr ki, hik­ nıettir; öyle beyan l'([rdtr ki, sihirdir. " bir başka hadisinde de "Benden sonra peygamberlik o/aydt , onu hak yolunda giden bir şaire verirdinı . " dediğini aktararak, Kuran 'daki bu ayetlerin şi­ iri ve şairi toptan kötülemeyip, sadece cahiliye dönemi şairleri­ ni (İslamiyere karşt çtknuş şairleri) kastettiğini öne süren Hane­ fi aydınları da yok değildir elbette. Ancak, Hanefi inancı doğrultusunda eğitim veren Osmanlı medreselerinde, Kuran'daki bu ayetlere uyularak, bütün tarihi boyunca edebiyat dersinin, hatta Arap edebiyatı dersinin okutul­ mamış olduğu da, galiba ıartışılmasa gerektir doğrusu. Nitekim Prof. Fuad Köprülü de: "Medrese, şiiri ve nıusikiyi hep haranı saynuşttr. " demektedir. (Türk Edebiyatı Tarihi, Ö tü­ ken Yayınevi, İ stanbul 1 980, s. 1 28) Ç�nkü, "Bu cahiliye şairlerinin İslamiyere karşt ateşin ve alayit hicivler ya:nıalan , ya/nt: hunlamı def:il, o dönemdeki bii­ tün şiirlerin yasaklamh haranı sayt!nıastm icab ettirnıiştir" Ge­ ne Prof. Köprülü 'nün değerlendirmelerine göre, İslamiyerin ya­ yt!tp topluma egemen o/nıastyla :aten şiire de gerek kalnıanuş­ ftr. "Kur' an hükümleri, insaniann manevi hayatlariiil taminıe kôfi geldif:inde n, hayatm maddi faaliyetleri de arttk eskisi gibi şiirin gelişmesine meydan btmknıanıaktadtr Hele, Hulefô-yt Raşidfn deı·rinde kttalar fetltedcn din/ herean karşwnda, aşk ı·c '

"


şarap şiirlerinin deı ·am111a zaten imkan yoktur " ( Age, s. 1 02) Edebiyat tarihlerinde de belirtildiği gibi, Arap şiiri İ slamiyet­ le birlikte gerçekten de bir duraklama dönemine girmiştir. Erne­ viler döneminde İ slamiyet öncesi şiir geleneklerine dayalı yeni bir neo-klasik şiir yaratma girişimlerinde bulunulmuşsa da, Ab­ basiler döneminde iyice gerilemiş ve yerine, konusunu Ku­ ran'dan, hadislerden, din ulularının yaşamlarından veya Tev­ rat 'tan, Zebur' dan, İ ncil 'den alan yeni bir İ slami şiir oluşturul­ maya çalışılmıştır. Dinsel duygu ve düşünceleri işleyen bu yeni şiirle de, eski Arap şiirinin kaside, gazel, mesnevi, rubai gibi na­ zım biçimlerine karşılık, Hz. Muhamme d'i öven "Naat" Tanrı­ nın yüceliklerini anlatan "Münacaat" gibi yeni nazım biçimleri doğmuştur. Atalarımızın İ slamiyeti kabul ettiği yıllarda, coşkulu genç bir Müslümanın aruz vezni ile yazmağa çalıştığı didaktik bir man­ zume olan, yazılı edebiyatıınızın ilk yapıtlarından "Kutadgu Bi­ lig " de, bu yeni İ slami şiirin tipik örneklerinden biri sayılsa ge­ rektir bizce. Ancak, gene edebiyat tarihlerindeki bilgilere göre, İ s lamiye­ tİn suçlayarak susturduğu cahiliye dönemi Arap şiiri, İ slamiyeti kabul etmelerinin hemen ardından, IX. yüzyılda, ilginçtir bu kez de İ ran şiirini etkisi altına almış ve bu yeni şiir, Mua//akat-1 S eb' a şairlerinin ölçüsü aruz vezniyle X. yüzyıldan itibaren bü­ yük bir gelişme göstererek, XI. yy.da Firdeı·si, XII. yy.da Ömer Hayyam, Nizami, XIII. yy.da Şeyh Sadi-i Şirazi, XIV. yy.da da Hafız gibi, dünya şiirinin de büyük ustalarını yetiştirmiştir. Osmanlı divan şiiri de, tıpkı İ ranlılarda olduğu gibi, Türkle­ rin İ slamiyeti kabul etmelerinden sonra, ancak Arap şiirinin de­ ğil İ ran şiirinin etkisi altında kalarak yarattıkları, ama gene de eski Arap şiirinin devamı bir şiirdir, hiç kuşku yok ki. Din dışı bir şiirdir. Bu nedenle, aslında medreselerde edebiyat dersinin okutulup okutulmamış olması da bir yana, salı bu içerikteki bir eğitimle şiir yazabilmek, şair olabilmek de olanaksız olsa gerektir zaten. Elbette. aynı dönemde Osmanlı uleması ve Hanefi mutasav-


vıflarınca, Muhammed ve Tanrı üzerine, aruz vezni ile klasik şi­ ir kalıplarında, ınesnevi tarzında destanlar, naatlar, münacaatlar da y azılmamış değildir. Bu yapıtların en ünlüsü de, bilindiği gi­ bi, Yıldırım B ayezid döneminde Bursa' da, Ulu Cam i ' de imam olduğu söylenilen Süleyman Çelebi 'nin XIV. yüzyıl sonlarında aruz vezni ile mesnevi tarzında yazdığı Hz. Muhammed'in do­ ğumundan ölümüne yaşamını ve yüceliğini anlatan neredeyse 800 beyitlik "Mevlür" tür. Ancak, bu manzumeleri, yazınsal de­ ğer açısından divan ş iiriyle birlikte düşünebilmek bile söz konu­ su değildir kesinlikle. Osmanlı divan şairlerinin de, galiba hiç kuşku yok ki tama­ mı, bizce bu nedenle özel dersler alarak kendilerini yetiştirmiş­ lerdir mutlaka. Hatta birçoğu, medreseye de hiç gitmemiştir, gördüğümüz kadarıyla. Osmanlılarda, şairlerin yaşamöyküleriyle ilgili bilgiler veren "Te:kire " adlı kitaplar, bilindiği gibi, XVI. yy. ortalarından iti­ baren yazılmaya ba�lanılmıştır. İ lk "Şuara Tezkiresi " de, Edir­ ne/i Sehf Bey' in, 1 5 3 8 'de yazdığı "Heşt Behişr" (Sekiz Cennet) adlı kitabıdır. Daha sonra 1 568 ' de de, divan sahibi şair Aşık Çe­ lebi, Sultan II. Selim 'e "Meşairü's Şuara " (Şairlerin Duyuları) adlı bir tezkire sunmu ştur. Kimi kaynaklara göre, LatijT' nin "La­ r(fı Tezkiresi " denilen şuara re:kiresinin de 1 546'da Kanuni'ye sunulduğu belirtilmektedir. Bağdatlı Ahdf'nin de, 1 5 80 ' lerde Sultan III. Murad 'a sunduğu "Gü/şen-i Şuara " (Şairler Bahçe­ si) adlı bir tezkiresi vardır. XVII. yüzyılda da, Şeyhülislam Ebüssuud Efendi 'nin yardımcılarından Şeyh Beyan/ Mustafa Efendi; babası da ünlü ulemadan, aynı zamanda müderris ve ka­ dı Kınaleade Hasan Çelebi; uzun süre Mısır kadıl ığında bulun­ muş gene ulemadan Mustafa Rizayi Egendi; tasavvuf ehli Kat­ zade Abdülhay Fai:i, Gitfti A li Efendi, Rifai, Kefevi, i::eri, Edir­ ne/i Rı:ai gibi çoğu medreseden yetişmiş birçok kişi çeşitli şu­ ara re:kireleri yazmışlardır. Fakat ne yazık ki, bunca tezkire yazılmış olmasına karşın, di­ v:.m şairlerinin yaşamöyküleriyle ilgili bugün elimizde yeterince sağlıklı bilgi bulunduğunu söyleyebilmemiz de doğrusu olanak­ sızdır.


Ö rneğin, aynı yıllarda birçok şuam tezkiresi yazılmış olma­ sına karşın, XVI. yüzyıldaki Ruhi, Fuzuli, Fazlt, Hakani, Taşit­ calt Yahya, Tacizade Cafer Çelebi, Hayali gibi, XVII. yüzyılda­ ki Naili, Nef' i, Nergisi, İsmeti, Nedim-i Kadim , Neşati gibi ünlü divan şairlerinin bile doğum tarihleri bilinememektedir. XV. yüzyılda yaşamış Şeyh i, Ahmed-i Dai gibi Osmanlı divan şiiri­ nin kurucuları olan şairlerin yalnız doğum tarihleri değil, ölüm tarihleri de bilinememektedir hala. İ lginçtir, X VIII. yüzyılda yaşamış Nedim , Enderunlu Fazt!, Vastf, Haşmet gibi şairlerin de doğum tarihleri hakkında günü­ müze kesin bir bilgi ulaşmam ıştır. Bu konudaki kaynaklarda, genellikle; örneğin "XVII. yüzyt! divan şairi Nai li' nin hayalt hakktnda hilgiler yok denilecek ka­ dar azdtr. " veya "Neşati' nin doj?um tarihi hilinememektedit: Zaten hayalt hakkmdaki bilgilerimiz de fazlaca dej?ildir. " gibi ifadeler bolca kullanılmaktadır bu nedenle. Ayrıca, kimi şairler hakkında günümüze u laşmış bilgiler de bazan çok çeşitlidir ve genel likle de birbirleriyle çelişkilidir. Ö r­ neğin, Halil Erdoj?an Cengiz, XVIII. y y. divan şi irinin büyük u s­ tası Nedim ' in, 1 730 yılında, Patrona Halil ayaklanması sırasın­ daki ölümü ile i lgili birbirinden çok farkl ı üç görüş saptadığını belirtmektedir. Şair Nedim , kimi belgelere göre: "Patrona Halil ayaklanmast strasmda damdan dama kaçarken aya,�t kaymtş ve düşüp ölmüştür. " En yaygın kanı budur. Ama, kimi belgelere göre de: " İçkiye fazlaca düşkün olmast sehehiyle, ayaklanmayt duyunca titreme hastalt,�ma yakalanarak ölmüştür. " Kimi bel­ gelere göre is e : ayaklanmanın olduğu gün değil, daha sonra, "Damat ihrahim Paşa' mn ı ·e yakmlanmn başianna gelenler­ den korkarak vehim (kurımtu) hastaltj?ma tutu/up ölmüştür " Bu nedenle Halil Erdoj?an Cengiz de: "Nedim ' in gerçekte nast! ve neden öldii,�ü kesinlikle bilinmemektedir " diye yazmaktadır. (Di van Şiiri Antolojisi, Milliyet Yayınları, İ st. 1 972, s. 5 94) Görüldüğü gibi, bu şairlerin nasıl bir eğitim gördüğünü sap­ tayabilmek de olanaksızdır. Örneğin, gene Şair Nedim için, Halil Erdoğan Cengiz, her-


hangi bir kaynak göstermeden " iyi eğitim görmüştür" diye ya­ zarken, Meydan Larousse'da "nasıl bir eğitim gördüğü kesinlik­ le bilinmiyor" denilmektedir. Behçet Necatigil ise, Edebiyatı­ mızda İ simler Sözlüğü 'nde "Nedim ' in de medrese eğitimi gör­ düğünü " öne sürmektedir. Gene, bütün edebiyat tarihçilerinin ortaklaşa belirttikleri gi­ bi, sürekli Hille, Kerbela, B ağdat yöresinde yaşamış ve başka ü lkeye hiç gitmemiş Fuzuli' nin de, medrese eğitimi gördüğüne dair günümüze herhangi bir bilgi ulaşmamıştır ama, küçük yaş­ tan itibaren çok iyi bir eğitim aldığı, Türkçenin yanı sıra Arapça ile Farsçayı da çok iyi konuştuğu ve bu üç dilde şiirler yazdığı konusunda da kimsenin kuşkusu yoktur, gördüğümüz kadarıyla. Çağdaşı ve hemşerisi Bağdat/ı Ahdf de, 1 5 80 'de III. Murad ' a sunduğu "Gü/şen-i Şuara" adlı tezkiresinde, Fuzuli ' nin, Arapça ve Farsçayı da şiir yazacak denli iyi öğrenmenin dışında, "Ha­ dis ve tefsirleri i le, hendese (geometri), heyet ( astronomi) ve hik­ met (felsefe) de bild(�ini" yazmıştır. Cevdet Kudret de, Nevzat Yesirgil takma adıyla hazırladığı "Fuzuli" adlı bir monografide, bu bilgileri aktardıktan sonra, Ş airin, "söylenti/ere göre Arabi ilimleri Rahmetullah 'tan. edebi ilimleri de şair Habibf'den aldı­ ğı özel derslerle öğrend(�ini" belirtmekte ve "Bunlardan başka felsefe, tıp, kimya, Arap ve Fars şiiri ile dini ilimlerde de geniş bilgisinin olduğu çeşitli konulardaki eserlerinden ve şiirlerinden anlaşılmaktadu: " diye yazmaktadır. (Nevzat Yesirgil, Fuzuli, Varlık Yayınları Türk Klasikleri Dizisi-7, İ st. 1 952) Yukarda da yinelendiği gibi, Osmanlı divan şiirinin kurucu­ su ve ilk Osmanlı Tarihi yazarı Ahmed! de, özel dersler alarak kendini yetiştirmiştir ve İran şiiri ile Arap şiirini çok iyi bilme­ nin dışında, tıp, astronomi, geometri ve tarih de bilmektedir. Osmanlı divan şiirinin bir diğer öncüsü Ahmed-i Dai de, çağ­ claşı Ahmed! gibi aldığı özel derslerle "şeriat, lugat, ar uz, riya­ ziye, heyet, tıb, tarih ve başka alanlarda ansiklopedik bilginler­ den olup, telıf, tercüme, nazım, nesir onyedi kadar eseri vardır" ve "şiir/erinin dışında bilimsel çalışmalarıyla da önemli" dir. Ahmedf'nin öğrencilerinden, aynı dönemin ünlü şairi Şeyh/ 257


ise, buradaki eğitimle de yetinmeyip, "İran ' da tıp öğrenmiş, döndükten sonra da hekimliğiyle ün yaparak, Germiyan Beyi II. Yakup' un özel hekimi olmuştur. 1415 yılında Osmanlı Sultanı Çelebi Mehmed' i iyileştirdiği için de, kendisine Tokuz/u köyü ti­ mar olarak verilmiştir " Ancak, "köyüne giderken , yolunu kesen eski tirnar sahiplerinden iyi bir dayak yemiş ve bu olay üzerine de, hiciv edebiyatımızın başta gelen eserlerinden biri olan 'Har­ name' adlı mesnevisini yazmıştır durumu Sultana duyurmak için. Mesnevide, olmayacak düşler peşinde koşarken elindekini de yitiren, boynuz umarken, kulaktan da olan bir eşeğin başına gelenler anlatılmaktadır. " Görüldüğü gibi, divan şairlerinin, bizce hiç kuşku yok ki hepsi, Arapça ve Farsça ile edebiyatlarını çok iyi bilmenin dışın­ da, matematik, astronomi, felsefe, tıp, tarih vb. gibi din dışı alanlarda da özel dersler alarak kendilerini yetiştirmişlerdir. Ki­ mi tarihçidir, kimi dil bilginidir, kimi hekimdir, kimi coğrafya­ cıdır. Çünkü, şiir yaşamın bütünüdür, çok boyutludur, dolayısıyla salt dini bilgilerle şiir yazabiirnek de olanaksız olsa gerektir. Ya­ ni, şiir zorlamaktadır şairleri . . . Bu nedenle, divan şairleri zorun­ lu olarak ulemadan daha kültürlüdürler bizce de, hiç kuşku yok ki . . . Entelektüeldirler. Divan şairleri, bu yüzden mi medrese eğitimini pek de fazla öneınsememişlerdir, kim bilir. . . Çünkü, dinsel bilgi ile, yöneten yönetilen i lişkisine kutsal kimlikli bir yasallık (meşruiyyet) kazandırılarak siyasal otorite­ nin belirli bir süre için korunması ve sürdürülmesi ola ki sağla­ nabilir, ancak bu disiplinle dış dünyanın bütün gerçekliğiyle kavranabilmesi söz konusu dahi olmasa gerektir. Çünkü, dış ger­ çekliğin bütün bağlam ve bağlantılarıyla kavranabi lmesi ancak bir özgür (bilimsel) düşünce ile, disiplinle olanaklıdır ve bu öz­ gür düşüneeye de, ancak felsefeyle ulaşılabilir. Felsefesi somut kavrarnlara dayalı ve imgesel olan Doğu toplumlarında ise, bel ­ ki d e hala e n özgür düşünce disiplini, unutmayalım k i , edebiyat­ tır. 258


Bu nedenle, Osmanlı devletinin artık bir imparatorluk haline dönüşme sürecine girdiği tarihle, şairlerin S araya alınması tari­ hinin çakışması, kesinlikle bir rastlantı değildir bizce. Yukarda da yinelendiği gibi, Osmanlı divan şiirinin ilk büyük u stası Ahmedf'dir. 1 3 3 0 veya 40' lı yıllarda Kütahya'da doğduğu sanılan A hmed/, Gerınİyan Beyi S üleyman Şah ' a sunmak üzere XIV. yy. sonlarında yazdığı ünlü yapıtı " İskendername " yi, Sü­ leyman Şah 'ın ölümü üzerine, Yıldırım Bayezid' in oğlu S üley­ man Çelebi ' ye sunmuş, o da şairi nedimleri arasına alıp, divan katibi yapmıştır. B i lindiği gibi, Yıldırım Bayezid'in en büyük oğlu Şehzade S üleyman Çelebi, 1 402 Ankara savaşında yeni idiklerini anlayın­ ca, yanındaki asker ve kumandalarla kaçıp, 1 403 'te Bizans im­ paratoruy la bir anlaşma imzalayarak Edirne ' de sultanlığını ilan etmiş ve 1 4 1 O ' da kardeşi Musa Çelebi ' ye yeniJip öldürülünceye dek de Osmanlı s ultanı olarak saltanatını sürdürmüştür. Süleyman Çelebi, yalnız Abmedi' yi S araya almakla da kal­ mamış, dönemin öteki şairlerini de çevresinde toplamıştır. Örne­ ğin, Ahmed-i Dal de S üleyman Çelebi 'den büyük yakınlık gör­ m ü ş ve onun adına ş iirler yazmıştır. Nitekim, Prof. Fuad Köprü­ lü de, "Emir Süleyman, şair/ere ·karşı çok lütufkar oldu,�u için Ahmed/, Ahmed Dal gibi tanınmış şairler ona kasideler söyle­ mişlerdir. Onun narnma Mehmed bin Şeyh Mustafa adlı birinin yazdığı Türkçe Kavsname risalesinden başka , yine Mehmed adlı bir şair de Tuhfename yahut Aşkname adlı mesnevisini ona itlwf etmiştir. " demektedir. (Türk Edebiyatı Tarihi, s. 3 5 5 -356) Prof Uzunçarşı/ı da bu konuda: "Edirne' de Emir Süleyman Çele­ bi' nin çevresine toplanmış olan şair ve edipler Rumeli' deki kül­ tür hareketlerini kuvvetlendirmişlerdir. " diye yazmaktadır. (Osm. Tar. c- l , s. 528 ) Kardeşi M u s a Çelebi 'nin, ağabeyi S üleyman Çelebi'yi yen­ dikten sonra ilan ettiği sultanlığına l 41 3 'te son vererek Osman­ lı devletini yeniden topadamayı başaran S ultan Mehmed Çelebi de kendisini iyileştirdiği için Şeyhi'ye tirnar vermesi örneğinden anlaşıldığı kadarıyla, şairlere birtakım yakınlıklar göstermiş ol259


sa gerektir elbette. Fakat, Osmanlı devletinin bir imparatorluk haline dönüşebilmesi için gerekli entelektüel birikimi sağlaya­ rak asıl ivıneyi kazandıran da, galiba hiç kuşku yok ki S ultan II. Murad olmuştur. Prof. Fuad Köprülü de : " Türk dili ve edehiyatmm gelişmesi­ ne en çok hizmet eden Sultan ll. Murad olmuştur. Büyük hir dev­ let adamı olan ve bazen şiir de yazan hu hükümdar i/me, şiire, musikiye tutkundu. Onun , başta devrin büyük üstadt Şeyh/ olmak üzere, Rumi, Hüsamf, Şemsi, Hassan , Safi, Ezherf, Nucumf, Ne­ dim/, U/vf, Zaifi gihi birçok şairi vardı . " demektedir (Age, s. 356-357) Prof. Uzunçarşılı da aynı görüştedie "Emir Süleyman Çele­ hi ile ll. Murad, memleketteki fikir hayatma önem vererek, alim ve şairleri himaye etmişlerdir. A hmed/, Şeyh/ Sinan, A hmed Dal, A tay/, Cemaif gihi şahsiyet/er, hu himayeye mazhar olmuş şair ve alimlerdendir. Özellikle ll. Murad, Türkçe /isan ve edehiyattn gelişmesi için ça!tşmtş, musikiyi de himaye etmiştir. " diye yaz­ maktadır. Ü stelik, II. Murad, yalnız şairleri korumak ve onları sarayda görevlendirerek nedimleri arasına almakla da kalmamış, oğlu Mehmed ' in eğitimini de şairlere bırakarak, Osmanl ılarda şehza­ delerin şairlerce eğitilmesi geleneğini de başlatmıştır, gördüğü­ müz kadarıyla. Döneminin iki büyük şairi Ahmed-i Dal ile Ah­ met Paşa ' y ı , oğlu Mehmed'in (Fatih' in) musahibi ve hocası ola­ rak görevlendirmiştir. Bilindiği gibi, bu tarihten itibaren artık ta XIX. yy. ortaları­ na, II. Mahmud ' a kadar şiir yazmamış Osmanlı sultanı da yok gibidir. Fatih, Avnf takma adıyla şiirler yazmıştır. Fatih'in oğul­ ları Cem S ultan ile II. Bayezıd ' ı da aynı şairler yetiştirmiş olsa­ lar gerek ki, her ikisi de şairdir. II. Bayezıd, Adli takma adıyl a şiirler yazmaktadır, Cem Sultan gerçekten de ünlü ve değerli bir şairdir. Ayrıca, " Türkçe ve Farsça iki divam olan Cem Sultan' ın kaside, gaz el ve murahhalarında Ahmet Paşa ' nın etkisi açtkca görülmektedir. " (Behçet Necatigil, age. ) Sultan II. B ayezı d ' ın oğulları Şehzade Abdullah i l e Meh260


med ' in hocalığını da, Fatih' in sarayda görevlendirerek musahip­ liğine getirdiği, XV. yüzyılın büyük şairi Necati yapmıştır. S u ltan II. B ayezıd 'ın yerine tahta çıkan oğlu Selim'in hoca­ lığını da, babasının Saraya alarak musahipleri arasına kattığı ün­ lü şairler Zat/ ile Tacizade Cafer Çelebi yapmış olsalar gerek ki, Yavuz Sultan Selim, Tacizade Cafer Çelebi 'yi beraberinde Çal­ dtran Seferi'ne de götürmüştür. Yav uz'un da, bilindiği gibi Fars­ ça bir divanı vardır ve Türkçe şiirler de y azmıştır. Vakanüvisle­ rin verdiği bilgi lere göre, gözlük kullanan ilk Osmanlı sultanı da Yavuz' dur. Kanuni döneminde ise, Sarayda şiirle, edebiyatla uğraşma­ yan kimse yok gibidir. Kendisi Muhibbf mah lasıyla şiirler yaz­ maktadır. Zarf'den başka Hayall ve B aki' yi de nedimleri arasına almış, önemli görevlere getirmiştir. B aki'ye, aynı zamanda "Şa­ ir/er Su/tam" sanı verilmiştir S arayda. Oğlu Şehzade Meh­ med ' in düğününde yazdığı kasideyi çok beğendiği için Faz/I' yi ödüllendirmiş, ardından oğlu Şehzade Selim'in yanına katip ola­ rak vermiştir. Şehzade Bayezid ile Mehmed de edebiyatla yakın­ dan ilgilidirler ve şiirler yazmaktadırlar. Şair Nev' f, III. Murad ' ın oğlu Şehzade M ustafa' ya ders ver­ miştir. Ama ne yazık ki, II. Murad 'la başlayan "şair/erin de şehza­ delere hoca/tk etmesi, özel dersler vermesi" geleneğine, gördü­ ğümüz kadarıyla X VII. yüzyılın başından itibaren, sultanların şehzadelikleri sırasında yönetim deneyimi kazanmaları için san­ cakbeyliği yapmaları geleneğiyle birlikte son verilmiştir. Bi lin­ diği gibi , III. Murad'ın oğlu III. Mehmed, şehzadeliğinde san­ cakbeyliği yapmış son sultandır. Çünkü, oğlu I. Ahmed, kendi­ sinden sonra tahta çıktığında henüz 14 yaşında olduğu için, şa­ irlerden ders alabilmesine veya şehzadeliği sırasında sancakbey­ liği yapmasına zaten olanak yoktur. Fakat ilginçtir, çocuk yaşta tahta çıktığı için şehzadeliği sıra­ sında şairlerden özel dersler alma olanağı bulamayan I. Ahmed, bu açığını sultanlığı sırasında hızla kapatmış olsa gerek ki, topu topu 28 yaşında ölmesine karşın, sultanların şiir yazma gelene261


ğini sürdürerek Ahmed Han ve Bahtf mahlaslarıyla bir divanı dolduracak kadar şiir yazmıştır. Bir divanı vardır yani. Ancak, Osmanlı tarihinin çocuk ve deli s ultanlar dönemi olan bu lanetli y üzyılda, I. Ahmed'den başka şiir yazan bir sul­ tan da olmamıştır ne acıdır ki . . . XVIII. y üzyılın başından itibaren yeniden yaşama geçirildi­ ğinde de, gene çok ilginçtir, sanki bu kez de Osmanlı İ mparator­ luğu 'nu eski görkemine kavuşturacak yenilikçiliğin, reformcu­ luğun bir zorunluluğudur bu gelenek. Ya da, bir simgesidir, bir göstergesidir artık. Bütün bir y üzyıl boyunca, çok açık bir biçimde, reform giri­ şiminde bulunan, örneğin matbaanın kurulmasına izin veren, as­ kerlerin çağdaş yöntemlerle eğitilmesi için dışardan Hıristiyan uzmanlar getirten, bu yabancı uzman l ara toplar döktüren, asker­ lik okulları kurduran yenilikçi s ultanlar, şairleri yeniden nedim­ leri arasına alıp Sarayda görevlendirirler ve şair olabilmek için çırpınırlarken, ilginçtir, bu giri şimleri engellemeye çalışanlar da dehşetli şair ve şiir düşmanı kesilmişlerdir sanki. Gerçekten de, III. Osman ve I. Abdülhamid dışında şiir yaz­ mamış Osmanlı s ultanı yoktur XVIII. y üzyılda. Örneğin, XVII I . yüzyılın ilk sultanı II. Mustafa, sanki bu ge­ leneği yeniden canlandırmış ve kah Meftun/, kah İkhalf mahlas­ larıyla şiirler yazmıştır. Hıristiyan uzmanları ilk kez Saraya ala­ rak raporlar hazırlatan, İ brahim Müteferrika'ya gerekli izni ve­ ren Sultan III. Ahmed, bilindiği gibi Şair Nedi m ' i baştacı etmiş ve şiirlerinde Necih mahlasını kullanmıştır. Mühendislik okulu­ nun temelini atan II. Mahmud Sehkatf: "Mühendishane-i Bahri­ i Hümayun"'u kuran I I I . Mustafa Cihangir: oğlu , XVIII. yüzyı­ lın son sultanı III. Selim de İlhamf mahlaslarını kullanarak şiir­ ler yazmışlardır. S arayda nedimler arasına alınarak, çoğu üst görevlere getiril­ miş, divan katibi, hatta reis-ül küttah (divan katiplerinin başı) yapılmış bu şairler, doğal o larak S ultanların yaran toplantıları­ na, meşveret meclislerine de katılmaktadırlar kuşkusuz. Fatih-Kanuni döneminde, gördüğümüz kadarıyla yalnız ya262


ran toplantılarına, meşveret meclislerine katılmakla da kalma­ mışlardır hatta, divanda (hükümet toplantılarında) da söz sahibi olmuşlardır. Örneğin, Fatih'in ilk sadrazamlarından Mahmud Paşa, yukarda da belirtildiği gibi, ünlü bir şairdir ve Adnf mah­ lasıyla yazdığı iki divanı vardır. B ir diğer sadrazamı, ünlü Fatih Kanunnamesi "Kanunname-i Al-i Osma n " ı düzenleyip yayım­ layan Karamani Mehmed Paşa da şairdir ve şiirlerinde Nişanf malılasını kullanmıştır. Ve bu iki şair, Fati h ' in ı 45 ı ' den 1 48 ı 'e kadar olan 30 yıllık iktidarında, toplam tam 20 yıl sadrazamlık yapmışlardır. Yavu z Su ltan Selim 'in sadrazamlarından Pir Mehmed Paşa da şairdir ve şiirlerinde Remzf mahlasını kullanmaktadır. Yavuz S ultan Selim' in iktidarının son 2 y ılında s adrazam olan Pir Mehmed Paşa, Kanuni döneminde de sadrazamlığını 3 yıl daha sürdürmüştür. Yani, Kanuni ' nin de s adrazamlarından­ dır. Ayrıca, Kanuni döneminin ünlü denizcilerinden Seydi A li Re­ is de Kfıtibf mahlasıyla şiirler yazmış ünlü bir şairdir. Şair s ultanlar, S arayda görevlendirdikleri şairlerle zaman za­ man halvet edip, şiir üzerine, şiirin sorunları ü zerine de müsaha­ belerde bulunmuşlardır ola ki . . Ancak, bu şairlerin, y aran top­ lantılarında, meşveret meclislerinde de salt şiir üzerine konuş­ tuklarını, şiirin sorunları üzerine görüşler belirttiklerini ise, dü­ şünmek bile söz konusu olmasa gerektir elbette. Kısacası, Osmanlı devletinin yazgısında asıl belirleyici rolü şiirin, edebiyatın oynadığı da, galiba gerçekten kuşkusuzdur doğrusu. Ü stelik, şairler ve özellikle de şiir, ilk İvıneyi başiatacak kül­ türel tabanın o luşturulmasına önemli katkılarda bulunmakla da kalmayıp, İ mparatorlukla da bütün tarihi boyunca yazgısına yön verecek nitelikte bir yaşamsal nedensellik ilişkisi içinde olmuş­ lardır, gördüğümüz kadarıyla. Kuşkusuz, imparatorluk ivmesine ilk hareketi veren bu kül­ türel birikimin bunca kısa sürede sağlanmasında, Süleyman Çe­ lebi ' nin büyük bir olasılıkla ho bi olarak saraya aldığı şiirin dı.

263


şında, II. Murad'ın gerçekten ustaca kurumlaştırdığı başka top­ lumsal olgular da vardır elbette. Örneğin, "Enderun" okullan da, bu oluşumda son derece önemli rol oynamış bir diğer temel etken olsa gerektir. Gerçi, bazı tarihçiler, bu okulun da, Yeniçeri ve Acemi Oğlanlar Ocağı ile birlikte I. Murad döneminde kurulmuş olduğunu savlamakta­ dırlar. Ancak ne var ki, gene aynı tarihçiterin söz birliği etmiş­ cesine belirttikleri gibi, Enderun okulu da amaçlanan işlevi ye­ rine getirebilecek asıl kimliğine II. Murad döneminde kavuştu­ rolmuş ve kurumlaştırılmıştır. Ayrıca, Ülker Akkutay da, bu konuda üniversitelerimizde ya­ pılmış galiba tek çalışma olan "Doktora Tezi" nde, kesin bir dil­ le, "Enderun okulunun ll. Murad döneminde kurulduğu hususu açıklığa kavuşturulmuştur. " demektedir. Enderun Okulu

Ü zülerek belirtelim ki, bizce, Osmanlı tarihinin temel dina­ miklerinin kavranabilmesi açısından son derece önemli bir ku­ rum olan Enderun okulu konusunda da, bugün yeterli bir bilgi­ ye sahip olduğumuzu söyleyebilmemiz olanaksızdır. Ziya Gökalp 'in de "Medrese, içine aldığı Türkleri gayri Türk yaparken (Araplaştırırken): Enderun, derununa aldığı gayri Türkleri (Hıristiyan/arı) Türkleştirmişti1: " diyerek tanımladığı bu okullar, salt devşirme Hıristiyan çocuklarını Müslümanlaştır­ mak ve Türkleştirmek amacıyla mı kurulmuştur gerçekten? Bilindiği gibi, I. Murad döneminde kurulan Yeniçeri Ocağı­ na asker olarak yetiştirilmek ü zere "penc-ü yek" yöntemine gö­ re devlet adına alıkonulan tutsak Hıristiyan çocukları, önce ya bir Müslüman ailenin yanına verilerek, ya da "Gelibolu Çardak arasında işleyen gemilerde bir akçe yevmiye ile beş on yıl çalış­ tırılarak" Türkçe öğrenmeleri ve Müslümanlaşmaları sağlan­ maktadır. Sonra da Acemi Oğlanlar Ocağı'na alınıp, asker ola­ rak yetiştirilmekte ve Yeniçeri Ocağı'na gönderilmektedirler. Bu eğitimi başarıyla tamamlayan yetenekli çocuklar da, Enderun 264


okuluna alınmaleta ve orada subay, saray görevlisi, yönetici vb. olarak yetiştirilmektedirler. Mehmet Zeki Pakalın da, "Osmanlı Tarih Deyimleri ve Te­ rimleri Sözlüğü" nde, Enderun okulunun ilk kez I. Murad döne­ minde, Edirne'deki sarayda kurulduğunu ve "eğitim süresinin 1 4 yıl olduğunu" belirtikten sonra, "Devşirme kanunu yürürlük­ te olduğu sürece acemi oğlanlar arasında zeka, istidat (yete­ nek), kı/ık kıyafet itibariyle düzgün olanlar öğrenci olarak alı­ n11·d1. Devşirme kanunu kaldm/dıktan sonra, öğrencilik sadece kölelere kalmışti. Burada eğitim görenlerin gelecekleri parlak olup, devlet görevleri hemen hemen sadece bu okuldan çıkanla­ rın tekelinde olduğu için, devletin üst görevlilerinden de çocuk­ larını artık bu okula verenler çoktu. " demektedir. Görüldüğü gibi, gerek Acemi Oğlanlar Ocağı, gerekse Ende­ run okulları, Yeniçeri Ocağı'na asker ve subay yetiştirmek ama­ cıyla Saray'da devletçe kurulmuş ve s adece tutsak ya da devşir­ me Hıristiyan çocuklarına açık, medreseden çok farklı, kendine özgü bir yapıda okullardır. Nitekim, Ü lker Akkutay da, Ankara Ü niversitesi, Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi 'nde hazırladığı doktora tezinde: N. M. Pen­ zer'ın "Son derece titiz bir program çerçevesinde hareket eden bu kuruluşların eğitim tarihinde tek örnek olduğunu" I 965 yı­ lında Londra'da yayımianmış "The Harem" adlı kitabında be­ lirttiğini, Menavino'ya göre de, "bu saray okullarının çağdaş bir gözleminin, bu sistemin birinci derecede bir eğitim sistemi olduğunu" gösterdiğini yazmaktadır. Gerçekten de bu okullardaki eğitim, Ü lker Akkutay ' ın da be­ lirttiği gibi, salt teorik bilgi yüklerneye veya ezbere dayalı kla­ sik bir eğitim olmayıp, işbaşı eğitimi diyebileceğimiz çağdaş an­ lamda bir eğitimdir. Örneğin, Müslüman ailelerin yanından Ace­ mi Oğlanlar Ocağı'na gelen öğrenciler, derhal yeniçerilerin so­ rumluluğuna verilmekte ve onlardan "savaş hünerlerini öğren­ me/eri" sağlanmaktadır. İ yi birer savaşçı olmaları için kışlada sürekli sporla da uğraşmaktalar, çeşitli sporlar yapmaktadırlar. İ lk yıllarda, M üslümanlıkla i lgili bilgilerinin geliştirilmesi 265


için i lmihal, tevhid, akaid, amel, Kuran, hadis gibi teorik din derslerinin okutulmasının yanı sıra, M . Zeki Pakalın ' ın yazdığı­ na göre, Sarayda sultan huzurunda görev yapataklarından, ken­ dilerine, oturup kalkma, yeme içme, saygılı davranma, "yere tü­ kürmeme, öksürürken mendille ağzt kapatma, kirli giysilerle do­ laşmama" gibi görgü kuralları da öğretilmektedir. Daha sonra da, yeteneklerine göre ayrılmaktalar ve işyerlerinde çalıştırıla­ rak meslek öğrenmeleri sağlanmaktadır. "Devlet kesimevlerinde kasapltk; devlet peksirnet ve fodla (yoksullara dağtttlmak üzere kepekli undan yaptlan bir tür ekmek) }inn/arında pişiricilik, ha­ murkarlık, pastactlık; devlet yoğurthanelerinde, bozahanelerin­ de, peynirhanelerinde hamalltk; devlet inşaatlannda yol, köprü yaptm/armda işçilik" "SG/·ayda ahçı yamağt ve baltactlık" yapmaktadırlar. "Saray ve cami inşaatlannda genellikle acemi oğlanlar çalıştmlmaktadu: Edirne'de Sultan Selim camiinin de­ mir işlerini acemi oğlanlar yapmtştu: Tabakhane/er, saraya ait tekneler, ambar/ar, mand11·alar da acemi oğlan/ann çaltştml­ dtklan yerlerdir. " ( Ü lker Akkutay, Enderun Mektebi, Gazi Ü ni­ versitesi Yayını, Ankara 1 984, s . 54-57) Nitekim, bu nitelik.lerinden dolayıdır ki, Ü lker Akkutay da, daha doktora tezinin başında, bu okulların "Türk- İslam medeni­ yetinin en önemli kuruluşlanndan biri olduğunu" belirterek, on­ lar için "tereddütsüz bir eğitim mucizesi" demektedir. Ancak, hemen şunu da belirtelim ki, S arayda görevlendirilen öğrenciler de, kesinlikle uşak olarak kullanılmamaktadırlar. "Saray hizmeti için gerekli olan köleler, ya kaçmlmakta, ya kö­ le pazarlanndan sattn altnmakta, ya da ganimet veya armağan olarak saraya gelmektedir. " (Age, s. 4 3 ) Acemi Oğlanlar Ocağı'ndaki bu eğitimden sonra da, padişa­ hın huzurunda yapılan elemelerde başarılı olanlar, Saraydaki Enderun okuluna alınmaktadırlar. B urayı başarıyla bitirenler de, subaylığa terfi ederek, Yeniçeri Ocağı 'na kaydedilmektedirler. M. Zeki Pakalın 'ın yaptığı bir alıntıda belirtildiğine göre, Haftz Refik Bey de "Edebiyat-I Umumi ye Mecmuast" nda, "En­ derun rneklehinde eğitimi bitirenlerden savaşçt stfattyla kırkt _

266


gönüllü, yirmisi çuhadar (padişahın yanındaki üst düzey görev­ li) olmak üzere altmış neferi de, ilk defa Çelebi Sultan Mehmed Han Hazretlerinin maiyet-i hümayunlarına kabul buyurduğu­ nu" ve böylece "enderunluların savaşlara sultanların yanında katılmaları geleneğini de baş/attığını " yazmaktadır. (Age, c- I , s . 5 39) Görüldüğü gibi , Hafız Refik Bey'in verdiği bu bilgiye göre, I. Murad döneminde Edirne'deki sarayda açılan bu Enderun okulunun, daha i lk günden itibaren, Müslümanlaştırılmış ve Türkçe öğretiimiş bu Hıristiyan çocuklarından çok iyi savaşçılar yetiştirdiği kuşkusuzdur. Ancak, bir imparatorluk haline dönme yörüngesine girmi ş olmanın sancısıyla demek, Osmanlı devletinin gereksinimi artık yalnız iyi yetiştiritmiş subay değil ki, II. Murad döneminde, ger­ çekten de bu okuldaki eğitim anlayışında bir devrim yapılmıştır, gördüğümüz kadarıyla. B ilindiği gibi , ülkedeki halka açık tek eğitim kurumu olan medreselerde, sadeec Sünni-Hanefi inancı doğrultusundaki İ sia­ rniyetle ilgili dini bilgiler öğretilmekte, kimi medresderin prog­ ramiarına zaman zaman konulmuş biraz hesap, biraz nücum (astroloji)den başka din dışı bilimlerle edebiyat, hele hele şiir kesinlikle okutulmamaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla, I. Murad ' ın kurduğu bu yeni okulda da, ola ki ulemanın baskısıyla, bu gelenek gene bozulmamıştır ta II. M ur ad' a kadar. Savaşçı olarak yetiştirilen bu yeni Müslü­ maniaşmış Hıristiyan çocuklarına, dini bilgilerini geliştirecek derslerden başka, din dışı bi liınlerle ilgili herhangi bir ders oku­ tulmamıştır. II. Murad ise, gerçekten de sözcüğün tam anlamıyla bir dev­ rim yaparak, şiir ve inşa (nesi1"), musiki, astronomi, geometri, aritmetik, coğrafya, tarih , mantıkJelse/e vb. gibi o çağdaki bü­ tün din dışı bilimlerin okutulmasını da zorunlu kılmıştır bu yeni okulda. İ lginçtir, gördüğümüz kadarıyla, II. Murad, Enderun okulu­ nun eğitim programını kökten değiştirirken, sanki yalnız Os267


manlı S arayı için daha kültürlü subay ve yöneticiler yetiştirme­ yi değil, yargıyı da medreseiiierin elinden almayı amaçlamıştır. Çünkü, din dışı derslerle birlikte, Kuran, İ lmihal, tevhid akaid, amel gibi derslerin yanı sıra İlm-i te/sir, Hadis, Fıkıh, Feraiz, İlm-i kelôm, meanf, usul, bedi' beyan vb. gibi, çoğu şer ' i hukuk­ la ilgili, medreselerde okutulan temel dersleri de zorunlu kılmış­ tır. II. M ur ad 'ın bu girişimleri gerçekten de kısa sürede son de­ rece olumlu sonuçlar vermiş olsa gerek ki, gene Hafız Refik Bey, "Fatih Sultan Mehmed Han hazretlerinin, bizzat bulundukları Belgrat ve Bu,�dan savaşlarında enderunluların kılıçiarım çekip Osmanlılık uğruna nasıl savaştık/arına ve ardı ardına şehit düş­ tüklerine tanık olunca, İstanbul' daki sarayda da bir okul daha açılmasım irade buyurduğunu" yazmaktadır. Ü lker Akkutay da, doktora te zinde, "Fatih' in İstanbul' u fet­ hiyle Osmanlı de\Jeti çok gelişmiş, tf!şkilatı da oldukça genişle­ mişti. İmparatorluğun çeşitli görevlerini yerine getirebilecek bilgili ve yetenekli idarecilere ihtiyaç vardı. Ayrıca Saray halkı­ mn bütün işlerini idare edebilecek elemanlar da gerekiyordu. Bu büyük ihtiyaç karşısında 'Saray Mektepleri' kurulmaya başlan­ mışti/: " demektedir. Görüldüğü gibi, galiba gerçekten de, Fatih döneminde S alın­ ı Sernan medreseleriyle yeni bir model yaratılarak ülkedeki bü­ tün medresderin kendiliğinden yeniden yapılandırılmasına çalı­ şılırken, aynı anda Endurun okulunda da bir yeni yapılanmaya gidilmiştir. Tarihçiterin belirttiklerine göre, Fatih, İ stanbul 'u fethedip başkent y apar yapmaz, Bayezit'teki Eski Saray ' da bir de Ende­ run okulu açtırtmış, 1 468 veya 1 47 8 ' de Topkapı S arayı'nın ya­ pımının tamamlanmasından sonra da Eski S aray ' ın tamamını bu okula bırakmıştır. Bu yeni okulun adı da, artık "Enderun-i Hümayun " dur. Kuşkusuz, bu yeni okulun yapımında ve örgütlenmesinde de Edirne'deki okul örnek alınmıştır. Ancak, Edirne 'deki okul, ar­ tık Enderun-i Hümay un ' a öğrenci yetiştiren bir hazırlık okulu 268


durumuna girmiştir. Tutsak veya devşirme Hıristiyan çocuklarının bir kısmı İ s­ tanbul'da alıkonulup, Eski S aray' daki hazırlık okulunda (ende­ run ' da veya yeni adıyla, S aray O ku l u 'nda) eğitilirken, bir kısmı da Edirne ' ye gönderilmektedir. Bu okullarda başarılı olan öğ­ renciler de bir üst okul durumundaki Enderfın-i Hümayfın 'a alınmaktalar ve öğrenimlerini orada sürdürmektedirler daha sonra. i mparatorluk büyüdükçe, doğal olarak gereksinim daha da artmış, bu nedenle, Fatih' ten hemen sonra oğlu II. B ayezid dö­ neminde, İ stanbul'da, Galata' da, yeni bir S aray okulu açılmıştır. Yani, Galata S aray okulu da, tutsak veya devşirme Hıristiyan ço­ cuklarını eğiterek Enderfın-i Hümayun' a öğrenci yetiştiren İ s­ tanbul' daki ikinci hazırlık (Saray) okuludur. Kanuni döneminde ise, İ stanbul ' da iki Saray okulu birden açılmıştır, gördüğümüz kadarıyla. Çok sevdiği S adrazaını İ bra­ him Paşa ' nın, gene çok sevdiği Defterdan İ skender Çelebi 'yi Bağdat ' ta astırdığını öğrenince çok öfkelenen Sultan, sefer dö­ nüşü hemen onun da kellesini vurdurtmuş ve her ikisinin de maliarına el koydurtarak, saraylarında iki enderun okulu birden açtırtmıştır. Böylece, İbrahim Paşa Saray Okulu ve İskender Çelebi Saray Okulu i le 1 5 3 6 ' da İ stanbul'daki S aray okullarının sayısı dörde çıkmış, Edirne' deki okuila birlikte de, Enderun-i Hümayun 'a öğrenci yetiştiren S aray okullarının (enderunların) sayısı beşi bulmuştur. Ü lker Akkutay ' ın belirlemelerine göre de, toplam öğrenci sa­ yısı, Fatih döneminde Saraydaki okullarda 400, Edirne'de de 300 olmak üzere 700 dolaylarında iken, bu rakam II. Bayezid döneminde 900 'e, Kanuni döneminde ise, iki bin dolayiarına çıkmıştır. Acemi Oğlanlar Ocağı 'nda askerlik ve müslümanlıkla ilgili temel bilgileri edinmiş " İç oğlan/arı " da denilen bu öğrenciler de, "Hazırlık okullarında askerlik ve savaş hünerleriyle ilgili bilgilerini geliştirir/erken, ilgi ve yeteneklerine giire dil, edebi­ yat, çeşitli el sanat/arı, zenaat, hatta nakkaşlık, hattatlık gibi 269


alanlardan birinde de kendilerini yetiştirme olanağını bulmak­ ta" dır! ar. D olay ıs ıyla, Enderı1n-i Hümayfin' a giremeyenler de, bu becerileri sayesinde ya Yeniçeri Ocağı' na veya öteki kapıku­ lu ocaklarından birine savaşçı olarak kaydedilmektedirler, ya da edindikleri yeni mesleklerine göre Saraydaki atölye veya imalat­ hanelerden birinde çalıştırılmaktadırlar. Görüldüğü gibi, bu hazırlık okulları aslında salt Enderfin-i Hümayfin' a öğrenci yetiştiren okullar da değillerdir. Yani, o okullarda da Osmanlı İ mparatorluğu ' nun gereksindiği nitelikli elemanlar yetiştirilmektedir. " Ö rneğin, Sultan A hmed Ca­ mii' nin mimarı Sedekar Mehmed Ağa da bu Saray okulunda ye­ tişmiştir. Önce mızrap vurdurularak eline (ve zevkine) maharet kazandırılmış, sonra sedefkarlar atölyesinde çalışmış, hendese öğrenmiş ve sarayda ders veren Mimarbaşı Koca Sinan' ın ya­ nında mimar olarak yetişmiştir. " Mimar S inan da, bilindiği gibi bir devşlrmedir. Tarihçilerio verdikleri bilgilere göre 1 5 1 2 ' de İ stanbu l ' a getirilmiş ve önce Acemi Oğlanlar Ocağı 'nda, sonra enderunda (Saray hazırlık okulunda) yetiştirilmiştir. Yavuz S ultan Seli m ' in seferlerinde gösterdiği üstün başarılardan dolayı da başmimarlığa getirilmiş­ tir. Bu örnekten anlaşıldığı kadarıyla, Saray okulunda ders de vermektedir. Medreselerde sadece medreseden yetişmiş u lema ders verdi­ ği halde, bu okullarda, görüldüğü gibi Sarayda görevli ulema ve ulema dışındaki bilim adamları hünkar hocaları, mimarlar, mü­ zisyenler, sanatçılar da ders vermektedirler. Ü lker Akkutay' ın belirlemelerine göre, örneğin Edirne'deki enderun okulunda, II. Murad döneminde, "Molla Güranf, molla Sirek (Molla Zeyrek olsa gerek), Hocazade ve Katipzade (Hatipzade olsa gerek)" gi­ bi ulemanın yanı s ıra "matematikçi M irim Çelebi ve şair Ahmed Paşa" da ders vermişlerdir. Bazı kaynaklarda adı "Hırvat Mahmud Paşa" olarak da ve­ rilen, Fatih ' in ünlü sadrazaını Mahmud Paşa da, çocuk yaşta tu­ tsak alınarak Edirne'ye getirilmiş ve II. Murad döneminde Ace­ mi Oğlanlar Ocağı 'na alınarak Edirne' deki enderun okulunda 270


yetiştirilmiştir. Burada şair Ahmed Paşa' dan da ders almış olsa gerek ki, kimi edebiyat tarihçilerinin değerlendirmelerine göre, Mahmud Paşa'nın Adni mahlasıyla yazdığı şiirlerinde, Ahmed Paşa' nın da etkisi açıkca görülmektedir. Nitekim İ lhan Tekeli ile Selim İ lkin de, y ukarda anılan çalış­ malarında, "Dip/oma vermesi, belli bir amaç için belli bir prog­ rama göre eğitim yapması , eğitilen/erin sistemde yük/eneceği görevlerin belirli olması açısından Endurun Mektebi bir yüksek eğitim kurumu olma özelliklerine sahiptir. " diye nitdedikleri enderun okulları ile medresedeki eğitimin de, temelde "dört ba­ kımdan farklı olduğunu" belirtmektedirler. "Bunlardan birincisi, Türkçe ve edebiyat konusunda verilen derslerdir. İkincisi, eğitimin bir asker ve yöneticinin bilmesi ge­ reken coğrafya, harita yapım ı, tarih, siyaset ve muharebe sana­ tı vb. konuları da kapsamasıdır Üçüncü farklılık, hattatlık, cilt, tezhip , oymacılık, minyatür yapımı, mimarlık vb. güzel sanatlar etkinliklerini de bünyesinde barındırmasıdır. Dördüncü farklılık ise, musiki eğitiminin musikişinaslar (besteciler) hanendeler (yorumcular), musiki aletlerini çalan ve yapan sanatkarlar ye­ tiştirmesidir. " (Age, s. I 9-20) Görüldüğü gibi, medreselerle enderun okulları arasındaki asıl farklılık, gerçekten de Türkçe ve edebiyat derslerinden kay­ naktansa gerektir bizce de. Medreselerde, Kuran dili Arapça olduğu gerekçesiyle, eğitim Arapça yapılmaktadır, dolayısıyla daha ilk sınıftan itibaren öğ­ rencilere Arapça öğretilmeye çalışılmaktadır, bilindiği gibi. An­ cak, Osmanlılar da Arap abecesi kullandıkları için, Arapça oku­ ma yazma öğrenen kişi, dolaylı olarak Türkçe okuma yazma da öğrenmiş olmaktadır kuşkusuz. Ama o kadar. . . Çünkü, medrese­ lerde Türkçe dersi hiç olmamıştır. Oysa, enderun okullarında bütün öğrencilere din dersleriyle birlikte Arapça da öğretildiği gibi, Türkçe ve Türk edebiyatı derslerinin yanı sıra, Osmanlı divan şiirinin İ ran şiirinden kay­ naklanmış olması nedeniyle Farsça öğretiterek İran edebiyatı da okutulmaktadır. 27 1


Ü lker Akkutay, bu uygulamayı da "devşirme Hıristiyan ço­ cuklarının Türkleştirilmesi ve Müslümanlaştırılması " politikası­ na bağlamakta ve ''Türk dili ve kültürünün bu çocuklarda haki­ miyetini sağlamak için Türkçe derslerin saatleri çoğa/tılmış, Türk edebiyatı derslerine ve Osmanlı Türkçesinde önemli yeri olan A rapça ile Farsçaya önem verilmiştir. " diye yazmaktadır. Doğrusu, enderun okulu, belki gerçekten I. Murad dönemin­ de bu amaçla kurulmuştur ama, II. Murad'dan sonra izlenen eği­ tim politikasının da aynı amaca yönelik olduğu görüşüne katıla­ bilmek galiba olanaksızdır. Çünkü bizce de, izlenen bu eğitim politikası, İ lhan Tekeli ve Selim İ lki n 'in belirttikleri gibi, "XV/. yüzyılda dünyanın en güçlü imparatorluklarmdan birini yarat­ mayı başarmış bu kurumsal düzeni yeniden üretebilecek" dona­ nımda aydınlar yetiştirmeyi arnaçiasa gerektir kesinlikle. Nitekim, gene İ lhan Tekeli ve Selim i lkin ' in ustaca saptadık­ ları gibi, "Osmanlı bürokrasisine özgü bir yazım ya da kitabet kültürünün yaratılması " da, hiç kuşku yok ki, enderun okulla­ rında XV. y üzyılın ortalarından itibaren uygulanan bu eğitim po­ litikasının en belirgin ürünüdür, bizce de. (Age, s . 2 I ) Osmanlıların da, bütün Anadolu Türkmen beyliklerinde ol­ duğu gibi, bir imparatorluk haline dönüşünceye kadarki resmi dilleri, anadilleri olan Oğuzca, yani Türkçedir elbette. İ stan­ bul ' un fethinden sonra ise, önce bir yazı dili (kiıabet), ardından da, Tanzimat'tan sonra Lisan ı Osmani veya Osnıanlıca diye ad­ landırılan yeni bir dil yaratılmıştır ve bu yeni dilin yaratıcıları da, kesinlikle medrese değil, enderun okulları ile divan şiiridir. B u nedenle, Osmanlı devletinin, enderun okulları ve divan şiiriyle birlikte, aynı süreçte koşut bir gelişme göstermesi, elbet­ te bir rastlantı değildir. Fatih, babası II. Murad'ın yeni bir yapıya kavuşturttuğu en­ derun okulunun, sadece sayısını çağaltmak ve eğitsel niteliğini yükseltmekle de kalmamıştır çünkü. Ü lker Akkutay 'ın da belirt­ tiği gibi, bu okulları, yalnız devşirme çocukların kapıkul u ocak­ ları için subay olarak eğitildiği asker okulları olmanın ötesinde, devletin geleceğini yeniden üre tebilecek gerekli aydın kadroları -

272


yetiştiren bir kurum haline dönüştürmeyi de başarmıştır. Bu okullardan yetişmiş, devşirme kökenli, S araydeki yüksek dere­ celi yöneticilerin çocukları da alınmaktadır artık. "Enderwı oku­ lu, gerçek kimliğine Fatih Sultan Mehmed döneminde kavuş­ muştw: " bizce de. "Kanuni Sultan Süleyman döneminde ise, Saraydaki, yüksek dereceli Türk ve Müslüman görevlilerin çocukları da bu okulla­ ra alınmaya başlanmıştu: " (Age, s. 8 1 ) Artık "Osmanlı İmparatorluğunun bütün sivil memur/arını, devlet ileri gelenlerini, askeri görevlilerini, Yeniçeri Ağasrnı, Sadrazamı, Kubbealtı vezirlerini, defterdarını, beylerbeyilerini, vali/erini" bu saray okulları yetiştirmektedir. M imarlar, müzik­ çiler, hattatlar, nakkaşlar, minyatürcüler hep bu okullardan yetiş­ miştir. Enderun okullarından yetişmiş divan şairleri de elbette yal­ nız Enderunlu Fazı/ ve Enderunlu Vasıf değildir. "Divan şairle­ rinin birçoğu da bu Saray okullarmdan yetişmiştir. " ( Age, s . 1 24) B u divan şairleri de, enderunlu aydınların ürünü olan yeni Osmanlı yazışma (kitabet) dilinden yarattıkları yeni şiir di liyle, İ mparatorluğun Osmanlıca denilen resmi dilini oluşturmuşlar­ dır, hiç kuşku yok ki . . . Nitekim, Ahmet Harndi Tanpınar da, "Onbeşinci yüzyılın ikinci yarısı ile onaltıncı yüzyılın ilk yarısı, şiir tarihimizin en olgun (feyzli) dönemidir. Yeni bir şiir dilini yaratmak işini üzeri­ ne alan bu dönemin şairleri, büyük bir dikkatle ve gayretle dilin üzerinde duruyor/ardı. Aruzun sesini türkçenin organizmasma mal etmek onların hem ideali, hem de çalışmalarına yön veren büyük disiplindi. Daha o dönemde ust�sı olan İran şiiri ile Türk şiiri arasmda bir yarış başlamıştı. Bu gayretle dil, her büyük şa­ irde bir kere daha yeni bir aşama kazanıyordu. " diye yazmak ta­ dır. (Ahmet Harndi Tanpınar, Edebiyat Ü zerine Makaleler, Dev­ let Kitapları, İ st. I 969, s . 1 47) Kısacası, "XVI. yüzyılda dünyanın en güçlü imparatorlukla­ rmdan. birini yaratmayı başarmış" bu kültürel temelin oluştu273


rulmasında en büyük rolü enderun okullarının oynadığından ga­ liba kuşku duyulmasa gerektir. Ama ne var ki, enderun okullarını bugün yeterince bildiğimi­ zi söyleyebilmemiz de olanaksızdır doğrusu. B ilindiği gibi, Enderun "iç, binanın içi", Bi run ise "dış, bina­ nın dışı" anlamlarına gelen Farsça iki sözcüktür. Osmanlılar da, padişah sarayının içine "enderun" , dışarısına "birun" demişler­ dir, bu nedenle. Ö rneğin, sarayda hizmet edenlerin genel adı "Enderun halkı " , hanedana S aray dışında hizmet edenlerin ge­ nel adı da "Birun halkı" dır. Saray da, hem padişah ailesinin ko­ nutudur, hem de Osmanlı devlet yönetiminin merkez binasıdır. Divan toplantıları da, padişahın veya olmadığı zamanlarda onun izniyle s adrazarnın başkanlığında S aray 'da yapılmaktadır. S araya alınan tutsak Hıristiyan çocuklarının eğitimi için I. Murad döneminde kurulan okul d a S aray içinde olduğundan "Enderun Mektebi" denilmiştir başlangıçta. Ama zamanla, kimi kayıtlarda, "enderun" diye de söz edilmeye başlanılmıştır bu okullardan. Bu yüzden de "Enderun " veya "Enderun-i Hümayun" de­ yimleri her üçü ile i lgili, hem hanedan konutu , hem hükümet merkezi, hem de devşinne okulu ile ilgili yönetsel ve yapısal an­ lamları içerir olmuştur kendi liğinden. Deyimierin bu çok anlam­ lılığı da, bu kurumların gerçek kimliklerinin günümüze ulaşabil­ miş belgelerden yeterince kavranabilmesini doğal olarak zorlaş­ tırmaktadır. Ü stelik, bu kurumların büyük ölçüde zaten içiçe oluşları durumu daha da karrnaşıklaştınnaktadır kuşkusuz. S anırız haHi bu konuda üniversitelerimizde yapılmış tek bi­ limsel çalışma olan Ü lker Akkutay 'ın doktora tezi de, gördüğü­ müz kadarıy la deyimierin bu çok anlamlılığından ve kurumların zaten içiçe oluşundan, Enderun okulları konusunda yapılmış bir ilk çalışma şeklinde değerlendirilse gerektir doğrusu. Nitekim, Prof. Bayram Kodaman da, bu doktoranın yayım­ lanmasından 4 yıl sonra i lk baskısı yapılmış "Abdülhamid Dev­ ri Eğitim Sistemi" adlı çalışmasının girişinde, "Osmanlı maari­ finde Enderun Mektebi'nin yeri ve öneminin tam olarak bi/indi274


ği kanaatinde değiliz. En azından şu sorulara cevap aramak ge­ rekir: Enderun Mektebi' nin eğitim ve öğretim felsefesi ile top­ lum ve devlet felsefesi arasındaki münasebet nedir? Osmanlı toplumunda enderunlu tipi nasıldı ve bu tipin toplumda yeri ve rolü ne olmuştur? Enderunlu-medreseli: enderunlu-diğer grup­ lar arasındaki münasebetler ne şekildedir? Bu gibi sorulara, ancak sosyolojik, psikolojik ve siyasi bir yaklaşımla cevap aran­ dığında, Enderun Mektebi' nin toplumdaki yerinin dive değeri­ nin aydınlığa çıkacağından şüphe yoktur. " diye yazmaktadır. ( Prof. Dr. Bayram Kodaman, Abdülhamit Devri Eğitim S istemi, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1 99 1 , s . IX) Osmanlıların Gizli Tarhi: Vlema Şiire de Düşman . . .

Bilindiği gibi , Osmanlı sarayında olayları tarih sırasına göre yazıya geçirmekle görevlendirilen memura " vakanüvis" denil­ mektedir ve tarihçilerio verdikleri bilgilere göre, ilk resmi Os­ manlı vakanüvisi Naima' dır. Bu göreve XVIII. yüzyılın başla­ rında S adrazam Amcazade Hüseyin Paşa tarafından atanmış, ün­ lü tarihini de S adrazarnın buyruğu ile yazmıştır. Nitekim, Amca­ zade H üseyin Paşa adına sunulmuş (ithaf edilmiş) "Naima Tari­ hi" diye bilinen tarihin asıl adı da, "Ravzatü' 1-Hüseyn fi Hüla­ satı Ahbfiri' 1-Hafikayn" ( Hüseyin ' in , Doğu ve Batı Haberlerini, Olaylarını Ö zetleyen B ahçesi)dir. Daha önceleri ise, u lema yazdığı tarihi veya kitabı önce Sul­ tana sunmakta ve şayet beğenilirse, karşılığında kendisine yük­ lü bir "atiyye-i seniye" (büyük bahşiş) verilmektedir geleneğe göre. Ulemanın yazdığı ünlü tarihlerden biri de, "Bostanzade Tari­ hi" diye bilinen, Bostanzade Yahya Efendi'nin yazdığı ''Tarih-i Saf Tuhfetu' 1-Ahbab" (Dostlar Armağanı Saf Tarih)dir. B ostanzade Yahya Efendi' nin yalnız kendisi ulemadan değil, birkaç kuşak atası da ünlü ulemadandır. B üyük babası, Kanuni döneminin kazaskerlerinden Bostan Efendi, babası da III. Mrad döneminde iki kez şeyhülislamlığa getirilmiş ünlü Bostanzade 275


Mehmed Efendi' dir. Kendisi de, kardeşleri gibi medresede yetiş­ miş ve Halep, Galata, B ursa, Edirne kadılıklarından sonra, I 6 I 3 'te, Sultan I. Ahmed döneminde, İ stanbul kadılığına, ertesi yıl, I 6 14 'te de Rumeli kazaskerliğine getirilmiştir. Tarihini de, verilen bilgilere göre, Kazaskerliği sırasında yazmış ve I. Ah­ med' e sunmuştur. Başlarda da değinildiği gibi, I. Ahmed, I 603 yılında babası öldüğü zaman, henüz 14 yaşında bir çocuktur. Ama, Osmanlı ailesinde daha büyük yaşta bir erkek bulunmadı­ ğı için, çaresiz kucaklayıp getirip tahtta oturtmuşlardır. Bir an önce bir Şehzade yetiştirilmesi için de, çocuk dememiş, hemen evlendirmişlerdir. I 3 yıllık evlilik yaşamında da tam I 6 çocuğu olmuştur. 28 yaşına basmasına daha 6 ay varken de, e lli gün sü­ ren bir mide hastalığından ölmüştür. Tarihçilerio belirttiklerine göre de, kolay etki altında kalan, dolayısıyla çabuk karar değiş­ tiren, acımasız, aşırı dindar, vefasız biridir. Ama, Bostanzade Yahya Efendi, kendisine sunduğu bu "Saf Tarih" inde Sultan ' ı : "Sultan Ahmed Han, tahta çtkttğında kud­ retinin, sultan/tk ufkunda bütün parlakltğtyla tştmast, i nsanitğın huzurunu sağlamtştır. Yiğitfiği ve bileğinin kuvveti, yazt ile an­ /atma sınırının dtşmda ka/tr. Çektiği yay gökkuşağt gibidir ve bir başkast çekmeye güc yetiremez. Keskin ktlıcı ile vurduğu kal­ kanlar güneş gibi parlar, İskender aynast gibi dünyayt gösterir. Edirne' de iken, Allah ' a stğınıp bir topuzftrlatmış, iki fersah ( 10 km) öteye gitmiştir. İstanbul surlarıntn üzerinden dtşanya atttğt oku n birkaç fersah ötede izi görülmüştür. Yürüyüşü bile bir pa­ dişaha uyacak biçimdedir. Bütün bunlara baktltrsa, dedesi Sul­ tan Murad Han ' a (lll. Murad' a) benzediği anlaştitr. Ama, Sul­ tan Murad Han' dan bin derece yüksek, bağtşlaytct ve seçkindir. Boyu ondan daha uzundw: Sevimli yüzü ve gülümseyişi, nur sa­ çan güneş kadar aydmlıktu: Ne ki, Tann vergisi heybeli ve bü­ yüklüğü karştsında, her canlt titrer. Divan'da görevli iken, yüce tahttntn eteğine yüzümü süre1; ancak heybelinin aşmltğmdan te­ miz yüzüne bakmaya güç yetiremezdim. " diye anlattığına bakı­ lırsa, bu tarihinden dolayı I. Ahmed'den, gerçekten de çok yük­ lü bir "atiyye-i seniye" almış olsa gerektir doğru su. 276


Fakat buyruğunda çalıştığı Sultanı, ne denli acımasız biri ol­ duğunu iyi bildiği için mi kim bilir, böyle mangalda kül bırak­ maz bir Doğulu söylemiyle alabildiğine abartarak anlatan bu ün­ lü ulema, ilginçtir, kitabında, Osmanlıların II. Murad dönemin­ de başlamış bu gizli tarihine birtakım anıştırmalı göndermeler­ de de bulunmuyor değildir sanki gördüğümüz kadarıyla. Karşılığında yüklüce bir bahşiş alabilmek amacıyla, bir Os­ manlı s ultanına sunulmak ü zere özel olarak kaleme alınmış bu tarihlerde, padişahlardan biri hakkında açıktan bir eleştiri yapıl­ mış olması, elbette söz konusu bile değildir. Bu nedenle, "Os­ manlı padişahları arasında şiir/e ilk uğraşan odur. Zamanında, şairler parlaklık kazanmış/ardır. Onlara saygının her türlüsü gösterilmiştir " derken, Sultan I I . Murad 'ı sanki dolaylı bir d ille eleştirmektedir bizce. Çünkü, Bostanzade Yahya Efendi ' nin, kitabındaki şiir ve şa­ irlerle ilgili sözlerine bakılacak olursa, şiirden ve şairlerden hoş­ landığım söy leyebilmek, gerçekten olanaksızdır. Ö rneğin, kitabının ikinci bölümünde Emevi halifelerini anla­ tırken, "Şeriat ho::ucu işlemlere ilkin onun gününde başvurul­ muştur. " diyerek suçladığı Muaviye' nin, şeriata aykırı davranış­ larının kanıtı olarak da, "Hırsızlık yaptığı ortaya çıkan bir şairin eli kesilecekken , yazıp sunduğu bir şiiri çok heğendiği için ba­ ğışlamış olmasım " göstermekte ve onu, " Tanrı günahmı bağış­ lasın ve cennetinin efendil(�inden etsin inşallah " diye lanctlc­ mektedir. Gene, "Allah ' ı inkar eden melunlardandır" diyerek nefretle andığı onbirinci Emevi Halifesi I I . Yezid ' i aşağılarkcn de, tıpkı dam üstünde saksağan dermiş gibi, "Lanetlenmiş bu adam , şair ruh/u olmakla çok ::ina eder, durmaksızın siivüp sayardı . diye yazmaktadır. İ lginçtir, I. Ahmed ' in "Ahmed Han" ve "Bahtf" mahlasla­ rıyla yazılmış şiirlerinden bir de divanı bulunduğunu bilmeme­ sinin olanaksız olmasına karşın, "aydınlık yüzii de,�irmi, teni he­ yaz, boyu sultanlık bahçelerinin selvisi gibi" "lter sl)zü bir inci dizisi olup" "bu müstesna yaradı/ış kendisine A llalı tarafından 277


üfürülmüştür" diyerek yere göğe sığdıramadığı velinimetinin şairliğinden, şiir yazdığından da hiç söz etmemektedir her ne­ dense. Ancak, şiir ve şairler hakkında yazılmış tek kötü sözcük de yoktur kitabında elbette. Ama, "Bayram/aşma törenlerinde elini öpen şair/ere de, sayRı olsun diye tahtında kalkıp otururdu. " diyerek, onu gene de şairlere ve ş iire olan düşkünlüğünden dolayı gizli gizli eleştir­ ınektedir sanki. Sultan II. Murad ' ı "ilk defa hadımları vezir yapan odw: Da­ ha önce ulema vezir olurdu. " diye eleştirirken de, sanki "şair" diyerek velinimetini öfkelendirmekten ve bahşişten olmaktan korktuğu için "hadım/ar" demeyi yeğlemiş gibidir. Çünkü, "haremağalığt " kurumu da II. Murad döneminde oluşturulmuştur ve III. Murad dönemine kadar, haremde hizmet eden bu hadımlar beyaz oldukları için A kağalar denilmiştir on­ lara. Zenci haremağalarının Osmanlı sarayına girişi III. Murad döneminden itibarendir. Kuşkusuz, tutsak alınan Sırp, B oşnak, Rum vb. Hıristiyan çocuklarından hadım edilerek enderunda yetiştirilmiş bu Akağa­ lardan kimileri daha sonra y ükselerek vezir, hatta sadrazam bile olmuştur. Ö rneğin, Hıristiyan kökenli bir devşirme Akağa olan Hadım Hasan Paşa, üstelik Bostanzade Yahy a Efendi'nin bu satırları yazmasından kısa bir süre önce, I. Ahmed'in babası Sultan III. Mehmed döneminde Sadrazamlık yapmıştır. Gene, Hıristiyan kökenli bir başka devşirme Akağa olan Hadım Mesih Paşa da, I . Ahmed'i n dedesi III. Murad ' ın sadrazamlarındandır. Fatih ' in oğlu I I . Bayezid döneminde 1 5 0 1 ' de sadrazam ol­ muş akağa Boşnak Hadım Ali Paşa'nın; Yavuz S ultan Selim'in sadrazamlarından 1 5 1 7 Ridaniye savaşında şehit düşmüş akağa Boşnak Hadım Sinan Paşa 'nın; Kanuni dönemi sadrazamların­ dan akağa Hadım Süleyman Paşa 'nın ise, I I . Murad döneminde vezirliğe getirilip paşa yapılmış olmaları, yaşları açısından ola­ naksızdır. Müneccimbaşı Tarihi ' nde de, her ne kadar, I I . Murad döne278


mindeki Yama savaşında şehit düşenler arasında " Tavaşi Şelıa­ bettin Paşa diye birinin bulunduğunun da zikredildiği" nden söz edilmekteyse de, başka kaynaklarda bu kişi hakkında herhangi bir bilgiye rastlanılamamıştır. Zaten, Prof. Fuad Köprülü de, İ slam Ansiklopedis i ' nin Ha ­ dim " maddesinde, "Ne 1 5 . , hatta ne de 1 6 . yüzyıllarda sGI·ayda­ ki tavaşilerin (hadım/arın) devlet işleri üzerinde etkili oldukları­ na dair elimizde hiçbir kayıt koytur. " diye yazmaktadır. Ancak, II. Murad' dan itibaren artık u lemanın dışında, üstelik y alnız Enderundan yetişenierin de değil, şairterin de vezirliğe getirilclikleri ise, galiba kuşkusuzdur. Ö rneğin, devşirme bir Rum çocuğu olan ve İ stanbu l ' un fethinden sonra Fatih'in sadra­ zamlığa getirdiği İshak Paşa , Il. Murad döneminde Enderunda yetiştiritmiş ve vezir yapılmıştır. Gene, Rum veya S ırp kökenli bir devşirme olan Zağanos Mehmed Paşa da, I l . Murad döne­ minde vezir olmuş enderunlulardandır. Ü nlü şair Ahmed Pa­ şa'ya da, paşalığı ola ki II. Murad döneminde verilmiştir. Bu ör­ nekler daha da çoğaltılsa gerektir. Ayrıca, enderun okulundan yetişenlerle, özel ders alarak ken­ dini yetiştirmiş şairterin n. Murad 'dan itibaren getiri lclikleri üst görevler, gördüğümüz kadarıyla yalnız vezirlik de değildir üste­ lik. Ö rneğin, Fatih döneminde sadrazamlığa getirilmiş Hırvat Mahmud Paşa, Rum Mehmed Paşa, S ırp Gedik Ahmed Paşa gi­ bi II. Murad döneminde Saraya almarak enderunda yetiştiri tmiş devşirmelerin daha önceki yaşamlarıyla ilgili günümüze ulaşm ış her ne kadar fazla bir bilgi yoksa da, bu kişilerin sadrazamlığa getirilmeden önce birtakım önemli devlet görevlerinde denen­ miş oldukları da galiba tartışılamasa gerektir. Enderunlu olmayan şairterin sarayda katiplik, reis-ı'il kiittab­ lık (Genel sekreterlik), yargıda kadılık, kazaskerlik gibi göre­ vlere getiritmeleri ise, Çelebi S üleyman döneminde başlamıştır. Bilindiği gibi, Çelebi Süleyman, Edirne'de sultanlığını ilan eder etmez şair A hmed/ y i divan katipliğine getirmiş, şair Ahmed-i Da l'ye de kadılık verm iştir. Daha sonra Fatih şair Ahmed Pa"

'

279


şa 'yı kazaskerliğe getirmiş, şair Necati y i divan katibi yapmış­ tır. Mesih/, S adrazam Hadım Ali Paş a'nın divan katipliğine ge­ tirilmiştir. Nailf divan-ı hümayun katipliği, İsmet/ de kadılık ve Rumeli kazaskerliği yapmıştır. Görüldüğü gibi, II. Murad' ın eğitim s isteminde yaptığı kök­ lü değişimle din dışı derslerle birlikte, İ slamiyet ve şer'i hukuk­ la ilgili medreselerde okutulan dersleri de görmüş enderunlula­ rın y anı sıra, artık özel dersler alarak kendini yetiştirmiş şairler de yargı ile i lgili görevlere atanmaktadırlar. Ancak, burada hemen şunu da belirtelim ki, edebiyatla, hele hele şiirle y akından ilgilenmiş, şiirden, edebiyattan da anlayan medreseli s ayısının parmakla sayılacak kadar az olmasına karşı­ lık, gördüğümüz kadarıyla, kendi kendini yetiştirmiş divan şair­ leri arasında İ slamiyeti ve özellikle de H anefi fıkhını en az bir medreseli kadar iyi bilmeyen kişi de gerçekten yok gibidir gali­ ba. Bostanzade Yahya Efendi de, "hadım " derken, bizce hiç kuş­ ku yok ki, bu tarihten itibaren yargı ile i lgili görevlere de getiril­ rneğe başlanılan enderunlularla, kendi kendini yetiştirmiş divan şairlerini kastetmiştir. Nitekim, Prof. Uzunçarşılı da, bu gerçekle ilgili olarak, " Üst görevlere getirilen devşirme ricalin çoğalması üzerine yönetici­ ler arasmda bir rekabet başgöstermişti. " ( Osm. Tar. c-2, s. 9) diyerek, hem I I . Murad ' l a başlayan bu uygulamaya, h em de Bostanzade Yahya Efendi 'nin öfkesinin asıl nereden kaynaklan­ dığına ışık tutannışcsına, medreselilerle, enderunlular ve divan şairleri arasındaki gizli iktidar kavgasının bu tarihten itibaren baş lamış olduğuna işaret etmektedir bizce. Doç. Dr. Hasan Akgündüz de, yukarda adını andığımız, "İ n­ san ak/mm ürettiği değerler yerine, valıyin (Kuran' 111) rehberli­ ğini temel alan " radikal İ slamcı bir görüşle hazırladığı Osmanlı eğitim sistemi ile ilgili doktora tezinde, " İlmiye smifmm (ule­ manın), kuruluş dönemi olarak kavram/aştm/an ilk yüz elli yıl­ daki geniş nüfuz alanı, Fatih'in iktidar yıllarmdan itibaren güç­ lenen enderun kaynaklı kul smifı tarafından önemli ölçüde sınır'

280


landınlmıştu: " demektedir. (Age, s. 7 7 ) Ancak, Doç. Akgündüz'e göre, "bu dengenin enderun çıkış­ lılar lehine giderek daha da bozulması " ise, sadece Türklerin devletten giderek dışlanmalarına, " Türk tebaanın ikinci plana itilmişlik duygusuna kapılmasına" neden olmuştur. "Gayr-ı müslim tebaanın devlet tarafından düzenlenen bir süreçle siya­ si-idari katılımını sağlamış olan kul bürokrasisi modeli zaman­ la, devletin sırtım dayadığı müslüman kesim/e ilişkisini kesinti­ ye uğratmıştır. " Görüldüğü gibi, radikal İ slamcı bu Doçent de, II. Murad'dan itibaren, yönetsel görevlerden sonra artık yargısal görevlere de u lema yerine enderunluların ve şairlerin getirilmesinin, merkez­ de birtakım sorunlar yarattığını kabul etmekte, ancak "kendim için bir şey istiyorsam, namerdim " mantığıyla tıpkı, bu uygula­ manın medreselilerle enderunlular arasında gizli bir iktidar kav­ gasına da yol açmış olabileceğinden kesinlikle söz etmeden, sanki o yıllarda insanlarda etnik kimlik bilinci söz konusuymuş gibi, konuyu s aptırarak, bu olgunun İ mparatorlukla Türkleri kar­ şı karşıya getirdiğini iddia etmektedir. Ne var ki, birkaç paragraf sonra, kendisi de , bu kavgaya bir göndermede bulunurmuşcasına, "Ulema sınıfının, kul bürokra­ sisi güçlendikten sonra idari sistemden bütünüyle dışianmış ol­ duğu anlamı da çıkarılmamalıdır " demek gereğini duymuştur. Ayrıca, biraz da aşağılayıcı bir dille, "kul bürokrasisi" diye adlandırdığı bu yeni durumu irdelerken yaptığı çarpıtma, gördü ­ ğümüz kadarıyla b u kadarla d a kalmamış, ilginçtir, ulemadan ol­ mayan şairlerin de, katipliklerin yanı sıra kadılıklara ve kazas­ kerliklere getirilmiş olmalarına karşın, onları görmezden gelip, tam karşıtı, herhangi bir açıklamada bulunmaksızın "divan şiiri­ nin de medrese kaynaklı bir edebiyat olduğunu" savlayarak, ona da sahip çıkmaya kalkışmıştır. (Age, s. 1 82) Ve, bu Doçente gö­ re, divan edebiyatı : "Türklüğün tefekkür (düşünce) tahayyül (imgeleme) ve heyecanını yansıtmakta" dır. "'Osmanlı asırları boyunca halk edebiyatı, tekke kaynaklı edebiyat ve mes nevi ede­ biyatı ile birlikte gelişen medrese kaynaklı bir edebiyat" tır. 28 1


Oysa, Mehmet Zeki Pakalın 'ın verdiği bilgilere göre, "mü­ nevver zümrenin (ulema dışındaki Osmanlı aydınlarının) aruz vezniyle yazdığı bu şiir/ere " de, "Tanzimat'tan sonra " , ola ki II. Abdülhamid döneminde "Divan Şiiri" denilmeye başlanılmıştır. Ş iirlerde genellikle padişahlarla devlet adamlarının methedil­ mesi ve şairterin de bir kısmının Enderunda yetişmiş olması do­ layısıyla bu şiire "Saray edebiyatı veya Enderun edebiyatı di­ yenler" de vardır. Osmanlı edebiyat eleştirmenlerince de, "Münevver zümrenin zevkine hitabeden ve münevver zümre tarafından meydana geti­ rilmiş" bu edebiyat, "zihnf unsurlarla, muayyen hünerlere da­ yandığı için ilham noktasından ve/Ut (doğurgan/yaratıcı) olma­ yan" "çok zümrevi" ve "özellikle de teknik ve dünyaya bakış açısından taklit bir edebiyattu: " gene aynı kaynaktaki aktarma­ lara göre. Bilindiği gibi, divan şiiri ilk kez XIX. yü zyılın ikinci y arısı­ nın ortalarında Tanzimat aydınlarınca, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi şairlerce eleştirilmeye başlanılmıştır. Daha sonra II. Abdül­ hamid döneminde de, İdadilerin açılması dolayısıyla tarihimizde ilk kez yazdırılan edebiyat ders kitaplarında, bu eleştiriler daha da ileriye götürülerek, üstelik "münevverlerin münevverler için yazdığı bir şiir olduğu" suçlamasıyla, sanki divan şiirinin bel­ leklerden silinmesine çalışılmıştır. Osmanlı İ mparatorluğu 'nun resmi dili Osmanlıcanın kurucusu ve Osmanl ı düşüncesinin oluşmasına yüzyıllar boyunca son derece önemli katkılarda bu­ lunmuş bu şiirin, üstelik XIX. yü zy ılın ikinci yarısından itiba­ ren, gene Osmanlılarca böyle birden belleklerden bile silinmesi­ ne çalışılırmış gibi aşağılanması, gerçekten kolay kolay anlaşılır şey değildir. Oysa, XIX. yüzyılın daha başlarında divan şiiri de bitmiştir artık. Bu şiirin son temsilcileri, örneğin Enderunlu Vasıf I 824 yılında, Keçecizade İzzet Molla da 1 829 yılında ölmüşlerdir. B u tarihlerden sonra d a birtakım şairler aynı kalıplarla şiir yazmayı sürdürmeye çalışınışiarsa da, Tanzimat'la birlikte, XIX. y üzyılın ikinci yarısında divan şiiri artık kesinlikle sona ermiştir. 282


Dolayısıyla bu düşmanlığın da, hele hele ders kitabı kavra­ mının ve Osmanlı aydınlarına hazırlatılması düşüncesinin ilk kez Abdülhamid döneminde gündeme getirilerek, bütün kitapla­ rın medrese hocalarına ( u lemaya) yazdırılmış olduğu düşünülür­ se, ta II. Murad döneminde başlamış u lema ile enderunlular ve şairler arasındaki gizli iktidar kavgasının kalıntısı bir eski kin­ den kaynaklandığından kuşkuya düşmernek de olanaksızdır ga­ liba. Çünkü, ulema, gördüğümüz kadarıyla, bireysel çıkarları ça­ tışmadığı veya siyasal koşullar zorunlu kılmadığı sürece, ende­ runlularla, galiba işlevlerinin ve görev alanlarının birbirlerinden çok farklı oluşu nedeniyle, genellikle sarayda belli bir denge içinde birarada bulunabildiği halde, divan şairleriyle sürekli sür­ tüşmüştür sanki. Ö rneğin, ulema ne zaman sarayda söz sahibi olmuşsa, ne ilginç rastlantıdır ki, şairlerin ayağı saraydan hemen kesilmiş gibidir. B aşlarda da değinildiği gibi, ulemanın sarayda yeniden söz sahibi olmasını sağlayan III. Murad da Muradf mahlasıyla şiir­ ler yazmaktadır ve Şair Nevi' yi sarayda oğlu Şehzade Musta­ fa'nın öğretmeni olarak görevlendirmiştir. Şehzade Mustafa ile birlikte tam 19 kardeşini aynı anda öldürterck tahta çıkan en bü­ yük oğlu III. Mehmed de şehzadeliği sırasında şairlerden ders almış olsa gerek ki, R iyazi Efendi'nin Ş uara Tezkires i 'nde ver­ diği bilgiye göre, o da Adli mahlasıyla şiirler yazmaktadır. Ne var ki, Eğri savaşından sonra ulemanın saraydaki egemenliği da­ ha da güçlenince, şairler sanki tamamen çıkarılmışlardır saray­ dan. Ö rneğin, Bo stanzade Yahya Efendi, tarihinde, güya kendi­ si de şair olan I. Ahmed döneminde sarayda bir şairin de bulun­ duğundan kesinlikle söz etmemektedir. Koca X VII. yüzyılda şairlerin sarayda yeniden söz sahibi kı­ l ınarak görevlendirildiği tek dönem ise, topu topu IV. Murad'ın, sanki İ mparatorluğun kurtuluşu için Osmanlı sarayını ulema sultasından bir an önce kurtarmaya çalışırmış gibi ardı ardına ulema kellesi uçurttuğu son 8 yılı olmuştur ne i lginçtir ki . . . Örneğin, IV. Murad, yalnız ünlü Nef' i ve Haleti'y i sarayda 283


görevlendirmekle de kalmamış, divan şiirinin bir başka büyük ustası Şeyhülislam Yahya'yı da, ulemanın onca fitne fücuruna rağmen iki kez Şeyhülislam lığa getirmiştir. S altanatının son 6 yılında sürekli şeyhülislamı olan şairi, ayrıca Revan ve B ağdat seferlerine de götürmüştür beraberinde. Şeyhülislam Yahy a da aslında medresede eğitim görmüş, müdenis olmuş, ardından çeşitli kadılıklarda ve kazaskerlikler­ de bulunmuş, ulema sınıfından biridir. Ama bütün bunlara karşın, saraydaki ulema sınıfı, göreve getirilmesine şiddetle karşı gelmişmiş. Ö rneğin, daha ilk yılın­ da, IV. Murad ' ın tahta çıkmasına sanki karşıymış gibi bir dedikodu çıkartarak, S u lt anın şairi şeyhülislamlıktan almasını sağlamışlardır. Ne var ki, S ultan, iki yıl sonra yeniden şeyhülis­ lamlığa getirmiştir onu. Ulema, gene çeşitli fitne fücurlarla onu ikinci şeyhülislam­ lığından da ayrılmak zorunda bırakınca, genç IV Murad, şairi yanına çağırıp, "Bunlar seni azi itdiler, amma ben azi itmedim. Çiftliğine (dirliğine) git, bize dua ile meşgul ol. Padişahın padişah olduğu vakit, sen de kemiikiin (eskisi gibi) müfti olur­ sun . " demiştir öfkeyle. Gerçekten de, iki yıl sonra, bu u lemadan çoğunun kellesini uçurtup iktidarı tam ele geçirince, onu yeniden şeyhülislamlığa getirmiş ve saltanatının sonuna dek şeyhülislam kalmasını sağlamıştır. Ne var ki, IV. Murad' ın ansızın ölümünden sonra, bu kez de bir şiirindeki "Mescidde riyii-pfşeler etsün ko riyiiyi!Meyhaneye gel kim ne riyii var ne miiriiyt' beyitinden dolayı cadı kazan­ larını yeniden kaynatmaya başlamışlar, Naima Tarihinde verilen bilgilere göre, Hurşid Çavuşoğlu adlı bir u lema, Fatih Camii ' ndeki bir vaızında "Ey ümmet-i Müslüman, her kim bu beyti okursa, kiifir olur. Zira bu beyt küfr-ü sarihtir " diyerek onu kil.fir bile ilan etmiştir. IV. Murad 'ın şeyhülislamiarından Ahizade Hüseyin Efendi ile iki kez sadrazamlığa getirdiği Hafız Ahmed Paşa da şairdir. Ahizade Hüseyin Efendi, medreseele yetişmiş, müderrislik, kadılık, kazaskerlik yapmış ünlü bir ulemadır ve aynı zamanda 284


Hüdayf mahlasıyla şiirler y azan iyi bir şairdir. Hafız Ahmed Paşa ise, enderunda yetişmiş, "bilgili, kalem sahibi, şair ve edip" biridir. Ne var ki, ikisi de öldürülmüştür. Adından da anlaşılacağı gibi, aynı zamanda "hafiz" da olan Hafız Ahmed Paşa, buna rağmen daha birinci sadrazamlığı sırasında ulemanın gazabına uğrayarak, B ağdat seferinde valiy­ le anlaştığı için kenti fethetmediği dedikodularıyla hemen görevden aldırtılmıştır. IV. Murad'ın , yirmi yaşına basıp iktidarı tam anlamıyla ele alır almaz Hafız Ahmed Paşa'yı yeniden sad­ razamlığa getirmesi üzerine de, başlarda ayrıntılarıyla yinelen­ diği gibi, ulema derhal Yeniçeri Ocağı 'nı ayaklandırarak sarayı bastırmış ve sadrazamı, padişahın gözlerinin önünde parça par­ ça ettirerek öldürtmüştür. Ancak, tarihçilerimizin bütün bu olay­ ları Topa! Recep Paşa'nın sadrazam olabilmek için düzen­ lediğinden kesinlikle kuşkusu yoktur. Hatta, IV. Murad' ın da, öcünü almak için, olaylardan kısa bir süre sonra, duruma yeniden egemen olur olmaz önce Topa! Recep Paşa' yı, ardından da ayaklanma s ırasında onunla işbirliği yaptığına inandığı Şey­ hülislam Ahizade H üseyin Efendi 'yi öldürttüğü görüşündedirler. Gerçi, tarihçilerimiz bu konuda kesinlikle ser verip sır ver­ memektedirler. Ama, IV. Murad acaba gerçekten öç alma kör­ lüğüyle mi öldürtmüştür şair Hüday f yi, yoksa ulema, çeşitli oyunlarla aklını çelip, S ultan ' a, Şeyhülislam Ahizade Hü seyin Efendi ' yi de, şair olduğu için mi öldürtmüştür? Doğrusu, araş­ tınlsa gerektir bizce. Çünkü, bir şiirinde "Bize mülhid (dinsiz) diyenin kendüde iman olsa/ Dahieden dinimize (dinimize karışan) bôri miisülman olsa" diyen, XVII. y üzyılın son şair şeyhülislamı Bahayf Efen­ di 'yi de, daha genç yaşta, Halep kadılığı sırasında, Hoca Saadeddin Efendi ' nin torunu, ünlü bir ülema olmasına karşın, bizce hiç kuşku yok ki salt şiirlerinden, şairliğinden dolayı, IV. Murad'a, "tütüne düşkünlüğü yüzünden işini görecek hali yok­ tur" diye jumaller gönderip, Halep' ten Kıbrı s ' a sürgün ettirerek cezalandırmışlardır. Osmanlı divan şiiri, XVII. yüzyılda da Nef' iden, Şeyhülislam '

285


Yahya' dan, Haletf' den, Bahayf'den başka, Nev' izade A tayf, Nail-f Kadim, Fehim-f Kadim, Neşatf, Fasih Ahmed, Nabi gibi büyük ustalar yetiştirmeyi sürdürmüştür elbette. Ancak, diyelim Köprülü Fazı! Ahmed Paşa'nın aynı zamanda Mevlevi dervişleri olan Neşati Ahmed Dede ile Fasih Ahmed Dede'yi müsahib­ liğine alıp özel katipliklere getirmesi; M usahip M ustafa Paşa'nın 1 665 'te Urfa'dan İ stanbu l ' a gelen Nabi'yi kendisine katip yapması; Fazı! Ahmed Paşa'nın gazabına uğrayıp Edir­ ne' ye sürülıneden önce Nail-i Kadim' in bir süre maden kalemin­ de katip olarak çalışması gibi birkaç ayrıksı (istisnai) olayı say­ mazsak, ulemanın va!de s ultanlarla elele vererek, IV. M ur ad' ın son 8 yıllık saltanatının dışında, yönetime tam anlamıyla ege­ men olduğu, İ mparatorluğun çocuk ve deli padişahlar dönemi XVII. yüzyılın geri kalan kısmında saraya şairerin de alındığına, söz sahibi kılındığına, görevlendirildiğine dair, kesinlikle her­ hangi bir işaret yoktur tarihlerimizde, gördüğümüz kadarıyla. Şairlerin S arayda yeniden gözükmeleri de, ta XVIII. yüzyılın başlarındaki, İ mparatorluğun değilse bile İ stanbul ' un kap­ ılarının Avrupa'ya açıldığı ve doğal olarak ulemanın yetkilerinin kısıldığı Lale Devrine, III. Ahmed dönemine rastlamaktadır, ne ilginçtir ki . . . B ilindiği gibi, Şair Nabi de, koruyucusu Mu sahip Mu stafa Paş a'nın ölmesi üzerine' İ stanbul ' dan ayrılarak Halep' e gidip yerleşmiş ve ancak 25 yıl sonra, 17 1 O' da, III. Ahmed dönemin­ de, sadrazam olan Halep valisi B altacı Mehmed Paşa ile birlik­ te dönmüştür İ stanbu l ' a ve hemen darphane emirliğine getiril­ miştir. N abi ' nin, üstelik altmış küsur yaşındayken, XVIII. yüzyılın başında yeniden İ stanbul 'a dönmesinde, galiba kendisinin yetiş­ tirdiği şairlerden Rami'nin 1 70 3 ' te Rami Mehmed Paşa olarak sadrazamlığa getirilmiş olması kadar, bizce "şair, münşi (yazar), hattat'' bir kişi olan III. Ahmed' in tahta çıkması da mutlaka önemli bir rol oynamış olsa gerektir doğrusu. Tarihçilerio daha sonraki yıllarda "La/e Devri" diye adlan­ dırdıkları III. Ahmed ve Sadrazam Nevşehirli Damat İ brahim 286


Paşa döneminde Saray, sözcüğün tam anlamıyla şairlerle, müzikçilerle, hattatlarla, nakkaşlarla, yerli yabancı bilim adam­ larıyla bir sanat ve kültür merkezi haline getirilmiştir gerçekten de. Her ne kadar, o günlerde İ stanbul ' daki İ ngiliz e lçisinin eşi Lady Montagu, ünlü mektuplarında "İyi bir şair değilse de, memleketin güzide şairlerinden yararlanmayı iyi bilmişti1: " demekte ise de, Sadrazam Nevşehirli İ brahim Paşa da sonuçta iyi veya kötü, şairdir. Nedim , dönemin simgesi haline gelmiştir. Daha sonra I. Mahmud döneminde şeyhülislamlığa da getirilen, İ stanbul kadısı İshak Efendi, üç dilde şiirler yazan i yi bir şairdir. Divanı vardır. III. Ahmed ' den sonra tahta çıkan ve kendisi de Sebkatf mah­ lasıyla şiirler yazan, şair, besteci I. Mahm ud un sadrazamların­ dan Hekimoğlu A li Paşa da şairdir, "Ali" mahlasıyla şiirler yaz­ maktadır. Şeyhülislam İ shak Efendi ' den başka, gene aynı dönemde şeyhülislamlık yapmış Pirizade Mehmed Sahib Efendi de şairdir ve şiirlerinde "Sfıhib" malılasını kullanmaktadır. I. Mahmud döneminde Anadolu ve Rumeli kazaskerliklerin­ de bulunmuş, 1 7 55 yılında beş ay kadar da şeyhülislamlık yap­ mış A bdullah Vessaf Efendi de Abdi ve Vessaf mahlasıyla şiirler yazmaktadır ve Şeyh Galib' in ünlü "Hüsn-i Aşk " ı , Vessaf ' ın "Hayal-i Behçet Abfid" adlı binbeşyüz beyitlik şiirinden et­ kilenerek yazdığım öne sürenler de vardır. Osmanlı tarihindeki ilk teknik yüksek okul "Mühendishane­ i Bahrri-i Hümayun" u kuran, aynı zamanda "Cihangir" mah­ lasıyla şiirler yazan ilerici sultanlardan III. Mustafa' nın tam 7 yıl sadrazamlığını yapmış Koca Ragıp Paşa da ünlü bir divan şairidir. "Divamndaki şiir/eri, Nabi yolunda, hikmete dayanan, didaktik parça/ardır. Birçok beyiti, halk arasında atasözü gibi yayılmıştu: Bu özelliğiyle Ragıp Paşa' nın şiiri, Nabi'yi Ziya Paşa' ya bağlayan bir köprü olarak değerlendirilmektedir " Dönemin Fıtnat Hamm ' 1 a birlikte önemli şairlerinden Haş­ met'i de, S arayda hafi z-i kütüb (kitaplık memuru) olarak görev­ lendirmiştir. Koca Ragıp Paşa'nın şeyh ü lislamlığa getirdiği Küçük '

287


Çelebizade İsmail Asım Efendi de, genç yaşında Nevşehirli Damat İ brahim Paşa'nın oluşturduğu sanat ve bilim kurulların­ da görev almış, üç dilde şiirler yazan bir şairdir. "Nabi ile Nedim' in etkisinde yaZIImış, hem haklma ne, hem şuhane güzel şiirleri vardır. " III. Mustafa'nın şeyhülislamiarından Pirizade Osman Sahib Efendi de, tıpkı babası Şeyhülislam Pirizade Mehmed S alıib Efendi gibi şairdir ve ş iirlerinde babasının d a kullandığı "Sahib" malılasını kullanmıştır. İ y i bir şair olan ve şiirlerinde "İlhamf" malılasını kullanan, Osmanlı tarihinin yenilikçi sultanlarından III. Selim 'in tahta çıktıktan kısa bir süre sonra şeyhülislamlığa getirdiği Mehmed Şer({ Efendi de, kızkardeşi Fıtnat Hanım gibi iyi bir şairdir ve üç dilde şiirler yazmaktadır. B ir divanı vardır. III. Selim'in şeyhülislamiarından Yahya Tevfik Efendi de geniş kültüre sahip aydın biridir ve üç dilde şiirler y azmaktadır, tarihçilerio verdikleri bilgilere göre. Yukarda da değinildiği gibi, medrese eğitimi görmemiş ol­ salar bile, İ slamiyeti en az bir medreseli kadar, bir ulema kadar iyi bildikleri tartışılmaz bu divan şairleri de, zaman zaman şiir­ lerinde dinsel konuları iş lemişler, dini kasideler yazmışlar, mes­ nevilerine naatlar ve münacaatlar eklemişlerdir. Ancak, gerek bu örneklere bakarak, gerekse bunca şeyhülislamın da şair olmasın­ dan hareket ederek divan şiirinin bir dini şiir olduğunu söy­ leyebilmek kesinlikle olanaksızdır elbette. Abdülbaki Gölpınarlı hocanın da, "Divan edebiyatında hemen her şairde, hatta Nedim ' de bile tasavvufi eğilimler var­ dil: Fakat hiç biri, örneğin Yunus gibi yalnız tasavvufa dayan­ mamıştır. " diyerek ( 1 00 Soruda Tasavvuf, Gerçek Yayınevi, İ st. I 969, s . 1 74 ) belirttiği şekilde, divan şiirine dini şiir (zühdi ede­ biyat) diyemiyeceğimiz gibi, tasavvuf şiiri diyebilmemiz de söz konusu değildir kuşkusuz. Hatta, Atilla Ö zkırımlı'nın verdiği bilgilere bakılacak olursa, böyle bir olasılığı tartışmak bile saçmadır, anlamsızdır. Çünkü, "Şarap (mey), divan edebiyatının ana konularından, en çok kul288


lamlan mazmunlarındandır. Bu yaygın kullanı/ış divan edebiy­ atının bir mey edebiyatı olduğu yargısına bile yol açmıştır. " Nitekim Agah S ırrı Levend de, "Mey, divan şiiri için her şeydir · dilberdi1� sevgilidi1� maye-i cünun ( çılgınlığın mayası)dır, gev­ her-i can (yaşamın özü)dür, deva (ilaç)dır. Her türlü hassa (gerek duyulan şey) onda mevcuttur " diye yazmıştır. (Atilla Ö z­ kırımlı, Türk Edebiyatı Ansiklopedi si, Cem Yayınevi, c-3, s. 85 I ) Bu nedenle, divan şairlerinin gözünde meyhanenin ayrı bir yeri, bir önemi vardır, sanki kutsaldır. Ö rneğin, Fuzuli, mey­ haneler için "Mübarek mülkdür ol mülk viran olmasın yarab" demektedir. Yukarda da yinelediğİrniz gibi, Şeyhülislam Yahya y a göre de, "meyhanede ne riya vard11� ne mürayi" Nedim, ünlü beyitinde "Meyhane mukassi (kasvetli) görünür taşradan (dışardan) amma/ Bir başka ferah başka fetafet var içinde" demiştir bilindiği gibi. Agfihi"ye göre: "Ey sufi, mescid de meyhane de birdi1: " Necati de: "Ş ol şehr içinde durma ki hazik tabib yok/Bir dahi şol mahalde ki meyhane olmaya" yani eli usta doktoru olmayan kentin bir de meyhanesi yoksa orada hiç durma demiştir. İ lginçtir, divan şiirinde yalnız mey ve meyhane övülmemiş, softalık, din e, i badete aşırı düşkünlük, kaba s ofuluk, yobazlık da şiddetle eleştirilmiştir öte yandan. Nitekim, Atilla Ö zkırımlı, an­ siklopedisinde, "Divan şiirinde zahit' i eleştirrnek neredeyse gelenekselleşmiştir. " demektedir. Gerçekten de, Nef' i, Şeyhülis­ lam Yahya, Gaybf, Haşim, Muhyf, Nail/, Sabit, Koca Ragıp Paşa, Esrar Dede, Haşim Baba v.b. gibi çoğu medreseden yetiş­ miş, özellikle de XVII. ve XVIII. yüzyıl divan şairleri arasında, zühdiliği ve zahidleri eleştirmemiş kimse yoktur sanki. Prof. Fuad Köprülü de, "Gelişen tasavvuf cereyanının İslam aleminde büyük bir kuvvet kazanması ve tarikatların çoğalıp yayılmasının, medreseye karşı tekkeyi oluşturduğunu" "Med­ resedekilerin , müslümamm diyenierin bile çok az bir kısmım 'Ehl-i Cennet' saymalarına karşılık, tekkedeki/erin yetmiş iki millete bir gözle bakmasının" ve "medresenin şiiri ve musikiyi '

289


haram saymasına karşılık, tekkenin raksı, musikiyi, şiiri baştacı etmesinin " de bu iki kurum arasında büyük bir uçurum yarat­ tığını belirttikten sonra, "Medreseden yetişen sU.filer ile tasav­ vufa intisab etmiş medresetiler bu derin uçurumu kapatmağa çalışmışlardi/: " diyerek açıklamaktadır bu durumu. İ lginçtir, öteki edebiyat tarihçilerimiz ise, bu olgunun tarikat­ lar arasındaki çelişkiden kaynaklanmış olabileceğini bir olasılık şeklinde bile ele almaya cesaret edemeden, tıpkı bugünkü yöneticilerimizin "İrtica yok, mürfeci var" demeleri gibi, "bu eleştiriterin kesinlikle dinle bir ilgisinin bulunmadığını " , sadece birtakım yobazları hedef seçtiğini savunmaktadırlar ısrarla. Yani, medreseye kesinlikle toz kondurmamaktadırlar, her ne hikmetle ise . . . Gerçekten, Yavu z S ultan Selim'in, "musahibi" olarak beraberinde Çaldıran Seferi' ne götürdüğü, ünlü divan şairi Tacizade Cafer Çelebi y i İ stanbul ' a dönüldükten sonra, Amas­ ya' daki ayaklanmada yeniçerileri kışkırtan kişinin o olduğuna dair dedikodular çıkartılarak, gene Yavuz'a astırtılmasında, medreselilerle divan ş airleri arasındaki bu gizli iktidar kav­ gasının hiç mi rolü olmamıştır? Dedikoduları çıkaranlar, Saraya duyurup, Sultanı gazaba getirecek kadar y akınında olanlar kim­ lerdir? Tarihçiterin verdikleri bilgilere göre, Kanuni ' nin sadrazam­ larından İ brahim Paşa'yı gazaba getirerek, XVI. yüzyılın büyük yeteneklerinden genç şair Figani ' yi , henüz 25-26 yaşlarında var yokken astırtacak kadar ağır "iftiralarda bulunan rakipleri" gerçekten kimler olabilir acaba? Kanuni döneminde Sarayın "Şeyh-ül Şuara " sı, dini konular­ da hiç şiir yazmamış Baki, acaba kimlerin gazabına uğrayarak III. Murad döneminde hemen gözden düşmüş ve s ürgün cezasına çarptırılmıştır? S onra da, güya bağışlanarak Ü s­ küdar 'da oturmaya zorunlu k1lınmıştır? Şair Nef' f, medreseli tarihçiterin altını çize çize ısrarla belirt­ tikleri gibi, gerçekten salt sözünde durmayıp yeni bir hivic daha yazdığı için mi, ü stelik o günlerde henüz sadrazam da olmayan '

,

290


B ayram Paşa tarafından odunlukta boğdurtularak öldürülmüş­ tür? Ardı ardına ulema kellesi uçurttuğu günlerde IV. Murad 'ın musahibi olarak sürekli yakın çevresinde bulunması, bu cinayet­ te hiç mi rol oynamamıştır acaba? Bu cinayetlerden dolayı, ken­ disi de bir cinayete kurban edilerek cezalandırılmış olamaz mı yani? Şair Nail/'nin, Osmanlı tarihinin saygın sadrazamlarından Köprülü Fazı! Ahmed Paş a' nın; Şair Haşme t' in de Sadrazam Koca Ragıp Paşa 'nın durup dururken gazabına uğrayıp, görev­ lerinden alınarak sürgün edilmeleri, gerçekten salt kişisel öf­ kelerin ürünleri midir acaba? Şair Nedim ' in Patrona Halil ayaklanması sırasında canını kurtarmak için damdan dama atlayarak kaçarken düşüp öldüğü de, salt şairi aşağılamak, küçük düşürmek için medreseli tarih­ çilerce özellikle uydurulmuş olamaz mı? Kısacası, Osmanlı İ mparatorluğu ' nun oluşumu ile divan şiiri arasında yazgısal bir nedensellik i lişkisi bulunduğundan kuş­ kulanabilmek bile oanaksızdır galiba. Gerçek Osmanlı tarihi de, şiir tarihinde gizli bulunsa gerektir bu yüzden. Ve, Prof. Köprülü ' nün saptamasıyla "sufi olarak yetişmiş veya sonradan tasavvıifa intisab etmiş" bile o lsalar, bunca med­ reselinin şiir yazması, nasıl divan şiirinin bir "zühdi edebiyat" veya "tasavvuf edebiyatı " olduğunu kanıtlamıyorsa, kuşkusuz ulemanın şiir sevdij?ini d e kanıtlarnamaktadır kesinlikle. Ve, ulema şiire de düşmandır, hiç kuşku yok . . . Osmanlı Tarihinin Şifre A nahtarı da Galiba "Ulu Hakan"dır. . .

Ne garip rastlantıdır ki, X VIII. yüzyılın ikinci yarısında, i m­ paratorluk, bir yandan da can haviiyle B atılı uzmanlara askerlik okulları açtırarak direnmeye çalışmasına karşın, sanki bir eğik düzeyde kayarmış gibi artık hızla gerilerken, şiir de tıpkı bir mum gibi, parlaklığını yitirip sönmeye başlamıştır yavaş yavaş. XIX. y üzyıla girildiğinde de, arık bütünüyle bitmiştir divan 291


şiiri, tıpkı yeniçeri ocağının bitmesi gibi . . . Ve ne acıdır ki, gene tıpkı yeniçeri ocağının yerine yıllarca yeni bir ordu kurulama­ ması gibi, divan şiirinin yerine de yeni bir şiir yaratılamamıştır ta Tanzimat sonrasına kadar. B u nedenle, Osmanlı sarayındaki gizli iktidar kavgası da, kendiliğinden sona ermiştir doğal olarak. Artık ulema rakipsiz­ dir. Dolayısıyla, diyelim II. Mahmu d ' un saraydaki görevlilere Fransız usulü üniformalar giydirmek, yabancıların düzenledik­ leri toplantılarda Müslümanların da şarap içmelerine izin ver­ mek, devlet dairelerine resmini astırmak gibi çocuksu reform girişimlerini bile fazla önemsememekte, hoşgörüyle karşılayıp göz yummaktadırlar. Ne var ki, II. Mahmud'un ölümünün hemen ardından, Mısır valisi Mehmed Ali Paşa'nın askerleri, henüz kurulmakta olan Osmanlı ordusunu yenmiş, Anadolu içlerinde i lerlemektedir. Aynı günlerde, Kaptan-ı derya Firari Ahmed Paşa bütün Osman­ lı donanmasını kaçırıp, İ skenderiye'de Mehmed Ali Paşa' ya tes­ lim etmiştir. Osmanlı İ mparatorluğu ' nun artık ne ordusu v ardır, ne de donanması . . . Henüz onsekiz yaşındaki genç sultan Ahdül­ mecid de, Mısır ' la aralarındaki sorunu ancak İ ngilizlerin çözeceğine inandığı için, çaresiz, daha önce Londra ve Paris el­ çiliklerinde bulunmuş Mustafa Reşit Paşa'yı dışişleri bakanı yapmıştır. Mustafa Reşit Paşa da, Fransa ve İ ngiltere ' nin desteğini an­ cak öyle sağlayabileceğine inandığından , İ mparatorluğun yapısını tepeden tırnağa, kökten değiştirmeyi v adeden Tanzimat Fermanı ' nı okumuştur. Gerçi Tanzimat Fermanı 'nda edebiyatla ilgili bir bölüm yok­ tur. Ama, gerek toplumsal yapıda yavaş da olsa gerçekleştirilen bazı reformlar, gerekse yüksek öğretİrnde yabancı dil öğreni­ minin zorunlu kılınması ve Avrupa'ya öğrenci gönderilmesi gibi nedenlerle yeni bir edebiyat da fi l izlenmeye başlamıştır doğal olarak. Ö rneğin, Tanzimat edebiyatının kurucularından, Mustafa Reşit Paşa'nın " ulum-u iktisadiye \'e maliye " okuması için 292


Paris'e gönderdiği Şinasi, orada " edehiyata dalmış" ve şair olarak dönmüştür yurda. İ lk Türkçe oyunu yazmıştır. Sakalını kestiği için "Meclis-i Maarif' üyel iğinden atılıp, maaşından ve ulemalıktan edilince de, Agah Efendi i le l 860 'ta ilk Türkçe gazeteyi, Tercüman-ı ll hm/'ı ç ıkarmıştır. Tanzimat ş iirinin öteki kurucuları Namık Kemal ve Ziya Paşa da, siyasal düşüncelerinden dolayı daha ilk günden Saraya ters düşmüşlerdir. l 865 ' lerde "Genç Osmanlılar Cemiyet/" adında bir gizli örgüt kurdukları için de 1 867 ' de yurt dı şına kaçmak zorunda kalmış lardır Sultan Abdülaziz'in gazabından korkup. Ancak, Tanzimat şiiri de, her ne kadar hak, hukuk, özgürlük, uygarlık, vatan, vatan sevgisi, Osmanlılık gibi kavramları Os­ manlıcada ilk kez kullanmışsa da, ne yazık ki kendine özgü yeni bir şiir dili kuramamıştır. Eski geleneklerle, Batılı yeni şiir tek­ nikleri ve anlay ı ş ı arasında bocaladığından şiirsel değerinden de çok şey yi tirmiştir doğal olarak. Bu nedenle de, özellikle Abdül­ hamid döneminde, artık şiirin yerini hızla nesir almıştır Tan­ zimat edebiyatında. Şiir bile nesirde aranmaktadır. Ö rneğin, o dönemin moda edebiyat türü de mensur şiir' dir. Bilindiği gibi, Osmanlı şi irine "D/I '([n Şiiri" adı da bu dönemde takılmış ve edebiyatçı larımızın, edebiyat tarih­ çilerimizin bu şiiri yerelen yere çalarak, toplumsal ya�amımız­ dan çıkarıp atmaya çalı şmaları da bu dönemde başlamıştır. Abdülhamid dönemi, bu anlamda da birçok şifre saklasa gerektir doğru su. Ye, bizce hiç kuşku yok ki, bu dönemde saklı şifre anahtar­ ları iyi kavranılmadan, Osmanlıyı gerçek kimliğiyle tanıyahil­ menin de olanağı yoktur kesinlikle . . . B İ R İ NC İ KISMIN SONU

293



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.