İlim ve Sanat

Page 1

. „s. — ...

ni

I

•'«

İLİM, SANAT O

Sh

H wıi>

9

.mEMt- sîr^ss!


3

İki Ayın Getirdikleri W hat Tun Montks B'ing

11 P r o f . D r . M . Esad COŞAN

En Hayati İhtiyacımız ve En Güçlü Silah: İLİM Our Vital Necrstity and Poweıfull Weepon: Al-Ilm

12 P r o f . D r . Mulıammed HAMİDULLAH

Hz. Peygamber s.a.s. Gayrı Müslimlere Nasıl Davrandı?

vV

How Thf Messenger oj Allah Behaced Tounrd Nonmuslims 19

Gündemdeki İslâm islam un thc Agenda

20 Yusuf YAZAR

İslâm'ın Dinamik Yapısı ve Günümüz The Dinamit Strıulure of islam

25 Fikret S Ö N M E Z

Saray Çatısı Altında İlmî Faaliyetler: Huzur Dersleri l'he Leclures in the Presence of The Sultan

29 P r o f . D r . A. Nihat ESKİOĞLU

Hilalin Tesbiıi Rü'yctlc mi Hesapla mı Olmalı? How The Crescent Phase Oj Moon Should Be Determıned - Through CaUulatton Ot Vısıbilty?

33 Sadettin E L İ B O L

S.Hayri Bolav'la "Konvansiyonalizm" Üzerine Bir Konuşma .4 n Intervieıv With S. Hayri Bolay on The ' 'Conrentıonalism

36 İ . H a k k ı ÜNAL

Sadece K u r ' a n ' l a Yetinilebiliııir mi? Hadislerden Müstağni Kalmak Mümkün mü? Is The Kur an Sujficrnt is il Possibl" Keep Aloof From Hadit h3

43

Medine'ye Veda Fareıvell Tu Madına

Bir Zamanlar Medine 44 Mehmet YAŞAROĞLU M adına At One Time İslâm Düşüncesi ve \ı 49 M a h m u t KAYA

•• Mantığı

The Islamu Thtmght u

t Logic

1


52 İsmail K I L L I O Ğ L U

İLİM SANAT

İslâm Düşüncesi vc Yeniçağa Etkisi Islamıc Thought and Its /njluencr on The Modern Age

58 Dr. E m i n E R T Ü R K

Modern Çağ ve İslâm'ın Çağla rüştü

Refah Devleti. Teori ve Pratiği The Theory and Practice oj The Wfljare State

66 Ahmet H A T İ P O Ğ L U Nazîra Yahya Efendi ve Bestelenmiş Bir Na'tı Nazım Yahya Ajandı and His Composed Eulogy 68 Ali B U L A Ç

'6 Şakir KOCABAŞ

Modern Bilim ve Hakikatin Bilgisi Modem Scttnct and Knoıvledge oj The Truth İslâm'da Bilgi Edinmenin Yollan vc Modern Bilgi Nazariyesini Tenkidi Ways oj Acçuıung Knoıvledge ın islam and a aıtısızm lo The Modern Epıstemology

83 Dr. A d n a n Bir "Tezkiretü'lK A R A İ S M A İ L O Ğ L U Evliya" Tercümesi Hakkında Concerning The Translalion oj "Tezkiratul Evliya " 86 İ . E t h c m B İ L G İ N

Afrika'da İslâm'ın Yayılışında Tasavvufun Rolü The Hole oj Sujısm on The Spreadınç oj islam in Ajrica

96 E b u b e k i r E R O Ğ L U

Ret ve Kabul Rejection and Conjırrnatıon

98 ilhan K U T L U E R

Diriliş Neslinin İlmihali The Catechism of The " Resurreclion Generation

100 A.Celil G U N G O R

Bir Arayışın Otuzbeş Yılı Queld Esi Veritas? 35 Years oj Searching

İ

l i m ve s a n a t ç e v r e l e r i n d e g e n i ş ilgi u y a n d ı r a n dergimiz elinizdeki sayısıyla ikinci yayın yılına girmektedir. Gayemiz, temennilerle gerçekleri k a r ı ş t ı r m a d a n , t a h l i l c i d ü ş ü n ü ş ü ve i l m î objektifliği temel alan bir yol izlemektir. B u n u . g e n i ş b i r t o p l u m u p r o b l e m l e r i İle birlikte kucaklamanın, ona gerçekçi ç ö z ü m l e r getirecek s a m i m i h i t a b ı n ilk ş a r t ı olarak kabul ettik. Bu a r a d a yeri gelmişken z a m a n z a m a n t e n k i t l e r eılan k u l l a n d ı ğ ı m ı z dil ü z e r i n e genel k a n a a t i m i z i ifade e t m e k isteriz. Bunalımlı dönemler yaşamış, değişik ekollerden gelmiş aydınlarımızın kullandıkları farklı kelimeleri yadırgamamakla beraber, herkes t a r a f ı n d a n anlaşılan, nesiller arası k o p u k l u ğ a sebep o l m a y a n , akl-ı selimi esas a l a n b i r dili t e r c i h ettiğimizi belirtiriz. D i l i n f i k r i n ç o k ö n ü n e ç ı k m a s ı n a , dil ve fikir yerine kelimecillkle oyalanılmasını da arzu etmiyoruz. Bu s a y ı m ı z d a n itibaren, ü l k e sınırlarının dışındaki okuyucu t o p l u l u k l a r ı y l a i l e t i ş i m i d a h a d a iyi k u r a b i l m e k için T ü r k ç e d ı ş ı n d a k i dillerle ö z e t l e r ve İ n g i l i z c e b a ş l ı k l a r v e r i y o r u z . Başlı b a ş ı n a s a n a t olan k a p a k ve s a h i f e düzenlemelerinde de değişik u y g u l a m a l a r a başladık. Bu s a y ı m ı z d a , g ü n d e m i m i z d e a ğ ı r l ı k l ı konu olarak İslâm bulunmaktadır. Daha çok kendi doğrularımızı öne sürerek, bir takım yanlışlara bir nebze olsun d o k u n m a k istedik.

Ayrıca rüyet-i hilâl k o n u s u n d a da ciddi çalışmalar s u n m a k niyetindeyiz. Selamlarımızla...


En Hayatî İhtiyacımız ve En G ü d ü Silah: İLİM #

Prof.Dr. M.Esad COŞAN ları bizler m ü d a f a a etmekle idik.Düşmanbizi birbirimizden kopardı, hasım haline getirdi, böldü, parçaladı, şimdi lokma lokma yutma d u r u m u n d a dır. Libya'nın başına gelen pek âlâ bizim da başımıza gelebilir. A r t ı k iyice a n l a m a l ı y ı z k i , t e f r i k a d a hiç f a y d a y o k t u r . Biz ve t ü m i s l â m â l e m i , b i r b i r i n e şiddetle m u h t a ç p a r ç a l a r halindeyiz; h e p i m i z a y n ı d ü ş m a n ı n m u h a t a b ı y ı z . Kimimizde petrol, kimimizde gıda, kimimizde ilim ve teknoloji, kimimizde jeopolitik üstünlük, kimimizde n ü f u s potansiyeli, kimimizde finans gücü var; birleştiğimiz z a m a n d ü n y a n ü f u s u n u n d ö r t t e b i r i n i teşkil eden en kalabalık, en zengin, en kuvvetli, en a d a l e t l i , e n insancıl bloğu teşkil edeceğiz. Cehaleti, adaveti, inadı, çekişmeyi, çatışmayı, bölünmeyi, hasis şahsi menfaati, düşmanın o y u n u n a alet olmayı,hasmı dost edinip beslemeyi, desteklemeyi... bir yana bırakmalıyız.

O r t a d o ğ u ' n u n son sıcak çatışmaları, yani Amerika vc Libya arasındaki kısa fasılalarla devam eden d e n e m e kavgaları, bizim için çok ibret vericidir. Krallığın devrilmesinden sonra Libya, millî gelirinin büyük bir kısmını silahlanmaya tahsis etmiş. güçlü S A M füzeleri, M i g uçakları, radarlar v.s. sahibi olmuş; kızları dahi askere almış; halkını h a r b e hazır olması için çeşitli teçhizatlarla donatmış; her apartmanı ayrı bir askerî birlik halinde savunmasını hazırlamaya mecbur kılmış; ortaokullise ve yüksek okulları birer askeri kışla şeklinde düzenlemiş, öğrencilere rütbe vc silah dağıtmış; dünyanın her yerindeki çatışmalarda kendinin uyg u n b u l d u ğ u tarafa petrol, silah ve personel yardımı yapmış; Akdeniz'de İsrail vc ABD için gerçekten bir tehlike teşkil etmeğe başlamış idi. Kendine güveniyor, yarı blöf. y a n ciddi A m e r i k a ' y a N A T O ' ya. komşu ülkelere tehdit yağdırıyor, d ü ş m a n ı n saldırı tehdidinden korkmuyor, ısrarla gelirlerse lıarbc hazır o l d u ğ u n u vurgulayarak meydan okuyordu.

Önce birbirimizi anlamalı, yakınlaşmalı, desteklemeli, her türlü güçlerimizi birleştirmeliyiz. Sonra var gücümüzle ilme, sanata, kültürel v e moral çalışmalara, araştırmalara, teknolojik gelişmeleri yakından takibe sarılmalı, hasımları aşıp, her şeyin d a h a iyisini ortaya koymağa, bağımsız, bağsız, gerçek ve orijinal ilim ve teknoloji müesseselerini k u r m a ğ a yönelmeliyiz. Kendi otomobilimizi,tankımızı, uçağımızı, radarımızı, füzemizi, a t o m u m u z u , u y d u m u z u kendimiz yapmalı, *ağy a r ' a m u h t a ç d u r u m d a n kurtulmalı,taşıma su ile değirmen dönmeyeceğini bunca acı tecrübeden sonra anlamalıyız. Gaye, b ü t ü n İslâm ülkelerinin birlik beraberliği olmalıdır. H e r şeyimizi bu gayeye tevcih etmeliyiz. Ç ü n k ü bu, İslâm için bir ölüm-kalım meselesidir. Bu konuda var gücümüzle çalışıp, elimizden geleni ortaya koymak hepimizin her işten önce gelen aslî, hayatî, dinî, vicdanî vc insanî borcudur. Ne mutlu bu gerçeği g ö r ü p anlayanlara ve bu u ğ u r d a çalışanlara.

Fakat çıkan çatışmalarda Amerikan silah, techizat, teknoloji metod ve eğitim standartlarının Liby a ' n ı n elindekilerden çok üstün olduğu derhal görüldü. Amerikan saldırıları hedefini şaşmadan buluyor, Libya füzelerinin bazısı ise hedef şaşırıp kendi şehirleri üzerine düşüyordu. Amerikan uçakları uzak menzillerden geldiği halde Libya uçaksavarlarının tesir sahası dışından ve üstünden işini icraya devam edebiliyordu. Libya'nın güvendiği dağlara kar yağmış, Sovyetler Birliği onu A m e r i k a ' n ı n karşısında -bile bile. haberli ve danışıklı olarak- yalnız bırakmıştı. R u s teknisyenler L i b y a ' y a yardımcı o l m a m ı ş veya olamamışlardı. Acı gerçek şu idi: Amerika, dayandığı yüksek ilim, metod, disiplin, politika, eğitim ve teknoloji gücü ile hasımlarına net bir üstünlük sağlamıştı. O l a y bizi çok yakından ilgilendiriyor, çünkü Libya bizim d ü n k ü T r a b l u s g a r b vilâyetimizdir. Birinci Cihan H a r b i evvelinde ora-

11


Hz. Peygamber s.a.s. G a y r ı Müslimlere Nasıl Davrandı? Prof.Dr. Muhammed H A M İ D U L L A H Çeviren: Suphi Seyf Biyograflar tarafından aktarılan küçük bir hadiseye bakılırsa, M e k k e ' y i terkettiği akşam H z . P e y g a m b e r , amcası oğlu Ali ile, putlar p a n t e o n u olan Beytullah, yani K a ' b e ' n i n ö n ü n e gelir. Ali'den, K a ' b e ' n i n çatısına çıkıp orada bulunan en büyük p u t u devirmesi için o m u z u n a çıkmasını ister. Ali de gayret sarfederek, bu heykeli devirmeyi başarır ve her ikisi d e o r a d a n kaçar.

Bu makalede H z . P e y g a m b e r ' i n M e d i n e ' d e ki hayatını, (özellikle-S.S.) oradaki icraatlarına ilham kaynağı olan müsamaha mevzuunu incelemeyi düşünüyorum. Gerçekte Hz. P e y g a m b e r i n biyografisi engin bir okyanustur: Bu k o n u d a , sahip o l d u ğ u m u z bil-, gilcrin t ü m ü n ü ihtiva etmekten uzak ciltler dolusu kitap mevcuttur. Bu d u r u m , özellikle Mekke'de İslâm'ın ilk yıllarından d a h a çok M e d i n e için gerçektir. Bilindiği gibi Hz. P e y g a m b e r ' i n hayatı iki büyük d ö n e m e ayrılır: Mekke dönemi ve M e d i n e dönemi. Hz. Peygamber M e k k e ' d e başlar İslâm'ı tebliğ etmeye; zulme uğrar, büyük sıkıntılarla karşılaşır, a m a hiç cesareti kırılmaz. Anavatanını, doğduğu şehri, şan- şeref için veya başka bir yerde daha iyi çalışma ümidiyle terketmemiştir. Eğer O Mekke'yi terketmişse, bu kendisine karşı, ciddî sonuçlar doğurabilecek bir sûiskastın tertip edilmesindendir. Hakikaten, şehrin tüm halkını bir araya toplamış olan Mekkeliler, bu yeni akıma, yani İslâm'a karşı tek çarenin, O ' n u n davetçisini, yani İslâm'ın Peygamberini, Hz. M u h a m m e d ' i öldürmek olduğu sonucuna varmışlardı.

M e d i n e ' d e Hz. P e y g a m b e r yeni bir hayata başlayacaktır. Şunu hatırlatmak gerekir ki, İslâm tâ b a ş ı n d a n b e r i n e b i r k a b i l e d i n i , ne b i r ı r k a m e n s u p d i n , ne d e b i r A r a p d i n i o l m u ş t u r . Aks i n e , tâ ilk g ü n d e n b e r i b u d i n i n çağrısı e v r e n s e l d i . Bunu, İslâm hakkında bilgi verirken aşağıdaki cümleyi de ilâve eden Hz. P e y g a m b e r ' in gayr-i müslimlere söylediği şu sözlerde de görüyorum: "Şayet siz benim dinime girer ve Allah 'ırı bana bildirdiği emirleri yerine getirirseniz dünyanın iki büyük gücünün, Bizans imparatorluğu oe İran Kisra 'sının hazineleri önünüze serilecektir!". D e m e k ki İslâm sadece Arabistan'ı değil, o çağın iki büyük devleti, yani Bizans vc İran İ m p a r a t o r l u ğ u d a dahil, tüm d ü n yayı alâkadar ediyordu.

Ama, o çağın Arabistan'ında bu kolay bir şey değildi. Ailevî ve kabilesel destekleri d e hesaplamak gerekiyordu. Şayet bir kimse öldürülürse, maktulün yakınları, o n a karşı hisleri ne olursa olsun, kanını m ü d a f a etmek için hemen harekete geç i y o r l a r d ı . İşte M e k k e l i l e r , Peygamber'in kabilesinin diğer yirmi kabileyle tek başına döğüşemiyeccğini düşünerek, birçok kabileden birer üye ihtiva eden bir cinayet timini, bu nedenle kurmaya karar verdiler.'

Mekke dönemine ait diğer küçük bir olay ise, H z . P e y g a m b e r ' i n bir şeyi y a p m a hürriyetine sahip olduğu zaman neleri yapabileceği k o n u s u n d a bize bir fikir verecektir. M e d i n e ' y e hicretinden önceki son yıllarda bazı Medineliler İslâm'ı kabul ettikleri zaman, onların her birine hangi kabileye ait o l d u ğ u n u sormuştu. Gerçekte, her biri o gün tsl â m ' a girmiş olanlan temsilen küçük bir g r u p yollamış b u l u n a n , oniki kadar kabile b u l u n u y o r d u . H z . Peygamber, o g ü n her kabile için, n a k î b ismi altında yetkili bir delege atamıştı. Bir de, şeflerin şefi m â n a s ı n a gelen ve halk için bir tür vardımcı kral (vice-roi) anlamtnı ifade eden N a k î b l e r n a k î b i tayin etmişti. Demek ki, ilk g ü n d e n itibaren O , cemaati teşkilatlandırmayı düşünüyordu. Bu örnek bize Hz. Peygamber'in, Medine'de, ilk fırsatta ne yapacağının bir ön bilgisini vermektedir.

Bu yazı " L a Tolerance dom l'oeuvre du PropK^te a Medine" orijinal odıykı "l'l»lam-lo Philosophie et Los Sciences-Ouatre conferences publiques organisees par L'Unesco, 1981, p. 15-29" de yayınlanmış olup, muhterem müellifinin müsaadeleriyle tercüme edilmiştir. Ibn Hisam, es-Sîrefu'n-Nebevıyye, Beyrut, b.,ll,126 (Bu ve müteakip dipnotlar, tarafımızdan konulmuştur. Çev.)

12


bir liderin .otoritesi altında toplayıp, tek bir devlet şeklinde teşkilatlandırmak çetin bir işe benziyordu. Üstelik birbirlerine karşı olan ön yargılarını vc anılarını d a hesaba katmak gerekiyordu. Hz. Peyg a m b e r , M e d i n e halkını teşkil eden topluluklann temsilcilerini: müslümanları ve gayri müslimlcri, meselâ yahûdileri, hıristiyanları, putperestleri toplantıya çağırdı ve onlara, yabancıların saldırısı karş ı s ı n d a k a b i l e l e r i n tek b a ş l a r ı n a s a v u n m a yapmalarının zor o l d u ğ u n u söyledi: "Şu ana kadar kendinizi tek başınıza savunuyordunuz; diğer kabileUrse tarafsız kalıyordu. Bu durum, size saldırmak isteyen düşmanlarınızı cesaretlendiriyordu. Bütün kabilelerin bir Şehir devleti kurmak için bir araya gelmeleri, acaba daha iyi olmaz mı? Ne dersiniz? Böyle bir durum muhtemelen, düşmanlarınızın size saldırma cesaretini kıracak; böylece en güçlü kabilelere karşı bile kendinizi müdafa etmek için yeterli güce sahip olacaksınız'Birkaç sene önce Medine şehri kanlı, kırıp geçirici vc öldürücü bir iç savaşa sahne o l d u ğ u n d a n , herkes bu fikre iştirak etti. Ç ü n k ü bu savaşın tarafları olan Evs'liler ve Hazreç'lilcr savaştan usanmışlar, bu işe şerefli bir çözüm yolu arıyorlardı.

M e d i n e ' y e varır v a r m a z H z . P e y g a m b e r iki ciddî problemle karşılaşır. Mckke^yi terketmiş olan sadece kendisi değildir. Yüzlerce Mckkeli, mallarını, mülklerini vc servetlerini bırakarak ülkelerini terketmişler ve tek zenginlikleri olan sırtlarındaki elbiseleriyle M e d i n e ' y e sığınmışlardır. Mültecilcr ve göçmen m ü s l ü m a n l a r sorunu çok hassas bir konu idi: Bu topluluğu, yeni ülkenin, yani M e d i n e ' n i n ekonomisine k a t m a yollarını temin etmek son derece zor olan tatbikî bir iş idi. Bizler, X X . yy. da, mültecilerin, en güçlü yönetimlere bile çıkardığı müşkilatı bilmekteyiz. Doğrusu M e d i n e ' y e sığman Mckkeliler fazla kalabalık olmayıpT>lrl<aç y^üz kişi kadardılar; a m a u n u t m a mak gerekir ki M e d i n e şehri, günümüzdeki Paris şehri gibi büyük bir şehir değildi. M e d i n e ' n i n nüfusu topu topu 10.000'i aşmıyordu, beşyüz göçmene 10.000 kişi arasında yer bulmak kolay bir şey değildi. Birinci problem bu göçmenleri M e d i n e ' nin ekonomik hayatına entegre e t m e yollarını bulmaktı. İkinci problem de, ayni şekilde oldukça ciddi ve önemliydi: Bu d u r u m d a n hoşnut olmayan Mekke'liler, Medine'lilcrc bir ültimatom yollamışlardı: ''Düşmanlarımızyanınızda bulunuyor. Ya öldürürün, ya da kovun! Aksi halde almamız gereken zaruri tedbirini alacağız!". K o r k u n ç bir tehdit olan bu ültimatom karşısında M e k k e ' n i n g ü c ü n e karşı, askerî bağlaşıkları tarafından desteklenen bu son derece zengin şehre karşı kendini savunabilmek için çareler bulmak gerekiyordu. Oysaki Medine'de sadece birkaç yüz müslüınan b u l u n u y o r d u .

Herkes, bu Fikrin sahibinin, hikmetli ve cömert insan, İslâm Peygamberi'nin lideri olacağı bir kent Devleti kurmayı kabul etti. işte bu Kent devleti bize m ü s a m a h a d a n bahsetme fırsatı vermektedir. Hz. P e y g a m b e r ' i n okuma-yazması yoktu; bir devlet başkanı tarafınd a n ilân edilmiş ve yazdırılmış bu ilk Devlet anayasasının, böyle okuma-yazması olmayan bir kişiden neş'et ettiğini düşünmekse harikulâde bir şeydir. Ne antik Romalılar, ne Yunanltlar. ne Hindliler ne de Çinliler, hiçbir bölgede kimse, yazılı olarak, anayasal bir devlet yasası ilân etmeyi düşünmemiştir. Gerçi kanunlar olagelmiştir: meselâ H a m m u r a b i kanunları gibi. Ne var ki Medine Anayasası'nm metni t a m olarak bize k a d a r ulaşmıştır. Burada, o dönem devletinin tüm ihtiyaçlarını konu alan elli iki m a d d e ihtiva eden bu

Mülteci birkaç yüz Mekke'liyi ilgilendiren birinci problem çok çabuk şekilde ç ö z ü m e kavuştu. Hz. Peygamber, M e d i n e şehrinin t ü m m ü s l ü m a n aile reislerini toplantıya çağırdı ve onlara şunu dedi: ' 'Bunlar, sizin nazarınızda da çok kıymetli olan islâm uğruna göç ederek yurdunuza gelmiş olan kardeşler ınizdir. içinizden her ailenin göçmen bir aileyi yanma almasını öneriyorum. Bir araya gelmiş, büyümüş ve bundan böyle de birtek aile gibi çalışacak olan bu iki aile birlikte kazanacaklar, birlikte harcayacaklar ve sadece bir büyük aile teşkil edecekler!". Bu teklif karşısında Medincliler öylesine coştular ki, tereddütsüz bu öneriyi kabul ettiler. G ö ç m e n m ü s l ü m a n l a r böylece hcmcncecik sığınacak bir çatı ve geçinme vasıtası buldular. Mültecilerin problemi işte böylece çözümlendi. 2

2 Müslümanlar ikişer ikişer kardeşlestirıliyorlardı (Ibn Hişam, es-Sîre, II. 150). Muûhât voiuyla 186 Mekkeli, Medinel. en sar ile körde? olmuştu. Islâmi cemaatleşme ruhunu çok şaheser biçimde sergileyen bu olayda, yine bu toplum îsor ve feragatin evcibaline çıkmıştı: Abdurrahman b. Avf ile eşleşen Medineli kardeşi Sa'd ibn er-Robî (Ibn Hişam, es-Sîre, II, 122, 151) O ' n a şöyle der: "İşte malım, yarısını sana vereyim. İki tane karım var, onlardan birisini senin için boşayayım, sen de onunla evlen!.." (Muhammed Hamidullah, te Prophtt» de /'/s/dm, I, 4 eme *d.. 1399 H.-1973 ch., p. 175/327 nolu poragraf).

H z . Peygamber d a h a sonra müşterek savunm a meselesine el attı. O z a m a n a k a d a r M e d i n e ' d e hiçbir devlet o l m a m ı ş t ı ; tarihçilerimizin söylediklerine göre, sadece yüzyirmi yıldan beri aralarında savaşan kabileler b u l u n u y o r d u . Onları tek

13


i

d o k ü m a n ı n bir veya iki maddesini hatırlatacağım.' Anayasa metni, her topluluğun vicdan hürriyeti ve din özgürlüğüne sahip olacağını ilan eder. Yahudiler kendi dinlerini, müslümanlar kendi dinlerini, vb. tatbik edeceklerdir. 4 Karşılıklı dinî m ü s a m a h a , özellikle şu hususu kapsamaktadır: H e r topluluk, sadece dinî uygulama ve ibadet bakımından h ü r olmayacak, a m a ayni şekilde, sadece mensubu b u l u n d u ğ u dinî cemaatin yasalarına boyun eğme k o n u s u n d a d a hür olacaktır; böylece yahudîler yahudî yasasına göre, hıristiyanlar hıristiyan k a n u n u n a göre, vb. yargılanacaklardır. Özellikle ilginç olan diğer bir nokta da şudur: Bu a n a y a s a çok m o d e r n bazı meseleleri de, meselâ sosyal sigorta, ele alır. Dikkat çekici olmakla birlikte. bu husus bir düzine kadar m a d d e d e açıkça zikredilmiştir. Buna göre, bir fert bizzat kendisinin ödemesi imkansız olan malî ağır vergiler ödemek z o r u n d a kalmışsa toplum onu himaye ediyor ve destekliyor; bu masrafları üstlenen, o n u n yerine toplum oluyordu. 5 Sosyal sigorta sistemi piramidal bir şekilde k u r u l m u ş t u . Şöyle ki: Şayet bir topluluk, yükümlülüklerini şerefli bir şekilde yerine getirmek için yeterli p a r a y a sahip değilse diğer bir kabilenin, komşu veya a k r a b a , diğer bir sigorta g r u b u n u n o n u n yardımına koşması gerekiyordu. En son çare olarak, o n u n yerine Devlet borçlu oluyordu. 6 Bu tür bir sosyal sigorta, g ü n ü m ü z d e olduğu gibi, sadece hastalık ya da yangın, vb. nin sebep olduğu harcamaları kapsamıyor, o zamanlar şimdikinden d a h a sık olan çok geniş bir âfet ve kaza alanının masraflarını d a içeriyordu. Meselâ, evin yanması çok ciddî bir kaza olarak mütâlaa edil iniyordu; çünkü herkes evini kendi eliyle yapıyordu've yangın halinde, bir başkasını inşa edebilirdi. Aynı şekilde bu insanlar açık h a v a d a yaşıyorlardı ve normal olarak modern konfora alışmış olanlar kadar çok sık hastalığa yakalanmıyorlardı.

3 Anayasa metni ve metnin değerlendirilmesiyle ilgili olarak bkz., M. Hamidullah. Mecmûotu'l-Vesâtkı's-Siyâsiyy», 4. bask., 1403/1983, Beyrut, s. 57-64; Le Prophete de l'lshm, I, 341-358 nolu paragraflar. * Bkz. md. 25 a : " . . . Yahudilere

kendi

dinleri,

müslü-

manlaro da kendi dinleri (uygulanacaktır)". » Bkz. md. 12 a : "Müminler içlerinden hiç kimsevi, ister fidye parası olsun isterse kan parosı, tüm cömertlikle onun yerine tediye etmeden, ogır vecîbeler altında (tek başına) bırakmayacaktır"; " b u durumda ödemeden sorumlu olan kabile cemaati oluyordu, suçlu kimse değil" (Le Prophdte de L'lslam, I, 337 nolu paragraf).

Buna mukabil bir başkasını öldürmek çok sık rastlanan bir şeydi. Genel yasa olarak bu gibi dur u m d a kısas k a n u n u tatbik ediliyordu. 7 A m a kati kasıtlı ve t e a m m ü d e n değilse, kan parası ödenmesi gerekiyordu ki, bu bedel bir hayli yüksek idi. M a k t û l ü n yakınlarına 100 deve verilmesi gerekiyordu. Hz. Peygamber'in sözlerinden biliyoruz ki, bir deve bir günde 100 kişiyi besleyebiliyordu; 100 deve ise, demek ki, bir günde 100 x 100:10.000 kişiyi veya bir kişiyi 10.000 g ü n , yani kamerî yirmi yıl kadar müddetle besleyebilirdi. Adıgeçen zararı telâfi etmenin önemini göstermek için diğer bir hesap şekli d e şudur: Hz. Peygamber z a m a n ı n d a bir devenin en aşağı değeri 40 d i r h e m , en fazla değeri ise 500 dirhem idi. Alım gücünden dolayı Hz. Peygamber Mekke valisine aylık 30 dirhem veriy o r d u . bir dirhem ise, hali vakti yerinde bir ailenin bir günlük bütün masrafları için yeterliydi. 4000 ile 50.00 dirhem arasında (veya mukabilinde -S.S.) bir kan parası ödemek, değil halktan suçlu bir kimse için, bir yönetici için bile m ü m k ü n değildi. İkinci d u r u m da aynı şekilde sıkıntı vericiydi: fidye-i necât ö d e m e k . Esaret d u r u m u n d a , fidyenin bedeli, aynı şekilde 100 devenin bedeline

6 " B u sebeple kapitalist esasa mebni sigortalar İslâm'da yasoklonocak , ancak karşılıklı yardımlaşmayı esas alan sigortalarsa bizzat Hz. Peygomber tarafındon kurulacaktı. Hz. Ömer zamanındaysa bir gelişme daha kaydedilmiştir ki, buna göre Hz. Ömer kamu gelirlerinden tüccara borç para vermekte, elde edilen geliri de onlarla Devlet arasında paylaşmaktoydı. Burada miktarı belirlenmiş bir faiz söz konusu olmayıp, riskleri karşılıklı paylaşılan bir ticaret ortaklığı tesis edilmektedir " (Le Prophete de L'lslam, II, 1645 nolu paragraf). Hz. Ebu Bekir zamanındaki şu uyaulamaysa, hâlâ göz alıcılığını muhafazo etmektedir. Hıre kentini fetheden Holid b. Vetîd Hatife adına yaptığı antlaşma metnine şöyle bir madde koyor: " O n l a r a şunu temin ediyorum ki; çalışmaya gücü yetmeyen veya bir felakete maruz kalon, ya do zengin iken fakir düşüp de böylece dindaşlarının yardımına muhtaç hale gelen yaşlı kimse, tarafımdan, cizyeden muaf tutulacak, ona ve bakmakla yükümlü olduğu aile fertlerine Devlet Hazinesi'nden yardım yapılacak. Bu yasa o kimse hicret* ya da İsl&m diyarını terlcederse, Müslümanlar onun evlâd ü iyaline yardımda bulunmayacaklar" (M. Hamidullah, Mecmua tu' I- Ve sâik, s. 381; 291 no'lu vesika; Le Prophete de l'lslam, II, 868: 1634 no'lu pragraf). *Dâru'l-hicre: Hz. Peygamber zamanında hicretin anlamı, bir müslümanın harp ve küfür beldesinden çıkıp, İslâm diyarına yani, Medine veya hovalisine yerleşme»! mânasına geliyordu. Hülefây-ı Râşidin zamanındaysa hicret, Irak, Şom ve diğer fethedilen ülkelerde tovattun etmek idi (M. Hamidullah, Mecmuatu'l-Vesaik, *., 642, HCR md.) 7 Bkz. md. 21: "Eğer bir kimse bir mü'mini, tüm sarohatiyle, haksız yere öldürürse, ono kısas tatbik edilecektir. Maktûlün velisi diyet mukabilinde razı olursa müstesna ( . . . ) " .


eşdeğer olabiliyordu. Normal bir suçlu, tek başına, m a k t u l ü n yakınlarının taleplerini karşılama imkanına sahip değildi. T a z m i n a t ı n t a m a m ı n d a n vaz geçilmesini önlemek için M a ' â k ı l denilen sigorta şirketlerine müracaat edilmesi gerekiyordu. Daha sonraları, halifeler z a m a n ı n d a bu sigorta şirketleri zanaatlara, mesleklere, şehirlere hatta mahallelere göre düzenlenmeye başladı. Öyleyse gayr-i müslimler d e bu şirketlerden y a r a r l a n m a hakkına sahiptirler. Biraz daha geç bir dönemde birkaç gayr-i müslim, d ü ş m a n tarafından esir alınınca, zamanın halifesi Ö m e r b. Abdilaziz, gayr-i müslim bile olsalar, herkesin fidye-i necatının beytülmâlden ödenmesi için, ilgili taşranın yöneticisine direktif vermiştir. K u r ' a n ' ı n ikinci sûresi olan Bakara Süresi, M e d i n e ' d e nazil olan ilk sûre kabul edilir. İçinde, çokça tanınmış olan İslâm'daki dinî m ü s a m a h a esprisini açıklaması b a k ı m ı n d a n bu sûre çok önemlidir: Lâ ikrâhtJt'd-din (Bakara Sûresi, 2/256), yani din konusunda zorlama yoktur. Böylcce Hz. Peygamber'in döneminden günümüze kadar, gayri müslimleıi İslâm Devleti'nin vatandaşları olarak kabul e t m e konusunda hiçbir problem çıkmamıştır. Ç ü n k ü Devlet'in vatandaşı olmak için, müslüman olmak gerekmiyordu. Aksine, b ü t ü n dinler, hıristiyanların ve yahudilcrin vahyedilmiş dinleri kadar, müşrik i n a n ç l a r d a , m ü s a m a h a görüyordu. Bu din vc inanç m e n s u p l a r ı n ı n hepsi v a t a n d a ş kabul ediliyordu; tek şu şartla ki, devlete sadık kalsınlar! Bu şart m ü s l ü m a n l a r için bile, " o l m a z s a o l m a z " ( s i n e q u a n o n ) t ü r ü n d e n bir şart idi. V e şayet bir m ü s l ü m a n devlete isyan ederse, o n a hiç m e r h a m e t edilmez, hatasına göre cezası verilirdi.

demiş olsaydı, bu muhtemelen K u r ' a n - ı Kerîm ile sınırlanmış olacaktı. K u r ' a n - ı K e r î m , Allah tarafından vahyolunmuş t ü m kitaplara, H z . A d e m ' den Hz. M u h a m m e d ' e kadar gelip geçmiş b ü t ü n peygamberlere inanılması gerektiğini söylemektedir. Demekki, sadece yahudilerin kitabı olmayan T e v r a t , sadece hıristiyanların olmayan İncîl, Hz. İ b r a h i m ' i n kitabı, Hz. N û h ' u n kitabı, hatla, bir d ö n e m içinde yar olmuşsa H z . A d e m ' i n kitabı,... bütün b u n l a r İslâm tarafından ilahîlikleri kabul edilmiş kitaplardır; zira hepsi de Allah tarafından insanlığa gönderilmişlerdir. Sonra: "Allah'ınyolladığı peygamberlere iman ediyorum " denilmektedir. Yani s a d e c e b i r p e y g a m b e r e d e ğ i l , b ü t ü n peygamberlere. D e m e k ki peygamberlerin hepsine iman etmek lazım: İslâm Peygamberi, yani bizzat Hz. M u h a m m e d s.a.s bize, Allah 'ın 124.000 peygamber yolladığını kesinlikle bildirmiştir. M ü s a m a h a n ı n en mükemmelini biz, Müslümanların a m e n t ü ' s ü n d e bulmaktayız. Müslümanlar b ü t ü n peygamberlere ve vahyolunmuş tüm kitaplara iman ederler. Başka bir sûredeyse bu î m a n ı n sahasını alâkadar eden şaşırtıcı bir şey vardır. K u r ' a n - ı Kerîm, n ü m û n e olarak yirmi kadar peygamber ismi zikrettikten sonra, şunu ilave eder: "işte bunlar Allah 'ın hidayete erdirdikleri kimselerdir; (ey Muhammed) sen de onların yoluna (''rehberliklerine'') uy!'' ( E n ' â n ı . 6/90). Başka ifadeyle, önceki peygamberlerin yasaları da, yeni gelen vahiy, yani K u r ' a n - ı Kerim değiştirmedikçe, m ü s l ü m a n l a r için yürürlüktedir. Bu. ilahî vahiy yoluyla H z . İsa muhtevasını değiştirmedikçe, Hz. M u s a ' n ı n getirdiği k a n u n l a n n hıristiyanlar için yürürlükte kalmasına benzer.

.Yine bu ikinci sûrede, İslâm'ın amentüsü konusunda beni daima çok heyecanlandırmış olan bir ayet vardır. Hıristiyanlar nezdindc a m e n t ü esasları (credo), Hz. İsa tarafından değil, fakat havariler tarafından ikame edilmişlerdir: 4 t Kâdir-i Mutlak olan T a n r t ' y a inanıyorum; İsa'ya inanıy o r u m . . . " şeklindeki hıristiyan amentüsü bizzat dinin kurucusu tarafından tesbit edilmemiş olup, çok sonraya aittir. İslâm'ın î m a n esaslarımla, aksine, bizzat dinin banîi tarafından belirlenmiştir. Biz orad a (Bakara, 2/285, vd.), K u r ' a n ' ı temel almış olan ve müslümanlann inanç esaslarının şeklî ifadesi olarak Hz. Peygamber tarafından öğretilen metni okuyoruz: "Allah'a, meleklerine, göndermiş olduğu kitaplara, insanlardan seçip görevlendirdiği elçilere, yani peygamberlere, vd., iman ediyorum.. ". Hz. Peygamber: " V a h yedilmiş bir kitaba i n a n ı y o r u m " dememiştir. Böyle

Aynı şekilde, İslâm süreklilik ve evrensellik dini olmuştur; Hz. A d e m ' d e n beri devam etmesi ve her çağdaki tütn (ilahî-S.S.) d ü n y a dinlerinin evrensel oluşu (aynı mesajı vermelcri-S.S.). Öyleyse, Hz. Peygamber tarafından kurulan Devlet'in Anayasası ve K u r ' a n vahiyleri, m ü s a m a h a özelliğini, müslümanlar için yeni dinin politikasında zarurî bir ilham kaynağı olarak açıklamaktadır. Diğer ilginç nokta şudur: Çağımızda herhangi bir kimseyi vatandaşlığa kabul etmek, merkezî yönetimin bir imtiyazı olarak o n a y a çıkan ayrıcalıklı bir iştir. Ama az önce bahsettiğim M e d i n e Devleti'nin A n a y a s a s ı n d a bu hak Devlet'in her vatandaşına verilmiştir; hatta, ahalî içindeki en hakîr kimse dahi dilediği kimseye civâr (himayesine girme) hakkına sahip olacak, b u n d a n sonrada bu haktan yararlanan kimse (câr) kabilenin t ü m üyc-

15


leri gibi m u a m e l e görecektir.' Böylece bir yahudî diğer bir yabancı yahudiyc kendi kabilesinin tâbiiyyetini verebiliyor, bu sonuncusu otomatik olarak M e d i n e Dcvleti'nin yurttaşı o l u y o r d u . ' Bir müslüman veya hatta bir m ü s l ü m a n köle bile aynı şeyi yapabiliyordu. Hakikatte bu dinin amacı fertlere ve milletlere hakim olup onları sömürmek değil, a m a tüm insanlık için bir barış iklimi yaratmaktı. Bu suretle o, sonraki çağlara takip edilecek yolu gösteriyord u ; oysaki bu g ü n biz, b u n d a n ondört asır önce K u r ' a n tarafından bildirilmiş olan kuralların seviyesine ulaşamadık. M e d i n e Devleti'nin Anayasast'na göre, nüfusun farklı unsurlarının muhtariyet hakkına sahip o l d u ğ u n u söylemiş, k a n u n u n adem-i merkeziyetçi olduğu vakıasında İsrar etmiştim; Islâmi yasalar m ü s l ü m a n o l m a y a n n ü f u s u n başka üyelerine tatbik o l u n m u y o r d u . K u r ' a n ' ı n meşhur bir ayeti ısrarla bunu açıklamıştır: "İslâm Devleti'nin ahalîsi arasındaki) hıristiyanlar İncîl'in b u y r u k l a r ı n a göre hükmetmek zorundadırlar"(Maide. 5/47). K u r ' an değildir onlara tatbik edilecek olan. Böylece hıristiyan partilerin, hıristiyan hakimlerin, hıristivan mahkemesinin ve hıristiyan kanunlarının muhtariyeti olacak, temyiz için bile olsa, müslüman mahkemesine başvurmak m e c b u r i y d i olmayacaktır. Bu müsamaha anlayışı bir devletteki farklı cemaatlerin kendileri hakkında besledikleri saygıyı anlayışlakabule kadar gidiyordu. Ne yazık ki, hâlâ X X . yüzyılda, U n c s c o ' n u n çatısı altında bile biz böyle bir şey görmedik. Bu a n a y a s a d a , dâvâlı tarafların farklı cemaatlerden olması halinde, anlaşmazlıkları farklı k a n u n l a r arasında hail ü fasl etmeye dair ihtiyatî kayıtlar bile b u l u n u y o r d u . Biz müteakiben görülecek gelişmelerin temellerini H z . Peygamber çağında bulmaktayız. Bu m ü s a m a h a , kanunların adem-i merkeziyetçi oluşu vc dinî cemaatlerin muhtariyeti, müslümanlara maddî plânda da faydalı olmuştur. Hz. P e y g a m b e r ' i n vefatından bir yirmi sene kadar sonra, halife H z . Ali z a m a n ı n d a m ü s l ü m a n l a r , aralaınndaki ilk iç-savaşla tanıştılar. Ne oldu? Daha önce m ü s l ü m a n l a r büyük toprak parçalarını fethetmiş-

8 "Himaye altındaki kimse (câr), himaye edenle bir tutulacaktır, ne zulmolunacaktıc ne de zulmedecektir" (Md. 40). 9

"Yahudilerin arasına girenler (bitânah) bizzat yahudîler gibi mütâlâa edilirler" (Md. 35).

lerdi vc H z . P e y g a m b c r ' i n vefatından sadece 75 yıl sonra üç kıtada h ü k ü m sürüyorlardı: Asya, Avr u p a ve Afrika. Şaşırtıcı olan şudur ki, bu büyük toprak parçalarında hiçbir isyan vuku bulmamıştır. Meselâ, büyük Hollandalı şarkiyatçı De Goej e , Hz. Ebu Bekir'in o r d u s u n u n , bir gezinti yapıyormuşcasına Suriye'yi işgal etmiş o l d u ğ u n u anlattıktan sonra, ülkenin hıristiyan halkının bu istilacıları d ü ş m a n olarak değil, a m a hürriyet bahşeden kimseler gibi karşıladığını ilave eder. Bu, Hz. E b u Bekir v e o r d u l a r ı n ı n m ı ı s a m a h a s ı y l a açıklanır. 1 0 Dördüncü Halife"nin hükümranlığı sırasında, Bizans İmpartorluğu'nun büyük toprak parçalarını fethetmiş olan m ü s l ü m a n l a r arasında bir iç savaş patlak vermişti. Kaybedilmiş topraklan geri almak için ne güzel bir fırsat! İ m p a r a t o r Konstantin II, İslâm devleti içindeki hıristiyan tebaaya elçiler yollayarak başkaldırmalarını ister: " B u . Tanrı tarafından verilmiş bir fırsattır, yönelime karşı başkaldırın! Ben de. bu ortak düşmanımızı süpürüp atmanız i(in bir ordu yollayacağım". C e v a p ne olmuştu? İslâm Devleti'nin hıristiyan tebaası ona şu cevabı vermişti: ''Dinimizin düşmanlarını sana tercih ederiz! '. Gerçekte, hıristiyanlann yararlandıkları hürriyet, hıristiyan yönetimlerde bile bir benzerini asla görmedikleri k a d a r genişti. Ç ü n k ü Bizans İ m p a r a t o r l u ğ u ' n u n dinî politikası mezhep esasına göre idi: Şayet imparator bir mezhebe müntesipse, diğer mezheplere; daha kuvvetle de diğer dinlere m ü s a m a h a etmiyordu. İslâm'ın politikasına göreyse, bilâkis, nüfusun her u n s u r u n a tam bir muhtariyet -kültürel, dinî vc hukukî- verilmişti. Bu kendi idarelerinde bile tanımadıkları bir serbestî idi. Bizans imparatorluğundaysa muhteris i m p a r a t o r l a r , z a m a n z a m a n mezhep değiştiriyorlar, bu g ü n N e s t û r î , " yarın

10 Nitekim Suriye'nin işgalinden, takriben 15 yıl sonra bir Nesturi piskoposu arkadaşlarından birisine şu mektubu yazar: "Günümüzde Tanrı'nın kendilerine hakimiyet vermiş olduğu bu Araplar, efendilerimiz oldular; ama papazlarımıza ve azizlerimize saygı gösteriyor, kilise ve manastırlarımıza bağışlar yapıyorlar (Assemani, Bibi. Orient, III, 2, p. XCVI'den M. Homidulloh. l e Prophete de L'lslom, II, 821; 1544 no'lu paragraf). 11 Nestûrîler, başpiskopos Nestorius (428-431)'un •araftarlarıdır. İskenderiyeli teologlar Hz. İsa'nın u'uhiyyetini savunurlarken, Nestûrîler beseriyyetini kabul ederler. Romo (430), Efes (431) ve Kadıköy (451) konsilleri tarafından mohküm edilen Nestüriler Hülefây-ı Râşidîn devrinde Arabistan'da, Suriye ve Filistin'de rahat bir hayat sürmüşlerdir (E. Royston Pike, odapt. fr. Serge Hutin, Dictionnaire des religions. ». 228).

9


M o n o t e l i t , 1 1 sonra M o n o f i z i t , ' 1 vs. oluyorlardı. Halk da sürekli i m p a r a t o r u izlemek ve o d a mezhep değiştirmek z o r u n d a kalıyordu. Halbuki, insanın genellikle din k o n u s u n d a k i dirençken karakteri göz önüne alınınca, imparatorun nasihatlerine u y m a k istemeyen kimselerin, ya b u r u n ve kulakları kesiliyor, ya öldürülüyor, ya da h e r türlü işkenceye m a r u z bırakıldığı oluyordu. Buna karşılık m ü s l ü m a n l a r d i ğ e r d i n l e r e ö z g ü r l ü k veriyorlardı; öyle ki, iç savaş sırasında müslümanlar birbirlerini öldürürlerken onlar sakince yaşıyorlar, ticaret yapıp zengin oluyorlardı.

rifesi'\ Farzedelim ki birisi Bizans İ m p a r a t o r l u ğ u m d a n gelsin; ona tatbik edilecek gümrük tarifesi için, kendi topraklarına giren müslüman tacire uygulanan g ü m r ü k vergisinin miktarını bilmek lazım. Şayet bir İranlı bir Çinli, vb. tüccar söz konusuysa, kendi ülkelerinde tatbik edilen g ü m r ü k tarifesi, mütekabiliyet esası içinde tatbik edilecektir. Şayet h e r h a n g i bir ülkede m ü s l ü m a n tüccar g ü m r ü k vergisinden muaf tutulursa. o z a m a n bu ülke tüccarına d a g ü m r ü k tarifesi uygulanmayacaktır. Şayet bir başka ülkede, müslüman bir kadının ticaret emtiası g ü m r ü k vergisine tâbi tutulnıuyorsa, m ü s l ü m a n l a r da bu ülkenin kadın tüccarına vergi tatbik etmeyeceklerdir.

Şayet, d a h a önce gösterdiğim gibi İslâm, önceki peygamberlerin koyduğu yasaları benimsiyorsa, b u , K u r ' a n t a r a f ı n d a n açıklanan (Nisa, 4/24) prensibin sınırları içindedir. Şöyle ki: "Haram kılınanların dışında kalanlar size helal kılındı". Yani, yasaklanmamış olan şey helaldir. Bu kural öyleyse genelde araplarınkine olduğu gibi putperestlerin, müşriklerin uygulamalarına vc âdetlerine tatbik edilmektedir. Ve. daha sonra, müslümanlarm yerleşmiş olduğu d ü n y a n ı n b ü t ü n mıntıkalarında tatbik edilecektir. Bu yolla İslâm yasası yabancı unsurlann katkısıyla zenginleşecek, diğer şeyler arasında, yol gösterici olarak bizzat Hz. Peygamber'in tatbikatı yer alacaktır. Sahih-i Buharî'de, Hz. Peyg a m b e r direkt bir vahiy, apaçık bir h ü k ü m , yani bir K u r ' a n ayeti telakki etmediğinde ehl-i kitabın âdetlerine göre amel ederdi, diyen bir hadis bulunmaktadır. 1 4 Sonuç olarak H z . Peygamber diğer din mensublarının uygulamalarını da göz önünd e b u l u n d u r u y o r d u . M e s e l â İkinci H a l i f e d ö n e m i n d e , yani H z . P e y g a m b e r ' i n vefatından dört ya d a beş yıl sonra, yabancı yasaları İslâm kanunları gibi kabul ettirecek bir tarzda, bu olgunun açıklanmış şeklini bulmaktayız. Bir g ü n , bir sınır vilayetinin vâlisi, Halife'ye bir mektup yazarak şu soruyu sorar: "Ticaret yapmak için yabancılar ülkemize girmeyi arzuluyorlar. Onlara nasıl bir gümrük tarifesi uygulamalıyız?". C e v a p şu olur: " B u yabancıların ülkesinde (müslüman tüccara-S.S.) tatbik edilen gümrük la-

Açıktır ki, bu tatbikatı her şeye vc nasıl olursa olsun, uygulamak söz konusu değildi. Bir misâl: İslâm öncesi M ı s ı r ' d a genç güzel bir kızı, bereket kaynağı olan Nil tanrısına k u r b a n olarak sunmaktan ibaret olan bir tatbikat h ü k ü m sürüyord u . Her sene, böyle bir genç güzel kız araştırılıp bulunuyor, diri diri Nil nehrine atılmadan önce, zînet vc süs eşyalarıyla donatılıyordu. Nil'in bereket dolu taşmaları, T a n r ı tarafından kabul edilmiş olan bu k u r b a n takdimine atfediliyordu. Müslüm a n l a r M ı s ı r ' a geldikleri z a m a n , ordu k u m a n d a nı A m r ibn el-As bu uygulamayı yasak etti. Gel gör ki, tesadüfen o sene yağmurlar gecikmiş ve Nil nehrinin taşması gerçekleşmemişti. Halk endişelenmeye, mırıldanmaya başladı; müslüman validen bu uygulamayı zorunlu kılmasını istediler. Vali de, detaylannı açıklayarak, d u r u m u halifeye bildirdi, derken şöyle cevap geldi: "Bu zarfta Nil'e hitaben bir mektup var, mektubu alıcısına gönder". Hakikaten de, aşağıdaki şekilde kaleme alınmış, Nil'e hitap eden bir mektup b u l u n u y o r d u : "Ey Nil! Eğer kendi iradenle kabarıyorsan, bil ki sana ihtiyacım yok! Eğer, bilâkis seni taşıran Allah ise, Allah 'tan seni taşırmasını niyaz ediyorum". Bu m e k t u p Nil'e atıldı vc ertesi gün o a n a kadar d u y u l m a m ı ş seller oldu: Yalnız bir gecede su, oniki dirsek yükseldi. İşte o z a m a n d a n beri bu canî ve vahşiyanc âdet kaldırılmış oldu. Bir başka örnek de şu: Hz. Ö m e r z a m a n ı n da, H i n d i s t a n ' a giden müslümanlar orada, b i r ö n -

'2 Monotelitler, Hz. İsa'nın sadece bir iradesi olduğunu söyleyen; iki tabiatlı İsa'nın biri ilahî diğeri beşeri olmak üzere iki iradesi olduğunu, sonuncu iradenin birincisiyle daima uzlaşma halinde bulunduğunu benimsemis bulunan Ortodoks doktrinine muhalif VII yy. heredikleri. 680 İstanbul konsili tarafından mahkum eailmiştir (o.e., s. 218) 13 V ve VI. yüzyılda, H z . İsa'nın, aynı anda hem ilahi hem de beşeri olan tek bir tabiato sahip olduğunu savunan doktrin (o.e., a.y.)

' 4 Muhtemelen aşağıdaki hadis söz konusudur: " H z . Peygamber, vahiy gelmeyen hususlarda ehl-i kitaba muvafakat etmeyi severdi. ( . . . ) " (SahJh-i Buhari, Libas, 7'). Bu konuda bir tetkik için bkz. Muhammed Hamidullah, "İslâm Hukuku'nun Kaynaklan Açısından Kitab-ı Mukaddes", çev. Dr. İbrahim Canan, İslam! İlimler Fakültesi Dergisi, 3. sayı, yıl 1979, s. 379-390.

17


ccki kadar acımasız ve vahşî, a m a esasında açıklanabilir bir uygulamayla karşılaştılar: Evlilik ebedî bir ilişki o l d u ğ u n d a n , zevce kocasından sonra yaşayamazdı. Şayet, tesadüfen koca karısından önce ölürse dul kadın, kocasının cesedi yakılırken kendisini ateşe atarak canına kıymak zorundaydı. M ü s l ü m a n l a r hakim oldukları bölgelerde bu uygulamayı kaldırdılar. Diğer ifadelerle denilebilir ki, müsamaha, hangi ülkenin olursa olsun, iyi uygulamaları için carî idi. Hz. Peygamber şöyle d e m e m i ş miydi?: "Hikmet müsliimanınyitiğidir, onu nerede bulursa alır''. Demek ki. yabancı kanunlarla ilgili bir dokunulmazlık yoktur; iyi uygulamalar kabul edilir. Kötülcriyse reddolunur ve m ü s l ü m a n olmayanlara bile, b u n lara u y m a k yasaklanır. Sıkça rastlanan bir şey dc, müslüman fatihler tarafından ibtal edilmiş olan uygulamaların sonraki bir çağa ait olması ve inancın orijinal yapısında b u l u n m a m a s ı d ı r . Meselâ Zerdüştlük, İranlılara kendi öz kızı, kızkardeşi. hatta annesi gibi yakın bir akrabayla evlenme ınüsadesi tanıyordu; böyle bir evliliğin yabancı bir kadınla yapılan evlilikten daha iyi olduğu kabul ediliyord u . Bu. akrabalar arası yasak evlilik idi, a m a onlara göre bu mübarek ve kutsal bir işti. Halife bu uygulamanın kaldırılmasını emretti; zira Zerdüştlüktc böyle bir şey b u l u n m u y o r d u . Bu u y g u l a m a ancak sonraki bir çağda ortaya çıkmış, kendi öz kızkardcşiyle evlenmek isteyen bir kral tarafından halka zorla benimsetilmişti. K o n u hakkında muhakkak ki söylenecck çok şey vardır. Bununla beraber ben, d ü ş m a n a nasıl .muamele edildiği hakkında birkaç noktayı daha belirtmek istiyorum. Mckkeliler Hz. Peygamber"» doğ u m şehri olan M e k k e ' d e n kovmuşlar, on sene kadar s o n r a d a Peygamber, doğduğu şehri fethet mişti. İşkencelerin ilk on yılı da ilave edilirse, Mckkeliler yirmi yıldan beri Peygamberlerine işkence ediyorlar, savaş yaparak, acı vererek, mallarını imha ederek, vs. dinini yaymasına m a n i oluyorlardı. Mekke'yi fethettiği z a m a n H z . P e y g a m b e r münadîler çıkarttı: ' 'Herkes Ka 'be 'nin önüne, Muhammed s.a.s sizinle konuşmak istiyor!" Endişeli biçimde herkes toplandı; binlerce gayr-i müslim Mckkcli'nin y a n ı n d a m ü s l ü m a n askerleri de bul u n u y o r d u . Öğle namazı vakti idi. H z . Peygamber müezzini Bilâl-i H a b e ş î ' y e ezan okumasını emretti. H e m e n Bilâl, K a ' b c ' n i n d a m ı n a çıktı ve o k u m a y a başladı: "Allah'tan başka İlâh yoktur!". O r a d a hazır bulunan gayr-i müslimler arasında büy ü k bir kabile reisi olan A t t â b b. Esîd dc b u l u n u -

y o r d u . Esîd, a r k a d a ş ı n ı n kulağına şunu fısıldıyordu: "Allah 'a şükür ki babam öldü, yoksa (... buna) katlanamazdı!"." H z . peygamber öğle namazını kıldırdı, sonra Mckkelilere dönerek, sordu: "Benden ne yapmamı bekliyorsunuz?". Hepsi utandı, hak etmedikleri bir merhameti isteyecck söz bulamayarak, başlarını önlerine eğdiler."' Hz. Pcygamber'in, tüm düşmanların kılıçtan geçirilmesi emrini verme imkânı, hatta diyebilirim ki. hakkı vardı. Ama O , bunu yapmadı. G ü ç elindeydi, tüm Mckkclilcrin mallarını m ü s a d e r e e t m e vasıtalarına sahipti. İktidar elindeydi, herkesi köle yapma gücüne sahipti. Bunların hiçbirini y a p m a d ı O . Ne yaptı? Mekkelilcıin utancı karşısında onlara şunu dedi ' 'Bugün hiçbir şeyden sorguya çekilmeyeceksiniz. Gidiniz, hepiniz hürsünüz!". Az önce, Mekkelilcri eleştirmeyen, ama T a n n ' y ı tebcil eden e z a n a bile katlanamayan bu gayri müslimlerin tepkisi ne oldu? Söz konusu büyük A t t â b hemen sıçradı, kendisini Hz. P e y g a m b c r ' e takdim ettikten sonra O ' n a şunu dedi: "Muhammedi ben, bir büyük Attâb'tim -yani islâm 'tn büyük bir düşmanıŞimdi şehadet ediyorum ki, Allah 'tan başka hiçbir Tanrı yoktur ve yine şehadet ediyorum ki, Muhammed Allah'ın elçisıdir!"." T e k O olmadı m ü s l ü m a n ; g ü n b e g ü n t ü m Mekke şehri İslâm'ı kabul etti. Ama Attâb İslâm'a girince, Hz. Pcygambcr'in mukabelesi ilginç oldu. Bir an bile tereddüt etmeden H z . Peygamber A t t â b ' a şunu söyledi: "Seni Mekke valisi tayin ediyorum". Böylece O . hemen a z önce, d ü ş m a n olan kimseyi vali tayin etmiş, sonra d a şehrin fethi için gelmiş olan Mcdineli askerlerden bir tekini bile bırakmaksızın, şehirden çekilmiş vc M e d i n e ' y e geri d ö n m ü ş t ü r . BÖylccc Hz. P c y g a m b e r ' i n , ister dinine ister politikasına yabancı olsun, diğer b ü t ü n yabancılara karşı nasıl muamele yapmış o l d u ğ u n u g ö r m ü ş olduk. '5 "Bunu duymomokla babam ne şanslıymış! Yoksa ondan (Bilâl-i Habeşî) hoşuna gitmeyecek şeyler duyacaktı" (Ibn Hişâm. es-Sîre, 56). »6 Ibn Hişam'ın noklettiâıne göre Mekkeliler. cevaben söyie demişlerdir : "Senden hayır umarız; (a.g.e, IV, 54-55). 17

Hz. Peygamber, Attâb'ı mekke valisi atar atamaz hemen Hevazin kabilesiyle savaş etmeye gitmiştir (Ibn Hişâm, esSîre, IV. 83). Bu kadar kısa bir zamanda Hz. Peygamber'in güvenine bu derece mazhar olan Attâb ile alâkalı şu haberi anlatmadan geçemiyecegiz: " ( . . . ) Hz. Peygamber vefot ettiği zaman, Mekke holkının bir çoğu İslâm'dan dönmeye niyetlenip bu arzulannı izhar edince Attâb b. Esîd onlan korkuttu da, çıkacak bir fitne yatrşh..." (a.e., IV, 316).


Gündemdeki İslâm B

u sayımızda dosya olarak, d ü n y a n ı n da gündeminde olan İslâm s u n u l m a k t a d ı r .

Batı modellerinin, çağımızın a n a meselelerine ait çözümlerindeki acizliği karşısında, dikkatleri biraz olsun yenilemek istedik. Aslında batı ve uygarlığını t a r t ı ş m a k b u dosyanın k o n u s u değildir. Ancak İ s l â m ' ı n yeniden güç k a z a n m a s ı y l a batı g ü n e ş i n i n k a r a r m a y a yüz t u t u ş u a r a s ı n d a yakın b i r ilişki vardır. Dolayısıyla, yazılarda ister istemez, ağırlıklı o l m a m a k l a birlikte batı d ü ş ü n c e s i n e de değinilmiştir. Dünyamız 21. yüzyıla girerken İbretli günler yaşıyor. Hikmet ve gerçek esprisini k a y b e t m i ş bir bilim-teknoloji l k ü e m i ve k u p k u r u bir materyalizm anlayışı hegemonyasını s ü r d ü r ü y o r . Ve şaşkınlık içindeki b ü t ü n beşerî sistemler, elbirliği İle kaybettiği insanı, şimdi yanlış yerlerde arıyor. Dünya. İslâm'ı yeterince tanımıyor. Tıpkı çoğumuz gibi. İslâm k i m i n e göre sadece yaşlılar için b i r İbadet şekli, k i m i n e göre arkaik-folklorik bir ilgi alanı veya kimimize göre dedemizden, ninemizden k a l m a k o k u l u bir teşbih, beyaz b a ş ö r t ü s ü ile süslü bir çocukluk hatırasıdır. Batı için ise d u r u m biraz d a h a farklı. O yanlış değerlendirmesini kendi m a n t ı k k o n u m u İçinde doğru yapıyor. K o n f ü ç y ü s ' e B r a h m a ' y a . Tao'ya gösterdiği m ü s a m a h a n ı n çok azını bile İ s l â m ' a göstermiyor. İ n k â r , ihmal ve istihza duygularıyla İslâm yerine, olsa olsa oryantalizme ağırlık veriyor. Ve İslâm, çoğu kere b u n l a r ı n öğrettikleri kadarı ve şekliyle, y a n i batı gözlüğü İle öğreniliyor, biliniyor. B u n d a n dolayıdır kl m ü s l ü m a n ı n problemi bitmiyor. Bugün, m ü s l ü m a n ı n meselesi olarak ele a l ı n m a y a n bir Arap ve Filistin davasının geleceği y o k t u r . D ü n y a n ı n en anlamlı, en m u h t e ş e m zirvesi olan Hac. serbest bırakılacağı yerde engellenip sınırlandırılıyorsa; İslâm birliği çalışmalarında, h a l k l a r a r a s ı s a m i m i İlişkiler yerine, sadece şaşaalı, diplomatça ölçülerle yetlnlliyorsa; K u d ü s . Afganistan. Eritre, Moro birşeyler ifade etmiyorsa batının monologu bir s ü r e d a h a devam edecek, demektir. B ü t ü n bu o l u m s u z l u k l a r a rağmen Allah'ın dini İslâm, Y a r a d a n ' m vaadi d o ğ r u l t u s u n d a e t r a f ı n d a k u r u l a n maddi ve manevi ablukayı k ı r m a y a başlamıştır. Artık çanlar, yaşayış s t a n d a r d ı n d a n b a ş k a bir değer k r i t e r i olmayan b i r bâtü uygarlık için ç a l m a k t a d ı r . İngiliz tarihçisi Toynbee "Dolu s o r u n u herşeyden önce Batı s o r u n u d u r " d e r k e n çok şey ifade ediyordu. Biz ise " İ s l i m meselesi tamamiyle insanlık meselesidir" diyoruz. Bunu d e r k e n de " e m a n e t i y ü k l e n e n zalim ve cahil i n s a n ı n " g ü n ü m ü z d e yaşadığı çağdaş cahiliye('neo-cahlllyye , )dönemlnin bir a n önce son b u l m a s ı n ı diliyoruz. Şu otokritiği de u n u t m a d a n tesbit etmeliyiz kl, b u g ü n ü n m ü s l ü m a n ı , çoğunlukla. İslâm'ın kendi dinamiği ile kazandığı hıza ayak u y d u r a b i l m i ş değildir. Aksiyoner olacağı yerde genellikle, reaksiyonerdir. Onu bile tam anlamıyla becerememektedir. H a y a t gailelerine dalışı ve önemsiz detaylarla oyalanışı entellektüel canlılığını engelleyen başlıca ayakbağıdır. Ondan dolayıdır ki en çok ürettiği şey bahanelerdir. Oenelliyecek o l u r s a k gönülsüz bir kafa ile çağımız aydınının olayları bütün boyutları ve tam anlamıyla kavrıyamıyacağı açıktır. Bilim sadece eşyalar arası ilişkileri araştırdığı sürece, çağımız insanının h ü s r a n ı devam edecektir. Ondandır ki, bu dosyayla, z a r a r d a k i insanın m u t l u l u ğ u için İslâm, büyük imkândı^ demek istiyoruz. Ancak, sınırlı s a y f a l a r içinde hiç birşey t a m anlamıyla söylenemiyor, sadece d e n m e k isteniyor. İslâm'ı k o n u eden ilimler, İslâm'la birlikte doğan k u r u m l a r . İslâm'la gelen bakış açısı ve k a z a n d a n zihni formasyon, İslâm'ın g ü n ü m ü z d e anlaşılması başlı b a ş ı n a esaslı k o n u l a r d ı r . Bunlara, detay veremeden sadece d o k u n m u ş olsak da. muradımız, s o r u m l u l u k l a r ı m ı z ı kendi adımıza serbestçe idrak edip. b u n d a n a s l a kaçamıyacağımızı bilmemiz ve a n l a m a m ı z d ı r . Kendimize, kendi düşüncemize ve yapımıza dönmemizde aktivasyon k a z a n mamız dır. Bundan dolayıdır ki. gündemimizde İslâm vardır. O'nun esprisi vardır.

19


İslâm'ın Dinamik Yapısı ve Günümüz Yusuf YAZAR jr

ÖZET SUMMARY

t is impossible to undasland islam and ils X \ h . c n d i b ü t ü n l ü ğ ü içinde düşünülmedikçe capasity to encompass the world and mankind İslâm'ı a n l a m a k , insanı ve evreni kuşatıcılığını unless one considers it as an integral entity görmek m ü m k ü n değildir. / Understanding islam is a majör human İslâm'ı anlamak bir kulluk vc insanlık responsibiliiy and duty. Man as an individual and as görevidir. İnsan, İslâm'la kişisel ve toplumsal a society needs the spiritual sustenance of islam more çerçevede gelecek olana suya ya da havaya than eotn he needs ıvater and air. olandan d a h a şiddetli bir ihtiyaç içindedir. One majör condition to understand islam is first İslâm'ı anlamanın bir şartı hâkim of ali to escape from the effects of dominant ıvestern kültürlerin etki ve şartlandırmalarından culture and relaied prejudiees. To approach the Koran kurtulmaktır. Allah'ın kitabına, dinine and religion of Allah one needs an independent bağımsız bir zihin ve gönülle yaklaşma, menlality and a pure heart. iğretilikler taşımayan bir a n l a m a için zaruridir. The natural and necesssary results of faith are İslâm'ın pazarlık edilmeksizin bir b ü t ü n olarak ufusing to compromise islam 's integrity and to kabullenilmesi ve pratiği için ç a b a gösterilmesi, striving to imlement ils practices. i m a n etmiş olmanın tabii ve gerekli sonuçlandır. The revival and return of islam isn 't just a utopistic expectation. İslâm'ın canlanışı ve geri dönüşü ütopik bir beklenti değildir.

20


Bu Sayıda 3 İlim ve Sanal

İki Ayın Getirdikleri

Whai Two Months Bring

11 Prof.Dr.M. Eftad COŞAN

12 İlim ve Sanal

İhtisaslaşma vc İş Bölümü

Specialization and Division of Labour Kavramlar Üzerine

On Concepts 13 Yusuf Y A / A R

Kavramların Kimliği

The Ideniity of Concepts 16 Rasim ÖZDEN Ö R E N

Kavramlar Üzerine Genellemeler

25 Zeki K U N E R A I P

Devletler H u k u k u Ne Değildir Nedir?

Generalization on Concep.*

What International La w Is and Is Not 28 Ahmet ARSLANOĞLU

Mimarimizin Karakteri ve İnsanî Değerlerimiz İşığında " K o r u m a " Kavram Olgusu

The Phonenıena and Concept of Protectionısm in Lıght of Our Architectura! Characteristics and Our Human Values 32 Şakir KOCABAŞ

K u r ' a n ' d a Millet Kavramı

The Concept of Nation in Kur'an 42 Ali BU1.AÇ

Kavramlara Yeni Bir A n l a m ve Tarif Arayışı Kültür Üzerine Bir Çalışma

A Search for New Meaning and Definition of Concepts, A Study on Culture 49 Erol ÖZBtLGEN

İlim vc Bilim Farklılaşmasının İslâm Kültür Değerleri İçindeki Yeri

Differentiation of "Um" and "Science" in Islamıc Cultural Values 59 İsmail KILLIOCLU

Endülüs Kültür ve Medeniyeti: Bekir Karlığa İle Bir K o n u ş m a

A Talk with B. Karlığa on .4 ndalusian Civilization and Culture

1

Endülüs Kültür ve Medeniyeti: Bekir Kartla ile Bir Konuşma. 59


Undört yüzyıl boyunca oluşmuş İslâm kültürünü ve bu kültürün ürünlerine sahiplenmeyi İslâm 'ı anlamaya engel olarak görmek şaşırtıcı bir paradoksu bünyesinde bulunduruyor. Müslümanların islâm'ın pratiğinin denendiği ve gerçekleştirildiği yüzyıllara dikkat sarfetmesinin şanlı tarih'le oyalanma ve avunma ve hatta bir tür sapma olarak değerlendirilmesindeki insafsızlık dikkatleri saadet asrına çekme niyet ve çabasına bağışlanabilir. Bir inanış, d ü ş ü n ü ş ve yaşayış tarzı olarak İslâm; razı o l u n m u ş " d i n " hüviyetiyle, nev-i şahsına m ü n h a s ı r bir vakıa olarak insanı içi ve dışıyla kuşatan nitelikler taşır. Bu nitelikleriyle İslâm, insana dört bir yanında kendini, evreni, olmuş ve olacak olanı anlama ve kavramada özgün yollan açar, sayısız imkânlar s u n a r . T a r i f e gelmeyen ve d a r sınırlara t a h a m m ü l edemeyen nitelikleriyle İslâm'ı herkes anlayabildiği, tanıyabildiği, görebildiği yanıyla ve kadanyla zihninde şekillendirir; anlar ve anlatır. M c v l a n a ' n ı n ünlü misalinde olduğu gibi; özellikle yaşamakta old u ğ u m u z benzeri geçiş dönemlerinde, farklı kült ü r l e r i n etkisi a l t ı n d a a r ı - d u r u b i r bakışı yakalayamayan müslümanlar, bir bütünlük dikkatinin uzağında İslâm'ı kendini oluşturan parçalara, bölümlere indirgemek gibi b i r eğilim içinde b u l u n u r l a r . Parçaların tek tek b ü t ü n ü ' i f a d e edemeyeceği, İ s l â m ' a ait bir p a r ç a n ı n , bir k u r u m u n bir diğer sistem içinde düşünülmesinin ve işlerliğinin beklenilmesinin yanlışlığı, g ü n ü m ü z müslüm a n l a r ı n ı n ü z e r i n d e ö n e m l e d u r d u k l a r ı bir noktadır. Parçalar, yalnızca b ü t ü n ü n habercisi olabilirler ve ancak kendi sistemleri içerisinde konuml a n d ı r ı l a b i l i r l e r . Bu d i k k a t l e r i n d e ı s r a r d a müslümanlar haklıdırlar ve çağımıza has bir mantık^ yanlışını yakalamış olmaktadırlar:0 da İslâm'ı kendi mantığı içerisinde eksiksiz ve fazlasız olarak bilmek; sistemi bölmeden, kendi içerisinde bir b ü t ü n olarak değerlendirerek a n l a m a y a çalışmaktır. G ü n ü müz m ü s l ü m a n aydınının zihnine ve bakışına kazandırmaya çalıştığı formasyon b u d u r . Yaratı:ıyla pazarlığa o t u r m a y ı d ü ş ü n m e y e n , tcslimiyct;i ve ancak hikmet arayıcı bir zihnî formasyon. Bu nantık içerisinde, şarabın terki z a r a r l a n n d a n doayı değildir. Şarap, yalnızca ve yalnızca yaratıcııın yasağı dolayısıyla terk edilir ve bu terkedişte, n ü ' m i n için bir ibadet duygusu ve lezzeti vardır, fasağın hikmet ve yorumları ise bir diğer konulur. Yirmidört saati boyunca müslüman, kulluğun derini sürer. H a y a t a bakış ibadet merkezlidir.

beklentilerine, insanın insana olan boyun büküşlerine, insanın insan üzerinde vücut bulabilecek egemenliklerine de bir sınır çizgisi çekmiştir. İsl â m ' l a birlikte doğan adalet anlayışı, bir bilim konusu olmaktan çok, insanı zulm ve baskıya m a r u z kalmaktan koruyan, zulm ve baskı eğilimlerine engel olan bir yapıyı beraberinde getirir, getirmiştir. Böylelikledir ki insan için bir varoluş esprisi b ü tün zamanlara örnek olacak boyutlanyla ortaya çıkabilmiştir. Yalnızca R a b b i n d e n isteyen, istemeyi bir kulluk görevi bilerek isteyen, varlığını diğer varlıklara bir hizmet şansına dönüştüren bir kulluğun bilinç, ahlâk ve sorumluluğuna sahip oluşuyla müsl ü m a n , ideal ve örnek insandır. İsyan üzere olmayana faydalı olmak, m ü ' m i n i n v a r o l u ş u n u n bir tezahürüdür.

K ü l t ü r Birikimi ' M ü b i n ' -açık- olmasına r a ğ m e n , efendimiz ve yol gösterici olan Allah R a s u l ü ' n ü n yaşayış ve sözlerine baktığımızda 'Kitab'ın anlayışlanmız nezdinde kazandığı yeni boyutlar bu açıklığın belli bir seviyede vc hür -peşin hükümlerle zincirlenmemiş bir zihin ve gönül gerektirdiğini o r t a y a koyar. Yol göstericinin vaktiyle aramızdaki 1400 yıllık bir zam a n diliminin beri yakasında b u l u n a n bizler açısından; Allah'ın kitabını, yani dinini aslî yapısıyla, saflığıyla ve eksiksiz olarak anlamak ve içinde duymak isteyenler açısından bu z a m a n dilimi içinde tesbit edilmiş ya d a oluşmuş bilgi vc disiplinler b ü t ü n ü y l e İslâm kültürü- ö n e m kazanır. Yabancı kültürlerin istilasına uğramış ülkeler ve ülkemiz insanının K u r ' a n ' ı n mesajını algılayıştaki paradokslarından kurtulabilmesi noktasında kendi k ü l t ü r ve yapısını tanıması; i n k â r a kültürlerin etkilerinin yok edilmesi ve m u k a v i m bir yapının o l u ş u m u n d a mesafe katettiricidir. Bir M e v l a n a ve Y u n u s ' u n , bir Şeyh G a l i b ve H a f ı z ' ı n , bir Gazali ve E b u H a n i f e ' ı ı i n , bir İ m a m Ş a f i î ' n i n ve İ m a m B u h a r ı ' nin tanınması ve bilinmesi m ü s l ü m a n a ait mantık ve d ü ş ü n ü ş tarzının yerleşimini hızlandırır.

İslâm, öteye ve hesap g ü n ü n e ait haberleriyle dalet fikri ve d u y g u s u n u toplum içinde canlı bir tokontrol mekanizması haline getirdiği gibi, müafatlandırılmanın vc mükafatlandıranın gerçek imliğine tanım getirerek insanın insandan olan

O n d ö r t yüzyıl boyunca oluşmuş İslâm kültür ü n ü ve bu k ü l t ü r ü n ürünlerine sahiplenmeyi İsl â m ' ı a n l a m a y a engel olarak görmek şaşırtıcı bir paradoksu bünyesinde b u l u n d u r u y o r . Müslüman-

21


Allı çizilecek olan şey; saadet asrını model almanın, yüzyıllar içinde oluşmuş İslâm kültür ve medeniyetine sahip çıkmakla, bu kültür ve medeniyetin üzerine eğilmekle çelişmeyeceğidir. Bu kültür ve medeniyetlerin değerlendirmesi, eksiğininyanlışının belirlenmesi gerçek modelin yapısının daha iyi anlaşılmasını ve belirginleşmesini sağlar. lc çelişmeyeceğidir. Bu kültür ve medeniyetlerin değerlendirmesi, eksiğinin-yanlışının belirlenmesi gerçek modelin yapısının d a h a iyi anlaşılmasını ve belirginleşmesini sağlar. Şu veya bu ismi, şu veya bu uygulamayı sanık sandalyesine oturtsanız d a ; bu tür münferit şeylerin içinde kaybolduğu b ü t ü ne sahip çıkmak, değerlendirmek, bu birikimden ve gelenekten y a r a r l a n m a k herhalde m ü s l ü m a n a düşer.

ların İslâm'ın pratiğinin denendiği vc gerçekleştirildiği yüzyıllara dikkat sarfetmesinin şanlı tarih'le o y a l a n m a ve a v u n m a ve hatta bir tür s a p m a olarak değerlendirilmesindeki insafsızlık dikkatleri saadet a s n n a çekme niyet ve çabasına bağışlanabilir.' M ü s l ü m a n için gerçek model Allah Rasulü ve raşid halifeler d ö n e m i n d e d i r . Geçmiş yüzyıllar içind e yaşamış müslütnanların da modellerini saadet asrında aradıkları ve rehber olarak Allah'ın kitabını ve R a s u l ü ' n ü n sünnetini kabullendikleri bir realite olsa gerektir. Mahallî özellikler, mizaçlar, değişik şart vc imkânlar, aynı bir modele bakıldığı halde ayrı z a m a n ve çevrelerde birbirine göre nüanslar taşıyan uygulamalar, medeniyetler ve kültürler o l u ş t u r m u ş t u r . T e k tek kişilerin ve k u r u m ların m u a h e z e edilebilme hakkı saklı kalmakla birlikte, bu medeniyetleri genel olarak İslâm Medeniyeti diye isimlendirmenin vc bu medeniyeti sahiplenmenin yadırganacak bir yanı yoktur. Nitekim b u g ü n de Allah'ın güç ve kudret ihsan ettiği bir topluluk güne ve hayata rengini verebildiğinde şöyle veya böyle bir medeniyet vc u y g u l a m a ortaya çıkacaktır. Sonraki nesiller dc bu yeni medeniyeti belli bir isim altında anacaklar. İslâm Mcdeniyeti'nin bir parçası olarak mütalaa edecekler, sevabı ve günahıyla değerlendireceklerdir. Altı çizilecek olan şey; saadet asrını model a l m a n ı n , yüzyıllar içinde oluşmuş İslâm kültür ve medeniyetine sahip çıkmakla, bu kültür ve medeniyetin üzerine cğilmek-

İslâm'la Gelen Dünyayı bir sınav yeri olarak tanımlayan İslâm'la, insanın kendisine olduğu k a d a r , d ü n y a y a ve eşyaya olan bakışında da devrim çapında bir değişim gerçekleşmiştir. Hardal tanesi diye tarif edilerek en küçük bir iyiliğin ve kötülüğün bile karşılıksız kalmayacağı inancı, bu d ü n y a d a k i hayatın bitimsiz olan öte hayatımızın yer vc şeklinin belirlenmesinde bir sınav yeri olduğu ve geçiciliği düşüncesiyle oluşan öte duyarlığı m ü s l ü m a n ı bir d u y g u , d ü ş ü n ü ş ye davranış zenginliğine ve berraklığına kavuşturur. Y a n ı l m a y a n , görme ve işitmesinde sınır b u l u n m a y a n bir yaratıcı-otorite inancı ve idraki m ü s l ü m a n a sürekli h u z u r d a b u lunuş disiplini kazandırır. M ü s l ü m a n , H â k i m vc K u d r e t sahibinin kim olduğunu bilendir; b u n d a n dolayı, herkesten önce kendine karşı dürüst olandır, kendisinden hesap sorandır, kendisine karşı d a sorumluluk taşıyandır, güvenilendir ve kendisine özenilendir. Kötülüğü d c isteyebilen bir nefs sahibi olarak ve yaratıklar içerisinde en şerefli o l d u ğ u n a işaret edilen insan için d ü n y a , m u h t e m e l düşüşlerin ya da yükselişlerin yeridir. Rahmeti âlemleri kuşatan Yaratıcı, lütfuyla insana, tövbe, g ü n a h ı n d a n geri d ö n m e gibi bir imkânı da kazandırmıştır. Bütün bu açık kapılara r a ğ m e n bu d ü n y a tarlasından bir güzel ü r ü n kaldıramayan için, h ü k m ü n d e kusurlu olan insan bile kabul eder ki bir öte cezası haktır, yersiz değildir.

' "Şanlı tarih"in müslüman için bir engel olmadığını, olamayacağını; tersine, " s a n " ı bir yana, bir "torih"in her hal ve (carda kaçınılmaz olarak, bir vakıa olarak mevcut bulunacağını, böyle bir " t a r i h " e de kimin sahip çıkacağını zaten bu tarihin mahiyetinin belirleyeceğini söylemek belli bir tavra ayarlanmış bir muhakeme silsilesi olarak mı değerlendirilecektir, yoksa fazla gözükapalılık olarak mı? Yapılması gereken ' miras ı tümüyle yüceltip benimsemek ya da tümüyle karalayıp reddetmek değil; ideal örnek ve ölçüler ışığında değerlendirip, yerini belirlemektir. Müslümanların, "geçmişteki başarıları gündemde tutması" olayını İslâm'ın gündeme getirilmesine engel olarak değerlendirmek ve görmek de bir başka açmaza yol açar. Geçmişteki başarıların gündemde tutulmasını; İslâm'ın daha sağlıklı onlaşılmosı amacına hizmet eden, pratiâinin elle tutulur hale gelmesine vesile olon yol ve yöntemlerden birisi olarak görmek gerekir. Burada eleştiri, belki, olayın mevcut mahiyeti ve şekline yöneltilebilinir. Geçmişteki başarıların, devletsiz kolınıldıâı günlerin, bir diğer söyleyiş şekliyle devleti çağıran aünlerin bir geleneği olduğunu, olmak zorunda olduğunu a a unutmamak gerekir.

İslâm'la gelen çizgi, bir yanıyla ilk insan-ilk peygamberle başlayan ve insanüstü bir boyut taşıyan, Y'aratıcının yol göstericiliğini, büyüklüğünü, R a h m e t vc K u d r e t i n i yansıtan bir tevhid çizgisidir. İ m a n gerçekliğinin ve yaratılış amacının uzağında olduğu, bilginin kaynak ve mahiye-

22


İslâm; insanı, Rabbi önünde baş eğmeye, kulluğu çağırıyor. Kula kul olmamağa, baskıya ve zulme direnmeğe, Yaratıcının hitabını duymağa ve duyurmağa çağırıyor, islâm; insanı, zihnini ve yüreğini kirliliklerden, çarpıklıklardan ve bağımlılıklardan arındırmağa, ahdine vejaya, içini ve dışını imara çağırıyor. dahalesini t a r i f e d e n kaza ve kader olgusuna inanm a y a çağırıyor. N a m a z , oruç vc zekât gibi k u r u m l a n y l a insana yaratılış amacı ekseni çevresinde bir faaliyet alanı tanıyan İslâm, diğer insanların d a İslâm'ı tanımasının bir yolu ve yöntemi olarak değişik t ü r ve şubeleriyle cihadı m ü s l ü m a n ı n bir sorumluluğu olarak tarif etmiştir. İslâm m ü s l ü m a n l a n cihad a çağınyor. İslâm; insanı, Rabbi önünde baş eğmeye, kulluğa çağırıyor. Kula kul olmamağa, baskıya ve zulm e direnmeğe. Yaratıcının hitabını d u y m a ğ a vc duyurmağa çağırıyor. İslâm; insanı, zihnini ve yüreğini kirliliklerden, çarpıklıklardan ve bağımlılıklardan a r ı n d ı r m a ğ a , ahdine vefaya, içini ve dışını i m a r a çağırıyor. İslâm; aklı, g ü c ü n ü n ötesindekini anlama vc y o r u m l a m a d a yeni vc geniş imkânlar sağlayacak olan gönülle d o n a n m a ğ a çağırıyor. İslâm; insanı; bilimi, aklı, gönlü ve kitabı ait o l d u k l a r ı yere k o n u m l a n d ı r t n a ğ a ç a ğ ı r ı y o r .

tinin çarpıtıldığı bir z a m a n kesitinde, uyarısına, bildirisine ve m u ş t u s u n a m u h a t a p olduğu şekliyle İslâm, insanı bir itminan, hayret, sevinç ve haşyet d ü n y a s ı n a çeker, çıkarır. İslâm, insana son ve t a m a m l a n m ı ş uyarıdır, mesajdır, muştudur. Dinin İslâm'da tamam olması vc " d i n " olarak İslâm'dan razı olunmuşluktaki hikmetler, önceki habercilerle gelenin bozulması ve unutulmasıyla ilgili olduğu kadar, insan idrakinin geçirdiği serüven ve vaktin ömrüyle de ilgilidir. V a k t i n de bir ö m r ü olduğu bilgisiyle donatılmış müslüman için " f e n a " vc 4 ' b e k a " kavramları yerine göre direniş, yerine göre sabır eylemini bütünleyen ve gönlünde ferahlık, u i k u n d a enginlik d o ğ u r a n boyutlar taşır. İslâm, insana " n e f s i n d e o l a n ı " değiştirmesi, değiştirebilmesi için teklif o l u n m u ş , kaynağı ilahî olan bir emanettir, bir imkândır. Belli bir anlayışı kendi bütünlüğü içinde edinmiş olan m ü s l ü m a n ; insana, insanlığa, eşyaya ve evrene; farklı bir açıdan, farklı bir noktadan ve farklı bir gözle bakar. G ö r m e işinde göz, araçlardan yalnızca birisi olarak faaliyettedir. Ö z g ü n mantığıyla m ü s l ü m a n , dışarıdan b a k a n için, ' ü z ü m dalında erik' yiyendir. G ö n l ü n sonsuz vadilerinde at koşturan müslümanın "içini kaplayan bir sevinç" olarak islâm'ın b ü t ü n z a m a n vc mekânları kuşatan hitabı b u g ü n de tek kurtarıcı u m u t kaynağıdır.

G ü n ü m ü z d e islâm Yakın z a m a n l a r a kadar kurulu bir devletinin olmay,ışı İslâm'ı müzelik bir inanç sistemi olarak görmek ve göstermek isteyen batılılarca bir propaganda u n s u r u olarak kullanılabiliyordu. M e n s u p lannın dağınık oluşu, değişik coğrafyalarda, değişik etkiler altında bulunuşları ve organize olamayışl a n batının, batılının ve batıcıların işlerini kolaylaştıran bir g ö r ü n ü ş arzediyordu. İkinci D ü n y a Savaşı m ü s l ü m a n ulus ve topluluklara siyasal planda olduğu kadar kültürel pland a d a bir başkaldırı ve kendine dönüş fırsatı verdi. Bugün, belli zaafları taşısalar da, yabancı ve inkârcı kültürlerin etkilerini üzerlerinden t a m a m e n kaldtnp atmış olmasalar da, yekpare bir yapıyı karşı güçler karşısında gerçekleştiremeseler de; reddi m ü m k ü n olmayan bir " İ s l â m ' ı n geri d ö n ü ş ü " olayı vardır.

İslâm'ın Çağrısı İslâm; insanı, bir olan, kudretli vc yaratıcı olan Allah'a i n a n m a y a ve ona kulluk etmeye çağırıyor. Yol gösterici olan, Allah'ın mesajını ve uyarısını insanlara ulaştıran peygamberlerine inanmaya, onları örnek almaya çağırıyor. G ö r ü n m e y e n dünyanın m e n s u b u meleklerine, ekilenin biçileceği, her fiilin değerlendirileceği, ceza ile ya da m ü k â f a t ile karşılanılacak bir öte hayatına i n a n m a y a ve bu inançla ölçülendirilmeye çağırıyor. İnsan için daimi bir ışık ve u y a n niteliği taşıyan kitaplarına inanm a y a , son ve m ü k e m m e l kitabı olan K u r ' a n ' l a y a ş a m a y a çağırıyor. Bir insanlık ufku ve evrenin ö m r ü n ü n t a m a m l a n m a s ı diyebileceğimiz kıyamete i n a n m a y a ve kıyamet için hazırlıklı b u l u n m a y a çağınyor. Olaylarda ve günün akışında insanın mü-

Bütün öğretiler, ideolojiler son sözlerini söylemişler, birtakım doğrulanyla birşcylcri kurtarırlarken insanı heder etmişler, insana kulluğuyla birlikte mutluluğu, iç derinliğini ve gönül duruluğunu d a u n u t t u r m u ş l a r d ı r .

23


Müslüman aydınlar hesap, davranış ve planlarını sonuçlarını uzun vadede devşirebilecekleri istikrarlı strateji ve programlar üzerine bina etmelidir. Daha yorucu ve fakat sonuçları yüz güldürücü uzun vadeli program ve çalışmalar, çabuk sonuçlar vadeden ve fakat rahatsızlıkları beraberinde getirebilecek politika ve programlara tercih edilmelidir. Kendini tekrara başlayan ve insani değerleri dışlayan yapısıyla batı düşüncesi ve uygarlığı kendi içinde ciddi eleştiriler almaktadır. H a t t a , kimi batılı d ü ş ü n ü r l e r , batı uygarlığının artık bir çökme sürecine girmiş olduğu, d ö n ü m noktasının oldukça gerilerde kalmış olduğu kanısındadırlar. İnsanî değerleri koruyan ve yücelten nitelikleriyle İslâm'ın dirilişi bir bakıma kaçınılamaz bir gelişme olarak değerlendiriliyor. Bir tarih şartı olarak, söz vc meydan yeniden gerçek sahibine dönse gerektir. Sosyolojik veriler yakın gelecekte İslâm vc k u r u m l a r ı n d a n d a h a yoğun şekilde söz edileceğini göstermektedir. Kimi tarihçi ve sosyologların tesbiti ya da beklentileri 21. yüzyılın " İ s l â m ' ı n geri d ö n ü ş y ü z y ı l ı " olacağı yönündedir. En küçük ve özelinden, en b ü y ü k ve geneline kadar İslâm'ın yeniden güçlenişinin işaretleri görülmektedir. Sosyal, ekonomik şart ve gelişmelerle oluşan vasat,böyle bir güçleniş için uygun olan özellikler taşıyor. 1

ması olarak diri olan ve hep diri kalacak olan çizgi yeniden gün ışığına çıkar, toplum yapısında bir yenilenme heyecanı ve aşkı doğar, isiınli-isiınsiz hakikat erleri ve ö n d e r l e r i bu m a y a l a n m a y ı hızlandırır, " a s l a d ö n ü ş " ü n verdiği itminan esere yansır ve yükseliş başlar. İslâm'ın dönüşüne ilişkin yorumları ütopik bir beklentinin ürünleri olarak değerlendirmemen. M ü s l ü m a n aydınlar hesap, davranış vc planlarını sonuçlarını uzun vadede devşirebilecekleri istikrarlı strateji vc programlar üzerine bina etmelidir. Daha yorucu vc fakat sonuçlan yüz güldürücü uzun vadeli program ve çalışmalar, çabuk sonuçlar vadeden vc fakat rahatsızlıkları beraberinde getirebilecek politika ve p r o g r a m l a r a tercih edilmelidir. M ü s l ü m a n l a r kendi değerlerini, tarz ve araçlarını, kurumlarını yeniden tanıyorlar. Yaşamakta o l d u ğ u m u z geçiş d ö n e m i n d e ve benzerlerinde kimi araç ve tarzlar üzerinde ihtilaflar z u h u r edebilir. Bu, biraz d a dönemin tabiatıyla ilgilidir. Asıl olan; hangi araç ve yöntem olursa olsun o araç vc yöntemi kullanan kişinin t u t u m u , ahlâkı, disiplini ve kabiliyetleridir. Bir diğerini karalaınaksızın birinci dereceden ö n e m atfetmek bir şeyler yapabilmenin ve başarabilmenin şartlarındandır. Üzerinde dikkadi olunması gereken, yapılmak istenilen işin-çalışmanın mahiyeti ve niyettir. O n d ö r t yüzyıllık tarihi içinde kendi yolunu, yöntemini ve aracını şu veya bu şekilde, a m a mutlaka özgün bir şekilde bulan, geliştiren müslümanlar, fonksiyonuna ihtiyaç duydukları araç vc yöntemleri karakterize edebilecek, onlara rengini vcrcbilccck a n a esprileri vc prensipleri çıkarabilecekleri bir gelenek ve bilgi birikiminin mirasçısıdırlar.

Diğer toplumların tarihinde olduğu gibi İslâm t o p l u m u n u n da tarihinde inişleıi-çıkışları, alçalışlan-yüksclişlcri var. Her düşüş d ö n e m i n d e bir ayağa kalkış çabası başlar, toplum kendi öz değerleriyle, kendisine kabul ettirilmek istenen değerler vc ön yargılar arasında bir gerilimi yaşar. Bu gerilim bir büyük değişimin işaretidir. Mevcut değer, kurum vc yargılarla hesaplaşılır. Toplum kendi temellerini, değerlerini a r a r . Allah'ın bir bağışla2 İslâm'ı ana esprileriyle veren, ilk olmak gibi bir özelliğin yonsıro benzersiz olmak gibi de bir özelliği taşımaya aday görünen öç eseri burado anmak gerekir. Bunlor Sezai Karakoç'un "İslâm", "İslam'ın Dirilifi" ve "İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktrü"dQr. Üç eserin de kısa zaman önce yeni baskılon yayınlandı.

24


S a r a y Çatısı Altında İlmî Faaliyetler:

Huzur Dersleri Fikret S Ö N M E Z

" H u z u r D e r s i " tarihimizde, Hicri 1172 Ramazan-ı Şerifinde, Milâdî 28 Nisan C . e r t . 1759 g ü n ü n d e n başlayarak, her sene O s m a n l ı Padişah ı ' n ı n h u z u r u n d a sayısı m u a y y e n , ilim vc takvasıyla tanınmış zatlardan müteşekkil olmak üzere, sarayda teşkil edilen ilmî mecliste " K a d i Beyzavî T e f s i r i " n i n münazaralı bir şekilde tedrisini ifade etmek üzere kullanılan bir ıstılahtır. H u z u r Dersleri sadece R a m a z a n aylarında verilmiştir. Dersin hususiyeti, m ü b a h a s e ve m ü n a zaralı o l m a s ı d ı r . M u h a t a p denilenlere ders verilirken, dinleyen ilim sahiplerinin, mukarrir denilen dersi verene suâl sormaları vazifeleri icabıdır. Bu derslerde soru sormak asıldandır. Her m u h a t a p ayrı ayrı sual sorarlar. H u z u r Dcrsleri'nin, padişahın resmî vazife yaptığı yerlerde belirli bir merasimle tedrisi asıldır. H u z u r Dersleri her R a m a z a n ' d a en az sekiz defa verilir. Bu dersler, H. 1172/M. 1759 yılında başlamakla beraber, H. 1200/M. 1785 yılı 28 Nisan Ç a r ş a m b a g ü n ü n d e n itibaren Fâtiha suresinden başlamak suretiyle Mushaf-ı Ş e r i f d e k i ; m u a y y e n sırayı takip ederek H . 1341/17 Nisan 1922 Salı günü başlayan Raınazan-ı Ş e r i f e kadar aynı sıra takip edilerek 14. C ü z ' d c yer alan Nahl suresinin 31. âyet-i kerimesi ile dersler sona ermiştir. H u z u r Dersleri'ne en son m u h a t a p olarak katılan Kula'lı M u h a m m e d Emin Efendi 4 Kasım 1962 yılında vefat etmiştir. H u z u r Dersleri'nde söz ve fikir hürriyeti esastır. Bu cümleden olarak Padişah III. Selim zamanında m u k a r r i r ve m u h a t a p l a r ı n her birine Çekinmeden ve her türlü tesirden uzak kalarak düşüncelerini olduğu gibi ortaya koymaları dersten . evvel padişah tarafından kat'î bir dille bildirilirdi." H ü k ü m e t erkânının d a dinleyici sıfatıyla hazır bulundukları bu derslerde her türlü baskıdan uzak b u l u n u l u r d u . Bununla birlikte, saraylarda H u z u r Derslcri'ndcn başka okutulması alışılmış olan Tefsir Dersleri de vardı.

Huzur Dersleri, Osmanlı Padişahlarından III. Sultan Mustafa tarafından H . / l 172'de bir irade ile başlatılmış ve Osmanlı Devleti'nin yıkıldığı 6. Sultan M e h m e d ' i n vc hatta son Halife Abdülmecid Efendi z a m a n ı n a "Hilafetin ilgası ve Hanedan-ı Osmânî'nın Türkiye Cumhuriyeti memâliki haricine çıkarılmasına dâir'' olan 341 sayılı 26 Recep 1342/7 Şubat 1923 Perşembe, tarihli K a n u n u n yürürlüğe girmesiyle son bulmuştur. III. Sultan Mustafa'nın, padişah oluşunun 2. senesi Ramazanı Şerifinde 1172 tarihinde H u z u r Dcrsleri'ni devletin resmî teşkilâtına dahil etmesi, o n u n dindarlığı ve takvasına bir n ü m u n e olarajc gösterilir. Sultan III. M u s t a f a ' n ı n , sır kâtibi t a r a f ı n d a n tutulan zabıtlarda, 5 vakit namazı cemaatle edaya kararlı ve sabah namazlarını müteâkiben de sarayd a verilen Tefsir Dersleri'ne devamlı geldiği kayıtlıdır. Padişahların harem hayatı dışındaki bütün yaptıkları işler, sır kâtiplcrince yazılmıştır. Padişahları tanımada bu notlar son derecc ehemmiyet taşımaktadır. Avrupalıların yıllarca k o r k u p titreHuzur Derjleri ile ilgili bilgileri en genij biçimde Ord.Prof. Ebu'l-Ulâ Mardin merhumun 1. cildini hazırladı^ ve 1956 yılında İstanbul'da İsmail Akgün Matboası'nda basılan eserden, ayrıca 2. ve 3. ciltleri birlikte 1966'da aynı matbaada basılan. Prof.Dr. ismet Sungurbey ile, eski İstanbul Hâkim Muavinlerinden Semiha OMAY Hanımefendi'nin hazırlayıp bastırdıktan, "Huzur Dersleri İle llaHi Konulmalar ", 1. bölüm İstanbul 1965 Hüsnutobiat Matboas., isimli eserden; Holit Ziya Uşaklıgil'in "Saray ve ötesi" isimli eserinden, Ankara Eğitim Bilimleri Fakültesi dekan Yardımcısı Sn.Prof.Dr. Yahya Akvüz'ün 1.baskısını 1982'de, genişletilmiş 2. baskısını 1985'de yaptığı, "Türk Eğitim Tarihi" Ankara 1985 Ankar a Ü. Basımevi'nde basılan eserinde; aylık İslâm Mecmuası'nın 1 Haziran 1984, sayfa 56-57'deki Sn.Doç.Dr. Osman öztürk'le yapılan mülakatda; Sn.Ord.Prof.Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın T.Tarih Kurumu'nca basılan, "Osmanlı Devleti'nde İlmiye Teşkilatı", Lütfi SimovTnin, "Sultan Mehmed Reşad Han'ın ve halefinin sarayında gördüklerim", 2 ks. /bir arada/İstanbul 1340 Kanoat Kütüphanesi 8 ° ; ileTayyorzâde Ahmed ATA'nın, 'larih-i Ata" 2 C . İstanbul. 1291-1293; Şeyh Yahya Efendi Matbaası 8 ° gibi eserlerde "Huzur Dersleri" ile ilgili mevzu işlenmiştir.


yc, Musıla-i Süleymaniyc olarak

dikleri ve aleyhlerinde iftiralar uydurdukları geçmişimizi, şerefli mazimizi ilim ve kılıç kalemiyle bizzat yazanları, rahmetle yad ederiz. K o n u y a ilgi d u y a n l a r halen İstanbul M ü f t ü lüğü olarak kullanılan, eski Meşihat-i İslâmiye'nin b u l u n d u ğ u , Süleymaniye'deki " Ş e r ' î Siciller Arş i v i n d e n faydalanabilirler. " H u z u r Dersleri"ni ilk defa seviyeli bir biçimde ele alıp araştıran, m e r h u m E b u ' l - U l â M a r din olmuştur. a

görülmektedir.

Derslerin Şekli " H u z u r D c r s l c r i " n i n yapılacağı yeri bizzat padişah tayin e d e r d i . Dersler, saray salonlarının birinde öğle-ikindi arası takrir o l u n u r d u . Salonda bir Mukarrir Efendi'ye, diğerleri dc MuhatapEfendilcre mahsus olmak üzere 16 rahle b u l u n u r d u . M u k a r r i r ' i n rahlesi işlemeli, muhataplarınki ise, ceviz,boyalıydı. H e r bir rahleye birer d e m i n d e r konulurdu. M u k a r r i r ve muhatapları resmî biniş (clbiselcr)leriyle, nişanlarını da takmış olarak ve beyaz s a n k l a n üzerine s ı n n a takarak ö n d e m u k a r r i r , arkasında kıdem sırasıyla muhataplar, Padişah'ın huz u r u n a girerlerdi. Padişah'la maiyetindekiler, o sırada ayakta b u l u n u r Ulemay-ı Kirâm ihtiram selâmı verdikten sonra. H ü n k â r ı n oturması üzerine, diğerleriyle birlikte m u k a r r i r ve m u h a t a p l a r d a mevkilerini işgâl ederlerdi. Mukarrir Padişah'ın sağına, m u h a t a p l a r ise, mukarririn y a n ı n d a n başlıyarak kıdem sırasına göre y a n ı n dâire şeklinde bir kavis teşkil ederlerdi.

E b u ' l - U l â Ali Zeynel Abidin

Mecelle'nin m e y d a n a gelişi ve A h m c d Cevdet Paşa'nın bu eserdeki hizmetlerini anlatan "Medeni Hukuk Cephesinden Ahmed Cevdet Paşa" isimli kitabı ile 1956'da 1. cildini yayımladığı "Huzur Dersleri" isimli, k o n u m u z u teşkil eden eserinde: a. H u z u r Derslcri'nin tarif ve mahiyeti, b. H u z u r Dersleri'nin tarihçesi c. Meclisler ve teşkil tarzı, d. H u z u r Dcrslcri'nde riâyet olunan kâideler, e. Mukarrir ve Muhataplarda aranan vasıflar, f. H u z u r Dersleri u s û l ü n ü n , başlangıcından sonuna kadar mukarrirlikte bulunanların isimleri, g. H u z u r Dersleri u s û l ü n ü n , başlangıcından sonuna kadar Muhataplıkda bulunanların isimleri, b u l u n m a k t a d ı r . Ayrıca, h. H u z u r derslcri'nin senelik içtimâ heyederi, başlıklarını taşıyan eser, 615 sayfadan ibaret olup, m e r h u m hayattayken basılmıştır.

Ders alenî olmakla beraber, erkek veya kadın dersi dinleyecek kişiler hakkında Padişah'a bilgi verilir, Padişah d a iltifat olarak bazı güzide şahısları dersi dinlemek için alıkoyabilirdi. Dersi dinleyenlerin tamamının mukarrir ve muhataplar gibi minder üzerine oturmaları asıldandı. Mazeret b u l u n m a d ı k ç a , padişahlar d a u m u m i y e t l e dersleri böyle dinlerdi. İlk defa " H u z u r D e r s i " verilen 1172/1759 senesinde biri m u k a r r i r ve beşi m u h a t a p olmak üzere 6 kişiden teşekkül eden " H u z u r Dersleri 8 meclis halinde sekiz gün sürmüştür. Sonralan bir mukarrir 15 muhatapdan oluşan sekiz meclis teşkil edilmiştir. Resmen 169 sene devam eden " H u z u r Dersl e r i " , her R a m a z a n - ı Ş e r i f d e 8 meclis halinde yapıldığı dikkate alınırsa, bu derslerin 169 x 8 - 1352 defa yapıldığı ortaya çıkar. İlk başladığı gibi 6 zatdan ibaret kalsaydı, 1352 x 6 - 8112 kişinin; 16 âlim kişinin iştiraki gözö n ü n e alınırsa, 1352 x 16 = 21632 bilginle bu işin başanldığı, bu rakamın onalaması alındığında takriben 10.000 (onbin) civarında, devrinin en ileri seviyedeki bilginler tnanzumesiylc padişahlarının d a hazır b u l u n d u ğ u için a d ı n a " H u z u r D e r s i " denilen bu huzurlu ve saadetli derslerin, devlet ricalinin dc iştirakiyle, çok ciddî bir ehemmiyeti olduğunu söylemeğe bilmem lüzum var mıdır?

H u z u r Dersini Veren M u k a r r i r ve M u h a t a p l a r Nasıl Seçilirdi? İstanbul r u û s u n u hâiz müderrislerden (profesör) olması, talebesi ziyade m ü r e t t e p tahsile nazarajı.dersi ileri b u l u n m a s ı , meleke ve ihtisası ve zâtı kemaliyle muhitinde şöhret yapmış olması gibi vasıflar a r a n ı r d ı . Bunları seçme hakkı Şeyhü'l-İslâın'ındır. Seçim, padişahın iradesiyle tekemmül eder, bu vazifeden ayrılmalar d a aynı usûlle yapılırdı. Gerek Şeyhu'l-İslâm ve gerekse Padişah, bu vasıflan o l m a y a n birisini " M u k a r r i r " veya " M u h a t a p " tayin edemez. Başkalarının tavsiyesi ile hele hiç kimse tayin o l u n a m a z d ı . Üst meclislerdeki m u k a r r i r ve muhataplıklarda boşalma old u ğ u n d a , usûle ve sıraya göre, üst kadrolar doldurulur, doldurulamayan yerler için yeniden seçim ve tayîn edilirdi. Birinci meclisi teşkil eden zevatın ruûs dereceleri " K i b â r - i M ü d e r r i s i n " mertebesi olup, Dâru'l-Hadis, Hâmise-i Süleymaniyc, Süleymani-

Başlangıçta 6, sonra 13 olan H u z u r Dersi hocalannın H . 1 3 2 7 / M . 1909 yılında Meşrutiyet'in 2.

26


kez ilânıyla M u h a t a p sayısının 13'tcn 16'ya çıkarıldığı ( H u z u r Dersleri, c. 1, s. 550) görülmektedir.

2. İlm-i fıkıhtan ' 'el-Kavlu 's-sabitfi kazâi-fevdıt'' Maârif Nezâret-i celilesinin 153 no.lu ruhsatnamesiyle Dersaâdet Matbaa-i Osmaniye'de 1307'de basılmıştır. 3. Esrârü's-savm. 4. İlm-i sarftan "Teshılu's-sarf" 5. E d e b i y a t - ı A r a b i y e ' d e n T u ğ r â y î ' n i n "Lâmiyetü'l-Acem" kasidesini "Tevşihü'l-kalem f i Lâmiyyeti'l-Acem'' ismiyle arapça olarak şerhetmiştir. Padişah Sultan M e h m e d R e ş a d ' ı n h u z u r u n da 1327 senesi R a m a z a n - ı Şerifinde yedinci ders mukarriri olarak derse iştirak eden Vildan Fâik Efendi, bu derste H û d sûresi'nin 17.âyetinin tefsirini yapmıştır. H û d sûresinin m e c m u u 123 âyettir. Sûre-i celile Mekkî'dir ( M e k k e ' d e nâzil olmuştur). T e v h i d , adi, nübüvvet, m a â d gibi nice muhkematı hâvi olduğu gibi kısas, iber (ibretler) mevâiz, endaz (atıcılık) tebşir ( m ü j d e ) gibi fevâidi celileyi (yüksek faydalan) hâvidir (anlatmaktadır).

Bir H u z u r Dersi Ö r n e ğ i Bu dersi hazırlayan aslen A r n a v u t l u k ' d a M a nastır vilâyeti, D e b r e Sancağı Rekalar kazası Perseniçc köyünde 1269/1853 tarihinde doğan, Vildan Fâik Efendi, verdiği 4 H u z u r Dersi'ni bir kitap haline getirmiş vc "el-Mevâizü'l-Hisan " a d ı n ı vermiştir. Babası çiftçidir. Baba adı: İslâm Ağa'dır. Sekiz yaşındayken babasıyle İ s t a n b u l ' a gelmiş ve Üsküd a r ' d a oturmuştur. O sırada Üsküdar Fıstıklı Mektebi muallimi Selimiye C a m i i Şcrilî Başimamı İsparta'lı H o c a Hâfız Sabri E f e n d i ' d e n ilk ilimleri o k u m u ş , 12 yaşında hâfız olmuştur. İlm-i v ü c u h t a n seb'a ve aşere k ı r a a d a n n d a n d a mezun olup, Üsküdar'da "Lemeât-ı berkiyyefi şerhi kaside t i 'l-Mimıyeti 'l-hamıdiyye'' isimli eserin müellifi dcrsiâm Alâiye'li K a r a M u s t a f a Efendi'ye devamla o n d a n icazet almıştır. 1299/1882'de Ü s k ü d a r Yeni Camii Şerifi'nde ders vermeye başlamıştır. 1303/1886'da açılan ruûs i m t i h a n ı n d a m u v a f f a k olarak, İstanbul ruûsu hüm a y u n u n u k a z a n m ı ş ve Ü s k ü d a r dcrsiâmlığı kendisine verilmiştir. 1314/1899'da talebesine icazet vertniştir. H u z u r Derslerine önce 1324/1906'da m u h a t a p , 1327/1909 senesinde d e mukarrirliğe yükselmiştir. "El-Mevaizü 'l-hisân " isimli eseri, 1327/1909 Ramazan-ı Şerifinden 1330 senesine kadar ki 4 dersini ihtiva eder. Muhataplığı sırasında 4. ve 5. rütbeden nişanlarla taltif edilmiştir. R u û s derecesi " M u s ı l a - i Süley m a n i y e " d i r . 1 3 0 4 / 1 8 9 l ' d c Toptaşı Askeri Rüşdiyyesi'ndc Farsça vc bir müddet sonra da Arapça muallimliği yapmıştır. Meşrutiyetin ilânından sonra (1908) meşrutiyet fikrinin yerleştirilmesi gayesiyle " A r n a v u t İtt i h a t K u l ü b ü " n ü n kararları vc Bâb-ı Ali'nin tensibiylc M a n a s t ı r , İşkodra vilâyetlerine gönderilen nasihat heyetinin başında b u l u n m u ş t u r . Vildan Fâik Efendi, u z u n seneler Ü s k ü d a r ' da oturduğu için (Üsküdarlı Vildan Efendi) namıyle şöhretlidir. H . 1343/1926 senesinde Ü s k ü d a r ' d a Sultan T e p e s i ' n d e k i evinde vefat etmiş, vasiyeti üzerine d e Selimiyye'de Çiçekçi T r a m v a y D u r a ğ ı civarında Selimiye Dergâh-1 Şerifi karşısındaki hazireye defnedilmiştir. Kabrini hayattayken kendisi inşa ettirmiştir. Basılmış eserleri şunlardır: 1. H u z u r Dersleri Takrirleri "el-Mevâizü'lhisân" adiyle kitap halinde basılmıştır.

Bu sûre-i celile H û d a.s'ın kıssasının ehemmiyetini işaret eder. Bu mübarek senede dersimizin bu sûre ile başlaması güzel bir rastlamadır. Zira sûrenin beliğ bir cümlesi vardır ki, b ü t ü n h ü k ü m ler vc K u r ' â n ' ı n emirlerini toplamaktadır. H u z u r u n d a b u l u n d u ğ u m u z Halife-i M ü s l i m î n ' i n istikâmet vc adalete muvaffak olacağına tefe'ul sayılır, dedikten sonra "şeyytbetni sure-ı Hûd( Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı.)'' hadis-i şerifine temas ederek yine bu surc-i celîlede vâki "Festakim kemâ ümirte" ( H û d suresi 112. â y c t ) e m r - i Rabbanîsidir. İstikametten maksat, b ü t ü n ukûd ve ilâhî hududları îfa ve doğru yola koyulmaktır. Bu d a her hususta orta yolu takiple olur. Harekât, ahlâk, itikat, ibadet ve m u â m e l a t t a istikâmetle olur. H a r e k â t , strat-ı müstakimdir. İstikâmet, d ü n y a d a âhirette kurtuluşa ve saadete sebeptir. İstikâmet, büyük kerâmet vc saadettir. K e r â m e t , istikâmetin bir eseridir. Kemal eserde değil, onu y a p a n d a d ı r . İstikâmet b ü t ü n insanî güzellikleri, insanın meziyetlerini toplayan, yüksek bir haslettir. İnsanın insanlığı her işini doğru bir terazi ile tartarak, zahirini halk ile, içini de Hak ile süsleyip Allah'a yakın olmaktır. Rabbaniyyun u n sözleri rabbânîdir. Akıl cevheriyle din-i mühin-i Ahmedî'nın doğr u l u ğ u n a yani isbat-ı vacib, isbât-ı vahdaniyet ve nübüvvetin isbatı gibi dinin aslını, aklî delillerle isbat eder vc bu dosdoğru iddiasına Allah tarafınd a n gönderilen K u r ' â n - ı azîmüşşan da şahittir. K u r ' â n ' d a n evvel Hz. M u s a ' y a ve ü m m e t i n e , uyması için, rahmet olarak gönderilen T e v r a t ' d a İslâmiyet bir çok sûrelerinde zikredildiğinden, Tevrat

27


d a bu aklî delillerin sahibi K u r ' â n gibi şahit dernektir. K u r ' â n - ı K c r î m ' i n fazileti şâhid ve şâfi olduğunu beyanda ise: Kur'ân-ı Kcrîm' in Allah indimde kitâb-ı münzel bir semavî kitaptır. Kıyamete kad a r değiştirilmekten ve bozulmaktan korunmuştur. Zira onu koruyan Cenâb-ı H a k k ' d ı r . K u r ' â n - ı celîl libas-ı h u d û s a b ü r ü n m ü ş bir strrullahdır. Yüksek m â n â l a r ı , mülevves kalblerc hulûl edemez. Allah'ın hidayeti ve n u r u ile n u r l a n m ı ş olan kalblere nakş olur. P e y g a m b e r Efendimiz bir hadis-i şerifinde ' 'Ne bir nebi ne bir melek ve ne de hiç bir kimse Allah 'ın indinde Kur'ân 'dan daha büyük şefaatçi olamaz. Ehl-i Kur ân ehluüahdır ve havass-ı ibaddtr'' buyurmuşlardır. Aklî delillerle ikinci isbat: zikredilen âyet-i kerîmede Cenab-ı H a k k ' ı n vasfcylcdiği m ü ' ı n i n l e r , ne suretle aklî delillerle vacibi ve dini isbat ediyorlar ki. dinlerinde metanet ve istikâmet gösteriyor ve Allah indinde m a k b u l oluyorlar. Bu konu şöyle anlatılır: İkinci isbat hakkında, b ü t ü n kâinata dikkatli bir şekilde bakılırsa, incclcnirse en b ü y ü k varlıktan cn küçük a t o m a k a d a r , kâinattaki b ü t ü n yaratıkların her birinden binlcrcc aklî delil ortaya çıkar vc gözükür. Bu konuda Mcvlânâ Celâleddin-i R u m î k.s Hz.leri Mesnevisinde: Ez a d e m h â suyi hestî her z a m a n , Hest Y a r c b kârvan d e r k â r v a n . beytiylc kâinatın u m u m î g ö r ü n ü ş ü n d e Cenab-ı H a k ' ı n varlığını birliğini isbat için d e r ki: H e r ân arkası hiç kesilmeden varlık âlemine kaille kafile gelen yaratıklar, neşeli vc güzel seslerle şan sahibi yaratıcılarını takdis ediyorlar. Nereye y ü z ü m ü z ü çevirirsek çevirelim, gördüğümüz bütün eşya, hatta kendi benliğiınizdckiler d e dahil d ü ş ü n ü r s e k , bir ezel ve ebed sulttfnı o l d u ğ u n u , her şeyi yoktan yaratma g ü c ü n ü , yerli yerinde tanzim etmeyi bilen birisi olduğunu kat'î bir şekilde a n l a n z . H e r şey, varltğıyle birlikte, her şeye gücü yeten ve onları yoktan yaratıveren bir düzenleyicinin varlığına şâhit ve delil, her m a d d e d e benzeri o l m a y a n tek Allah, her şeyin ihtiyacını karşılayan bir Allah, birliğin işaretleri gizlenir veya açığa çıkar. Z e m i n , feza, bitkiler, canlılar ve bilhassa insanlar, bunların cümlesi, kâinatın yaratıcısının kudretinin nişanlarıdır. Netice olarak, ne k a d a r yaratık varsa hepsinde sanatkârını gösteren nihayetsiz bir sanat, süslenmiş bir tertip, insanı hayrette bırakan bir intizam görülüyor. Böyle çeşit çeşit yaratıklar ve sanatlar apaçık*sanatkârını gösterirken, aynı z a m a n d a bu yaratıkların devam etmeleri, varlığı inkâr edilemeyen bir zatın b u l u n d u ğ u n u o n u n d a her şeye gücü

yettiğini, kudret ve hikmet eliyle istediği her şey i o n a y a koyabildiğini, katî bir şekilde kabuletmektedir. Sıvâd-ı kâinat âsâr-ı s u n ' u bî-suhan söyler, Kitâb-ı kâinat esrâr-ı H a k k ' ı bâdehen söyler. H z . Fahr-i Kâinat Efendimiz, tefekkür etmenin ibadet etmek gibi o l d u ğ u n u "Siz ey ümmet ve eshab, kudret-i ilâhinin sanatı olan eserleri yarattığını görünüz; düşünürseniz, Hakkın büyüklüğünü anlarsınız. " buyurmuşlardır. Peygamberliği isbat ederken dc: Hz. M u h a m med s.a.s Efendimiz, H a k ' d a n gönderilmiş bir nebî ve rasûldür. Ü m m î olduğu hâlde, geçmiş vc geleceğin b ü t ü n ilimlerini bilir. Kimsenin bilmediğini, geçmiş Peygamberlerin b a ş l a n n d a n geçenleri bilir vc haber verirdi. Bu suretle insan kudretinin üstünde, kendisinde yüksek hasletler ve kudsî kuvvetler vardır ki. 0 da ancak Allah'ın öğretmesiyle olabilecek işlerdir. Bu da vahiy yoluyla olmaktadır. Rasûlullah s.a.s Efendimiz, insanlann en şereflisi o l d u ğ u n d a n , cömcrtliğiyle de b ü t ü n insanlardan ileriydi. Mizac-ı saadetleri, adaletle meze olduğundan fiili, en güzel; ahlâken de en güzel ahlâk sahibiydi. Abdullah b. A b b a s r.a: "Vallah Rasûlullah ümmetine hayır ve menfaat hususunda rahmet için gönderden rüzgârdan nasıl menfaat ve istirahat görülüyorsa, yahut yağmursuzluktan muzlar ip ve huzursuz kalanlara karşı yağmuru çeken rüzgârdan nasıl büyük fayda görülüyorsa, Rasûlullah s.a. s Efendimiz'in hayır ve menfaate ümmetine daha büyük ve daha faydalıdır". E n b i y â ' n ı n vc semâvî kitapların, ümmetlerine karşı rahmet o l d u ğ u n u beyan ederken: Kitab-ı M u s a imam ve rahmet, Kur'ân-ı azimüşşan şifau'rrahmettir. Semâvî kitapların tamamı, gönderildikleri ümmetlere r a h m e t olduklan gibi her biri şanlı peygamberler olan nebî ve rasûllcr d e ümmetlerine rahmettir. Çünki, Ccnâb-ı Hakk kullan n saâdet1 dareyne, tevhid-i bâriyye v e öldükten sonra dirileceğine î m a n ve âlemin intizamına sebep olmaları için peygamberler göndermiştir. Hususiyle Rasûl-i Ekrem s.a.s Efendimiz, bütün kâinatın yaratılmasına ilk ve asıl sebeptir. Varlığı vc lâtif vüc u d u , yaratılmışların cn faziletlisidir. T e r t e m i z ruhları pek olgun olduğu gibi m ü ' m i n l e r c şefkatli vc merhametlidir. İşte bu şefkatli vc merhametli, şerefli isimlerinin mazhariyetidir ki, Efendimiz s.a.s bütün halka, m ü ' t n i n e , kâfire, insanlara ve cinlere yakın; garibe, fakire ve zengine hatta kölesine, bütün hayvanlara vc yaratıklara şefkatli vc ince davranıştı ve merhametliydi.

28


Hilalin Tesbiti Rü'yetle mi Hesapla mı Olmalı? Prof.Dr.. A.Nihat E S K İ O Ğ L U Amaç İlim ve S a n a t ' ı n 2. sayısında yayınlanan bu konu ile ilgili Dr. M a h m u t Kalcli'nin yazısında' g ö r d ü ğ ü m ü z gibi, 1978 yılında çeşitli İslâm Ülkelerinde dört ayrı g ü n d e R a m a z a n ' a başlanmış ve yine dört ayrı günde b a y r a m ilan edilmiştir. Geçen yıl ise yine çeşitli İslâm ülkesinde üç a y n günde Bayram yapıldığını biliyoruz. D ü n y a m ı z ı n yuvarlak oluşu sebebiyle gök cisimlerinin batışı (ufk u m u z u n altına inişi), boylamları büyüdükçe, çok farklı zamanlarda vuku bulur; bu yüzden çeşitli ülkelerde hilâlin görülmesi de iki güne yayılabilir. Fakat yukarıda örnek olarak bahsettiğimiz 1978 ve 1985 yıllarında olduğu gibi hilâlin ilk defa görülmesiyle yeni ayın başlangıcında 3-4 farklı güne yayılması hiç bir şekilde izah edilemez; böyle bir d u r u m eğer bir art niyet yoksa şüphesiz insanların yanılmalarından 1 kaynaklanmaktadır. Müslümanları bu yanılgıdan kurtarıp birliği sağlamak m ü m k ü n m ü d ü r ? Elbette bu birlik ilerde sağlanacaktır; fakat kısa sürede gerçekleştirilebileeği kanatında değiliz. Zira fikrî seviye, asırlar boyunca İslâm âleminde d ü ş m ü ş t ü r . Belli bir düzeye yükselinceye k a d a r ' bu düşüncc kargaşası, büyük ve1

Koldi, Dr. Mahmut, "Kim Haki.?" İlim ve Sanat S.2 ».63 2 Ufuk çok parlak, hilal çok ince olduğundan ufuktaki bir dal parçası, insanın kosı-kirpiği, şehir civarlarında rasat yapıldığı için otmosferdeki bir kirliliğin insanı yanıltması çok muhtemeldir. 3 Bu maksatla dinî eğitim yapmış olanların fizik, astronomi, coğrqfyo mevzularını do okumaları, dünyevî bilgiler tahsili yapmış olanların (bilhassa astronomi eğitimi) da dinî konularo eğilmeleri çok yerinde olocoktır. Bu sadece rü'yet problemi için değil, toplumun sağduyulu, üstün karokterli olması ve fertler arası münasebetin ideal bir seviyeye doğru git-

ya ufak çapta devam edecektir. Biz bu yazımızda belirtmeye çalışacağız ki: Yeni ayın ilânı için nasslara göre rü'yet şarttır. Ama rü'yet astronominin imkânsız dediği z a m a n d a ilân edilemez, edilmemelidir.

Giriş D ü n y a m ı z üzerindeki ve kâinattaki olayları dikkatle, sabırla incelediğimizde gelişi güzel vuku bulmadığını, belirli kurallara bağlı olarak meydana geldiğini görmekteyiz. Bu kuralların farkına varılıp tesbit edilmesiyle A s t r o n o m i , Botanik, Hidroloji, Mekanik, Jeoloji, Zooloji v.s. gibi ilimler meydana gelmişlerdir. Astronomi ve Meteoroloj i ' d e n biliyoruz ki, üç oksijen a t o m u n u n m e y d a n a getirdiği ozonlar yerden 200 kilometre yüksekte ültraviyolc ışınlarının zararlı miktarlarını tutarlar, bu ilahî bir k a n u n d u r . Botanikten biliyoruz ki yapraklar canlıların çıkardığı karbondioksiti alıp klorofil vc glikoz yaparlar, böylece hem havayı temizlerler hem de insan ve hayvanların bir temel gıdasını hazırlamış olurlar. Solucanlar gözsüz olarak d ü n y a y a gelirken, yeryüzünde yaşayan diğer hayvanların gözleri vardır. Bunlar ilâhi kanunlardır. Yarasalar doğuşta kulaklarında r a d a r misali bir yapıyla d ü n y a y a gelirler, bu sayede karanlıkta uçarlar. Çeşitli ilimlerin tesbit ettiği bu harika düzendeki örneklerden daha binlercesi verilebilir. Biz bu mest için de yerinde ve gerekli bir davranış olacaktır. Aydınlarımız, toplumun geleneklerine hürmetkar, insanlara karşı sıcakkanlı ve yardım sever bir tavırla cemiyet seviyesinin yükselmesi yönünde çok büyük hizmetler verebilirler.


düzen içerisinde yaşarken, y u m u r t a d a n çıkmak üzere olan civcivi gözsüz; soluncanı d a gözlü tasavvur etmeyiz. Ya civcivimiz gözsüz olursa, ya ü z ü m asmasının y a p r a k l a n ü z ü m tanelerinde birikecek tatları hazırlamazsa, ya ozon ultraviyolenin fazlasını tutmazsa diye endişe etmeyiz. Biliriz ki bu ilahî k a n u n l a r kıyamete kadar devam edecektir. İşte b u n l a r gibi ilahî k a n u n a bağlı olarak gök cisimleri d e belli bir nizam içinde hareket etmektedirler. Ayın, gezegenlerin ve gezegenlerden biri olan dünyanın hareketi çok iyi bilinmektedir. Bund a n dolayıdır ki, güneş vc ay tutulmaları çok önc e d e n h e s a p l a n m ı ş o l u p e l i m i z d e listeleri mevcuttur. Bunlann dünyamızın nerelerinden gözlenebileceği, b u yerlerdeki t u t u l m a n ı n t a m tutulm a mı. kısmî t u t u l m a mı, yoksa halkalı t u t u l m a mı olduğu dahi önccden tesbit edilebilmektedir. Bunlar Yüce mevlâmızın insan oğluna öğrenmeyi nasip ettiği ilahî k a n u n l a r d a n d ı r . Bu astronomik olaylan meterolojik olaylarla, yani havanın rüzgârlı mı yağmurlu m u olacağını bildiren hava tahmin raporlanyla k a n ş t ı r m a m a l ı d ı r . H a v a şartları üzerinde yürütülen fikirler birer t a h m i n d i r . Halbuki y u k a n d a bahsettiğimiz olaylar kesin ilahî kanun sonucudur. K e s i n b i l g i l e r ' d i r . Şimdi bu yazının gayesi olan hilal d u r u m u y l a sıkı ilişkisi bulunan k a v u ş u m olayına bir göz atalım.

Kavuşum Şekil 1 'de görüldüğü gibi 4 dünyamız kendi ekseni etrafında, güneşin etrafında ve ay, dünyamızın etrafında bir sağ dönüş ile dönerler. "Sağ sistem" ve-

ya " s a ğ dönüş" dediğimiz saatin akrep ve yelkovanının dönüşlerinin tersine olan bir dönüştür. Şimdi kabul edelim ki ay ile güneş, dünyamıza nazaran şekilde görüldüğü gibi aynı yönde vc dünyaay-güneş bir doğrultuda bulunsunlar. Bu hale kavuşum (içtima) hali denir. Eğer bu bir doğrultuda oluş çok dakik bir doğrultuda oluş ise güneş tutulması olur. Her zaman bu dakiklik vuku bulmadığından, her kavuşumda bu güneş tutulması olmaz. Yukarıda söyl e d i ğ i m i z gibi h a n g i k a v u ş u m l a r d a güneş tutulmalarının olacağı önccden hesaplanmıştır; bunlar ilgili kitaplarda vc tahminlerde yayınlanırlar. Gök cisimlerinin (güncş.ay,yıldızlar v.s.) gökyüzünde doğuş-batış arasında gördüğümüz harekederine zahirî (görünen) hareketler denir. İşte bu görünen harekette ay, her gün güneşe nazaran takriben 48 dakika gecikir. Yani bir E şehrinde, kavuşum sebebiyle güneş ile ay birlikte batmışsa, ertesi gün aynı şehirde güneş battıktan 48 dakika sonra ay batacaktır. Bir örnek olmak üzere + 40° enlemi (arzı) düşünelim. E şehrinin de bu enlem üzerinde olduğunu kabul edelim. Yine aynı enlemde D şehri E'nin doğusunda ve F şehri batısında bulunsun. E ' d e kavuşum halinde batışı seyreden şehir halkı elbette hilali

DOĞU

D

E

F

BATI

Şekil 2

göremeyecekler. Fakat kâfi miktarda uzakta iseler D vc F şehirleri sakinlerinden hilali gördüklerini iddia edenler bulunabilecektir. Doğuda bulunan D şehri sakinleri hilali sabaha karşı görmüşlerdir; bu eski ayın son hilalidir. Böyle bir hilal güneş doğmadan az önce doğuda gözlenebilir. F'deki ise yeni ayın ilk hilali olacaktır, bu hilali de batıda güneş battıktan sonra görmek mümkün olabilir.

R ü ' y e t i n Takribi Z a m a n ı

4

Şekilde dünyanın yörüngesi olarak çizilmiş bulunan elips hakikatte çok daha az basıktır. Güneşin, dünyanın, avın birbirlerine nazaran uzoklıklan ve büyüklükleri burada görüldüğü gibi değildir. Meselenin iyi anlaşılabilmesi için böyle yapılmıştır.

Yukarıda örnek olarak ele aldığımız D ve F şehirleri için " k â f i m i k t a r d a u z a k t a iseler'* dedik. Burada elbette şu soru hatıra gelecektir: Bu kâfi miktardaki uzaklık nedir? K a v u ş u m u takip eden günde E şehrinde ayın güneşden 48 dakika sonra batacağını d a h a önce söylemiştik. Bu olay ayın görünen hareketinin daha yavaş o l u ş u n d a n kaynaklanmakta idi. Böylece k a v u ş u m d a 0 ° olan güneş-dünya-ay açısı bu olaydan sonra sıfırdan itibaren artmaya başlar. Bu açı belli bir miktara ulaş-


66 Nazif VELİKAHYAOGLU

Vakıf Eserlerinin Gayelerinin Dışında Kullanılması A buse of the Vaqfs

74 Doç.Dr.Ferruh MÜFTÜOĞLU

Âlem Modellerimiz ve Sözde Bilimsel Modeller Our Cosmological Models and Pseudor Scientific Models

82 Abdullah ÇALIŞKAN

Beşir Ayvazoğlu İle " A ş k Estetiği"Üzerine Bir Konuşma A Talk with Beşir Ayvazoğlu on "Aşk Estetiği"

84 tlbubekir Ç E L E N

Deccal'ı Yardıma Çağıran Aydın An Intellectual Calling for Help from Deccal

86 t. Et hem BİLGİN

Güney Asya'da İslâm'ın Yayılmasında Tasavvufun Rolü The Role of Tasavvuf in the Spread of islam in Southern Asia

S

I

92 Yusuf KAPLAN

Mimcssis'in Eleştirisi Criticism of "Mirnesis"

96 M.Çetin DEM İ RH AN

Malina ya da Çağdaşlığın Trajik Boyutları Malina or Tragic Dimensions of Being Contemporary

98 Sadeddin ELİBOL

Kenan Gürsoy'la J.P.Sartre Ateizminin Doğurduğu Problemler Üzerine Bir Konuşma A Talk with Kenan Gürsoy on the Problems Arising from Sarı re's Atheism

2

on sayımız için kayda değer bir yankı alamadan

yeni sayının yayın hazırlıkları içinde bulduk kendimizi. Vakıa, okuyucunun İlgisini gösteren ve benzer bir çizgide yayın politikasını belirleyen dergilere nasib olmayan ve giderek artan abone ve satış sayısı reel bir yankıdır ama dergi hazırlayıcıları okuyucusunun mektuplarına, gazete ve dergilerdeki değerlendirmelere özel bir önem verirler Değerlendirme, eleştiri ve özeleştirinin fonksiyonunu önemsediğimizden dergimizin ilk sayfalarım dergilerin son sayılarına, yeni çıkan kitaplara ya da somlner. konferans tûrö kültürel yanı olan faaliyetlerin duyuru ve değerlendirmelerine ayrıldı. "Yeşil sayfalar" diye aramızda andığımız bu sayfalar derginin en dinamik bölümünü oluşturuyor. Çok sayıda arkadaşın katkısıyla hazırlanan ve giderek daha zenginleşmesini planladığımız bu bölüm u l u B a l sınırların ötesini de tarayan bir projektör olma arzusunda. Bu sayımızın ağırlıklı bölümü. Müslümanların tanzlmattan bu yana zaman zaman sözünü ettikleri "kavramlar" y a da "kavram kargaşası" konusuna ayrıldı. Konu dil. kültür ve İnançlarla yakından ilgili. Merkezimizin istanbul'a taşınması dolayısıyla bu sayının yayın hazırlıktan İstanbul'da tamamlandı. İstanbul'la bir dergi olmanın ne getlrlp-ne götüreceğini zaman gösterecek. Ancak yine de bizim olan bir çevre içerisinde soluk alıp veren bir çalışmanın Ankara'nın temlzlenemeyen havasında yapılan çalışmalardan farklı olmasını beklemek okuyucular açısından haklı bir beklenti olsa gerek Ankara'lı dost çevre istanbul'la açıkça bir işbirliği içindedir Gelecek sayılarımızın ağırlıklı bölüm konularının "Bdeblyat", "Çevre" ve "Aile" olarak belirlendiğini de katılım için pusuda bekleyenlere bildirelim. Selamlarımızla


31


malıdır ki, normal, sağlıklı bir göz, hilali fark edebilsin. Fotometrik çalışmalara d a y a n a n astronomik kaynakların bildirdiğine göre, bu açı 6-8° olmalıdır. 5 Ayın kavuşum dolanımını yaklaşık 29,5

1986 Şevval Hilali R ü ' y e t i n i n Dünyadaki ve Ülkemizdeki D u r u m u : R a m a z a n hilalinden sonra ay, her iki kavuşum arasında olduğu gibi aşağıdaki evrelerden (safhalardan) geçip tekrar k a v u ş u m d u r u m u n a gelir.

• »H|iı

• C > © 0 0 ® « # AMD »«M» »il »M İmtMH— WMM> «•••)•• Şekil S

Şekil 3

günde tamamladığını düşünerek 6-8° ' y e tekâbul eden zamanları hesaplarsak b u n u n aşağı-yukan 12-16 saate tekâbül ettiğini b u l u r u z . B u n u n anlamı şudur: Şekil 2 ' d e E şehrinin d o ğ u s u n d a ve batısında tasavvur ettiğimiz D ve F şehirleri E ' d e n saat farklan 12-16 olan sahanın iki şehri olmalıdır.

1986 R a m a z a n Hilali R ü ' y e t i n i n D ü n y a d a ve Ülkemizdeki D u r u m u İlgili almanaklardan öğrendiğimize göre 1986 Ş a b a n - R a m a z a n ayları arasındaki kavuşum T ü r k iye'de uygulanan b u g ü n k ü saat ile Mayıs ayının 9. C u m a günü 1 h lOm'da (yani gece biri on geçe) vuku bulacaktır. İşte bu kavuşum anında 12 ila 16 saat sonra arzımızın nerelerinde güneş batıyorsa oralarda hilal görülmeye başlanacaktır, (şekil 4) Yukarıdaki mülahazalarımızın ışığı altında 4. şeklimizde verdiğimiz d ü n y a haritasından anlaşıldığı gibi takriben memleketimiz enlemlerinde bulunan T ü r k i s t a n , Keşmir, Afganistan vc Pakistan ülkelerinde hilal görülmeye başlayacaktır. Bu suretle C u m a akşamı ( C u m a ' y ı C u m a r t e s i ' y e bağlayan akşam) hilali. T ü r k i y e ' d e görmek m ü m k ü n olabilir. Perşembe sabahı Ş a b a n ayının son hilali uilcun d o ğ u s u n d a görülebilir.

5

llyos, Muhommed, -New Moons First Vısibılity. Islomic Culture Jon. 1982

Ramazan ile Şevval arasındaki kavuşum 7 Haziran C u m a r t e s i günü T ü r k i y e saatiyle 17'de vuku bulacaktır. 12-16 saatlik hilalin görülebilirlik z a m a n sonrasını düşünelim. Bunu yine şekil 4 ' d c g ö r ü y o r u z . B u d c f a rü'yetin ilk vuku bulacağı saha Büyük Okyanus'ta (-120) ile (-180) boylamları* arasına düşmektedir. Bu saha H a v a i adalarının bulunduğu mıntıkadır. Hilalin görülebilmesi için kavuşum a n ı n d a n itibaren en az 12 saat geçmesi lazım geldiğini u n u t m a y a l ı m . K a v u ş u m C u m a r tesi 17'de o l d u ğ u n a göre 1 7 + 1 2 - 2 9 veya 29-24 - 5 bu 8 H a z i r a n Pazar sabahının beşi demek olur; akşamı bekliycceğiz. Şu halde en erken T ü r k i y e ' d e hilal P a z a r günü görülebilir. Eğer İslâm ü l k e l e r i n d e n b a z d a n k a l k ı p paz a r g ü n ü n ü b a y r a m ilan e d e c e k o l u r s a , b u dem e k t i r ki r ü ' y e t l e değil k a v u ş u m o l m u ş t u r gerekçesiyle, h e s a b l a , h i l a l i g ö r m e d e n b a y r a m etmektedirler.

Sonuç: Açıklamalarımız dikkatle incelenecek olursa görülür ki, R a m a z a n , R a m a z a n bayramı ve "Kurb a n bayramının ve diğer m ü b a r e k günlerin ilanlarında kavuşum ve k a v u ş u m d a n sonraki 12-16 saatlik süre gözönüne alınmalıdır. Buna göre bütün bir yıl boyunca müslümanlar hilali takip etmelidirler. Bu mevzuda konferanslar da yapılmalıdır. Sözlerimi cümlemize ş u u r l a n m a ve izzete kavuşma yönünde de faydalanacağımız bir R a m a z a n temennisiyle bitirmek istiyorum. 4 Boylamlar dokuya do$ru ( + ) , batıya do$ru (—) sayılır.


S.Hayri Bolay'la

"Konvansiyonalizm" Üzerine Bir Konuşma Sadettin ELİ BOL

D ü n y a d a o l d u ğ u g i b i , ü l k e m i z d e d e i l m i n yapısı, s ı n ı r ı v e d e ğ e r i ü z e r i n e çeşitli ç a l ı ş m a l a r v a r . Şüphesiz, b u n l a r ı n istenilen d ü z e y d e ve hac i m d e o l d u k l a r ı s ö y l e n e m e z . Sizin yeni çalışmanızla daha bir gündeme getirdiğiniz k o n v a n s i y o n a l i z m de i l m i n yapıSı, s ı n ı r ı ve değeri k o n u s u n d a aşılması g ü ç b i r y a k l a ş ı m ı ifad e e d i y o r . 19. y ü z y ı l s o n u y l a 2 0 . y ü z y ı l ı n ilk y a r ı s ı n d a k i b a z ı gelişmeler b u y a k l a ş ı m a k a y n a k l ı k e t t i . B u n l a r ı özetle v e r m e n i z m ü m k ü n mü?

^ J Ikemiz üniversiteleri, kendi mensuplarını formalizmin kalıpları içine sıkıştırarak bir yerlere v a r m a y a çalışıyorlar. Tabii bu sınırlayıcılık, sosyal ve ekonomik problemlerin çözümü için gerekli d ü ş ü n c e üretimini önemli ölçüde engelliyor. O r t a y a k o n a n çalışmalar, bilinen şeylerin belli kalıplar içinde, yeniden sunulmasından b a ş k a bir şey olmuyor. Şimdilerde, sahip oldukları a k a d e m i k f o r m a s y o n u n , bir a n l a m d a formalizmin sınırlarını a s a r a k fikir üretenlerin, y a z a n l a r ı n sayısı f a z l a değil. İşte, Doç. Dr. S. H. Bolay, bu sayısı f a z l a o l m a y a n isimler a r a s ı n d a önemli yeri olan bir fikir a d a m ı d ı r . Özellikle, iki eseriyle kitlelere ulaşmış bulunuyor: Türkiye'de Ruhçu veMaddeci Görüşün Mücadelesi, Felsefi Doktrinler Sözlüğü. Kendisine, y a k ı n d a t a m a m l a d ı ğ ı orijinal bir çalışması üzerine bazı sorular yöneltiyoruz: İlmi Nominalizme Karşı Konvansiyonalizm ve ilmin Değeri Meselesi.

18. asırda ansiklopediciler ve aynı z a m a n d a mekanik materyalizme bağlanan mütefekkirlerin sanayi inkılabından sonra ilimdeki vc teknolojideki gelişmelerin değişik yorumları ile fizikte, astronomide ve biyolojide mekanist ve determinist görüşler hakimiyet kazandı. Külli bir d e t e r m i n i z m e ait yorumlarla materyalist y o r u m l a r Batı'nın fikir ve inanç hayatında çeşitli b u n a l ı m l a r a yol açtı. Yeni felsefî yorumlar, ilmin ulaştığı neticeleri bilhassa din, ahlâk vc sanat gibi değerler sahasına yaymak gayretine girmişlerdi. Bu. insan hürriyetinin fizik kanunlarına tâbi kılınması demekti. Bunun üzerine bazı filozoflar, bilhassa K a n t ' ı n getirdiği tenkitçiliğin d e tesiriyle ilim ve teknolojideki gelişmelere dair materyalist ve mekanist yorumlara karşı çıktılar. B u n u n için evvela tâbiat ilimlerinin dayandığı ' t ü m c v a r ı ş ' metodu ele alındı. J . Lachelier, 'Tümeoaıtşın Temeli' adlı kitabında bu meseleyi tartıştı ve temelinde gaye-sebebin d e bul u n d u ğ u n u ileri sürdü. Bu, mekanizme karşı ileri sürülen değişik ve yeni bir y o r u m idi. S o n r a o n u n talebesi filozof E. Boutroux, tabiat ilimlerinin ve

33


kanunlarının zorunlu olamıyacağına dair m e ş h u r doktrinini ileri sürdü ve yetiştirdiği talebelerinin çeşitli araştırmaları ile tabiat ilimlerinin yapısını tenkit etti. Buna Renouvier'nin tenkitlerini de katmak lazımdır. İlmin elde ettiği neticeler ne derece itimada şayandır, ilim, hakiki bilgi vermeden yapm a pratikler mi ortaya koymaktadır? Bu vc benzeri meseleler üzerinde d u r u l d u . B o u t r o u x ' n u n zorunsuzluk doktirininden tesir alan büyük matematikçi H . Poincarö bu tenkitleri matematik ilimler üzerine kaydırdı. Dolayısıyla konvansiyonalizm denen uzlaşmacı ilmî-felsefi meslek ortaya çıktı. Bu meslek, ilmin yapısı h a k k ı n d a bir çeşit şüpheyi ihtiva etmektedir. E. Boutroux vc Poincare bu şüphede aşırı gitmedikleri halde P. D u h c m ve E. Le Roy aşın gitmişlerdir. E. Boııtroux'nun başlattığı 'ilimleri tenkit har e k e t i ' n i n çalışmanızda belirttiğiniz gibi, iki temel özelliği v a r d ı r . Felsefeden d o ğ m a m ı ş olması, b i r ; değişmez b i r t a k ı m ilkelere b a ş v u r a r a k ilimlerin prensiplerini a r a ş t ı r m a ' y a çalışması, iki. Bunları biraz açar mısınız? İlimleri tenkit hareketi, d o r u d u n d o ğ r u y a felsefeden doğmamıştır. Ç ü n k ü , önce belirttiğim gibi, fizik, k i m y a , a s t r o n o m i ve biyolojideki ilmî gelişmelere d a y a n m a k t a y d ı . İlmî gelişmeler, bizzat ilim adamları tarafından değişik şekillerde yoı u m l a n m ı ş l a r d ı . İlim a d a m l a r ı n ı n kendi araştırmaları üzerindeki iddialı yorumları, bunların çoğu kimse t a r a f ı n d a n son ve kesin bir hakikat olarak kabul edilmesine yol açmıştır. İlim adamlarının y o r u m l a n n a bazı felsefeciler de katılmış, yahut onlar da aynı istikamette değişik y o r u m l a r yapmışlardır. Bütün canlı-cansız varlıkların, âlemin ve insan cemiyetlerinin küllî d e t e r m i n i z m i n ve mekanizmin b o y u n d u r u ğ u altında olduğu fikri, görev, mesuliyet, liyakat ve liyakatsizlik esaslarına d a y a n a n gelenekçi ahlâkı, insanın h ü r davranışlarını mânâsız kılıyordu. B u n u n için, dine, ahlâka ve sanata fizik ve matematik kanunların zaruretini ve kesinliğini getirmeye karşı olarak, yine ilmî gelişmelerden güç alan felsefi hareketlerin doğması zaruri idi. Zira. ilmin yapısı, kaynağı vc mahiyeti ortaya konmayınca g ü c ü n ü n derecesi ve geçerliliği anlaşılamayacaktı. Bu bakımdan, ilimleri tenkit hareketinin ilmî gelişmelere d a y a n a n felsefi tenkitleri ihtiva etmesi tabiidir.

reddetmesine karşı ilimlerle metafiziğin ilgisini ortaya koymuş böylece ahlâk, din ve sanat yani değerler sahasını pozivitizmin vc o n u n aşırı şekli olan siyantizmin işgalinden k u r t a r m a k istemiş vc b u n da d a muvaffak olmuştur. Bu hareket, K a n t ' ı n saf akıl için çizdiği sının, b ü t ü n tabiat ilimleri için çizmiştir. Söz k o n u s u ' t e n k i t h a r e k e t i ' n e k a t ı l a n G . \ l i l haud ilmin değerini inkâr noktasına varmadığı h a l d e , P . D u h c m ve E . L e R o y i l m i n o b j e k t i f d e ğ e r i n i t a r t ı ş m a k o n u s u h a l i n e g e t i r m i ş l e r ; giderek -yine de- ilmî d e n e n b i r n o m i n a l i z m e ulaşm ı ş l a r d ı r . Sizce bu ' k a y m a ' n ı n ö ğ r e t i c i h i ç b i r y a n ı yok m u d u r ? Pierrc D u h e m ve E. Le R o y ' u n ilmî nominalizme kaymalarının çeşitli tesirlerinden vc hatta bazı faydalarından bahsetmek m ü m k ü n d ü r . Bu iki ilim adamı v e mütefekkir, koyu birer katolik idiler. Dinî inançlarını ilmî görüşlü bazı yor u m l a n n baskısından k u r t a r m a k için ilmin yapısı ve zihnin işleyişi üzerine eğildiler. Araştırmalannı derinleştirdiler; bunları çeşitli yayınlar halinde ortaya koydular. Mesela Duhcm* in 'Alemin Sistemi' adlı on ciltlik eseri ile 'Fizik Teorilerin Yapısı' isimli eseri, hem ilim tarihi hem de ilim felsefesi açısınd a n fevkalade önemlidir. E. L. Roy d a bilhassa 'İlim ve Felsefe* başlıklı iki büyük makalesi ile muhtelif yazılarında getirdiği izahlarla çok faydalı olm u ş t u r . H i ç b i r f a d a s ı o l m a m ı ş olsa bile, Poincarc'ye 'İlmin Değeri'ni müdafaa ettiren o kıymetli kitabı yazdırmış olması dahi başlı başına bir faydadır. Kaldı ki meselâ E. Le R o y ' n u n zihnin işlemesi vc k a v r a m l a n n taşekkülü ile ilgili fikirleri, kavram (concept) ile mefiıum (notion) u ayırmış olması da ayrı bir faydadır. Zaten bu iki güzîde mütefekkir - d a h a sonra d a olsa- ilmin objektif değerini inkâr etmek istemediklerini beyan etmişlerdir. P . D u h e m ve E . Le R o y ' d a e k s t r e m ö r n e ğ i n i bulan bu yaklaşımı cn tutarlı biçimde eleştiren herhalde H. PoincarC dir. O n u n b u konudaki eleştirisini a n a h a t l a r ı y l a ö z e t l e y e b i l i r m i s i n i z ? Ö n c e konvansiyonalizmin ne olduğuna işaret edelim. İlimlerin b ü t ü n ilkelerini birtakım itibarî hükümler, zihnin yarattığı sembollerden yapılan seçmeler vc b u n l a r arasında bir uylaşım olduğunu kabul eden doktrine konvansiyonalizm denir. Burada esas olan, uylaşma ve b e n i m s e m e d i r . Yalnız b u r a d a zaruri olarak değil,'uygun-elverişli' ol-

Bununla b e r a b e r bu tenkit hareketi, bazı genel ilkeler üzerinde oluşup şekillenmiştir. Pozitivizmin her türlü metafiziği ve sebep araştırmayı

34


d u ğ u için bir kabullenme bahis k o n u s u d u r . Bu doktrine göre, ilmî teoriler, matematikteki aksiyom ve postülalar, çeşitli kavramlar, birtakım uzlaşmalar ve itibari hükümlerden ibarettirler; dolayısıyla izafidirler. Bunlar, ilim adamlarının itibari seçmelerinin m a h s u l ü d ü r l e r . Konvansiyonaliztnin temel problemi,ilim ve ilmî kanunların objektif değeri, yani bunların realitede geçerliliği problemidir. Bu doktrinin esas tezi ş u d u r : Birtakım ilmî problemleri yalnız deneye dayanarak çözmek m ü m kün değildir. Bunlar deney verileri ile birlikte çöz ü m e imkân veren bazı itibarları (conventions) kabul etmekle halledilebilir. Deney verileri hiçbir z a m a n bize çözüm dikte ettiremezler. Bu h ü k ü m ler âlimin seçmesine bağlıdırlar. Ç ü n k ü o, serbest bir şekilde, problemi çözecek itibarları değiştirebilme d u r u m u n d a d ı r . Poincare. âlimin ilmî bilgiler yolu ile âlem hakkındaki t a s a v v u r u n u n kendi icad ettiği dil ile m ü m k ü n o l d u ğ u n u söyler. E. L. R o y , âlimin kullandığı dilin keyfi seçildiğini, daha doğrusu u y d u r m a o l d u ğ u n u ileri sürer.

bir çok aydınımız tarafından h e n ü z anlaşılmış değildir. Aslında Poincarö nin bu meseleyle d o ğ r u d a n bir ilgisi yoktur. Bizim için o n u n ö n e m i , ilmin yapısını iyi incelemiş olması vc ilmî esaslara dayanan bir ahlâk k u r m a n ı n m ü m k ü n olamayacağım vukufla ortaya koymuş olmasından ileri geliyor. O n a göre ilim ilkeleri emredici değildir; dolayısıyla ilim hakikati ile ahlâk hakikati ayrıdır. İlim 'şöyle yapacaksın, böyle yapmayacaksın' diye emredici bir ahlâki kaide koyamaz. İlimle ahlâk kavga halinde değildir. Bu ikisi arasında içiçe bir temas vardır. Ahlâk, ulaşılacak hedefi, ilim, bu hedefe ulaştıracak vasıtaları verir. İlim deterministtir. Ahlâk ise determinist olamaz; eğer olursa insanın h ü r fiilinin mânâsı ve maksadı kalmaz. Poincare, ahlâk ile ilmi bir formülle birleştirir: Ahlâk dışı bir ilim olamaz, nasıl ki ilmî bir ahlâk da olamaz. Poincare, ilmin tckbaşına gelenekçi ahlâkı yıkamayacağına, bir ahlâk yaratamayacağına, dolayısıyla insana saadet vereıniyeceğinc kânidir.

E. Le R o y ' a karşı Poincare, zihnin aktif müdahalesini göstermek vc ilmin ideolojiye âlet edilmesini önlemek üzere tenkitlerde bulunmuştur. O , ilmin, pratik reçeteler yazdığı ve bunları âlimin uyd u r d u ğ u dil ile formülleştirdiği iddiasına karşı çıkmıştır.

T a b i a t ilimlerinin ahlâk ve din yerine kullanılmayacağını bizde kaç aydın vc ilim adamı anlamıştır? P o i n c a r e , B o u t r o u x ' n u n olağanlık (zorunsuzluk)doktrininin d c tesiriyle,meselâ şunu söyleyebilmiştir: Biz hergün güneşi d o ğ u d a n doğar, batıdan b a t a r g ö r ü r ü z ! A m a b i r g ü n batıdan d o ğ u p d o ğ u d a n batmıyacağını hiç kimse iddia vc ispat edemez. Poincar£, böylece tabiatta determinizmin sabit vc devamlı olamıyacağını, sebep-netke münasebetlerine d a y a n a n ilmî bilgimizin değişebileceğini ifade etmiştir. Bundan dolayı ilme, det e r m i n i z m e d a y a n a r a k bir a h l â k m e y d a n a getirilemez. Müeyyidesiz ve mesuliyetsiz ahlâk olmaz. Poincar£ gibi net düşünebilen kafalara ne kad a r muhtacız.

Bildiğiniz gibi b a t ı l d a ş m a olgusu, i n s a n ı m ı z için n e y e n i n e d e b a ğ l a y ı c ı d e ğ e r l e r s i s t e m i getirm i ş t i r . Bu s e b e p l e , ü l k e m i z , s o n u ç l a r ı y e n i yeni beliren b i r anomi sürecine giriyor. H . P o i n c a r e ' n i n b u n o k t a d a b e l i r e n ö n e m i n i açıklar mısınız? Batılılaşma idealinin ve bu doğrultudaki gayretlerin insanımıza yeni bir değerler sistemi getirmemesi kadar tabii bir şey olamazdı. Fakat bu husus,

35


Sadece Kur'an'la Yetinilebilir mi? Hadislerden Müstağni Kalmak Mümkün mü? i.Hakkı Ü N A L

P

>

ÖZET

J*T

eygamber s . a . s . ' i n Sünneti İslâm şeriatının ikinci kaynağıdır. Sünnct-i şerifeye karşı açık ve gizli saldırılara rağmen sünnet, ilâhî şeriattaki kıymetli yerini m u h a f a z a edecektir. M ü s l ü m a n l a r ı n onu m ü d a f a a vc m u h a f a z a için gösterdikleri gayretler dc sürecektir. Hadis âlimleri bu görevi icra etmişler ve hadisin zayıfı ile sahihini birbirinden ayırmışlardır. B u n u n için, a r a ş t ı r m a usulü ve ilmî incelcmc y ö n ü n d e n çağımızda bile araştırmacıların dikkatlerini çeken usul ve prensipler koymuşlardır. Bugün dc M ü s l ü m a n l a r ı n üzerine düşen görev b ü y ü k âlimlerimizin sarfettiği gayretlere ilaveten gayret sarfetmeleri ve Sünneti K u r ' a n - ı K c r i ı n ' i n ışığında mantığın ve akl-ı sefim'in kuralları çerçevesinde ilmî ve tarihî gerçeklere d e ihtimam göstererek yeniden incelemeleri ve K u r ' a n ' ı n İslâm için tek kaynak o l d u ğ u n u dolayısıyla onunla iktifa edilebileceğini vc sünnetten müstağni kalınabileceğini iddia edenlere gerekli cevabı vermeleridir. Bu iddia (yani sünneti kabul etmeyenlerin iddiası) M ü s l ü m a n l a r üzerinde bir etki yapamıyacaktır. Ç ü n k ü iddianın sahipleri ya kötü niyetli kimseler yahut K u r ' a n ve S ü n n c t ' i bilmeyen cahil bir g r u p t u r . O n l a r bu iddialarıyla K u r ' a n üzerinde Rcsulullah s . a . s . ' i n uyguladığı ilmî metodu inkâr etmekte ve âdeta P e y g a m b e r ' i n yaratıcı ile yaratılanlar arasındaki rolünü o r t a d a n kaldırmak istemektedirler. O r t a d a , K u r ' a n - ı K e r i m ' i n ihtiva ettiği birtakım gerçekler vardır ki Peygamber s.a.s.'in sünnetine müracaat edilmeden anlaşılması m ü m k ü n değildir. Bu, İslâm'la az da olsa bir bağlantısı b u l u n a n herkesin anlayabileceği bir gerçektir. Ancak inatçılık ve ihlas r u h u n u n olmayışı insanı g ü n d ü z ü n aydınlığında güneşi görcmiyecek k a d a r kör eder.

Si r >l ^ ^ İİ-JI J k a İ J J* ^ >LJl J.UU, ir* gjU» J J y i - i t ^ ^ ^ .^fifl j Jy s ^ ^JUJ^ ^ j j L l »LJU (li aiij j UU. Ui J^S V V^j, ^JJJÜ U^ J ^ jUI W» yy J ^ j , ^J» Jy^ s* J1 JAJİ, jkJJ j*

M o* J ^ 1 J*J -W 1 tyj y «U» -^jjt fU*Jı ÜUİ» Ui,

oy-Jt

J*

j t , . ^ j ü l j ( J J I J f l j * f \f>Vl ^

»UfeJ^

» L i ^ / I J&b

(Tİ-JI

J ^ y t ^ L â l l y» j î ^ l

Irk^ı JÜ Jyi-li J» Jk; J .o* 01 .«İ-JI •o* j ^ j .«L-J» Vj oTyÜ» J / V iUür Ulj < V ^ s U 4» J ^ v r ii ^ÖJI ^ ı J^JI . O t f ^ JJU-I j * j j ^ rrifj CJtT j l j {OUftt İL» «J J 0 J T V^

OV-JVI j , y i

c

«V4*1 V ^ 1

^ j,

^

•M fc>> j

36

j â , .«lv-«


1. Giriş İslâm dininin K u r ' a n ' d a n sonra ikinci a n a kaynağını teşkil eden hadis vc sünnet, m ü s l ü m a n l a r nazarında asırlardır önemini muhafaza etmiş olmakla beraber, z a m a n z a m a n m ü n a k a ş a konusu yapılan bir alan haline d e getirilmiştir. Bu alandaki m ü n a k a ş a İ a n n odak noktasını, mevcut hadis külliyatının Hz. P e y g a m b e r s.a.s.'e isnadının sıhhati meselesi teşkil etmektedir A y r ı t a hadislerle'jihticâc) yani onları h ü k ü m kaynağı olarak"değcrfcndirme meselesi d e bilhassa fıkıh usulü âlimleri arasında tartışılan bir konu olmuştur B u n u n dışında sünnet telakkilerinde görülen bazı farklılıklar, yani hangi şeylerin sünnet sayılıp sayılmayacağı şeklindeki mütâlaalar d a tartışılan konular arasında bulunmaktadır. Bunlardan t a m a m e n a y n mütalaa edilmesi gereken başka bir g r u p da, hadis ve sünneti t a m a m e n yok farzederek, sadece Kurân-ı K e r i m ' e d a y a n m a n ı n yeterli olacağı g ö r ü ş ü n d c o l a n l a r d ı r . K c n d i lerini adeta H z . Peygamber s . a . s . ' d e n müstağni sayan bu kimselerin ne kadar tehlikeli bir yolda oldukları ve ne derece ç ü r ü k bir temele dayandıkları şu kısa ve sathî araştırmamızın gözden geçirilmesi ile dahi anlaşılabilir. _Ge£en asrın sonlarıyla bu asrın başlarında H i n d i s t a n ' d a görülen vc kendilerini "Ehl-i K u r ' â n " diye isimlendiren bu görüşe m e n s u p kimselere karşı son devir Hind uleması uzun araştırmalara dayanan ilmî ve ciddî eserler kaleme alarak, b u n ların idlâl edici görüşlerini etkisiz hale getirmişlerdir. Maalesef y u r d u m u z d a d a bu görüşe meyyal olan bazı şahıs veya grupların bulunduğu işitilmektedir. Muhtemelen İslâmî kültürleri yeterli seviyede o l m a y a n , az sayıdaki bu kimselerin İslâmî ilimler sahasındaki ana kaynaklara müracaatları arttıkça, bu temelsiz görüşlerinden vazgeçecekleri ü m i d edilmektedir. Biz bu yazımızda , hadis vc sünnete olan ihtiyacı bir kaç yönden ele alarak fazla derinliğine inmeden bir özet yapmak istedik. Zira k o n u , böyle bir yazının kapasitesini kat kat aşacak bir genişliğe ve ö n e m e sahiptir.

2. H z . Peygamber s . a . s . ' e İtaatin L ü z u m u : Bilindiği gibi Peygamberlere inanmak, i m a n esaslarımızdan birini teşkil etmektedir. İslâm'ın ilk ş a n ı olan kelime-i şehadetle de Hz. M u h a m m e d s.a.s.'in Allah'ın kulu vc Rasûlü olduğunu ikrar ederiz. Şüphesiz bu iman ve ikrar, R a s ü l ' ü n mücerred varlığına i m a n etmekten d a h a öte bir anlam ifade eder. Yani bu imanla söz konusu olan, O ' n u n Allah'dan alıp bize bildirdiklerine, bu çevçeve dahilinde irad etmiş olduklan emir, nehiy, tavsiye, tavır ve açıklamalara ve bunların d o ğ r u luğuna inanmaktır. İşte bu iman, H z . Peygamber s . a . s . ' c itaatin de ilk adımını teşkil eder. Kur'an-ı Kerim bu konuda bize açık ve kesin ölçüler veriyor. İlgili ayetleri gözden geçirelim: "Ey Peygamber de ki: Eğer Allah 'ı seviyorsanız, Bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin. Allah çok bağışlayla ve merhamet edicidir".1 ' Âl-i lmrön/31. "Ey Peygamber de ki: Allah 'a ve Peygamber 't itaat ediniz. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez"1 2 Âl-i lmrân/32 "Allah a ve Peygamber 'e itaat ediniz ki, size merhamet edilsin. ' 'l 3 Âl-i lmrön/132. "Ey iman edenler, Allah 'a itaat edin, Peygamber 'e ve sizden emir sahibi olanlara itaat edin. Eğer bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz •şayet Allah 'a ve âhıret gününe inanıyor sanız onun çözümünü Allah 'a ve Rasûlüne bırakın. Hayırlısı ve netice itibariyle en güzel olanı budur* « Ni»û/59 ' 'Kim Peygamber 'e itaat ederse Allah 'a itaat etmiş olur".' » Nijû/80 ' 'Allah 'ın Rasûlü 'nde sizin için güzel bir örnek vardır. '* « Ahzûb/21 "Allah 'ın Rasûlü bir şeye hükmettiği zaman, mü 'min erkek ve kadına kendi işlerinde buna aykırı hareket etme muhayyerliği yoktur. Allah 'a ve Rasûlüne isyan eden, şüphesiz apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.7 ' Ahzûb/36 ' 'Peygamber size neyi veriyorsa onu alın, yasakladığı şeyden de uzak durun. "* Ho y/7 Bu âyetler, Hz. Peygamber'e itaatin ihtiyarî değil zorunlu olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Zaten bu itaat olmadan müslümanlığımızın bir mana ve değer taşımayacağı açıktır. Ç ü n k ü Allah'ın

37


nini ve kitabını bize ulaştıran, tebliğ eden, " T c f s î r u ' l - K u r ' â n " bölümleri altında yer öğreten tek aracı O ' d u r . Allah b u d i n i b i - almışlardır. Bunlardan bir kaçını b u r a d a ze v a h y e t m e d i ğ i n e göre, O ' n u n R a s û zikredelim: lünü aradan kaldırmak, dini Bakara Suresi'nin; "insanlara şâhit ve k e n d i s i n d e n ö ğ r e n d i ğ i m i z t e k k a y n a ğ ı JirneÇolmanız içinr, sizi vasat bir ümmet yaptık inkâr etmek demektir ki, bu hem imameâJindeki 143. âyetinde geçen " v a s a t ' nı n o k t a d a n , h e m de m a n t ı k î açıdan kelimesini H z . Peygamber s.a.s. " â d i l " çok v a h i m b i r d u r u m teşkil e d e r . kelimesiyle tefsir etmişlerdir.'! Yine Bakara Suresi'nin; "namazlara 3. İlk Mübelliğ, İlk Muallim ve orta namazına devam edin. " mealindeki 238. âyetinde yer alan " S a l â t u ' l - V u s t â : ve ilk Müfessir O r t a n a m a z ı " ibaresini Hz. Peygamber H z . M u h a m m e d s.a.s. s.a.s. " S a l â t u ' l - A s r : İkindi N a m a z ı " olarak tefsir e t m i ş l e r d i r . " "Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan, O'nun elZilzâl Sûresinin "o gün yer bütün haçiliğini yerine getirmemiş olursun, "* âyetine berlerini anlatacaktır" meâlindeki 4. âyetinde göre Hz. P e y g a m b e r ' i n ilk ve en m ü h i m yer alan " a h b â r a h â : H a b e r l e r i n i " k e l i m e vazifesi Allah'tan aldıklarını insanlara tebsini açıklayan P e y g a m b e r i m i z s . a . s . liğ etmekti. Bu tebliğ görevinin konusu da bunu " y e r yüzünün, üzerinde bulunan erşüphesiz kendisine indirilen K u r ' â n - ı Kekek ve kadınlardan her birinin neler yapr i m ' i n insanlara duyurulması ve öğretiltıklarını s a y m a s ı d ı r " şeklinde tefsir mesinden ibaretti. Bunu şu âyetten etmişlerdir. 1 1 anlıyoruz: "insanlara, kendilerine indirileni Çoğaltılması m ü m k ü n olan bu örnekbeyan edesin diye, sana zikr (Kur'an)'i indirler vahye direkt m u h a t a p olan en yetkili dik, ola ki onlar da düşünürler 10 Ayetteki kişinin ağzından K u r ' â n ' ı n anlaşılmayan "indirileni b e y a n " ibaresinden görevin sabazı noktalarının tefsirini göstermektedir dece tebliğle bitmediği, tebliğ edilen vahki, bu O ' n u n tebliğ vazifesinin a y n l m a z yin açıklanmasının d a söz konusu olduğu bir parçasıdır. anlaşılmaktadır. İşte bu nokta H z . PeyK u r ' â n - ı K c r i m ' i n tefsiri konusunda g a m b e r ' i n mübelliğlik görevinin yanı sısünnete o kadar önem verilmiştir ki, Yahra bir de muallimlik vc müfessirlik yâ b. Kcsîr; "sünnet Kur'ân'a kâdidir, Kigörevinin b u l u n d u ğ u n a işaret etmektedir. tab ise sünnete kâdi değildir" d e m e k t e d i r . ' 4 Diğer bir deyişle bu üçü, Hz. Peygamber'Bu söz A h m e d b. H a n b e l ' e söylendiğinin risâlet görevini hakkıyla yerine getirde "bunu söylemeye cesaret edemem, fakat sünmede bir sac ayağı oluşturmuşlardır. net Kitab 'ı tefsir ve tebyin eder derim'' demiştir. 15 H z . P e y g a m b e r ' i n ilim öğrenme ve öğretmeye teşvik eden hadisleri, zaman zaYine sünnetin K u r ' â n - ı K e r i m âyetm a n ashabını toplayıp yeni dinin vecibelerini açıklamadaki ö n e m i n e işaret eden lerini onlara öğretmesi, bu maksatla ilk devir âlimlerinden İ m a m Evzaî; "sünM e d i n e mescidini bir eğitim ve öğretim netin Kitab 'a olduğundan çok, Kitab 'ın sünneyeri haline getirmesi, Ashabın h e r müşte ihtiyacı vardır,"" diyerek K u r ' â n - ı kilini bıkmadan, u s a n m a d a n çözmeye çaK e r i m ' i n manasını en iyi bilen ve anlalışması ve onlara anlayış seviyelerine göre yan insanın H z . Peygamber s.a.s. olduh i t a p etmesi, meseleleri zorlaştırmadan ğunu ve dinî uygulamalarda O ' n u n açık ve net cevaplar vermesi, O ' n u n m u açıklama ve tatbikatının son derece önemli allimlik y ö n ü n ü n bazı hususiyetlerini göso l d u ğ u n u belirtmek istemiştir. teren örneklerdir. Hz. P e y g a m b e r ' i n cn önemli görevlerinden biri de, inen K u r ' â n âyetlerinin anlaşılmıyan yönlerini açıklamasıdır. Bununla ilgili pek çok örnek vardır ve b u n l a r b i r çok h a d i s mecmuasında

4. Fıkhın İkinci K a y n a ğ ı Olarak Sünnet ve Hadis: Hz. P c y g a m b e r ' c iman ve itaati emreden âyetleri n a z a r ı dikkate alan İslâm

38

' Mâ ıd e/67.

'0 Nohl/44. " Tirmizî, Sünen, c XI. sh. 83

12 o.g.e. ıh. 105

'3 o.g.e. c XII. sh. 254-255. Bu konuda genij bilgi bkz. İsmail Cerrahoglu, Kur'an Tefsirinin Doğusu ve Şuna Hız veren Âmiller, i. 24-44. u

Tehiru'l-Kurtubİ, I. sh. 39

c.

15 Ahmed b. Hanbel, Mûsned. sh. 215.

<6 Ibn Abdi'l-Berr, Camiu Beyâni'Illm, c. II. sh. 191


âlimleri, s ü n n e t ve hadisin dinî h ü k ü m lerde delîl olarak l e r d j r . Meselâ Şafiî, s ü n n e t i . K u r ' â n ' ı . "açıklaması y ö n ü n d e n o n d a n ayrı g ö r m e yerek her ikisini de h ü k ü m ç ı k a r m a (istidlâl) b a k ı m ı n d a n bir sayar ve " n a s s " adı altında birleştirir. Q ' n a görye K i t a b v c S ü n n e t , h ü k ü m l e r i birlikte vc y a r d ı m l a şarak b e y â n e d e r l e r . ' " 7 Şâtıbî d e bu k o n u d ^ s a n l a ı i - s ö y l e mektedi r 'HüJdîmçıkarırkenyalnız Kur'ânjj bakmak vc O nun bir açıklaması olan sünnete bakmamak doğru olmaz. Çünkü Kur ân küüL hükümleri ihtivâ eder. Namaz, zekât, hacct oruç. ve benzeri emirleri açıklamak için sünnete bak mak zaruridir. "" İ s l â m ' ı n ilk devirlerinden alınan şu örnekler d e bu h u s u s a açıklık getirmektedir: A b d u r r a h m â n b. Yczıd, H a c c z a m a nı dikişli bir elbiseyle i h r a m a girmiş birini g ö r ü r vc o n a , b u elbiselerini ç ı k a r t a r a k , Hz. P c y g a m b e r ' i n giydiği şekilde dikişsiz elbise ile i h r a m a girmesini tavsiye eder. O zatın; "bana elbisemi çıkartmamı emreden bir âyet oku bakalım" demesi üzerine Abd u r r a h m a n o n a y u k a r ı d a zikrettiğimiz şu âyeti okuyarak cevap verir: "Peygambersize ne verdiyse onu alın^size neyi yasak ettiyse ondan sakının ". " G ö r ü l d ü ğ ü gibi h e r k o n u d a K u r ' â n ı K e r i m ' d c n delil arayan birine Abdurrahm a n b. Yezid b u âyeti o k u m a k l a sünnetin dc h ü k ü m kaynağı o l d u ğ u n u belirtmiş o l m a k t a d ı r . Ç ü n k ü K u r ' â n - ı Kcrirn'-lc yukarıda zikredilen olaya açıklık getirecek bir h ü k ü m b u l u n m a m a k l a b e r a b e r , H z . P c y g a m b e r ' i n uygulaması, meseleyi çözüme k a v u ş t u r m a k t a d ı r . T a b i î l e r i n ileri gelenlerinden T a v û s b. Keysan'ın ikindiden sonra iki rek'at nam a z kıldığını gören sahabî Abdullah b . A b b a s o n a , bir d a h a bu namazı kılmamasını söyler. Buna karşılık T â v û s , Hz. Peygamber s.a.s.'in sünnet haline getirilmesinden çekindiği için b u n a m a z ı yasakladığını, devamlı o l m a m a k şartışla bu iki rekat n a m a z ı kılmakta b i r sakınca olmadığını söyler. Fakat Abdullah b. Abbas Rasûlullah s.a.s.'in ikindiden sonra bir başka n a m a z kılınmasını kesinlikle yasaklamadığını söyleyerek y u k a r ı d a zikrettiğimiz "Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği

zaman mü 'min olan erkek ve kadına kendi idlerinde ona aykırı hareket etmek muhayyerliği yoktur" âyetini o k u r . " •' K i t a b u ' 1 - K i f â y c f î İlmi'rR i v â y e " adındaki m e ş h u r eserine *'A1l a h ' ü T K i t a b ı n ı n h ü k m ü y l e , Rasûlullah s i a . s . ' ı n h ü k m ü n ü n a m e l v ü c ö b i y e t i vc teklif l ü z ü m i y e t i a ç ı s ı n d a n eşit o l d u ğ u n u b i l d i r e n h a b e r l e r b a b ı " konusuyla başlayan H a t i b Bağdadî (Ö.463). bu bölüm altında konuyla ilgili P e y g a m b e r i m i z s . a . s . ' d e n gelen rivayetlere yer verir, b u n l â r d a n bîr kaç örnek görelim: M i k d â r i r f t - M â > a r K £ n b cl-Kindî, Rasûlullah s.aTs.'ın bazı şeyleri h a r a m kıldığını d u y d u m dedi.Ehlî eşeklerin de bunlar arasında olduğunu zikretti ve sonra Rasulullah s.a.s.'in şöyle dediğini nakletti: "Rahat köşesine oturup benim hadisimden bir luıdis zikrederek, sizinle bizim aramızda Allah 'ın kitabı vardır. O'nda helal olarak ne bulursak O 'nu helal, haram olarak ne bulursak O'nu da haram sayarız'' diyecek bazı kimseler gelmek üzeredir. Dikkat ediniz! Allah 'ın Rasûlü 'nün haram kıldığı şey, Aziz ve Celil olan Allah'ın haram kıldığı şey gibidir. "" Rasûlullah s.a.s. şöyle b u y u r d u : "Sakın sizden birinize, rahat koltuğuna oturmuş vaziyette, benim emrettiklerimden bir emir. veya nehyettiklerimden bir nehiy ulaştığı zaman, 'böyle bir şey bilmiyorum, biz Allah'ın kitabında ne bulursak ona tabi oluruz, ' derken rastlamıyayım Benî Esed K a b i l e s i ' n d e n bir kadın Abdullah b. M c s ' û d ' a gelerek şöyle dedi: "Senin 'döğme yapan da yaptıran da lanetlenmiştir' dediğini duydum. Halbuki ben, iki levha arasındakileri (Kur'ân'ı) okudum, Jakat senin dediğin gibi bir şeye rastlamadım Üstelik senin hanımında da döğme olduğunu zannediyorum " dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Mes 'ûd ' 'Öyleyse içen gir bak'' dedi. Kadın girdi baktı, bir şey göremedi. Dışarı çıktı ve bir şey göremediğini söyledi. Bunun üzerine Abdullah b. Mes'ûd kadına "Rasûl size neyi veriyorsa onu alın, neden yasaklıyorsa ondan sakının" âyetini hiç okumadın mı?" diye sordu. Kadın "evet okudum", deyince Abdullah Ibn Mes 'ûd, "işte bu odur" dedi" B ü t ü n bunları g ö z ö n ü n d e tutan fıkıh usûfu âlimleri, hadis ye sünnetin belli başlı dört şekilde h ü k ü m kaynağı olduğunu be-

39

Muhammed Ebû "Zehro, İslâm Hukuku Metodolojisi, (çev. Abdulkadir Şener). $h. 93.

'« Şâtıbî, elMuvabkâl. sh. 369

c. III.

Ibn Abdi'l-Berr, a.g.e. c. II. sh. 88

*> Şâtıbî. a.g.e. c IV. sh. 25. d-Ktâye.

sh. 8

M a.g.e. sh. 10

23 a.g.e. sh. 12


yan etmişlerdir: 1. K u r ' â n - ı K e r i m â y e t l e r i n e u y g u n o l a r a k gelip o n l a r ı t c ' y i d e d e r . Böylece bir h ü k m ü n biri âyet, diğeri hadîsten ibaret iki kaynağı vc iki delili olmuş olur. H z . P e y g a m b e r s . a . s . ' i n , K u r ' â n - ı Kcrim'de belirtilen, namaz, zekat, oruç, hac, gibi ibadetleri emretmesi; Allah'a ortak koşmaktan, yalan şahitlikten, a n a babaya isyandan, haksız yere insan öldürmekten men etmesi, hadislerle teyid edilen emir ve nehiylcrdendir. Mesela K u r ' â n - ı K e r i m ' d e "Ey iman edenler, mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin " " b u y u r u l m u ş , b u n a uygun olarak Hz. P e y g a m b e r s.a.s. de kendi rızası o l m a d a n bir m ü s l ü m a n ı n malının, başkasına helal olmayacağını ifade e t m i ş l e r d i r . " 2. Asılları K u r ' â n ' d a s a b i t olan farzları tamamlayıcı hükümler getirir. Meselâ K u r ' â n *1 i â n ' ı b ü t ü n teferruatıyla b i l d i r m i ş , " sünnet de l i â n ' d a n sonra karı-kocanın birbirinden ayrılacağını, çünkü aralarında artık itimad kalmadığını, esasen aile hayatının temelini itimadın teşkil ettiğini a ç ı k l a m ı ş t ı r / ' 3. K u r ' â n - ı K e r i m ' i a ç ı k l a r . O ' n u n m u h k e m ve mücmel âyetlerini izah eder. Mutlak hükümlerini kayıtlar, u m u m î h ü k ü m l e r i n i tahsîs e d e r . S a h a be i n e n â y e t l e r d e n a n l a m a d ı k l a r ı veya anlamakta zorluk çektikleri yerleri Peygamberimiz s.a.s.'e sorarlar, O da bu âyetlerden ne kastedildiğini onlara açıklardı. Meselâ K u r ' â n - ı K e r i m ' d e namazın farz olduğu bildirilmiş, ancak k a ç v a k i t ' k ı l ı n a c a ğ ı , k a ç r e k a t olacağı ve h a n g i şekiller d a h i l i n d e k ü ı n a c a ğ ı b e l i r t i l m e m i ş t i . Bu k o n u d a bilgi a l m a k isteyen s a h a b e y e H z . P e y g a m b e r s.a.s.; ' 'Bent namaz kılarken nasıl görüyorsanız öyle ktUnız " " buyurarak bu konudaki müphem ve mücmel olan âyederi açıklığa kavuşturm u ş t u r . Hac ve zekatla ilgili olarak onların nasıl ve ne şekilde ifa edileceğini açıklayan hadîsler d e böyledir. K u r ' â n - ı K e r i m ' d e geçen; "...Jecrde beyaz iplik siyah iplikten farkedilinceye kadar yiyiniz içiniz"39 âyetindeki ' i p ' kelimesini gerçek manada ip olarak anlayan sahabeye Peygamberimiz s.a.8. bunların, gündüzün aydınlığıyla gecenin karanlığına delalet et-

tiğini belirterek izah etmişlerdir."' Aynı şekilde ' 'Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır"." Hadisler ise alışverişin d o ğ r u ve yanlış olanını, h a r a m olan faizin türlerini açıklamıştır. K u r ' â n - ı Ker i m ' d e ölü hayvan eti yemek h a r a m k ı l ı n m ı ş , " hadis ise, deniz hayvanlarının ölüsünün b u n u n dışında b u l u n d u ğ u n u , "denizin suyu temiz, ölüsü de helaldir şeklinde açıklamıştır. Bu hadis aynı z a m a n d a , "deniz avı yapmak ve onu yemek size helal kılındı ki hem size hem de yolcu olanlarınıza faydalı olsun",34 âyetine d a y a n m a k t a ve o n u açıklamaktadır. Mutlak h ü k m ü n kayıtlanmasına gelince; şu hadîsle âyette belirtilen ölü eti ve kanın yenilmesinin haramlığı hususu kayıtlanarak, iki şeyde b u n l a n n helal olduğu belirtilmiştir: 'JJkı ölü ve iki kan bizlere helal kılınmıştır. İki ölü, çekirge ve balık, iki kan da ciğer ve dalaktır".1' ' 'Kadın halası, teyzesi, kızkardeşi kızı ve erkek kardeşi kızı üzerine nikahlanamaz, " " hadisinin " . . . bunlardan başkaları size helal kılındı, " , 7 âyetini tahsis etmesi, sünnetin K u r ' â n ' d a k i genel bir h ü k m ü tahsis ettiğini gösteren örnektir. 4. H a d i s l e r K u r ' â n - ı K e r i m ' d e olm a y a n h ü k ü m l e r k o y a r . Mesela denizden çıkan ölü balığın yenilcbileccği, katır, ehlî eşek, arslan, kaplan, fil, kurt, maym u n , köpek gibi hayvanlarla; d o ğ a n , şahin a t m a c a , kartal gibi yırtıcı kuşların etlerini yemenin haram olduğu h ü k m ü , K u r ' â n - ı K e r i m ' d e belirtilmediği halde hadislerden çıkartılmıştır. Erkeklere altın takmanın vc ipekli giymenin yasaklanması, neseb ile h a r a m olanın süt yoluyla da h a r a m olacağı prensibi K u r ' â n ' d a olmadığı halde h e p hadîslerde açıklanan hususlardır. Diyetlerle ilgili bir çok hükümleri tesbit eden hadîsler d e bu gruba girer. K u r ' â n ' d a olmadığı halde hadis ve s ü n n c ü e sabit olan diğer bazı hükümler de şunlardır: — — — —

Alışverişte şart koşma muhayyerliği. Ş ü f a kaideleri B ü y ü k a n n e n i n mirası. Hayızlı kadının n a m a z kılamaması, oruç tutamaması. — V i t r namazının vâcib oluşu. — Vakıf Müessesesinin mcşrûiyeti.

40

2< Niıû/29

25 Müslim, Sahih, Kitobu'l-Musâkât. 30

2* Nür/4-9. 27 Müslim, a.g.e. Krtâbu'l-Liân, 1.

2» Buharf, Sahih, Kitâbu'l-Ezân, 18

2» Bakara/187

3' Bakara/275. 32 Mâ id e/3

33 Ebü Davud, Sünen, c. I. sh. 54

3* Mâ ide/96 35 Muhammed b. İsmail es-San'anî, Subulu's-SeİĞm, c. IV. sh. 76

34 Buharı, a.g.e. Kitobu'n-Nikâh, 27.

37 Nisa/24


Sünnet ve hadis, K u r ' â n - ı K c r i m ' d c b u l u n m a y a n h ü k ü m l e r koyarken prensip itibariyle yine K u r ' â n - ı K e r i m ' e dayanır. O n u n için bazı âlimler "her sünnetin uzak veya yakın Kufin-1 Kerim'de bir temeli vardır", d e m i ş l e r d i r . " Mesela namazın miktarını ve kılınma şeklini açıklayan sünnet, n a m a z ı n farz o l d u ğ u n u beyan eden âyete d a y a n m a k t a d ı r . Ehlî eşeklerle yırtıcı kuşların etinin h a r a m kılınması da " 0 «>/ i ç miz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar"" âyetine râcidir. Hadislerde geçen diyetle ilgili hükümler de "... ölenin ailesine diyet ödemek gerekir"*9 ve " . . . öldüren, ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa, bağışlayanın örfe uygun hareket etmesi, kâtilin de güzellikle diyeti ödemesi gerekir. " 4 I â y e t l e r i n e d a y a n maktadır. H e r h a n g i bir sünnetin K u r ' â n - ı Kerim âyctleriyle şeklen bir bağlantısı kurulamasa bile. K u r ' â n - ı K c r i m ' i n temel espirisi içinde bir yeri bulunması gerekir. Bu espriye aykırı düşen hadis ve s ü n n e t , sahih kabul edilmez. Buraya kadar verdiğimiz örneklerden anlaşıldığına göre, müslümanlar önce Allah'a sonra d a Hz. Peygamber s.a.s. 'e itaatle y ü k ü m l ü d ü r l e r . Hz. Peygamber s.a.s.'e itaat, O ' n u n sünnetine tâbi olmakla olur. Allah'ın insanlara bildirdiği emir ve nehiyler, O ' n u n açıklaması ve tatbikatı d o ğ r u l t u s u n d a anlaşılmış ve uygulanmıştır. Bu hususu gözönünc alan mezhep imamları ve müetehidler de, fıkhî meselelerin ç ö z ü m ü n d e d a i m a K u r ' â n - ı Ker i m ' d e n sonra ikinci kaynak olarak hadis vc sünnete başvurmuşlardır. Böylccc sünnet ve hadîs, İslâm hukuku kaynaklarının ikincisini başka bir deyişle ikinci teşrii kaynağı yani h ü k ü m elde e t m e kaynağını oluşturmuştur.

5. Hadis ve Sünnetin İslâm K ü l t ü r T a r i h i Açısından Önemi: Hadis ve s ü n n e t , fıkhı yönden olduğu kadar İslâm k ü l t ü r tarihi açısından d a son derece önemlidirler. Onbinlerlc ifade edilen hadis malzemesi ve bunları bir araya getiren m u a z z a m hadis külliyatı, sahihiylc zayıfıyla hatta u y d u r m a olanıyla

İslâm toplumunun dinî, siyasî, iktisadî, içtimaî ve kültürel gelişiminin takip edilebilmesi açısından son derece zengin bir "Kaynak teşkil ederler. Bu kaynak İslâm'dan önce ve İslâm'ın ilk devirlerinde yaşayan insanların ve 3« Şötıbî, a.g.e. c. IV. sh. 12-13 toplumların örf, âdet, yaşayış ve folklorik özellikleri yanısıra, onların başka dinden topluluklarla olan ilişkilerine açıklık getirm e b a k ı m ı n d a n d a b ü y ü k ö n e m e sahiptir. Arap edebiyatı vc filolojisi için hadisler 39 A'rûf/157. vazgeçilmez malzemelerdir. Ayrıca hadiste tatbik edUen isnad sistemi, tarih, coğrafNisa/92 ya vs. gibi, diğer ilimlerde d e kısmen tatbik edilerek, eskilerin malumatı d a h a sonraki dönemlere aktarılabilmiştir. Bu k o n u d a M . T a y y i b O k i ç şunları <1 Bakara/178. söylemektedir: "Hadis ilminin diğer muhtelif ilimlerle olan ilgisi de önemlidir, islâmiyet'in başlangıcına, ilk devirlerine ve hatta islâmiyet 'ten önceki devirlere dair bir hayli kıymetli malumatı ihtiva eden hadisler, bize, o zamanki çeşitli halk inanışlarını, yaşayış tarzlarını ve geçmiş devirlerin bazı mühim özelliklerini, çeşitli kavim ve kabilelerin aralarındaki münasebetleri, meşgul oldukları çeşitli iş ve güçlerini, garip âdet ve alışkanlıklarını, nihayet o zamanki efkâr-t umumiyyeyi canlı bir şekilde tasvir ederler. Böylece hadisler Arap filolojisi, etnolojisi, folklor ve diğer bazı disiplinler için tükenmez bir hazinedir. Dolayısıyla hadis ilminin tetkikiyle hem nazarî ve tarihi, hem de pratik bir çok faydalar sağlanır. Hadisin bu ikinci derecede önemi dolayısıyla bu ilim, eskiden olduğu gibi bu gün de modern ilim adamlarının bu sahalardaki araştırmalarına geniş ve zengin birer kaynak olmaktadır. Nitekim batılı müsteşriklerin bu yoldaki devamlı tetkikleri bilhassa bir asırdan beri hayli ilerlemiş bulunduğu gibi, bu sahadaki araştırmaların gittikçe önem kazanmakta olduğunu da halen müşahede etmekteyiz. "41 »î M. Tayyib Okiç, Bazı Hadis İslâıııî ilimlere malzeme temin etme MeseMeri açısından en büyük kaynak olan hadis ve Üzerinde Tetkikler. sh. 4-7 sünnetin bir an tümüyle yok farzedümesi halinde bu ilimler n a m ı n a ortada fazla bir şey kalmayacağı açıktır. Ç ü n k ü t e f s i r , fıkıh, kelam, İslâm tarihi, mezhepler tarihi, akaid, siyer ve benzer ilimlerin hem meşgul oldukları alanlar, hem dc üzerinde tartıştıkları meseleler b a k ı m ı n d a n en fazla muhtaç oldukları saha, hadis ve sün-

41


Dergiler

İslâm Dergiciliğimizde y e n i b i r çığır a ç m ı ş o l a n İ s l â m Mecmuası Mart sayısında Tasavvufun temel kaynaklarımızdakl yerini belirlemeye yönelik yazılara ağırlık verdi. Değerli â l i m l e r i m i z d e n M. E m i n E r H o c a ' n ı n s o n d e r e c e İlmi açıklamaları tekrar tekrar o k u n m a y a değer. M. E m i n E r Hoca şöyle diyor: " . . . t e f e k k ü r içerisinde ibadet eden (...) M ü s l ü m a n a b l d ' a t işliyorsun dersek Allahu T e â l â h a z r e t l e r i bizi elim b i r azapla azaplandırır". Mecmuanın Nisan s a y ı s ı n d a ise M ü s l ü m a n olduktan sonra üniversite hocalığını bırakıp İ s p a n y a ' y a göç e d e n Ö m e r F a r u k Abdullah'la yapılan bir k o n u ş m a yer alıyor. Müslüman aydınlara önemli hatırlatmalarda bulunan Ö m e r F a r u k A b d u l l a h ' 'Bilgi bizim için y a l n ı z ' m a l u m a t ' (Information) değildir, yalnız d ü ş ü n c e d e ğ i l d i r . Bizim a n l a d ı ğ ı m ı z bilgi i n s a n l a r ı n hayatlarını değiştirmeye yöneliktir" demektedir

ç ı k a n M a v e r a ' d a ilk o l a r a k Cahit Zarlfoğlu'nun Meral M a r u f a şehit babası M u h a m m e d M a r u f için yazdığı h ü z ü n l ü m e k t u p y e r alıyor... "Şimdi a n n e diyorum Bum diyorum Bismillah d i y o r u m Bismillah Mamaya başlarken Emeklerken Uyurken B i s m i l l a h diyeceğim İlk a d ı m ı a t a r k e n " Yine Z a r l f o ğ l u ' n u n " N i n e " adlı " b e b e " şiirinden yukarıdaki satırlar. Çeşitlemeler b ö l ü m ü Alim K a h r a m a n ' m i ç i n d e şiir dolaşan metniyle başlıyor: "Küllü Nefsin Zaikatül Mevt". Bu b ö l ü m d e k i b i r k a ç yazı, eleştirinin üslubu k o n u s u n d a güzel b i r örn&kleme ile M a v e r a ' y a t e k r a r " m e r h a b a " diyen Ahmet Nedim'in imzasını taşıyor.

MEKTEP "İşkencenin, haksız yere adam öldürme söylentilerinin a y y u k a çıktığı bir ülkede İslâm'ın bakış açısını gündeme getirmekte sayısız faydalar görüyoruz". " Ç ı k a r k e n " , bu s a t ı r l a r ı içeriyor. Geçtiğimiz n i s a n b a ş ı n d a y a y ı n l a n a n İlk s a y ı s ı . M e k t e p ' l n . seviyeli ve ciddi bir yayın olarak kendisinden söz e t t i r e c e ğ i n i g ö s t e r i y o r . "İslâm'ı Tarih Anlayışı" başlıklı yazı, b u başlıktan b e k l e n e n i v e r e m e s e de, n a d i r e n ele a l ı n a n b i r k o n u y a yönelmesiyle olumlu. H a s a n G ü n e ş ' i n k a p a k ve sayfa düzenlemesındeki "sade güzellik"te ayrıca t a k d i r e değer.

TÜRK fDffiİTfffl Türk Edebiyatı'nın Mart sayısı. Mehmet Kaplan'la ilgili y a z ı l a r a a y r ı l m ı ş . N i s a n s a y ı s ı n d a . A h m e t K a b a k l ı ve Doç.Dr. Mim. K e m a l Öke Ue S u l t a n II. A b d u l h a m ı d üzerine konuşmalar yer alıyor. Bu s a y ı d a a y r ı c a Beşir Ayvazoğlu'nun "Tanpınar'da M u s i k i . M i m a r i ve Ş e h i r " başlıklı bir incelemesi var.

MAVERA 1 1 2 Sayısı N i s a n ' d a

KİTAP DERGİSİ Bir b a ş k a " Ç ı k a r k e n " yazısı da Kitap Dergtsi'ne ait: "...yayıncılığımızın son o n y ı l d a ü m i t verici b i r g e l i ş m e t a k i p ettiğini, y e n i yeni oluşumları yaşadığını b e l i r t m e l i y i z . Bu, h e r ş e y i n yolunda gidiyor olması anlamına gelmemekle birlikte, bu alanın en a z ı n d a n u ğ r a ş ı l m a ğ a değer bulunmasının üstünde daha c i d d i y e t l e ele a l ı n m a s ı g e r e k t i ğ i n i n de i f a d e s i d i r . Galiba en b ü y ü k eksiklik, şimdiye k a d a r yayıncılık denen b ü y ü k olayın c i d d i y e t l e ele a l ı n a m a m ı ş olması, muhasebesinin bu t ü r dergilerde y apılamamasıdır.'' İslâmi yayıncüığın en önemli eksiğini ifade etmede b u s a t ı r l a r a ilave edilecek blrşey bulunmuyor. İ l k iki s a y ı y a genel olarak bakılacak olursa, (editörün fikrinin aksine) b i r i n c i s a y ı d a k i derlit o p l u l u ğ u n İkinci s a y ı d a b i r dağılmaya yüz tuttuğu s ö y l e n e b i l i r . Bu d a ğ ı l m a , karmakarışıklığa varma tehlikesi göstermese, b ö y l e s i n e iyi d ü ş ü n ü l m ü ş , güzel bir t e ş e b b ü s e h e n ü z ikinci sayısında eleştiri y ö n e l t m e k acele sayılabilirdi... Mart sayısında Ali B u l a ç ' ı n " K i t a p " b a ş l ı k l ı yazısı, m ü s l ü m a n l a r m kitaba bakışını irdeliyor, "bizi nurla aydınlatan" kitaplarla, "kitap haysiyetini k a z a n a m a m ı ş n e s n e l e r i " iyi ayırt edebilmeye çağırıyor. İkinci sayıda Mustafa Kutlu'nun "Okumak" ü z e r i n e k a l e m e aldığı n e f i s d e n e m e ve .İsmet ö z e l ' l n . İ k b a l ' i ve " İ s l â m ' d a Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu" adlı eserini konu edinen yazı dikkate değer.


nettir. Bu yüzden İslâm kültür tarihini araştırmak isteyecekler için hadis ilmi, müracaat edilmesi gereken vazgeçilmez bir kaynaktır.

6. G ü n ü m ü z d e H a d i s ve S ü n n e t ' e D u y u l a n İhtiyaç: İslâm dini, b ü t ü n z a m a n l a n ve mekânları kuşatan cn son ve mütekâmil bir din olduğuna göre, o n u n vaz' ettiği prensipler d e her yerde ve ç a ğ d a geçerliliğini koruyacaktı. Şartların ve ihtiyaçların değişmesiyle, teferruata ilişkin bazı hususlarda değişikliklerin beklenmesi normal olmakla beraber, esas prensiplerin, başka bir deyişle özün muhafazası mecburi idi. Öyleyse, z a m a n l a gelişen v c değişen hayat şartlarının hızla a r t a n ekonomik ve teknolojik imkânların d o ğ u r d u ğ u yeni problemlerin ç ö z ü m ü n d e hadis ve sünnetin rolü ne olacaktı? Asırlar sonra ortaya çıkan meseleler için H z . Peygamber s.a.s.'in bir çözüm önermesi düşünelemeycccğine göre ne yapılması gerekiyordu? İslâm t o p l u m u n u n sünnete bağlılığı b u r a d a kendisini göstermelidir. Ç ü n k ü hangi devirde olursa olsun K u r ' a n - ı Kerim ve Hz. P e y g a m b e r ' i n getirdiği prensipler ışığında b ü t ü n problemlere çözüm bulmak m ü m k ü n vc aynı z a m a n d a zaruridir. İşte İslâm toplumunun yüzyüze geldiği çeşitli p r o b l e m l e r karşısında müslümanların K u r ' â n ' d a n ve O ' n u n açıklaması olan hadis vc sünnetten hareketle yeni çözüm yollan araştırmaları ve b u n l a n o n l a n n Peygamberlerine bağlılıklarının başka bir deyişle, sünnet vc hadisin asırlar boyu İslâm toplumu üzerinde eksilmeyen etkisinin göstergesi olacaktır. Bu noktada halkımızın sünnet anlayışı üzerinde de bir parça d u r m a k istiyor u m . Bu anlayış d a r kapsamlı olduğu kadar, sünneti bazı şekil hususlara m ü n hasır kılma tehlikesini d e taşımaktadır. Şöyle ki; sünnet denilince ilkönce, namazın sünnetleri, ç o c u k l a n n sünnet edilmesi, sakal bırakılması, d u a d a ellerin nasıl tutulacağı gibi m ü ş a h h a s ve ilk planda

göze ç a r p a n hususlar akla gelmektedir. Şüphesiz b u n l a n n her biri sünnet olmakla beraber, b u n l a n d a içine alan küllî bir sünnet m e f h u m u üzerinde d u r m a k gereklidir. Buna göre Hz. P e y g a m b e r s . a . s . ' i n bi'setten ö l ü m ü n e k a d a r geçen 23 senelik hayatı b ü t ü n yönleriyle, O ' n u n sünneti olarak telakki edilmelidir. Bu m e y a n d a O ' n u n devlet idaresi, savaşı, banşı, insanlarla ilişkisi gayr-i müslimlere karşı t u t u mu, müsamaha ve merhameti, dürüstlüğü, a h d e vefası, e m î n oluşu, sade yaşantısı, K u r ' a n ' ı açıklama ve yeni meselelere çözüm b u l m a tarzı, insanlar arasında h ü k ü m verme şekli, sosyal faaliyetleri, herkesin anlayış seviyesine göre davranış^ AJlah'-in.emirlerinden taviz vermeden fak?t meseleleri de zorlaştırmadan leBTığde b u l u n u ş u , şefkati, nezaketi, velhasıl bütün yönleriyle topyekün hayatı, bizim için uyulması, örnek alınması gereken bir sünnettir.Zaten Cenab-ı H a k , "sizin i(in Allah 'ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır b u y u r m u y o r m u ? Ö y l e ise sünneti, şeklî olduğu k a d a r icrası d a kolay olan bir iki şeye inhisar ettirip, dikkatleri vc m ü n a kaşalan b u n l a n n üzerinde yoğunlaştırmak ve y u k a n d a sadccc bir kaç tanesini saydığımız tatbiki zaruri, fakat o nisbette insan iradesine matuf daha önemli hususlan göz ardı etmek m ü s l ü m a n l a n n meselelerini çözmede hiç de tutarlı ve^ıkar bir yol değildir. Yüce P e y g a m b e r ' i n ferdî ve içtimaî hayatından elde edeceğimiz a n a prensipler bu g ü n müslümanların karşılaştıklan bir çok problemi çözmede son derece faydalı ve yol gösterici olacaktır. Hz. Peygamber s . a . s . ' e bağlılık, O ' n u n istediği ve örneğini verdiği insan tipine uygun olarak yaşamaksa, müslümanların bu anlayış d o ğ r u l t u s u n d a yaptıklan b ü t ü n faaliyetler, O ' n u n sünnetinin g ü n ü m ü z d e hâlâ canlı bir şekilde yaşadığının ve etkisini s ü r d ü r d ü ğ ü n ü n açık bir delili olacaktır. O halde geçmişte olduğu gibi g ü n ü m ü z d e d e H z . Peygamber s.a.s» 'in hadis ve sünneti, hiç bir müsl ü m a n ı n vazgeçemeyeceği ve müstağnî kalamayacağı bir m ü r a c a a t kaynağıdır.

42


Medine-i Münevvere'ye Veda E y meh-i b u r c - ı r i s â l e t ey şeh-i â l e m - m u t â Katre-i ş e b n e m gibi m i h r û n l e b u l d u k i r t i f â Ayn-ı u ş ş â k a g e l ü r k e n n u r - ı z a t ı n d a n ş u a Hayli m ü ş k i l d ü r f i r a k u i n f i s â l u i n k ı t a Geldi ruz-ı f ü r k a t . o l d u k â r - i r i h l e t i s t i m â E l v e d a u elveda u elveda u elveda

Ey ç e h â r e r k â n - ı d i n ü ç â r y â r - ı k â m - b i n E y g ü l i s t a n - ı ş e h a d e t g ü l l e r i Âl-i g ü z i n Adı güzel k e n d ü güzel ş â h i d i n - i ş â h ı d'ın E y b u y e r l e r d e y a t a n Ashab-ı H a y r ü l - m ü r s e l ı n Evvelin ü âhirin ü tayylbin ü tâhirin Elvedâ u elvedâ u elvedâ u elvedâ

D o ğ m u ş i k e n b a ş u m a s a y e n d e devlet g ü n l e r i Gül gibi g ö n l ü m a ç a r k e n m a h - ı r a h m e t g ü n l e r i N â g e h a n e r d i k ı y a m e t gibi h a y r e t g ü n l e r i Ayrılık e y y a m ı , h i c r a n v a k t i , f ü r k a t g ü n l e r i . Ya R e s u l a l l a h bizi y a k t ı b u h a s r e t g ü n l e r i Elvedâ u elveda u elvedâ u elveda

Cem o l u r l a r z â l r i n - i türbe-1 F a h r - i c i h â n Dağılurlar âkıbet. manend-1 âh-ı âşıkân Geldügi y e r e g i d e r l e r c a n gibi p i r ü c e v a n Gökte b u l u t l a r y ü r ü r , y e r d e k ı t â r - ı k â r b â n H e r b i r i n e â h u z â r ile o l u r vlrd-1 z e b a n " E l v e d â u elvedâ u elvedâ u e l v e d â "

Cennet-i k ö y ü n o l u p t u r ehl-i d ü n y a d a n ı r a k Varamazlardı kapuna olmasa a ş k u n burak Yolumuz sahrâ-yı gam. dir pür-elem. menzil uzak Doymak olmaz görmege. gitmez gönülden iştiyak Elfirâk u elfirâk u elfirâk u elfirâk Elvedâ u elvedâ u elvedâ u elvedâ

Rûz-ı r i h l e t o l d u g i t t ü m Şâm-ı g u r b e t t e n y a n a Yola d ü ş t ü m n â l e ü â h ile m a n e n d - i s a b â Yol gibi b o y n u m b u r u p k a l d u m garıb û m ü p t e l â D ü n d ü m ey YAHYA ı r a k l a r d a n d e d ü m , e t t ü m dua " E y R e s û l ü n T ü r b e s i , ey Şehr-1 F a h r ü ' l e n b i y â Elvedâ u elvedâ u elvedâ u e l v e d â "

Mülk-i d ü n y a pâdişâhı, âhiret sultanısın On s e k i z b i n â l e m ü n b i r ş â h - ı â l i - ş a n ı s ı n Ü m m e t ü n aytiına H a k k ' u n nokta-ı gufranısın Başına d e r m a n ı yok biçâreler Lokmanısın M i h r - i devlet â s u m â n ı s ı n , ş e f â a t k â n ı s ı n E l v e d â u elvedâ u elvedâ u elvedâ

T a ş l ı c a l ı Y a h y a Bey 43


M

Mehmet YAŞAROĞLU îslâm"; Allah'ın bu dinini insanlığa tebliğ ettiği için de Hz. Muhammed s.a.s., "Âlemlere rahmet olarak gönderilen" son peygamberdir. Hz. Peygamber'in peygamberliğinin 13 yüı Mekke'de geçti. Daha sonra, Allah'ın emriyle Medine'ye hicret etti. Burada İslâm Devletl'ni kurdu. Bunun için "îslâm Devleti"nin"ilk müesseseleri burada kurulmuştur: İlk mescit, ilk başkent, düşmanlara karşı savunma apmak için ilk mevziler, insanlığa slâm'ın öğretilmesi için ilk açık i öğretim müessesesi hep burada teşekkül etmiştir. Bütün bunlar Medine'nin taşında, toprağında müslümanlar için çok önemli mânâların gizli olduğunu göstermektedir. Bütün bu hususiyetlerinden dolayı, Hz. Peygamber'den sonraki devirlerde, dört halife, Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde Medine'ye özel bir önem verilmiş bilhassa Mescid-i Nebevi

ekke, Medine ve Kudüs, müslümanlar için asırlardan beri büyük önemi olan, Allah elçileri peygamberlerin, Hakk'ı tebliğ ettikleri; insanlığa numune bir hayatı ortaya koydukları ve her bir taşında, toprağında binlerce mânânın gizli olduğu şehirlerdir. Mekke, tâ Hz. Âdem'den; Kudüs, Hz. Süleyman ve babası Hz. Davud'tan; Medine ise Hz. Peygamber'den geriye kalan binlerce hatıra ile doludurlar.

'İlk'ler Şehri Daha önceki peygamberlere gelen şeriatları da içinde bulundurması, insan hayatı için gerekli bütün hususları ihtiva etmiş olmasından dolayı "Allah katında yegâne din 44


Bir Zamanlar Medine

AW<*r«/ //

bulunduğu "Surre Alayları"nın ve hac kafilelerinin, beraberlerinde Mekke ve Medine'deki mescitlere, emirlere, fukaraya hediyeler göndermeleri, o beldelere gösterilen ehemmiyetin delilidir. Hele asrımızın başlarında II. Abdulhamid Han'ın, ucsuz-bucaksız çölleri aşarak, en az üç bin kilometrelik Hicaz demiryolunu yaptırmış olması, müslüman ülkelerin bugün bile gerçekleştiremedikleri, hiç unutulmayıp, takdirle anılması gereken bir teşebbüstür.

başta olmak üzere, Hz. Peygamber'in namaz kıldığı diğer mescitler, savaşların cereyan ettiği yerler ve sahabilerin medfun bulunduğu mezarlıklar, asırlarca dikkatle korunmuştur.

Yakın Tarihte Gördüğü Önem Yakın tarihimizde, sadece ecdâdımızın bile buraya yaptıkları hizmetler ne yazmakla, ne de anlatmakla biter. Anadolumuzdaki eski vakıf eserlerin vakfiyelerine baküdığında. hemen hemen bir çoğunda, vakıf gelirlerinin bir kısmının Medine ve Mekke'deki mescitlere ve ihtiyaç sahiplerine ayrüdığı görülür. Ayrıca her Şaban ayında, padişahların özel olarak hazırlatıp, başlarında Surre Emini'nin

Osmanlının Zarafeti Yapılan bütün bu hizmetlerin dışmda, Medine ve Mekke'de bulunan mescitler, zamanlarındaki en modern yapı teknikleri ile inşa ve tamir edilmiş, bunların tarih içindeki sundukları mânâlar dikkate alınarak, eski yapıların özelliklerinin 45


bozulmamalarına dikkat edilmiştir. Meselâ: Kabe'nin etrafına yapılan ve halen mevcut olan revaklı kısımların, Kabe'den yüksek olmamasına dikkat edilmiştir. Medine'deki Mescid i Nebevi ise, Hz. Peygamber ve sonraki dönemlerde yapılan ilavelerle oldukça genişletilmiş, buğun burayı gezerken, dikkatlice bakılacak olursa hemen hemen bu ilavelerin hangi kısımlar olduğu görülür. Halen Osmanlının yaptırdığı kısımda bulunan her sütunun dili vardır. Bunların renkleri, sütun başlıkları, yükseklikleri, üzerindeki yazıları hep ayrı ayrı mânâlar ifade etmektedirler. Hz. Peygamber'in "Benim evim (kabrim) le mimberimin arasındaki yer cennet bahçelerinden bir bahçedir." buyurduğu kısmın sütunları beyaz, diğer sütunları ise bir başka renktedir. Ayrıca mescidin Hz. Peygamber dönemindeki yüksekliği sütunlara konulan işaretlerle belirtilmiş, Hz.

Peygamber zamanındaki mescidin genişliği. Hayber'in fethinden sonra yapılan genişletmeler v.s. hep bu sütunlara bakılarak anlaşılabilir.

Bugün Mescid-i Nebevi için gösterilen titizlik diğer mescitlerde de vardı. Meselâ; şimdi yıkılmış bulunan Kubâ Mescidi'nin eski şeklinde, "Üssise' âyetinin nazil olduğu yerde bir kitabe bulunmaktaydı. Bugün bu yoktur. Kıbleteyn Mescidi de bugün eski tarihi vasfını kaybetmiştir. Bugün Medine'de yapılan mescitleri modernleştirme çabaları aynı titizlikle ve dikkatle yapılmamaktadır. Nitekim Kubâ Mescidi ve Kıbleteyn Mescidi yıkılmış,yerlerine inşa edilen yapüar, tarihi durumlarını muhafaza etmemektedir. Osmanlı döneminde Uhud ve Hendek harblerinin yapıldığı 46


yerlerde inşa edilen, içlerinde yıllarca nöbetçi askerlerin bulunduğu kaleler de bugün belli belirsiz yıkıntı halindedirler. Hicaz Demiryolu'ndan ise iz bile kalmamış. Giderseniz halen Medine'de, Anbâriye denilen yerde bulunan gar binasmı pek mahzun görürsünüz. Geride kalan sadece istasyonun adını belirleyen sülüs yazılı kitabesi ile, yanmış bir binanın içinde, kapısı, penceresi dağılmış, yülar öncesinin hatıralarını taşıyan üç adet harap lokomotif.

Medine'yi ziyarete gelenlerin ikâmet etmeleri için yapümış ribatlar ile bütün bunlara gelir temin etmek İçin yapılmış vakıf binaların,maalesef bugün bir çoğu kaybolmuş, bazıları da ilgisiz durumda bulunmaktadırlar. Meselâ Arif Hikmet Kütüphanesi, Beşir Ağa ve Şifa Medreselerimle Erzurum Ribatları bunlardan bazılarıdır.

'Fotoğraflarla Medine" Bütün bu ihmaller tarih sevgisinin yeterli olmadığını gösterdi. Yeni yeni başlayan, eski Medine'yi belirleme çalışmaları ise yetersiz durumda. Geçtiğimiz aylarda Medine'de Sheraton Oteli salonlarında sergilenen, "Fotoğraflarla Medine" sergisini gezdiğimizde, önümüzdeki yıllarda Medine'de yapılması düşünülen inşaat ve düzenlemelerin durumunu gördük. Bu arada bir de eski Medine'yi

Medrese ve Ribatların Durumu Yine çeşitli zamanlarda Medine'de bulunan bazı zevât tarafından, talebe-i ulumun ikâmeti ve ilim tahsili için yaptırılmış olan medrese ve kütüphaneler; çeşitli yerlerden gelip mücavir olarak yaşayanların ve 47


yayınlıyoruz. Bunlar siyah beyaz fotoğrafların sonradan renklendirilmesiyle meydana getirilmiş ve 1330/1911 tarihinde, Kazan'lı Cedit Abdurrahman tarafından tab ettirilmiştir. Medine fotoğraflarının üzerindeki ifadelerden anlaşıldığına göre bunlar. Medine'nin bundan 75 yıl önceki umumi manzarasını (Fotoğraf I), Mescid-i Nebevi'nin içten görünüşünü (Fotoğraf II), Askerlerini (Fotoğraf III) ve Medine'ye gelen ziyaretçilerin develerinin konakladıkları yerleri (Fotoğraf IV) göstermektedir. Bir fotoğraf da Arafat'ın umumi manzarasını (Fotoğraf V) sergilemektedir. Bu bir kaç fotoğraf büe bize. Medine-i Münevvere'nin eski durumu hakkında bir fikir vermekte, birçok tarihi yapının ise kaybolduğunu göstermektedir.

gösteren resimler bulunmaktaydı. Bunların da en eski tarihlisi 1938 yılına aitti. Bir fotoğrafta da Kubâ Mescidi'nin eski mütevazi yapısı görülmekteydi. Medine'nin eski durumunu gösteren bu fotoğrafları görünce, istedik ki. daha eski tarihli fotoğraf ve gravürlerin de burada sergilenerek, şehrin mütevazi durumu hakkında bir fikir sahibi olunabilsin. Biz bu düşüncemizin bundan sonraki senelerde gerçekleşeceği kanaatindeyiz.

75 Yıl Önce Biz bu meyanda, Medine'nin eski durumunu gösteren dört adet; Arafat'ın durumunu gösteren bir adet kartpostal tesbit etmiş bulunmaktayız. Şimdiye kadar hiç bir yerde yayınlanmamış olan. belge niteliğindeki bu fotoğrafları 48


İslâm Düsürıcesi ve Aristo Mantığı Mahmut KAYA Bilindiği gibi, Hz. Muhammçd s.a.s'in peygamber olarak yaşadığı yirmiüç yıl zarfında Kur'an ayetleri" inmeye devarn ediyor, İslâm toplumu dinî, hukukî, ahlâkî ve sosyal alanlarda ortaya çıkan problemlerinin çözümünü K u r ' a n ' d a bulabiliyordu. Ayrıca yeni bir d u r u m karşısında herkes doğrudan Hz. Peygamber'c başvurma imkânına salıip bulunuyordu. Böylece ortaya çıkan her yeni problemin cevabını yeni indirilen ayetlerde bulmak mümkün oluyordu. Yirmiüç yıl devam eden bu mutlu dönemde müminler, İslâm'ın ruhlara sunduğu ilâhî ncş'eyle dinî bir vccd vc heyecan içinde, hayatlarından son derece memnun, fikir ve gönül Birliği içinde yaşıyorlardı, fslâm'ın bu ilk safvet döneminde -ferdî zevk vc temâyüllerin dışında- müslümanlar arasında hiç bir inanç vc düşüncc ayrılığından söz etmek mümkün değildir İslâm toplumunda görüş ayrılığına yol açan ilk ciddî olay hilâfet meselesidir. Hatırlanacağı gibi Hz. "Peygamber vefar edince (11/632) Medine'li yerliler (Ensar) ile Mekke'li muhacirlcr (Muhâcirûn), devleti yönetmek üzere peygamberin yerine geçecek olan halifenin kendilerinden olmasını istiyorlardı. JDinî olmaktan çok siyasî vc sosyal, bir maiuyct ar«xje»T5u~ <>!.ı\ Hz. Ebu Bekir r.a'iıı halife seçilmesiyle çok kısa bir zamanda çözüınlcnmişsc de. sonradan "Şiilik" gibi bir mezhebin doğmasına yol açtığı için önemli bir olandır,. _ İkinci halife H z . Ö m e r r.a devrinde İslâmiyet, Arap yarımadasının hudutlarını aşmış İran, Irak, Suriye, Filistin. Doğu Anadolu ve Mısır gibi çok geniş ülkeler İslâm coğrafyasına katılmıştı. Fethedilen bu bölgeler, eski çağlardan beri çeşitli din, mezhep ve felsefî fikirlerin arenası halindeydi. Mesela İran'da Mazdaism ve Maniheism'den başka hepsi de İran'daki dualism'in yorumuna dayanan birçok mezhep bulunmaktaydı. Diğer yandan felsefi düşünce, kurulduğu tarihten ( M . O . 306) itibaren Hcllcnistik kültürün cn önemli merkezi d u r u m u n d a olan İskenderiye

49

Okulu kanalıyla Akdeniz havzasına ve O n a Şarka yayılmış durumdaydı. Özellikle Milâttan sonra ikinci yüzyılda başlayıp altıncı yüzyıla kadar devam eden ilk patristik felsefe, kilise okullarında vc manastırlarda Kilise Babalan tarafından tedris edilmiş ve böylece felsefe dinî bir renge boyanmıştı. Artık İslâm Coğrafyası'nın birer parçası olan Mezopotamya bölgesindeki Süryaniler arasında yeni-pîatonculuk; iran'ın Cündişapur şehrinde Anuşirvan (521-579) tarafından kurulmuş olan tıp okulunda ycni-platoncu felsefeyle beraber İran ve Hind düşünceleri okutuluyordu. Yukarı Mezopotamya'dakı Harran şehrinde yaşayan paganlar (sabiiler) arasında ise matematik \'e astronomi gibi pozitif ilimlerin yanısıra ycni-platoncu vc yeni pthagorculuk yaygın haldeydi. Buralarda yaşayan halkın çoğu müsiümanlığı kabul etmiş, kabul etmeyenler de İslâm'ın tanıdığı engin din vc düşüncc hürriyetinden âzami şekilde yararlanarak müslümanlarla birlikte içiçe yaşıyorlardı. Şu bir gerçek ki. çarpışan iki araçtan hızı daha çok olan d i k e r i n i sürüklerken, kendi hızını vc şeldjğLd^iftinrTTBirolayV nasıl normal bir fizik hadisesiyse, b i n d i n i n vc b i r k ü l t ü r ü n d e -ne kadar güçlü vc hcyecanlı olursa olsun- h ü k ü m r a n l ı ğı altına aldığı d i n ve kültürlerden etkilenmesi o k a d a r tabiî vc n o r m a l b i r sosyal hadisedir. Böylesine çok vc çeşitli dinlerin, mezhep vc felsefi düşüncelerin yaşadığı bölgelere yayılan İslâmiyet'in de fikir planında uzun süre kendi birlik vc homojenliğini koruması kolay değildi. Fakat biz burada, müslümanların Hellenistik kültürle olan ilişkileri konusuna değinmeden önce İslâm'ın kendi iç bünyesinde meydana gelen ilk fikir hareketlerinin hangi problemler üzerinde gelişip yoğunlaştığını ve sistematik akıl yürütmenin nasıl başladığını kısaca özetlemek istiyoruz. Hemen ifade edelim ki, İslâm dünyasında fikir hareketlerinin öncüleri, dinî nasları akılla tevil ve tef-


2 emen ifade edelim ki, İslâm Dünyası 'nda fikir hareketlerinin öncüleri, dinî nasları akılla tevil ve tefsire çalışan, islâm inançlarını rasyonel bir temele oturtmak isteyen kelamcılar olmuştur. sirc çalışan, İslâm inançlarınıraşyongl bijLjcrncle myl^F-^İTrn^ur Kelâm'* aiı "'meseleler daRîrSafiabc döncmin3eiârtışılmaya başlanmış vc yüzclli yıl sonra.Abbasi Halifesi Harun erRcşid'in (İ 70-193/786-809) döneminde ketim tam bir iîîm haJîrhle teş^tüTcnniSti: Çünkü Tari^mayn îâP Tnruhnri5nnneseîcyc. çeşitli nesiller farklı boyutlar kazandırarak zamanla ayrı ayrı kelâm okulları (fırkalar) o r t a y a çıkıyordu. Meselâ üçüncü halife^Hz. O s m a n r-a'ın şehid cdilmesi T Hz. Ali r.a. ile H z . W u a v i y c r.a. arasında cereyan eden savaşlarda her iki taraftan ölenlerin d u r u m u ve bu cinayetlerde sorumluluğu bulunanların dinî ve hukukî statüleri tartışma konusu olmuştur. ''Büyük g ü n a h " kavramı üzerinde yapılan bu münakaşalar sonucunda, büyük günâh işleyeni kâfir savarı Hariciler, fibıkteûnahk'ıı m ü m m j saydın Fhl-i"sünnet (selefiye) ve Hana sonraki bir tarihte ortaya çıkarak büyük günah işleyeni ne mümin, ne ile kâfir (el-ıneıızile bcyne'l-menzilcteyn) sayan M J t e z i l c ' y İ görmekteyiz Ayrıca, birinci hicri yüzyıl sona ererken İslâm toplumunda, üzerinde tartışılan cn önemli konunun "irade hürriyeti" dinî terimiyle " k a z a ve k a d e r " problemi olduğu şüphesizdir. Tarih boyunca insan düşüncesini meşgul edenTju mesele, dinî olduğu kadar felsefî, ahlâkî ve sosyolojik boyutları olan bir meseledir. Konu üzerinde tartışmalar sürüp giderken insan iradesinin hür olduğunu savunan M â b c d clC u h c n î ( 8 0 / 6 9 8 ) ile G a y l a n cd-Dımaşkî (105/722)'nin temsil ettikleri ve sonradan Mu'tczile'nin de benimsediği bu görüş mensuplarına " K a d e r i y e " adı verilmişti. İrade hürriyetini inkâr eden C e h m İbn Safvan (128/745)'in temsil ettiği kelâm okulu ise " C c h m i y e " veya " C e b r i y e " (Fatalism) adıyla anılacaktır. Daha sonra Hicri üçüncü, Milâdî onuncu yüzyılda yaşamış olan E b u ' l H a s a n cl-Eş'ari (324/936) gelerek irade konusunda orta yolu savunacak ve temsil ettiği fikir " E ş ' a r i y e " adını alacaktır. Buraya kadar satır başı halinde geçtiğimiz ' 'büyük g ü n a h " vc "irade hürriyeti" problemleri ve temas etmeğe imkân bulamadığımız vc kelâm'ın cn önemli konularından olan "tevhid", " i m a n " vc "ilâhî sıfatlar" gibi meseleler etrafında gelişen ilk fikir hareketleri, tez vc antitez olarak kaynağını K u r ' a n ve Sünnetten almıştır. Özellikle bu meselelerde yabancı kültürlerin direkt olarak etkisinden sözetmek oldukça güçtür. Gerçekte bu gibi problemler bakımından çeşitli din ve kültürler arasında bir benzerlik veya paralellik kurmak her zaman için mümkündür.

Bize göre bunlar beşeriyetin ortak meseleleridir ve akıl için daima yol birdir. Zaten şu lacivert kubbe altında söylenmedik söz mü kalmıştır! Bununla beraber İslâm'la sistematik aklî tefekkürün zaruretler neticesinde ortaya çıktığı bilinmektedir. Nitekim ınüslümanlığı kabul eden birinin, tümüyle eski inançlarından kopamaınası. İslâm'ı dejenere etmek için dine sokulmak istenen bazı bidatlann ortaya çıkması, İslâm karşısında yenik düşmeyi bir türlü içlerine sindiremeyen daha çok İran kültürüne bağlı bazı " Z e n â d ı k a " ve " M e l â h i d e " hareketlerinin görülmüş olması; müslümanlarla Hıristiyan nastûrîler arasında cereyan eden teolojik tartışmalar ve İslâm toplumunun kendi içinde ortaya çıkan bazı problemler, sistematik tefekkürün başlamasında vc Kelârn'ın teşekkülünde itici faktör olmuştur. Zaten Kelâm ilminin şu tarifinden de, onun konusunu ve gayesini tespit etmek mümkündür: " K e l â m , vahiy ile sabit olan dinî inançların d o ğ r u l u ğ u n u akıl vc m a n t ı k yoluyla isbat etmek, bu k o n u d a o r t a y a çıkan şüphe vc tereddütleri gidermek, İslâm'a sokulmak istenen bidatlarla mücadele etmek ve hasımları t a r a f ı n d a n İ s l â m ' a yöneltilen eleştirilere bir metot dahilinde cevap vermekten i b a r e t t i r . " Burada şöyle bir soru hatıra geliyor: Her ilmin dayandığı bir mantık vc kullandığı bir ınetoı bulunması gerektiğine göre. acaba Aristo mantığının kelâmcıtar üzerinde ne gibi bir etkisi olmuştur? Hemen ifade edelim ki. İslâm'ın rasyonalist filozofları olarak bilinen ve yabancı fikirlere cn çok açık olduğu iddia edilen Mu'tezile kclâmcıları. daima fikir hareketlerinin merkezini teşkil ettikleri halde, mezhebin kurucusu sayılan Vâsıl İbn Ata (130/748Vdan itibaren v c o n u temellendirip geliştiren Ebu'l-Huzcyl el-Ali ât (228/849)'a kadar tam bir asır boyunca mantık ve felsefe terimlerine pek rastlanmaz. Oysa O r g a n o n ' u n ijkjjç kitabı ile Porphvrius'un ( ö f 3 0 İ Y İ s â ğ ü n ^ \ T P sag..-- İbnu l M u k a f f a ' ( I 4 >/7V>, t.ı.-afındaıı IV], levî dilinden (eski Farsça) Arapça'ya teıcmne'cfilîîuşıu HaIife~Mc'mwn 2I8/8 Î3 . • iurduğu B e y t u ' l Hikmc'dcki tercüme faaliyeti sırasında ise Orgaııon'un tamamı tercüme edilmiş; hatta KclAııı'.daıi-lilscfer ye geçişi sağlayan ilk Mcşşâi filozofu «4-Kindi (2 '">07873) mantık alan ında sekiz eşer kaleme al inişli. Buna rağmen Aristo Mantığı onikinci yü/.yifin sonlarına kadar İslâm toplumunda genel bir kabul görmemiştir. Bunun sebeplerini biraz sonra göreceğiz. Genellikle Batılı oryantalistler İslamada aklî tefe k k u rü ( r as y o n. 11 i / j n) Yıı n a n FeJse I e s i' n i n u:dk i ki v«> onun jjcclâmc ı la r ı arafından kıgmLkabiilü île "başla-


A • . . . . . . . l( -tJL risto 'nun llk Muharrik" diye nitelendirdiği ve kendi zatından başka hiçbir varlığı tanımayan âtıl ve pasif tanrı anlayışıyla islâm 'daki her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten, her an varlığa müdahelesi söz konusu olan Allah inancının bağdaşmasına imkân yoktu. Ayrıca Aristo'nun monoteism'i tam anlamıyla politeism *den kurtulmuş ve arınmış sayılmazdı. tırlar. Ama anık bugün ilmî araştırmalar gösteriyor ki, kclâmcılar. aklî istidlâllcrinde metot olarak fıkıhcıların kullandığı metodu kullanmışlardır. Daha Hz. -Peygamber devrinde başlamış olan re'y ile içtihad (elictihad bi'l-rc'y) metodundan, iki asır gibi uzun bir müddet îslâm H u k u k u ' n u n (fıkh'ın) tedvininde istifade edilmiş ve sonra İ m a m Şifi» (204/819) tarafından Usulu'l-Fıkh adıyla bir hukuk metodolojisi; eğer tabir yerindeyse bir.İslâm mantığı vaz'edilmiştir, Fıkıh usulü'ııüıı fıkıhla olan ilişkisi mantığın felsefeyle olan ilişkisine benzetilebilir. Bilinmeyeni bilinenle mukayese (kıyasuTgâıb alc'ş-şâhid) ederek hüküm çıkarma metodu, henüz Aristo mantığı bilinmezken hem fıkıheılann ve hem dc kelâmcıların kulandıkları bir metoddu. Dolayısiyle pratik hayatın icabı olarak Sahâbe devrinden beri fıkıh, İslâm dünyasında merkezî-ilmî bir disiplindi. Kclâmcılar da fıkıh alanında tahsil görmüş ve böylece hukuktaki sistematik akıl yürütme ilkesini kelâmda kullanmışlardır.

tanımayan âtıl ve pasif tanrı anlayışıyla İslâm'daki her şeyi bilen vc her şeye gücü yeten, her an varlığa müdahelesi söz konusu olan Allah inancının bağdaşmasına imkân yoktu. Aynca Aristo'nun monoteism'i tam anlamıyla Grek politeism'inden kurtulmuş ve annmış sayılmazdı. O ' n u n eskataloji hakkındaki düşünceleri ile ruhun ölümsüzlüğü konusundaki görüşleri tam bir belirsizlik arzediyordu. Bütün bu önemli hususlar dikkate alınacak olursa kelâmcıların, böyle bir metafiziğin dayandığı mantığa karşı çıkmakta ne kadar haklı oldukları daha iyi anlaşılır. Zira onlar, bu mantığın metafizikle olan ilişkisini, özellikle Aristo kategorilerinin ontolojik değer ifade ettiği konusunu tanışmışlardı. Burada bir başka hususu daha hatırlatmamız gerekiyor: Kclâmcılar, fizikte atomizmi benimsedikleri için Aristo'nun statik fizik anlayışına da karşıydılar. Çünkü onun fiziği metafizik için bir başlangıç ve bir hazırlık niteliği taşımaktaydı. Onikinci yüzyılın sonlarına kadar devam eden bu anlayış, bir Eş'arî kelâmcısı olan ünlü Gazzalî (505/1111) tarafından kınlmış ve hukuk metodolojisi alanında yazdığı " c l - M u » t a s f a " adlı eserinin giriş kısmında " m a l t t ı k b i l m e y e n i n ilmine güven o l m a z " diyerek İslâm dünyâsında Aristo mantığını "meşrulişurmıştır. Netice olarak denebilir ki, İslâm düşüncesinin teşekkülü vc İslâm dünyasında ilk metodik akıl yürütme, Mu'tezilc kelâm okulu etrafında başlayıp gelişmiş ve Aristo mantığı Gazzalî'ye gclinceyc kadar, felsefe okulları dışında genel bir kabul görmemiştir.

Şimdi gelelim "Kclâmcılar Aristo mantığına niçin karşı çıktılar?" sorusunun cevabına: Bu sorunun cevabını aşağıda zikredeceğimiz bir kaç hususta bulmak mümkündür. Bize göre kelâmcılar temelde Aristo metafiziğine karşıydılar; çünkü Kur'an'ın getirdiği ilahî hakikatlarla Aristo metafiziğinin birbirine zıt olduğunu biliyorlardı. Nitekim Kur'an, âlemin, Allah'ın hür vc mutlak iradesiyle yoktan ve hiçten yaratılmış olduğunu bildirirken, Aristo âlemin ezelî ve ebedî olduğunu söylüyordu.' Aristo'nun "İlk M u h a r r i k " diye nitelendirdiği ve kendi zatından başka hiçbir varlığı

51


r

İslâm Düşüncesi ve Yeni Çağa Etkisi Meselesi İsmail K I L L I O Ğ L U

|

SUMMARY

ÖZET

'.slamic thought has been preserved as a rich and JLslâm düşüncesi, b ü t ü n i n s a n l a n n , h e r / a m a n projaund inspiration for ali people and ali times. için yararlanabilecekleri engin ve geniş bir Because oj this, islam ıvas easily able to ajfect zenginlik kaynağı olma niteliğini k o r u m u ş t u r . / Bu b a k ı m d a n tarih içinde çeşitli z a m a n ve other thought s in othtr times and regions, Western thought is such a case and the dimensions oj islam 's bölgelerde karşılaştığı düşünceleri etkilemede influence have not yet been fully determined. Although zorlanmamıştır. Batı düşüncesi de b u n l a r d a n ıvestern thought was injluenccd by islamic thought it biridir ve bu etkinin sınırları ve boyutları dijjers from it in regard to its origin and character. aslında b ü t ü n ü y l e tesbit edilmiş değildir. Bununla birlikte, batı düşüncesi, İslâm After 500 years oj domınance, il is understood düşüncesinden etkilenmiş olmasına r a ğ m e n , t hat ıvestern thought ojfers little hope jor the juture oj mahiyet vc özellikleri b a k ı m ı n d a n farklıdır. hurnanity. It has also been ıvell understood that islam Batı düşüncesi beşyüz yıllık bir u y g u l a m a d a n can juljill the expectations oj hurnanity. Müslim sonra anlaşılmıştır ki, insanlığın geleceği için seholars should study and discuss islamic knoıvledge in u m u t olma özelliğinden y o k s u n d u r . İnsanlığın relation to today's problems and needs. bu beklentisine İslâm düşüncesinin kaynaklık edebileceği anlaşılmıştır. İslâm düşünürlerinin meseleyi yeniden g ü n d e m e alarak tartışmaya ve incelemeye başlamaları z o r u n l u d u r .

52


D in 1 'hayat ve kudretin şahsî bir şekilde temessülü '' durumunda ortaya çıkar, Jertde özgür bir şahsiyet oluşur. Oluşan bu şahsiyet, ''kendini şeriatin kayıt ve şartlarından azad ederek (boşlayarak) değil, ancak kendi şuurunun (benliğinin) derinlikleri içinde şeriatın hakiki kaynağını'' bulur. 1. Genel Olarak Bir düşünceyi, sistem (dizge) olarak adlandırdığımızda, o n u n mahiyetinden kaynaklanan belli özellikleri taşıdığını d a kabul ediyoruz demektir. Ç ü n k ü bir d ü şünce dizgesi kendine özgü bir mahiyeti haiz olmalıdır ki, o n u n anlaşılmasında bu mahiyet, bağlayıcı bir görev üstlenebilsin. Ayrıca d ü ş ü n c e sisteminin mahiyetinin anlaşılabilmesi, kendini açığa vurmasını veya dış d ü n y a d a objektif nitelik kazanacak şekilde kendini belirginleştirmesini ger e k t i r m e k t e d i r . Bir b a k ı m a " g i z l i h a z i n e " 1 olan mahiyetin ortaya çıkarak (veya çıkartılarak) anlaşılabilir ve kavranabilir bir şekle dönüşmesi, d ü ş ü n c e dizgesinin bir gereği ve s o n u c u d u r . Düşünce dizgesinin anlaşılması bir şeyi d a h a gerektirmektedir, o d a d ü ş ü n c e dizgesinin mahiyetinden gelen özellikleridir. Gerçekten bir d ü ş ü n c e n i n mahiyetinin anlaşılması özelliklerinin b ü t ü n ü y l e tebarüz ettirilmesiyle y a k ı n d a n ilgilidir. Ancak bir d ü ş ü n c e dizgesinin özelliklerinin belirtilmesi, o düşüncc dizgesinin mahiyetinin d c aynı şekilde ve kısa yoldan belirlenmesini sağlamayabilir. Gerçekten düşünce dizgelerinin mahiyetlerinin anlaşılması d a h a u z u n ve d a h a farklı bir yöntemi zorunlu kılabilir. Ç ü n k ü mahiyet, özellikleri belirleyen teknik kavramlar, akıl y ü r ü t m e l e r , kıyaslamalar v.b: gibi usûle ait araçlar ile h e r z a m a n için k a v r a n m a yabilir. Öyle ki özellikleri dc aşan bazı dur u m l a r ı n , araçların varlığını zorunlu kılabilir. Başka söyleyişle özellikler, mahiyeti b ü t ü n ü y l e yansıtıcı bir görevi üstlenemeycbilirier, ama yine de düşüncenin mahiyeti kavranmış olabilir. Böyle bir dur u m d a k a v r a m a veya a n l a m a yetencklerinin,deyim ycrindeysc,mc£azi bir şekil de kullanıldıkları belirtilmelidir. Gerçekieysc, k a v r a m a veya a n l a m a yetenekleri d u yularımızdan vc aklımızdan kaynaklanan bir k a v r a m a veya a n l a m a yetenekleri olmayacaklardır. Pascal'ın " L o g i q u e d u

c o c u r " kavramıyla ifade etmeye çalıştığı bu olgu. çok öncelerden Gazali tarafından " i ç g ö z ü " veya d a h a yerinde söyleyişle " K a l b g ö z ü ' ^ n ü n , bir bakıma vasıtasız k a v r a m a veya anlamasını b u r a d a düşünebiliriz.

2. Düşünce Dizgesi ve Din: Bir anlayışa göre dini hayatı iman, düşünce ve marifet ya da irfan-ı hakikat' olarak üç evreye ayırmak m ü m k ü n d ü r . Üç evrenin ilki olan inıan evresinde, tinsel (manevî, ruhanî) hayatın f e n ve topluma ilişkin yönleri iman o l g u s u n u n b u y r u ğ u altında a n l a m kazandığı söylenmelidir. Bu evrede hayat, genel olarak topluluk veya millet seviyesinde, toplumsal, siyasî, iktisadî önemli değişimleri başlatm a ve yerleştirmede önemli işlevler yüklenebilir. Bu evrede hayat ferdî p l a n d a , yani ferdin iç evresinin d ü ş ü n c c oluşum u n d a daha yavaş seyredebilir. Fakat ferdin, iman evresinde uyduğu iman buyrukları o n u n içdünyasınııı d ü z e n e vc uyuma kavuşturulmasında önemli bir potansiyel hazırlığını d a gerçekleştirir. BöyIcce düşünce (tefekkür) evresine geçilir ki,, tinsel hayal, ö z ü n ü , evrenin esasını, «leyim yerindeyse metafizik boyutta a r a r vc k u r m a y a çalışır. Bunu üçüncü evre olan marifet (ya d a keşfetme) izler. İ k b a l ' e göre bu evrede metafizik yerini psikolojiye (ruhiyat) bırakır ve tinsel hayat m u t l a k hakikat ile doğrudan temas istek ve eğilimini d u y a r . Böylece d i n " h a y a t v c k u d r e t i n şahsî b i r ş e k i l d e t e m e s s ü l ü " d u r u m u n d a o r t a y a ç ı k a r , f e r t d c ö z g ü r b i r şahsiyet o l u ş u r . Oluşan b u şahsiyet, " k e n d i n i şeriatin kayıt ve şartlarından azad ederek (boşlayarak) değil, ancak kendi ş u u r u n u n (benliğinin) derinlikleri içinde şeriatın hakiki k a y n a ğ ı n ı " 4 bulur. Son tahlilde elde edilecek sonuç, dinin hayatın b ü t ü n l ü ğ ü n ü p a r ç a l a m a d a n , aksine hayatın a n l a m vc değerini bir yetkinlik (mükemmellik) vc bütünlük (külli,

53

Bir hodit-i kudsîde; "Ben. gizli bir hazine idim. Bilinmemi istedim. Halkı, bilinmem için yarattım." Duyurulduğu nakledilir. Ibn. Arabî, Fütuhat-ı Mekkiyc'de bu hadi» için "keşfen sahih" ancak 'naklen sabit değildir" derken, Suyuti "asılsız" okluğunu söyler. İsmail Hakkı Bursevi ise şu görüşü ileri sürer: 'Keşif ehline aöre, bu Hadis-i Şerif sohihtir. (sterse, hadis ezbercilerine göre sahih olmasın. Zira keşif ehli olanlar, bizzat Peygamber s.a.s efendimizden alır söylerler. Hadis ezbercileri ise, nakil yolu ile rivayet ederler. Sonra bir şeyin belli bir senedi olmayınca sabit olmadığını icab ettirmez... Zira, kesif halinde, vehim ve hayal olmaz." (Bursevi, I. Hakkı: Kenz-i Mohfi (Gizli Hâzine),' İstanbul 1967, s. M 3) 7 Ülken. R Ziya: İslâm Felsefesi (Kaynakları ve Tesirleri), Ankaro 1967, $. 124 vd; 326 vd, Gazoli için ayrıntılı bir çalışma: Karlığa, Bekir: Tehafütü'lFelasjfe (Filozofların Tutarsızlığı). İstanbul 1981; Wensmck. A . J . La Pense de Ghazzali


Etkiyi kabul ederek özümleyen düşünce sistemi, belli niteliklere sahip olabilmelidir ki, etkilenme sağlıklı sonuç verebilsin. Aksi takdirde etki kabul etmeyen bir şeyin etkilemesi de aynı şekilde zorluk gösterebilir. Önemli olan etkilenmenin olumlu yönde sürdürülerek yararlı sonuca ulaşıcı bir süreci izleyebilmesidir. üniversel) içinde a n l a m l a n d ı r m a k ve değerlendirmektir. Bu anlamlandırma vc değerlendirmenin zihni bir ameliyeye tâbi tutulmasıyla d ü ş ü n c e dizgesine d o ğ r u ilk adım atılmış olmaktadır. Buraya kadar olan ön açıklamada İslâm'ın düşünce olgusunu nasıl anlamlandırmak gerektiği işaret edilmeye çalışıldı. Ancak soyut olarak bir hareket noktası tesbit ''tmek için " İ s l â m d ü ş ü n c e s i " ' deyiminin tahlili yoluna gidilmedi, fakat bir veri olarak alındı. Ö t e y a n d a n batı düşüncesinin ve bilimin kaynağı d u r u m u n d a olan İlkçağ d ü şünce vc biliminin kurulmasında iki önemli k a v r a m göze çarpmaktadır: Eidos (somut görüş) ve Logos (anlamlı söz). Bu kavramların İlkçağ d ü ş ü n c e ve biliminde zorunlu ş a n l a r olduğu, b u n a bağlı olarak somut görüş o l m a d a n Logos'un olamıyacağı, somut görüşün ifade edilmesi demek olan Logos o l m a d a n da bilimin,* dolayısıyla düşünccnin olmayacağı sonucuna varılmalıdır. Gerçek bilgiyi ve düşünceyi iki kavram (yani Eidos ve Logos) aracılığıyla temellendiren İlkçağ anlayış ve zihniyetinin O n a ç a ğ boyunca da benimsenerek kabul edildiği bilinmektedir. Daha açık bir şekilde söylersek gerçek bir d ü ş ü n c e dizgesi demek, batı d ü ş ü n c e vc bilim anlayışında " b i r şeyi bilmeye u ğ r a ş m a " ve bilmek istenilen şeye aynı z a m a n d a " h â kim o l m a y ı ' " amaçlamaktır. Bu anlamda batı düşüncesiyle İslâm d ü ş ü n c e dizgesinin karşılaştırılması pek yerinde olm a m a k l a birlikte, mahiyet ve özelliklerinin belirlenerek d a h a iyi anlaşılmasını sağlamak için farklarının ortaya çıkartılması d a gerekmektedir. Nitekim buraya kadar verilen açıklama belli bir farkın old u ğ u n u sınırlı da olsa d u y u r m u ş veya sezdirmiş olmalıdır.

3. Düşünce Dizgesi ve Etki Düşünce dizgeleri arasında çeşitli za-

m a n l a r d a ortaya çıkan etkilenmelerin, oran ve niteliği tartışılmış olsa bile, gerçekliği açıktır. Nasıl İlkçağ Yunan düşünce ve bilimi Akdeniz havzası ve O r t a d o ğ u bölgesinde yaşayan çeşitli ırkların düşünce, kültür ve tekniklerinden yararlanarak etkilenmişse, kendi içinde bir b ü t ü n l ü k sağlayan Yunan düşünce ve bilimi de başkalarını etkilemekten geri kalmayacaktır. Sözgelimi Bahilonya veya H a r r a n sabitliğinin mythos ile ö r ü l m ü ş astronomi ve astroloji siyle M ı s ı r ' ı n pratik amaçlı geometri vc matematiği, İ y o n y a ' d a başlayan Y u n a n d ü ş ü n c e ve bilimini köklü bir şekilde etkilemiştir. Fakat bu etkileme Yun a n d ü ş ü n c c ve b i l i m i n i etkileyen düşüncelerin basit bir araç, sürekli yapılan bir taklit çizgisinde tutmamıştır. Aslında etkiyi kabul ederek özümleyen düşünce sistemi, belli niteliklere sahip olabilmelidir ki. etkilenme sağlıklı sonuç verebilsin. Aksi takdirde etki kabul etmeyen bir şeyin etkilemesi de aynı şekilde zorluk gösterebilir. Ö n e m l i olan etkilenmenin olumlu yönde sürdürülerek yararlı sonuca-ulaşıcı bir süreci izleyebilmesidir. Mesela şartlan birbirine denk olan iki insanın kuracağı bir ilişki her ikisini pişmanlığa götürmeyecek bir sonuca ulaştırabilir. Buna karşılık şartları oransız veya dengesiz, özetle yetişkin bir kimseyle bir çocuğun ilişkisi dengeli ve yararlı sonucu d o ğ u r u cu bir ilişki olamıyacaktır. Bu bir b a k ı m a düşünce ameliyesinin insana ilişkin yönüyle ilgilidir. Etkilenme bu b a k ı m d a n insanî bir çerçevede ve boyutta cereyan edebilmektedir. Fakat etkil e n m e n i n bu ç e r ç e v e vc b o y u t u görmezlikten gelinerek, düşünce ameliyesi yerine düşünce dizgesinin mahiyet ve özelliklerine hamledilirse tutulan yöntem gibi varılacak sonuç d a yanlış olacaktır. Ç ü n k ü mahiyet o şeyin esası demek olduğundan, özellik de mahiyete ait olması dolayısıyla, etkilemeden bütünüyle farklıdırlar. Eğer etkileme olayıyla mali54

Librairied Amerıgue et d'Orient, Paris 1940. '»İkbal. Muhammed: İslâm'da Dinî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü (çev: Sofi Huri), İstanbul 1964, s. 199. Aynı kitabın bir başka çevirisinde dini

yojoy^n öç

devreye ayrılması

föyle

adlandırılmaktadır: inanma, düşünme ve keşfetme (İkbal. Muhammed: İslâm Ruhu (Çev: E.A.), İstanbul 1963. s. 55. "Marifet" kavromı "keşfetme" kavramından daha geniş bir anlamı içerir. Son çevirinin çeviriden çok bir özet şeklinde yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu bakımdan Sofi Huri çevirisi metin için esas alındı. < İkbal, a.g.e. aynı yerden. 3 "İslâm Düşüncesi" konusunu ortaya çıkışı bakımından ele alan şu eserlere bakılabilir: Wott. W . Montgomery: İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devn (Çev: Ethem Ruh. Fglalı), Ankara 1981; Karlığa. Bekir: " İ s l i m Düşüncesinin Doğuşunu Etkileyen SosyoPolitik, Kültürel ve Ekonomik Nedenler", M.Ü.


Düşünce dizgeleri arasında etkileme-etkilenme olayı, bir yönüyle de düşünce olgusunun doğasında vardır. Çünkü düşünceler arasında alış-veriş demek olan etkileme-etkilenme durumu sözkonusu olmasaydı, 1'düşünce tarihinin bu kadar gelişmesi'' de gerçekleşme imkânı bulamayabilirdi. yet ve özellik öyle olmaktan yıkıyorlarsa, aslında o d ü ş ü n c e bir dizge seviyesinde oluşmamış dense yeridir. Bu nitelikte olan düşünceler yok m u d u r ? Y u k a r d a sözkonusu edilen sabiilik,' mitolojik bir inanış olması ve astronomi bilim disiplinine katkısı b a k ı m ı n d a n dikkat çekmiş olsa bile. bir düşünce dizgesi mahiyet ve özelliği gösteremediği içindir ki, etkilediği İlkçağ Yunan düşünce ve bilimi karşısında varlığını s ü r d ü r e m e m i ş t i r . H e m dc etkileyen kendisi olduğu halde.

4. İslâm Düşüncesi nin Yeniçağa Etkisi Genel çizgiler içinde söylendiğinde, İslâm dini, üst üste düşünce, inanış, kültür ve uygarlık katmanlarından oluşan Akdeniz havzasında etkinliğini göstermiştir. Arabistan (suudi değil) yarımadası da doğr u d a n Akdeniz havzasına bitişik olmasa bile, o n u n ikinci kuşağı sayılır. T a r i h i n kaydettiği kadarıyla İslâm dininin çok kısa bir süre içinde Akdeniz havzası başta olmak üzere Kuzey A f r i k a ' y a , O n Asya, İç Asya, hatta Uzakdoğuya yayılması, çeşitli kültürler, inanışlar, düşünce ve k u r u m l a r ile karşılaşarak ilişki k u r m a d u r u m u n a geçmesidir. Böyle bir karşılaşmayla gerçekleşen ilişki sonucu kültürler, düşünceler ve kurumlar arasında bir etkilernc-etkilenmc sürecinin başlaması da doğaldır. Etkilcme-eıkilenmenin getirdiği meselelerin olumsuz veya olumlu yönl e r i n i n t a r t ı ş ı l m a s ı h e r z a m a n için yapılacak verimli bir k o n u d u r . Ancak bu yazının güttüğü a m a ç bu konuyu tartışm a k değil, d o ğ r u d a n d o ğ r u y a etkilenme d u r u m u n u n bir d ü ş ü n c c dizgesinin m a hiyet ve özellikleri ilişkisinin ayrımına dikkat çekebilmektir. Bu a r a d a belirtmek yerinde olur ki, d ü ş ü n c e dizgeleri arasınd a etkileme-etkilenme olayı, bir yönüyle d c d ü ş ü n c e o l g u s u n u n doğasında vardır.

Ç ü n k ü düşünceler arasında alış-veriş demek olan etkileme-etkilenme d u r u m u sözkonusu olmasaydı, " d ü ş ü n c e tarihinin bu k a d a r gelişmesi de gerçekleşme imkânı bulamayabilirdi denebilir. Nitekim yaklaşık olarak IX. yüzyıl'dan itibaren İslâm düşüncesinin böyle bir etkileme olayını gerçekleştirdiği bilinmekledir. V e yeni yeni yapılan araştırmalar b u n u n sanıldığının aksine çok derin, Uzun süreli ve geniş lx>yutlu o l d u ğ u n u ortaya çıkarmaktadır. Gerçekten batıda rö ne sansa doğru uzanan düşünce sürecinde İslâm düşüncesinin çok önemli bir etkileme d u r u m u n u sağlamasıdır. Buıuııı bir kaç yönden değerlendirmesi m ü m k ü n d ü r : a. i s l â m d ü ş ü n c c vc b i l i m i n i n sağladığı b i r i k i m d e n , kilise b a ş t a o l m a k ü z e r e f a y d a l a n ı l m a s ı d ı r . Endülüs, Sicilya ve Güney İtalya'da kurulan İslâm medreseleri (üniversiteler) yalnızca m ü s l ü m a n l a r m öğrenim gördükleri kur u m l a r değillerdi. Hıristiyan vc Yahudi öğrenciler d c bu k u r u m l a r d a m ü s l ü m a n lar ile birlikte eğitim vc öğretim imkânlarından eşit bir şekilde yararlanabiliyorlardı. T t b d a n felsefeye, matematikten astronomiye, kağıt kullanım ı n d a n litografı (taş basması)ye, m i m a riden tarım tekniklerine kadar çok geniş bir alanda İslâm düşünce ve biliminin, kısaca İslâm d ü ş ü n c c dizgesinin etkisi sözkonusuydu. Böylece bir yandan bu birikim tanınıp ö z ü m l e n m e yolları açılırken, öte yandan düşünce ve bilim metodu batı d ü şünce dünyasını yönlendirici bir fonksiyonu üstlenmiş oluyordu. Ayrıca İslâm öğretim k u r u m l a r ı n d a yetişen düşünce vc bilim adamları batıda kısa z a m a n d a başlayacak olan Röncsansın temellerini atıyorlardı. Nitekim batıda oluşturulan ilk öğretim kurumları, düşünce ve bilim merkezleri olan Salcrno, S o r b o n n c , O x f o r d , Köln gibi üniversiteler m i m a r i d e , ders p r o g r a m l a r ı n d a İslâm öğretim kurumla-

55

ilohiyet Fakültesi, dergisi, Sy: 3, İstanbul 1985. S. 179-204; Ülken, HBmi Ziya: İslâm Düşüncesine Giriş, İstanbul 1954, Corbin, Henry: İslâm Felsefesi Tarihi (Çev: H. Hatemi). İstanbul 1986. 6

Hızır, Nusret: Bilimin Işığında Felsefe, İstanbul 1985, s.31.

7

Asfer, Ernst Von: Felsefe Tarihi Dersleri I, İstanbul 1943, s.3.

8 Sabiilik için: Corbin, a.g.e, s. 19 ve dn. 9'doki açıklamalar. 9 Keklik. Nihat: Türk-lslâm Filozoflarının Avrupa Kültürüne Etkileri, Felsefe Arşivi, s. 24'den oyrı bası. Istonbul 1984, s . l .


Düşünce dizgesi olarak ortaya çıkmış düşünce oluşumlarının mâhiyet ve özellikleri, deyim yerindeyse kendine özgü olmalarıyla tebarüz ederler, islâm düşünce dizgesi, insanın imkân ve şartlarına göre oluşmuş düşüncelerden. kaynak, mâhiyet ve özellik bakımından ayrılır. rını kendilerine örnek seçeceklerdir. Ö y le ki, Napoli K r a l ı Friedrich II sarayında müslümaniann kıyafetlerini giyerek Arapça konuşmayı yeğleyecek k a d a r bu etkilenmeyi benimseyecektir. b. İslâm d ü ş ü n c e ve b i l i m i n i n b i r başka yönden elkisiysc İlkçağ Yunan k ü l t ü r ü n ü n y e n i y o r u m l a r ile b i r l i k t e batıya kazandırılması şeklinde olmuşt u r . . Gerçekten batı dünyası İslâm kültürüyle karşılaşmadan öncede İlkçağ düşüncesini biliyordu, a m a bu çok sınırlı ve kavrayış bakımından da oldukça yüzeysel ve sığ olmalıydı. Bundan dolayı o l m a lıdır ki, bir çok m ü s l ü m a n d ü ş ü n ü r ve bilginin İlkçağ felsefe ve bilimini tanıtan ve yorumlayan eserleri Arapça'dan Latinc e ' y e vc R o m e n c e ' y e çevrilmişlerdir. Bu çevirilerden sonra İlkçağ Yunan Kültürüne karşı ilginin yoğunlaştığı gözlenecektir. Sözgelimi Köln Ü n i v e r s i t e l i ' n d e b u l u n a n ve Yeniçağ düşüncesine geçiş d e bir köşe sayılan Albertus M a g n u s ' u n , Aristoteles'i bile İslâm düşüncesinin bakış açısıyla anlayıp değerlendirdiği yaygın bir gerçektir. Hatta İslâm düşüncesi o kad a r etkisini d u y u r m u ş t u r ki, " L a t i n İ b n S i n a c ı l ı ğ ı " , " L â t i n İ b n R ü ş t ç ü l ü ğ ü " birer ekol hüviyeti içinde belli bir zaman hâkimiyetlerini sürdürmüşlerdir. K e l â m ' ı n konuları b a n üniversitelerinde yoğun tartışmalarla gündeme gelmiştir. 10 Çarpıcı olması b a k ı m ı n d a n Gazali'yle Rönesans düşünürlerinden bazıları arasında bir karşılaştırma yapılabilir. 1. Gazali: " K ö p e k , bir kere odunla (değnekle) dövüldü m ü , a n ı k değneği her g ö r d ü ğ ü n d e hemen k a ç a r . " 2. Lcibniz: " M e s e l â köpekler, kendilerine değnek gösterildiği zaman değneğin sebcb olduğu acıyı hatırlar vc bağırıp kaçarlar." 3. H u m e : "Meselâ köpeğe kamçımı-

zı kaldırıp onu tehdit ettiğimizde hayvanın kamçıdan korkması, evvelce geçirdiği tecrübcdcn dolayı değil m i d i r ? " 1 1 Bütün etkileme örneklerini g ü n ü m ü z batı düşünürleri açısından söylemek d e m ü m k ü n d ü r . Gazali nin Bergson üzerendeki etkisi tartışılmayacak kadar açıktır. B ü t ü n b u n l a r d a n sonra, şu hususun gözönünde b u l u n d u r u l m a s ı gerekir: Belli z a m a n l a r d a İslâm düşünce dizgesinin batı düşüncesini etkilemesi bir gerçek olmakla birlikte, bu demek değildir ki. batı düşüncesi hep öyle kalmıştır. O y s a yaklaşık 13. ve 14.yüzyıllardan itibaren batı düşüncesinin, bu etkilenmeye rağmen kendi mahiyet ve özellikleri doğrultusunda bir oluşumu sürdürdüğü d e ö n a d a d ı r . Başka bir söyleyişle, düşünceler arasındaki etkileme-etkilenme d u r u m u y l a düşüncelerin mahiyet ve özelliklerinin farklı boyutlarda değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu anlamda batıda Rönesansın gerçekleşmesinde önemli bir fonksiyon üstelenen İslâm düşüncesiyle, batı düşüncesi mahiyet ve özellik y ö n ü n d e n bir benzerlik göstermiş olmuyorlar. Yani İslâm düşüncesinin etkisine rağmen; nasıl oluyor d a batı düşüncesi mahiyet vc özellikleri bakımından hemen hiçbir çizgi taşımayacak kadar farklılık gösterebilmektedir? t ü r ü n d e n sorular da, ihtimal ki geçerli olamıyacaklardır.

5. Sonuç Buraya kadar yapılan açıklamaları özetlemek gerekirse şunları söylemek m ü m k ü n olmalıdır: Düşünce dizgesi olarak ortaya çıkmış d ü ş ü n c e oluşumlarının mâhiyet ve özellikleri, deyim yerindeyse kendine özgü olmalarıyla t e b a r ü z ederler. İslâm d ü ş ü n c e dizgesi, insanın imkân ve şartlarına göre oluşmuş düşüncelerden, kaynak, mâhiyet ve özellik bakımından aynlır. Fakat bu de56

10 Ülken, o.g.e $. 304 vd., "

Keklik, o.g.e, s. 4. Keza Gozali'yle Descartes'in "cevher" kavramı ve epistemoloji (bilgi kuramı) açıklamasında "balmumu" örneği de ilginçtir. (orşılaştırmalı Korsılasl metinler için: Keklik, a.g.e, s. 6 vd.


atı düşüncesi insan için insanlığın geleceği için umut olma özelliğinden yoksun bulunduğunu ortaya koymuştur, insanlığın bu umuduna ve beklentisine islâm düşünce dizgesinin cevap olması, arayışına kaynaklık edebilecek mahiyeti taşıması giderek, yavaş da olsa; anlaşılmaya başlanmıştır denebilir. mck değildir ki İslâm düşüncesi insanın kabiliyet ve imkânlarına kapalı olup, onları yoksaymaktadır. Aksine b ü t ü n b u n ları değerlendirmeye alır, onları k o r u y u p gözetir, d ü ş ü n m e ameliyesini yücelterek onaylar. Bu b a k ı m d a n kendi mahiyet ve özelliklerine aykırı gelmeyen düşünceleri hemen yargılamaz, onları yerli ycrincc değerlendirmeye çalışır: Hikmet m ü s l ü m a nın yitiğidir. Bilim nerde (ve kimde) görülürse, o r a d a n alınır. Böylece d o ğ r u , iyi, güzel olarak tanınan d ü ş ü n c e vc değerler, İslâm düşüncesinin ilgi alanı dışınd a bırakılmamışlardır. Aynı şekilde İslâm düşüncesi, b ü t ü n insanların, her z a m a n için yararlanabilecekleri engin ve geniş bir zenginlik kaynağı olına niteliğini korum u ş t u r . Bu b a k ı m d a n , tarih içinde çeşitli z a m a n v e bölgelerde karşılaştığı düşünceleri etkilemede zorlanmamıştır. Batı düşüncesi de bunlardan biridir ve bu etkinin sınırları ve boyutları aslında bütünüyle tesbit edilmiş değildir. Bununla

birlikte, batı düşüncesi, islâm düşüncc dizgesinden etkilenmiş olmasına rağmen, mahiyet vc özellikleri b a k ı m ı n d a n farklıdır. İki düşüncenin mahiyet ve özelliklerinin hangi yönlerden farklı oldukları ayrıca incelenmeye muhtaçtırlar. Ancak şu husus u n b u r a d a t e s b i t i , bu f a r k l ı l ı ğ ı n anlaşılmasında bir ipucu görevi üstlenebilir: Batı düşüncesi yaklaşık olarak beşyüzyıllık bir u y g u l a m a ve y a ş a n m a d u r u m u n d a n sonra anlaşılmıştır k i " insan için insanlığın geleccği için u m u t olm a özelliğinden yoksun b u l u n d u ğ u n u ortaya koymuştur. İnsanlığın bu u m u d u n a vc beklentisine İslâm d ü ş ü n c e dizgesinin cevap olması, arayışına kaynaklık edebilecek mahiyeti taşıması giderek, yavaş d a olsa, anlaşılmaya başlanmıştır denebilir. Fakat İslâm düşüncesinin vc bu düşünceye m e n s u p d ü ş ü n ü r ve bilginlerin meseleyi yeniden gündeme alarak tanışmaya, araştırma ve incclcmcye başlamaları zorunluluk kazanmıştır.

57

«2 Kıllıoglu, İsmail: VenıçojJ Felsefesi Tarihi (Ders Notları), İstanbul 1986.


Refah Devleti, Teori ve Pratiği Dr. Emin E R T Ü R K

< i p

SUMMARY

Ö Z E T

X \ - e f a h " ve " r e f a h e k o n o m i s i " kavramları bu yazıda asıl üzerinde d u r m a k istediğimiz " r e f a h devleti" k a v r a m ı n d a n daha eskidir. Refah programlarının toplumsal düzeyde tatbiki islâm'ın ilk devirlerinden başlatıldığı ve batıdaki aynı uygulamalardan çok önceye götürülebileceği kesinlikle söylenebilir. D o ğ u ' n u n Batı'ya nazaran d a h a parlak olduğu dönemlerdckinin aksine, b u g ü n aynı refah programlarının Batı'da d a h a gelişmiş olduğunu görüyoruz. Önemli kesinti dönemleri bir yana b u g ü n refah devleti deyince akla D o ğ u ' d a n çok Batı gelmektedir. Bırakınız düşük ücret almayı işsiz kalmanın bile riskinin sıfıra yöneldiği Batı ülkesi az değildir. K a n u n l a emredilen k u r u m l a r ı n İslâm t o p l u m u n d a işletilmemesi vc b u n u n yerine mahalli olarak malî vc idarî muhtariyeti olan yeni kurumların yaygınlaşması, yine devletin zamanla içine düştüğü iktisadî kriz nedeniyle, sözkonusu mahallî kurumlaVı kaynak aktarma mekanizması olarak kullanması, refah kurumlarını zayıflatmış olması bir yana, yerlerine başka kurumların oluşmasını da iktisaden imkânsızlaştırmıştır.

T

, "ıvelfare'' and "ıvelfare economy" concepis are older than the ' 'ıvelfare state'' concept ıvhichıve ıvould like to Jocus upon in this essay. It can be said ıvith certaınty that ıvelfare programs ıvere in application in the early Islamic ages, much earlier than ıvelfare programs int the ıvest. But today, in contrast to the situation when the east was mor e advanced than the ıvest, ive see these ıvelfare programs more deceloped in the ıvest. Altough t here ıvere some important exceptions in the post today the "ıvelfare state" concept calls to mind the ıvest more than the orient. Not only are low ıvages not a problem, even unemployement has been reduced to zerro in some ıvestern countries. In Islamic }bciety, Islamic ıvelfare institutions ıvere not operated, and some neıv local institutions (those are autonomous financially and administratively) took theır places. Also ıvhen the state fell into economic crises, these institutions ıvere used as the resource transfer meehanism. For these reasons the Islamic ıvelfare institutions, ıvere not only ıveakened but ali possibilities for neıv institutions ıvere destroyed.

58


" R e f a h " k e l i m e o l a r a k iyilik, iyi d u r u m d a o l m a , s ı h h a t şartlar ı n ı n iyi o l m a s ı , m u t l u l u k a n l a m l a r ı n ı i f a d e e d c r . " İ k t i s a d i r e f a h " k a v r a m ı d a k e l i m e y e y ü k l e n e n bu m a n a d a n h a r e k e t l e , A . C P ı g o u t a r a f ı n d a n " s o s y a l r e f a h ı n p a r a ile ölçülmeğe u y g u n y a d a o n u n l a ilişkili b ö l ü m ü " diye tanımlanmıştır. Gerçi refah hem m a d d î , h e m de manevî şartların bir a r a d a bulunmasıyla vücut b u l u r a m a , yukarıdaki tanınfı, maddî ciheti ifadedeki yeterliliği dolayısıyla biz dc uygun buluyoruz. Çünkü iktisadî refah mal ve hizmetleri tüketme potansiyelidir vc refah da zaten bu anlamıyla iktisadın konusu olmuştur. Belirtmek gerekir ki, iktisadî refahtaki bir artış.sosyal refahın diğer bölümlerini, sadece kendi parasal katkısı ile değil, fakat aynı z a m a n d a para ile ölçülmesi m ü m k ü n o l m a y a n d e r u n i birtakım değişiklikler hasıl etmesiyle d e etkileyebilir, ya d a başka faktörlerin zıt tesirlerini azaltabilir. " R e f a h " ve " r e f a h e k o n o m i s i " kavramları bu yazıda asıl üzerinde d u r m a k istediğimiz " r e f a h d e v l e t i " k a v r a m ı n d a n d a h a eskidir. Refah devleti kavramı YVebstcrs'da " v a t a n d a ş l a r ı n a iş, tıbbi yardım, sosyal güvenlik gibi garantiler sağlayan d e v l e t " olarak ifade ediliyor. Aynı kavramd a n ilham alınarak T ü r k ç e ' y e " r e f a h ç ı l ı k " olarak aktarabileceğimiz " V V e l f a r i z m " kavramı da refah devleti ya da bu devletin unsurları tarafından refahı a r t ı r m a yolundaki uygulamalar ve takip ettikleri politikalar olarak ifade edilebilir.' Demek oluyor ki refah devleti, vatandaşlara minin.um hayat standardının garanti edildiği ve bu hayatı sağlamaktan kendini sorumlu tutan bir yönetim biçimidir. Belirtmek gerekir ki refah kavramı yönetim amacı olarak bu asrın buluşu değildir. Amerika Birleşik Devletleri Anayasası'nın önsözünde genel refahtan Anayasanın amacı olarak söz edilir. A m a " r e f a h d e v l e t i " kavramı ikinci D ü n y a Savaşı yıllarında kullanılmağa başlanmıştır. 1 S l e e m a n ' a göre ifade Başpiskopos YVilliam T e m p le'in Vatandaşlar ve Kilise a d a m ı " adlı 1941 tarihli bir risalesinde ilk defa kullanıldı. Sözkonusu risalede " g ü ç l ü d e v l e t " yerine 44 refah devleti kavramının kullanılması gerektiği v u r g u l a n m ı ş t ı r " diyor vc orijini n e olursa olsun bu ifade hükümederin sosyal sorumluluklanndaki artışa paralel olarak 1945'tcn sonra kullanılmağa başlandığını ilave ediyor. 3 Biz biraz d a h a gerilere giderek b u g ü n k ü refah devletinin köklerine yönelmek istersek karşımıza çıkacak ilk şeyin anayasal haklar olacağı açıktır. Ç ü n k ü refah,özelliklc toplumsal anlamıyla çok sesliliğe yönelmekle paralellik arzeder. Demokratikleşme süreci sosyal güvenliğin mal v c c a n güvenliğinden sonraya itilmesini zorunlu kılmaktadır. Bizim t o p l u m u m u z d a b u n u n çok can alıcı bir ifadesi de vardır: 44 Kül haşlayıp y e m e k " gibi. Kralın hakları daha doğrusu haksızlıkları Batı'da cn önemli darbeyi 1215'te M a g n a C a r t a L i b e r t a t u m ' l a yemiştir. 4 Kralın haklarını sınırlamak toplumun haklarını genişletmek anlamını taşımaktadır. Ama bu alandaki gelişmenin çok hızlı o l d u ğ u n u ve anayasal hakların topluma süratle yayıldığını söylemek ne yazık ki zordur. T o p l u m u n , y a ş a m a l a r ı için yemeleri gereken canlılard a n oluştuğuna K r a l ' ı n inanması için M a g n a C a r t a ' d a n sonra üç asırdan fazla beklemek gerekmiş ve ilk P o o r L a w Act 1598 tarihinde kabul edilmiştir. Sözkonusu belge fakirlere yardımı ve yoksulluğun önlenmesini amaçlıyordu. Bundan tam 64 yıl sonra bu defa Act of Settlcment kabul edilmekte ve çalışabilecekleri işe yerleştirmek, çalışamayacaklara ise h u z u r vermek amacıyla oldukça mevzi mahiyette düzenlemeleri içermekteydi.' 17.yüzyıl baştan başa Laises faire ideolojisinin o t u r m a ğ a başladığı vc ekonomide kralların çoğaldığı yıllar olmuştur. Açıktır ki bu gelişmeler refah hizmetlerindeki gelişmelerin aleyhindedir. Kralların çoğalması merkezî idarenin tavrına d a engel o l m u ş t u r . Doktriner sahada Laises faire

59

1

2

Websfr's New Twentieth Century Dıctonary Of The Englısh Language, Second Edition, The World Publıshing Compony. 1971 International Encylopedia Of The Social Sciences, The Macmillian Compony and The Free Press, Ne w York. 1972

3 Sleeman, J.F. The VVe/fore State, its Aims, Benefits and Cosfs, Unwin Universitiy Books, 1973 s . l

4

Bilindiği gibi sözkonusu belge Anayasa Hukukunun gelişmesinde önemli bir belge olarak halen tahlil edilmektedir.

5

Sleeman, a.g.e., s. 109


içinde kalmak şartıyla çoğu insan bunu tuhaf bulmayacaktır".* Yani devlet yeni gelir yaratılmasa bilc.geliri fertler arasında vergi ya da primlerle yeniden dağıtarak az gelirli kesimin refahını yüksek gelirli kesim aleyhine yükseltmek d u r u m u n d a kalabilecek vc ödeyenler b u n d a n şikayetçi olmayacaktır. Yukarıdaki fonksiyonunu icra etmeyi planlayan devlet etkinlikten d e uzaklaşmıyacaktır. Refah devletinin üzerine istinat ettiği refah iktisadının prensiplerini rafa kaldırmağa hiç gerek yok. Yani devlet bir y a n d a n kaynakları üretimin çeşitli bölümleri arasında -bunlara sektörler dc diyebiliriz- o şekilde dağıtmalı ki marjinal sosyal verim o kaynakta ya da sektörde marjinal sosyal maliyete eşit olsun. Bununla da kalmıyarak gelir d a ğ ı l ı m ı n ı , gelirin m a r j i n a l f a y d a s ı n ı t o p l u m u n b ü t ü n tüketicileri aras ı n d a eşit olacak ş e k i l d e a y a r l a m a l ı d ı r . " B u n u n dışındaki oluşumlara sebep olacak politikalar refah devleti anlayışı ile b a ğ d a ş m a z . Fakat çağdaş kapitalizm bu sapmalarla doludur. Yani yukarıdaki şartların yerine gelmesini dışsal ekonomiler ve negatif dışsallıklar önlemektedir. Bu d u r u m a çare olarak kullanılabilecek araçlar d a kuşkusuz yine sistemin içinde bulunabilir; o da sapmalar kadar bir maliyetin kaynağa ödettirilmcsidir.' 0 Aktarılacak maliyetin ne kadar alacağı, nasıl olacağı vc cn etkin hangi araçlarla aktarılacağı tamamıylc teknik bir meseledir; içinde bulunulan şartlarda makul bir yöntem seçilebilinir. Refah devletini, kapitalizm ve sosyalizm ortak olarak doğurmuşlardır. İktisadî sistemleri d o ğ u r a n , merkezî iktisadî kavram kıtlığı önleme m e t o d u d u r . Bütün toplumların vc sistemlerin kıtlığı halletmek çabası içine düşmeleri ekonomik sistemlerin d e bize göre temel biçimlendiricisi olmaktadır. Sistemleri farklı da tanımlasak çözmek istedikleri temel iktisadî problem kıtlıktır. O halde sistemler bolluk sistemleri değil hem sosyalizm hemde kapitalizm kıtlık sistemleridir. Kapitalizmin sosyalizme dönüşmesi hiç bir ülkede kullanılan kaynakların kıtlık meselesini çözecek d u r u m a getirmeyeceğine göre, sistem üzerinde ısrar hiç bir anlam ifade etmiyecektir. Nitekim etmemiştir de. İktisatçının ister kapitalist ister sosyalist olsun uğraşacağı temel iktisadî problem aynıdır. Her iki iktisatçının da kafasını kaynakların nasıl tam vc etkin kullanılarak, elde edilen hasılanın eşit olarak bölüşüleceği, ve yine bölüşümden z a m a n içinde herkesin alacağı payın nasıl artırılacağı meselesi meşgul e d e c e k t i r . " Böyle olsa da iktisat mezheplerinin d o ğ u ş u n u n temel sebebi insan hak ve hürriyetlerinin ne olacağı sorusunda d ü ğ ü m l e n m e k t e d i r . Bu sorudan iktisatçının payına düşen hakların maddî kısmıdır a m a , insan ve vatandaş olarak s o r u n u n tamamının muhatabı d u r u m u n d a d ı r . Seçim hakkını belirleyen şanlar onun istediği gibi olmasa d a , iktisatçının da istediği çocukların talihsizlik ya da babalannın ihmalkârlığından ötürü kemik hastalığına yakalanmaması, yoksulların ameliyat vc bakımları içiıı yeterli paraları olmadığından dolayı gençken ölmemeleri, yaşlıların m i n i m u m bir gelir seviyesiyle hayatlarının s o n u n a kadar yaşamağa muktedir olmaları yanında bunların dışındaki kesimin çalışma şartları ve hürriyetlerinin de s a ğ l a n m a s ı d ı r . Samuclson'dan aldığımız Abraham Lincoln'un şu cümlesi söylediklerimizin güzel bir ifadesidir. "Devletin meşru amacı: Halk için yapılması gerekliyi, ama onların kendi gayretleriyle hiç ya da iyi yapamadağmı onlar için yapmaktır. " " Gerçekten bugünkü batı ekonomilerinde bu alandaki gelişmeler Lincoln'un temennisini büyük ölçüde yerine getirmiş durumdadır." Buraya kadar refah devleti anlayışının kavramsal temelleri üzerinde d u r a r a k gelişmelerin özetini s u n m a y a çalıştık. Burada refah devletine yöneltilen eleştirileri d e belirterek bir sonuca ulaşmağa çalışacağız.

61

8

Somuelson, P.A. İktisat, (Çcv: D. DemirgH), s. 176.

9

Noqvi, a.g.e. $.79

'0 Etkinliğin temel şortlarının iyi bir açıklaması olarak bkz. Khler. H. VVetfare and plannıng: An Analysis ol Capitalism and Socializm, John Wiley and Sons, london 1976.

o.g.e. s.4-5

Somuelson a.g.e. s. 182 "

Galçen ülkelerde savunma harcamaları yanında, savunma dış» harcama


Refah devletine yöneltilen eleştirilerin çoğu, sosyal hizmetlerin etkinlikleri ve eşitlikçi amaçlan üzerine yoğunlaşmaktadır. Sosyal politika amacı olarak ulusal düzeyde asgari bir gelir sağlama politikası devamlı bir eşitliğin sağlanması a n l a m ı n a gelmemelidir. H a g e n b u r g ' a göre sosyal hizmetler için d a h a modern politikalar takip edilmeli ve aynı a m a c a kalkınma politikalarıyla ulaşılmalıdır, gelirin yeniden dağıtılmasıyla değil. Bu teşhise göre 1948'den beri refah devleti politikalarının hatası amaçla aracı karıştırmak olmuştur. Bir başka deyimle eşitliğin anlamı zenginden fakire doğru geliri bölüştürmek değildir. Yükü d a ğ ı t m a d a nimet vc külfet dengesi bozulmakta, hatta bu u y g u l a m a l a r d a ifrata kaçılmaktadır. Bunun sonucu olarak d a yukarı ve o r t a sınıflar fakirlcşıirilmekte, bu da ihtiyaçları olmadığı halde bazı kesimlere kaynak aktarılması sebebiyle olmaktadır. Bu k o n u d a bir başka iddia d a Moileod ve Dovvell'dcn gelmektedir. Yazarlar test y a p m a d a n sosyal hizmetin sağlanmaması gerektiğini savunmaktadırlar. Ödenenle elde edilen arasında yakın bir ilişki bulunmalı, sosyal güvenlik tamamıyle sigorta sistemine dayandırılmalıdır. Böylece her sosyal hizmet kendi mekanizması içinde finansmanını d a bağlamalıdır. Bu yapılmadığı taktirde, halkın büyük çoğunluğu m i n i m u m hayat standardının üzerinde yaşama temayülü gösterecck, orta sınıflara özcneceklcrdir. Refah devleti b u n u n mantıki sonucu olarak orta sınıf devleti olacaktır. Hiç kimse ihtiyacı o l m a d a n vergi gelirlerinden y a r a r l a n m a ı n a h d ı r . Bir başka iddia da refah programlarının t o p l u m d a ataleti teşvik edeceği çalışma şevkini azaltacağı büyük kitleleri devlete bağımlı kılacağı b u n u n d a serbest teşebbüs yeteneğinin vc politik ferdiyetçiliğin altını oyacağı iddiasıdır. 1 4 Bütün bu endişelere S a m u e l s o n ' u n kendi s o r u s u n a verdiği cevapla karşılık verebiliriz. Acaba refah harcamaları kapitalizmin aleyhine midir? diye soruyor Samuelson ve "bu harcamalar birinci raundda doğrudan doğruya mal oe hizmet tüketmezler, fakat bunları ellerinde bulunduranların sat inal ma güçleri artarak ikinci raundda özel teşebbüs için yeni siparişler ve yeni iş imkânları meydana getirirler" şeklinde yine ke'ndisi cevap v e r i y o r . " Zaten sistemde desteklenen, desteklenmeğe ihtiyacı olan kimse alacağından ve bu kesim d e faal üretim faaliyetinin dışında b u l u n a c a ğ ı n d a n üçüncü endişeye katılamıyoruz. İkinci endişenin odaklaştığı orta sınıf devletinin sistem açısından makul bir gelişme olacağı açıktır. Üst sınıflardaki talep kifayetsizliği, gelirin alt sınıflara yayılmasıyla üretimin motoru d u r u m u n d a k i talep canlılığına dönüşür. Kaldı ki şimdiye kadarki gelişmeler hiç de yukarıdaki iddiaları destekler sonuçlar ortaya çıkarmamıştır. Buraya kadarki izahlarda refah devleti doktrininin üzerine oturtuld u ğ u ve kapitalist ve sosyalist iktisatçılar arasında hürriyet ve iktisadî etkinlik tartışmalarına büyük ölçüce konu olan refah iktisadı üzerinde, kısa bir makalenin boyutlarını açtığı için durulmamıştır. 1 * O n u bir başka çalışmanın konusu olmaya bırakarak İslâm tarihinin refah devleti kavramı karşısında d u r u m u n u n ne olduğu üzerinde d u r m a k istiyoruz. İslâm'ın kapitalizm ya da sosyalizmle karşı karşıya getirilip, müesseseler itibariyle bir kıyasa kalkılmasında yapılacak hataların, refah devleti kıyaslamasında yapılması muhtemel hatalarla kabili kıyas değildir. Aşırı ölçüde dünyevileşmiş, ahlâkî esaslardan tecrit edilmiş ya d a mekanik bir ahlâk anlayışına o t u r m u ş bir sistemle İslâm ahlâkına istinat etmiş bir sistemin mukayesesidir bu ç ü n k ü . B u n u n d a çok yapılmış bir hata olduğu tartışma götürmez bir sarahettir. Öyle olsa da refah devletinin insan için yapmayı planladığı şeylerle İslâm'ın bazı kurumları çakışmaktadır; fakat İslâm'da devletin yanına bü-

62

kelemleri önemli gelişme göstermektedir. Hatta yer yer savunma aışı harcamaların payındoki artısın nisbi olarak daha büyük olduğunu görmekteyiz. Bkz. bleeman o.g.e. s.80 özellikle transfer harcamalannın iktisadi tahlili için bkz. Buchanan, J.M. Public Fınance, An introduetory Text Book, Richard lrwin, Homevood Illinois, Third Edition 1970.

Bkz. Tıtmus, R.M. Assev on The VVe/rare State, Unv.n University Books, Second Edition. london 1963 s.35-36. Samuelson, o.g.e >.176

Bu tartışmaların boyuttan hakkında bilgi için bkz. Rowley. C.K. and Peacock A.T. VVe/fore Economics: A Liberal restatement York Studies in Economics, London 1977.


tün hayırlı işlerinde o n a destek sağlayan bir refah cemaatı emredilmektedir ki fakirin, d ü ş k ü n ü n , zayıfın elinden t u t m a k bu cemaat şuuruyle adeta maşeri vicdan haline d ö n ü ş m ü ş t ü r . C e m a a t şuuru mevzi bir hadise olmayıp m ü s l ü m a n ı n nerede b u l u n u r s a b u l u n s u n y a n ı n d a yanıbaşında hissettiği bir ş u u r d u r . İslâm toplumu bu şuurla vasat (orta yolu izleyen ifrattan ve tefritten uzak) bir toplum olarak tarif edilmektedir. "Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara fâhıt olasınız. Peygamber de size şahit olsun. " 17 Bu ayetten anladığımız o ki. m ü s l ü m a n toplumu,kapitalist toplumla sosyalist t o p l u m u n ortasına değil birbirlerine karşı çok hassas u n surlardan oluşmak hasebiyle onların üzerinde bir yere oturtulmak icabeder. Naqvi d c aynı k o n u m u vererek İslâm "ferdi ve toplumsal düzeyde gayri tabii aşırılıkları reddeden bir genel hayat düsturunun adıdır" diyor. 1 1 Refah devletinin zuhurunu hazırlayan sebepler üzerinde dururken daha önce belirttiğimiz ekonomik ve politik rahatsızlıklar İslâm'daki ideal denge kurumları sayesinde hiç yaşanmadığı noktasından da bugünkü sistem anlayışından farklılık arzetmektedİF. K a n u n koyucu (Allah) bu t ü r huzursuzlukların cahiliye d ö n e m i n d e n İslâm t o p l u m u n a yansımasını yasaklamıştır. Üzerinde ençok d u r u l a n konulardan biri iktisadî ve siyasî rahatsızlıklara meydan verecek unsurları o r t a d a n kaldırmaya yönelik k u r u m l a r vaz'ıdır. O t u z u aşkın ayette adaleti, altmışa yakın ayette zekatı. o t u z d a n fazla ayette dc sadakayı emrederek hem siyasî hem de iktisadî adaletin t o p l u m d a tesisini zaruri kılmıştır. Bu müesseseler ö r g ü s ü n ü n diğer halkaları da vaz edilerek mükemmelliğe ulaşmanın yollan gösterilmiştir. G ü ç l ü n ü n y a n ı n d a değil h a k l ı n ı n y a n ı n d a o l m a n ı n p r e n s i p l e r i d i r b u n l a r . Ö y l e anlaşılıyor ki kalkınma, b ü y ü m e vc gelişme gibi kavramlar toplumsal miller haline hiç mi hiç getirilmemiştir. H e m siyasî hem de iktisadî olarak üzerinde en çok d u r u l a n husus adil bir bölüşüm meselesidir. Bütün toplum kesimleri bu birinci amacın t a h a k k u k u n u m ü m k ü n kılacak davranışlar içinde bulunacaktır. Bu bakış açısı vc emirler manzumesi gelir artışı olmasa d a gelirin bölüşümü her safhada ve d u r u m d a d a h a zengin olanlardan fakirlere doğru bir akımı ifade etmektedir. Bu akım mecburî olduğu (zekat) gibi ihtiyarî d c (sadaka) d a r a n l a m d a olabilir. Buradaki " i h t i y a r î " kavramı mecburiyet safhasına d a çıkabilir. Bu çıkış devlet zoruyla olabileceği gibi cemaatin bir ferdi olarak m ü s l ü m a n ı n kendi vicdanıyla da olabilir. K u r ' a n ' ı n meseleyi vaz edişi çok dikkat çekici mahiyettedir. "Alallarında sail ve mahrum için bir hak vardı"" Yani zengin m ü s l ü m a n kendi başına bırakılmamıştır. Ayette geçen sail, isteyen, dilenen; m a h r u m ise ihtiyacı olmadığı zannedilen vc s a d a k a d a n dahi m a h r u m b u l u n a n kimseyi ifade eder. Peygamber s . a . s . ' i n d e özellikle b u l u n u p gözetilmesini emrettiği kişilerdir bunlar. Yine bir başka ayette Allah "Onların mallarından bir miktar sadaka al ki onunla onları temizleyesin " b u y u r m a k t a d ı r . 2 0 İhtiyacı olmadığı halde cemaati kendi hesabına istismar eden kimseler yerilmiştir. Peygamberimiz s.a.s 4 'Hayatım kudret elinde olan Cenab-ı Hakk 'a yemin ederim kı sizden biriniz urganını alıp arkasına dağdan odun yüklenerek getirmesi ve satıp geçinmesi bir zengine gelip de sadaka istemesinden çok hayırlıdır" b u y u r m u ş t u r . ' 1 Bu hadis toplumda ihtiyacı olanın dışındakilerin çalışmasını emrettiği gibi kişisel o n u r u n muhafazasının d a toplumsal sıhhatin temellerinden o l d u ğ u n u vurgulamaktadır. G ö r ü l ü y o r ki batıda geliştirilen refah devleti doktrininin endişeleri İslâm'da esasından yok edilmiş bulunmaktadır. Burada imkân ölçüsünde yer verdiğimiz ayet ve hadislerin, belirtilmesi gerekenin y a n ı n d a çok az kaldığına d a değinelim. Ama bizi esas ilgilendiren hususun bu kanunlara İslâm tarihinde uyulup uyulmadığı, hayata

63

"

Bokoro: 143

18

Naqvi, a.g.e., $.79.

19

Zöriyût: 19. Buradaki "hale" kavramını zekâta hamledenler olduğu gibi surenin Mekke'de nazil olması, zekatın da Medine'de farz kılınması dolayısıyle bunu farz olmayan, ama taahhüt edilen bol bir na$ip diye tefsir etmişlerdir. Bkz. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili c. 6, $. 4532. Buhari, Tecnd-ı Sarih c. 5, $. 276

'0 Tevbe: 103. Baz. yazarlar d a iş yapabilecek durumda olan fakirlerle, sürekli bir maaşa ihtiyaç göstereni ayırarak birincisini gerekli malzeme sağlanınca üretip hayatını kazanacak duruma gelebilecek kimse, diğerini ise devletten sürekli maaş alocak durumda olan ve bir iş tutamayan kimse olarak anlamaktadır. Bkz. Mabid Ali Alcarhi, Toword an İslamic Macro Model of Distrubution.- A Comperative Approach, Journal of research in İslamic Economics King Abdülaziz University Vol.2 No:2 Winter 1985 s. 1-27 2» Buhari, Tecrid-i Sarih c. 5, s.95


Tez A.Ö. İlahiyat Fakültesi talim Hukuku Anabtllm Dalı'nda Dr. İbrahim Çalışkan tarafından hazırlanan "İ8LÂM CEZA HUKUKUNDA GAYR-İ MÜSLİMLER! N STATÜSÜ" adlı m doktora tezi geçtiğimiz cd günlerde Jüri huzurunda nc savunulmuş ve kabul ol edilmiştir. Tez. İçindekiler. Önsöz. Giriş. Beş bölüm ve Sonuç ile Bibliyografya'dan meydana gelmektedir. Giriş bölümünde, konunun önemi üzerinde durulmuş, konunun sınırlanması yapılmış ve bölümlerde ele alınan konular hakkında özet bilgi verilmiştir. Genel Bilgiler adını taşıyan Birinci Bölüm'de, İslâm'ın insanlara bakış açısı ele alınmakta ve buna dayanarak dünyadaki insanların tasnifleri yapılmaktadır. "Daru'l-İslâm" ve "Daru'l-Harb" kavramlarının mahiyeti, ortaya çıkışı tarihi seyri içinde İncelenmekte ve bu kavramların İslâm hukukçularına göre tanımları mukayeseli olarak yapılmaktadır. Ayrıca. Tez'ln esas konusunu teşkil eden "Zımmi" ve"Müste'min" kavramlarının tanımı ve bunlarla İslâm devleti arasında var olan "Zimmet Akdi" ve "Eman"ın mahiyeti, hukuki

K

ur'an-ı Kerim'in nüzülundan itibaren onun Arapça anlamayan müslümanlar tarafından da anlaşılmasını temin için başka dillere tercüme edilmeye başlandığı bilinmektedir. Günümüze kadar tesbit edildiğine göre K.Kerim'in 65 dilde 561 ayrı müellif tarafından tercüme ve tefsiri yapılmıştır. Bunların yamnda Kur'an-ı Kerlm'den çeşitli sure ve âyetlerin seçümesiyle bu yekûn 883'e ulaşmaktadır. İşte Kur'an-ı Kerim'in bugune kadar yapılan çeşitli dillerde tercümeleri Ük defa olarak uluslararası düzeyde bir 8empozyum'da ele alındı. Geçtglmlz ay. 21-23 Mart 1986 günlerinde İstanbul'da yapüan bu 8empozyum. kanaatimizce şimdiye kadar yapüanlann en anlamlısı idi.

dayanağı, İslâm hukuku açısından kronolojik olarak İncelenmekte ve zımmiler ile müste'minlerin hukuki statüleri genel prensipler halinde ortaya konulmaktadır. Bu bölümde ayrıca. İslâm hukukunun uygulama alam ile zımmi ve müste'minlerin kendi aralarında ve onların müslumanlarla olan davalarında yetkili mahkeme ve bunlara tatbik edilecek hukuk tespit edilmektedir. İkinci Bölüm'de. bagy (lsyân). hlrâbe (yol kesme ve yağma), casusluk suçları ve cezaları. "Devletin Varlığı Aleyhinde İşlenen Cürümler" adı altında incelenmektedir. Üçüncü Bölümde, adam öldürme suçu ve müessir fiiller ve cezaları. "Şahıslar Aleyhinde İşlenen Cürümler" adı altında ele alınmaktadır. Dördüncü Bölümde, zina suçu ve cezası, kazf (zina iftirası) suçu ve cezası, şarap içmek ve sarhoşluk suçu ve cezası, "Umumi Adap ve Aile Aleyhinde İşlenen Cürümler" adı altında incelenmektedir. Beşinci Bölüm'de, hırsızlık suçu ve cezası ile hırsızlık sayılmayan cürümler ve cezaları. "Mal Aleyhinde İşlenen Cürümler" adı altında ele alınmaktadır. Bu bölümlerdeki cürümler ve bu cürümleri işleyenlere

uygulanacak cezalar, önce genel olarak ele alınmakta, bu cürümler ve bunları işleyenlere tatbik edilecek cezaların diğer dinler ve hukuk sistemlerindeki durumlarına kısaca temas edilmekte ve Türk Ceza Kanunu'nun ilgili maddelerine yeri geldikçe atıfta bulunulmaktadır. Daha sonra. İslâm hukukunun bu cürümler ve bunları işleyenlere uygulanacak cezalar hakkındaki hükümleri, çeşitli mezheplere göre ortaya konulmaktadır. Bu cürümler, zımmiler ve müste'mlnler tarafmdan işlendiği takdirde nasıl cezalandırılacakları, konusunda İslâm hukukçularının görüşleri tespit edilerek değerlendirilmektedir. Tez'ln sonuç bölümünde, incelenen konular hakkında varılan kanaat ve görüşler yer almaktadır. Tez, konu Üe doğrudan ve dolaylı olarak ilgili zengin bir bibliyografyayı ihtiva etmektedir. Birinci derecede Arapça kaynak eserlerin yanında Osmanlı devri kaynaklarından İngilizce. Fransızca ve Almanca eser ve makalelerden geniş ölçüde istifade edildiği anlaşılmaktadır,

Haber

Bu anlamlı Sempozyum merkezi Libya'da bulunan İslâm'a Davet Cemiyeti üe İslâm Konferansı Teşkilatı'na bağlı. İstanbul'da faaliyetlerini sürdüren İslâm Tarih. Sanat ve Kültür Merkezi Tarafından müştereken düzenlendi. Tebliğlerin konusu daha ziyade, yabancı dillerdeki Kur'an tercümelerinin kimler tarafından ve ne maksatlarla yapüdıkları ve tercümelerdekl yanlışlıklar üzerine idi Sunulan tebliğlerden bazılarının müşterek kanaati, bilhassa Batı dillerinde yapılmış olan tercümelerin önsözlerinde İslâm'a ve Kur'an'a sataşmaların olduğu şeklinde idi. Ayrıca yapılan bu tercümelerin doğrudan Arapça'dan yapılmadıkları, bir (Ülden dlger dillere yapılan tercümenin tercümesi şeklinde oldukları da ifade edildi. Bir 10

düden diğer düe yapılan tercümelerle eserin orijinalinin kaybolduğu gerçektir. Bunun İçin toplantıda üzerinde durulan en önemli hususlardan biri de Kur'an'ı gerçekten anlamak isteyen, kim olursa olsun, onun Arapça aslından okuması gerektiği konusuydu. Bu toplantıda üzerinde durulan ve ortak kanaat haline gelen hususlardan biri de, gayr-i müslimlerln okuyup istifade etmeleri için Kur'an-ı Kerim'in Müslüman âlimler tarafından Arapça dışındaki dillere tercüme edilmesinin lüzumu İdi. Çünkü gayr-i müslimlerln yaptıkları tercümeler. Arapça bilseler bile kâfi degü, bilakis asıl manadan çok uzaklaşmaktadır. Sempozyum'da bunun birçok misalleri verildi.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.