Kur'an'in allah'tan geldiğinin delilleri

Page 1

1


İÇİNDEKİLER İçindekiler………………………………………………………………………………….2 Önsöz……………………………………………………………………………………….3 Giriş…………………………………………………………………………………………4-5 Allah’ın Varlığı Hakkında Evren Delilleri……………………………………………....6-41 Allah’ın Varlığı Hakkında İnsan Delilleri……………………………………………..42-73 Allah’ın Varlığı Hakkında Cin Delilleri………………………………………………74-82 Kur’an’ın Allah’tan Geldiğinin Delilleri……………………………………………..75-238 Sonuç ve Değerlendirme…………………………………………………………………239 Deliller Maddeler Halinde………………………………………………………………240

Künye Kitap Adı:Kur’an’ın Allah’tan Geldiğinin Delilleri Telif Hakkı Copyright © 2018, Erman KAZAR İSTANBUL Tüm hakları yazarına aittir. Yazarın izni alınmadan kısmen veya tamamen çoğaltılması veya farklı biçimlere çevrilmesi yasaktır. Soru,görüş,eleştiri ve önerileriniz için ermankazar@hotmail.com ISBN: BASKI: Sadece E-kitap

2


ÖNSÖZ

Eûzu billahi mineş-şeytânirracîm. Bismillahirrahmanirrahîm. Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın adıyla başlıyorum Allah, bundan 14 asır önce, insanlara yol gösterici bir kitap olan Kuran-ı Kerim'i indirmiş ve tüm insanlığı Kuran'a uyarak kurtuluşa ermeye davet etmiştir. Ayette de bildirildiği gibi Kuran "alemlere bir zikr (öğüt, hatırlatma, hüküm ve üstün bir şeref)den başka bir şey değildir." (Kalem Suresi, 52) Kuran indirildiği günden kıyamet gününe kadar da, insanlığın yegane yol göstericisi olan son İlahi kitap olacaktır. Kuran indirildiği günden bu yana her çağda yaşayan her insan grubunun anlayabileceği, kolay ve anlaşılır bir dile sahiptir. Allah, Kuran"ın bu üslubunu "Andolsun Biz Kuran'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık..." (Kamer Suresi, 22) ayetiyle haber verir. Kuran'ın, aynı zamanda edebi dilinin mükemmelliği, benzersiz üslup özellikleri ve içerdiği üstün hikmet de, onun Allah'ın sözü olduğunun kesin delillerindendir. Kuran'ın bu özelliklerinin yanı sıra, Allah'ın sözü olduğunu ispatlayan pek çok mucizevi özelliği vardır. Bu özelliklerden biri, ancak 20. ve 21. yüzyıl teknolojisiyle eriştiğimiz bazı bilimsel gerçeklerin 1400 yıl önce Kuran'da bildirilmiş olmasıdır. Elbette ki Kuran bir bilim kitabı değildir. Fakat çeşitli ayetlerinde, son derece özlü ve hikmetli bir anlatım içinde aktarılan bazı bilimsel gerçekler, ancak 20. yüzyıl teknolojisi ile keşfedilmiştir. Kuran'ın indirildiği dönemde bilimsel olarak saptanması mümkün olmayan bu bilgiler, insanlara Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu bir kez daha ispatlamaktadır. Kuran'ın indirildiği 7. yüzyılda, Arap toplumu bilimsel konular hakkında sayısız hurafeye ve batıl inanca sahipti. Evreni ve doğayı inceleyecek teknolojiye sahip olmayan Araplar, nesilden nesle aktarılan efsanelere inanıyorlardı. Örneğin, gökyüzünün dağlar sayesinde tepede durduğu sanılıyordu. Bu inanışa göre Dünya düzdü ve iki uçtaki yüksek dağlar birer direk gibi gök kubbeyi ayakta tutmaktaydı. Şimdi, Kuran'da yer alan bu bilimsel mucizeleri birlikte görelim. Gayret Bizden Başarı ALLAH ‘tan

Şubat 2018 Eyüp /İstanbul Erman KAZAR 3


Kur’an’ın özelliklerini anlatan ayetler Kur’ân Allah Tarafından İndirilmiştir Kendisinde şüphe olmayan bu Kitap’ı âlemlerin Rabbi indirmiştir.(Secde 2) Kur’ân’da Tutarsızlık ve Çelişme Yoktur İşte sana o Kitap! Kuşku, çelişme, tutarsızlık yok onda. Bir kılavuzdur o, korunup sakınanlar için.(Bakara 2) Kur’ân Benzeri Olmayan Bir Kitaptır Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın. Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş kâfirler için hazırlanmıştır.(Bakara 23,24) Kur’ân Bir Öğüt ve Kılavuzdur Bu (Kur'an), bütün insanlığa bir açıklamadır; takvâ sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür.(Ali imran 138) Kur’ân Gönüller İçin Bir Şifadır Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, gönüller derdine bir şifa, inananlara bir kılavuz ve bir rahmet geldi.(Yunus 57) Kur’ân Öğüt ve İbret Almak İçin Kolaylaştırılmış Bir Kitaptır Yemin olsun ki, biz, Kur’ân’ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?(Kamer 17)

Taklit Edilemez Ey Muhammed! De ki: "Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur'ân'ın benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine yardımcı olsalar bile, yine onun bir benzerini meydana getiremeyeceklerdir." (İSRA/88) Anlaşılır (Ey Muhammed!) Biz Kur'ân'ı senin dilin üzere kolaylaştırdık ki, onunla Allah'tan korkup sakınanları müjdeleyesin, inat edenleri de korkutasın. (MERYEM/97) Doğru yola iletir Şüphesiz, bu Kur'an, en doğru yola iletir ve salih amellerde bulunan mü'minlere, onlar için gerçekten büyük bir mükafat olduğunu müjdeler . (İSRÂ 9)

4


GİRİŞ

Eûzu billahi mineş-şeytânirracîm. Bismillahirrahmanirrahîm. Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım, Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın adıyla başlıyorum, Yüce Allah’a şükürler olsun böyle bir kitap yazmayı bana nasip etti. Kutsal kitabımız Kur’an Allah c.c katından vahiy olarak Hz.Muhammed ‘in tebliğiyle 23 senede ayetler ve sureler halinde insanlığa yol gösterici bir rehber kitap olarak gönderildi. Kur’an, alemlerin Rabbi, sonsuz ilim ve güç sahibi olan Allah'tan insanlara bir rahmet olarak indirilmiştir. Allah insanlara bir kitap göndermekle onlara lütfetmiştir. Allah'ın bu lütfuna samimiyet, minnettarlık ve şükür ile karşılık verenler bu davranışlarının faydasını yine kendileri görürler. Kur’an'ı anlar, iman eder, ona tabi olur ve Allah'ın rahmetine girerler. Dünyada da ahirette de Allah'tan güzel bir karşılıkla mükafatlandırılırlar. Bunun aksine, art niyetli ve düşmanca bir tavırla Kur’an'a yaklaşanlar ise bunun zararını yine kendileri görürler. Kur’an'ı kavrayamaz, ondan istifade edemez, dünyada ve ahirette kayba uğrarlar. Ancak, ne Kur’an'a ne de İslam'a bir zarar veremezler. Kur’an, her insanın rahatlıkla anlayabileceği bir kitap olarak indirilmiştir. Allah bir ayetinde, "Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt, sinelerde olana bir şifa ve mü'minler için bir hidayet ve rahmet geldi." (Yunus Suresi, 57) buyurmaktadır. Bu ayetten de anlaşıldığı gibi Allah'a iman eden ve vicdanına uyan her insan Kur’an ayetlerinden öğüt alabilir, ayetlerdeki emirleri en güzel şekilde yerine getirebilir. Günümüzde Kur’an ‘ı Hz.Muhammed kendi kafasından uydurdu (tövbe haşa)diyenler var. İşte bu kitap onlara bir cevap niteliğinde olacak. Bu kitapta Kur’an’ ın Allah’tan geldiği, delilleri ile gösterilecektir. Öncelikle,1.bölümde Allah’ın varlığını ispat eden deliller 3 başlık altında gösterilecek,evren,cinler, insan, Sonra 2.bölümde Kur’an ‘ın Allah’ın gönderdiği mucize kitap olduğunun ispatlarına, 21 madde de örnekler ile değinilecek.

5


1.BÖLÜM ALLAH’IN VARLIĞININ DELİLLERİ (İSBAT-I VACİB) a)Evrenden Deliller BİG BANG – EVRENİN DOĞUŞU İçinde bulunduğumuz uçsuz bucaksız evrenin nasıl var olduğu, nereye doğru gittiği, içindeki düzen ve dengeyi sağlayan kanunların nasıl işledikleri her devirde insanların merak konusu olmuştur. Bilim adamları, düşünürler asırlardır bu konuyla ilgili sayısız araştırmalar yapmışlar, pek çok teoriler üretmişlerdir. XX. yüzyılın başlarına dek hakim olan görüş, evrenin sonsuz boyutlara sahip olduğu, sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza kadar da var olacağı şeklindeydi. "Statik evren modeli" adı verilen bu anlayışa göre, evren için herhangi bir başlangıç veya son söz konusu değildi. Materyalist felsefenin de temelini oluşturan bu görüş, evreni sabit, durağan ve değişmez bir maddeler bütünü olarak kabul ederken, bir Yaratıcı'nın varlığını da reddediyordu. Her şey, hatta henüz yaratılmamış olan "gökler ve yer" bile, tek bir noktadayken büyük patlama ile yaratılmış ve birbirlerinden ayrılarak evrenin bugünkü şeklini meydana getirmişlerdir. Materyalizm, maddeyi mutlak varlık sayan, maddeden başka hiçbir şeyin varlığını kabul etmeyen bir düşünce sistemidir. Tarihi eski Yunan'a kadar uzanan, ama özellikle 19. yüzyılda yaygınlaşan bu düşünce sistemi, Karl Marx'ın diyalektik materyalizmiyle ünlenmişti. 19. yüzyıldaki durağan evren modeli, başta belirttiğimiz gibi, materyalist felsefeye zemin sağlamıştı. Materyalist felsefeci George Politzer, bu evren modeline dayanarak, "Felsefenin Başlangıç İlkeleri" adlı kitabında; "evrenin yaratılmış birşey" olmadığını öne sürmüştü ve şöyle demişti: "Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde Allah tarafından belli bir anda ve yoktan var edilmiş olması gerekirdi."

Politzer evrenin yoktan var edilmediğini iddia ederken 19. yüzyılın durağan evren modeline dayanıyor ve dolayısıyla bilimsel bir iddia ortaya attığını sanıyordu. Oysa 20. yüzyılda gelişen bilim ve teknoloji, materyalistlere zemin sağlayan durağan evren modeli gibi ilkel anlayışları kökünden yıkmıştır. 21. yüzyılın eşiğinde olduğumuz şu dönemde, evrenin bir başlangıcı 6


olduğu, yok iken bir anda büyük bir patlamayla yaratıldığı modern fizik tarafından pekçok deney, gözlem ve hesapla ispatlanmış durumdadır. Ayrıca, evrenin, materyalistlerin iddia ettikleri gibi sabit ve durağan olmadığı, tam tersine sürekli bir hareket ve değişim içinde olduğu, genişlediği saptanmıştır. Bugün bu gerçekler bütün bilim dünyası tarafından kabul edilmektedir. Şimdi de bu çok önemli gerçeklerin bilim dünyası tarafından nasıl ortaya çıkarıldığından bahsedelim: 1929 yılında California Mount Wilson gözlem evinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim dünyasında büyük bir yankı yarattı. Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma farkedilmişti. Yani yıldızlar bizden sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar. Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha keşfetti: Yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Her şeyin birbirinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç, evrenin her an "genişlemekte" olduğuydu. Konuyu daha iyi anlamak için, evreni şişirilen bir balonun yüzeyi gibi düşünmek mümkündür. Balonun yüzeyindeki noktaların balon şiştikçe birbirlerinden uzaklaşmaları gibi, evrendeki cisimler de evren genişledikçe birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar. "O inkar edenler görmüyorlar mı ki başlangıçta göklerle yer birbiriyle bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?" (Enbiya, 21/30) Aslında bu gerçek daha önceden de teorik olarak keşfedilmişti. Yüzyılın en büyük bilim adamı sayılan Albert Einstein, teorik fizik alanında yaptığı hesaplamalarla evrenin durağan olamayacağı sonucuna varmıştı. Fakat o devrin genel kabul gören durağan evren modeliyle ters düşmemek için bu buluşunu bir kenara bırakmıştı. Einstein bu davranışını daha sonra, 'kariyerinin en büyük hatası' olarak adlandıracaktı. Daha sonra Hubble'ın gözlemleriyle evrenin genişlediği kesinlik kazandı. Peki evrenin genişliyor olmasının, evrenin varoluşu konusundaki önemi neydi? Evren genişlediğine göre, zaman içinde geriye doğru gidildiğinde evrenin tek bir noktadan başladığı ortaya çıkıyordu. Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu "tek nokta"nın, "sıfır hacme" ve "sonsuz yoğunluğa" sahip olması gerektiğini gösterdi. Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Evrenin başlangıcı olan bu büyük patlamaya ingilizce karşılığı olan "Big Bang" ismi verildi ve bu teori de aynı isimle anılmaya başlandı. Aslında sıfır hacim bu konunun teorik bir ifade biçimidir. Bilim, insan aklının kavrama sınırlarını aşan 'yokluk' kavramını ancak 'sıfır hacimdeki nokta' ifadesi ile tarif edebilmektedir. Gerçekte ise 'sıfır hacimdeki bir nokta' 'yokluk' anlamına gelir. Evren de yokluktan var olmuştur. Diğer bir deyimle yaratılmıştır.

7


Modern fiziğin ancak bu yüzyılın sonlarına doğru ulaştığı bu büyük gerçek, Kur'an'da bize on dört yüzyıl önceden şöyle haber verilmekteydi: "O Allah gökleri ve yeri yoktan var edendir." (Enam, 6/101) Bilindiği gibi Big Bang teorisi, başlangıçta evrendeki tüm cisimlerin birarada olduklarını ve sonradan ayrıldıklarını göstermiştir. Big Bang teorisinin ortaya koyduğu bu gerçek de, zamanımızdan tam on dört asır önce insanların evren hakkındaki bilgilerinin son derece kısıtlı olduğu bir dönemde yine Kur'an'da şöyle bildiriliyordu: "O inkar edenler görmüyorlar mı ki başlangıçta göklerle yer birbiriyle bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?" (Enbiya, 21/30)

Yani her şey, hatta henüz yaratılmamış olan "gökler ve yer" bile, tek bir noktadayken büyük patlama ile yaratılmış ve birbirlerinden ayrılarak evrenin bugünkü şeklini meydana getirmişlerdir. Ayetin ifadelerini Big Bang teorisi ile karşılaştırdığımızda tam bir uyum içinde olduklarını görürüz. Oysa Big Bang'in bilimsel bir teori olarak ortaya atılması ancak 20. yüzyılda mümkün olmuştur. Evrenin genişlemesi, Büyük Patlama teorisinin, yani evrenin yoktan var edildiğinin en önemli kanıtlarından biridir. Evren yaratıldığından beri süregelen bu gerçek, modern bilim tarafından ancak bu yüzyılda keşfedildiği halde Kur'an'da bu gerçek yine bundan on dört asır önce haber verilmiştir: "Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz." (Zariyat, 51/47) Açıkça görüldüğü gibi, Büyük Patlama teorisi evrenin "yoktan var edildiği"nin, yani Allah tarafından yaratıldığının ispatıydı. Big Bang'in bu zaferi ile birlikte, materyalist felsefenin temeli olan "ezeli madde" kavramı da tarihe karışmış oldu. Peki o zaman Big Bang'den önce ne vardı ve "yok" olan evreni bu büyük patlama ile "var" hale getiren güç neydi? Elbette ki bu 8


soru bir Yaratıcı'nın varlığını göstermektedir. Ünlü ateist felsefeci Anthony Flew, bu konuda şunları söyler: "İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını. Sadece evrenin bir sonunun ve başlangıcının olmadığını kabul ettiğimiz sürece, evrenin şu anki varlığının mutlak bir açıklama olduğunu savunabiliriz. Ben hala bu açıklamaya inanıyorum, ama bunu Big Bang karşısında savunmanın pek kolay ve rahat bir durum olmadığını itiraf etmeliyim." Kendisini ateist olmak için körü körüne şartlandırmayan pek çok bilim adamı ise, evrenin yaratılışında sonsuz güç sahibi bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmiş durumdadır. Bu Yaratıcı, hem maddeyi hem de zamanı yaratmış olan, yani her ikisinden de bağımsız bir varlık olmalıdır. Ünlü Amerikalı astrofizikçi Hugh Ross bu gerçeği şöyle açıklar: "Eğer zaman ve madde, patlamayla birlikte ortaya çıkmışsa, o zaman evreni meydana getiren nedenin, evrendeki zaman ve mekandan tamamen bağımsız olması gerekir. Bu bize Yaratıcı'nın evrendeki tüm boyutların üzerinde olduğunu gösterir. Aynı zamanda Yaratıcı'nın bazılarının savunduğu gibi evrenin kendisi olmadığını ve evreni kapladığını, sadece evrenin içindeki bir güç olmadığını kanıtlar." Bu bilim adamının da söylediği gibi, madde ve zaman, tüm bu kavramlardan bağımsız olan sonsuz güç sahibi bir Yaratıcı tarafından var edilmiştir. O Yaratıcı, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'tır. Kâinatın Başlangıcı Kâinatın var oluşu hakkında çeşitli hipotez ve görüş vardır. Bununla beraber en çok kabul gören ve deneysel verilerle desteklenen teori, big bang teorisidir. Dünyanın birçok üniversitesinde ders kitabı olarak okutulan 2010 yılında basılmış “ Physics for Scientists and Engineers with Modern Physics, Eighth Edition, R.A. Serway and J.W. Jewett, Jr.” kitabından bu teoriyi kısaca özetleyelim. Bu teoriye göre, kâinat yaklaşık 13 milyar sene önce sonsuz yoğun bir noktadan patlama ile var oldu. Big bang’tan hemen sonraki an, son derece yüksek bir enerjinin olduğu ve dört temel kuvvetin birleşik olduğu andı. Eğer zamanın başlangıcı big bang alınırsa ilk 10-43 saniye esnasında sıcaklık yaklaşık 1032 K civarında (yani demiri eriten sıcaklıktan milyar kere milyar kere milyar kat daha fazla) idi ve güçlü, zayıf, elektromanyetik ve gravitasyonel kuvvetler olarak adlandırılan dört temel kuvvet birleşik (unified) idi. Big bang’tan sonraki 10-35 saniyede de önce gravitasyonel kuvvet diğerlerinden ayrıldı. Kâinat hızlı bir şekilde genişledi ve soğudu. Kâinat soğumaya ve genişlemeye devam ederken diğer kuvvetler de birbirinden ayrıldı. Bu sırada kâinat kuarklar ve leptonlardan ibaretti ve henüz protonlar, nötronlar, çekirdek ve atomlar yoktu. Big bang’tan 700 000 yıl sonra kâinat yaklaşık 3000 K sıcaklığına soğuduğunda, elektronlar protonlara bağlı hareket ederek atomlar teşekkül etti. Atomlardan sonra moleküller, gaz bulutları, yıldızlar ve son olarak galaksiler hasıl oldu. Big bang teorisini destekleyen deney sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz: 9


1965’te Arno A. Penzias and Robert W. Wilson duyarlı mikrodalga alıcısnı test ederken çok şaşırtıcı ve ilginç bir şey keşfettiler. Anten farklı yönlere çevirdikçe ölçülen radyasyon sinyalinin şiddeti hep aynı idi. Her yönden aynı şiddette radyasyonun ölçülmesi, bu radyasyonun kaynağının bütün kâinat olduğuna işaret etmekteydi. Sonunda bu radyosyonun, big bang’tan geriye kalan kozmik mikrodalga arka plan (background) ışımasının sonucu olduğu ve 3 K sıcaklığındaki siyah cisim ışıması ile aynı mertebede olduğu anlaşıldı. Başka araştırma gruplarının yaptıkları deneyler de bunu doğrular nitelikteydi. Bu çok önemli keşiflerinden dolayı Penzias ve Wilson Nobel ödülü kazandılar. Genişleyen kâinat teorisini destekleyen en önemli keşiflerden biri de 1920’de Edwin P. Hubble tarafından gerçekleştirildi. Gerek 100-inç lik teleskop gerekse daha sonra kullanılan 200-inç lik teleskopla yapılan çalışmalar gösterdi ki, galaksiler dünyadan uzaklaşmaktadırlar, yani kâinat genişlemektedir, bir başka deyişle kâinatın bir başlangıcı vardır. Yani kâinat yok iken, var edilmiştir. HUBBLE TELESKOBU

Birincisi: Amerikalı fizikçi Prof. Dr. Paul Davies “God and The New Physics” (Allah ve Yeni Fizikler) adlı kitabında, kainatın tesadüfen, boşu boşuna, gayesizce var olduğuna inanmıyor. “Kainatı doğuran bütün kanunlar son derece ince bir düzenin sonucudurlar.” diyor. Daha sonraki satırlarda şunları söylüyor: “Her olayın bir sebebi olmalıdır. Sebepler zincirini düşünecek olursak, sonsuz bir zincir tasavvur edemeyiz. Her şeyin bir ilk sebebi olmalıdır. İşte bu ilk sebep Allah’tır.” Ayrıca , 1700 üyesi olan Yaratılış Araştırma Derneğinin başkanı Amerikalı fizikçi Prof. Dr. Don DeYoung , astrofizikçi Prof. Dr. Hugh Ross , matematik profesörü John Lennox ve daha bir çok meşhur bilim insanı yaratılışın bilimsel bir gerçek olduğunu ifade etmektedir. Astrofizikçi Hugh Ross, “The Creator and the Cosmos: How Greatest Scientific Discoveries of The Century Reveal God, Colorado: NavPress, revised edition, 1995, s. 76” da konuya ilişkin şu açıklamada bulunmuştur: "Zaman, olayların meydana geldiği boyut olduğuna göre, eğer madde, Big Bang'la ortaya çıkmışsa, o halde evreni ortaya çıkaran sebebin evrendeki zaman ve mekândan tümüyle bağımsız olması gerekir. Bu da bize Yaratıcı'nın evrendeki tüm boyutların üzerinde olduğunu göstermektedir." Önceleri ateist olan Cambridge Üniversitesi’nde Astronomici Prof. Dr. Fred Hoyle ise yıldızlarda nükleer füzyon reaksiyonu ile He, Be, C, O meydana gelmesi sürecinde hayat için 10


çok gerekli olan karbon (C ) ve oksijenin (O) tam olması gerektiği miktarda ve bollukta teşekkül ettiği gerçeğini fark ederek şu cümleleri kullanmıştır: “Süper hesap yapan bir akıl, karbon atomunun özelliklerini dizayn etmiş olmalı. Aksi takdirde böyle bir atomu tabiatın kör kuvvetleri vasıtasıyla bulma şansımız sıfır denecek kadar azdır. Gerçeklerin aklı selim yorumu göstermektedir ki, bir süper akıl fizik kanunları ile birlikte kimya ve biyolojiyi de hesaba katmıştır.” diyerek artık kendisi de inanmaya başlamıştır. ikincisi: Nobel Fizik ödülü sahibi Prof. Dr. Abdussalam, Allah’ın varlığına ve birliğine inanan biriydi. Kendisine Nobel Fizik ödülünü kazandıran teorinin, Kur’an’ın hakikatlerinden aldığı ilhamın sonucu olduğunu söylerdi. üçüncüsü: “Madde ve enerji birbirine dönüşebilen niceliklerdir. Ama dönüştüren ve sebepleri yaratan, sebepleri ilim çerçevesinde vesile kılan kimdir?” sorusunu sormayacak mıyız? Amerikalı fizikçi Prof.Dr. Paul Davies gibi “...Her şeyin bir ilk sebebi olmalıdır. İşte bu ilk sebep Allah’tır.” demeyecek miyiz? Tabiatta cereyan eden dört temel kuvveti (Gravitasyonel, elektromanyetik, güçlü çekirdek ve zayıf çekirdek kuvvetleri) kim idare ediyor? demeyelim mi? Bu ince hesap gerektiren işler ancak muhit bir ilim ve kudret sahibinin işi olabilir, başka surette olamaz demezsek ne diyeceğiz ? Bütün bu hassas işleyiş ve düzen, kör kuvvet, sağır tabiat, serseri tesadüfün işi olabilir mi? Steven Weinberg “The First Three Minutes, Bantam Books ,1977” kitabında Big Bang ve sonrasını anlatırken hiç bir yerde sizin dediğiniz gibi Big Bang için “var olan maddenin dağılmasıdır” demez. Benzer şekilde uluslar arası ders kitaplarında da Big bang ile ilgili “var olan maddenin dağılmasıdır” ifadesine hiç rastlamadık. İlk üç dakikanın 0.02 s lik kısmında sıcaklık 10^11 K (yani 100 milyar K) ve kâinat ışıkla dolu, elekton-pozitronların yaratılması ve yok olması eşit oranda. Sonra kâinat hem soğumaya hem genişlemeye devam ederken protonlar, nötronlar, çekirdek ve atomlar teşekkül etti. Daha sonra moleküller, gaz bulutları, yıldızlar ve son olarak galaksiler hasıl oldu. Dördüncüsü: “Big-Bang'in ispatı da dinlerdeki sözde mucize içeren ayetler değil, evrenin her noktasından gelen kozmik mikrodalga arkaplan ışımasıdır.” diyorsunuz. Bu cümle de bize anlamsız geldi. Kur’an da geçen bir ayetin manası “kozmik mikrodalga arkaplan ışıması” ile veya teleskopla gözlemlenen kırmızıya kayma verileri ile 1400 sene sonra desteklenmiş ise, buna elbette mucize denecektir. “İnkâr edenler, göklerle yer bitişikken, bizim onları ayırdığımızı ve diri olan her şeyi sudan meydana getirdiğimizi görmediler mi? Hâlâ inanmayacaklar mı?” (Enbiya Sûresi -30) Big Bang oluşum tablosu

11


SAMANYOLU GALAKSİSİ Pek çok insan, havanın açık olduğu bir yaz gecesinde, gökyüzünü seyretmiş ve yıldızlarla dolu alacakaranlığın büyüklüğü hakkında düşünmüştür. Evrenin büyüklüğü hakkında ise birbirinden farklı pek çok teori ortaya atılmıştır. İnsan aklının alamayacağı büyüklükteki uzay boşluğu ve bu boşluğu dolduran, galaksiler, milyarlarca gök cismi ve bu gök cisimleri arasındaki kusursuz denge Allah’ın sonsuz gücünün delillerindendir. Rabbimiz’in yüceliğini daha da iyi takdir edebilmek için, içinde Dünyamız’ın da yer aldığı Samanyolu galaksisini incelemek faydalı olacaktır. Yüce Allah, evreni tek bir noktadan büyük bir patlama ile yaratmıştır. Bütün patlamalar var olan düzeni bozarken Big Bang adı verilen bu patlama ile evrende sıfır hacimden yani yokluktan muazzam bir düzenle 300 milyar galaksi oluşmuştur. İçinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisi gözlemlenebilir evrendeki 300 milyar galaksiden sadece biridir. Uzayın yaratılışındaki mükemmelliklerden örnekleri incelememiz Allah’ın sonsuz gücünü gereği gibi kavrayabilmek için birer vesile olacaktır. Samanyolu Spiral Şeklindedir

Samanyolu çubuklu sarmal şeklinde bir görünüme sahiptir. Merkezdeki çubuk görünümlü yıldız, logaritmik spiral gibi uzayan iki ana kol ve yardımcı kollar galaksinin şeklini oluşturur. Spiral görünümlü bu galaksinin kollarının birisinde, bizim Güneşimiz yer almaktadır. 12


Samanyolu galaksisi, yalnızca büyük bir spiral galaksi olmayıp, milyonlarca ışık yılına uzanan büyük bir imparatorluğun merkezidir. Samanyolu’nun imparatorluğun merkezi oluşunun nedeni; çevresinde bulunan 10 tane galaksiyi çekimsel olarak yönetmesidir. Galaksi imparatorluğunu oluşturan 10 galaksi iki gruba ayrılır. İlk grup iki tane Magellan bulutsusundan oluşur. Bu Magellan bulutsuları, Samanyolu galaksisinin uyduları olmakla beraber en yakın iki üyesini oluşturur. Diğer ikinci grup ise hemen hemen hiç kimsenin bilmediği 8 galaksiden oluşur. Güneş sistemimiz Samanyolu galaksisinin merkezine yakın olan kısmındadır. Ancak bu yakınlığa rağmen merkezin etrafındaki tur 220 milyon yıl gibi bir sürede tamamlanır. Şekli ve boyutları ile çok muazzam bir büyüklüğe sahip olan Samanyolu’nu ve bu galaksinin uydularını kuşatan birçok kanun, denge ve ölçü vardır. Bunların her biri ise, içinde insan yaşamına imkan sağlayacak bir evreni oluşturacak biçimde, İlahi bir hesap ve düzen içinde yaratılmıştır. Her karesi ayrı bir mucize olan evren ve Samanyolu galaksisi çok açıktır ki onu eşsiz bir ilim, kudret ve sanatla var eden Yüce Allah’ın eseridir. Ayette şöyle buyrulur: “Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; çocuk edinmemiştir. O’na mülkünde ortak yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir.” (Furkan Suresi, 2)

Samanyolu Galaksisi İçinde Milyarlarca Gök Cismi Yer Alır Samanyolu Galaksisi’nin içinde, Güneş gibi ve çoğu ondan daha büyük olmak üzere yaklaşık 250 milyar yıldız vardır. İki yıldızlı gezegenler, cüce yıldız sistemler, sünger gibi büzülmüş gezegenler ve cüce güneşler Samanyolu galaksisi içindeki milyarlarca gök cismi arasında yer alır.

Uzay içinde saatte 950.000 km hızla evren içinde bilinmeyen bir yöne doğru hareket eden galaksimizin bu muazzam hızdaki yolculuğu hem milyonlarca yıldır devam etmekte, hem de 300 milyar galaksinin hiçbiri ile çarpışmamaktadır. Kuşkusuz bu uzayın Allah tarafından sonsuz bir kudretle yaratıldığının delillerindendir. Bu satırları okurken içinde bulunduğumuz galaksi kontrolümüz dışında aynı hızla, bilinmeyen bir yöne doğru yolculuğuna devam etmektedir. Ancak bu bilinmezlik sadece bizim için geçerlidir. Galaksimiz ve içinde bulunan milyonlarca tonluk kütleler aynı hızda ve aynı yönde hiçbir sapma olmadan, Allah’ın kontrolünde, O’nun belirlediği yöne doğru akıp gitmektedir. Sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Rabbimiz bir ayette şu şekilde bildirir. “Andolsun, gökte burçlar kıldık ve onu gözleyenler için süsledik.” (Hicr Suresi, 16)

13


Görünür evrendeki Güneş gibi yıldızların sayısı 1024 tür. 1024, milyar kere milyar kere milyondan bile daha büyük olan, muazzam bir rakamdır. Bu 1024 tane yıldızın her birindeki tek bir toz tanesi dahi Allah’ın her an kontrolündedir. Her bir gezegenin, 1024 tane yıldızdan her birinin, 300 milyar galaksiden her birinin hareketi, dönüş hızı, sıcaklıkları, uzaklıkları Allah’ın Katında belirlenmiştir ve her an yaratılmaktadır. Allah, insanın haberi dahi olmadan yeryüzündeki muazzam dengeleri her an her saniye korur. Uzay boşluğundaki kusursuz denge korunurken, birkaç saniye içinde vücudun her milimetre karesinde olağanüstü komplekslikte ve mükemmellikte, aynı zamanda hayranlık uyandırıcı bir hızda çeşitli işlemler gerçekleşir. Rabbimiz herşeyi kendi kontrolü altında tuttuğunu bir ayette şöyle hatırlatır: “Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O’na yükselir.” (Secde Suresi, 5)

Samanyolu Galaksisi Muazzam Bir Büyüklüktedir Yaşadığımız Dünyada her şeyi metre, kilometre gibi ölçü birimleriyle ölçeriz. Buna göre karınca 5 milimetre, golf topu 5 santimetre, zürafa 5.5 metre, Çin Seddi 6.400 kilometre ve Dünyanın ekvator bölgesinin çevresi 40.000 kilometredir. Ancak, Yüce Rabbimiz’in kusursuz yaratılış delilleriyle donattığı uzayın büyüklüğünü anlayabilmek için çok daha büyük uzaklık ölçü birimlerine ihtiyacımız vardır. “Işık yılı”, bu birimlerden biridir. Işık yılı, evrendeki birbirinden çok uzak cisimlerin arasındaki mesafeyi bulmak için kullanılan bir uzaklık birimidir ve ışığın bir yılda gittiği yolu ifade eder. Işık bir saniyede 300.000 kilometre yol alabilir. Bir yılda ise yaklaşık olarak 9.461.000.000.000 kilometre yolculuk yapabilir. Bize en yakın yıldız 4.22 ışık yılı uzağımızdadır. Dünyamızın içinde olduğu Samanyolu Galaksisi yaklaşık 100.000 ışık yılı büyüklüktedir. Samanyolu Galaksisi çok büyük olduğundan astronomlar ışık yılı yerine kiloparsek birimi kullanmaktadır (1 kpc = 3260 ışık yılı). Örneğin; Güneşimizin, Galaksi merkezine olan uzaklığı 8.5 kpc, Galaksi diskinin çapı 35 kpc, Samanyoluna en yakın uydu galaksi 50 kpc ve en uzak uydu galaksi ise 250 kpc uzaklığındadır. Kuşkusuz bu rakamlar Samanyolu galaksisinin büyüklüğü hakkında bir fikir verebilir. Samanyolu galaksisinin, kendi merkezi çevresindeki dönüş hızı saatte 914 bin kilometredir. Yapılan araştırmalar galaksinin yoğunluğunun, daha önce hesaplananın 1.5 katı daha fazla olduğunu, galaksimizin eski bilinen büyüklüğünden yüzde 15 daha geniş ve yüzde 50 daha yoğun olduğunu, ayrıca sanıldığından daha hızlı döndüğünü ortaya koyar.

14


Ancak ilginç olan, Samanyolu galaksisinin de uzayın geneli düşünüldüğünde çok “küçük” bir yer oluşudur. Çünkü uzayda başka galaksiler de vardır, üstelik tahminlere göre, yaklaşık 300 milyar kadar!... George Greenstein, bu muazzam büyüklükle ilgili, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında şöyle yazar: “Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda ve diğer gök cisimlerinde süregiden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim gökyüzünde çok daha fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama pardon, evet; bir fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan “ben” olmazdım... Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır.” (George Greenstein, The Symbiotic Universe, s.21) Greenstein, bunun nedenini de açıklar; uzaydaki büyük boşluklar, bazı fiziksel değişkenlerin tam insan yaşamına uygun biçimde şekillenmesini sağlamaktadır. Ayrıca Dünya’nın, uzay boşluğunda gezinen dev gök cisimleriyle çarpışmasını engelleyen etken de, evrendeki gök cisimlerinin arasının bu denli büyük boşluklarla dolu oluşudur. Kısacası evrendeki gök cisimlerinin dağılımı, kusursuz düzen ve denge insanın yaşamı için tam olması gereken yapıdadır. Dev boşluklar, amaçsız yere ortaya çıkmamışlardır; amaçlı bir yaratılışın sonucudurlar. Evrenin her an Allah’ın kontrolü altında bulunduğu bir Kur’an ayetinde şöyle haber verilir: “Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, Kendisi’nden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim’dir, bağışlayandır.” (Fatır Suresi, 41)

Allah insanların Kendi sınırsız gücünü kavrayabilmeleri için evrendeki düzeni muazzam detaylarla birlikte yaratmıştır. Allah Kur’an’da insanlara evrendeki düzenin yaratılış sebebini “... sizin gerçekten Allah’ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah’ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz ve öğrenmeniz için” (Talak Suresi, 12)

şeklinde bildirmektedir. Gerçek anlamda uzayın nasıl bir büyüklük olduğu üzerinde düşünmeye başladığımızda tahmin edebileceğimizden çok daha farklı kavramlarla karşılaşırız. GÜNEŞİMİZ Dev bir nükleer reaktör olan Güneş'in içindeki reaksiyonlarda büyük bir enerji açığa çıkmaktadır. İnsan hayatının devamı için temel kaynak olan Güneş'te meydana gelen bu reaksiyonlarda oluşabilecek en ufak bir sapma Güneş'in sönmesine ya da birkaç saniye içinde havaya uçmasına neden olacaktır. Böyle bir tehlikenin meydana gelmemesi Güneş'teki bu işlemlerin mucizevi bir hassasiyetle tasarlanmış olmasından kaynaklanmaktadır. Güneş'i ve Güneş Sistemi'nin yapısını incelediğimizde, büyük bir denge ile karşılaşırız. Gezegenleri dondurucu soğukluktaki uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in "çekim gücü" ile gezegenin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki dengede saklıdır. Güneş büyük çekim gücü ile tüm gezegenleri çeker, gezegenlerin dönmesinden kaynaklanan merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimin etkisi azalır ve muhteşem bir denge oluşur. Eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve 15


sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı. Ama bunların hiçbiri olmaz ve tüm gezegenler kendi yörüngelerinde yol alırlar. Çünkü Allah'ın ayette bildirdiği gibi, "Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler." (Yasin suresi, 40)

Güneş, dev bir nükleer reaktördür. Güneş'in içinde sürekli olarak hidrojen atomları helyuma dönüştürülür ve bu işlemler neticesinde ısı ve ışık açığa çıkar. Güneş'teki bu nükleer reaksiyon, insan hayatı için zorunludur. Dünya'ya ulaşan ısı ve ışığın açığa çıkması içinse dört hidrojenin birleşip bir hidrojene dönüşmesi gerekir. Çekirdeğinde sadece tek bir proton yer alan hidrojen, evrendeki en basit elementtir. Helyumun çekirdeğinde ise iki proton ve iki nötron bulunur. Güneş'te gerçekleşen işlem, dört hidrojenin birleşmesiyle bir helyum elementinin oluşmasıdır. Bu işlem sırasında çok büyük bir enerji açığa çıkar. Dünya'ya gelen ısı ve ışık enerjisinin neredeyse tamamı, Güneş'in içindeki bu nükleer reaksiyonla oluşmaktadır. Ancak, dört hidrojen atomunun biraraya gelip bir anda helyuma dönüşmesi mümkün değildir. Bunun için, iki aşamalı bir işlem gerçekleşir. Önce iki hidrojen birleşir ve bir proton ve bir nötrona sahip bir "ara formül" meydana gelir. Bu ara formüle "dötron" adı verilir. Sonra da iki dötronun birleşmesiyle bir helyum çekirdeği oluşur.

En Güçlü Nükleer Kuvvet Şimdi asıl soruyu sorabiliriz. Peki, iki ayrı atom çekirdeğini birbirine yapıştıran kuvvet nedir? Bu kuvvete "güçlü nükleer kuvvet" denir. Güçlü nükleer kuvvet, evrendeki en büyük nükleer kuvvettir. Bu kuvvet yerçekiminden milyar kere milyar kere milyar kere milyar kat daha güçlüdür. Bu güç sayesinde iki hidrojen çekirdeği birbirine yapışabilmektedir. Ancak araştırmalar göstermiştir ki, güçlü nükleer kuvvet, bu işi yapmak için tam gereken miktardadır. Güçlü nükleer kuvvet eğer şu anda sahip olduğu değerinden biraz bile daha zayıf olsaydı, iki hidrojen çekirdeği birleşemezdi. Yan yana gelen iki proton, hemen birbirlerini iter, böylece Güneş'teki nükleer reaksiyon başlamadan biterdi. Yani Güneş hiç var olmazdı. Ünlü bilimadamı George Greenstein, bu gerçeği "eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık bile daha 16


zayıf olsaydı, o zaman Dünya'nın ışığı hiçbir zaman yanmayacaktı" diye açıklar. Güneş'teki Dengeli Reaksiyon Peki acaba güçlü nükleer kuvvet birazcık daha güçlü olsa ne olurdu? O zaman da bir proton ve bir nötrondan oluşan dötron değil, iki protonlu di-proton meydana gelirdi. Ve bu durumda Güneş'in yakıtı aniden çok çok etkili bir yakıt haline gelirdi. Bu öyle bir yakıt olurdu ki, Güneş ve ona benzer diğer tüm yıldızlar, birkaç saniye içinde havaya uçardı. Güneş'in havaya uçması ise, birkaç dakika sonra tüm Dünya'yı ve üzerindeki tüm canlıları alevlere boğar birkaç saniye içinde kömür haline gelirdi. Ama yüce Yaratıcımız olan Allah'ın rahmeti sayesinde güçlü nükleer kuvvetin gücü, tam olması gereken düzeydedir ve Güneş dengeli bir reaksiyon gerçekleştirir yani "yavaş yavaş" yanar. Tüm bunlar, güçlü nükleer kuvvetin gücünün, tam insan yaşamına imkan verecek biçimde ayarlanmış olduğunu göstermektedir. Eğer bu ayarlamada bir sapma olsaydı, Güneş gibi yıldızlar ya hiç var olmazlar, ya da oluştukları andan çok kısa bir süre sonra korkunç birer patlamayla yok olurlardı. Allah, Güneş'i insanın yaşamı için özel bir şekilde yaratmıştır ve bunu Kur’an'daki "Güneş ve Ay, belli bir hesap iledir" (Rahman Suresi, 5) ifadesiyle bizlere bildirmiştir. Tüm evreni yoktan var edip, sonra da onu dilediği biçimde tasarlayıp düzenleyen tek güç alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Allah, gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratmış sonra da ona belli bir düzen vermiştir. Evrendeki cisimlerin mucizevi dengeler sayesinde kararlı bir şekilde durmaları, Allah'ın yaratışındaki kusursuzluğu gösteren delillerden biridir. Yüce Allah'ın buyurduğu gibi, "Göğün ve yerin O'nun emriyle durması da, O'nun ayetlerindendir". (Rum Suresi, 25)

Eğer Güneş Sistemi içinde bir yolculuk yapacak olursanız, oldukça ilginç bir tablo ile karşılaşırsınız.

Yolculuğa sistemin en dışından başladığınızı varsayalım. İlk karşılaşacağınız gezegen Pluton'dur. Bu küçük gök cismi, oldukça "soğuk" bir yerdir. Yaklaşık - 238°C kadar!.. Bu 17


dondurucu soğukluk içinde gezegenin çok ince bir atmosferi vardır. Ancak atmosfer, sadece, eliptik bir yörüngeye sahip olan gezegenin Güneş'e yakın olduğu dönemlerde gaz halindedir. Diğer zamanlarda atmosfer bir buz kütlesi haline döşünür. Kısaca Pluton, ölü bir buz yığınıdır. Güneş Sistemi'nin merkezine biraz daha ilerlediğinizde, Neptün'le karşılaşırsınız. Bu gezegen de oldukça "soğuk"tur: Yüzey sıcaklığı -218°C civarındadır. Hidrojen, helyum ve metan gazlarından oluşan atmosferi insan için zehirlidir. Dahası gezegenin yüzeyinde, hızları saatte 2000 km'ye varan korkunç fırtınalar eser. Merkeze doğru biraz daha ilerleyince Uranüs'e varırsınız. Uranüs yapısında yüksek oranda kaya ve buz bulunduran bir "gaz gezegen"dir. Atmosfer sıcaklığı -214°C civarındadır. Hidrojen, helyum ve metan içeren atmosfer yaşama kesinlikle uygun değildir. Yolculuğu devam ettiğinizde Satürn'e varırsınız. Güneş Sistemi'nin bu ikinci büyük gezegeni, etrafındaki halkalarla tanınır. Bu halkalar gaz, buz ve kaya parçalarından oluşmaktadır. Asıl ilginç olan Satürn'ün yapısıdır. Gezegen tam anlamıyla bir gaz gezegendir; kütlesi % 75 oranında hidrojen ve % 25 oranında helyumdan oluşur. Yoğunluğu suyun yoğunluğundan bile düşüktür. Bu nedenle, eğer Satürn'e bir uzay gemisi indirmek isterseniz, bunu yüzebilir bir "şişme bot" olarak tasarlamanız gerekir. Isı yine korkunç derecede düşüktür: -178°C. Biraz daha ilerlediğinizde Güneş Sistemi'nin en büyük gezegeni olan Jüpiter'e varırsınız. Kütlesi Dünya'nın 318 katı olan Jüpiter de bir gaz gezegendir. Jüpiter gezegeninin atmosferi, yüzeyi ve iç yapısı arasında ayrım yapmak güç olduğundan "atmosfer sıcaklığı" gibi bir kavramı ifade etmek de aynı oranda zordur. Ancak, gezegenin atmosferi sayılabilecek üst kısımlarındaki ısı -143°C'dir. Jüpiter üzerinde bulunan büyük kırmızı renkli lekenin varlığı, Dünya'daki gözlemciler tarafından yaklaşık 300 yıldır bilinmektedir. Bu kırmızı lekenin, içine iki Dünya alacak kadar büyük olan bir fırtınadan başka birşey olmadığı ise çağımızda anlaşılmıştır. Kısaca Jüpiter, üzerinde hiç kara parçası bulunmayan, delici bir soğuğun hüküm sürdüğü, üzerinde yüzlerce yıl süren korkunç fırtınaların yaşandığı, manyetik alanı ile her canlıyı anında öldürecek korkunç, ürpertici bir gezegendir. Jüpiter'den sonra Mars gelir. Mars'ın atmosferi yoğun karbondioksit içeren zehirli bir karışımdır. Gezegenin üzerinde hiç su yoktur. Yüzeyde büyük göktaşlarının çarpmasıyla meydana gelen dev kraterler dikkat çeker. Çok kuvvetli rüzgarlar ve aylarca süren kum fırtınaları hüküm sürer. Isı – 53°C civarındadır. Hakkında yapılan tüm spekülasyonlara rağmen, Mars ölü bir gezegendir. Mars'tan sonra karşımıza çıkan mavi gezegeni şimdilik bir kenara bırakalım. Bir sonra varacağımız gezegen Venüs'tür. Venüs'te, daha önce rastladığımız dondurucu soğukların aksine, yakıcı bir sıcaklık hüküm sürer. Isı yüzeyde yaklaşık 450°C'ye kadar ulaşır. Bu, kurşunu bile eritmeye yetecek bir ısıdır. Venüs'ün bir diğer korkunç özelliği, yoğun bir karbondioksit tabakasından oluşan ağır atmosferidir. Atmosfer basıncı, yüzeyde 90 atmosferi bulur. Bu, Dünya'da denizin 1 km derinliğindeki basınca eş değerdir. Venüs'ün atmosferinde ayrıca kilometrelerce kalınlığa sahip sülfürik asit katmanları bulunmaktadır. Bu yüzden gezegene sürekli öldürücü asit yağmurları yağar. Cehennemi andıran böyle bir ortamda, hiçbir canlı yaşayamaz.

18


Hala Güneş'e doğru ilerlemeye devam ederseniz, sistemin en başındaki Merkür gezegenine ulaşırsınız. Merkür'ün en ilginç özelliği, kendi etrafında olağanüstü derecede yavaş dönmesidir. Kendi etrafındaki dönüş hızı, neredeyse Güneş'in etrafında yaptığı dönüş kadar yavaştır. Öyle ki Merkür Güneş etrafında iki kez döndüğünde, kendi etrafında sadece üç kez dönmüş olur. Yani iki yılı, üç gününe eşittir. Gece ile gündüzün bu kadar uzun sürmesi, gezegenin bir yüzünü kızartırken, öteki yüzünü ise dondurur. Bu nedenle gece ile gündüz arasındaki ısı farkı yaklaşık 1000°C'yi bulmaktadır. Elbette böyle bir ortam, hiçbir canlıyı barındıramaz. Kısacası, Güneş Sistemi'ndeki bilinen dokuz gezegenin sekizi (ve bunların burada değinmediğimiz 53 uydusu) içinde, yaşama uygun tek bir gök cismi yoktur. Her biri ölü ve sessiz birer madde yığınıdır. Ancak az önce değinip geçtiğimiz mavi gezegen, işte o diğerlerinden çok farklıdır. Çünkü atmosferinden yeryüzü şekillerine, ısısından manyetik alanına, elementlerinden Güneş'e olan mesafesine kadar, her türlü dengesiyle, tamamen yaşam için özel olarak yaratılmıştır. Güneş Sistemi’ndeki gezegenler arasında Dünya’ya yakın özelliklere sahip olan Mars bile, gerçekte Dünya’ya yakın özelliklere sahip olan Mars bile, gerçekte Dünya ile asla kıyaslanamayacak kadar kuru ve ölü bir kaya yığınıdır. "Adaptasyon" Yanılgısına Karşı Bir Uyarı Adaptasyon "uyum sağlama" demektir. Tüm canlıların ortak bir atadan tesadüflerle türediklerini savunan evrim teorisi ise, adaptasyon kavramını yoğun biçimde kullanır. Evrimciler, canlıların içinde yaşadıkları ortamlara uyum sağlaya sağlaya sonuçta yepyeni canlı türlerine dönüştükleri iddiasındadırlar. Bu iddianın geçersizliğini, canlıların doğal şartlara uyum sağlama mekanizmalarının sadece belirli sınırlar içinde gerçekleştiğini ve asla bir türü bir başka türe dönüştüremeyeceğini başka çalışmalarımızda incelemiştik. Aslında adaptasyonla evrim kavramı Lamarck döneminin ilkel bilim anlayışının bir kalıntısıdır ve çoktan bilimsel bulgular tarafından reddedilmiştir. VENÜS'ÜN KORKUNÇ YÜZEYİ Venüs'ün yüzeyindeki ısı yaklaşık 450oC'ye kadar ulaşır. Bu sıcaklık, kurşunu bile eritmeye yeter. Nitekim gezegenin yüzeyi, adeta lavlarla kaplı bir ateş topu gibidir. Sülfürik asit

19


katmanları ile dolu olan atmosfer, sürekli asit yağmurları yağdırır. Atmosfer basıncı ise, Dünya'da denizin 1 km. derinliğindeki basınca eş değerdir. Ancak bilimsel bir temeli olmamasına rağmen, adaptasyon fikri çoğu kişiyi etkiler. Özellikle de burada anlatacağımız konu açısından. Bu kişiler, kendilerine Dünya'nın yaşam için özel bir gezegen olduğu anlatıldığında, hemen "bu tür bir gezegenin şartlarında böyle bir yaşam çıkmış, başka gezegenlerde ise başka türlü yaşamlar gelişebilir" gibi bir düşünceye kapılırlar. Örneğin Dünya üzerinde bizim gibi insanlar yaşarken, Pluton gibi bir gezegenin üzerinde de, 238°C derecede terleyen, oksijen yerine helyum soluyan ya da su yerine sülfürik asit içen küçük yeşil adamların yaşayabileceğini düşünürler. Hollywood stüdyolarında çevrilen ve bu hayali küçük yeşil adamları resmeden birtakım bilim-kurgu filmleri de, bu kişilerin hayal güçlerini fazlasıyla besler. Oysa bu hayal gücünün temelinde cehalet yatmaktadır. Nitekim biyoloji ve biyokimya hakkında bilgisi olan evrimciler bu gibi fantezileri savunmazlar. Çünkü hayatın sadece belirli elementlerle ve belirli şartlar sağlandığı takdirde var olabileceğini gayet iyi bilirler. Küçük yeşil adamlar masalını savunanlar, hemen her zaman için, evrim kavramına körü körüne inanan, ama biyoloji ve biyokimya hakkında pek bir şey bilmeyen ve bu bilgisizliğin verdiği cesaretle uydurma senaryolar üreten kişilerdir. Bu nedenle, söz konusu adaptasyon yanılgısını ortadan kaldırmak için belirtelim: Hayat sadece belirli elementlerle ve belirli şartlar sağlandığı takdirde var olabilir. Bilimsel gerçekliği olan yegane hayat modeli "karbon temelli bir hayat"tır ve bilimadamları evrenin hiçbir noktasında başka tür bir fiziksel hayatın olamayacağı sonucuna varmışlardır. Karbon, periyodik tablodaki altıncı elementtir. Bu atom Dünya üzerindeki yaşamın temelidir, çünkü bütün temel organik moleküller (aminoasitler, proteinler, nükleik asitler gibi) karbon atomunun diğer bazı atomlarla çeşitli şekillerde birleşmesiyle oluşur. Karbon, hidrojen, oksijen ve azot gibi diğer atomlarla birleşerek vücudumuzdaki milyonlarca farklı tür proteini meydana getirir. Karbonun yerini tutabilecek başka bir element yoktur; çünkü başka hiçbir element, karbon gibi sınırsız türde bağ yapma özelliğine sahip değildir.

Dolayısıyla evrendeki herhangi bir gezegende hayat var olacaksa, bu mutlaka "karbon temelli" bir hayat olmak durumundadır.(2) Karbon temelli yaşamın ise değişmez bazı kuralları vardır. Örneğin karbon temelli organik bileşikler (örneğin proteinler) sadece belirli bir ısı aralığında var olabilirler. 120 °C'den 20


yüksek ısılarda parçalanmaya, -20 °C'den düşük ısılarda donmaya başlarlar. Sadece ısı değil, ışık, yerçekimi, atmosfer bileşimi, manyetik güç gibi etkenlerin de karbon bazlı bir yaşama izin verebilmeleri için çok dar ve belirli bazı sınırlar içinde olmaları gerekmektedir. Dünya, işte tam bu dar ve belirli çerçevedeki sınırlara sahiptir. Eğer bu sınırların herhangi biri bozulsa, örneğin Dünya'nın yüzey ısısı 120°C'yi aşsa, artık Dünya üzerinde yaşam olamaz.

Bu yüzden, ne Dünya'nın ne de bir başka gezegenin üzerinde - 238°C derecede terleyen, oksijen yerine helyum soluyan ya da su yerine sülfürik asit içen küçük yeşil adamların yaşaması mümkün değildir. Hayat, ancak çok özel ve belirli şartların yerine getirildiği bir ortamda var olabilir. Bir başka deyişle, canlılar, ancak kendileri için özel olarak tasarlanmış bir mekanda yaşayabilir. Dünya, işte bu özel olarak tasarlanmış mekandır.

Güneş ışığı ile fotosentez arasındaki olağanüstü uyum Güneş, bitkilerin kullanacağı dalga boyunda ışınlar yayar. Güneş'in yaydığı ışın ile fotosentez için gerekli olan ışının birbiriyle yaklaşık olarak aynı olması, ışıktaki mükemmel tasarımı göstermektedir. Yüksek teknoloji ile donatılmış, uzman kişilerin çalıştığı laboratuvarların bile başaramadığı bir işlemi bitkiler, yüz milyonlarca yıldır gerçekleştirirler. Bitkiler güneş ışığını kullanarak "fotosentez" yapar ve besin üretirler. Ancak bu olağanüstü işlemin çok önemli bir şartı, bitkilere ulaşan ışığın fotosentez yapmaya uygun bir ışık olmasıdır. Bitkilerin hücrelerindeki klorofil moleküllerinin ışık enerjisine karşı duyarlı olmaları fotosentez yapmalarını sağlar. Klorofil, sadece çok belirli bir dalga boyundaki ışınları kullanabilir. Burada Allah'ın bir mucizesi ile daha karşılaşırız: Güneş tam bitkilerin kullanacağı dalga boyunda ışınlar yayar. Güneş'in yaydığı ışın ile fotosentez için gerekli olan ışının birbiriyle yaklaşık olarak aynı olması, ışıktaki mükemmel tasarımı göstermektedir. Amerikalı astronom George Greenstein, "The Symbiotic Universe" (Simbiyotik Evren) adlı kitabında bu konuyla ilgili şunları yazmaktadır: "Fotosentezi gerçekleştiren molekül, klorofildir... Fotosentez mekanizması, bir klorofil molekülünün güneş ışığını absorbe etmesiyle başlar. Ama bunun gerçekleşebilmesi için, ışığın doğru renkte olması gerekir. Yanlış renkteki ışık, işe yaramayacaktır." Bu konuda örnek olarak televizyonu verebiliriz. Bir televizyonun, bir kanalın yayınını yakalayabilmesi için, doğru frekansa ayarlanmış olması gerekir. Kanalı başka bir frekansa 21


ayarlarsanız, görüntü elde edemezsiniz. Aynı şey fotosentez için de geçerlidir. Güneş'i televizyon yayını yapan istasyon olarak kabul ederseniz, klorofil molekülünü de televizyona benzetebilirsiniz. Eğer bu klorofil molekülü ve güneş birbirlerine uyumlu olarak ayarlanmış olmasalar, fotosentez oluşmaz. Nitekim Güneş'e baktığımızda, ışınlarının renginin tam olması gerektiği gibi olduğunu görürüz. Herhangi bir bitkinin fotosentez yapabilmesi, sadece ve sadece çok belirli bir ışık aralığında mümkündür. Bu aralık ise tam olarak Güneş'in yaydığı ışığa karşılık gelmektedir. Bitkilerdeki bu mucizeyi görmezden gelenler belki, "Güneş ışığı daha farklı olsaydı, bitkiler de ona uygun şekilde gelişirdi" gibi bir düşünceye kapılabilirler. Oysa bu kesinlikle mümkün değildir. George Greenstein bir evrimci olmasına rağmen böyle bir şeyin mümkün olmadığını şöyle ifade eder: "Belki insan burada bir tür adaptasyonun gerçekleştiğini düşünebilir: Bitkinin yaşamının güneş ışığının özelliklerine uyum sağladığını varsayabilir. Sonuçta, eğer güneş farklı bir ısıda olsa (ve farklı bir ışık yaysa) klorofil yerine bir başka molekül bu ışığı kullanacak biçimde gelişemez mi? Açıkçası, cevap "hayır"dır. En geniş sınırlarda dahi, tüm farklı moleküller ışığın çok belirli bazı renklerini absorbe edebilirler. Işığın absorbe edilmesi işlemi, moleküllerin içindeki elektronların yüksek enerji seviyelerine olan duyarlılıklarıyla ilgilidir ve hangi molekülü ele alırsanız alın, bu işi gerçekleştirmek için gereken enerji aynıdır. Işık, fotonlardan oluşur ve yanlış enerji seviyesinde foton, hiçbir şekilde absorbe edilemez... Kısacası yıldızların fiziği ile, moleküllerin fiziği arasında çok iyi bir uyum vardır. Bu uyum olmasa, yaşam imkansız olurdu." Greenstein özetle şunu söylemektedir: Herhangi bir bitkinin fotosentez yapabilmesi, sadece ve sadece çok belirli bir ışık aralığında mümkündür. Bu aralık ise tam olarak Güneş'in yaydığı ışığa karşılık gelmektedir. Greenstein'ın ifadesiyle "yıldızların fiziği ile moleküllerin fiziği arasındaki bu uyum", asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar olağanüstü bir uyumdur. Güneş'in 1025'te 1 ihtimalle bizim için gerekli olan ışığı vermesi ve yeryüzünde bu ışığı kullanacak kompleks moleküllerin bulunması, elbette söz konusu uyumu bilinçli bir şekilde Allah'ın düzenlediğini göstermektedir. Allah bize bütün bu uyumun bir sebebi olduğunu ve her birinin Yaratılışa delil olduğunu Kuran'da şöyle bildirmektedir: "Gerçekten, gece ile gündüzün ardarda gelişinde ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde korkup-sakınan bir topluluk için elbette ayetler vardır." (Yunus Suresi, 6)

Güneş’in Yaratılışındaki İnce Hesap Dev bir nükleer reaktör olan Güneş’in içindeki reaksiyonlarda büyük bir enerji açığa çıkmaktadır. İnsan hayatının devamı için temel kaynak olan Güneş’te meydana gelen bu reaksiyonlarda oluşabilecek en ufak bir sapma Güneş’in sönmesine ya da birkaç saniye içinde havaya uçmasına neden olacaktır. Böyle bir tehlikenin meydana gelmemesi Güneş’teki bu işlemlerin mucizevi bir hassasiyetle yaratılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Güneş’i ve Güneş Sistemi’nin yapısını incelediğimizde, büyük bir denge ile karşılaşırız. Gezegenleri dondurucu soğukluktaki uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş’in “çekim gücü” ile gezegenin “merkez-kaç kuvveti” arasındaki dengede saklıdır. Güneş büyük çekim 22


gücü ile tüm gezegenleri çeker, gezegenlerin dönmesinden kaynaklanan merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimin etkisi azalır ve muhteşem bir denge oluşur. Eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş’e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı. Ama bunların hiçbiri olmaz ve tüm gezegenler kendi yörüngelerinde yol alırlar. Çünkü Allah’ın ayette bildirdiği gibi, “Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler.” (Yasin Suresi, 40)

Güneş’te Meydana Gelen Nükleer Reaksiyonlar İnce Hesaplamalara Sahip Yaratılmıştır Allah’ın yarattığı bu ince hesapta küçük bir farklılık olsa, Güneş ya hiç var olmaz, ya da oluştuğu andan çok kısa bir süre sonra korkunç bir patlamayla yok olurdu. Güneş, hidrojen atomlarını helyuma dönüştürür ve sahip olduğu enerjiyi meydana gelen nükleer reaksiyondan elde eder. Güneş’teki nükleer reaksiyonun ilk elementi olan hidrojen, evrendeki en basit elementtir. Çekirdeğinde sadece tek bir proton yer alır. Helyumun çekirdeğinde ise iki proton ve iki nötron bulunur. Güneş’te gerçekleşen işlem ise, dört hidrojenin birleşip bir helyum yapmasıdır. Bu işlem sırasında çok büyük bir enerji açığa çıkar. Dünya’ya gelen ısı ve ışık enerjisinin neredeyse tamamı, Güneş’in içindeki bu nükleer reaksiyonla oluşmaktadır. Bu nükleer reaksiyon aslında pek beklenmedik bir işlemdir. Rastgele etrafta gezen dört atomun biraraya gelip bir anda helyum yapmaları mümkün değildir. Bunun için, iki aşamalı bir işlem gerçekleşir. Önce iki hidrojen birleşir, bir proton ve bir nötrona sahip bir “ara formül” meydana getirirler. Bu ara formüle “dötron” adı verilir. ¨Peki dötronu birarada tutan, iki ayrı atom çekirdeğini birbirine yapıştıran kuvvet nedir? Bu kuvvet, “güçlü nükleer kuvvet”tir. Evrenin en büyük fiziksel kuvveti budur. Yerçekiminden milyar kere milyar kere milyar kere milyar kat daha güçlüdür. Bu gücü sayesinde iki hidrojen çekirdeğini birbirine yapıştırabilmektedir. Ancak araştırmalar göstermiştir ki, güçlü nükleer kuvvet, bu işi yapmaya ancak yetebilmektedir. Eğer şu anda sahip olan değerinden biraz bile daha zayıf olsa, iki hidrojen çekirdeğini birleştiremeyecektir. Yan yana gelen iki proton, hemen birbirlerini itecekler ve böylece Güneş’teki nükleer reaksiyon başlamadan bitecektir. Yani Güneş hiç var olmayacaktır. George Greenstein, bu gerçeği, “Eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık bile daha zayıf olsaydı, o zaman Dünya’nın ışığı hiçbir zaman yanmayacaktı” diye açıklar. (George Greenstein, The Symbiotic Universe, s. 100) ¨ Peki acaba güçlü nükleer kuvvet biraz daha güçlü olsa ne olurdu? Bu soruya cevap vermeden önce, iki hidrojenin bir nötrona dönüşmesi işlemine bir daha bakalım. Dikkat edilirse, bu işlemin iki ayrı yönü vardır: Önce bir proton, yükünü kaybederek nötrona dönüşmektedir. Sonra da bu nötron bir başka protonla birleşip nötron atomunu oluşturmaktadır. Birleşmeyi sağlayan güç, belirttiğimiz gibi güçlü nükleer kuvvettir. Protonu nötrona dönüştüren güç ise bundan farklıdır; bu “zayıf nükleer kuvvet”tir. Zayıf nükleer kuvvetin bir protonu nötron haline getirmesi yaklaşık 10 dakika sürer. Bu, atom düzeyinde çok uzun bir süredir ve Güneş’teki nükleer reaksiyonun “yavaş yavaş” sürmesini 23


sağlar. Şimdi bu bilgi üzerine tekrar aynı soruyu soralım: Eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık daha güçlü olsa ne olur? Eğer böyle olsa, Güneş’teki reaksiyon tamamen değişecektir. Çünkü bu durumda, zayıf nükleer kuvvet tamamen devre dışı kalacaktır. Güçlü nükleer kuvvet, bir protonun 10 dakika içinde nötrona değişmesini beklemeden, anında iki protonu birbirine yapıştıracaktır. Bunun sonucunda da dötron yerine iki protonlu tek bir atom çekirdeği oluşacaktır. Ortaya çıkacak olan bu yapıya bilim adamları “di-proton” adını verirler. Gerçekte böyle bir şey yoktur, bu hayali bir elementtir. Ama eğer güçlü nükleer kuvvet biraz daha güçlü olsa, o zaman Güneş’in içinde di-proton ortaya çıkacaktır. Bu ise “yavaş yavaş” yanmakta olan Güneş’in yapısını tamamen değiştirecektir. George Greenstein, “güçlü kuvvetin biraz daha güçlü olması durumunda” olacakları şöyle açıklar: Güneş böyle bir durumda tamamen değişecektir, çünkü artık Güneş’teki reaksiyonun ilk aşaması dötron üretimi değil, di-proton üretimi olacaktır. Zayıf nükleer kuvvetin rolü ortadan kalkacak ve sadece güçlü nükleer kuvvet devreye girmiş olacaktır... Ve bu durumda Güneş’in yakıtı aniden çok çok etkili bir yakıt haline gelecektir. O kadar iyi bir yakıttır ki bu, Güneş ve ona benzer diğer tüm yıldızlar, birkaç saniye içinde havaya uçacaktır. (George Greenstein, The Symbiotic Universe, s. 100) Güneş’in havaya uçması ise, birkaç dakika sonra tüm Dünya’yı ve üzerindeki tüm canlıları alevlere boğacak, mavi gezegen birkaç saniye içinde kömür haline gelecektir. Ama güçlü nükleer kuvvetin gücü, tam olması gerektiği düzeyde olduğu için, Güneşimiz dengeli bir nükleer reaksiyon gerçekleştirir ve “yavaş yavaş” yanar. Tüm bunlar, güçlü nükleer kuvvetin gücünün, tam insan yaşamına imkan verecek biçimde ayarlanmış olduğunu göstermektedir. Eğer bu ayarlamada bir hata olsaydı, Güneş gibi yıldızlar ya hiç var olmazlar, ya da oluştukları andan çok kısa bir süre sonra korkunç birer patlamayla yok olurlardı. Bir başka deyişle, Güneş’in yapısı da rastlantısal, amaçsız bir yapı değildir. Aksine, Allah bir ayetteki, “Güneş ve Ay, belli bir hesap iledir” (Rahman Suresi, 5) ifadesiyle Kur’an’da bizlere bildirmiş olduğu gibi, bu yıldızı insanın yaşamı için özel bir şekilde yaratmıştır. Allah, Güneş’i insanın hizmetine verdiğini ve Güneş’in O’nun takdir ettiği bir istikamette hareket ettiğini Kuran’da şöyle bildirmektedir: “Güneş de, kendisi için (tespit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)ın takdiridir.” (Yasin Suresi, 38) Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O’nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır. (Nahl Suresi, 12) Güneş Belirli Bir Süre Sonra Sönecektir “Güneş de, kendisi için (tespit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)ın takdiridir.” (Yasin Suresi, 38)

Güneş’in yüzeyinde yaklaşık beş milyar yıldır hiç durmaksızın gerçekleşen kimyasal tepkimeler sonucunda, güneş ışığı kesintisiz oluşmaktadır. Gelecekte Allah’ın dilemesiyle belirli bir andan sonra bu reaksiyonlar sona erecek, güneş enerjisini yitirerek tümüyle sönecektir. Bu yönüyle yukarıdaki ayette de Güneş’in enerjisinin bir gün son bulacağına işaret ediliyor olabilir. (Doğrusunu Allah bilir.) 24


DÜNYAMIZ Dünyanın Isısı Dünya'nın yaşam için en gerekli şartları, ilk bakışta, ısısı ve atmosferidir. Mavi gezegen, canlıların, özellikle de bizim gibi son derece kompleks canlı varlıkların yaşayabileceği bir ısı değerine ve soluyabileceği bir atmosfere sahiptir. Ancak bu iki etken de, birbirinden son derece farklı faktörlerin her birinin ideal değerlerde belirlenmesiyle gerçekleşmiştir.

Bunlardan birisi, Dünya'nın Güneş'e olan uzaklığıdır. Elbette ki Dünya Güneş'e Venüs kadar yakın ya da Jüpiter kadar uzak olsaydı, yaşama imkan verecek bir ısı değerine sahip olamazdı. Karbon bazlı organik moleküller, az önce belirttiğimiz gibi, 120°C ile -20°C arasında değişen bir ısı aralığında oluşabilirler. Güneş Sistemi'nde bu ısı değerine sahip olan yegane gezegen ise Dünya'dır. Tüm evren düşünüldüğünde ise, hayat için gerekli olan bu ısı aralığının, gerçekte elde edilmesi çok zor bir aralık olduğunu görürüz. Çünkü evrenin içindeki ısılar, en sıcak yıldızların içindeki milyarlarca derecelik korkunç sıcaklıklardan, "mutlak sıfır" noktası olan – 273.15°C'ye kadar değişebilmektedir. Bu dev ısı yelpazesi içinde karbon-temelli bir hayata izin veren ısı aralığı, çok dar bir aralıktır. Ama Dünya, tam bu ısı aralığına sahiptir. Dünya, bilinen tüm gökcisimlerinin aksine, yaşama elverişli bir atmosfere, ısıya ve yüzeye sahiptir. Güneş Sistemi’ndeki diğer 63 gök cisminden hiçbirinde yaşamın temel şartı olan su yoktur. Dünya’da ise yüzeyin dörtte üçü suyla kaplıdır. Amerikalı jeologlar Frank Press ve Raymond Siever de, Dünya yüzeyinin ısısına dikkat çekerler. Belirttiklerine göre "yaşam sadece çok sınırlı bir ısı aralığında mümkündür... ve bu ısı aralığı Güneş'in ısısı ile mutlak sıfır arasındaki muhtemel ısıların yaklaşık % 1'lik bir bölümünü oluşturmaktadır. Dünya'nın ısısı, tam bu dar aralıktadır."(1) Bu ısı aralığının korunması, elbette Güneş ile Dünya arasındaki mesafe kadar, Güneş'in yaydığı ısı enerjisi ile de yakından ilişkilidir. Hesaplara göre Dünya'ya ulaşan Güneş enerjisindeki %10'luk bir azalma yeryüzünün metrelerce kalınlıkta bir buzul tabakası ile örtülmesiyle sonuçlanacaktır. Enerjinin biraz artması halinde ise tüm canlılar kavrularak öleceklerdir. Dünya'nın ideal olan ısısının, gezegen içinde dengeli olarak dağıtımı da son derece önemlidir. Nitekim bu dengenin sağlanması için çok özel bazı tedbirler alınmıştır.

25


Örneğin, Dünya'nın ekseninin 23°27´lık eğimi, kutuplarla ekvator arasındaki atmosferin oluşmasında engel oluşturabilecek aşırı sıcaklığı önler. Eğer bu eğim olmasaydı, kutup bölgeleriyle ekvator arasındaki sıcaklık farkı çok daha artacak ve yaşanabilir bir atmosferin var olması imkansızlaşacaktı. Dünya'nın kendi etrafındaki yüksek dönüş hızı da ısının dengeli dağılımına yardımcı olur. Dünya sadece 24 saatlik bir süre içinde kendi etrafını dolaşır ve bu sayede geceler ve gündüzler kısa sürer. Kısa sürdükleri için de gece ile gündüz arasındaki ısı farkı çok azdır. Bu dengenin önemi, bir günü bir yılından daha uzun süren ve bu yüzden gece-gündüz arasındaki ısı farkı 1000°C'yi bulan Merkür ile karşılaştırıldığında görülebilir. Dünya’nın Güneş’e olan uzaklığı, kendi etrafındaki dönüş hızı, ekseninin eğimi, yeryüzü şekilleri gibi birbirinden bağımsız pek çok etken, gezegenin yaşama uygun bir biçimde ısınmasını ve ısının gezegene dengeli bir biçimde yayılmasını sağlar. Yeryüzünün şekilleri de ısının dengeli dağılımına yardımcı olur. Dünya'nın ekvatoru ile kutupları arasında yaklaşık 100°C'lik bir ısı farkı vardır. Eğer böyle bir ısı farkı fazla engebesi olmayan bir yüzeyde gerçekleşmiş olsaydı, hızı saatte 1000 km'ye varan fırtınalar Dünya'yı allak bullak ederdi. Oysa ki yeryüzü, ısı farkından dolayı ortaya çıkması muhtemel kuvvetli hava akımlarını bloke edecek engebelerle donatılmıştır. Bu engebeler, yani sıradağlar, Çin'de Himalayalar'la başlar, Anadolu'da Toroslarla devam eder ve Avrupa'da Alplere kadar sıradağlar halinde uzanarak batıda Atlas Okyanusu, doğuda Büyük Okyanus'la birleşir. Okyanuslarda ise ekvatorda oluşan fazla ısı, sıvıların ısı farkını dereceli bir şekilde dengelemesi sayesinde kuzeye ve güneye doğru aktarılır. Bu arada Dünya'nın atmosferinde ısıyı sürekli dengeleyen birtakım otomatik sistemler de vardır. Örneğin bir bölge çok fazla ısındığında su buharlaşması artar ve bulutlar çoğalır. Bu bulutlar ise Güneş'ten gelen ışınların bir kısmını geri yansıtarak aşağıdaki havanın ve yüzeyin daha fazla ısınmasını engeller. EVRENDEKİ HASSAS DENGELER VE MÜKEMMEL DÜZEN Güneş Sistemi'ndeki Hassas Dengeler Güneş Sistemi'nde belli bir hızda hareket etmekte olan gezegenlerin, normal şartlar altında uzayın "dış uzay" adı verilen bölgesine savrulmaları ya da Güneş'in çekim gücüne kapılarak çarpmaları gerekmektedir. Ancak böyle bir şey olmaz. Çünkü Güneş'in "çekim gücü" ile 26


gezegenlerin "merkez-kaç kuvveti" arasında da bir denge vardır. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri kendine çeker ancak gezegenler de dönmeleri sonucunda oluşan merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Bu denge şu anki değerlerinden farklı olsaydı neler olurdu düşünelim. Eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı. Bunun tam tersi de mümkündür. Eğer gezegenler daha hızlı dönseler, bu sefer de Güneş'in gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge evren ilk yaratıldığı andan itibaren vardır ve sistemdeki bu dengeyi koruyacak şekilde tasarlayan Allah'tır. Yalnız burada yine önemli bir detay vardır. Güneş Sistemi'ndeki gezegenlerin Güneş'e olan uzaklıkları birbirinden çok farklıdır. Dahası, kütleleri de çok farklıdır. Bu nedenle, hepsi için ayrı dönüş hızlarının belirlenmesi lazımdır ki, Güneş'e yapışmaktan ya da Güneş'ten uzaklaşıp uzaya savrulmaktan kurtulsunlar. Bu detay evrendeki dengenin doğal fiziksel süreçlerle oluştuğunu iddia eden yani bu kusursuz sistemin kendiliğinden ya da tesadüfen oluştuğunu öne süren materyalist anlayışı geçersiz kılmaktadır. Çünkü söz konusu denge her gezegen için ayrı ayrı kurulmuştur. Allah herşeyi eksiksiz yapan, her türlü yaratmadan haberdar olandır. Buraya kadar anlattıklarımız Güneş Sistemi'ndeki olağanüstü hassas dengelerden yalnızca birkaçıdır. Bu benzersiz dengeyi keşfeden Kepler, Galilei gibi astronomlar da daha o dönemde, bu sistemin çok açık bir tasarımı gösterdiğini ve Allah'ın evrene olan hakimiyetinin ispatı olduğunu belirtmişlerdir. Güneş Sistemi'nin yapısı hakkında önemli keşiflerde bulunan ve yaşamış en büyük bilim adamlarından biri sayılan Isaac Newton şöyle yazmıştır: "Güneş'ten, gezegenlerden ve kuyruklu yıldızlardan oluşan bu çok hassas sistem, sadece akıl ve güç sahibi bir Varlık'ın amacından ve hakimiyetinden kaynaklanabilir... O, bunların hepsini yönetmektedir ve bu egemenliği dolayısıyladır ki O'na, "Üstün Kuvvet Sahibi Rab" denir." (Michael A. Corey, God and the New Cosmology, The Anthropic Design Argument, Maryland, 1993, s. 259) Hassas Dengeler Listesi

Buraya kadar değindiklerimiz, Dünya'daki yaşam için gerekli dengelerin sadece bir kısmıdır. Yerküreyi incelediğimizde, neredeyse bitmeyecekmiş gibi duran çok daha büyük "yaşam için gerekli dengeler" listesi oluşturabiliriz. Örneğin Amerikalı astronom Hugh Ross, Dünya'nın yaşam için uygunluğuyla ilgili bazı maddeleri şöyle sıralamaktadır: 27


Yerçekimi; -Eğer daha güçlü olsaydı: Dünya atmosferi çok fazla amonyak ve metan biriktirir, bu da yaşam için çok olumsuz olurdu. -Eğer daha zayıf olsaydı: Dünya atmosferi çok fazla su kaybeder, canlılık mümkün olmazdı. Güneş'e uzaklık; -Eğer daha fazla olsaydı: Gezegen çok soğur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz etkilenir, gezegen buzul çağına girerdi. -Eğer daha yakın olsaydı: Gezegen kavrulur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz etkilenir, yaşam imkansızlaşırdı. Yer kabuğunun kalınlığı; -Eğer daha kalın olsaydı: Atmosferden yerkabuğuna çok fazla miktarda oksijen transfer edilirdi. -Eğer daha ince olsaydı: Hayatı imkansız kılacak kadar fazla sayıda volkanik hareket olurdu.

Dünya'nın Kendi Çevresindeki Dönme Hızı; -Eğer daha yavaş olsaydı: Gece gündüz arası ısı farkları çok yüksek olurdu. -Eğer daha hızlı olsaydı: Atmosfer rüzgarları çok çok büyük hızlara ulaşır, kasırgalar ve tufanlar hayatı imkansızlaştırırdı. Ay ile Dünya Arasındaki Çekim Etkisi; -Eğer daha fazla olsaydı: Ay'ın şiddetli çekiminin, atmosfer şartları, Dünya'nın kendi eksenindeki dönüş hızı ve okyanuslardaki gelgitler üzerinde çok sert etkileri olurdu. -Eğer daha az olsaydı: Şiddetli iklim değişikliklerine neden olurdu. Dünya'nın Manyetik Alanı; -Eğer daha güçlü olsaydı: Çok sert elektromanyetik fırtınalar olurdu. -Eğer daha zayıf olsaydı: Güneş Rüzgarı denilen ve Güneş'ten fırlatılan zararlı partiküllere karşı Dünya'nın koruması kalkardı. Her iki durumda da yaşam imkansız olurdu. Albedo Etkisi (Yeryüzünden Yansıyan Güneş Işığının, Yeryüzüne Ulaşan Güneş Işığına Oranı)

28


-Eğer daha fazla olsaydı: Hızla buzul çağına girilirdi. -Eğer daha az olsaydı: Sera etkisi aşırı ısınmaya neden olur, Dünya önce buzdağlarının erimesiyle sular altında kalır daha sonra kavrulurdu. Atmosferdeki Oksijen ve Azot Oranı: -Eğer daha fazla olsaydı: Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz şekilde hızlanırdı.

-Eğer daha az olsaydı: Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz şekilde yavaşlardı. Atmosferdeki Karbondioksit ve Su Oranı: -Eğer daha fazla olsaydı: Atmosfer çok fazla ısınırdı. -Eğer daha az olsaydı: Atmosfer ısısı düşerdi. Ozon Tabakasının Kalınlığı -Eğer daha fazla olsaydı:Yeryüzü ısısı çok düşerdi. -Eğer daha az olsaydı:Yeryüzü aşırı ısınır, Güneş'ten gelen zararlı ultraviole ışınlarına karşı bir koruma kalmazdı. Sismik (Deprem) Hareketleri -Eğer daha fazla olsaydı: Canlılar için sürekli bir yıkım olurdu. -Eğer daha az olsaydı: Okyanus zeminindeki besinler suya karışmaz, okyanus ve deniz yaşamı dolayısıyla bütün Dünya canlıları olumsuz etkilenirdi.(1) Burada sayılanlar Dünya'da yaşamın oluşabilmesi ve canlılığın devam edebilmesi için gereken, son derece hassas dengelerden sadece birkaçıdır. Yalnızca burada sayılanlar bile evrenin ve Dünya'nın tesadüfler sonucunda, rastgele olayların ardı ardına gelmesiyle oluşamayacağını kesin olarak ortaya koymak için yeterlidir.

Tüm bu bilgiler, apaçık bir gerçeği bir kez daha teyit eder niteliktedir: Tüm evreni, yıldızları, gezegenleri, dağları ve denizleri kusursuzca yaratan, insana ve tüm canlılara hayat veren, her şeyi yoktan var etmeye güç yetiren, yarattıklarını insanın emrine veren, sonsuz güç ve kudret

29


sahibi olan Allah'tır. anlatılmaktadır:

Allah'ın bu kusursuz yaratışı bazı Kuran ayetlerinde şöyle

"Yaratmak bakımından siz mi daha güçsünüz yoksa gök mü? (Allah) Onu bina etti. Boyunu yükseltti, ona belli bir düzen verdi. Gecesini kararttı, kuşluğunu açığa-çıkardı. Bundan sonra yeryüzünü serip döşedi. Ondan da suyunu ve otlağını çıkardı. Dağlarını dikip-oturttu; size ve hayvanlarınıza bir yarar (meta) olmak üzere." (Naziat Suresi, 27-33)

Bugün bilim dünyasında "İnsani İlke" (Anthropic Principle)olarak adlandırılan kavram büyük kabul görmektedir. İnsani İlke, evrenin, amaçsız, başıboş, tesadüfi bir madde yığını olmadığı, aksine insan yaşamını gözeten bir amaca göre hassas bir biçimde tasarlandığı anlamına gelmektedir. Kitabın buraya kadar olan tüm bölümlerinde, bu gerçeğin çeşitli delillerini gördük. Big Bang'in patlama hızından atomların fiziksel dengelerine, dört temel kuvvetin oranlarından yıldızların simya işlemlerine, uzayın düzenlenişindeki sırlardan Güneş Sistemi'nin tasarımına kadar evrenin yapısındaki olağanüstü ayarlamaları inceledik. Üzerinde yaşadığımız Dünya'nın, bu Dünya'nın atmosferinin, iç yapısının ya da büyüklüğünün tam olması gerektiği gibi olduğunu keşfettik. Güneş'in bize ulaştırdığı ışığın, içtiğimiz suyun ya da bedenimizi oluşturan veya her saniye ciğerlerimize çektiğimiz havayı meydana getiren atomların, bizim yaşamımız için olağanüstü derecede uygun olduklarına şahit olduk. Kısacası evren hakkında yaptığımız her türlü inceleme, bizlere bu evrende insan yaşamını gözeten olağanüstü bir tasarım olduğunu göstermektedir. Bu tasarımı reddetmeye kalkmak, psikiyatrist Karl Stern'in sözlerinde ifade edildiği gibi, akıl sınırlarının dışına çıkmak anlamına gelir. Bu tasarımın ne anlama geldiği ise açıktır. Elbette ki, evrenin her detayında gizli olan bir tasarım, aynı zamanda evrenin her detayına hakim olan sonsuz bir güç ve akıl sahibi bir Yaratıcı'nın varlığının ispatıdır. Nitekim aynı Yaratıcı, Big Bang teorisinin ortaya koymuş olduğu gibi, evreni yoktan yaratmıştır. Dipnotlar 1 Hugh Ross, The Fingerprint of God: Recent Scientific Discoveries Reval the Unmistakable Identity of the Creator, Oranga, California, Promise Publishing, 1991, s. 129-1329 •

Zayıf nükleer kuvvet nedir?

Elektromanyetik kuvvetin hassas dengesi biraz daha güçlü veya zayıf olsaydı ne olurdu?

Evrensel yasaları düzenleyen kuvvetler son derece ince ayarlanmış değerlere sahiptirler. Bu değerler, Allah’tan bir rahmet olarak kendi aralarında son derece kritik oranlarda dengelenmişlerdir. 30


Elektromanyetik Kuvvet Bilindiği gibi, canlı cansız tüm varlıklar atom adını verdiğimiz temel yapı taşlarından meydana gelir. Atom, çekirdekte proton adı verilen parçacıklar ve çekirdeğin etrafındaki yörüngelerde dönen elektronlardan oluşur. Bir atomun çekirdeğinde bulunan proton sayısı o atomun türünü belirler. Örneğin 1 protonu olan atoma “hidrojen” atomu, 2 protonu olan atoma “helyum” atomu ya da 26 protonu olan atoma “demir” atomu adı verilir. Diğer tüm elementler için de aynı durum geçerlidir. Atomun çekirdeğinde bulunan protonlar pozitif, etrafında dönen elektronlar ise negatif elektrik yüküne sahiptir. Proton ve elektronun sahip oldukları bu zıt elektrik yükü aralarında bir çekim oluşmasını sağlar ve bu çekim elektronları atom çekirdeğinin çevresindeki yörüngelerinde tutar. İşte zıt elektrik yüklü proton ve elektronları birbirine bağlayan bu kuvvete “elektromanyetik” kuvvet adı verilir. Atomun içinde protonları ve elektronları birbirine bağlayan kuvvet, elektromanyetik kuvvettir. Atom çekirdeği etrafındaki elektron yörüngelerinin özellikleri, atomların kendi aralarında ne tür bağlar yaparak ne tür moleküller oluşturabileceklerini belirler. Evrendeki dört temel kuvvetten biri olan elektromanyetik kuvvetin değeri çok az daha küçük olsaydı az miktarda elektron, çekirdeğin etrafındaki yörüngelerde tutunabilirdi. Biraz daha büyük olsaydı, o zaman da hiçbir atom diğerleriyle birleşmek üzere yörüngesini paylaşamazdı. Her iki durumda da canlılık için gerekli olan moleküller oluşamazlardı. Güçlü nükleer kuvvet atom çekirdeğindeki proton ve nötronları birarada tutan en büyük evrensel kuvvettir. Güçlü Nükleer Kuvvet Güçlü nükleer kuvvet atomun çekirdeğindeki protonları ve nötronları birarada tutan kuvvettir. Az önce de bahsettiğimiz gibi, protonlar artı elektrik yüklü parçacıklardır. Elektromanyetik kanununa göre zıt elektrik yüklü parçacıklar birbirlerini çeker, aynı elektrik yüküne sahip parçacıklar ise birbirlerini kuvvetle iterler. Yani elektron ve protonlar birbirlerini çeker, protonlar diğer protonları, elektronlar da diğer elektronları iterler. Pek çok atom türünün çekirdeğinde onlarca proton birbirine yapışık bir şekilde bulunur. Doğal olarak bu protonların biraraya gelir gelmez büyük bir enerjiyle birbirlerini itmeleri ve her birinin uzaklaşarak uzaya dağılmaları gerekirdi. Ancak böyle olmaz, atomun çekirdeğindeki protonlar büyük bir kararlılıkla birbirlerine bitişik bir biçimde dururlar. Çünkü onları birbirine adeta yapıştıran ve elektromanyetik itme kuvvetinden çok daha güçlü olan bir kuvvet vardır: “güçlü nükleer kuvvet”. Güçlü nükleer kuvvetin muazzam etkisine somut bir örnek atom bombası ya da hidrojen bombası patlamalarıdır. Güçlü nükleer kuvvet evrendeki en güçlü kuvvettir. Muazzam gücünü atom bombalarında, hidrojen bombalarında sergiler. Bu enerji kaynağı, Güneş’in 4.5 milyar yıldan bugüne dek tükettiği yakıtı ve bundan sonra da tüketebileceği hesaplanan 5 milyar yıllık yakıtı sağlamaktadır. Bu muhteşem kuvvetin sayısal değeri evrenin en kilit sayılarından biridir. Güçlü nükleer kuvvet sabitinin değerindeki yüzde birkaçlık azalma ya da artmayla yaşamın en temel elementi olan karbon var olamazdı. Biraz daha ciddi bir oynama ise tüm fizik kanunlarının değişmesine ve evrendeki denge ve düzenin alt üst olmasına neden olurdu. 31


Atom çekirdeğini birarada tutan bu “güçlü nükleer kuvvet”le diğer bir evrensel kuvvet olan “elektromanyetik kuvvet” arasındaki oran da son derece hassas değerlerde düzenlenmiştir. •

Güçlü Nükleer Kuvvet Biraz Daha Zayıf Olsaydı...

Yukarıda belirttiğimiz gibi atom çekirdeğini oluşturacak protonlar birarada tutunamaz ve elektromanyetik güç nedeniyle birbirlerini iterek uzaya dağılırlardı. O zaman da birden fazla proton içeren başka hiçbir atom oluşamazdı. Dolayısıyla, evrendeki yegane element tek protonlu hidrojen olurdu. •

Güçlü Nükleer Kuvvet, Elektromanyetik Kuvvete Göre Biraz Daha Güçlü Olsaydı

Bu sefer de evrende tek protonlu atomlar yani “hidrojen” atomları hiçbir zaman oluşamayacaktı. Çünkü nükleer kuvvet elektromanyetik kuvvete çok daha fazla baskın geleceğinden, evrendeki tüm protonlar birbirleriyle birleşme eğilimine girecek ve biraz önce belirttiğimiz gibi tek protonlu hidrojen atomları var olamayacaktı. Bu durumda yıldızlar ve galaksiler, oluşsalar bile, şu anki yapılarından çok farklı olacaklardı. Açıkçası, eğer bu temel güçler ve değişkenler şu anda sahip oldukları değerlere tam tamına sahip olmasalar, hiçbir yıldız, süpernova, gezegen ve atom olmayacaktı. Bunun sonucunda doğal olarak hayat diye bir şey de olmayacaktı.

Zayıf Nükleer Kuvvet Evrendeki bir diğer temel kuvvet olan “zayıf nükleer kuvvet” de çok özel hesaplanmış bir değere sahiptir. Zayıf nükleer kuvvet, bazı atom altı parçacıklar tarafından taşınan ve bir tür radyoaktif parçalanmaya sebep olan bir kuvvettir. Zayıf nükleer kuvvetin sebep olduğu radyoaktif parçalanmaya bir örnek olarak nötronların, bir proton, bir elektron ve bir antinötrino açığa çıkararak parçalanmasını verebiliriz. Bundan da anlaşılacağı gibi, atom çekirdeğindeki temel parçacıklardan biri olan “nötron” aslında bu saydığımız diğer üç parçacığın biraraya gelmesiyle oluşur. Zayıf nükleer kuvvet ise, yukarıda belirttiğimiz gibi, nötronların bu bileşenlerine ayrılarak parçalanmasına neden olur. Fakat zayıf nükleer kuvvetin büyüklüğü bu olayı çok hassas bir dengede tutacak biçimde ayarlanmıştır. Atom altı parçacıklar tarafından taşınan zayıf nükleer kuvvet, bugün içinde yaşadığımız evrenin ortaya çıkması için son derece hassas bir değerde yaratılmıştır. •

Zayıf Nükleer Kuvvetin Değeri Biraz Daha Büyük Olsaydı

32


Nötronlar daha kolay parçalanacak ve bu nedenle evrende nadiren bulunacaklardı. Bu durumda da çekirdeğinde 2 nötron bulunduran Big Bang’den bu yana ancak çok az helyum oluşabilecek ya da hiç oluşamayacaktı. Helyum bilindiği gibi hidrojenden sonra en hafif ikinci elementtir. Gerekli helyum olmadan ise yaşam için zorunlu olan ağır elementler yıldızların çekirdeklerindeki nükleer fırınlarda üretilemezlerdi. Çünkü “karbon”, “oksijen”, “demir” gibi ağır elementler -az önceki başlıklarda da anlattığımız gibi- helyum çekirdeklerinin dev yıldızların merkezinde birbirleriyle birleşmeleri sonucunda oluşurlar. Yani helyum bir anlamda diğer elementlerin temel yapı taşıdır. Dolayısıyla helyumun olmaması demek, yaşam için zorunlu olan diğer daha ağır elementlerin de oluşamaması demektir. Elektromanyetik kuvvetin biraz daha güçlü ya da zayıf olması halinde, atomlar birbirleriyle birleşemezlerdi. Sonuçta ise canlılık için gereken moleküller meydana gelemezdi. Sonsuz hikmet sahibi olan Allah, Kur’an’da, göklerin ve yerin bir amaçla yaratıldığını pek çok ayetiyle haber vermiştir: “Biz, gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakilerini hakkın dışında (herhangi bir amaçla) yaratmadık. Hiç şüphesiz o saat de yaklaşarak-gelmektedir; öyleyse (onlara karşı) güzel davranışlarla davran.” (Hicr Suresi, 85)

Zayıf Nükleer Kuvvetin Değeri Biraz Daha Küçük Olsaydı

Big Bang hidrojenin çoğunu, hatta tümünü helyuma çevirecek ve sonuçta yıldızlar tarafından üretilen ağır elementlerin sayısında anormal bir artış olacaktı. Bu durum da hayatın varlığını imkansız kılacak bir unsurdu. Zayıf nükleer kuvvetin hassas değerini kritik hale getiren unsurlardan biri de bu kuvvetin nötrino adı verilen atom altı parçacıklar üzerindeki etkisidir. Nötrinolar, yıldızların çekirdeğinde oluşan ve yaşam için zorunlu olan ağır elementlerin süpernova patlamalarında uzaya fırlatılmasında kilit rol oynarlar. Nötrinolar üzerinde etki edebilen tek evrensel kuvvet ise zayıf nükleer kuvvettir. Eğer zayıf nükleer kuvvet biraz daha küçük olsaydı, nötrinolar hiçbir çekim alanına yakalanmadan çok daha serbest hareket edebileceklerdi. Bunun sonucunda ise, bir süpernova patlaması esnasında, yıldızın dış tabakalarıyla yeterli derecede reaksiyona giremeden kolaylıkla kaçabilecek, bu da ağır elementlerin uzaya atılmalarını engelleyecekti. Bununla birlikte, eğer zayıf nükleer kuvvet daha büyük olsaydı, nötrinolar süpernovaların merkezlerinde tutsak kalacak ve yine hayatın yapı taşı olan ağır elementlerin uzaya fırlatılmasını sağlayamayacaklardı.

33


Evrendeki Tüm Dengeler Tesadüfle Açıklanması Asla Mümkün Olmayacak Derecede Mucizevidir Evrende gördüğümüz bu dengelere ilişkin sayısal değerlerde yüzde birlik, ikilik bile bir oynama olmaması bu olağanüstü durumu gözler önüne sermektedir. Üstelik bu dengelerin dünya ilk oluştuğu andan beri hiç değişmeden varlığını sürdürmesi, hep aynı hassas ayarları koruması, asla bir aksaklık yaşanmaması bu olağanüstü durumu daha da vurgulamaktadır. Tüm bunlar evrenin “hassasiyetle düzenlenmiş” ve “hassas bir denge ile kurulmuş” olduğunun kesin bir göstergesidir. Elbette böyle mucizevi bir dengenin tesadüfen, kendi kendine kurulduğunu, kendi kendini düzenlediğini iddia etmek son derece büyük bir akılsızlık olacaktır. Bu kusursuz denge sonsuz ilim ve kudret sahibi bir Yaratıcı tarafından kurulmuş ve düzenlenmiştir. Yaratıcımız, gökleri üstün bir kudretle inşa eden Allah’tır. Ayette şöyle buyrulur: “Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; çocuk edinmemiştir. O’na mülkünde ortak yoktur, herşeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir.” (Furkan Suresi, 2)

-

- Tek bir proteinin oluşması için DNA gerekir Protein olmadan DNA oluşamaz DNA olmadan protein oluşamaz Protein olmadan protein oluşamaz Tek bir proteinin oluşması için 60 ayrı protein gerekir Bu proteinlerin bir tanesi bile eksik olsa protein var olamaz Ribozom olmadan protein oluşmaz RNA olmadan da protein oluşmaz ATP olmadan protein oluşmaz ATP’yi üretecek mitokondri olmadan da protein oluşmaz. Hücre çekirdeği olmadan protein oluşmaz Sitoplazma olmadan da protein oluşmaz Hücredeki organellerden bir tanesi eksik olsa protein oluşamaz Hücredeki bütün organellerin var olması ve çalışması için de proteinler gereklidir Bu organeller olmadan da hiçbir şekilde protein olmaz.

Bu sistem, bir arada çalışmak zorunda olan iç içe bir sistemdir. Biri olmadan diğeri olamaz. Tek bir parçası var olsa bile, sistemin diğer parçaları olmadan bu parça hiçbir işe yaramaz. Kısacası, 34


BİR PROTEİNİN VAR OLMASI İÇİN HÜCRENİN TAMAMI GEREKİR.Hücre, bugün incelediğimiz ve çok az bir kısmını anlayabildiğimiz mükemmel kompleks yapısı ile var olmadığı sürece, TEK BİR TANE BİLE PROTEİN MEYDANA GELEMEZ. İçinde yaşadığımız evrenin varoluşu ile ilgili matematiksel olarak tanımlanamayacak kadar yüksek sayıda ihtimal içinden, tam olması gereken ihtimalin en mükemmel şekilde oluşmuş olması, yaratılışın apaçık delillerindendir. Kuşkusuz böyle kusursuz bir evrende yaşıyor olmamız, kör tesadüflerin ya da şuursuz atomların aldıkları kararların, oluşturdukları düzenin bir eseri olamaz. Tüm kainat, canlı ve cansız varlıklarla birlikte Alemlerin Rabbi olan Allah'ın eşsiz ilmini ve sonsuz gücünü kanıtlar. Evrendeki Kusursuz Düzen Tesadüf İddialarını Yalanlamaktadır

Canlı ve cansız tüm varlıkları içinde barındıran evren, kusursuz bir tasarıma, eşsiz sistemlere, canlıların yaşayabilmeleri için gereken tüm şartların varolduğu bir ahenk ve düzene sahiptir. Özellikle 20. ve 21. yüzyılda elde edilen tüm bulgular evrenin kusursuz bir plan ve tasarımın sonucu olduğunu ortaya koymuştur. Bilimin gösterdiği gerçek şudur: Evreni, üstün bir akla ve sonsuz bir güce sahip olan Yüce Allah yaratmıştır. Ne var ki bilimin 20. yüzyılda kesin delillerle ortaya koyduğu bu gerçek, Darwinist– materyalist felsefeyi benimsemiş kişiler tarafından görmezlikten gelinmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi materyalistler evrenin, kaosun, karmaşanın ve tesadüflerin ürünü olduğunu iddia ederler. Ancak, evrenin oluşumundan içinde işleyen sistemlerin ve barındırdığı varlıkların arasındaki kusursuz denge ve ahenge kadar incelenen her konu, evrenin kesinlikle tesadüf eseri olamayacağını ortaya koymaktadır. Ingiliz fizikçi ve matematikçi olan Sir James Jeans evrendeki kusursuz düzeni şu şekilde ifade etmiştir: "Evren hakkında yapılan bilimsel bir araştırmanın sonucu tek bir cümleyle özetlenebilir: Evren, matematik bilgisi sonsuz bir varlık tarafından dizayn edilmiş olarak görülüyor." (Sir James Jeans, The Mysterious Universe, Cambridge University Press, 1932, s. 140)

35


O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir.(Mülk Suresi, 3-4) Evrendeki çok sayıda irili ufaklı gezegenin her biri büyük bir düzenin kritik önem taşıyan parçalarını oluşturur. Hiçbirinin ne uzaydaki konumları, ne de hareketleri gelişigüzel değildir; tam tersine bildiğimiz bilmediğimiz sayısız detaylarıyla özel olarak ayarlanmış, belli bir amaç üzerine yaratılmışlardır. Nitekim evrendeki dengeleri etkileyen sayısız kriterden sadece gezegenlerin konumlarındaki değişim bile içiçe geçmiş dengeleri altüst etmek, karmaşaya sebep olmak için yeterli olabilecek niteliktedir. Ancak bu dengeler hiçbir zaman şaşmaz ve evrendeki mükemmel düzen de hiçbir aksaklığa uğramadan devam eder. Bu, üstün güç sahibi olan Allah'ın kusursuz yaratmasıdır. "Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen olur." (Bakara Suresi, 117)

Evrendeki mükemmel düzen, canlılığın varoluşunun tesadüfi mekanizmalarla meydana geldiğini öne süren evrim teorisinin mimarı Charles Darwin'i dahi, evrenin yaratılışında tesadüflerin yeri olamayacağını itiraf etmek durumunda bırakmıştır. Darwin'in bu itirafı şöyledir: "Bu muazzam ve harikulade evreni, çok geriye ve çok ileriye bakabilme kabiliyeti bulunan insan da dahil olmak üzere, kör tesadüf veya zaruretin eseri olarak görmek çok güç, hatta imkansızdır."(Robert B. Downs, Dünyayı Değiştiren Kitaplar, Tur Yayınları, Istanbul 1980, s. 289) Ay ile Dünya arasındaki mesafe Dünya'da hayatın devamı ve birçok dengenin sağlanması açısından son derece önemlidir. Öyle ki bu mesafedeki küçük değişiklikler bile önemli olumsuzlukların meydana gelmesine sebep olabilir. Örneğin Ay ile Dünya arasındaki mesafe; ◉ Eğer biraz daha yakın olsaydı, Ay Dünya'ya çarpardı. 36


◉ Eğer biraz daha uzak olsaydı Ay uzayda kaybolur giderdi. ◉ Eğer biraz daha az yakın olsaydı, Ay'ın Dünya üzerinde meydana getirdiği gel-gitler tehlikeli boyutlarda büyürdü. Okyanus dalgaları, kıtaların alçak yerlerini kaplardı. Bunun sonucunda ortaya çıkan sürtünme okyanusların ısısını artırır ve Dünya'da yaşam için gerekli olan hassas ısı dengesi yok olurdu. ◉ Eğer biraz daha az uzakta olsaydı, gelgit olayları azalırdı ve bu da okyanusların daha hareketsiz olmasına neden olurdu. Durgun su denizdeki hayatı tehlikeye sokar, bununla birlikte soluduğumuz havadaki oksijen oranı tehlikeye girerdi.http://www.pathlights.com/ce_encyclopedia/01-ma10.htm#Elemental Forces "Dağları görürsün de, donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. Herşeyi 'sapasağlam ve yerli yerinde yapan' Allah'ın sanatıdır..." (Neml Suresi, 88) "Yeri de (nasıl) döşeyip-yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda 'göz alıcı ve iç açıcı' her çiftten (nice bitkiler) bitirdik." (Kaf Suresi, 7)

Evrendeki bütün gök cisimlerinin dağılımı, insanın yaşamı için tam olması gereken yapıdadır. Örneğin uzayda büyük boşluklar vardır. Amerikalı astronom George Greenstein, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) isimli kitabında gök cisimleri arasında belli uzaklıkların olmasının önemini şöyle açıklar: Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda ve diğer gök cisimlerinde süregiden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim gökyüzünde çok daha fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama pardon, evet; bir fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan "ben" olmazdım... Uzaydaki bu devasa boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır. (George Greenstein, The Symbiotic Universe, s. 21) "Bu, Allah'ın yaratmasıdır. Şu halde, O'nun dışında olanların yarattıklarını Bana gösterin. Hayır, zulmedenler, açıkça bir sapıklık içindedirler." (Lokman Suresi, 11) Fransız Akademisinin bir üyesi olan ünlü Prof. Jean Guitton: "Doğanın temel değişmezleri ve yaşamın ortaya çıkmasına neden olan ilk koşullar, şaşırtıcı bir kesinlikle ayarlanmıştır. Evrenin ne denli akılalmaz bir incelikle ayarlanmış gibi göründüğü hakkında bir fikir vermek için Yer'den Mars gezegeni üzerinde bir çukura topunu göndermeyi başarabilen bir golf oyuncusunun becerisini düşünmek yeter!" (Jean Guitton, Tanrı ve Bilim, Simavi Yayınları, 1993, s. 54)

37


"...Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı ettin?" (Kehf Suresi, 37) "Görmedin mi ki, gerçekten, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan birçoğu Allah'a secde etmektedirler. Birçoğu üzerine azap hak olmuştur..." (Kehf Suresi, 37)

“Görmüyor musunuz; Allah, yedi göğü birbirleriyle bir uyum (mutabakat) içinde yaratmıştır? Ve ayı bunlar içinde bir nur kılmış, güneşi de (aydınlatıcı ve yakıcı) bir kandil yapmıştır." (Nuh Suresi, 15-16) "Böylece onları iki gün içinde yedi gök olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti. Biz dünya göğünü de kandillerle süsleyip-donattık ve bir koruma (altına aldık)."(Fussilet Suresi, 12) "Biz yeryüzünü bir toplanma yeri kılmadık mı?" (Mürselat Suresi, 25) "Ve onda sabit yüksek dağlar var etmedik mi? Size tatlı bir su içirmedik mi?" (Mürselat Suresi, 27 "(Allah) Gökten bir su indirdi de dereler kendi miktarınca çağlayıp aktı. Sel de yüze vuran bir köpük yüklendi..." (Rad Suresi, 17) Eğer evrenin kanunları sadece maddenin katı ve gaz haline izin vermiş olsa, hayat mümkün olamayacaktı. Çünkü katı maddelerde atomlar birbirleri ile çok içiçe ve durgundurlar ve canlı organizmaların gerçekleştirmek zorunda oldukları dinamik moleküler işlemlere kesinlikle izin 38


vermezler. Gazlarda ise atomlar hiçbir istikrar göstermeden serbestçe uçuşurlar ve böyle bir yapı içinde canlı organizmaların karmaşık mekanizmalarının işlemesi mümkün değildir. Kısacası, hayat için gerekli işlemlerin gerçekleştirilmesinde, sıvı bir ortamın varlığı zorunludur. Sıvıların en ideali daha doğrusu tek ideal olanı ise sudur.

Dünyada var olan ortamın yaşam açısından uygunluğu tesadüflerle asla açıklanamayacak kadar hayranlık uyanırıcı özelliklere sahiptir. Harvard Üniversitesi biyolojik kimya bölümü profesörü Lawrence Henderson bu durumu şöyle dile getirmiştir: Çevre, temel özellikleriyle (yani canlıları oluşturan çeşitli kimyasallar ve fiziko-kimyasal işlemler ile hidrosferin fiziksel ve kimyasal özellikleri yönünden) yaşam için olabilecek en uygun çevredir.(Lawrence Henderson, The Fitness of the Environment, Boston: Beacon Press, 1958, önsöz) Dünyada var olan ortamın yaşam açısından uygunluğu tesadüflerle asla açıklanamayacak kadar hayranlık uyanırıcı özelliklere sahiptir. Harvard Üniversitesi biyolojik kimya bölümü profesörü Lawrence Henderson bu durumu şöyle dile getirmiştir: Çevre, temel özellikleriyle (yani canlıları oluşturan çeşitli kimyasallar ve fiziko-kimyasal işlemler ile hidrosferin fiziksel ve kimyasal özellikleri yönünden) yaşam için olabilecek en uygun çevredir. (Lawrence Henderson, The Fitness of the Environment, Boston: Beacon Press, 1958, önsöz) Allah, dünyadaki suyun miktarını da canlıların yaşamasına en uygun şekilde yaratmıştır. 18. yüzyıl Ingiliz doğabilimcisi John Ray bu durumu şu sözlerle ifade etmiştir: "Eğer Dünya üzerinde şimdi olduğunun yarısı kadar deniz olsaydı, o zaman su buharı miktarı da şimdikinin yarısı kadar olacaktı, dolayısıyla biz de kuru toprakları beslemek için şu an sahip olduğumuz nehirlerimizin ancak yarısına sahip olacaktık, çünkü su buharının miktarı, üzerinden yükseldiği yüzeyin genişliğiyle bağlantılıdır. Dolayısıyla Yaratıcı, bunu öyle bir şekilde düzenlemiştir ki, denizler, karalar için gereken su buharını temin etmeye yetecek bir 39


genişliğe sahiptir." (John Ray, The Wisdom of God Manifested in the Word of Creation, 1701; Michael Denton, Nature's Destiny, s. 73) Bütün bunları tesadüflerin meydana getirdiğini iddia edebilmek için bir insanın akıl ve vicdandan tamamen uzaklaşması gerekir.

Moleküler biyolog Michael Denton: "Eğer akışkanlığı daha yüksek olsaydı, su, hayat için uygun bir temel olma özelliğini kesinlikle yitirirdi. Örneğin akışkanlığı sıvı hidrojen kadar yüksek olsaydı, canlıların yapıları, tahrip edici etkiler karşısında çok daha şiddetli hareketlere maruz kalacaktı... Hassas moleküler yapıların su tarafından desteklenmesi mümkün olmayacak, canlı hücresinin son derece hassas olan yapısı yaşamını sürdüremeyecekti... Öte yandan, suyun akışkanlığı biraz daha az olsaydı, (proteinler, enzimler gibi) makromoleküllerin ve özellikle mitokondri gibi özelleşmiş yapılar ile küçük organellerin kontrollü hareketleri imkansız hale gelecekti. Aynı şekilde hücre bölünmesi de imkansızlaşacaktı. Hücrenin tüm yaşamsal faaliyetleri fiili olarak donacak ve bizim bildiğimize benzer bir hücre yaşamı mümkün olmayacaktı. Hücrelerin embriyogenez (anne rahmindeki gelişim) sırasındaki hareket etme ve sürünme yeteneklerine bağlı olan daha yüksek organizmaların gelişimi ise, suyun akışkanlığının çok az bile daha düşük olması durumunda, kesinlikle gerçekleşemeyecekti." (Michael Denton, Nature's Destiny, s. 33)

40


De ki: "Haber verin; eğer suyunuz yerin dibine göçüverecek olsa, bu durumda kim size bir akar su kaynağı getirebilir?"(Mülk Suresi, 30) "Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz?"(Vakıa Suresi, 68-69) Yeryüzünde var olan su, bir döngü içinde sürekli olarak yeniden kullanılır hale gelerek insanların, bitkilerin ve hayvanların hizmetine sunulur. Ayrıca yeryüzündeki su Güneş'in ısısı sayesinde "arındırılmış olarak" buharlaşır. Buhar atmosferde yoğunlaşıp bulut halini alır, sonra da yağış şeklinde Dünya yüzeyine tekrar geri döner. Örneğin bir yılda Dünya'nın ekvator bölgesinden yaklaşık altı-yedi yüz milyon ton suyun buharlaşıp havaya yükseldiği, burada kuzey ve güney kutup bölgelerinin yakınlarına taşındığı, sonra da yağmur yoluyla temiz su olarak yeniden denizlere döndüğü hesaplanmıştır. Bahsettiğimiz bu dönüşüm olmamış olsaydı, yani su buharlaşıp yeryüzüne geri döneceğine yok olsaydı hiç kuşkusuz bu durum canlılığın sona ermesi için yeterli bir sebep olurdu. b)İnsan Bedeninden Deliller Vücudumuzdaki Makineler İnsan vücudu, ortalama 60-70 kiloluk bir et ve kemik yığınıdır. Bilindiği gibi et doğadaki en dayanıksız malzemelerden biridir. Açıkta kaldığında bir kaç saatte bozulur, bir-iki gün içinde kurtlanır ve dayanılmaz bir koku yaymaya başlar. Bu çürük malzeme, insanın vücudunun büyük bölümünü oluşturur. Ama onu besleyen kan dolaşımı ve dışarıdaki bakterilerden koruyan deri sayesinde, 70-80 yıl boyunca, bozulmadan, çürümeden saklanır. Vücudun yetenekleri ise hayranlık vericidir. Örneğin beş duyu, ayrı ayrı birer mucizedir. İnsan dış dünyayı bu duyular sayesinde tanır, bu duyulardaki bütünlük sayesinde rahatça yaşamını sürdürebilir. Görme, koklama, dokunma, işitme, tad alma duyuları incelendiğinde karşılaşılan detaylar, ortaya çıkan kusursuz tasarımlar bir Yaratıcı'nın varlığını kanıtlayan deliller olarak karşımıza çıkar.

İnsan vücudundaki mucizevi yapılar sadece beş duyu ile sınırlı değildir.Hayatı bize kolaylaştıran bütün organların tümü ayrı birer mucizedir. Hepsi tam ihtiyacı karşılayacak fonksiyonlara sahiptir. Elsiz olarak yaratılmış olsak, ne kadar zor yaşardık bir düşünelim. Bacaklarımız olmasa, vücudumuz deriyle değil de dikenlerle, pullarla veya kabukla kaplı olsaydı neler olurdu?

41


Bu sayılanların yanısıra, insan vücudunun içindeki solunum, beslenme, üreme, savunma gibi karmaşık sistemlerin varlığı ve insan vücudunun estetiği de ayrı ayrı mucizelerdir. Görüldüğü gibi insan vücudu içinde çok sayıda hassas denge vardır. Birbirine tamamen bağlı çalışan sistemlerin, vücuttaki diğer sistemlerle olan kusursuz bağlantısı sayesinde insan hayati fonksiyonlarını hiçbir aksama olmadan gerçekleştirebilmektedir. Üstelik bunları, özel bir çaba göstermeden, hiçbir zorlukla da karşılaşmadan yapmaktadır. Hatta tüm bunlar olup biterken çoğu zaman kişinin bunlardan haberi bile olmaz. Midesindeki sindirimin ne zaman başlayıp ne zaman bittiğinden, kalbinin ritminden, kanın vücuttaki gerekli yerlere tam da en gereken maddeleri taşımasından, görmesinden, duymasına kadar çoğu şeyden insanın haberi dahi olmaz. İnsan vücudunda kusursuz bir sistem kurulmuştur ve mükemmel bir şekilde işlemektedir. Bu gökten yere her işi evirip düzene koyan Allah'ın yaratmasıdır. Allah evrendeki herşeyi, her detayı tüm canlıları gereken özelliklere sahip olarak yaratmıştır. İnsan vücudu da detaylı incelendiğinde fark edilen tasarım Allah'ın yaratma sanatındaki örneksizliğin ve eksiksizliğin bir delili olarak karşımıza çıkar. Aynı "hassas ayar" dokunma duyusu için de geçerlidir. İnsan derisinin altında yer alan dokunmaya hassas sinirler, olabilecek en iyi biçimde duyarlılaştırılmış ve vücuda dağıtılmışlardır. En çok sinir ucu, parmak uçlarında, dudaklarda ve cinsel organda yer alır. Buna karşın daha "önemsiz" bölgelerde, örneğin sırt bölgesinde oldukça az sayıda sinir ucu vardır. Bu insana büyük avantajlar sağlar. Bunun aksinin olduğunu düşünelim: Parmak uçlarının son derece duyarsız olduğunu, tüm sinir uçlarının sırtta toplandığını varsayalım. Bu kuşkusuz oldukça zorluk verici olurdu; elimizi doğru düzgün kullanamazken, sırtımıza temas eden en ufak maddeyi bile -mesela elbisemizin kıvrımlarını- hissederdik.

Vücudumuzdaki diğer yapıların gelişimi de birer "hassas denge" örneğidir, sözgelimi saç ve kirpikler: Her ikisi de sonuçta birer "kıl" olmasına karşın, geçen zamanda eşit olarak uzamazlar. Kirpiklerin saç kadar uzayıp gözlerimizin önüne düştüğünü bir düşünün. Hem görüşümüzü engelleyecek, hem de göze girerek bizim için hayati önem taşıyan bu organımıza zarar vereceklerdi. Kirpiklerin belirli bir uzunluğu vardır ve bu uzunluk sabit kalır. Yanma ve benzeri bir kaza sonucu kirpiklerimiz kısalırsa, yeniden eski "ideal" boya gelinceye kadar uzar ve yine dururlar.

42


Dahası kirpiklerin şekilleri de çok önemlidir. Hafif yukarı doğru kıvrık olmaları nedeniyle hem gözün görüş alanını daraltmaz, hem de son derece estetik bir görünüm kazandırırlar. Kirpikler göz kapağının ucundan çıkarken burada bulunan özel bezler tarafından yağlanarak kaplanırlar. İşte kirpiklerin fırça gibi sert ve düz olmaması bu özel kaplama sayesindedir. İnsan bedeninin her noktasında, kesinlikle tam bir "ince tasarım" söz konusudur... Bu ölçülü yaratılış, yeni doğan bir bebekte de, gelişme çağındaki insanlarda da kendini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Mesela yeni doğan bir bebeğin kafatası kemikleri çok yumuşaktır. Ve bu kemikler, birbirlerinin üzerinde az da olsa hareket edebilirler. Bu esneklik sayesinde bebeğin başı doğumda bir hasar görmez. Eğer kafatası kemikleri doğum sırasında sert bir yapıda olsalardı, anne karnından çıkarken çatlayabilir hatta kırılarak bebeğin beyninde büyük hasarlara yol açarlardı. Aynı kusursuzlukla, gelişme çağındaki bir insanda tüm organlar, birbirine uyumlu olarak büyür. Örneğin, gelişen kafa yapısında, beyinle birlikte onu çevreleyen kafatası da büyümektedir. Beyne oranla daha yavaş genişleyen bir kafatası olsaydı, beyni sıkıştıracak ve kısa sürede insanın ölümüne neden olacaktı. Aynı denge kalp ve akciğerlerle göğüs kafesi, göz ile göz çukuru gibi başka organlar için de geçerlidir. Bu nedenle, yaratılıştaki sanatı ve kudreti görebilmek için kendi bedenimizdeki olağanüstü yapıları incelemekte fayda vardır. Üstün bir teknoloji ile donatılmış ve en gelişmiş fabrikalardan daha kusursuz bir yapıya sahip olan bu bedenin her parçası, Allah'ın benzersiz yaratışını göstererek, O'nun tüm bedenimiz üzerindeki egemenliğini ispatlamaktadır. İnsan vücudundaki sistemler ve organlar incelendiğinde kusursuz ve ölçülü bir yaratılışın delilleri daha yakından görülecektir. İnsanın Yaratılışı İnsan bedeni, yeryüzündeki en karmaşık makinadır. Hayatımız boyunca bu bedenle görür, işitir, nefes alır, yürür, koşar ve zevk alırız. Bedenimiz kemikleri, kasları, damarları, iç organları ile mükemmel bir düzen ve tasarıma sahiptir. Bu tasarımın detayına inildiğinde ise daha da şaşırtıcı gerçeklerle karşılaşılır. Birbirinden farklı gibi görünen vücut parçalarının tamamı aynı malzemelerden oluşmaktadır. Hücrelerden?.

43


Vücudumuzdaki her şey milimetrenin binde biri büyüklüğündeki hücrelerden oluşur. Bu hücrelerin kimi biraraya gelerek kemikleri, kimi sinirleri, kimi karaciğeri, kimi midemizin iç yapısını, kimi derimizi, kimi ise gözümüzün kornea tabakasını oluşturur. Hücreler vücudun hangi parçasını oluşturuyorlarsa bu bölgede ihtiyaç duyulan boyuta ve şekle sahip olurlar. Bugün sizin bedeninizi oluşturan yaklaşık 100 trilyon hücrenin tamamı, tek bir hücreden çoğalarak meydana gelmişlerdir. Şu an sahip olduğunuz hücrelerle aynı bilgiye sahip olan bu tek hücre de, annenizin yumurta hücresi ile babanızın sperm hücresinin birleşimiyle ortaya çıkmıştır. Allah, Kur’an'da insanlara, kimi zaman göklerdeki ve yerdeki, kimi zaman da canlılardaki yaratılış mucizelerini, Kendi varlığının delilleri olarak örnek gösterir. Bu delillerin en önemlilerinden biri de, sözünü ettiğimiz konu, bir diğer ifadeyle insanın kendi yaratılışındaki mucizelerdir. İnsan bedenini oluşturan 60-70 kiloluk et ve kemik kütlesinin özü başlangıçta bir damla suda toplanmıştır. Akıl sahibi, duyan, gören, işiten ve vücut yapısı olarak oldukça karmaşık bir yapıda olan insanın bir damla sudan meydana gelmesi şüphesiz ki olağanüstü bir gelişimin sonucudur. Bu gelişim ise, elbette başıboş bir sürecin, rastgele oluşan tesadüflerin değil, ancak bilinçli bir Yaratılışın sonucunda gerçekleşmektedir.

Üstte vücuttaki hücre çeşitlerinden birkaçı görülmektedir. Başta birbirinin aynı olan hücrelerin çoğalmasıyla vücuttaki yaklaşık 200 tür hücre oluşur. DNA'larında yazılı olan bilgi aynı olmasına rağmen, her hücre türü sadece kendisine ait olan

44


bilgileri kullanır. Hiçbir karışıklık çıkmaz. Kemik hücreleri asla göz ya da başka bir organı oluşturmaya kalkmaz ya da sinir hücreleri, alyuvarlarla karışmazlar. Hepsi nerede nasıl davranacağını çok iyi bilir. Bu kusursuz düzeni sağlayan ve vücut hücrelerine neler yapacaklarını ilham eden herşeyin hakimi olan yüce Allah'tır.

Tek Damladan Yaratılış Anne rahmindeki büyüme süreci 9 ay boyunca kusursuzca devam eder. İlk başta tek bir su damlası olarak buraya girmiş olan cenin, giderek tam bir insana dönüşür. Eğer bu dönüşüm içinde en ufak bir uyumsuzluk olsa, cenin kaçınılmaz şekilde can verebilir. Örneğin eğer beyin, kafatası kemiklerinden daha hızlı büyüse, ceninin beyni sıkışacak ve zarar görecektir. Aynı durum kemik-doku uyumu, gözler, akciğerler, kalp gibi diğer pek çok organ ve bunları çevreleyen kemikler için de geçerlidir. Organların uyumlu gelişimi de çok önemlidir. Eğer dolaşım sistemi oluşurken böbrekler geç kalsa, kan temizlenemeyecek ve vücut zehirlenecektir. Ancak bunların hiçbiri gerçekleşmez ve dünyaya gözlerini açacak olan genç insan, bir aşamadan bir başka aşamaya kusursuzca geçirilerek yaratılır. Önce sadece tek bir damla su iken onu yaratıp düzgün bir insan kılan tek kudret ise, Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'tır.

Ana rahminde size dilediği gibi suret veren O'dur. O'ndan başka ilah yoktur; üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Al-i İmran Suresi, 6)

Kemiklerin Kaslarla Sarılması Çok yakın bir zamana kadar kemiklerle kasların birlikte ortaya çıkarak geliştikleri sanılıyordu. Ancak yapılan son araştırmalar çok farklı ve insanların hiç farkında olmadıkları bir gerçeği ortaya koydu. Embriyodaki kıkırdak doku önce kemikleşmekte, daha sonra kas hücreleri kemiklerin etrafındaki dokulardan seçilerek biraraya gelerek sarmaktaydı. Oysa bilimin daha yeni keşfettiği bu gerçek, Allah tarafından Kuran'da 1400 sene önce insanlara bildirilmişti. Sonra o su damlasını bir alak (hücre topluluğu) olarak yarattık; ardından o alak'ı bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir. (Müminun Suresi, 14)

Sindirim Sistemi 45


Sindirimin hemen başında devreye giren tükürük salgısı, besinleri ıslatarak dişler tarafından öğütülmelerini ve yemek borusundan aşağı kaymalarını kolaylaştırır. Bir diğer özelliği kimyasal yapısı sayesinde nişastayı şekere çevirmesidir. Peki ağızda böylesine önemli bir madde olan tükürüğün salgılanmadığını düşünün. Böyle bir durumda ne yediklerimizi yutabilir, ne de ağız kuruluğundan dolayı doğru dürüst konuşabilirdik. Katı hiçbir besin alamaz, sadece sıvı ve sıvıya yakın maddelerle beslenebilirdik.

Midedeki sistemde de mükemmel bir denge söz konusudur. Besinlerin midedeki sindirimi, bu organın içindeki hidroklorik asit tarafından gerçekleştirilir. Ancak bu asit o denli güçlüdür ki, yalnız besinleri değil, mide duvarını bile eritebilecek güçtedir. Fakat bunun çözümü yaratılmıştır elbette: Sindirim sırasında salgılanan mukus adlı bir madde midenin tüm duvarlarını kaplar ve asidin parçalayıcı etkisine karşı mükemmel bir koruma sağlar. Böylece midenin kendi kendini yok etmesi engellenmiş olur. Mukusun bileşimindeki bir hata onun koruyucu özelliğini bozabilir. Oysa, gerek midenin sindirim için kullandığı asitte, gerekse salgıdan mideyi korumak için ortaya çıkan mukusta kusursuz bir uyum vardır. Mide boşken, proteinleri yani et gibi hayvansal gıdaları parçalamakla sorumlu salgı midede bulunmaz. Daha doğrusu mide boşken bu salgı tamamen farklı, parçalayıcı özelliği olmayan bir madde olarak midede mevcuttur. Protein içeren bir besin mideye geldiğinde, mideye salgılanan HCL, bu etkisiz maddeyi çok güçlü bir protein parçalayıcısı haline getirir. Böylece mide boş kaldığında bu güçlü protein parçalayıcı, proteinlerden yapılmış olan mideye zarar vermez. Burada dikkat edilmesi gereken, söz konusu sistemi evrimin hiçbir şekilde açıklayamadığıdır. Çünkü evrim, küçük yapısal değişikliklerin, basamak basamak üst üste eklenmesiyle, ilkel canlılardan bugünkü karmaşık organizmaların oluştuğunu savunur. Oysa açıkça görüldüğü gibi, midedeki sistemin basamak basamak oluşmasına imkan yoktur. Tek bir faktörün bulunmaması canlının sonunu getirir. Evrimin tutarsızlığını daha iyi anlamak için bir örnek yeterli olur. Midesinde ürettiği asitle, kendi midesini eriten bir canlı düşünün; acılar içinde önce midesi parçalanır, daha sonra diğer iç organları bu asit tarafından tahrip edilir. Kendi kendini, canlı canlı yiyerek ölür. Midedeki sıvının, besin geldiğinde parçalayıcı özellik kazanması, bir dizi kimyasal işlem sonucunda gerçekleşir. Sözde evrim süreci içinde, midesinde böylesine planlı kimyasal dönüşüm yapılamayan bir canlı düşünün. Midesindeki sıvı bir türlü parçalayıcı özellik kazanmayan canlı, yediklerini sindiremeyecek, karnında sindirilmemiş bir yiyecek kütlesi olduğu halde, besinsizlikten ölecekti.

46


Her bir villus yaklaşık olarak 3000 mikrovillusa sahiptir. İnce bağırsağın iç çeperinde bir milimetre karelik alan, 200 milyon kadar mikrovillusla kaplıdır. Bir milimetre karede 200 milyon pompa her an insanın hayatını sürdürmesi için yorulmadan, bozulmadan çalışmaktadır. Bu kadar çok pompa, çok büyük ve geniş bir yüzey buruşturularak, çok küçük bir yere sıkıştırılmıştır. Bu sistem, aldığımız besinlerden vücudumuzun maksimum derecede yararlanmasını, sonuç olarak da hayatımızın devamını sağlar.

Konuya bir başka açıdan bakalım. Mide asidini üreten mide hücreleridir. Bu hücreler de, vücudun herhangi bir yerindeki diğer hücreler de (örneğin göz hücreleri) aynı hücrenin anne karnında bölünmesiyle oluşmuş kardeş hücrelerdir. Dahası her ikisi de aynı genetik bilgiye sahiptirler. Yani her iki hücrenin bilgi bankasında hem gözün ihtiyacı olan proteinlerin, hem de midede kullanılan asitin genetik bilgisi bulunur. Fakat nereden geldiği bilinmeyen bir emre uyan göz hücresi, milyonlarca bilgi içinde yalnızca göze ait bilgileri, mide hücresi de mideye ait bilgileri kullanır. Peki, göze ait proteinleri niçin ürettiğini bile bilmedimiz göz hücreleri, bir gün mide asidini üretmeye başlasalar-ki mide asidinin nasıl üretileceğine ait bilgilere gerçekten sahiptirler- sonuç ne olur? İnsan kendi gözünü olduğu yerde eritir ve sindirir. Kendi içimizdeki mükemmel dengeyi incelemeye devam edelim: Sindirim işleminin devamı da aynı derecede planlıdır. Besinlerin sindirim sistemi tarafından parçalanmış, işe yarayan kısımları, ince bağırsak çeperleri tarafından emilerek kana karışır. İnce bağırsağın iç yüzeyi enine kıvrımlarla kaplı olup buruşuk bir kumaşı andırır. Her kıvrımın üzerinde 'villus' adı verilen daha küçük kıvrımlar vardır. Bu kıvrımlar sayesinde emme işlemini yapan bağırsak yüzeyleri muazzam bir şekilde artar. Villusların üzerindeki hücrelerin üst kısımlarında da 'mikrovillus' denilen mikroskobik uzantılar bulunur. Bu uzantılar birer pompa gibi çalışarak besinleri emerler. Dahası bu pompaların içleri, farklı besinler için farklı iletim yollarıyla döşenmiş kusursuz bir iletim sistemiyle dolaşım sistemine bağlanmışlardır. Böylece bu pompaların emdikleri besinler, dolaşım sistemiyle vücudun her yanına ulaştırılırlar. İskelet İskelet başlı başına bir mühendislik harikasıdır. Vücudun yapısal destek sistemidir. Aynı zamanda beyin, kalp, akciğer gibi hayati organların korumasını yapar, iç organlara destek olur. İnsan vücuduna, hiçbir yapay makina tarafından taklit edilemeyen üstün bir hareket kabiliyeti verir. Dahası kemik dokusu çoğu kimsenin zannettiği gibi cansız değildir. Kemik dokusu vücudun kalsiyum, fosfat ve bir çok önemli mineralinin bankasıdır. Vücudun ihtiyacına göre bu mineralleri depo eder veya daha önceden depo ettiklerini vücuda verir. Bütün bunların yanı sıra kırmızı kan hücrelerinin üretimi kemikler tarafından yapılır. İskelet bütün olarak mükemmel bir işleve sahip olmasının yanında, iskeleti oluşturan kemikler de üstün bir yapıya sahiptirler. Vücudun taşınması ve korunması gibi önemli bir görevi

47


üstlenen kemikler, bu işi rahatlıkla yerine getirebilecek kapasitede ve sağlamlıkta yaratılmışlardır.

Vücudun karşılaşacağı zor durumlar da hesaba katılmıştır. Örneğin; uyluk kemiği, dikey durumda bir ton ağırlığı kaldırabilecek kapasitededir. Nitekim atılan her adımda bu kemiğimize, vücut ağırlığımızın üç katı kadar bir yük binmektedir. Hatta sırıkla yüksek atlama yapan bir atlet yere inerken kalça kemiğinin her santimetrekaresi 1400 kiloluk bir basınca maruz kalır. Peki kemik denen ve bir tek hücrenin bölünmesi sonucunda ortaya çıkan bu yapıyı, bu kadar kuvvetli kılan nedir? Sorunun cevabı kemiklerin eşsiz yaratılışında gizlidir. Konuyu daha iyi anlamak için günümüz teknolojisinden bir örnek vermek yerinde olacaktır. Büyük ve yüksek yapıların inşasında kafes sistemleri kullanılır. Bu inşaat tekniğinde yapının taşıyıcı elemanları, yekpare yapıda değil, birbiri içine geçmiş, kafes şeklinde çubuklardan oluşur. Ancak bilgisayarların yapabileceği karmaşık hesaplar sayesinde, büyük köprüler ve endüstriyel yapılar çok daha dayanıklı ve daha ucuza inşa edilmektedirler. İşte kemiklerin iç yapısı da, insanların binalarda ve köprülerde kullandığı bu kafes yapı sistemiyle benzer bir yapıdadır. Önemli bir farkla; kemik içindeki sistem, insanların geliştirdiğinden çok daha üstün ve karmaşıktır. Bu sayede kemikler, hem son derece sağlam, hem de rahatlıkla kullanılabilecek hafifliktedirler. Eğer aksi olsaydı, yani kemiklerin içi, dışı gibi sert ve tamamen dolu olsaydı, hem kemik ağırlığı insanın taşıyabileceğinin çok üzerinde olurdu, hem de kemiğin yapısı gevrek ve sert olup en küçük bir darbede çatlama ve kırılma yapardı. Kemiklerin esneklikleri zamanla değişebilir. Örneğin kadınlarda leğen kuşağı kemikleri, hamileliğin son aylarına doğru gevşer ve birbirlerinden biraz ayrılırlar. Bu son derece önemli bir ayrıntıdır, çünkü bu gevşeme sayesinde bebeğin başı doğum sırasında ezilmeden dışarı çıkabilir. Kemikteki mucizeler bunlarla da sınırlı kalmaz. Kemikler esneklikleri, dayanıklılıkları ve hafifliklerinin yanı sıra, kendilerini tamir etme özelliğine de sahiptirler.Bu da vücuttaki pek çok işlem gibi, milyonlarca hücrenin beraber çalışmasıyla gerçekleşir. İskeletin hareket kabiliyeti de üzerinde durulması gereken önemli bir ayrıntıdır. Her adım atışımızda omurgamızı oluşturan omurlar birbiri üstünde hareket ederler. Bu sürekli hareket ve sürtünme, omurların aşınmasına sebebiyet verecekken bu tehlikeyi önlemek için her bir omur arasına disk denen dayanıklı kıkırdaklar yerleştirilmiştir. Bu diskler amortisör görevi 48


yaparlar. Dahası her adım atışta, vücut ağırlığından kaynaklanan bir tepki kuvveti yerden vücuda gelir. Bu kuvvet, omurganın sahip olduğu amortisörler ve "kuvvet dağıtıcı" kıvrımlı şekli sayesinde, vücuda zarar vermez.Eğer tepkiyi azaltan esneklik ve özel yapı olmasa, ortaya çıkan kuvvet direk kafatasına iletilirdi ve omurganın üst ucu, kafatası kemiklerini parçalayarak beynin içine girerdi.

Kemiklerimizin bu mükemmel tasarımı, bizim son derece rahat bir hayat sürmemizi, çok zor hareketleri kolaylıkla ve hiç acı duymadan yapabilmemizi sağlamaktadır. Kemiğin yapısının bir başka özelliği de vücudun gerekli bölgelerinde esnek bir yapıya sahip olmasıdır. Örneğin göğüs kafesi; kalp ve akciğer gibi hayati organları korurken, bir yandan da akciğerlere havanın dolmasını ve boşalmasını sağlayacak şekilde genişler ve büzülür.

Kemiklerin birbirlerine eklendikleri yerlerde de yaratılışın delilleri görülür. Eklemler bir ömür boyunca hareket ettikleri halde yağlanmaya ihtiyaç duymazlar. Biyologlar bunun nedenini araştırdılar: Eklemlerdeki sürtünme nasıl ortadan kalkıyordu? Bilim adamları, olayın "tam bir yaratılış mucizesi" olarak nitelendirilebilecek bir sistemle çözüldüğünü gördüler: Eklemlerin sürtünme yüzeyleri, ince ve gözenekli bir kıkırdak tabakasıyla kaplanmıştır ve bu tabakaların altında ağdalı ve kaygan bir sıvı bulunur. Kemik, eklemin bir yerine baskıda bulunursa bu sıvı gözeneklerden dışarı fışkırır ve eklem yüzeyinin "yağ gibi" kaymasını sağlar. Tüm bunlar insan bedeninin çok mükemmel bir tasarımın, daha doğrusu üstün bir yaratışın ürünü olduğunu göstermektedir. İnsan bu mükemmel tasarım sayesinde birbirinden çok farklı hareketleri büyük bir hız ve rahatlık içinde yerine getirir. Her şeyin bu kadar mükemmel olmadığını mesela tüm bacağımızın tek bir uzun kemikten meydana geldiğini düşünün. Yürümek büyük bir sorun haline gelecek, son derece hantal ve hareketsiz bir bedenimiz olacaktı. Bir yere oturmak bile güçleşecek, bu tür hareketler sırasındaki zorlamalar nedeniyle bacak kemiği kolaylıkla kırılabilecekti. Oysa insanın iskeleti, vücudunun her hareketine kolaylıkla izin verecek bir yapıdadır. İskeletin sahip olduğu tüm özellikleri Allah yaratmıştır ve halen de yaratmaktadır. Allah, yarattığı insanı bu gerçek üzerinde düşünmeye davet eder. İnsana düşen bu gerçeği düşünmek ve kendisini yaratmış olan Allah'ın gücünü takdir edip, O'na şükretmektir. Bunu yapmadığı takdirde ise büyük bir kayba uğrayacaktır. Kemikleri ilk kez yaratıp sonra da onlara et giydiren Allah, bunu bir kez daha yapmaya kadirdir. Koordinasyon

49


İnsan vücudunda, belli bir amaç için, yani vücudun canlılığının devamlılığı için, bütün sistemler birarada, bağlantılı bir şekilde ve tam bir uyum içinde çalışır. Hergün yaptığımız çok küçük hareketler, mesela nefes almak, gülmek bile insan vücudundaki kusursuz koordinasyonun bir sonucudur. İçimizde her an işleyen, akıl almaz karmaşıklıkta ve büyüklükte bir koordinasyon ağı vardır. Amaç canlılığı devam ettirmektir. Bu koordinasyon özellikle vücudun hareket sisteminde görülür. Çünkü en küçük hareket için bile iskelet sistemi, kaslar ve sinir sistemi mükemmel bir işbirliği içinde çalışmak zorundadır. Vücuttaki koordinasyonun ilk şartı doğru bilgi teminidir. Ancak doğru bilgilerin elde edilmesiyle, yeni değerlendirilmeler yapılabilir bunun için de son derece gelişmiş bir haber alma ağı mevcuttur. Koordine edilmiş bir hareketi yapabilmek için herşeyden önce o hareketle ilgili vücut organlarının konumlarının ve birbirleriyle ilişkilerinin bilinmesi gereklidir. Bu bilgi beyne; gözlerden, iç kulaktaki denge mekanizmasından, kaslardan, eklemlerden ve deriden gelir. Her saniye milyarlarca bilgi işlenir, değerlendirilir ve bunlara göre yeni kararlar verilir. İnsanın ise kendi vücudunda gerçekleşen bu başdöndürücü hızdaki işlemlerden haberi bile yoktur. O yalnızca hareket eder, güler, konuşur, koşar, yemek yer, düşünür. Bu işlemlerin yapılması için hiçbir çabası olmaz. Örneğin basit bir gülümseme için bile on yedi kasın aynı anda çalışması gereklidir. Bu kaslardan birinin çalışmaması veya yanlış çalışması yüz ifadesini tamamen değiştirir. Yürüyebilmek için ise ayaklarda, bacaklarda, kalçada, kasıklarda ve sırtta elli dört ayrı kas uyum içinde çalışmalıdır.

Kaslar ve eklemlerin içinde, vücudun o anki konumuna ait bilgileri veren milyarlarca küçük, mikroskobik algılayıcı vardır. Bu algılayıcılardan gelen mesajlar, merkezi sinir sistemine ulaşır ve burada yapılan değerlendirmeye göre, kaslara yeni emirler gönderilir. Vücuttaki koordinasyonun mükemmelliği şu örnekle daha iyi anlaşılacaktır: Yalnızca elinizi havaya kaldırmanız için omuzunuzun bükülmesi, "biceps" ve "triceps" denilen ön ve arka kol kaslarınızın sırayla kasılıp gevşemeleri, dirseğiniz ve bileğiniz arasında bulunan kasların bileği döndürmeleri gerekir. Hareketin her aşamasında, bu kasların içindeki milyarlarca algılayıcı, her an kasların konumlarını merkeze bildirir. Merkezden de kaslara bir an sonra ne

50


yapmaları gerektiği iletilir. Tabii ki insan bütün bunların farkına varmaz, yalnızca elini kaldırmak ister ve kaldırır. Mesela vücudun dik durması için, bacak kaslarında, ayaklarda, sırtta, karında, göğüste, boyunda bulunan milyarlarca algılayıcıdan gelen bilgi değerlendirilir ve bu emirlerin hepsi her saniye kaslara iletilir. Konuşmak için de özel bir çaba harcamayız. İstediğimiz sözcüklerin ağzımızdan dökülmeleri için, ses tellerinin hangi açıklıkta, ne kadar titreşmesi gerektiğini, ağzımızdaki, dilimizdeki, boğazımızdaki yüzlerce kastan hangilerini, hangi sıra ile kaç defa, ne oranda kasıp gevşeteceğimizi, ciğerlerimize kaç santimetreküp hava alıp, bu havayı hangi hız ve aralıklarla boşaltmamız gerektiğini oturup da hesaplamayız. İstesek de bunu yapamayız! Çünkü ağzımızdan çıkan tek bir kelimenin oluşumu, insanın solunum sisteminden sinir sistemine, kaslarından kemiklerine kadar uzanan pekçok yapının uyumlu çalışmasının bir sonucudur. Bu koordinasyonda bir aksaklık olması durumunda neler olur? Gülümsemek isterken yüzümüzde başka bir ifade oluşabilir ya da konuşmak istediğimizde başaramayabiliriz, yürüyemeyebiliriz. Oysa ne zaman istersek güleriz, konuşuruz, yürüyebiliriz, hiçbir aksaklık olmaz. Çünkü burada anlatılan herşey "sonsuz kudret" gerektiren bir Yaratılış sonucunda gerçekleşir. Bu nedenle insan, her zaman için tüm hayatını ve varlığını, kendisini yaratan Allah'a borçlu olduğunu bilmelidir. İnsanın, övünecek, böbürlenecek hiçbir şeyi yoktur. Sahip olduğu güç, sağlık ya da güzellik, kendisinin eseri değildir ve kendisine ebediyen verilmiş de değildir. Mutlaka yaşlanacak, mutlaka sağlığını ve güzelliğini yitirecektir. Kuran'da bu gerçeğe şöyle dikkat çekilmiştir: "Size verilen her şey, yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de, akıllanmayacak mısınız?" (Kasas Suresi, 60)

Eğer bunların çok daha üstününü, ebediyen, ahirette elde etmek istiyorsa; Allah'ın kendine verdiği nimete şükretmeli ve O'nun istediği biçimde hayatına yön vermelidir. Bu örneklerde de görüldüğü gibi insan vücudundaki organların ve sistemlerin hepsi "mucizevi" özelliklere sahiptir. Bu özellikler incelendiğinde insan, varlığının ne denli ince hesaplara dayandığını ve yaratılışındaki mucizeleri görecektir ve Allah'ın sonsuz ilmini ve insan üzerindeki kusursuz sanatını bir kez daha kavrayacaktır. Karaciğer Karın boşluğunun sağ üst kısmında yer alan karaciğer, kan dolaşımı içinde mükemmel bir filtre görevini üstlenmiştir. Suda çözülebilen, vücut artığı basit maddeler böbrekte temizlenirken, ilaçlar ve hormonlar gibi karmaşık yapılı atıkları karaciğer temizler. Savunma sistemini lojistik yönden destekler: Karaciğer sadece beslenme ve metabolizma atıkları için bir filtre olarak kalmamakta, ayrıca bağışıklık maddeleri olan globulinleri ve damar tamir grupları olan enzimleri de üretmektedir. Bakterileri temizler: Karaciğerde bulunan Kupffer hücreleri, buradan geçen, özellikle de bağırsaklardan gelen kanda bulunan önemli miktardaki bakterileri yutarlar. Kupffer hücreleri kandaki parçacıkların ya da öteki yan ürünlerin artması durumunda, bunları kandan filtre edebilmek için kendi sayılarını da arttırırlar. 51


Vücudun enerji kaynaklarını üretir: Karaciğerin özelliklerinden biri de vücudun en önemli enerji kaynağı olan glukozu üretmesidir. Normal beslenme sırasında alınan glukoz, glikojene çevrilerek karaciğerde depolanır. Karaciğer kandaki glukoz oranını devamlı kontrol eder. Yemek aralarında besin alınmadığı ve kandaki glukoz miktarı düşmeye başladığı zaman, karaciğer depoladığı glikojeni tekrar glukoza çevirerek kana verir. Böylece kandaki glukoz düzeyinin fazlaca düşmesi engellenmiş olur. Karaciğer ayrıca yağ asitleri ve amino asitlerden de glukoz üretebildiği gibi, enerji üretiminde kullanılması mümkün olmayan diğer karbonhidratları da glukoza çevirebilir. Kanı depolar: Karaciğer, genişleyebilen veya küçülebilen bir yapıya sahiptir. Bu özelliği sayesinde kan damarlarındaki kanı depolayabilir veya salabilir.

Kendi kendini onarabilir: Karaciğerin kendi kendisini tamir etme yeteneği de vardır. Bir kısmı tahrip olsa, kalan diğer hücreler hemen çoğalarak eksik kısmı tamamlar. Hatta organın üçte ikisi alınsa bile, kalan kısım karaciğeri bir bütün olarak yeniden meydana getirebilir.

Karaciğer sağlıklı bir vücutta, toplam kanın % 10'unu, yani 450 ml kanı bünyesinde tutar. Bazı durumlarda, örneğin kalp yetmezliği sözkonusu olduğunda vücutta dolaşan kan miktarı, kalbin çalışma temposuna fazla gelecektir. Bu durumda karaciğer kan tutma hacmini iki kat daha arttırarak, 1 litre kanı fazladan depolar. Böylece kalbin, kaldırabileceği bir tempoda çalışmasına fırsat yaratır. Vücutta kan ihtiyacı arttığında ise (örneğin ağır egzersizler sırasında) karaciğer, bünyesinde depoladığı kanı dolaşıma vererek kan ihtiyacını giderir. Ekonomik çalışır: Kaslarda glukoz harcanması sırasında, metabolizma artığı olan laktik asit açığa çıkar. Laktik asit kasta kaldığı sürece acı verir ve çalışmasını engeller. Karaciğer bu asidi kaslardan toplar ve yeniden glukoza döndürebilir. Ölü alyuvarların yenilerini üretir: Karaciğer ve dalak, ölen alyuvarların yerine yenilerinin üretildiği, proteinin büyük bir kısmının parçalandığı ve amino asitler olarak yeniden farklı amaçlar için kullanıldığı yerdir. Karaciğer ayrıca, vücutta önemli işlevleri olan demirin de depolandığı organdır. Bu haliyle vücudun en gelişmiş deposudur. Tüm mineralleri, proteinleri, az miktarda yağı ve vitaminleri karaciğer depolar. İhtiyaç duyulduğunda, depoladığı maddeyi en kısa yoldan gerekli bölgeye verir. Vücudun yeterli enerjiye sahip olup olmadığını hassas bir biçimde denetler, bunun için özel bir haberleşme sistemi geliştirmiştir. Vücuttaki tüm organlar karaciğer ile bağlantılıdır.

52


Organ kendi kendisini onarırken, ölen ve zedelenen hücrelerini ortamdan uzaklaştırır ve yerine yenilerini koyar. Bir karaciğer hücresi, yaklaşık 500'den fazla işlemi yapabilecek yetenektedir. Bu işlemleri, birbiri arkasından değil çoğu kez aynı zamanda başarmaktadır. Deri Metrelerce uzunlukta ama tek parçadan oluşan bir doku düşünün; bu hem ısınmayı, hem de serinlemeyi sağlayacak özelliklere aynı anda sahip olan; sağlam ama aynı zamanda çok estetik, her türlü dış etkiye karşı çok etkin bir koruma sağlayan bir doku olsun. İnsan vücudunu ve diğer tüm canlıların vücutlarını türlere göre bazı değişiklikler göstererek kaplayan deri dokusu yukarıdaki özelliklerin tümüne sahiptir.

Deri dokusu da, diğer pek çok yapı gibi, eksikliği durumunda insanın yaşamını tehlikeye atacak kadar önemli bir organdır. Derinin sadece bir bölümünün bile tahrip olması öncelikle vücutta önemli bir su kaybına sebep olacağı için ölüme yol açar. Bu özelliğiyle tek başına deri evrim teorisini çürüten bir organdır. Çünkü her organı tamam ama derisi henüz evrimleşmemiş veya kısmen ortaya çıkmış bir canlının hayatta kalabilmesi mümkün değildir. Bu da bize insanların da, hayvanların da tüm vücut parçalarının eksiksiz ve kusursuz olarak hep birlikte ortaya çıktığını yani yaratılmış olduklarını gösterir. Birbirinden tamamen farklı yapılardan meydana gelen derinin alt kısmında yağdan oluşan bir katman vardır. Bu yağ katmanı ısıya karşı yalıtım görevi görür. Bu tabakanın üstünde deriye esneklik özelliğini veren ve büyük kısmı proteinlerden oluşan başka bir bölüm vardır. Derimizin 1 cm altını kaldırdığımızda karşılaşacağımız manzara; işte bu yağların ve proteinlerin oluşturduğu, çok çeşitli damarların da bulunduğu estetik olmayan, hatta ürkütücü bile sayılabilecek bir görüntü olacaktır. Deri, bütün bu yapıları kapatıcı özelliği sayesinde hem vücudumuza çok önemli bir estetik katkıda bulunurken, hem de tüm dış etkenlerden korunmamızı sağlar ki sadece bu özelliği bile derimizin varlığının ne kadar önemli olduğunu göstermeye yeter. Derinin bütün fonksiyonları hayatidir. İşte bunlardan birkaçı: Vücudun su dengesinin bozulmasını engeller: Üst derinin her iki tarafı da su geçirmez bir yapıya sahiptir. Derinin bu özelliği sayesinde vücuttaki su miktarının kontrolü sağlanır. Deri, kulaktan, burundan hatta gözden bile önemli bir organdır. Diğer duyu organlarımız olmadan yaşayabiliriz. Ama deri olmadan insanın hayatını sürdürmesi mümkün değildir. Çünkü insan vücudunun en hayati sıvısı olan "su"yun deri olmadan vücutta tutulması mümkün değildir.

53


Sıcak havalarda vücudun serinlemesini sağlayan mekanizmaları içerir: Alt deriyi çok ufak kılcal damarlar sarmıştır. Bunlar sadece deriyi beslemezler, aynı zamanda derideki kan miktarını da kontrol ederler. Vücut ısısı arttığında damarlar genişleyerek gereğinden fazla sıcak olan kanın vücudun nispeten serin olan dış kısmından geçmesini ve ısının dışarı verilmesini sağlar. Vücudu serinleten bir başka mekanizma da terdir. İnsan derisi "gözenek" adı verilen deliklerle doludur. Gözenekler ter bezlerinin bulunduğu alt deriye kadar uzanırlar. Bu bezler kandan aldıkları suyu gözeneklerden geçirerek vücudun dışına atarlar. Dışarı atılan sıvı buharlaşmak için vücudun ısısını kullanır, bu da bir serinleme yaratır.

Dayanıklı ve esnektir: Üst deri yüzeyindeki hücrelerin önemli bir kısmı ölüdür. Alt deri ise canlı hücrelerden oluşur. Üst deri hücreleri bir süre sonra hücre niteliklerini kaybetmeye başlarlar ve 'keratin' adını verdiğimiz sert bir maddeye dönüşürler. Ölen bu hücreleri keratin maddesi birarada tutar ve vücudu koruyucu bir zırh oluşturur. Derinin daha sert ve kalın olması halinde koruyucu özelliğinin artacağı düşünülebilir. Ancak bu yanıltıcıdır. Eğer bir filin ya da gergedanınki kadar sert ve kalın bir deriye sahip olsaydık, oldukça hareketli olan bedenimiz bu yeteneğini yitirecek ve hantallaşacaktı. Zaten hangi canlı türü olursa olsun deri hiçbir zaman gereğinden kalın olmaz. Derinin yapısında çok ölçülü, çok kontrollü bir plan vardır. Üst deri hücrelerinin sürekli öldüğünü ve bu işlemin belli bir yerde durmadığını düşünelim. Bu durumda derimiz kalınlaşmaya devam edecek bir süre sonra timsah derisi gibi kalın bir hale dönüşecekti. Ama hiçbir zaman böyle olmaz, deri hep gerektiği kalınlıktadır. Peki bu nasıl olur? Deri hücreleri nerede duracaklarını nasıl bilirler? Deri dokusunu oluşturan hücrelerin nerede duracaklarını kendi kendilerine bulduklarını ya da bu sistemin tesadüfi bir şekilde oluştuğunu iddia etmek son derece mantıksız ve komik bir iddia olacaktır. Derinin yapısında apaçık bir bir tasarım vardır. Bu tasarımı oluşturan da hiç kuşkusuz ki alemlerin Rabbi olan, Tek ve Bir olan Allah'tır. Soğuk havalarda vücut sıcaklığını korur: Soğuk havalarda derideki ter bezleri çalışmalarını yavaşlatır ve kan damarları daralır. Böylece deri altında kan dolaşımı azalacağından vücut ısısının dışarı kaçması engellenmiş olur. Tüm bunların bize gösterdiği sonuç, insan derisinin hayatımızı kolaylaştırmak için özel olarak tasarlanmış mükemmel bir organ olduğudur. Deri hem korur, hem "klima" görevi görür, hem de esnekliği sayesinde hareket kolaylığı sağlar. Dahası, son derece estetiktir. Allah Yaratan'dır, kusursuzca var edendir, şekil ve suret verendir." (Haşr Suresi, 24)

Kalp 54


İnsan vücudundaki 100 trilyon hücreyi teker teker gezen dolaşım sisteminin en önemli elemanı, hiç kuşkusuz ki kalptir. Kalp; kirli ve temiz kanın birbirlerine karışmadan vücudun farklı bölgelerine pompalanmasını sağlayan dört farklı odacığıyla, emniyet sübabı görevi yapan kapakçıklarıyla son derece hassas dengeler üzerine kurulmuş bir tasarıma sahiptir. Hiçbir müdahalemiz olmamasına rağmen yaşamımız boyunca belirli bir tempoda hiç ara vermeden atan kalbimiz, Yaratılışın açık delillerinden biridir.

Henüz anne karnındayken atmaya başlayan kalp, dakikada 70-100 atışlık bir tempoyla yaşam boyunca hiç ara vermeden çalışır; sadece her çarpma arasında yarım saniye dinlenir ve bir gün içinde yaklaşık 100.000 kez atar. Bu rakamı insan ömrünün uzunluğunu gözönüne alarak değerlendirirsek karşımıza hesaplamakta oldukça zorlanacağımız bir rakam çıkacaktır. İşleyişinde son derece hassas bir düzen olan kalpteki bütün yapılar özel olarak tasarlanmıştır. Kalpte; temiz ve kirli kanın birbirlerine karışmamalarından, vücut basıncının ayarlanmasına, besinlerin tüm vücuda taşınması için gerekli işlemlerden, kanı gerektiği kadar pompalayan sistemlere kadar her detay için farklı bir özellik düşünülmüş ve kalp buna göre dizayn edilmiştir. Bir tasarım harikası olan kalpte; kesinlikle tesadüfen oluşamayacak komplekslikte bir sistem vardır. Bu özelliklerin hepsi de kendilerini tasarlayanı; yani Alemlerin Rabbi olan, kusursuz ve örneksiz Yaratan Allah'ı bize tanıtırlar. İşte kalbin özelliklerinden birkaçı; Kalp, vücudun en güvenli yerlerinden birine yerleştirilmiştir: En önemli organlardan olan kalp, yine özel bir tasarımla göğüs kafesinin içinde yer alarak, dışarıdan gelecek darbelere karşı oldukça iyi korunmuştur. Temiz ve kirli kan hiçbir şekilde birbirine karışmaz: Kalpte temiz ve kirli kan sürekli hareket halindedir. Özel bir doku sayesinde kalp 4 farklı özellikte odacığa bölünmüştür. Sol ve sağ kulakçıktan oluşan üst iki bölüm dolum odacıklarıdır. Kendilerine gelen kanı alttaki karıncıklara yollarlar. Buradaki hassas düzen sayesinde kanlar birbirlerine kesinlikle karışmazlar.

55


Kan basıncını organlara zarar vermeyecek şekilde ayarlar: Kalbimiz tek bir pompa gibi değil de yanyana duran iki pompa gibi çalışır. Her pompanın kendi kulakçığı ve karıncığı vardır. Bu bölünme aynı zamanda dolaşım sistemini de ikiye ayırır. Kalbin sağ tarafı kirli kanı nisbeten düşük bir basınçla akciğerlere yollar. Sol taraf ise temiz kanı yüksek bir basınçla tüm vücuda pompalar. Bu basınç ayarı vücut için çok önemlidir, çünkü eğer akciğere giden kan, vücuda yayılan kanla aynı basınçta pompalanmış olsaydı, akciğerler bu basınca dayanamayarak parçalanırlardı. Kalpteki mükemmel denge sayesinde akciğerlerde hiçbir zaman böyle bir problem olmaz. Çünkü kalpte kusursuz bir tasarım vardır.

Değişen şartlara göre, gerektiği kadar kan pompalar:Kalbin pompaladığı kan miktarı vücudun ihtiyacına göre değişir. Normal şartlarda kalp dakikada 70 kez atar. Yorucu egzersizler sırasında ise kaslarımız daha çok oksijene ihtiyaç duyduğu için, kalp çalışma temposunu dakikada 180 defaya kadar yükselterek pompaladığı kan miktarını arttırır. Böyle olmasaydı ne olurdu? Vücudun daha fazla enerjiye ihtiyaç duyduğu bir anda, kalp normal bir tempoda çalışsaydı, dengesi bozulacağından vücutta hasarlar meydana gelirdi. Oysa kalbin sahip olduğu mükemmel yapı sayesinde böyle bir şey olmaz. Bizim bir ayarlama yapmamıza gerek kalmadan kalp, pompalanacak kan miktarını kendisi ayarlar.

Vücudun ihtiyaç duyduğu, birçok maddenin organlara iletilmesini sağlar:Kalpten gelen temiz kan, aort yoluyla dokulara yollanır ve bütün hücrelere ulaşan damarlar aracılığıyla taşıdığı oksijeni dokulara bırakır. Kan; kılcal damarlardaki bu dolaşım sırasında oksijenden başka içine aldığı hormon, besin ve diğer türden maddeleri de dokulara dağıtır. Kanın akış yönünü düzenleyen ve son derece uyumlu çalışan kapakçıklara sahiptir:Kalpte her odacığın ağzında yer alan ve kanın akım yönünün tersine dönmesini engelleyen kapakçıklar vardır. Kulakçıklarla karıncıklar arasındaki bu kapakçıklar lifsi dokulardan oluşur. Bunlar çok ince kaslar tarafından tutulmaktadır. Bu kaslardan tek bir tanesi çalışmasa kulakçıklara doğru fazla kan akacağından, bu durumda insanı ölüme kadar götüren ağır kalp yetmezliği ortaya çıkardı. Böyle bir problemle ancak bir hastalık durumunda karşılaşırız. Aksi bir durum hiçbir zaman söz konusu olmaz. Kontrolümüz dışında ama gerektiği kadar çalışır: Kalbin pompalayacağı kan miktarını özel bir sinir sistemi kontrol eder. İster uykuda olalım, ister uyanık olalım sinir sistemimiz pompalanması gereken kan miktarı ve kan pompalanış hızını kendiliğinden ayarlar. Nerede, ne zaman, ne kadar kan gerektiğini hiç bir müdahale olmadan ayarlayan kalpteki yapı tek kelimeyle kusursuzdur. Bu sistemi kalp kendi kendine oluşturamayacağına ya da bu mükemmel sistem tesadüfen oluşamayacağına göre, kalp; yaratılmıştır. Sonsuz bir ilim sahibi olan Allah tarafından olabilecek en kusursuz şekilde tasarlanmıştır. 56


Kendine has bir elektriksel sistemle çalışır: Kalbin atmasını sağlayan ve kalp adalesi denen kas, vücudumuzda bulunan diğer kasların tümünden farklıdır. Vücuttaki adale hücreleri sadece sinir sistemi uyarıda bulununca kasılırlar. Oysa kalp adalelerinin hücreleri kendi kendilerine kasılırlar. Bu hücrelerde kendi elektriksel akımlarını başlatma ve yayma özelliği vardır. Her bir hücrenin bu yeteneği olmasına karşın hiçbiri birbirinden bağımsız olarak kasılmaz ve kendilerini kontrol eden elektriksel sistemin talimatına aykırı hareket etmez. Yani biri kasılırken diğeri gevşemek suretiyle kalbin çalışmasını sekteye uğratacak bir kargaşaya düşmezler. Bir zincir halinde duran bu hücreler elektriksel sistemden gelen emirle hep birlikte hareket ederler. Yine kusursuz bir uyum söz konusudur. Bütün özelliklerinde de görüldüğü gibi kalpteki yapı bize ondaki kusursuz tasarımı yani "yaratılmışlığı" gösterir ve kendisini tasarlayanı tanıtır. Kendisi görünmeyen ama yarattığı herşeyde bize kendisini tanıtan, Alemlerin Rabbi olan Allah'ı tanıtır: İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilah yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir. (En'am Suresi, 102) İnsan, bizim kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmüyor mu? Şimdi o, apaçık bir düşman kesilmiştir. Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek verdi; dedi ki: "Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?" De ki: "Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir." (Yasin Suresi, 77-79)

Ellerimiz Bir çayı karıştırmak, gazetenin sayfalarını çevirmek, yazı yazmak gibi sıradan gördüğümüz işlemleri yürüten elimiz gerçekte inanılmaz bir mühendislik harikası olarak çalışmaktadır. Elin en önemli özelliği, tamamen standart bir yapısı olmasına rağmen birbirinden çok farklı kullanım alanlarında büyük bir verimle işlemesidir. Çok sayıda kas ve sinire sahip olan kollarımız, şartlara göre elimizin kuvvetli veya yumuşak kavramasında yardımcı olurlar. Mesela; insan eli, yumruk sıkılmamış haldeyken bile herhangi bir nesnenin üzerine 45 kilo ağırlığında bir güçle darbe indirebilir; diğer taraftan da başparmak ve işaret parmağı arasına aldığı, milimetrenin onda biri inceliğindeki bir kağıt parçasını da hissedebilir.

Görüldüğü gibi bu iki işlem de birbirinden tamamen farklı niteliklere sahip işlemlerdir. Biri çok ince bir ayar gerektirirken, diğeri tam tersine büyük bir güç gerektirmektedir. Ama biz, kağıdı alırken de, yumruk atarken de 1 saniye bile nasıl yapmamız gerektiğini düşünmeyiz, ikisi arasındaki güç farkını ayarlamayı da düşünmeyiz. "Şimdi bir kağıt alacağım en iyisi 500 gramlık bir güç uygulayayım, şimdi de su dolu kovayı kaldıracağım bunun için de 40 kiloluk bir güç uygulayayım" demeyiz. Bunlar aklımıza bile gelmez. Çünkü insan eli bütün bu işlemleri aynı anda yapabilecek şekilde tasarlanmıştır. El, bütün özellikleriyle birlikte, kendisine bağlı bütün yapılarla birlikte aynı anda yaratılmıştır. 57


Eldeki bütün parmaklar, işlevlerine göre en uygun uzunluktadırlar ve en uygun yerdedirler, ayrıca birbirlerine orantılıdırlar. Mesela, normal başparmağa sahip bir elle atılan yumruğun gücü, normalden daha kısa bir başparmağa sahip elin attığı yumruğun gücünden daha fazladır. Çünkü başparmak, kendisi için seçilen uygun uzunluk sayesinde diğer parmakların üzerine kıvrılabilmekte, böylece onları destekleyerek güç arttırımını sağlamaktadır. Elin yapısında çok ince detaylar vardır; mesela kas ve sinirlerin yanında bazı küçük yapıları da barındırır. Mesela parmaklarımızın ucundaki tırnaklar kesinlikle gereksiz aksesuarlar değildir. Yere düşmüş bir iğneyi alırken, parmaklarımız kadar tırnaklarımızın da yardımına başvururuz. Elimizdeki parmak izlerini oluşturan pürüzler ve tırnaklar sayesinde de küçük şeyleri rahatlıkla kavrarız. Hepsinden önemlisi tırnaklar, parmakların, tuttukları cisme uygulamaları gereken hassas basıncın ayarlanmasında büyük rol oynarlar.

Diğer yandan el genelde gözün ortaklığıyla işleyen bir organdır. Gözün algıladığı sinyaller beyne ulaştırılır ve beyinden gelen yeni bir komutla; el, yapacağı işe uygun olarak harekete geçer. Tabii ki bunlar çok kısa sürede ve bizim bu iş için özel bir çaba sarf etmemize gerek kalmadan gerçekleşir. Robot eller ise, ancak ya görme ya da dokunma özelliğini esas alarak hareket edebilirler. Yapacakları her işlem için farklı komutlar verilmesi gereklidir. Ayrıca robot eller farklı farklı fonksiyonları da yerine getiremezler. Örneğin piyano çalabilen bir robot el, çekiç tutamaz. Çekiç tutan bir robot el ise yumurtayı kırmadan tutamaz. Yoğun araştırmalar sonucunda yeni yeni üretilmeye başlayan bazı robot eller, bu işlemlerin 2-3 tanesini bir arada yapabilmektedir ama bu, elin kabiliyetlerinin yanında son derece ilkel kalmaktadır.

Elimizi diğer organlarımızdan ayıran bir başka özelliği de yorulmamasıdır. Tıp ve bilim dünyasının en büyük çabalarından biri; insan elinin bir benzerini yapay olarak üretebilmektir. Yapılan robot eller; güç açısından insan eliyle aynı performansa sahiptirler, ancak insan elinde var olan dokunmadaki hassasiyet, mükemmel manevra yeteneği ve değişik işler yapabilme yetenekleri konusunda aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Nitekim birçok bilim adamı, insan elinin tüm fonksiyonlarına sahip robot bir elin yapılamayacağını düşünmektedir. "Karlsruhe Eli" olarak adlandırılan robot eli yapan mühendis Hans J. Schneebeli bu konuda şunları söylüyor: "Robot eller üzerinde ne kadar çok çalışırsam, insanların sahip oldukları ellere de o kadar çok hayran oluyorum. İnsan elinin yaptığı işin bir kısmına bile ulaşabilmemiz için daha çok zamanın geçmesi gerekir." Tüm bunların üstüne; insanda iki elin aynı anda, mükemmel bir uyumla çalıştığı da eklenince, eldeki tasarımın kusursuzluğu daha net ortaya çıkmaktadır. El, insanlar için Allah tarafından, özel olarak tasarlanmış bir organdır. Her özelliğiyle Allah'ın yaratma sanatındaki kusursuzluğu ve örneksizliği bizlere gösterir. Allah, sizi bir za'ftan yarattı, sonra (bu) za'fın ardından bir kuvvet kıldı, sonra bu kuvvetin ardından da bir za'f ve yaşlılık verdi... (Rum Suresi, 54)

Beyin

58


Beyin, her santimetreküpünde 10 milyon (10.000.000), tamamında ise 10 ila 15 milyar arası sinir hücresi içerir. Aynı zamanda sayısı sinir hücrelerinin bin katı kadar olan, yani ortalama 15 trilyon (15.000.000.000.000) sinir hücresi bağlantısına sahiptir. Sinir hücreleriyle bağlantılı olarak onları besleyen ve destekleyen hücrelerin (beyin bağ dokusu) sayısı ise 90 milyar (90.000.000.000) dolayındadır.

Sinirler yoluyla beyne taşınan mesajlar saatte 200 mil (320 km.) hızla yol alırlar. Yani beyin hücrelerinden vücuda ulaşan sinirlerimiz, beyinle vücut arasında giden bilgiler için adeta bir otoban görevi görür. Vücudunuzda an an meydana gelen bütün olaylar, mesela; Şu an siz bu kitabı okurken gözlerinizi kullanmanız, Sayfaları elinizin yardımıyla çevirmeniz, Otururken arkanıza yaslanmanız, Okuduğunuz şeyleri anlamanız, Kalbinizin atması, Nefes almanız, Gözlerinizi kırpmanız, Saçlarınızın uzaması, Kokuları algılamanız, Kulağınızın etrafınızdaki sesleri duyması, Kısacası kitap boyunca saysak bitiremeyeceğimiz her türlü işleviniz, her an beyne giden sinyaller ve beynin vücudun her yerine ayrı ayrı gönderdiği emirler yoluyla devam eder. (Sadece 1 dakika içinde beyinde 100.000 ile 1.000.000 arası kimyasal reaksiyon oluşabileceği bilinmektedir.) Böylesine kompleks ve mükemmel bir sistemin tesadüfen oluştuğunu öne sürmek akıl dışıdır. Beyni olmayan bir canlının, günün birinde bir tesadüf sonucu yarı işleyen bir beyne sahip olması, ardından da bu yarı işleyen beynin yukarıda saydığımız mucizevi işlemleri başarabilecek bir gelişime ulaşması elbette mümkün değildir. Beynin sahip olduğu tüm olağanüstü yetenekleri yaratıp kontrol altında tutan yegane güç Allah'ın gücüdür. Allah, insan denen varlığı mükemmel mekanizmalarla donatmıştır ve her an kontrolü altında yaşamını sürdürmesine olanak sağlamaktadır. 59


Beyindeki Muhteşem Sinir Ağı Allah’ın Eşsiz Bir Eseridir Dünyada aynı anda yüz milyonlarca telefon görüşmesi yapılabilir. Dünya çapındaki bu ağ, oldukça üstün ve kapsamlı bir ağdır. Bu gerçeğe karşın bu büyük ağ, tek bir insan beyni ile karşılaştırıldığında oldukça sıradan kalır. Tek bir insanın beyninin içinde ortalama 100.000.000.000 (yüz milyar) nöron (sinir hücresi) bulunmaktadır. Bu mükemmel ağı daha iyi anlamak için şu örneği verebiliriz: Beyindeki bu nöronlar, sahip oldukları uzantılardan uç uca eklenecek olursa, uzunlukları birkaç yüz bin kilometreyi bulmaktadır. Bilim adamlarının beyni, “evrendeki en büyük gizemlerden biri” olarak tanımlamasına neden olan en önemli unsurlardan bir tanesi, bu olağanüstü ağın varlığıdır.

İnsan beyninde yaklaşık 100 trilyon sinaps bulunur. Sinapslar, sinir hücrelerinde kimyasal geçişin gerçekleştiği yerlerdir. Vücuttaki herhangi bir hücre, sinapslar yoluyla, 1000 ayrı beyin hücresi ile bağlantı kurabilmektedir. Bu olağanüstü ağ sayesinde meydana gelen bilgi işlem hızı, gerçek anlamda hayret vericidir. Tek bir bit’lik bilgi, bir anda tam 100.000 nörona ulaşabilmektedir. Bu özelliği ile beyin, bilinen en hızlı bilgisayardan yüz binlerce kat daha hızlıdır. Böyle mükemmel bir eserin, aynı hız ve aynı özelliklere sahip bir benzerinin yapılması, IBM’in teknoloji müdürü Dr. Kerry Bernstein’ın ifadesiyle, mümkün gözükmemektedir.1 Böylesine kapsamlı bir ağı, küçücük bir alana sığdırmak ve onun katrilyonlarca bağlantı yapmasını ve bunu saliseler içinde başarmasını sağlamak elbette imkansızdır. Dünyadaki gelmiş geçmiş tüm insanların sahip olduğu bu muhteşem sistemi yoktan var etmek için insanın yapabileceği hiçbir şey yoktur. Beyin, insanların bu gerçeği görebilmesi için çok kapsamlı ve detaylı yaratılmış bir mucizedir. İnsanlara armağan edilmiş bu değerli hediyenin sahibi, çeşit çeşit nimetleri karşılıksız bağışlayan Yüce Allah’tır. Üstün yaratılış harikası beynin varlığı, Yüce Rabbimiz’in büyüklüğünü ve kudretini bir kez daha sergilemektedir. Andolsun, Biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık. Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak’ı (hücre topluluğu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne Yücedir. (Müminun Suresi, 12-14)

Beyindeki Üstün Nitelikli Sinir Hücreleri Yaptığınız her hareket, düşündüğünüz, konuştuğunuz, hissettiğiniz her şey beyninizde oluşur. Beyninizde bunu sağlayan haberleşme ise beyne ait sinirler, yani nöronlar tarafından sağlanır. Bir nöronun ortalama genişliği 10 mikrondur. (Bir mikron milimetrenin binde birine eşittir). Nöronlar o kadar ufaktırlar ki, ortalama boyutlardaki 50 tanesi bu cümlenin sonundaki nokta işaretinin içine sığabilir. Bir insan beyninde ortalama 100 milyar nöron vardır. Eğer bu 100 milyar nöronu her saniye birer tane olmak üzere saymak isteseydik, o zaman bütün bu sayım işlemi 3.171 yıl sürerdi. Eğer bu 10 mikronluk 100 milyar nöronu tek bir çizgi haline 60


getirebilseydik, bu uzunluk tam 1000 kilometre olurdu. İnsan vücut ağırlığının yalnızca %2’sini kaplayan bir organda böylesine uzun bir iletişim ağının varlığı şüphesiz harikulade bir mucizedir.

Yeryüzündeki yapay haberleşme ağlarının tümünü bir araya getirsek, tek bir insan beyni içindeki kadar sistemli, kompleks, kusursuz ve hızlı bir sistemi elde edemeyiz. Yaptığımız en küçük bir hareket için bile, bu haberleşme ağı müthiş bir faaliyet içindedir. Gelmiş geçmiş, milyarlarca insanın her biri, bu kusursuz iletişim ağına henüz anne karnındayken sahip olmuştur. İnsan beynindeki bu üstün kompleks koordinasyona benzerlik gösterebilecek bir teknoloji yeryüzünde yoktur. Bir insan beyni, içinde 100 milyar nöron barındıran muhteşem bir haberleşme ağına sahiptir. Bu mükemmel sistemin en küçük parçasının bile hasar görmesi, algı sistemimizde ciddi kayıplara neden olabilir. Böyle mükemmel bir yapının şuursuz tesadüflerle meydana gelmesi imkansızdır. Bu mükemmel sistemin sadece küçük bir parçası hasar görse, sadece tek bir nöron yerine getirmesi gereken görevleri gerçekleştiremese, bu durum beyinde elektrik iletiminin zarar görmesine ve dolayısıyla duyu ve his kayıplarına yol açabilir. Şu durumda bu olağanüstü hassas sistemde rastgele bir işlemin gerçekleşmesi beyin fonksiyonlarının büyük bir kısmını, hatta tamamını işlevsiz hale getirecektir. Bu gerçek gösterir ki, henüz sınırları anlaşılamamış olan bu benzersiz haberleşme ağının, evrimcilerin iddia ettikleri gibi tesadüfen meydana gelmesi imkansızdır. İnsanın sahip olduğu bu olağanüstü yapı, yeryüzündeki tüm canlı hücrelerini ve onlara hayat verecek vesileleri yaratan, Celalet ve Ululuk sahibi olan Allah’a aittir. De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da, böylelikle yaratmaya nasıl başladığına bir bakın, sonra Allah ahiret yaratmasını (veya son yaratmayı) da inşa edip yaratacaktır. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.” (Ankebut Suresi, 20)

İnsan Beyni ve Sahip Olduğu Üstün Enerji Beyin, loş bir lambayı aydınlatacak kadar enerji kullanmaktadır. Beyinde hafızaya kaydedilen her an, 100 milyar sinirin saatte 400 km hızla yaptığı 1000-500.000 arasındaki bağlantı vesilesiyledir. Bu müthiş iletişim, bunların tümünü yaratan Alllah’ın denetimindedir.

61


Beyin, yaklaşık olarak %80 su, %10 yağ ve %8 proteinlerden meydana gelir. Geri kalan bölümünü ise, karbonhidrat, tuz ve diğer mineraller oluşturmaktadır. Beyindeki her sinir, elektrokimyasal sinyaller alarak işler. Sinir ağları, çok sayıdaki bağlantılarını zayıflatarak veya güçlendirerek anıları saklarlar. Ve bunun sonucunda da hafıza oluşur. Alışılmadık durumlarla karşılaşılması, örneğin ilk defa bakılan bir portre, hücrelerin kendi aralarında farklı düzenlemelere girmelerine neden olur. İlgili sinirler aniden bağlantılarını güçlendirir ve karşılaşılan durumu tanımlamaya çalışırlar. Kaydedilen veriler, ikinci deneyimde, işlemin daha hızlı gerçekleşmesini sağlar. Dolayısıyla aynı portreye ikinci defa bakıldığında portre artık tanıdık gelecektir. Yaşam boyu tekrarlanan işlemler, genel bir görüntü olarak beyinde saklanır. Beyinde hafızaya kaydedilen her an, 100 milyar sinirin saatte 400 km hızla yaptığı 1000-500.000 arasındaki bağlantı vesilesiyledir. Bu müthiş kapasiteye sahip olan beyin, loş bir lambayı aydınlatabilecek kadar enerji kullanmaktadır. Vücut ağırlığının sadece 50’de biri olan beyin, vücudun tüm oksijen ve glikoz ihtiyacının 1/5’ini tüketmektedir. Beyin öylesine önemlidir ki, kalpten çıkan ilk kan ona gönderilir, herhangi bir sebeple bedende kalan az miktarda kan ise, öncelikle onu hayatta tutmaya çalışır. Kalp, damarlar ve tüm diğer organlar, adeta bu gerçeği bilirler. Beyinde meydana gelebilecek en küçük bir hasar, insanı sakat bırakabilir veya öldürebilir. Beyin öylesine hassastır ki, elektrik sinyallerinin tek bir sinire ulaşamaması, insana dış dünyayı hissettiren duyularından bir tanesini kaybettirebilir. Beyindeki tek bir nokta bile tesadüfen oluşamayacak, tesadüfen değişemeyecek kadar kusursuz bir donanım ve organizasyona sahiptir. İnsan beynindeki bu mükemmellik insana verilmiş büyük bir nimettir. Bu büyük nimet, kullarına karşı iyiliği çok olan (Berr), kusursuzca var eden (Bari) ve kudret sahiplerinin üzerinde olan (Mütekebbir) Allah’ın üstün yaratma sanatıdır. O, size ayetlerini gösteriyor ve sizin için gökten rızık indiriyor. İçten (Allah’a) yönelenden başkası öğüt alıp-düşünmez. (Mümin Suresi, 13)

Kusursuz Bir Haberleşme Ağı: Beyin Bir yere baktığımızda, bir şey düşündüğümüzde veya bir koku aldığımızda, beynimizde bir hareketlenme başlar. İlgili sinirler, bir elektrik akımı vesilesiyle gelen mesajları yorumlarlar. Bir bardağa baktığımızda, onun bardak olduğunu anlamamızın nedeni, beyindeki sinirlerin onu “bardak” olarak yorumlamasıdır.

62


Bir şeyi düşüdüğümüz sırada beynimizde olanlar, sinirlerin birbirleriyle koordinasyon kurmaları ve birbirlerinin üzerinden elektrik akımlarını geçirmeleridir. Karşımızdaki bardağın görüntüsünün beynimizde oluştuğunu zannederiz. Oysa, bardaktan gelen görüntü beynimize sadece bir elektrik sinyali şeklinde ulaşmıştır ve zifiri karanlık beyinde bardağın görüntüsünden en ufak bir iz yoktur. Düşünmemiz, koklamamız, görmemiz, kısacası dış dünyayı algılamamız için verilmiş olan sebepler, sinir hücreleri arasındaki işlemlerdir. Bu gerçek karşısında, 10 milyar sinir hücresinin beynin içinde özenle yerleştirilmiş olması ve bizimle ilgili her şeyin kontrolüne vesile olmaları, dahası bizlere renkli bir dünya sunmaları, elbette büyük bir mucizedir. Bu büyük mucizenin sahibi Yüce Allah’tır. Kuşkusuz, insan hiçbir şey değilken onu yoktan yaratan Allah için tüm bu sebepleri yaratmak çok kolaydır. Beynin sahip olduğu sistem, hala anlaşılmaya çalışılan önemli bir sırdır. Henüz insan bunu anlamaya güç yetirememişken ve sistemin tümü üstün bir yaratılışı ispat etmekteyken, kör tesadüflerin bir yaratıcı gücü olduğuna ihtimal vermek büyük bir cehalettir. Allah, rahmeti ile, yarattığı varlıkları vesile ederek insanlara Kendi Yüceliğini ve üstün yaratma sanatını sürekli olarak hatırlatmaktadır. Tüm bunları görüp anlayabilen iman sahipleri, dünyada da ahirette de kurtuluş bulanlardır. Göklerde ve yerde olan ne varsa O’ndan ister. O, her gün bir iştedir. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? (Rahman Suresi, 29-30)

Gözler Elinizdeki kaleme sadece birkaç saniye için bakarken bile gözünüzde yüz milyarlarca işlem gerçekleşir. Gözünüze gelen ışık ışınları korneadan, gözbebeğinden ve ardından da mercekten geçer. Buradaki ışığa duyarlı hücreler, ışığı elektrik sinyallerine çevirir ve sinir uçlarına uyarı olarak gönderir. Retinaya ulaşan görüntü orijinaline göre başaşağı durumda ve ters taraftadır. Ancak beyin bunu yeniden yorumlayarak görüntünün düz olmasını sağlar. Her iki gözden de ayrı ayrı görüntüler, bakılan cisme ait tüm özellikleri toplar. Her iki gözden gelen bu görüntüleri beyin tek bir görüntü halinde birleştirir. Nesnenin biçimini, rengini belirler ve ne kadar uzaklıkta olduğunu saptar. Ve bütün bu işlemler, saniyenin yalnızca onda biri kadarlık kısa bir süre içinde gerçekleşir.

63


Siz küçük bir noktaya bakarken de, büyük bir gemiyi incelerken de beyninizde aynı işlemler gerçekleşmekte, baktığınız cismin görüntüsü ağ tabakadaki 1 mm’lik noktada oluşmaktadır. Ne elinizdeki kalemin size yakın olduğundan, ne de uzaktaki bir geminin kalemden büyük olduğundan emin olabilirsiniz. Her birinin oluştuğu yerin büyüklüğü aynıdır. Ama baktığınız her şeyde bir mesafe hissi vardır. Siz, neyin ne kadar uzaklıkta olduğunu anlayabilir, önünüzdeki sehpada duran bardağa uzanıp onu almada hiçbir zaman güçlük çekmezsiniz. Göz gibi mükemmel bir organı yaratan Allah, onu insanın hayal gücünü aşan detaylarla donatmış, beynin kusursuz mekanizmasını da “bir nesneyi bulunduğu yerde, tüm detaylarıyla görebilmek için” vesile kılmıştır. Yeryüzündeki tüm insanların sahip olduğu olağanüstü komplekslikteki gözler, Allah’ın üstün birer eseridirler. Yeryüzündeki hiçbir teknoloji gözün başardığı işlemleri başaramamıştır. Bu mükemmel organın sırlarını anlayabilme çalışmaları sürekli olarak devam etmekte, bize nasıl renkli bir dünya sunduğu anlaşılmaya çalışılmaktadır. Elbette ne birkaç santimetre büyüklüğündeki gözün, ne de görüntünün oluştuğu milimetrelik bölgenin tek başlarına insan için renkli bir dünya oluşturabilme güçleri olamaz. Dışarıda var olan maddeyi gören ve beyinde yeniden yorumlayan ruhtur. İnsana Kendi ruhundan üfleyerek görme, algılama, hissedip yorumlama gibi yetenekler veren ve bütün bunları olağanüstü sebeplere bağımlı kılan Kadir olan Allah’tır. Yaratılan görüntü de, onu gören hayranlık uyandırıcı gözler ve buna bağlı sayısız sistem de Allah dilediği için vardırlar ve O’nun dilemesiyle yaratılmışlardır. Bir Çift Gözdeki Üstün Detaylar Elektrik akımı ilerlemeye başlar. Bu akım, 600 bin sinir arasından herhangi biri ile beyne iletilir. Akım iletildiğinde, siz de karşınızdaki satırları okumaya başlarsınız. Göz, 600 bin sinirle beyne bağlanır. Aynı anda 1.5 milyon mesaj alıp bunları düzenler ve saatte 500 km’lik bir hızla beyne gönderir. Göz, Allah’ın üstün kudretinin ve gücünün en önemli tecellilerindendir.

64


Göz, 600 bin sinirle beyne bağlanır. Aynı anda 1.5 milyon mesaj alıp bunları düzenler ve saatte 500 km’lik hızla beyne gönderir. Tek bir noktaya baktığınızda, aslında birbirinden farklı yüzlerce detay görürsünüz. Göz, bunların hepsinden gelen mesajları ayırt eder, hepsini değerlendirir ve her birini beyne iletir. Elinizdeki kitap size oldukça yakınken, aynı anda arka planda gördüğünüz manzara oldukça uzaktır. Ama her birini aynı netlikte görürsünüz. Baktığınız yerdeki tek bir detay bile ihmal edilmez, tek bir nokta bile bulanık değildir. Karşınızdaki manzara ne kadar fazla detay içerirse içersin, o manzara içinde hareket eden küçük bir karıncanın bile görüntüsü beyninize mutlaka ulaşır. Hiçbir kamera, hiçbir televizyon bu netliği sağlayamamıştır. Hiçbir teknoloji ile göz vesilesiyle sağlanan mükemmelliği ve görüş hızını elde etmek mümkün değildir. İnsan, kendisine doğuştan verilmiş olan bu nimetten mahrum kalsa, etrafını tekrar görebilmek için yine bu kusursuz sisteme ihtiyaç duyacaktır. Bu da, ancak Allah’ın dilemesiyledir. İnsan için, henüz anne karnında küçük bir embriyo iken yaratılmış bu özel nimet, Müstean olan yani Kendisi’ne her an ihtiyaç duyulan ve Kendisi’nden her an yardım beklenen Allah’ın bir ikramıdır. De ki: “Sizi inşa eden (yaratan), size kulak, gözler ve gönüller veren O’dur. Ne az şükrediyorsunuz?” (Mülk Suresi, 23)

Vücuttaki Arıtma Tesisi: Böbrekler İnsan vücudunda sürekli faaliyet halinde 100 trilyon hücre bulunmaktadır. Hücrelerin faaliyetleri sonucunda ortaya atık maddeler çıkar.Glikoz, Üre, ürik asit ve kreatin,sodyum maddelerinden oluşan bu atık maddeler son derece zehirlidir. Eğer vücuttan uzaklaştırılmazlarsa vücut fonksiyonları kısa sürede bozulur ve ölüm insan için kaçınılmaz olur. İşte bu noktada insan vücudundaki kusursuz tasarım bir kere daha ortaya çıkmaktadır. Nasıl motorlarda egzos gazının tahliyesi için özel sistemler tasarlanmışsa, vücudun günlük çalışması sırasında ortaya çıkan zararlı maddelerin uzaklaştırılması için de çok özel bir sistem yaratılmıştır. Bu sistem, boşaltım sistemidir. Hücreler, tıpkı zehirli atıklarını nehirlere bırakan fabrikalar gibi, bünyelerinde üretilen artık maddeleri kan plazmasına bırakırlar. Bu durum vücudu baştan başa kat eden kan nehrinin 100 trilyon fabrikanın atığıyla kirlenmesi demektir. Bu kirlilik insan hayatı için oldukça zararlıdır. Bu nedenle hızla kirlenen kanın bir an önce temizlenmesi gerekir. 65


Ancak ortada önemli bir problem vardır. Kirlenen kanın içinde üre, ürik asit gibi zehirli maddelerin yanısıra, amino asitler, vitaminler, su ve glikoz gibi vücudun ihtiyacı olan maddeler de vardır. Öyleyse kanı temizleyecek sistemin basit bir süzme işlemi yapması yeterli olmayacaktır. Bu sistemin faydalı maddeleri tanıyıp muhafaza etmesinin yanısıra, yalnızca zararlı maddeleri diğerlerinden ayırarak uzaklaştıracak kompleks bir arıtma tesisi gibi çalışması da gerekmektedir. Bu niteliklerde bir tesis elbette ki yeryüzünün en mükemmel ve en yüksek teknolojiye sahip arıtma tesisi olacaktır. İlk anda böylesine kompleks bir tesisin oldukça büyük bir alana inşa edilebileceği akla gelebilir. Ancak bu benzersiz arıtma tesisi son derece küçük bir alana, sırtınızın hemen altına, beliniz hizasına üstelik siz daha anne karnındayken yerleştirilmiştir. Böbrek adı verilen bir çift organınız, hiçbir teknolojinin yarışamayacağı üstünlükte bir arıtma tesisi görevi görür. Mikro Süzgeçler: Böbrekler Kan Sıvısının Temizlenme İşlemi Nasıl Gerçekleşir?

66


Böbrekte hiçbir şekilde tesadüfen oluşamayacak mükemmel bir tasarım vardır. Yukarıda böbrekteki 1 milyonu aşkın nefrondan bir tanesindeki detaylı yapı görülmektedir Vücutta dolaşmakta olan kan, böbreklerde önce süzme işlemine tabi tutulur. Süzme işleminin gerçekleşmesi için böbreklerin içine küçük küçük birçok süzgeç yerleştirilmiştir. Bu süzgeçlerin sayısı ve işlevleri düşünüldüğünde çok açık bir yaratılış mucizesiyle karşılaşılır. Tek bir böbreğin içinde 1.200.000 adet süzgeç vardır. Bu mikro süzgeçlere nefron adı verilir. Bir nefron, bowman kapsülü (nefronun ucunda bulunan, yarı küre şeklinde, kılcal damarlardan oluşan bir yapıdır), glomerulus, malpigi cisimciği ve böbrek damarlarından oluşur. 1.200.000 süzgecin her biri binlerce mikro deliği olan mükemmel bir tasarıma sahiptir. Kalpten çıkan kanın yaklaşık dörtte biri, böbrek atardamarları aracılığıyla böbreklere gelir. Bu, dakikada bir litreden fazla kan demektir. Kanı getiren damar, böbreğe girer girmez sayısız ince damara ayrılır. Bu ince damarlardan her biri, bir mikro süzgece bağlıdır. Kalbin yaptığı basınç sayesinde kan hızla süzgeç yüzeyine çarpar, zararlı maddeler ve su süzgecin diğer tarafına geçer. Proteinler ve kan hücreleri bu süzgeçten geçemeyecek kadar büyük oldukları için geride kalırlar. Böylece süzgecin diğer tarafına geçmeyen kan süzülmüş ve temizlenmiş olur. Buraya kadar verilen bilgiler üzerinde düşünmekte yarar vardır. Yumruğunuz büyüklüğündeki bir et parçasının içine 1.200.000 adet süzgeç yerleştirilmiştir. Bu süzgeçlerin her birinde aynı detaylı tasarım eksiksiz olarak mevcuttur. Örneğin her nefronda glomerulus denilen (bowman kapsülü içindeki kılcaldamar yumağı) bir bölüm vardır. Bu bölümün özelliklerini kısaca inceleyelim. Bowman kapsülüne giren glomerulus, burada damar yumağını oluşturmak için birçok kılcallara ayrılır. Daha sonra bu kılcallar birleşerek yine atardamar olarak kapsülden çıkar. Vücutta iki atardamar arasındaki kılcal damar ağı yalnızca bu bölgede görülür. Glomerulus kılcalları, iki atardamar arasında bulunduğu için, kan basıncı diğer vücut kılcallarından farklı olarak burada daha yüksektir. Bu bölgede kan basıncının yüksek tutulması özel bir amaca hizmet etmektedir. Kan basıncının yüksek olması nedeniyle süzme işlevi daha etkili gerçekleşir. Yine diğer kılcallardan farklı olarak, bu bölgedeki damar çeperleri iki katlıdır. Bu yapı onlara, hem yüksek basınca dayanma yeteneği kazandırır, hem de protein ve lökositlerin kılcal damarlardan dışarıya çıkmasını engeller. Bütün bu özellikler sayesinde glomerulus kılcallarından yalnız su ve suda erimiş maddeler bowman kapsülüne geçer. Diğer kılcal damarlarda geri emilim olduğu halde, buradaki kılcallarda geri emilim yoktur. Böbreklerdeki tasarıma bir örnek olarak da böbrek damarlarını verebiliriz. Süzgeçlere kirli kanı getiren, süzülen atık maddeleri uzaklaştıran ve geride kalan temiz kanı tekrar vücuda taşıyan boru (damar) tesisatları 1.200.000 süzgecin her biri için ayrı ayrı döşenmiştir. 67


Böbreklerdeki milyonlarca borudan (damardan) oluşan bu tesisat, en küçük bir karmaşaya yer vermeyecek şekilde tasarlanmıştır. Damarların tümü gereken yerlere bağlanmıştır. Böbreklerde damarların nasıl bir yol izleyecekleri, nerelere girip, hangi yollardan geçerek böbrekten dışarıya çıkacakları ve maddeleri nereye taşıyacaklarına kadar herşey özel bir yaratılışın ürünüdür. Burada anlatılanlar böbreklerdeki detaylı yapının çok küçük parçalarıdır. Böbreklerdeki tek bir işlemin, salgılanan tek bir maddenin üzerine yazılmış sayfalar dolusu kitap, yapılmış sayısız araştırma ve deney vardır. Bunun gibi insan vücudu üzerine yapılan bütün çalışmalar tek bir sonucu ortaya koymaktadır. Vücudumuzu oluşturan parçaların tümü bir bütün olarak var olmak zorundadır. Çünkü bizim yaşamımızı sürdürmemiz vücudumuzun bir bütün olarak çalışmasına bağlıdır. Boşaltım sisteminin parçalarından biri olan böbreklerdeki atardamar sisteminin yukarıda bahsedilen özelliği olmasa, vücut dengesi bozulacak ve bu, ölümle sonuçlanacaktır.

Böbreklerdeki 1 milyonu aşkın nefronun her birinde yukarıda görülen detaylı yapı vardır. Her nefronda kan, glomerulus adı verilen kılcal damarlar yumağına gider. Glomerulus ise, Bowman kapsülünün içindedir. Bu ikisi arasında ince bir zar vardır. Bu zar böbreğin filtresidir. Böbrekteki bu kusursuz tasarım Allah'ın yaratmasıdır. Bu durum insan vücudunun bugünkü haline zaman içinde gerçekleşen tesadüfler, mutasyonlar gibi etkenlerle aşama aşama ulaştığını iddia eden evrimci iddiaları da geçersiz kılmaktadır. Tesadüflerle şöyle bir senaryo oluşturalım. Tesadüfen bir kılcal damarın oluşup, sonra bu 68


kılcalın yine tesadüfen oluşmuş başka kılcallarla birleşip, başka bir tesadüfle ortaya çıkmış olan böbreğin içinde kapsüller oluşturup, sonra yine tesadüfen bu kılcal damarların atardamar olarak birleşmesi ve yine tesadüfen süzme işlevini en uygun şekilde yerine getirecek yapıyı kazanması mümkün müdürş Elbette tesadüflerin tesadüfleri kovalaması ile sürüp giden bir anlatımın masalsı bir senaryo olduğu, bir canlının tek bir sisteminin dahi böyle ortaya çıkamayacağı çok açıktır. İnsan vücudunda herşey kusursuz bir planlamayla yerli yerindedir. Elbette ki bu düzeni yaratan, her türlü ilmin sahibi olan Allah'tır. Üstelik buraya kadar anlatılanlar böbreklerdeki yapının ve gerçekleşen işlemlerin yalnızca ilk aşamasıdır.

Üstte, kılcal damarlardaki binlerce küçük yumrudan bir tanesi olan bir glomerulus ve bowman kapsülleri görülmektedir. Ayrıca bowman kapsülünün daha yakın kesiti görülmektedir. GLİKOZU, PROTEİNİ, SODYUMU AYIRT EDEBİLEN BÖBREKLER, YARATILIŞIN APAÇIK BİR DELİLİDİR.

69


İki böbreğimiz hayatımız boyunca vücudumuzu dolaşan kanı temizler. Süzdüğü maddenin bir kısmını vücuda geri gönderir, kalanını da işe yaramadığı için vücuttan atar. Acaba böbreklerin, proteini, üreyi, sodyumu, glikozu ve diğerlerini nasıl birbirinden ayırt ettiklerini biliyor musunuz? Böbreklerde, gelen kanın içindeki maddeleri süzen yer "glomerül" adı verilen kılcal damarlardan oluşan yumak şeklindeki bir yapıdır. Buradaki kılcal damarların, vücudu saran diğer kılcal damarlardan farkı üç katmanla sarılmış olmasıdır. İşte bu üç tabaka büyük bir titizlikle, böbreklerde hangi maddenin süzülüp, atılacağına hangisinin tekrar kana karışacağına KARAR VERİR. Ancak okuduğunuz bu cümledeki önemli bir detaya dikkat edin. Bir hücre zarı neyi ölçü alarak ve hangi mekanizmayla kendisine gelen sıvının içindeki tüm maddeleri teker teker tespit edip, hangi bölgeye gitmeleri gerektiğine karar verir? Böbreğe gelen kanın içinde glikoz, bikarbonat, sodyum, klor, üre ve keratin gibi birçok madde vardır. Böbrek, bu maddelerin bir kısmının tamamını, bir kısmının bir bölümünü vücuttan atarken, bir kısmını da tamamen kana gönderir. Bir et parçası bu maddelerin hangisini ne kadar atacağına nasıl karar verebilmektedir? Bu soruların cevabı, bu et parçasının kusursuz bir tasarımla yaratılmış olmasındadır. Glomerüller'in seçiciliği sıvının içindeki moleküllerin elektrik yüklerine ve büyüklüklerine bağlı olarak belirlenir. Bu demektir ki glomerüller, sıvının içinde karışık olarak bulunan sodyum ile glikozun molekül ağırlığını hesaplama ve proteinlerin negatif elektrik yüklü olduklarını TESPİT EDEBİLME yeteneğine sahiptir. Böylece vücut için hayati öneme sahip olan proteinlerin vücuttan atılmayıp, tekrar geri alınması sağlanmış olur. Peki sizce kılcal damarlardan oluşan bir yapı olan glomerüller, ne kimya, ne fizik ne de biyoloji eğitimi almamış olmalarına rağmen böyle üstün bir kabiliyete nasıl sahip olabiliyorlar? Glomerüller bu kabiliyete sahipler ve görevlerini kusursuz olarak yerine getiriyorlar çünkü kendilerini yaratan Allah'ın ilhamıyla hareket ediyorlar. Süzdükleri hiçbir madde tesadüfen seçilmez. Eğer tesadüfen seçiyor olsalardı, bu şuursuz varlıklar doğru molekülü bulana kadar bedenimizin sağlıklı bir şekilde varlığını sürdürmesi mümkün olmazdı. Ancak tüm bu delillere rağmen, Darwinistler evrim teorisine öylesine kesin bir tutuculukla bağlıdırlar ki gerçekleri göremezler. Herşeyin tesadüfen olduğuna kendilerini ve diğer insanları inandırmak uğruna akıl, mantık ve bilimsellikten tamamen uzaklaşırlar. Arıtma Tesisi Devreye Giriyor Böbreklerdeki mikro süzgeçlerde dakikada 125 cc. sıvı süzülür ve bu sıvı artık madde olarak kan dolaşımından süzgecin diğer tarafına atılır. Bu da günde 180 litre, bir başka deyişle yaklaşık olarak dört arabanın yakıt deposunu doldurmaya yetecek kadar sıvının süzülmesi demektir. 60-70 kilogram ağırlığında bir insan bedeni günde 180 litre sıvı kaybetmeye elbette dayanamaz. Dahası bu sıvının içinde zehirli maddelerin yanısıra insan vücudunun ihtiyacı 70


olan amino asitler, vitaminler ve glikoz gibi son derece önemli maddeler de vardır. Bu maddelerin kaybedilmesi bedenin ölümü demektir. Öyleyse süzülen sıvının bu haliyle vücuttan atılmaması, yararlı maddelerin zararlı maddelerden ayırt edilerek yakalanması ve vücuda tekrar geri kazandırılması gerekir. Nitekim mikro süzgeçlerde süzülen sıvının yüzde 99'u böbreklerdeki arıtma tesisleri tarafından geri emilir ve tekrar kan dolaşımına karışır. Aynı zamanda vücudun ihtiyacı olan maddeler de bu geri emilme sırasında teker teker yakalanır ve bünyeye geri kazandırılır. Böylece vitaminlerin, aminoasitlerin ya da diğer önemli maddelerin idrar yoluyla vücuttan atılması engellenmiş olur. Arıtma Tesislerindeki Teknoloji Kanın yukarıda anlatıldığı gibi arıtılması -yararlı maddelerin ilk süzülen sıvı içinden tekrar geri emilmesi- için her yönden mükemmel, çok fonksiyonlu bir arıtma tesisine ihtiyaç vardır. Allah 10 santimetre büyüklüğünde, 100 gram ağırlığındaki böbreğin içine, 1 milyondan fazla mikro arıtma tesisi yerleştirmiştir. Kalpten böbreğe pompalanan kanın 1 milyondan fazla mikro süzgeç tarafından süzüldüğünü gördük. Bu mikro süzgeçlerin hemen arkalarına söz konusu mikro arıtma tesisleri yerleştirilmiştir. Bu tesis 31 milimetre uzunluğunda bir borucuktan ibarettir. Ancak bu basit bir borucuk değildir. Bu borucuk yeryüzünün en mükemmel arıtma tesislerinden biridir. Öyle ki insan bugün sahip olduğu bütün teknik imkanlara rağmen bu küçük borucuk kadar mükemmel bir arıtma makinesi tasarlayamamaktadır. Bu borucuğun nasıl çalıştığını incelemeden önce çok önemli bir nokta üzerinde durmak gerekir. Bu mikro arıtma tesisinin boyu 31 milimetredir. Bu tesislerden tek bir böbrekte 1 milyondan fazla olduğu düşünülürse borucuklar uç uça eklendiğinde ortaya 31 kilometreden daha uzun bir boru hattı çıkar. 31 kilometre uzunluğundaki bir boru hattının 10 santimetre büyüklüğündeki bir et parçasının içine kusursuz bir şekilde yerleştirilmiş olması Allah'ın insan vücudu üzerinde tecelli eden milyonlarca yaratılış mucizesinden biridir. Mikro süzgecin diğer tarafına geçen ve içinde zararlı maddelerin yanısıra önemli bir miktarda yararlı madde bulunan sarı renkteki böbrek sıvısı, 31 milimetre uzunluğundaki arıtma tesisi içinde çok önemli bir yolculuğa başlar. 'Canlı' Boru Hattı Burada tekrar üzerinde durmamız gereken çok önemli bir nokta daha vardır. Şu ana kadar 'arıtma tesisi' ya da 'boru hattı' olarak bahsettiğimiz bu 31 milimetre uzunluğundaki borucuk 'canlı'dır. Daha doğrusu milyonlarca canlı hücrenin biraraya gelmesiyle oluşmuş bir hücre topluluğudur. Bu boru hattını oluşturan hücreler akılalmaz bir azim, bilinç ve sorumlulukla insan vücudu için hayati bir görevi yerine getirirler. Hücreler insanın hayatta kalabilmesi için gerekli olan maddeleri idrarın içinden seçer ve yakalarlar. Daha sonra bu maddeleri -oldukça büyük enerji harcayarak- boru hattını çeviren 71


kılcal damarlara geçirirler. Böylece hayati öneme sahip maddeler -glikoz, amino asitler ve proteinler- kan dolaşımına geri kazandırılmış olur. Bu taşıma işleminin gerçekleşmesi için hücrelere yardımcı olacak taşıyıcı moleküllerin de ortamda hazır bulunması gerekir. Herşey kusursuz bir şekilde planlanmış ve düzenlenmiştir. İşte bu noktada biraz düşünmemiz gerekir. Hücrelerin yaptıkları işten hiçbir kazançları yoktur. Ancak hücreler, bir kimyager gibi gerekli molekülleri ayırt edip, bir taşıma şirketi elemanları gibi gece gündüz bu molekülleri kan damarlarına taşırlar. Bir hücrenin maddeler arasından seçme yapabilmesi için bu maddeleri tanıyacak bilgi ve birikime, bunları ayırt etmesini sağlayacak bir akla ve bilince sahip olması gerekir. Ancak tek bir hücrenin bilinç sahibi olması da yeterli değildir. Böbreklerdeki milyonlarca hücrenin bir boru oluşturacak şekilde biraraya gelmeleri, bu hücrelerin hepsinin aynı bilince sahip olarak büyük bir uyum içinde çalışmaya başlamaları şarttır. Elbette ki böbreklerin çalışması için tek başına bir borunun oluşması da yeterli değildir. Bu borunun hemen yanıbaşında bir başka hücre topluluğu da aynı iradeyi göstermeli ve başka bir boru hattı kurmalıdır. Dolayısıyla benzer iradeyi gösteren milyarlarca hücrenin ayrı ayrı biraraya gelmeleriyle toplam bir milyon birbirinden bağımsız boru hattı oluşması gerekir. Aynı zamanda da yine milyarlarca hücre, toplam bir milyon süzgeç oluşturacak şekilde biraraya gelmeli ve bu boru hatlarının girişlerine yerleşmelidir. Unutulmamalıdır ki hiçbir hücre bilince sahip değildir. Eğer bir hücre topluluğu biraraya gelip, akıl, sorumluluk, bilinç ve uyum gerektiren bir işi yapıyorlarsa bu, Allah'ın sonsuz aklının, benzeri olmayan sanatının vücudumuzun bir köşesinde bulunan küçük bir borucuk üzerinde tecelli etmesidir. Böylesine kusursuz bir düzen tesadüflerle değil ancak üstün güç ve kudret sahibi Allah'ın "Ol" demesiyle var olabilir. Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)

Böbreklerin Hassas Görevleri Böbreklerin diğer görevlerini incelemeden önce içimizdeki su dünyasına bir göz atmakta yarar var. İnsan bedeninin katı görünüşü, gerçekte iç dünyadaki sıvıların üzerinde durmaktadır. Toplam ağırlığımızın % 60'ını oluşturan suyun yarıdan fazlası hücrelerin içindedir. Geri kalanı ise vücudumuzun tüm hücrelerini yıkar.

İnsan vücudundaki zararlı atıkların vücuttan uzaklaştırılması için boşaltım sistemini oluşturan 72


yukarıdaki parçalardan her birinin eksiksiz var olması şarttır. Bu durum insan vücudunun Allah tarafından yaratıldığının delillerinden biridir. Hücreleri çeviren suyun belirli bir yoğunlukta olması gerekir. Aksi takdirde çok tehlikeli sonuçlar doğabilir. Hücreleri çeviren suyun önemini şu örnekle vurgulayabiliriz. Eğer bir kan damlasındaki hücreleri, çeşme suyuna koyacak olursak, hücrelerin şiştiklerini ve patladıklarını görürüz. Eğer musluk suyundan daha yoğun bir eriyiğin içine koyarsak bu sefer de hücrelerin buruş buruş olduklarını görürüz. İlk deneyde çeşme suyu, daha yoğun olan hücrenin içine hücum edecektir. İkinci deneyde hücre içindeki su, daha yoğun olan dış ortama çıkacaktır. Vücut içinde, hücrelerde görülecek bu tür gelişmeler, sonu ölüme varan sonuçlar doğurur. Bu nedenle vücut içi sıvısının tam gereken yoğunlukta olması şarttır. Böbreklerin yaratılışında söz konusu dengenin korunmasını sağlayacak özel sistemler vardır. Böbrekler kanı süzüp temizlemelerinin yanısıra aynı zamanda içimizdeki deniz olarak nitelendirilebilecek suyun yoğunluğunu da ayarlayan mucizevi bir çift organdır. Bu organ, dokularınızda bulunan sıvı miktarını ve bu sıvının yoğunluğunu bilir ve buna göre vücudunuzda gerekli düzenlemeleri yapar. Dokulardaki su oranı, günlük hayatta insanın aklına bile gelmeyecek bir konudur. Ancak böbrekler -sizin bundan haberiniz bile yokken- bu su oranını sizin için ayarlar ve sürekli sizin için çalışırlar. Tıpkı sizin adınıza görev yapan yüzlerce farklı sistem ve trilyonlarca hücrenizin yaptığı gibi… Böbreklerimiz ve Diyaliz makinesi arasındaki karşılaştırma tablosu

73


CİNLER ALEMİ Kur’an’da Cinler Kuran'da cinlerin ateşten yaratıldıkları bildirilir. İlgili ayetler şu şekildedir: Cann'ı (cinni) da 'yalın-dumansız bir ateşten' yarattı. (Rahman Suresi, 15) Ve Cann'ı da daha önce 'nüfuz eden kavurucu' ateşten yaratmıştık. (Hicr Suresi, 27) Kuran ayetleri incelendiğinde cinlerin de aynı insan toplulukları gibi bir hayatları olduğu anlaşılmaktadır. Ayetlerde cinlerin de gelmiş ve geçmiş ümmetleri olduğundan bahsedilmektedir. Onların da soyları, ataları bulunmaktadır. (Araf Suresi, 38; Kehf Suresi, 50) İnsanlardan daha farklı bir boyutta yaşamakta, ancak insanları görüp izleyebilmekte, konuşmalarını dinleyebilmektedirler. Cinlerden İfrit Hz. Süleyman (as)'a o daha makamından kalkmadan, Sebe Melikesi'nin tahtını getirebileceğini söylemiş ve "... ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim." (Neml Suresi, 39) diye belirtmiştir. Bu ifadeyle, onun bir yerden diğer bir yere çok büyük bir hızla hareket ettiğine, bir maddeyi başka bir yere iletebildiğine işaret ediliyor olabilir. Allah cinlerin yaratılış amacını "Ben cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat Suresi, 56) ayetiyle bildirmiştir. Onlar da elçiler ve elçilere indirilen kitaplar vasıtasıyla uyarılıp korkutulmakta, dünya hayatında nasıl davranışlarda bulunacaklarıyla denenmekte, ibadet ve itaat etmekte, bunun sonucunda da Allah'tan bir karşılık bulmaktadırlar. Allah Enam Suresi'nde şu şekilde bildirir: Ey cin ve insan topluluğu, içinizden size ayetlerimi aktarıp-okuyan ve bu karşı karşıya geldiğiniz gününüzle sizi uyarıp-korkutan elçiler gelmedi mi? Onlar: "Nefislerimize karşı şehadet ederiz" derler. Dünya hayatı, onları aldattı ve gerçekten kafir olduklarına dair kendi nefislerine karşı şehadet ettiler. (Enam Suresi, 130) Ayette de bildirildiği gibi cinlerle insanların imtihanları birbirine çok benzemektedir. Onların bazıları da dünya hayatının geçici süslerine aldanmakta, uyarıldıkları halde hidayet yolundan uzaklaşmaktadırlar. Yine ayetlerden, peygamberlerin tebliğlerini dinledikleri, Kuran okunurken ona kulak verdikleri ve öğrendikleriyle kendi kavimlerini uyardıkları anlaşılmaktadır. Ahkaf Suresi'nde cinlerin Hz. Muhammed (sav)'in tebliğini dinlediklerini Allah şöyle haber verir: Hani cinlerden birkaçını, Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Böylece onun huzuruna geldikleri zaman, dediler ki: "Kulak verin;" sonra bitirilince kendi kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler. Dediler ki: "Ey kavmimiz, gerçekten biz, Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan bir kitap dinledik; hakka ve doğru olan yola yöneltipiletmektedir." (Ahkaf Suresi, 29-30)

74


Allah birçok ayetinde cinlere ve insanlara birlikte hitap etmekte, çeşitli öğütlerde bulunmakta ve onları cehennem azabıyla korkutmaktadır. Araf Suresi'nin 38. ayetinde Allah "Cinlerden ve insanlardan sizden önce geçmiş ümmetlerle birlikte ateşe girin..." şeklinde buyurmaktadır. Hz. Muhammed (sav)'e bir hidayet rehberi olarak indirilen Kur’an'ı yalanlayan cin ve insan topluluklarının durumu ise İsra Suresi'nde şöyle bildirilmektedir: De ki: "Eğer bütün ins ve cin (toplulukları,) bu Kur’an'ın bir benzerini getirmek üzere toplansa, -onların bir kısmı bir kısmına destekçi olsa bile- onun bir benzerini getiremezler." (İsra Suresi, 88) Allah'ın cinlere ve insanlara birlikte hitap ettiği ayetlerden bazıları şu şekildedir: İşte bunlar, cinlerden ve insanlardan kendilerinden evvel gelip-geçmiş ümmetler içinde (azab) sözü üzerlerine hak olmuş kimselerdir. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır. (Ahkaf Suresi, 18) Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179) İman Edenler ve İnkarcılar Ayetlerde cinlerden bir kısmının Allah'a iman edip, hidayet yoluna uyduklarından bahsedilirken, bir kısmının da isyankar ve inkarcı olduklarından bahsedilir. Müslüman olanlar Kuran okunurken dinlemektedirler: De ki: "Bana gerçekten şu vahyolundu: Cinlerden bir grup dinleyip de şöyle demişler: "Doğrusu biz (büyük) hayranlık uyandıran bir Kur'an dinledik. O (Kur'an,) 'gerçeğe ve doğruya' yöneltip-iletiyor. Bu yüzden ona iman ettik. Bundan böyle Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız. Elbette Rabbimizin şanı yücedir. O ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk. (Cin Suresi, 1-3) Cinlerin bir bölümü Allah'ı tesbih edip yücelten, O'na hiçbir kimseyi ortak koşmayan Müslüman kimselerdir. Kuran'a karşı büyük bir hayranlık duymakta, Allah'ın emir ve tavsiyelerine uymaktadırlar. Onlar kendi aralarında iman etmeyenlerin olduğunu bilmekte ve bu durumu şu şekilde ifade etmektedirler: "Doğrusu şu: Bizim beyinsizlerimiz Allah'a karşı 'bir sürü saçma şeyler' söylemişler. Oysa biz, insanların ve cinlerin Allah'a karşı asla yalan söylemeyeceklerini sanmıştık." (Cin Suresi, 4-5) Cinler kendi aralarında birçok farklı gruplardan oluşmuşlardır. Bazıları samimi Müslüman, bazıları müşrik, bazıları Allah'a karşı yalan söyleyenlerdir. Cin Suresi'nin devamında iman 75


edenler, cinlerin genel durumu hakkında şu bilgileri vermektedirler: Gerçek şu ki, bizden salih olanlar vardır ve bunun dışında (ya da aşağısında) olanlar da. Biz türlü türlü yolların fırkaları olmuşuz. Biz, şüphesiz Allah'ı yeryüzünde asla aciz bırakamayacağımızı, kaçmak suretiyle de O'nu hiçbir şekilde aciz bırakamayacağımızı anladık. Elbette biz, o yol gösterici (Kur'an'ı) işitince ona iman ettik... (Cin Suresi, 11-13) Cinler de aynı insanlar gibi Allah'ın kitabıyla sorumlu kılınan varlıklardır. Onlar da tüm yapıp ettiklerinden Allah'a hesap verecek ve yaptıklarıyla hiçbir haksızlığa uğramadan karşılık bulacaklardır. İman edenler Allah'tan güzel bir karşılıkla müjdelenmişlerdir: ... Artık kim Rabbine iman ederse o ne (ecrinin) eksileceğinden korkar ve ne de haksızlığa uğrayacağından. Ve elbette, bizden Müslüman olanlar da var zulmedenler de. İşte (Allah'a) teslim olanlar artık onlar 'gerçeği ve doğruyu' araştırıp-bulanlardır." (Cin Suresi, 13-14)

Ahşap Levha; Hasan Efendi, Hicri 1325 (M. 1907) istifli sülüs hatla "Allah'tan başka ilah yoktur" Muhammed de O'nun Resulüdür)" yazılı.

Allah'ın varlığını inkar edip isyan eden ve zulmedenlerin sonunu ise Allah ayetlerde şu şekilde haber vermektedir: "Zulmedenler ise, onlar da cehennem için odun olmuşlardır. (Cin Suresi, 15) ... "Andolsun cehennemi cinlerden ve insanlardan (kafirlerin) tümüyle dolduracağım." (Hud Suresi, 119) İnsanlarla Görüşmeleri 76


Ayetlerden Allah'ın dilemesiyle cinlerle insanların görüşebilecekleri, hatta insanların emrine girebilecekleri anlaşılmaktadır. Allah Hz. Süleyman (as)'ın emrine cinleri vermiş, Hz. Süleyman onları türlü işlerinde kullanmıştır. Burada vurgulanması gereken önemli bir konu da insanların cinlerle ne şekilde görüşebileceğidir. Her ne kadar tam olarak açıklığa kavuşmuş olmasa da, günümüzde "cin çağırma" insanlar arasında yaygın bir uygulamadır. Çoğu insan hayatında bir ya da birkaç kez cin çağırmıştır. Özellikle gençler arasında bu, çok uygulanan bir yöntemdir. Bazı kişiler buna "kalp çağırma", bazıları da "ruh çağırma" gibi isimler verse de, aslında bu tarz ortamlarda gelenler hep cinlerdir. (Bazı durumlarda da ortamda bir cin olmamasına rağmen insanlar kendi kendilerini buna inandırırlar.) Ancak bunlar çoğunlukla iman etmemiş, dinsiz cinlerdir. Bunu yaparken amaçları ise muhtemelen insanları oyalamak ve onların boş vakit geçirmelerine sebep olmaktır. İnsanlar da bu cinlere aldanarak kendilerinin bir kazanç sağlayabileceğini, gayba dair haberler alabileceklerini zannetmektedirler. Oysa cinlerin -Allah'ın dilemesi dışındainsanlara gaybtan haber vermeleri mümkün değildir. Nitekim "... Artık o, yere yıkılıpdüşünce, açıkça ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı böylesine aşağılanıcı bir azab içinde kalıp-yaşamazlardı." (Sebe Suresi, 14) ayetinde haber verildiği gibi, Hz. Süleyman (as)'ın ölümünden sonradan haberdar olmaları bunun bir delilidir. Ayrıca unutulmamalıdır ki, Neml Suresi'nin 65. ayetinde bildirildiği gibi; "Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez..." Cinleri Allah'a Ortak Koşanlar Bazı insanlar cinlerin kendilerine ait bir güçleri olduğuna inanmaktadırlar. Oysa bu çok büyük bir yanılgıdır. Çünkü onları yaratan Allah'tır ve onların kendilerine ait hiçbir güçleri yoktur. Allah dilemedikçe onların herhangi bir kişiye zarar vermeleri ya da fayda sağlamaları mümkün değildir. Ancak buna rağmen insanların bir bölümü cinlerden medet umar, onları veli kabul ederler: Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa onları O yaratmıştır. Bir de hiçbir bilgiye dayanmaksızın O'na oğullar ve kızlar yakıştırıp-uydurdular. O, ise nitelendiregeldikleri şeylerden yücedir, uzaktır. (Enam Suresi, 100) Bir Kur’an ayetinde Allah, insanların cinlerle temas kurmak suretiyle saptıklarını şöyle haber verir: "Bir de şu gerçek var: İnsanlardan bazı adamlar cinlerden bazı adamlara sığınırlardı. Öyle ki onların azgınlıklarını arttırırlardı." (Cin Suresi, 6) Melekler de bir ayette bazı insanların cinlere ibadet ettiklerini bildirirler:

77


(Melekler) Derler ki: "Sen yücesin, bizim velimiz Sensin onlar değil. Hayır, onlar cinlere tapıyordu ve çoğu onlara iman etmişlerdi." (Sebe Suresi, 41)

Tarihli, yuvarlak madalyon içine istifli celi süslü hat. "Ya Muhammed Aleyüsselam ve dört köşede dört halifenin ismi" yazılı, 22 ayar altın kullanılarak rokoko tarzda tezhiplidir. İnsanların cinleri Allah'a şirk koşmalarının ve onlardan medet ummalarının en önemli sebeplerinden biri, onların gaybı bildiklerini düşünmeleridir. Oysa bu çok büyük bir yanılgıdır. Çünkü Allah ayetinde onların gayba dair bir bilgiye sahip olmadıklarını bildirmektedir. (Sebe Suresi, 14) Ayetlerde cinlerin insanlar için bir yol gösterici olmadıkları, hatta insanları doğru yoldan saptırmak için onlara süslü sözler fısıldadıkları bildirilir. Ancak unutulmamalıdır ki, cinlerin Allah dilemedikçe insanlar üzerinde bir etkisi olması mümkün değildir. Onları Allah yaratmıştır ve onlar da kainattaki tüm canlılar gibi Allah'ın emriyle hareket etmektedirler: Böylece her peygambere insan ve cin şeytanlarından bir düşman kıldık. Onlardan bazısı bazısını aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapmazlardı. Öyleyse onları yalan olarak düzmekte olduklarıyla başbaşa bırak. (Enam Suresi, 112) Hem insanları yoldan saptıran cinler, hem de cinleri Allah'a şirk koşanlar; bu yaptıklarına karşılık olarak Allah onları sonsuz cehennem azabıyla cezalandıracaktır. Dünya hayatlarında cinlerin yaldızlı sözlerine kananlar ahirette çok büyük bir yanılgıya düştüklerini anlayacaklardır. Çünkü o gün tüm şirk koştukları kimseler kendilerinden uzaklaşacak, Allah'ın karşısında yapayalnız, tek başlarına olduklarını kavrayacaklardır. Cehennem azabıyla karşılık bulacaklarını anladıklarında ise şu şekilde yalvaracaklardır: İnkâr edenler dediler ki: "Rabbimiz cinlerden ve insanlardan bizi saptırmış olanları bize göster ayaklarımızın altına alalım, en aşağılarda bulunanlardan olsunlar." (Fussilet Suresi, 29) 78


Bir diğer ayette ateşin onlar için süresiz bir konaklama yerini olduğunu Rabbimiz şu şekilde bildirmektedir: Onların tümünü toplayacağı gün: "Ey cin topluluğu insanlardan çoğunu (ayartıp kendinize kullar) edindiniz" (diyecek). İnsanlardan onların dostları derler ki: "Rabbimiz, kimimiz kimimizden yararlandı ve bizim için tespit ettiğin süreye ulaştık." (Allah) Diyecek ki: "Allah'ın dilediği dışta olmak üzere ateş sizin içinde süresiz kalacağınız konaklama yerinizdir." Şüphesiz Rabbin hüküm ve hikmet sahibi olandır, bilendir. (Enam Suresi, 128)

İsyan Edenlerin Alacakları Karşılık

Rahman Suresi'nde cin ve insan topluluklarının Allah'ın ilhamıyla hareket eden aciz varlıklar oldukları hatırlatılmaktadır. Allah'ın ayetlerini inkar edip, isyan ettikleri takdirde hiçbir şekilde bir başarı elde edemeyecekleri, çünkü yerlerin ve göklerin tek hakiminin alemlerin Rabbi olan Allah olduğu bildirilmektedir: Ey cin ve ins toplulukları, eğer göklerin ve yerin bucaklarından aşıp-geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşın; ancak 'üstün bir güç (sultan)' olmaksızın aşamazsınız. (Rahman Suresi, 33) Böyle bir girişimde bulunanların alacakları karşılık ise "İkinizin de üzerine ateşten yalın bir alev ve (bakır gibi erimiş) kıpkızıl bir duman salıverilir de 'kurtulupbaşaramazsınız.'" (Rahman Suresi, 35) ayetiyle bildirilir. 79


Nitekim Müslüman cinler bu gerçeği bilmektedirler ve "Biz, şüphesiz Allah'ı yeryüzünde asla aciz bırakamayacağımızı kaçmak suretiyle de O'nu hiçbir şekilde aciz bırakamayacağımızı anladık." (Cin Suresi, 12) ayetinde de belirtildiği gibi acizliklerinin farkındadırlar. Aynı ayetlerin devamında isyan eden toplulukların sonunun cehennem olduğu şöyle bildirilir: Sonra gök yarılıp yağ gibi erimiş olarak kıpkırmızı bir gül olduğu zaman; Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? İşte o gün, ne insana, ne cinne günahından sorulmaz. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? (Çünkü o gün) Suçlu-günahkarlar, simalarından tanınır da alınlarından ve ayaklarından yakalanırlar. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? İşte bu, suçlu-günahkarların kendisini yalanladıkları cehennemdir. (Rahman Suresi, 37-43) Bu bölüm boyunca cinlerin çeşitli özelliklerini anlattık. İnsanlarla aynı sorumluluklara sahip olduklarını ama yaratılış olarak farklı özellikleri olduğunu Kur’an'dan ayetlerle açıkladık. Kuşkusuz insanlardan farklı bu varlıklara hakim olmak, ancak çok derin ve güçlü bir imanın karşılığında Allah'ın verdiği bir nimettir. Hz. Süleyman (as), Allah'ın bu nimetiyle ödüllendirdiği, azim sahibi bir peygamberdir. Allah Hz. Süleyman (as)'a rahmet etmiş ve onu dünyada çok az kuluna nasip ettiği büyük bir hakimiyet ile ödüllendirmiştir. Cinlerle İlgili Bazı Hadisler Evet, Kur’ân-ı Kerîm’de “Cin” adıyla tanıtılan yaratıklardan bahsedilen âyetleri böylece naklettikten sonra şimdi de Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)’dan naklolunan iki hadisi inceleyelim: “O sırada Cinler, semâdan haberler alamaz olmuşlardı... Ve çıkmak istedikçe de üzerlerine şihablar salınır olmuştu... Bunun üzerine içlerinden ileri gelenler: − Herhâlde yeni bir şey oldu ki, sizinle semâ haberleri arasında perde meydana geldi!.. Arzı dolaşın bakalım, oluşan olay nedir anlayalım... demişler... Ve bu sebeple de Cinler yeryüzünü araştırmaya başlamışlar... Nitekim Tihame tarafına gitmekte olan birtakım Cin, Sokukaz’a gitmekte olan Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi vesellem’in Nahle mevkisinde ashabıyla birlikte sabah namazı kılarken okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemişler... Ve dinledikten sonra da: − İşte bu semâ haberlerine perde olan olaydır!.. Demişler ve derhâl kavimlerine dönerek anlatmışlar: − Gerçekten bize hayranlık veren Kurân’ı işittik!.. İşte bundan sonra Allâhû Teâlâ, Cinn Sûresi’ni inzâl etti; Cinlerin dediklerini Rasûlullâh bildirdi...” İbni Mes’ud (r.a.)’dan rivayet edilen ikinci hadis de şöyle: “Rasûlullâh (aleyhisselâm): − Ben Cin’e Kur’ân okumakla emrolundum... Beraberimde kim gelir? diye sordu... Herkes sustu... İkinci defa sordu... Gene susuldu... 80


Üçüncü defa yine sordu, bu defa ben cevap verdim: − Ben Abdullah!.. Mahiyetinde giderim yâ Rasûlullâh... Bunun üzerine kalktık, yürüdük... Düb Şib’inin yanında Hacune mevkisine gelince, benim önüme bir hat çizdi; − Bunu tecavüz etme!.. dedi. Sonra da Hacune doğru geçti... Derhâl üzerine keklikler gibi uçuştular... Sanki “Zud” ricaline benziyorlardı... Kadınların def çaldıkları gibi deflerini çalıyorlardı... Nihayet etrafını sardılar ve gözümde kayboldu... Hemen yerimden kalktım... O zaman bana eliyle “otur” diye işaret etti... Sonra da Kur’ân okumaya başladı... Gittikçe sesi yükseliyordu... Hepsi yere yapıştılar... O derece ki, seslerini işitiyordum kendilerini göremiyordum... Sonra Rasûlullâh (aleyhisselâm) yanıma geldiğinde; − Gelmek istedin değil mi?.. diye sordu. Ben de: − Evet yâ Rasûlullâh! dedim. Cevap verdi: − Sana gerekmezdi!.. Onlar Cin!.. Kur’ân dinlemeye geldiler... Sonra da kavimlerini uyarmak üzere döndüler...” Şimdi Hz. Muhammed (aleyhisselâm) ile cinler arasında geçen olayları açıklayan bu hadisleri inceleyerek, bunlardan çıkan hükümleri görelim: 1.Cinler normal olarak semânın üst katlarına (ki bu üst katlar deyimiyle vurgulananın ne olduğunu ileride açıklamaya çalışacağız) çıkarak geleceğe dönük haberleri öğrenebiliyorlardı... 2. Kurân’ın inzâli daha doğrusu Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’a Risâlet yani Rasûllük görevinin verilmesi ve icraatına başlaması onların semânın üst katlarından haberler almalarını önledi... 3. Bütün yeryüzünü aynı anda algılayamadıkları, algılamaları için de gene bir zamana ihtiyaçları bulunduğu buradan çıkarılabilmektedir... 4. Cinlerin semânın üst katlarından haber almaları, Şihab (meteor-kayan ve atmosfere girince yanan göktaşı) denen bir nesneyle önlenmektedir... 5. Yoğunlaşarak maddi bir yapıda görünebilmektedirler... 6. İçlerinden bir kısmı kavmini uyarma görevi alabilmektedir... 7. İnsan kulağının işitebileceği birtakım sesler çıkartabilmektedirler.

81


Cin Çağırma Seansı Merak edenler fincan ile cin çağırmayı denesinler.Cin var mı yok mu, geliyor mu gelmiyor mu görürler.Çeşitli sorular sorup doğru cevapları alacaklar.Cinlerin varlığı da Yüce ALLAH’IN VARLIĞININ delillerinden sadece biridir.

2.BÖLÜM KUR’AN’IN ALLAH’TAN GELDİĞİNİN DELİLLERİ İtab Ayetleri (Uyarı ve Kınama ayetleri) 1 –Allah seni affetsin (ey Peygamber)! Daha kimin doğru söylediği senin için (iyice) ortaya çıkmadan ve sen (kimler) yalancı (iyice) tanımadan, niçin (evde kalmaları yolunda) onlara izin verdin? (Tevbe 43) 2- Yeryüzünde düşmanı tamamıyla sindirip hâkim duruma gelmedikçe, hiçbir peygambere esir almak yakışmaz. Siz geçici dünya menfaatini istiyorsunuz, hâlbuki Allah ahireti (kazanmanızı) istiyor. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Enfal 67) 3- (Peygamber)Surat astı ve döndü; Kör adam geldi diye.Ne bilirsin belki o arınacak?Yahut öğüt dinleyecek de öğüt, kendisine yarayacak.Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince;Sen ona yöneliyorsun.Onun arınmamasından sana ne?Fakat koşarak sana gelen,Saygılı olarak gelmişken,Sen onunla ilgilenmiyorsun.Hayır (olmaz böyle şey); o (âyetler), bir hatırlatmadır.(Abese 1-11)

82


4- Ey Peygamber! Eşlerin(den herhangi biri)ni memnun etmek için, neden Allah'ın sana helal kıldığı bazı şeyleri (kendine) haram kılıyorsun? Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.(Tahrim 1) 5- Hani hem Allah’ın nimet ve ihsanına, hem de senin iyiliğine nail olmuş olup da hanımını boşamaya karar vermiş olarak sana danışmaya gelmiş olan kişiye sen: "Eşini yanında tut, Allah’tan kork!" demiştin. Allah’ın açığa çıkaracağı bir durumu içinde saklamıştın, çünkü insanlardan çekinmiştin. Halbuki asıl Allah’tan çekinmen gerekirdi. Neticede, Zeyd eşini boşayıp onunla ilişkisini kestikten sonra, Biz onu sana nikâhladık ki, bundan böyle evlatlıkları, eşleriyle ilişkilerini kestikleri, onları boşadıkları zaman, o kadınlarla evlenmek hususunda müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri her zaman gerçekleşir. (Ahzab 37) 6- (Günah içinde ölen) kimselerin cehennemlik olduğu kendilerine açıklandıktan sonra, yakın akraba olsalar bile, Allah'tan başkasına tanrılık yakıştıran kimselerin bağışlanmasını dilemek artık ne Peygamber'e yaraşır, ne de imana erişenlere. (Tevbe 113) 7- Demek ki gerçek Hükümdar olan Allah çok Yücedir. Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan unutma endişesi ile Kur’ân’ı okumada acele etme ve: "Ya Rabbî! Benim ilmimi artır." de! (Taha 114) 8- Cebrail sana Kuran okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle.(Kıyamet 16) 9- Niye münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz? Oysa Allah, onları iki yüzlü tutumlarından dolayı aşağılığa mahkum etmiştir. Allah'ın saptırdığını, siz doğru yola mı iletmek istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığına sen çıkış yolu bulamazsın. (Nisa 88) 10- Allah'ın dilemesine bağlamadıkça (inşâallah demedikçe) hiçbir şey için «Bunu yarın yapacağım» deme. Bunu unuttuğun takdirde Allah'ı an ve: «Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir» de. (Kehf 23-24) 11- Allahın sana lütfu ve rahmeti olmasaydı, o (kendilerine zulmede)nlerden bazısı seni saptırmaya çalışırdı; ama onlar kendilerinden başka kimseyi saptıramazlar. Sana asla bir zarar da veremezler, çünkü Allah sana bu ilahi kelamı indirmiş, hikmeti (vermiş) ve sana bilmediklerini öğretmiştir. Allahın sana olan lütfu gerçekten büyüktür. (Nisa 113) 12- Eğer, Peygamber bize atfen bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı, elbette onu bundan dolayı kıskıvrak yakalardık; sonra da onun şah damarını keser atardık. Hiçbiriniz buna engel de olamazdınız. (Hakka 44-47) 13- (Ey Muhammed!) Biz sana Kitab’ı (Kur’an’ı) hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana öğrettikleri ile hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma. Allah’tan bağışlama dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Kendilerine hainlik edenleri savunma. Zira Allah, hiçbir haini, hiçbir günahkârı sevmez. (Nisa 105,107) 14- Onlardan(münafıklardan) ölen hiçbirine asla namaz kılma ve kabrinin başında durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Resûlünü inkâr ettiler ve fasık olarak öldüler. Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin. Allah, bunlarla ancak, dünyada kendilerine azap etmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını istiyor. “Allah’a iman edin ve Resûlü ile birlikte cihat edin” diye bir sûre indirildiğinde, onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve “Bizi bırak da oturup kalanlarla birlikte olalım” dediler.(Tevbe 84-87) 83


15- Onlar, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için az kalsın seni ondan şaşırtacaklardı. (Eğer böyle yapabilselerdi) işte o zaman seni dost edinirlerdi. Eğer biz sana sebat vermiş olmasaydık, az kalsın onlara biraz meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.(İsra 73-75) 16- Ey Muhammed! Sabret. Allah’ın va’di şüphesiz gerçektir. Günahının bağışlanmasını iste. Akşam sabah Rabbini hamd ederek tespih et! (Mümin 55) 17- Ey Muhammed! Bil ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Hem kendi günahın için, hem de mümin erkekler ve mümin kadınlar için Allah'tan bağışlanma dile. Allah, sizin gezip dolaştığınız yeri de duracağınız yeri de bilir. (Muhammed 19) 18- Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik. Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir. 19- Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Rabbine davet et. Asla müşriklerden olma! Allah ile birlikte başka bir tanrıya tapıp yalvarma! O'ndan başka tanrı yoktur. O'nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz. (Kasas 87-88) 20- Seni yolunu kaybetmiş olarak bulup da yola iletmedi mi? (Duha 7) 21- İşte sana da, emrimizle, bir ruh (kalpleri dirilten bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi, kendisiyle doğru yola eriştireceğimiz bir nur yaptık. Şüphesiz ki sen doğru bir yola iletiyorsun; göklerdeki ve yerdeki her şeyin sahibi olan Allah’ın yoluna. İyi bilin ki, bütün işler sonunda Allah’a döner. (Şura 52-53)

22-Rab’lerinin rızasını isteyerek sabah akşam O’na dua edenleri yanından kovma. Onların hesabından sana bir şey yok, senin hesabından da onlara bir şey yok ki onları kovasın. Eğer kovarsan zalimlerden olursun. (Enam 52) 23-(Ey Muhammed!) Biz sana Kitab’ı (Kur’an’ı) hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana öğrettikleri ile hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma. Allah’tan bağışlama dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Kendilerine hainlik edenleri savunma. Zira Allah, hiçbir haini, hiçbir günahkârı sevmez. (Nisa 105-107) 24-(Ey Muhammed!) Sana da o Kitab’ı (Kur’an’ı) hak, önündeki kitapları doğrulayıcı, onları gözetici olarak indirdik. Artık, Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet ve sana gelen haktan 84


ayrılıp da onların arzularına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol koyduk. Eğer Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyle ise iyiliklerde yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman anlaşmazlığa düşmüş olduğunuz şeyleri size bildirecektir. Aralarında, Allah’ın indirdiği ile hükmet. Onların arzularına uyma ve Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından (Kur’an’ın bazı hükümlerinden) seni şaşırtmalarından sakın. Eğer yüz çevirirlerse, bil ki şüphesiz Allah, bazı günahları sebebiyle onları bir musibete çarptırmak istiyor. İnsanlardan birçoğu muhakkak ki yoldan çıkmışlardır. (Maide 48-49) 25-(Ey Muhammed!) Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek. Bu, onların Allah ve Resûlünü inkâr etmelerinden ötürüdür. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez. (Tevbe 80) 26- Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz dünya malına göz dikme, onlardan dolayı üzülme ve müminlere alçak gönüllü ol. (Hicr 88) 27-Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldi ise, yapabilirsen yerin içine inebileceğin bir tünel ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplayıp birleştirirdi, o halde sakın cahillerden olma! (Enam 35) Açıklama: Kur’an’ı Hz.Muhammed yazmış olsa neden kendisini bu kadar ayette uyarsın, kınasın,azarlasın.Kendini hatasız ,kusursuz göstermesi gerekirdi,Ayetlerde üst perdeden konuşan bir hitap şekli açıkça görülüyor.Şüphesiz Kur’an Allah kelamıdır. Kur’an’daki Matematiksel Ahenk Allah, bundan 14 asır önce, insanlara yol gösterici bir kitap olan Kur’an-ı Kerim’i indirmiş ve tüm insanlığı Kur’an’a uyarak kurtuluşa ermeye davet etmiştir. Ayette de bildirildiği gibi Kur’an “...alemlere bir zikir (öğüt, hatırlatma, hüküm ve üstün bir şeref)den başka bir şey değildir.” (Kalem Suresi, 52) Kur’an indirildiği günden kıyamet gününe kadar da, insanlığın tek yol göstericisi olan son İlahi kitap olacaktır. Kur’an’da ancak 20. ve 21. yüzyıl teknolojisiyle eriştiğimiz bazı bilimsel gerçeklerin 1400 yıl önce bildirilmiş olmasının yanı sıra, Allah’ın sözü olduğunu ispatlayan pek çok mucizevi özelliğe de sahiptir. Bu özelliklerden biri de, “matematiksel mucize”leridir. Bu mucizeye bir örnek ise Kur’an’daki bazı kelime tekrarlarının verdiği ortak sayıdır. Birbiriyle ilgili bazı kelimeler mucizevi bir biçimde aynı sayıda tekrarlanırlar. Aşağıda, bu tür kelimeler ve Kur’an içindeki tekrarlanış sayıları verilmiştir.

85


“Yedi gök” tabiri 7 kere geçer. “Göklerin yaratılışı (halku semavat)” ifadesi de 7 kere tekrarlanır. “Gün (yevm)” tekil olarak 365 kere geçerken, çoğul yani “günler (eyyam ve yevmeyn)” kelimeleri 30 defa tekrarlanır. “Ay” kelimesinin tekrar sayısı ise 12’dir. “Bitki” ve “ağaç” kelimelerinin tekrar sayısı aynıdır: 26 “Ceza” kelimesi 117 kere yer alırken, Kur’an ahlakının temel özelliklerinden olan “affetmek” ifadesi, bu sayının tam 2 katı kadar yani 234 kere tekrarlanır. “De” kelimelerini saydığımızda çıkan sonuç 332’dir. “Dediler” kelimesini saydığımızda da aynı rakamı elde ederiz. “Dünya” kelimesi ve “ahiret” kelimesinin tekrarlanış sayıları da aynıdır: 115 “Şeytan” kelimesi Kur’an’da 88 kere geçer. “Melek” kelimesinin tekrar sayısı da 88’dir. “İman” (tamlama almadan) ve “küfür” kelimeleri Kur’an boyunca 25 kere tekrarlanır. “Cennet” kelimesi ve “cehennem” kelimesi de aynı sayıda tekrarlanır: 77. “Zekat” kelimesi Kur’an’da 32 kere tekrarlanırken, “bereket” kelimesinin tekrarlanış sayısı da 32’dir. “İyiler (ebrar)” 6 kere tekrarlanırken, “kötüler (fuccar)” kelimesi ise tam yarısı kadar yani 3 kere geçer. “Yaz-sıcak” kelimeleri ile “kış-soğuk” kelimelerinin geçiş sayıları da aynıdır: 5 “Şarap (hımr)” ve “sarhoşluk (sekere)” kelimeleri de Kur’an’da aynı sayıda tekrarlanır: 6 “Akletmek” ve “nur” sayılarının tekrar sayısı da aynıdır: 49 “Dil” ve “vaaz” kelimeleri eşit sayıda -25 kere- tekrar edilir: “Yarar” kelimesi 50, “bozma” kelimesi de 50 kere tekrarlanır. “Sevgi” ve “itaat” kelimelerinin tekrar sayısı aynıdır: 83 Kur’an’da “dönüş” ve “sonsuz” kelimeleri eşit sayıda yer almaktadır: 28 86


“Musibet” kelimesi ve “şükür” kelimesi, Kur’an’da aynı sayıda geçmektedir: 75 kere “Güneş (şems)” ve “ışık (nur)” kelimeleri Kur’an’da 33’er kez geçmektedir. Sayımda “nur” kelimesinin sadece yalın halleri dikkate alınmıştır. “Doğru yola ileten (Elhuda)” ve “rahmet” kelimelerinin tekrar sayısı eşittir: 79 Kur’an’da “sıkıntı” kelimesi 13 kere yer alırken, “huzur” kelimesi de 13 kere tekrarlanmaktadır. “Kadın” ve “erkek” kelimelerinin tekrar sayısı da aynıdır: 23 Kadın-erkek kelimelerinin Kur’an’da tekrar sayısı olan 23, aynı zamanda insan embriyosunun oluşumunda yumurta ve spermden gelen kromozom sayısıdır. İnsanın kromozom sayısı da anne ve babadan gelen 23’er kromozomun toplamı olarak 46’dır. “Hıyanet” kelimesi 16 kere geçerken, “habis” kelimesinin tekrar sayısı da 16’dır. “İnsan” kelimesi Kur’an’da 65 kere geçer; insanın yaratılış safhalarının sayısının toplamı da aynıdır Salavat kelimesi bütün Kur’an’da 5 kere geçer ve Allah insanlara günde beş defa namaz kılmalarını bildirmiştir. “Kara” kelimesi Kur’an’da 13 kere geçerken, “deniz” kelimesi 32 kere geçmektedir. Bu sayıların toplamı bize 45 sayısını verir. Eğer karaların Kur’an’da bahsediliş sayısı olan 13’ü 45’e bölersek, %28,8sayısını buluruz. Denizlerin Kur’an’da bahsediliş sayısı olan 32’yi 45’e böldüğümüz zaman ise, %71,1 sayısını buluruz. Bu oranlar ise, gezegenimizdeki su ve kara parçalarının gerçek oranıdır. (Scientific Miracles) Yedi gök 7 kere Göklerin yaratılışı (halku semavat) 7 kere Gün (yevm) 365 Günler (eyyam,yevmeyn) 30 Ay (şehr) 12 Bitki 26 kere Ağaç 26 kere Ceza 117 kere Affetmek 117X2=234 kere De 332 kere Dediler 332 kere 87


Dünya 115 kere Ahiret 115 kere Şeytan 88 kere Melek 88 kere İman 25 kere Küfür 25 kere Cennet 77 kere Cehennem 77 kere Zekat 32 kere Bereket 32 kere İyiler (ebrar) 6 kere Kötüler (fuccar) 3 kere Yaz-sıcak 5 kere Kış-soğuk 5 kere Şarap 6 kere Sarhoşluk 6 kere Akletmek 49 kere Nur 49 kere Dil 25 kere Vaaz 25 kere Yarar 50 kere Bozma 50 kere Sevgi 83 kere İtaat 83 kere Dönüş 28 kere Sonsuz 28 kere Musibet 75 kere 88


Şükür 75 kere Güneş (şems) 33 kere Işık (nur) 33 kere Elhuda 79 kere Rahmet 79 kere Sıkıntı 13 kere Huzur 13 kere Kadın 23kere Erkek 23 kere Hıyanet 16 kere Habis (hilekar) 16 kere İnsan 65 Toprak (turabun) 17 Nutfe (nutfun) 12 Embriyo (alak) 6 Bir çiğnemlik et (meda’a) 3 Kemik (ızamun) 15 Et (lehmun) 12 Toplam 65 Salavat 5 kere Namaz 5 vakit Kara 13 kere 13/45= %28,8 Deniz 32 kere 32/45= %71,1 Toplam 45 kere %100 Kur’an'ın Kafiye Sistemindeki Üstünlük

89


Kur’an'ı taklit edilemez yapan unsurlardan bir diğeri de, Kur’an'ın edebi yapısından kaynaklanır. Kur’an Arapça olmasına rağmen, Arap edebiyatında kullanılan kalıplardan hiçb

Prof. Adel M. A. Abbas'ın Science Miracles (Bilimsel Mucizeler) adlı kitabı

Kur’an'daki kafiye sistemine "seci" denilir ve dilbilimciler Kur’an'daki bu kafiye kullanımını da mucize olarak ifade etmektedirler. Ünlü İngiliz bilim adamı Prof. Adel M. A. Abbas, Kur’an'ın dilbilim açısından bir mucize olduğunu ispatlamak üzere hazırladığı Science Miracles (Bilimsel Mucizeler) adlı kitabında, Kur’an'da kullanılan harfleri, kafiye sistemini grafik ve şemalar aracılığıyla kapsamlı olarak incelemiştir. Bu kitapta Kur’an'daki kafiye sistemi ile ilgili oldukça dikkat çekici tespitlerde bulunmuştur. Bilindiği, gibi Kur’an'da, 29 sure 1 ya da 1'den fazla sembolik harfle başlar. "Mukata harfleri" olarak bilinen bu harfler, aynı zamanda başlangıç harfleri olarak da adlandırılırlar. Arapçadaki 29 harften 14 tanesi, mukata harflerini oluşturur: Ayn, Sin, Kaf, Nun, Ra, Ya, Ta, Ha, Elif, Lam, Mim, He, Ye, Sad. Bu harflerden "Nun" harfinin Ka lem Suresi'ndeki kullanımına bakıldığında, ayetlerin %88.8'inde "Nun" harfi ile kafiye olduğu görülür. Şuara Suresi'nin %84.6'sı, Neml Suresi'nin %90.32'si, Kasas Suresi'nin %92.05'i "Nun" harfi ile kafiyelenmiştir. Kur’an'ın tamamı göz önünde bulundurulduğunda ise, %50,08'inde "Nun" harfi ile kafiye yapıldığı görülür. Diğer bir deyişle Kur’an'daki ayetlerin yarısından fazlası "Nun" harfi ile biter. Aynı uzunluktaki hiçbir edebi çalışmada, metnin yarısından fazlasında tek ses ile kafiye yapılması mümkün olmamıştır. Bu sadece Arapça için değil, tüm diller için geçerlidir. Mukata harfleri ile başlayan surelerden "Nun" harfi ile biten ayetlerin dağılımı: Mukata harfleri ile başlayan surelerden "Nun" harfi ile biten ayetlerin dağılımı: Ayet numarası

Surenin ismi

90

Nun harfi sayısı


2

Bakara

196

3

Al-i İmran

121

7

Araf

193

10

Yunus

98

11

Hud

56

12

Yusuf

93

13

Rad

5

14

İbrahim

6

15

Hicr

81

19

Meryem

5

20

Taha

0

26

Şuara

192

27

Neml

84

28

Kasas

81

29

Ankebut

59

30

Rum

54

31

Lokman

7

32

Secde

27

36

Yasin

71

38

Sad

18

40

Mümin

32

91


41

Fussilet

30

42

Şura

6

43

Zuhruf

78

44

Duhan

44

45

Casiye

30

46

Ahkaf

26

50

Kaf

0

68

Kalem

42

Yukarıdaki tablo mukata (sembolik) harfleriyle başlayan surelerde, "Nun" harfi ile sona eren ayetlerin dağılımını göstermektedir. Kur’an'ın kafiye açısından genel incelemesi yapıldığında ise, kafiyelerin yaklaşık %80'inin Elif, Mim, Ya ve Nun harfleri tarafından oluşturulan üç sesten (n, m, a) oluştuğu görülür.117 "Nun" harfinin dışında, ayetlerin %30'u "Mim", "Elif" ya da "Ya" ile kafiyelidir. Aşağıdaki surelerde ise bu dört harfle yapılan pek çok kafiyeden yalnızca birkaç örnek yer alıyor. Kafiyelerde en çok kullanılan dört ses: Harf

Toplam

Sesler

a

a

m

n

Ayet sayısı

949

246

666

3123

4984

Yüzde oranı (%)

15.22

3.94

10.68

50.03

79.92

Yukarıdaki tabloda Kur’an'ın kafiye sisteminin %79.92'sini oluşturan 4 harfin orantılı bir şekilde dağılımı görülmektedir. Aşağıdaki surelerde ise bu dört harfle yapılan pek çok kafiyeden yalnızca birkaç örnek yer alıyor:

92


Ayet Müminun Suresi numarası 1

Kad efleha elmu'minun

2

Elleziyne hum fi salatihim haşiun

3

Ve elleziyne hum an ellağvi muğridun

4

Ve elleziyne hum lizzekati failun

5

Ve elleziyne hum lifuricihim hafizun

6

... ev ma meleket eymanuhum fe innehum gayru melumiyn

7

... fe ulaike hum eladun

8

Ve elleziyne hum liemanetihim ve ahdihim raun

9

Ve elleziyne hum ala salatihim yuhafizun

10

Ulaike hum elvarisun

11

... hum fiha halidun

12

Ve lekad halakna elinsane min sulaletin min tiyn

13

Sümme cealnahu nutfeten fi kararin mekiyn

14

... fe tebareke allahu ehsenu elhalikiyn

15

Sümme innekum beade zalike lemeyyitun

16

Sümme innekum yevme elkıyameti tubasun

17

... ve ma kunna an elhalki gafiliyn

Ayet Nahl Suresi numarası 93


1

... ve teala amma yuşrikun

2

... ennehu la ilahe illa ena fettakun

3

... teala amma yuşrikun

4

... fe iza huve hasiymun mubiyn

5

... ve menafiu ve minha te'kulun

6

Ve lekum fiha cemalun hıyne turiyhune ve hiyne tesrehun

Ayet Enam Suresi numarası 1

... Sümme elleziyne keferu birabbihim yeadilun

2

... sümme entum temterun

3

... ve yealemu ma teksibun

4

... illa kanu anha muaridiyn

5

... fe sevfe ye'tiyhim enbau makanu bihi yestehziun

6

... ve enşe'na min beadihim karnen aheriyn

7

... in haza illa sihrun mubiyn

8

... sümme leyunzarun

9

... ve lelebesna aleyhim ma yelbisun

10

... ma kanu bihi yestehziun

Ayet

Rum Suresi

94


numarası 6

... ve lakinne eksere ennasi la yealemun

7

... ve hum an elahiretihum gafilun

8

... ve inne kesiyren min ennasi bilikai rabbihim lekafiriyn

9

... ve lakin kanu enfusehum yezlimun

10

... en kezzebu biayatillahi ve kanu biha yestehziun

11

... sümme ileyhi turceun

12

... yublisu elmucrimun

13

... ve kanu bişürekaihim kafiriyn

14

Ve yevme tekumu essaatu yevmeizin yeteferrekun

15

... fe hum fi revdatin yuhberun

Ayet Yunus Suresi numarası 26

... ulaike ashabu elcenneti hum fiha halidun

27

.. ulaike ashabu ennari hum fiha halidun

28

... ve kale şürekauhum ma kuntum iyyana teabudun

29

... in kunna an ibadetikum legafiliyn

30

... ve dalle anhum ma kanu yefterun

31

... fe kul e fe la tettekun

32

... fe enna tusrafun 95


33

... ennehum la yu'minun

34

... fe enna tu'fekun

Ayet Ankebut Suresi numarası 6

... inne allahe leganiyyun an elalemiyn

7

... ve leyecziyennehum ehsene ellezi kanu yeamelun

8

... feunebbiukum bima kuntum teamelun

9

... lenudhilennehum fi essalihiyn

10

... ev leyse allahu biealeme bima fi essuduri elalemiyn

11

... ve yealemenne elmünafikiyn

12

... innehum lekazibiyn

13

... ve leyuselunne yevme elkıyameti amma kanu yefterun

14

... feeheze hum ettufanu ve hum zalimun

Ayet Neml Suresi numarası 12

... innehum kanu kavmen fasikiyn

13

... haza sihrun mubiyn

14

... fe unzur keyfe kane akibetu elmufsidiyn

15

... min ibadihi elmu'miniyn

96


16

... inne haza lehuve elfadlu elmubiyn

17

... fe hum yuzeun

18

... suleymanu ve cunuduhu ve hum la yeĹ&#x;urun

19

... ve edhilni birahmetike fi ibadike essalihiyn

Ayet Nisa Suresi numarasÄą 23

... inne allahe kane gafuren rahiymen

24

... inne allahe kane aliymen hakiymen

25

... ve allahu gafurun rahiymun

26

... ve allahu aliymun hakiymun

27

... en temiylu meylen aziymen

Ayet Maide Suresi numarasÄą 22

... fe inyehrucu minha fe inna dahilun

23

... fe tevekkelu in kuntum mu'miniyn

24

... inna hahuna kaidun

25

... fe ufruk beynena ve beyne elkavmi elfasikiyn

26

... fe la te'se ala elkavmi elfasikiyn

27

... kale innema yetekabbelu allahu min elmuttakiyn

97


28

... inni ehafu allahe rabbe elalemiyn

29

... ve zalike cezau ezzalimiyn

30

... fe katalehu fe esbaha min elhasiriyn

31

... fe esbaha min elnadimiyn

Ayet Araf Suresi numarasÄą 2

... ve zikra lilmu'miniyn

3

... kaliylen ma tezekkerun

4

... fe caeha be'suna beyaten ev hum kailun

5

... iz caehum be'suna illa en kalu inna kunna zalimiyn

6

... ve leneselenne elmurseliyn

7

... ve ma kunna gaibiyn

8

... fe ulaike hum elmuflihun

9

... bima kanu biayatina yezlimun

10

... kaliylen ma teĹ&#x;kurun

11

... lem yekun min essacidiyn

Ayet Tevbe Suresi numarasÄą 7

... inne allahe yuhibbu elmuttakiyn

98


8

... ve ekserehum fasikun

9

... innehum sae ma kanu yeamelun

10

... ve ulaike hum elmuatedun

11

... ve nufassilu elayati likavmin yealemun

12

... leallehum yentehun

13

... ehakku en tehşevhu in kuntum mu'minyn

14

... ve yeşfi sudure kavmin mu'miniyn

Ayet Bakara Suresi numarası 62

... ve la havfun aleyhim ve la hum yehzanun

63

... ve uzkuru ma fihi leallekum tettakun

64

... lekuntum min elhasiriyn

65

... fe kulna lehum kunu kiredeten hasiiyn

66

... ve mev'izeten lilmuttakiyn

67

... euzu billahi en ekune min elcahiliyn

68

... fe amelu ma tu'merun

69

... bakaratun safrau fakiun levnuha tesurru ennnaziriyn

Ayet Al-i İmran Suresi numarası

99


130

... ve ettaku allahe leallekum tuflihun

131

Ve ettaku ennare elleti uiddet lilkafiriyn

132

... leallekum turhemun

133

... uiddet lilmuttakiyn

134

... ve allahu yuhibbu elmuhsiniyn

135

... ve lem yusirru ala ma fealu ve hum yealemun

136

... ve niame ecru elamiliyn

137

... fenzuru keyfe kane akibetu elmukezzibiyn

138

... ve mev'izetun lilmuttakiyn

139

... ve entum elealevne in kuntum mu'miniyn

140

... ve allahu la yuhibbu ezzalimiyn

Ayet Enbiya Suresi numarasÄą 5

... felye'tina biayetin kema ursile elevveliyn

6

... e fe hum yu'minun

7

... in kuntum la tealemun

8

... ve ma kanu halidiyn

9

... ve ehlekna elmusrifiyn

10

... e fe la teakilun

11

... ve enĹ&#x;e'na beadeha kavmen aheriyn

12

... hum minha yerkudun 100


Ayet Nur Suresi numarasÄą 47

... ve ma ulaike bilmu'miniyn

48

... feriykun minhum muaridun

49

Ve in yekun elhakku ye'tu ileyhi muziniyn

50

... bel ulaike hum ezzalimiyn

51

... ve ulaike hum elmuflihun

52

... ve ulaike hum elfaizun

53

... inne allahe habiyrun bima teamelun

54

... ve ma ala resuli illa elbelagu elmubiyn

55

... fe ulaike hum elfasikun

Ayet Hicr Suresi numarasÄą 6

... ve ma yeste'hirun

7

... in kunte min essadikiyn

8

... ve ma kanu izen munzariyn

9

... ve inna lehu lehafizun

10

Ve lekad erselna min kablike fi Ĺ&#x;iyai elevveliyn

11

... kanu bihi yestehziun

12

Kezalike neslukuhu fi kulubi elmucrimiyn

101


13

... kad halet sunnetu evveliyn

14

... fihi yearucun

15

... nahnu kavmun meshurun

İki yüz-üç yüz satırlık bir şiirde, kafiyenin iki üç sesle oluşturulması bu esere başyapıt denecek kadar önemli bir özellik kazandırabilir. Ancak Kur’an'ın uzunluğu, içerdiği bilgiler ve hikmetli anlatım göz önünde bulundurulduğunda, bu tür bir kafiye kullanım şeklinin ne denli olağanüstü bir durum olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü Kur’an insanlara rehber olan imani bir kitap olarak, tüm edebi üstünlüklerinin, sosyal veya psikolojik konuların yanı sıra, fiziki bilimlerle ilgili bir çok konuyu da içerir. Dolayısıyla böylesine çeşitli ve ilmi konuları içeren Kur’an'da, bu kadar az sesle kafiye sağlanması insan çabasıyla gerçekleştirilemeyecek bir durumdur. Bu bakımdan Arap dili uzmanları Kur’an'ı "kesinlikle taklit edilemez" olarak tanımlamaktadırlar. Kur’an’ın sayısal mucizeleri Kur’an’da dikkat çekici sayılar, hangileridir? Kur’an’ın sayısal mucizeleri nelerdir? Bu bölümde, içinde sayısal bir ifade geçen sureler üzerinde yapılan çeşitli hesaplama sonuçları sunulmaktadır. İlgili surelerde farklı hesaplar sonucunda elde edilen aynı rakamlar, son derece dikkat çekici boyuttadır. Bu çalışmada surelerdeki hece ve harf adetleri, harf çeşitleri, ebced değerleri gibi çeşitli yönlerden hesaplamalar aktarılmakta ve ortaya çıkan sayılardaki şaşırtıcı benzerlikler ortaya konmaktadır. Bu bölümdeki hesaplar yoruma açık değildir; aynı yöntemlerle sayımları yapan herkesin ulaşabileceği sonuçlardır. Kur’an-ı Kerim anlam bakımından hikmet ve ilim üstünlüğünün yanı sıra, sayısal olarak da çok zengin ve olağanüstü düzenler içermektedir. Nebe Suresi’nin 29. ayetinde Rabbimiz “… Biz, herşeyi yazıp saymışızdır” buyurmaktadır. Cin Suresi’nin 28. ayetinde ise “… (Allah) herşeyi sayı olarak da sayıp-tespit etmiştir” buyrulmaktadır. Kur’an-ı Kerim’le ilgili elde edilen bu mucizevi sayısal düzenler, aynı zamanda Yüce Rabbimiz’in “sonsuz da olsa, herşeyin sayısını bilen” anlamına gelen “Muhsi” isminin bir tecellisidir. Hz. Musa İle 40 Gece İçin Sözleşilmesi Hani Musa ile kırk gece için sözleşmiştik. Ama sonra siz, onun arkasından buzağıyı (tanrı) edinmiş ve (böylece) zalimler olmuştunuz. (Bakara Suresi, 51) ◉ “40 gece” anlamına gelen “erbaine leyleten” ifadesinden itibaren, ayet sonuna kadar olan harf adedi 40. ◉ Bu konu, Kur’an’da ilk olarak, Bakara Suresi’nin 40. ayetinde başlamaktadır.

102


◉ Bu konunun başladığı 40. ayetin hece adedi 40. Ayrıca; ◉ “Erbaine leyleten” (40 gece) konusu ile ilgili ayetler açık olarak, Bakara Suresi’nin 51. ayetinden başka, Araf Suresi 142. ayetinde geçmektedir. İşari olarak ise yine Araf Suresi’nin 143. ve 155. ayetlerinde zikredilmekedir. a) Bu ayetler arasındaki sureler şunlardır: “Bakara Suresi”, “Al-i İmran Suresi”, ” Nisa Suresi”, “Maide Suresi”, ” Enam Suresi”, “Araf Suresi”. Bu sure adlarındaki toplam hece adedi tam 40’tır. ((Su-re-tü’l-Ba-ka-ra-ti, Su-re-tü A-li İm-rane, Su-re-tü’n-Ni-sa-i, Su-re-tü’l-Ma-i-de-ti, Su-re-tü’l-En’a-mi, Su-re-tü’l-A’ra-fi)) b) Surelerin isimleri olan “El-Bakara”, “Al-i İmran”, “En-Nisa”, “El-Maide”, “El-En’am”, “El-A’raf”, kelimelerindeki harf adedi de 40’tır. Taştan 12 Pınar Fışkırması (Yine) Hatırlayın; Musa kavmi için su aramıştı, o zaman Biz ona: “Asanı taşa vur” demiştik de ondan on iki pınar fışkırmıştı, böylece herkes içeceği yeri bilmişti. Allah’ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) yaparak karışıklık çıkarmayın. (Bakara Suresi, 60) ◉ Ayette “on iki” anlamına gelen “isneta aşrate” ifadesine kadar olan kelime adedi 12. ◉ “(Taştan) 12 pınar fışkırdı” anlamına gelen “infeceret minhu isneta aşerete aynen” ifadesindeki noktalı harf adedi 12. ◉ “İnfeceret minhu isneta aşerete aynen” ifadesinde kullanılan harf çeşidi de 12’dir. 12 Güvenilir Gözetleyici Gönderilmesi Andolsun, Allah İsrailoğulları’ndan kesin söz (misak) almıştı. Onlardan on iki güvenilirgözetleyici göndermiştik. Ve Allah onlara: “Gerçekten Ben sizinle birlikteyim. Eğer namazı kılar, zekatı verir, elçilerime inanır, onları savunup-desteklerseniz ve Allah’a güzel bir borç verirseniz, şüphesiz sizin kötülüklerinizi örter ve sizi gerçekten, altından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim inkar ederse, cidden dümdüz bir yoldan sapmıştır.” (Maide Suresi, 12) ◉ “12 güvenilir-gözetleyici” anlamına gelen “isney aşera nakiba” ifadesindeki harf adedi 12’dir. ◉ Ayetin başından “isney aşera” (on iki) ifadesine kadar, surenin ismi olan Maide kelimesinde geçen harflerin tekrarlanışı: 12.

103


◉ Ayet numarası 12. Hz. Musa ile 30 Gece ve 10 Gece için Sözleşilmesi Musa ile otuz gece için sözleştik ve ona bir on daha ekledik. Böylece Rabbinin belirlediği süre, kırk geceye tamamlandı. Musa, kardeşi Harun’a “Kavmimde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yolunu tutma” dedi. (Araf Suresi, 142) ◉ “30 gece” anlamına gelen “selasine leyleten” ifadesinden itibaren, ibare sonuna kadar olan hece adedi 30. ◉ “Selasine leyleten” (30 gece) ifadesinden ayet sonuna kadar, bu ifadeyi oluşturan harflerin kullanım sayısı 30. ◉ “Selasine” (30) kelimesinden itibaren, ibare sonuna kadar olan hece adedi 30. ◉ Ayette “selasine” (30) kelimesinden sonra ayet sonuna kadar, surenin mukattaa harfleri olan “elif, lam, mim, sad” harflerinin kullanım sayısı 30’dur. ◉ Ayette “aşr” (10) kelimesine gelinceye kadar olan noktalı harflerin harf adedi 10. ◉ Aşr” (10) kelimesinden sonra ibare sonuna kadar olan noktasız harf adedi 10. ◉ “Aşr” (10) kelimesi, Araf Suresi’nde sondan başa doğru 10. sayfada bulunmaktadır. ◉ Ayette “aşr” (10) kelimesine gelinceye kadar, surenin mukattaa harfleri olan “elif, lam, mim, sad” harflerinin kullanım sayısı 10’dur. ◉ “Ve ona bir on daha ekledik” anlamına gelen “ve etmemnaha biaşrin” ifadesinde kullanılan harf çeşidi 10’dur. 12 Topluluk ve Taştan Fışkıran 12 Pınar Biz onları (İsrailoğulları’nı) ayrı ayrı oymaklar olarak on iki topluluk (ümmet) olarak ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde Musa’ya: “Asan’la taşa vur” diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı; böylece her bir insan- topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu. Üzerlerine bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvası ile bıldırcın indirdik. (Sonra da şöyle dedik:) “Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin.” Onlar Bize zulmetmedi, ancak kendi nefislerine zulmediyorlardı. (Araf Suresi, 160) ◉ Ayette “isnetey aşrate” (on iki) ifadesine kadar, “isnetey aşrate” ifadesindeki harfler 12 defa geçmektedir. ◉ “İsnetey aşrate” (on iki) ifadesinden itibaren ibare sonuna kadar kullanılan harf çeşidi 12. 104


◉ “İsneta aşrate” (on iki) ifadesinden itibaren ibare sonuna kadar, “isneta aşrate”nin harfleri 12 defa geçmektedir. ◉ “İsnetey aşrate” (on iki) ile “isneta aşrate” (on iki) arasında, bu kelimelere ait harflerin bulunduğu kelime adedi 12. ◉ Bulunduğu ibarede, “isneta aşrate ayna” (on iki pınar) ifadesine kadar kullanılan harf çeşidi 12. Allah Katında Ayların Sayısının 12 Olması Gerçek şu ki, Allah Katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah’ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesab (din) budur. Öyleyse bunlarda kendinize zulmetmeyin ve onların sizlerle topluca savaşması gibi siz de müşriklerle topluca savaşın. Ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir. (Tevbe Suresi, 36) ◉ Ayette “isna aşera” (on iki) ifadesine gelinceye kadar olan hece adedi tam 12’dir. ◉ “İsna aşera” (on iki) ifadesinden sonra ibare sonuna kadar olan noktalı harf adedi de 12’dir 70 Defa Bağışlanma Dileme Sen, onlar için ister bağışlanma dile, istersen dileme. Onlar için yetmiş kere bağışlanma dilesen de, Allah onları kesinlikle bağışlamaz. Bu, gerçekten onların Allah’a ve elçisine (karşı) nankörlük etmeleri dolayısıyladır. Allah fasıklar topluluğuna hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 80) ◉ “Seb’ine merraten” (yetmiş kere) ifadesinden itibaren ayet sonuna kadar olan harf adedi 70. ◉ Bu ayetteki noktasız harf adedi 70’tir. Yılların Sayısını ve Hesabı Bilme Güneş’i bir aydınlık, Ay’ı bir nur kılan ve yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona duraklar tespit eden O’dur. Allah, bunları ancak hak ile yaratmıştır. O, bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklamaktadır. (Yunus Suresi, 5) Bir Hicri ay ancak 29 gün veya 30 gün çekebilir. (Bunun dışında da bir ihtimal yoktur.) ◉ Kameri ay 29 veya 30 gündür. Ayette “yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona duraklar tespit eden O’dur” anlamına gelen “kadderahu menazile lita’lemu adede’ssinine velhisab” ifadesine gelinceye kadar olan harf adedi 29. Bir Hicri yıl 354 ya da 355 gün çekmektedir. (Bunların dışında bir ihtimal yoktur.) 105


Biz geceyi ve gündüzü iki ayet kıldık; gece ayetini sildik de Rabbinizden bir fazl aramanız, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için gündüzün ayetini aydınlatıcı kıldık. Biz, herşeyi yeterince açıkladık.(İsra Suresi, 12) Benzer 10 Sure Getirememeleri Yoksa: “Onu kendisi uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Haydi siz, yalan üzere uydurulmuş olarak onun benzeri on sure getirin ve eğer doğru sözlüyseniz, Allah’tan başka çağırabildiklerinizi çağırın.”(Hud Suresi, 13) ◉ Bulunduğu ibarede “aşri” (on) kelimesine kadar kullanılan harf çeşidi 10. ◉ Ayette “aşri” (on) kelimesine gelinceye kadar olan noktalı harf adedi 10. ◉ Ayette “yalan üzere uydurulmuş olarak onun benzeri on sure” anlamına gelen “biaşri süverin mislihi müftereyatin” ifadesine gelinceye kadar olan hece adedi 10. ◉ “De ki: “Haydi siz, yalan üzere uydurulmuş olarak onun benzeri on sure getirin” anlamına gelen “kul fe’tu biaşri süverin mislihi müftereyatın” ifadesindeki noktalı harf adedi 10. ◉ “Onun benzeri 10 sure” anlamına gelen “aşri süverin mislihi” ifadesindeki harf adedi 10. ◉ “Aşri süverin mislihi” (onun benzeri on sure) ifadesinden sonra ayet sonuna kadar olan kelime adedi 10. ◉ “Onun benzeri on sure” anlamına gelen “biaşri süverin mislihi” ifadesinde kullanılan harf çeşidi 10. ◉ Ayette “aşri süverin” (on sure) ifadesine kadar, “aşri süverin” ifadesindeki harfler 10 defa geçmektedir. Hz. Yusuf’un Rüyası ve 11 Yıldız … on bir yıldız, Güneş’i ve Ay’ı gördüm; bana secde etmektelerken gördüm” demişti. (Yusuf Suresi, 4) ◉ “On bir yıldız” anlamına gelen “ehade aşera kevkeben” ifadesindeki harf adedi 11’dir ◉ “Ehade aşera kevkeben” (on bir yıldız) ifadesine kadar olan kelime adedi 11. ◉ Ayette “ehade aşera kevkeben” (on bir yıldız) ifadesine gelinceye kadar, “ehade aşera kevkeben” ifadesindeki harfler 11 defa geçmektedir. İnsandaki Kromozom Sayısı 106


İnsanı bir damla sudan yarattı, buna rağmen o, apaçık bir düşmandır. (Nahl Suresi, 4) Erişkin bir insan bedeninde yaklaşık 100 trilyon hücre bulunmaktadır. Hücrelerin hepsi aynı genetik yapıya sahiptir. Bu genetik yapı, hücrenin çekirdeği içerisinde yer alan kromozomlarda bulunur. Bir insan hücresinde 23 çift, yani 46 adet kromozom vardır. Bunların 23’ü anneden 23’ü babadan gelmektedir. Bu kromozomlarda da, o insana ait özelliklerin kayıtlı olduğu DNA molekülleri vardır. Bilim dünyası, insan hücresindeki kromozom sayısının 46 olduğunu ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında öğrenebilmiştir. Kur’an’da “meni” ve “nutfe” kelimeleri, farklı şeyler olarak bahsedilmektedir. “Meni” bütünü, “nutfe” ise onun bir parçasını ifade etmek için kullanılmaktadır. * “Nutfe” kelimesi cümlede kullanılış yeri itibariyle, dilbilgisi kuralından ötürü, aşağıda nutfetin, nutfete, nutfeten gibi farklı şekillerde okunmaktadır. Ancak burada anlam değişikliği söz konusu değildir. ◉ Surede “nutfetin” kelimesine gelinceye kadar kullanılan harf çeşidi 23. ◉ Surede “nutfetin” kelimesine gelinceye kadar olan noktalı harf adedi 46. Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak’ı (hücre topluluğu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne Yücedir. (Mü’minun Suresi, 14) ◉ Müminun Suresi’nin 13. ayetindeki “nutfeten” ifadesinden itibaren 14. ayetteki “nutfete” ifadesine gelinceye kadar olan harf adedi 23. ◉ Suredeki “nutfete” ifadesine gelinceye kadar, “nutfete”ye ait harflerin bulunduğu kelime adedi 46. Allah sizi topraktan yarattı, sonra bir damla sudan. Sonra da sizi çift çift kıldı. O’nun bilgisi olmaksızın, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da. Ömür sürene, ömür verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta (yazılı)dır. Gerçekten bu, Allah’a göre kolaydır. (Fatır Suresi, 11) ◉ “Nutfetin” ifadesinden itibaren ayet sonuna kadar kullanılan harf çeşidi 23. O’dur ki, sizi topraktan, sonra bir damla sudan, sonra bir alak’tan (embriyo) yarattı; sonra sizi bir bebek olarak çıkarmakta, sonra güçlü (erginlik) çağınıza erişmeniz, sonra da yaşlanmanız için size (belli bir ömür vermektedir). Sizden kiminin daha önce hayatına son verilmektedir; adı konulmuş bir ecele erişmeniz ve belki aklınızı kullanmanız için (Allah sizi böyle yaşatır). (Mümin Suresi, 67) ◉ “Nutfetin” kelimesinden itibaren ibare sonuna kadar olan noktalı harf adedi 23.

107


◉ “Nutfetin” kelimesi ayette sondan başa doğru 23. kelimedir. ◉ Bu ayette kullanılan harf çeşidi 23’tür. ◉ Bu ayetteki noktalı harf adedi 46. Bir damla sudan (döl yatağına) meni döküldüğü zaman. (Necm Suresi, 46) ◉ “Nutfetin” ifadesinden sonra sure sonuna kadar, “nutfetin” ifadesinin harfleri 46 defa geçmektedir. ◉ “Nutfetin” ifadesinin bulunduğu ayetin numarası 46. Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık.(İnsan Suresi, 2) Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi? (Kıyamet Suresi, 37) ◉ Kıyamet Suresi 37. ayetteki “nutfe” ile İnsan Suresi 2. ayetteki “nutfe” arasında kullanılan harf çeşidi 23. ◉ Kıyamet Suresi’nde 37. ayetteki “nutfe”den itibaren İnsan Suresi 2. ayetteki “nutfe”ye kadar, “nutfe”ye ait harf bulunan kelime adedi 23. Petekteki Açılar Rabbin bal arısına vahyetti: “Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin.” (Nahl Suresi, 68) “Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uç.” Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır. (Nahl Suresi, 69) Bilindiği gibi bal arısı, ürettiği balı altıgen şeklindeki evlerine -peteklere- doldurmaktadır. Petek inşasında bütün şekiller içinde en ideali altıgendir. Örneğin, petek gözleri beşgen, sekizgen, dokuzgen vs. şeklinde olsaydı, bütün kenarları birbiriyle çakışmayacak; böylece petek gözleri arasında kullanılmayan kısımlar kalacaktı. Ancak arılar Allah’ın ilhamıyla altıgen şekilli petekler yaparak, en az balmumu ile en fazla bal depolarlar. ◉ Petekteki gözlerin iç açıları toplamı 720 derecedir. ◉ Petekteki her bir göz altıgendir. Altıgendeki her bir iç açı da 120 derecedir ◉ Nahl Suresi’nde bu konuya gelinceye kadar olan ibare* adedi 120.

108


*Kur’an okunurken kullanılan durak işaretleriyle veya ayet sonu-ayet baş ile ayrılan ifadeler. Kehf Ehli ve Mağarada 309 Yıl Kalmaları Sen, yoksa Kehf ve Rakim Ehlini Bizim şaşılacak ayetlerimizden mi sandın? (Kehf Suresi, 9) ◉ Surede “Ashabe’l Kehfi” (Kehf Ehli) ifadesine kadar olan hece adedi de 238’dir. ◉ Ayette “Ashabe’l Kehfi”ye (Kehf Ehli) gelinceye kadar kullanılan harf çeşidi 7. ◉ Ashabe’l Kehfi” (Kehf Ehli) ifadesinden itibaren ayet sonuna kadar olan kelime adedi 7. ◉ Surede Ashab-ı Kehf kıssasındaki, Rabbimiz’in “Allah” olarak zikredilen ismi 7 kez geçmektedir. ◉ Ashabe’l Kehfi” (Mağara Ehli) sayfadaki 7. ibarede bulunmaktadır ◉ Bu ayet, sayfada sondan başa doğru 7. ayettir. Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik). (Kehf Suresi, 11) Kur’an’da Ashab-ı Kehf’in mağarada ne kadar kaldıkları bildirilirken “Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar.” (Kehf Suresi, 25) denilmektedir. Müfessirler (tefsir edenler) bu ayeti açıklarken, Kehf Ehli’nin Güneş yılına göre 300 yıl, Kameri takvime göre ise 309 sene uyuduklarına işaret edildiğini ifade etmektedirler. ◉ Surede “nice seneler” anlamına gelen “sinine adeda” ifadesine kadar olan hece adedi tam 309’dur. ◉ Surede “sinine adeda” ifadesine gelinceye kadar olan noktasız harf adedi 309. Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık. (Kehf Suresi, 12) ◉ Bu ayette Ashab-ı Kehf’in uyandırılma sebebi olarak, hangi grubun uyuma müddetlerini daha iyi hesap edeceğini ortaya çıkarmak için olduğu bildirilmektedir. Bu ayete gelinceye kadar olan hece adedi tam 309. Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar. (Kehf Suresi, 25) Kur’an’da Ashab-ı Kehf’in mağarada kaldıkları sürenin doğrudan 309 sene olarak belirtilmeyip, 9 yıllık bir sürenin ilave edilmesi son derece hikmetlidir. Çünkü ifade şekli ile Güneş ve Ay yılları (Şemsi ve Kameri yıllar) arasındaki farka dikkat çekilmektedir. (Doğrusunu Allah bilir.) 109


Bilindiği gibi Güneş yılı, Dünya’nın Güneş etrafında dönmesinden meydana gelir ve Dünya’nın belirli bir noktadan ardı ardına 2 kere geçmesi arasında kalan 365,242217 Güneş günü, bir Güneş yılını oluşturur. Ay yılı ise 354,36768 günden ibarettir ki, bu Ay’ın Dünya etrafında 12 defa döndüğü süredir. Hesaplayacak olursak, Güneş ve Ay yılı arasında 10,874537 günlük bir fark vardır. Buna göre 100 Güneş senesi 103 Ay senesine denk gelir. ◉ 300 Güneş senesinin Ay senesi olarak karşılığını bulmak içinse -tam ayetteki gibi- 9 sene daha ilave etmek gerekmektedir. ◉ Surede bu ayete gelinceye kadar olan ayet numaralarının toplamı 300. (Miladi 300 sene, Hicri 309 sene demektir.) ◉ Ashab-ı Kehf’ten ve uyku sürelerinden bahseden son sayfa olan bu sayfadan sonra, Kur’an’ın sonuna kadar olan sayfa adedi 309. Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki: “Ne kadar kaldınız?” Dediler ki: “Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık.” Dediler ki: “Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin; ancak oldukça nazik davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin.” (Kehf Suresi, 19) Hz. Musa’nın 9 Mucizesi “Ve elini koynuna sok, kusursuz olarak bembeyaz çıksın, (bu,) Firavun ve kavmine olan dokuz ayet (mucize) içinde(n biri)dir. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdir.” (Neml Suresi, 12) ◉ “9 mucize” anlamına gelen “tis’i ayatin” ifadesinden sonra ibare sonuna kadar olan hece adedi 9. ◉ Ayette “tis’i ayatin” (9 mucize) ifadesine gelinceye kadar, “tis’i ayatin” ifadesindeki harfler 9 kelimede bulunmaktadır. ◉ “Tis’i ayatin” (9 mucize) ifadesinden itibaren ayet sonuna kadar olan kelime adedi 9. ◉ Tis’i ayatin” (9 mucize), surede sondan başa doğru 9. sayfada bulunmaktadır. ◉ Ayette “9” anlamına gelen “tis’i” kelimesine gelinceye kadar kullanılan noktasız harf çeşidi 9. ◉ “Tis’i” (9) kelimesinden itibaren ibare sonuna kadar kullanılan noktasız harf adedi 9. ◉ Tis’i” (9) ayette sondan başa doğru 9. kelimedir. Şehirdeki Dokuzlu Çete 110


Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik-düzenlik bırakmıyorlardı. (Neml Suresi, 48) ◉ “9 kişi” anlamına gelen “tis’atü rahtin” ifadesinden itibaren ayet sonuna kadar, “tis’atü rahtin” ifadesindeki harfler 9 defa geçmektedir. ◉ “Tis’atü rahtin” (9 kişi) ifadesinden itibaren ayet sonuna kadar olan noktalı harf adedi 9. ◉ ” Tis’atü rahtin” (9 kişi) ifadesinden itibaren ayet sonuna kadar kullanılan noktasız harf adedi 9. ◉ “Tis’atü rahtin” (9 kişi) ifadesinde, surenin mukattaa harfleri olan “ta, sin”e ait harflerin ebced değeri 9.130 (En küçük ebced hesabıyla) ◉ Hz. Salih ve Semud kavmi kıssasındaki ayet adedi 9. 99 Koyun Davası “Bu benim kardeşimdir, doksan dokuz koyunu vardır, benimse bir tek koyunum var. Buna rağmen “Onu da benim payıma (koyunlarıma) kat” dedi ve bana, konuşmada üstün geldi.” (Sad Suresi, 23) ◉ 99 koyunla ilgili konu, 21. ayette anlatılmaya başlanmaktadır. Hz. Davud’un bahsinin başından -17. ayetten itibaren- 21. ayete gelinceye kadar olan hece adedi 99’dur. ◉ 99 koyunla ilgili davanın konusu, ayet olarak 22. ayette anlatılmaya başlanmaktadır. 99 koyun davası, ibare olarak ise 22. ayetin 2. ibaresinde anlatılmaya başlanmaktadır ve bu ibare surede sondan başa doğru 99. ibaredir. ◉ 99 koyun davasının anlatılmaya başlandığı 22. ayetin 2. ibaresinden itibaren, 24. ayetteki “onun koyunları” anlamına gelen “niacihi” ifadesine kadar hece adedi de 99’dur. Yedi Gök O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? (Mülk Suresi, 3) ◉ “7 gök” anlamına gelen “seb’a semavat” ifadesinde kullanılan harf çeşidi 7. ◉ Ayette “seb’a semavat” (7 sema) ifadesine gelinceye kadar olan harf adedi 7.

111


◉ Seb’a” (7) kelimesinden itibaren ayet sonuna kadar, “seb’a” kelimesindeki harfler 7 defa geçmektedir. ◉ Surede “seb’a” (7) kelimesine gelinceye kadar, “seb’a” kelimesinin harfleri 7 defa geçmektedir. ◉ “Seb’a” (7) kelimesinden sonra ibare sonuna kadar olan hece adedi tam 7. On Geceye Yemin Fecre andolsun, on geceye, (Fecr Suresi, 1-2) ◉ Surede “10 gece” anlamına gelen “leyalin aşr” ifadesine kadar, bu ifadeye ait harfler 10 defa geçmektedir. ◉ Surede “leyalin aşr” (10 gece) ifadesine kadar olan noktasız harf adedi 10. Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın. (Bakara Suresi, 32)

Kur’an Allah’ın Sözüdür Kur’an’da geçen kelime tekrarlarının verdiği ortak sayılar, Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu ispatlayan açık delillerden yalnızca biridir. Gerek bilimsel konularda, gerek geçmişten ve gelecekten verilen haberlerde gerekse matematiksel şifrelemelerde o dönemde hiçbir insan tarafından bilinemeyecek gerçekler ayetlerde haber verilmiştir. Kur’an’ın içinde yer alan her bilgi, bu İlahi kitabın bilinmeyen gizli mucizeleri, Yüce Rabbimiz'in üstün aklının ve sonsuz ilminin delillerinden sadece bir tanesini göstermektedir. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır: “... Eğer o, Allah’tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok çelişkiler bulacaklardı” (Nisa Suresi, 82) KUR’AN’DA 19 KOD SİSTEMİ

112


Üzerinde on dokuz (görevli melek) vardır. Biz, cehennemin görevlilerini ancak meleklerden kıldık. Onların sayısını, inkâr edenler için bir imtihan vesilesi yaptık ki kendilerine kitap verilenler kesin olarak bilsinler, iman edenlerin imanı artsın, kendilerine kitap verilenler ve mü’minler şüpheye düşmesin, kalplerinde bir hastalık bulunanlar ile kâfirler, “Allah, örnek olarak bununla neyi anlatmak istedi” desinler. İşte böyle. Allah, dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir. Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir. Bu, insanlar için ancak bir uyarıdır.(Müddesir 30,31) “Aleyhâ tis’ate aşar: Onun üzerinde on dokuz vardır.” 19 rakamı ve tevafuklarla ilgili kısa bir özetini takdim etmeye çalışacağız. Bundan kastımız da fal veya falcılıkla iştigal edenlere böyle güzel bir kapı açmak ve haramla meşgul olma yerine helal ve güzel olan, zararsız bir uğraş alanı göstermektir. Yoksa bizim için Kur’an’ın kendisi esastır. Onda tevafuk olsa da olmasa da Allah’tan geldiğinde asla şüphemiz olmadığı için bir şey değişmez. Bunlar daha çok, meraklı kimselere hitap eden yönüdür ve onların bu hislerini tatmin etme ve bu manevi zevki yaşatma manasına matuf olmalıdır diye düşünüyoruz. Demek ki Cenab-ı Allah onları da hesaba katarak böyle bir şeyi ikram olarak verip iltifat buyurmuş. Besmele, Arapça orijinal yazılışı ile on dokuz harftir ve bu kendisinden sonra gelecek olan pek çok ayet ve surelere ve kendi içinde geçen isimlere tevafuk etmektedir.

“Neden 19 sayısı?” şeklindeki bir soruya verilecek cevap, yine bu sayının özelliklerini bilmekle mümkün olur. Bu maksatla biraz üzerinde durmakta ve bu sayıyı tanımakta yarar var: 19 sayısı, kendine, yani bire ve katlarına bölünebilir, bu yüzden ilgi çekicidir. 19’u meydana getiren 1 ve 9 sayıları, ondalık sistemin en küçük ve en büyük değerleridir. 19 sayısı 10 ile 9’un toplamından meydana gelmekte ve bu iki sayının karelerinin farkı yine 19’u vermektedir. (Yani: 100 – 81=19). 19 sayısının astronomide de önemli bir yeri vardır. Mesela, Kameri ve Şemsi (ay ve güneş) hesaplarına göre tespit edilen aylar arasında 19 senede bir gerçekleşen bir tevafuk / uyum vardır. 235 Kameri ay, 19 Şemsi senesine tam olarak uymaktadır. Dünya, ay ve güneş, her 19 yılda bir aynı konumlara gelmektedir. 19 yılda bir gerçekleşen bu olay, “Meton Devresi” olarak bilinir. 113


a) Esrarengiz Anahtar: Besmele Kur’an-ı Kerim’de 114 sure vardır. Bu da 19’un 6 katı eder. 9. Sure olan Tevbe suresi hariç olmak üzere, bütün surelerin başında bulunan ve Fatiha suresinin de ilk ayeti sayılan “Besmele” de Kur’an’da 114 defa geçmektedir. Tevbe suresinin başında bulunmayan Besmele ise 27. Sure olan ve 19. Cüzde bulunan Neml suresinin 30. Ayetidir. Burada da yine ayrı bir tevafuk bulunmaktadır ki, Tevbe suresinden itibaren sayılarak gidilirse, tam 19 sure sonra, Neml suresidir. Yine eksik Besmele, 27. Surenin 30. Ayetinde bulunmaktadır. Bunda da bir tevafuk var. 30 ile 27 toplânınca, 57 yapmaktadır. Bu da malum 19’un katıdır: Yani, 19x3 = 57’dir. Bu durumda kayıp yok. Burada bulduğumuz Besmele, diğer 113 Besmeleye ilave edilince rakam tamamlanıyor ve yine 19 şifresi bozulmuyor. Yani 114 : 6 = 19 veya 19 x 6 = 114. Böylece Besmele, Kur’an’ın tamamını açan bir anahtar durumunda oluyor. Besmeleyi meydana getiren Kur’an harflerinin sayısı da 19 adettir. Yine Besmeleyi meydana getiren dört kelimeden her biri de Kur’an’da 19 katı olarak bulunmaktadır. “İSM” kelimesi, bütün Kur’an’da 19 defa, “ALLAH” 2698 (19x142) defa geçmektedir. Buna yukarıda Üstad'ın tespitlerinde yer verdiğimiz 2806 rakamına bakılarak itiraz edilmesin. Çünkü Üstad, “Allah” yerine geçen zamirleri de sayıya dahil etmiştir. Fazlalık bu yüzdendir. Yine “ER-RAHMAN” 57 (19x3), “ER-RAHİM” 114 (19X6) defa geçmektedir. Bu dört kelimenin 19’un kaç katı geçtiğini gösteren rakamlar da yine 19’un katıdır. Yani: 1+142+3+6=152. 152 : 19 = 8 yapmaktadır veya 19x8 = 152’dir. b) İlk nazil olan Sure: Alâk Suresi.

Bilindiği gibi, Kur’an-ı Kerim’in ilk nazil olan suresi, Alâk suresidir. Alâk suresi, Kur’an nazil olup tamamlandıktan sonra Cibril (as)’in işaretiyle Peygamberimiz (s.a.v) tarafından tertip edilmiş ve sondan 19. Sure olarak yerleştirilmiştir. 19 ayeti vardır ve ilk vahyedilen ayetler, yani ilk beş ayet 19 kelimedir. Yine bu ayetleri teşkil eden harflerin sayısı da 76’dır. Yani, 19x4=76 veya 76’yı 19’a bölersek, 4 katını buluruz. Alâk suresinin harflerini tek tek sayarsanız, 285 rakamını bulursunuz. Bu da yine bir 19 şifresidir. Yani, 19x15 = 285. c) Kur’an-ı Kerim’in ilk nazil olduğu geceyi anlatan sure: Kadir Suresi. Kur’an-ı Kerim’in ilk nazil geceden bahseden surenin adı bilindiği gibi, Kadir Suresi. Bu surede de muhteşem bir güzellikle süslenmiş, 19 tevafukları var. Bu surenin harf sayısı tam 114. Yani 19’un 6 katı. Bu rakamı hatırlıyoruz. Kur’an surelerinin sayısı, Besmelenin sayısı. Bu da gösteriyor ki, Kur’an-ı Kerim’in indirilmeye başladığı geceden bahsetmesi, Kur’an'ın 114 sure olacağına ve her biri Besmele ile başlayacağına bir işaret. 114


Mucize içinde mucize görmek ve iç içe geçmeli sistemi (Matris sistemi) daha iyi anlamak istiyorsanız, yine aynı surenin ayetlerindeki harfleri tek saymalısınız. Bu sayıların 19 merkezli bir aritmetik dizi meydana getirdiği ve çeşitli kombinezonlarla 19’un 114’e kadar olan bütün katlarını ortaya koyduğunu göreceksiniz. Kadir suresinin 5 ayetinin harf sayıları 36, 18, 19, 20 ve 21 adettir. Evet, sadece bu sayı dizisiyle indirilen Kadir suresi bile Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu ispata kafidir. Sırf bu özelliğinden dolayı Kur’an-ı Kerim’i taklit etmek mümkün olmamıştır. Nitekim, bu gerçeği ifade eden bir ayet-i Kerim’e şöyledir: “(Ey Muhammed!) De ki: “İnsanlar ve cinler, bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine de yardım etseler, onun bir benzerini getiremezler.”(İsra 88) Bir başka ayette ise benzerini getirmeleri istenilen şey Kur’an değil, sadece bir suredir; kısa veya uzun bir sure o kadar: “Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’an’ın Allah sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa, haydi onun surelerinden birine benzer bir sure meydana getirin ve Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırırn, iddianızda haklı iseniz. Bunu yapamazsanız –ki hiçbir zaman yapamayacaksınız– yakıtı insanlar ve taşlar olan o ateşten sakının!”(Bakara 23) d) Üç İhlas bir Fatiha ile Hatimde 19 rakamı. Üç İhlâs bir Fatiha okuyarak hatim yerine niyaz ettiğimiz formül de yine 19 ayettir. İhlas suresi 4 ayet. 4x3 = 12. Fatiha suresi 7 ayet. 12+7 = 19. e) Huruf-u Mukattaa : Kesik harfler. SAD: Başında mukattaa olarak bulunan Sad harfi bulunan 7, 19 ve 38. Sureleri, yani Araf, Meryem ve Sâd surelerini ele aldığımızda, bu üç suredeki harflerin toplam sayısı da 152 dir. Yani 19’un 8 katı. NUN: Bu harfle başlayan 68. Surenin (Kalem Suresi) çeşitli yerlerine dağılan Nun harflerini sayınca, çıkan rakamın 133 olduğunu göreceksiniz. Yani 19’un 7 katı. KEF, HA, YA, AYIN, SAD: Bu seferde 19. sureyi, Meryem suresini ele alalım. Bu surenin başında yer alan Mukatta harflerinin sayısı 798 olup, 19’un 42 katıdır. HA, MİM, AYIN, SİN, KAF: 42. sure, Şura suresinin ilk ayetlerinde yer alan Ha, Mim, Ayn, Sin, Kaf harflerinin bu surede ne kadar geçtiğini sayacak olursak, 570 adet olduğunu göreceğiz. Yani 19’un tam 30 katı. Yani, 570 : 19 = 30. ELİF, LAM, MİM, RA: 13. sure olan Ra’d suresinin başındaki Elif, Lam, Mim, Ra harflerinin suredeki adedi ise 1501 dir. Yani, 19’un tam tamına 79 katı. ELİF, LAM, MİM: Değişik bir misal olarak, başında Elif, Lam, Mim harflerinin bulunduğu 7 sure var ve bu yedi surede geçen Elif, Lam, Mim harflerinin toplamı 26676 dır. Yani, 19’a bölersek 1404 rakamını buluruz. Bu da bize bu harflerin toplam sayısının 19 un 1404 katı olduğunu gösterir.

115


HA, MİM: Kur’anda yine 7 surede Ha, Mim şifresi vardır. Bu şifrelerin geçtiği suredeki Ha ve Mim harflerinin toplamı 2147 dir. Yani, 113x19 dur. KAF: Kur’anda 50. Sure Kaf suresidir. İlk ayeti olan Kaf harfinden dolayı bu adı almıştır. Sure boyunca geçen Kaf harfinin sayısı 57’dir. Yani, 19’un 3 katı. Bir fazla olsa 58 olur ve şifreyi bozar. İşte bu surede bu inceliğe ve dikkate rastlıyoruz. Bu sureyi ilginç kılan husus da budur. Yani, millet ve topluluk anlamına gelen “Kavim” kelimesi başında “Kaf” bulunduğu için değiştirilir. Bir fazla gelse şifreyi bozacağı için “Kavmi Lut” yerine “ve ihvani Lut” diye ifade edilmiştir. HA, MİM, AYIN, SİN, KAF: Başındaki mukatta harflerinin arasında Kaf harfi bulunan bir sure daha vardır. Bu da 42. Sure olup, yani Şura suresi olup, başında beş harfli bir terkip vardır. Bu surede geçen “Kaf” harflerinin sayısı yukarıda da ifade ettiğimiz gibi 57’dir. Yani, 19’un 3 katı. 42. ve 50. Surelerdeki Kaf harfi sayıları 114 yapmaktadır. Bu da Kaf harfiye başlayan Kur’an’a güzel bir işarettir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Kur’an 114 suredir. Uyum her yerde aynı, tevafuklarda şaşma yok. Demek ki bu 19 da ciddi bir maksat var ve bunu yapan kasten yapmıştır. Yoksa Kur’an gibi makamı, mevkisi, beyanı, manası ve indirilişi ile tamamen üstün bir keyfiyete ve mucizeliğe sahip olan bir kitap da basit bile olsa hata yapılmaz. Bu yüzden bazılarının takılıp kaldığı “RAHİM”kelimesinin bir fazla geçtiği iddiası ortalığı karıştırmış ve bazıları sınavı kaybetmiştir. Çünkü söz konusu fazla “Rahim” kelimesi her yerde Allah için kullanıldığı halde, Tevbe suresinde yani, 9. Surenin 128. Ayetinde Hz. Peygamber (s.a.v) için kullanılmıştır. Bu Allah’ın ona bir iltifatı ve kadrini bilmemiz için bize düşkünlüğünü ifade eden bir hatırlatmadır. Bu yüzden şifre yine bozulmuyor. Buna itiraz eden kişi, ya kasten karıştırmak istedi, ya da oradaki zamirin Hz. Peygambere (s.a.v) atıf olduğunu bilmeyecek kadar Arapça’yı bilmeyen birisi idi.

Bu misalleri uzatmak mümkündür. Ancak biz, bir örnek daha vermek sureti ile konuyu noktalamak istiyoruz. O da Bakara suresinin 245. Ayetidir. Bu ayetteki “Basta” kelimesinin okunuşu “Sin” ile, yazılışı “Sad” iledir. Bunu Peygamberimize bizzat Cebrail’in dikte ettirdiği nakledilmektedir. Çünkü “yebsutu” kelimesi “Sin” harfi ile yazılırsa bu suredeki “Sin” sayısı fazla olacak ve şifre bozulacaktır. Bunun yerine “Sad” harfiyle yazdırılması dikte ettirilmiştir 116


ve bütün Kur’an nüshalarında Sad’ın altında küçük bir Sin vardır. Bu da "bu kelimeyi Sad ile yazdırdık, ancak siz Sin ile okuyun" anlamına gelmektedir. Çünkü Sad harfiyle yazılmamış olsaydı bu surede bir adet Sad harfi eksik olacak ve şifre bozulacaktı, tıpkı yukarıda anlattığımız Kaf harfi misalinde olduğu gibi. Bunları görmezlikten gelmek kısaca, nasipsizlikten başka bir şey değildir. Ne diyelim Allah hidayet versin. Bu da 19’un ayrı bir cilvesidir. Çünkü Arap alfabesindeki H, D, Y harflerinden meydana gelen HÜDA (HDY) kelimesinin Ebced hesabına göre sayı değeri de yine 19 etmektedir. Hüda kelimesi Kur’an'da çok tekrarlanır ve yol gösterici, hidayete erdirici manasına gelmektedir. “... Allah kime hidayet ederse, o doğru yoldadır. Kimi de sapıklıkta bırakırsa, artık onun için doğru yolu gösterecek bir dost bulamazsın.”(Kehf 17) ayetinde olduğu gibi. Hidayet elbette Allah’tandır. Ancak, kişinin kendi iradesiyle hidayetini istemesi ve bunun için az da olsa bir gayret sarf etmesi gerekmektedir. Tıpkı bir işe girmek isteyen kişinin önce bir dilekçe ile müracaat etmesi gibi, işin peşine düşmesi ve hidayete talip olduğunu bildirmesi gerekmektedir. Kur’an'da 114 (19 x 6) besmele bulunur. Bu sayı da 19'un 6 katıdır. Kuran'da 113 sure besmele ile başlar. Başında besmele bulunmayan tek sure, 9 numaralı Tevbe Suresi'dir. Kur’an'da sadece Neml Suresi'nde iki besmele bulunmaktadır. Bu besmelelerden biri surenin başında diğeri ise 30. ayette yer alır. Besmele ile başlamayan Tevbe Suresi'nden itibaren saymaya başlanıldığında Neml Suresi'nin 19. sırada yer aldığı görülecektir.

19 sure sonra gelen 27 numaralı Neml Suresi'nin hem başında, hem de 30. ayetinde besmele vardır. Böylece 27. surede iki besmele bulunur. Besmeleleri 114'e tamamlayan 27. surenin 30. ayetidir. Ayrıca sure ve ayet numaralarını yani 27 ve 30'u topladığımızda 57 (19 x 3) sayısını buluruz. 117


KUR’AN’DAKİ GELECEK İLE İLGİLİ AYETLER Bizans'ın Galibiyeti Kur’an'ın gelecek hakkında verdiği haberlerden biri Rum Suresi'nin hemen başındaki ayetlerde yer alır. Bu ayetlerde Bizans İmparatorluğu'nun bir yenilgiye uğradığı, ama çok kısa bir zaman sonra tekrar galip geleceği şöyle bildirilmiştir: Elif, Lam, Mim. Rum (orduları) yenilgiye uğradı. "Dünyanın en alçak yerinde". Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Üç ile dokuz yıl içinde. Bundan önce de, sonra da emir Allah'ındır. Ve o gün müminler sevineceklerdir. (Rum Suresi, 1-4)

Lut Gölü'nün fotoğrafı görülmektedir. Lut Gölü'nün rakımı ancak modern çağlardaki ölçümlerle tespit edilebilmiştir. Bu tespitler doğrultusunda da "yeryüzünün en alçak yeri"nin bu bölge olduğu ortaya çıkmıştır.

Bu ayetler, Hıristiyan olan Bizanslıların, putperest bir toplum olan Persler karşısında çok ağır bir yenilgiye uğramasından yaklaşık 7 sene sonra, MS 620 civarında indirilmişti. Ve ayetlerde Bizans'ın çok yakında galip geleceği haber veriliyordu. Oysa o sırada Bizans o kadar büyük kayıplara uğramıştı ki, değil tekrar galip gelmesi, ayakta kalması bile imkansız görülüyordu. Yalnız Persler değil, Avarlar, Slavlar ve Lombardlar da Bizans Devleti'ne karşı büyük tehdit oluşturmaktaydı. Avarlar İstanbul önlerine kadar gelmişlerdi. Bizans Kralı Heraklius, ordunun masraflarını karşılayabilmek için kiliselerdeki altın ve gümüş süs eşyalarının eritilip paraya 118


çevrilmesini emretmişti. Hatta bunlar da yetmeyince bronzdan heykeller bile para yapımı için eritilmeye başlanmıştı. Pek çok vali Kral Heraklius'a isyan etmiş, İmparatorluk parçalanma noktasına gelmişti. Önceden Bizans toprağı olan Mezopotamya, Kilikya, Suriye, Filistin, Mısır ve Ermenistan, putperest Perslerin işgali altına girmişti. Kısacası, herkes Bizans'ın yok olmasını bekliyordu. Ama tam bu dönemde, Rum Suresi'nin ilk ayetleri vahyedildi ve Bizans'ın dokuz yıl geçmeden yeniden galip geleceği haber verildi. Bu galibiyet öylesine imkansız gözüküyordu ki, Arap müşrikleri Kur’an'da haber verilen bu zaferin, asla gerçekleşmeyeceğini düşünüyorlardı.

Fakat Kur’an'ın tüm haberleri gibi bu da hiç kuşkusuz gerçekti. Rum Suresi'nin ilk ayetlerinin indirilmesinden yaklaşık 7 yıl sonra, MS 627 yılının Aralık ayında, Bizans ve Pers İmparatorlukları arasında Ninova harabeleri yakınında büyük bir savaş daha oldu. Ve bu kez Bizans ordusu, Persleri yenilgiye uğrattı. Birkaç ay sonra da Persler işgal ettikleri yerleri Bizans'a geri veren bir anlaşma imzalamak zorunda kaldılar. Böylece Allah'ın Kur’an'da bildirdiği "Rum'un zaferi", mucizevi bir şekilde gerçek oldu. Bu ayetlerde yer alan bir başka mucize de, o dönemde kimsenin tespit etmesinin mümkün olmadığı coğrafi bir gerçeğin haber verilmesidir. Rum Suresi'nin 3. ayetinde, Rumların "Dünyanın en alçak yerinde" yenildikleri belirtilir. Arapçası "edna el-ard" olan bu ifade, bazı meallerde "yakın bir yer" olarak da tercüme edilir. Ancak bu tercüme, orijinal ifadenin tam karşılığı değil, mecazi bir yorumudur. "Edna" kelimesi Arapçada "alçak" demek olan "deni" kelimesinden türemiştir ve "en alçak" anlamına gelir. "Ard" ise yeryüzü demektir. Dolayısıyla "edna el-ard" ifadesi de "yeryüzünün en alçak yeri" manasına gelmektedir. LUT GÖLÜ

119


Bazı tefsirciler söz konusu bölgenin Araplara yakınlığını göz önünde bulundurarak kelimenin "en yakın" anlamını tercih etmektedirler. Ancak kelimenin asıl anlamı, Kur’an'ın indirildiği dönemde bilinmesi mümkün olmayan çok önemli bir jeolojik gerçeğe işaret etmektedir. Çünkü Dünya'nın en alçak yerini araştırdığımızda, bu noktanın tam Bizanslıların yenilgiye uğradığı yer olan Lut Gölü (Dead Sea) havzası olduğunu buluruz. Bizans İmparatorluğu ile Persler arasındaki savaşın gerçekleştiği söz konusu yer, Suriye, Filistin ve şimdiki Ürdün topraklarının kesiştiği bölgede yer alan Lut Gölü havzasıdır. Ve belirttiğimiz gibi deniz seviyesinden 395 metre aşağıda olan Lut Gölü çevresi, yeryüzünün "en alçak" bölgesidir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Lut Gölü'nün rakımının, yalnızca modern çağdaki ölçümlerle tespit edilmiş olmasıdır. Daha önce hiç kimsenin Lut Gölü'nün Dünya'nın en alçak bölgesi olduğunu bilmesi mümkün değildir. Ama bu bölge Kur’an'da "yeryüzünün en alçak yeri" olarak tanımlanmıştır. Bu bilgi, Kur’an'ın Allah'ın sözü olduğunun bir başka delilini oluşturmaktadır. Firavun'un Cesedinin Korunması Firavun kendini ilah olarak kabul etmekte ve Hz. Musa'nın Allah'a iman etmesi için yaptığı davetlere karşı iftira ve tehditle karşılık vermektedir. Firavun bu kibirli tavrını ancak, ölüm tehlikesi ile karşılaşıp suların altında kalacağını anlayana dek sürdürmüştür.(Firavunun adının Thutmose veya Amenhotep olduğu tahmin ediliyor.Yaşadığı dönem M.Ö 1500)Kur’an'da Firavun'un, Allah'ın azabıyla karşılaştığında, hemen imana yöneldiği şu ayetle bildirilir: Biz, İsrailoğulları'nı denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): "İsrailoğulları'nın kendisine inandığı (İlahtan) başka İlah olmadığına inandım ve ben de Müslümanlardanım" dedi. (Yunus Suresi, 90) 120


Ancak Allah Firavun'un böyle bir anda iman etmesini kabul etmemiştir. Allah Firavun'un bu samimiyetsiz tavrını Kur’an'da şu ayetlerle bildirir: Şimdi, öyle mi? Oysa sen önceleri isyan etmiştin ve bozgunculuk çıkaranlardandın. Bugün ise, senden sonrakilere bir ayet (tarihi bir belge, ibret) olman için seni yalnızca bedeninle kurtaracağız (herkese cesedini göstereceğiz). Gerçekten insanlardan çoğu, Bizim ayetlerimizden habersizdirler. (Yunus Suresi, 91-92)

Firavun ‘un cesedi Ayette Firavun'a ait cesedin gelecek nesillere ibret olacağının bildirilmesi, cesedin "bozulmamış" olacağına bir işaret olarak kabul edilebilir. Kuran'da 1400 sene evvelden haber verildiği gibi, halen tarihsel bir belge olarak bulunan bir ceset Kahire'deki Mısır Müzesi'nin Kraliyet Mumyaları Odasında sergilenmektedir. Büyük bir ihtimalle, sular üstüne kapanıp boğulduktan sonra, Firavun'un cesedi kıyıya vurmuş ve Mısırlılar tarafından bulunarak önceden yapılmış olan mezarına götürülmüştür. Mekke'nin Fethi Andolsun Allah, elçisinin gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse, mutlaka siz Mescid-i Haram'a güven içinde, saçlarınızı tıraş etmiş, (kiminiz de) kısaltmış olarak (ve) korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilmediğinizi bildi, böylece bundan önce size yakın bir fetih (nasib) kıldı. (Fetih Suresi, 27) Peygamber Efendimiz, Medine'de iken gördüğü bir rüyasında, müminlerin güven içinde Mescid-i Haram'a girdiklerini ve Kabe'yi tavaf ettiklerini görmüş ve müminleri bu haberle müjdelemişti. Çünkü, Mekke'den Medine'ye hicret eden müminler, o zamandan beri Mekke'ye gidemiyorlardı. Allah, Peygamberimiz (sav)'e katından bir yardım ve destek olarak Fetih Suresi'nin 27. ayetini vahyetmiş ve rüyasının doğru olduğunu eğer Allah dilerse müminlerin Mekke'ye girebileceklerini bildirmiştir. Gerçekten de, bir süre sonra, önce Hudeybiye Barışı ve ardından gelen Mekke'nin fethi ile, Müslümanlar aynı ayette bildirildiği gibi güven içinde Mescid-i

121


Haram'a girmişlerdir. Böylece Allah, Peygamber Efendimizin önceden haber verdiği müjdenin gerçek olduğunu göstermiştir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta vardır. Fetih Suresi'nin 27. ayetine dikkat edilirse, Mekke'nin fethinden önce gerçekleşecek bir başka fetihten daha söz edildiği görülecektir. Nitekim ayette haber verildiği gibi Müslümanlar, önce Yahudilerin elinde bulunan Hayber Kalesi'ni fethetmişler, daha sonra da Mekke'ye girmişlerdir. Mekke'nin fethinin müjdelendiği diğer ayetlerden bazıları ise şöyledir: Onlara karşı size zafer verdikten sonra, Mekke'nin göbeğinde ellerini sizden ve sizin de ellerinizi onlardan çeken O'dur. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir. (Fetih Suresi, 24) Şüphesiz, Biz sana apaçık bir fetih verdik. Öyle ki Allah, senin geçmiş ve gelecek (her) günahını bağışlasın, üzerindeki nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola yöneltsin. Ve Allah, sana 'üstün ve onurlu' bir zaferle yardım etsin. (Fetih Suresi, 1-3) İsra Suresi'nin 76. ayetinde ise, inkarcıların da Mekke'de kalamayacakları şöyle bildirilmiştir: Neredeyse seni (bu) yerden (yurdundan) çıkarmak için tedirgin edeceklerdi; bu durumda kendileri de senden sonra az bir süreden başka kalamazlar. (İsra Suresi, 76) Peygamberimiz (sav) Hicret'in 8. yılında Mekke'ye girerek bu şehri fethetmiştir. İki sene sonra da, Allah'ın Kur’an'da bildirdiği gibi inkarcılar Mekke'den çıkmışlardır. Burada önemli olan bir başka nokta ise şudur: Peygamber Efendimiz müminlere bu müjdeleri verdiğinde, mevcut durum hiç de bu yönde değildir. Hatta, koşullar tam aksini göstermekte, müşrikler müminleri kesinlikle Mekke'ye sokmamakta kararlı görünmektedirler. Bu ise, kalbinde hastalık olanların, Peygamber Efendimizin söylediklerine şüphe ile bakmalarına neden olmuştur. Ancak Peygamberimiz (sav) Allah'a güvenerek, insanların ne diyeceklerini hiç önemsemeden, Allah'ın kendisine bildirdiğine iman etmiş ve bunu insanlara açıklamıştır. Söylediklerinin yakın bir gelecekte gerçekleşmesi de Kur’an'ın önemli bir mucizesidir. İsrailoğulları'nın Kibirli Yükselişleri Kitapta İsrailoğulları'na şu hükmü verdik: "Muhakkak siz yer(yüzün) de iki defa bozgunculuk çıkaracaksınız ve muhakkak büyük bir kibirleniş-yükselişle kibirlenecekyükseleceksiniz. Nitekim o ikiden ilk-vaid geldiği zaman, oldukça zorlu olan kullarımızı üzerinize gönderdik de (sizi) evlerin aralarına kadar girip araştırdılar. Bu yerine 122


getirilmesi gereken bir sözdü. Sonra onlara karşı size tekrar 'güç ve kuvvet verdik', size mallar ve çocuklarla yardım ettik ve topluluk olarak sizi sayıca çok kıldık. (İsra Suresi, 4-6) İsra Suresi'ndeki bu ayetlerde bildirildiği gibi, İsrailoğulları yeryüzünde iki kez bozgunculuk çıkaracaklardır. Bunlardan ilk "bozgun ve kibirli yükseliş"lerinin ardından, Allah onların üzerine güçlü bir ordu gönderdiğini bildirmektedir. Gerçekten de İsrailoğulları, Hz. Yahya'yı öldürdükleri ve Hz. İsa'yı öldürmek için tuzak kurdukları dönemin, yani kibirli yükselişlerinin ve bozgunculuklarının hemen ardından, MS 70 yılında, Romalılar tarafından Kudüs'ten sürülmüşlerdir. MS 70 yılında Filistin'den sürülmelerinin ardından Yahudiler tüm dünyaya yayılmışlardır. Peygamber Efendimize bu ayet vahyedildiği zaman da, Yahudiler çeşitli ülkelerde dağınık şekilde yaşamaktaydılar ve bir devletleri bulunmamaktaydı. Ancak Allah ayetlerde İsrailoğulları'na tekrar güç vereceğini haber vermiştir.

Peygamber Efendimizin hayatta olduğu dönemde oldukça uzak ve zor bir ihtimal olarak görünen bu olay, daha sonra tam olarak gerçekleşmiştir. Yahudiler, Filistin'e geri dönmüşler ve 1948 yılında İsrail Devleti'ini kurmuşlardır. İsrail'in günümüzdeki siyasi ve askeri gücü ve sahip olduğu ırkçı Siyonist ideoloji nedeniyle yine Ortadoğu'da estirdiği terör ise bilinen bir gerçektir. İsrailoğulları ile ilgili olan bu ayette ve diğer ayetlerde önemli olan noktalardan biri, o dönemde imkansız görünen ve olmasına dair hiçbir gelişme veya ipucu bulunmayan olayların, ileride gerçekleşeceğinin haber verilmesidir. Elbette tüm bunlar, Kur’an'ın bir mucizesidir.

Hz. Peygamber (asm)'in Korunması Yüce Allah şu ayette, Hz. Peygamber (asm)'in ilâhî koruma altında olduğunu bildirir: “Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Bunu yapmazsan, elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.” (Maide, 5/67). Gayba ait bu ilâhî kefillikten dolayıdır ki, İslâm düşmanlarından hiçbiri, Hz. Peygamberi öldürmeye güç yetirememiş ve esir de alamamıştır. Hâlbuki düşmanları pek çok ve imkânları da yerindeydi. Üstelik daima, O’nu ve davasını yok etmek için fırsat kolluyorlardı. Hz. Peygamber ise, zayıf bir konumda idi, yardımcıları azdı. 123


Üstteki ayet nazil olduktan sonra Hz. Peygamber, muhafızlığını yapan zâtlara der: “Artık gidebilirsiniz, Rabbim beni koruyor.” (Tirmizî, Tefsîr, 5/6) Evet, bu ilâhî vaad gerçekleşmiş, Hz. Peygamber, o kadar düşmanları içinde, pek çok suikastlara maruz kaldığı halde yatağında vefat etmiştir. Kur’an’ın Korunması Peygamberini koruyacağını taahhüd eden Allah, ezelî kelâmı olan Kur’an’ı da koruyacağını şu ayetle ilan eder: “Şüphesiz ki Zikri biz indirdik. Onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr, 15/9). “Zikr”, Kur’an’ın isimlerinden biridir. Evet, bir öğüt olan Kur’an bugüne kadar İlâhî koruma altında gelmiştir. Bu korumanın nasıl tecellî ettiğini daha iyi anlamak için, onun günümüze kadarki geliş seyrine ana hatlarıyla bakmakta yarar görüyoruz: Hz. Peygamber, kendisine vahiy geldiğinde, gelen vahyi yazdırıp, “Bu ayeti şu sureye koyun” şeklinde talimat vermektedir. Ayrıca, her sene, o âna kadar gelen ayetleri Hz. Cebrail’e arzetmiştir. Vefatı senesinde bu arz, iki defa yapılmıştır. Hz. Ebu Bekir döneminde Kur’an mushaf haline getirilmiş, Hz. Osman döneminde ise, nüshaları çoğaltılarak belli başlı İslâm merkezlerine gönderilmiştir. Daha sonraki devirlerde ise; hem yazılmak, hem de ezberlenmek suretiyle tebdîl ve tağyîrden, ziyade ve noksandan korunarak günümüze kadar değişmeden gelmiştir. Her asırda sayıları milyonları bulan hafızlar, Kur’an’ın lafzının korunmasının canlı şahitleridir. Hatta bu hafızlar içinde beş yaşında çocuklar bile çıkması, bu ilâhî korumanın bir görünümü durumundadır. Farz-ı muhal olarak, bugün yeryüzünde bir tek nüsha Kur’an kalmasa, tek bir harfini değiştirmeden yazdırabilecek yüz binlerce hafız vardır. Kur’an’ın lafzen korunduğunun en büyük delîli, dünyanın her tarafındaki Kur’an nüshalarının aynı oluşudur. Hristiyanların dört İncili olduğu gibi, Müslümanların dört Kur’an’ı yoktur. Kur’an’ın i’câzı, onun herhangi bir değişikliğe uğratılmasına engeldir. Beşer kelâmından farklı oluşu, onu ebedî bir mucize kılmıştır. O’nun i’cazı, bir şehri kuşatan sur ve istihkam gibi onu muhafaza etmiştir. Nasıl ki, her tarafı aydınlatan güneşin ışığı, bizim yaktığımız mumlardan, lambalardan, elektrikten farklıdır, üzerinde “semavîlik” mührü vardır. Onun gibi, semâvî olan Kur’an’ın da beyanında, üslubunda “İlâhîlik” damgası mevcuttur. Bu öyle bir damgadır ki, bu güne kadar hiç bir beşer, bunu taklîde muvaffak olamamıştır. Bir derece açıkladığımız gibi, Kur’an’ın korunmasını taahhüd eden baştaki ayet, gaybdan bir haberdir. Verilen bu haber aynen çıkmıştır. Bu vaad, Rasulullah zamanında soyut bir iddia idi. Bu kadar asırlar geçtikten ve bu kadar çeşitli olaylardan sonra Kur’an’ın korunması vaadi, onun Rabbânî menşeli oluşuna şahitlik eden bir mucizedir. 124


Cenab-ı Hak, bu korumayı bir başka ayette şu şekilde bildiriyor: “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek isterler. Allah ise nurunu tamamlayacaktır. Velev kâfirler hoşlanmasalar da...” (Saff, 61/8). Müfessir Kurtubî ayette geçen “Allah’ın nuru” ifadesinin “Kur’an, İslâm, Hz. Peygamber, Allah’ın hüccet ve delilleri” şeklinde dört çeşit açıklamasını yapıp beşinci olarak şunları söyler: Bunun anlamı, nasıl ki güneşin nurunu söndürmek isteyen bunu başaramazsa, hakkı iptal etmek isteyen de başaramaz, anlamında bir meseldir. (Kurtubî, XVIII, 85) Evet, tarih boyunca bu nuru söndürmek isteyenler kendileri söndüler. Onu yok etmek isteyenlerin kendileri yok oldular. On dört asırlık İslâm tarihi boyunca müslümanlar çok büyük fitneler yaşadılar. Kur’an, bütün bu fitneler içinden tebdîl ve tahriften korunmuş olarak çıktı. Günümüzde olduğu gibi, müslümanlara öyle zamanlar geldi ki, kendilerini himayeden aciz kaldılar. İnançlarını savunamadılar. Sistemlerini devam ettiremediler. Topraklarını, mallarını, ahlaklarını koruyamadılar. Hatta, akıl ve idrâklerine sahip çıkamadılar. Din düşmanları, onların bütün iyi özelliklerini kötü özelliklerle değiştirdiler. Fakat bir şeyi değiştiremediler: Kur’an’ı... Bunu istemiyor değillerdi. Bilakis, en şiddetli bir arzuyla buna çalışıyorlardı. Zahirî şartlar, bu emellerine uygun görünmekle beraber, bu korunmuş kitaba bir şey yapamadılar. Hem de Kur’an’a bağlı olanların, onu koruyamadığı, onu arkalarına attıkları bir zamanda... Güneşin Sonunun Geleceği 1400 Sene Önce Haber Verildi Günümüzde bütün astrofizik ve astronomi bilim insanları güneşin ve yıldızların bir ömrü olduğunu ve bir gün bunların söneceğini söylüyor.Yüce Allah Kur’an’da bunu 1400 sene önce kıyamet günü yaşanacaklar arasında olduğunu haber vermişti. Güneş, karanlığa gömüldüğünde, ve yıldızlar ışıklarını yitirdiğinde, (Tekvir 1-2) Günümüz ilim çevrelerinde “Kıyamet kopar mı, kopmaz mı?” tartışmaları yerine “Acaba, kıyamet ne zaman ve nasıl kopacak” meseleleri konuşuluyor. Çünkü en azından bir gün gelip güneşin enerjisinin biteceği ve böylece yeryüzünde hayatın sona ereceği, bütün çevrelerce kabul edilmektedir. Sapasağlam görülen birinin, aniden kalp sektesinden hayatını kaybetmesi gibi, şu yaşlı dünyamızın da ani bir sekte ile ömrünü tamamlaması, hiç de akıldan uzak değildir. Bir kuyruklu yıldızın dünyamıza çarpması veya yörüngesinden çıkan bir yıldızın başkalarıyla çarpışıp kâinattaki dengeyi bozması, bu sekteye bir sebep olabilir.

125


Kur’an’ın açık bir ifadeyle, “kıyamet yaklaştı” demesi, bunun en büyük bir delilidir. (Kamer, 54/1) Kur’an’ın bu haberinin üzerinden on dört asırlık bir zaman geçmesi, kıyametin yakınlığına zarar vermez. Çünkü dünyanın milyarlarca senelik ömrü içinde on dört asır, az bir zaman dilimi sayılır.

Kur’an’ın, özellikle son cüzünde yer alan surelerde, kıyametten tablolar çizilir. Buna göre, kıyamet koptuğunda: Güneş dürülüp toplanacak, yıldızlar dökülecek, dağlar yerinden ayrılacak, vahşi hayvanlar bir araya toplanacak, denizler alev alev yanacak. (Tekvîr, 1-6). Gök yarılacak, yıldızlar saçılacak, denizler kaynayıp birbirine karışacak, kabirlerin altı üstüne getirilecek (İnfitar, 82/1-4).

126


Böylece, kıyamet kopacak. Yeni bir âlem gelecek. Allah’ın mülkünde bir sayfa kapanırken, yeni bir sayfa açılacak. Kapatılan sayfada “fanîlik” mührü varken, yeni açılan sayfaya “ebedîlik damgası” vurulacak. Kıyamet koptuğunda: “O gün arz, başka arza, semavat başka semâvata çevrilir.”âyetinin hakikatı tecelli edecek. (İbrahim, 14/48) Tebbet suresi Ebu Leheb’in elleri kurusun, zaten kendisi bile kurudu! Ne malı işine yaradı ne de kazancı! O, alevli bir ateşte kızaracak. Karısı da odun hamallığı yapacak, Üstelik gerdanında liften bükülmüş bir ip bulunacaktır. *Surede Ebu leheb’in ve karısının kafir olarak öleceği önceden haber verilmiştir.Tebbet suresi Mekki bir suredir.23 senelik peygamberlik döneminin ilk 5 yılında inmiştir.Hz.Muhammed nereden bilebilirdi ileriki yıllarda Leheb ‘in müslüman olmayacağını.Böyle bir şeyi bilemezdi.Neden davasını sarsıcak bir öngörüde bulunsun,Ebu Leheb’in Müslüman olma ihtimalini göz önünde bulundurması gerekirdi.Eğer ki kendi yazmış olsaydı Kur’an’ı.Her şeyi bilen yalnız Allah’tır. Yüce Allah’tır vahyin sahibi. Hz. Muhammed değildir Kur’an’ın yazarı. KURAN'IN GEÇMİŞ DÖNEMLERLE İLGİLİ HABERLERİ Haman ve Eski Mısır Yazıtları Kur’an'da Eski Mısır hakkında verilen bilgilerin bazıları yakın zamana kadar gizli kalmış bazı tarihsel gerçekleri açığa çıkarmaktadır. Bu gerçekler, Kur’an'daki her kelimenin belirli bir hikmete göre kullanıldığını da bize göstermektedir. Kur’an'da Firavun'la birlikte adı geçen kişilerden birisi "Haman"dır. Haman, Kuran'ın 6 ayetinde, Firavun'un en yakın adamlarından biri olarak zikredilir. Buna karşılık Tevrat'ta Hz. Musa'nın hayatını anlatan bölümde, Haman'ın adı hiç geçmez. Fakat Haman ismi Eski Ahit'in sonraki bölümlerinde, Hz. Musa'dan yaklaşık 1100 sene sonra yaşamış ve Yahudilere zulmetmiş bir Babil kralının yardımcısı olarak geçmektedir. Kur’an hakkında akıl dışı yorumlarda bulunan bazı gayrimüslimlerin iddialarının dayanaksız olduğu bir Mısır hiyeroglifinin bundan yaklaşık 200 yıl önce çözülüp, eski Mısır yazıtlarında "Haman" isminin bulunmasıyla ortaya çıktı. 18. yüzyıla dek Eski Mısır dilinde yazılmış kitabeler ve yazılar okunamıyordu. Eski Mısır dili hiyeroglifti ve çağlar boyunca bu dil varlığını sürdürmüştü. Fakat MS 2. ve MS 3. yüzyılda Hıristiyanlığın yayılması ve kültürel etkisiyle Mısır, dinini olduğu gibi dilini de unuttu; yazılarda hiyeroglif kullanımı azaldı ve sona erdi. Hiyeroglif yazısının kullanıldığı bilinen en son tarih MS 394 yılına ait bir kitabedir. 127


Bundan sonra bu dil unutuldu ve bu dilde yazılmış yazıları okuyabilen ve anlayabilen kimse kalmadı. Ta ki bundan yaklaşık iki yüzyıl öncesine dek… Eski Mısır hiyeroglifi 1799 yılında, Rosetta Stone adı verilen, MÖ 196 tarihine ait bir kitabenin bulunmasıyla çözüldü. Bu tabletin özelliği üç farklı yazıyla yazılmış olmasıydı: Hiyeroglif, demotik (hiyeroglifin el yazısı şekli) ve Yunanca. Yunanca metnin de yardımıyla tabletteki eski Mısır yazısı çözülmeye çalışıldı. Tabletin tüm çözümü, Jean-Françoise Champollion adlı bir Fransız tarafından tamamlandı. Böylece unutulan bir dil ve bu dilin anlattığı tarih aydınlanmış oldu. Bu sayede eski Mısır uygarlığı, onların dinleri ve sosyal yaşantıları hakkında bir çok şey öğrenildi. Hiyeroglifin çözümüyle konumuzu da ilgilendiren çok önemli bir bilgiye daha erişilmiş oldu: "Haman" ismi gerçekten de Mısır yazıtlarında geçiyordu. Viyana'daki Hof Müzesi'nde bulunan bir anıt üzerinde bu isimden söz ediliyordu. Aynı yazıtta Haman'ın Firavun'a olan yakınlığı da vurgulanıyordu. Tüm yazıtlara dayanılarak hazırlanan "Yeni Krallıktaki Kişiler" sözlüğünde ise, Haman'dan "Taş ocaklarında çalışanların başı" olarak bahsediliyordu. Ortaya çıkan sonuç önemli bir gerçeği ifade ediyordu. Haman, aynen Kur’an'da geçtiği gibi Hz. Musa zamanında Mısır'da yaşayan bir kişiydi. Kuran'da bahsedildiği gibi, Firavun'a çok yakındı ve inşaat işleriyle ilgileniyordu. Kur’an'da, Firavun'un kule yapma işini Haman'dan istemesini haber veren ayet, bu arkeolojik bulguyla tam bir uyum içindedir: Firavun dedi ki: "Ey önde gelenler, sizin için benden başka İlah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa'nın İlahına çıkarım çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum." (Kasas Suresi, 38) Sonuç olarak, Eski Mısır yazıtlarında Haman'ın adının bulunması, Kur’an'ın, gayba hakim olan Allah katından indirilmiş olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Zira Kur’an'da Peygamber Efendimizin yaşadığı devirde ulaşılması ve çözülmesi mümkün olmayan bir tarihi bilgi mucizevi şekilde bizlere aktarılmıştı.

128


19. yüzyılda Mısır hiyeroglifleri çözülene dek "Haman" kavramı bilinmiyordu. Hiyeroglifler çözülünce, Haman'ın Firavun'un yakın bir yardımcısı ve "taş ocaklarının başı" olduğu anlaşıldı. (Üstte, Mısır'daki inşaat işçileri) Dikkat edilmesi gereken nokta, Kuran'da da Haman'ın Firavun'un emrinde inşaatları yöneten bir kişi olarak anılmasıdır. Yani Kuran'da, o dönemde hiçbir insan tarafından bilinemeyecek bir bilgi verilmiştir.

Hz. Musa ve Denizin Yarılması Firavun olarak bilinen Mısır kralları, eski Mısır'ın çok tanrılı batıl dininde, kendilerini ilah olarak kabul etmekteydiler. Allah, hem Mısır halkının hak dine karşı batıl bir sistemi benimsemiş olduğu, hem de İsrailoğulları'nın köleleştirildiği bir dönemde, Hz. Musa'yı elçisi olarak Mısır kavmine göndermiştir. Ancak eski Mısırlılar -başta Firavun ve çevresi olmak üzere- Hz. Musa'nın hak dine davetine rağmen putperest inançlarından vazgeçmiyorlardı. Hz. Musa Firavun'a ve yakın çevresine de sakınmaları gereken şeyleri açıklamış ve onları Allah'ın azabına karşı uyarmıştı. Buna karşılık onlar isyan edip, Hz. Musa'yı delilik, büyücülük ve yalancılıkla suçlamışlardı. Firavun ve kavmine çok sayıda bela verilmesine rağmen, onlar Allah'a teslim olmamışlar; Allah'ı tek İlah olarak kabul etmemişlerdi. Hatta başlarına gelenlerden ötürü Hz. Musa'yı sorumlu tutarak, onu Mısır'dan sürmek istemişlerdi. Fakat Allah Hz. Musa'yı ve onunla birlikte iman edenleri kurtararak, Firavun ve kavmini helaka uğratmıştı. Kur’an'da Allah'ın bu yardımından şöyle bahsedilir: Bunun üzerine Musa'ya: "Asanla denize vur" diye vahyettik. Deniz hemencecik yarılıverdi de her parçası kocaman bir dağ gibi oldu. Ötekileri de buraya yaklaştırdık. Musa'yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtarmış olduk. Sonra ötekileri suda boğduk. Şüphesiz, bunda bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve hiç şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, esirgeyendir. (Şuara Suresi, 63-68) Bu konuyla ilgili olarak yakın geçmişte bulunmuş, Firavun zamanından kalma papirüslerde şöyle bir izaha rastlanmaktadır: Sarayın beyaz odasının muhafızı kitaplarının reisi Amenamoni'den katip Penterhor'a : Bu mektup elinize ulaştığı vakitte ve noktası noktasına okunduğu zaman, kalbini müteessir 129


edecek bir halde olan müellim felaketi, girdaba gark olma felaketlerini öğrenerek kalbini kasırga önündeki yaprak gibi en şiddetli ızdıraba teslim et... ... Musibet şiddetli zaruret birdenbire onu zabtetti. Sular içinde uyku, anlıyı acınacak bir şey yaptı... Reislerin ölümünü, kavimlerin efendisinin şarkıların ve garpların kralının mahvolmasını tasvir et. Sana gönderdiğim haber hangi habere kıyas edilebilir? Kur’an'da geçmişle ilgili bildirilen olayların, günümüzde tarihi kanıtlarla aydınlanması kuşkusuz ki Kur’an'ın önemli bir mucizesidir.

Firavun ve Yakın Çevresine Gelen Belalar Firavun ve yakın çevresi kendi çok tanrılı sistemlerine, putperest inanışlarına öylesine bağlılardı ki, Hz. Musa'nın mucizelerle gelmesi bile onları bu batıl inançlarından döndürmemişti. Üstelik bunu açıkça ifade ediyorlardı: Onlar: "Bizi büyülemek için mucize (ayet) olarak her ne getirirsen getir, yine de biz sana inanacak değiliz." dediler. (Araf Suresi, 132) Bu tutumlarının karşılığında Allah, onlara dünyada da bir azap tattırmak için ayetin ifadesiyle "ayrı ayrı mucizeler" (Araf Suresi, 133) olarak felaketler yolladı. Bunlardan ilki kuraklık ve dolayısıyla elde edilen ürünlerin azalmasıydı. Konuyla ilgili Kur’an ayeti şöyledir: Andolsun, Biz de Firavun aile (çevre)sini belki öğüt alıp düşünürler diye yıllar yılı kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık. (Araf Suresi, 130) Mısırlılar tarım sistemlerini Nil Nehri'ne dayandırmışlardı ve bu sayede doğal şartların değişimi onları etkilemiyordu. Ancak Firavun ve yakın çevresinin Allah'a karşı büyüklenmeleri ve Allah'ın peygamberini tanımamaları sebebiyle kendilerine beklenmedik bir felaket gelmişti. Fakat ayette de belirtildiği gibi "öğüt alıp düşünmeleri" gerekirken, bu olanları Hz. Musa'nın ve İsrailoğulları'nın getirdiği bir uğursuzluk olarak kabul ettiler. Ardından Allah, bir seri felaket gönderdi. Bu felaketler Kur’an'da şöyle bildirilmiştir: Bunun üzerine, ayrı ayrı mucizeler (ayetler) olarak üzerlerine tufan, çekirge, buğday 130


güvesi, kurbağa ve kan musallat kıldık. Yine büyüklük tasladılar ve suçlu-günahkar bir kavim oldular. (Araf Suresi, 133) Kur’an'da Mısır halkının başına gelen bu belalarla ilgili bildirilenler, 19. yüzyılın başında, Orta Krallık devrinden kalma bir papirüsün Mısır'da bulunmasıyla bir kez daha tasdik edilmiş oldu. Bu papirüs bulunduktan sonra, 1909 yılında Leiden Hollanda Müzesi'ne götürülüp A. H. Gardiner tarafından çevrildi. Papirüs'te Mısır'daki kıtlık, kuraklık gibi felaketler ve Mısır'dan kölelerin kaçışı anlatılmaktadır. Ayrıca söz konusu papirüsün yazarı İpuwer'in de bu olayların tanığı olduğu anlaşılmaktadır. Mısır halkının başına gelen felaketler zinciri, Kur’an'da anlatılan kıtlık, kanın musallat kılınması gibi belalarla son derece mutabıktır.Allah'ın Kur’an'da bildirdiği bu felaketlerden Ipuwer papirüslerinde şöyle bahsedilmektedir: Felaketler tüm memleketi sarmıştı. Her yerde kan vardı. Nehir kan oldu. Böyle dün gördüğüm herşey helak oldu. Biçilmiş gibi her toprak çırılçıplak... Mısır'ın aşağısı mahvoldu... Tüm saray ıssız kaldı. Sahip olunan herşey: buğday ve arpa, kazlar ve balıklar... Gerçekten ekin her yerde mahvoldu... Topraklar- tüm kargaşaya ve gürültüye rağmen… Dokuz gün boyunca saraydan hiçbir çıkış yoktu ve kimse o şahsın yüzünü göremedi... Şehirler kuvvetli akıntılar tarafından yerle bir oldu... Yukarı Mısır harap olmuştu… her yerde kan vardı… ülkede salgın hastalıklar baş gösterdi… Bugün gerçekten kimse kuzeye Byblos'a gidemiyor. Mumyalarımız için ne yapacağız?... Altın azalıyor…

Mısır'da, 19. yüzyılın başlarında, Orta Krallık döneminin sonlarına ait bir papirüs bulundu. Bulunan papirüs Hollanda'daki Leiden Müzesi'ne götürüldü ve A. H. Gardiner tarafından 1909'da tercüme edildi. Papirüsün tamamı Admonitions of an Egyptian from a Heiratic Papyrus in Leiden (Leiden'deki Papirüste Bir Mısırlının Nasihatleri) adlı kitapta yer almaktadır. Papirüste Mısır'daki büyük değişimler; açlık, kuraklık, kölelerin Mısırlıların servetleriyle kaçışı ve ülke çapındaki ölümler tarif edilmektedir. Papirüs, Ipuwer adındaki bir Mısırlı tarafından yazılmıştı ve buradaki anlatımlardan bu kişinin Mısır'daki felaketlere bizzat şahit olduğu anlaşılmaktaydı.97 Bu papirüs çok anlamlı olarak felaketleri, Mısır sosyetesinin ölümünü, Firavun'un yıkımını anlatan bir el yazmasıdır.

İnsanlar sudan korkar oldu. Su içtikten sonra bile susadılar. 131


İşte suyumuz! Mutluluğumuz! Yapabileceğimiz ne var? Herşey talan. Şehirler yıkıldı. Yukarı Mısır kurudu. Yerleşim alanları bir dakika içinde altüst oldu. 20. yüzyılda bilgi sahibi olduğumuz bu papirüste Firavun ve kavmine isabet eden felaketlerden Kur’an'la büyük bir paralellik içinde bahsediliyor olması, Kur’an'ın İlahi kaynaklı olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Hz. Musa'dan Sihirbaz Olarak Bahsedilmesi Firavun zamanından kalma papirüslerde, Hz. Musa'dan "sihirbaz" olarak bahsedilmektedir. (Söz konusu papirüsler İngiltere'de British Museum'dadır.) Firavun ve yandaşları bütün çabalarına rağmen, Hz. Musa'nın karşısında hiçbir zaman üstün gelememişlerdir. Bu adaletin idarecisi Güneş'in oğlu Ammon'un büyük biraderi olan ve pederi Güneş gibi daima yaşayan Ramses'in krallığı zamanında yedinci paynı ayının, ikinci günü yazıldı... Bu mektubu aldığın vakit kalk, işe başla tarlaların nezaretini üzerine al. Hububatın hepsini mahveden bir su basması gibi yeni bir belanın haberini aldığında kafanı çalıştır. (Yani düşün), Hemton onları hırsla yiyerek mahvetti, mabarlar delindi, fareler tarlalarda yığın halindedir, pireler kasırga şeklindedir, akrepler hırsla yiyorlar, küçük sineklerin açtığı yaralar sayılmayacak kadar çoktur. Ve ahaliyi mahzun ediyor... Scribe, (Scribe İngilizce Yahudi alimi demektir. Burada kastedilen muhtemelen Hz. Musa'dır.) külli miktarda hububatı mahvetmek maksadına nail oldu... Sihirler onlar için ekmekleri gibidir. Scribe... yazmak sanatında insanların birincisidir." Hz. Musa'dan "sihirbaz" olarak bahsedilmesi Kur’an'da Zuhruf Suresi'ndeki şu ayetlerde haber verilir: Ve onlar dediler ki: "Ey büyücü, sende olan ahdi (sana verdiği sözü) adına bizim için Rabbine dua et; gerçekten biz hidayete gelmiş olacağız." (Zuhruf Suresi, 49) Onlar: "Bizi büyülemek için mucize (ayet) olarak her ne getirirsen getir, yine de biz sana inanacak değiliz" dediler. (Araf Suresi, 132) Kur’an'da Firavun Kelimesi Eski Ahit'te Hz. İbrahim ile Hz. Yusuf zamanındaki Mısır hükümdarından Firavun diye bahsedilir. Halbuki Firavun hitabı her iki peygamberden çok sonra kullanılacaktır. Kur’an'da Hz. Yusuf dönemindeki Mısır yöneticisinden söz edilirken "hükümdar, 132


kral, sultan" anlamlarına gelen Arapça "El melik" kelimesi kullanılır: Hükümdar dedi ki: "Onu bana getirin."... (Yusuf Suresi, 50) Hz. Musa dönemindeki Mısır yöneticisinden ise "Firavun" kelimesi ile bahsedilir. Kur’an'da yapılan bu ayrım, Eski ve Yeni Ahit'te ya da Musevi tarihçilerce yapılmaz; sadece Firavun ifadesi kullanılır. Nitekim gerçekten de Mısır tarihinde "Firavun" teriminin kullanımı sadece geç döneme aitti; Firavun hitabı ilk olarak MÖ 14. yüzyılda Amenhotep IV döneminden itibaren kullanılmaya başlamıştır. Hz. Yusuf ise bu tarihten en az 200 yıl önce yaşamıştır. Encylopedia Britannica'da, Firavun kelimesi için yeni krallıktan itibaren (18. Hanedandan başlar; MÖ 1539-1292) 22. hanedana dek (MÖ 945-730) kullanılan bir saygı ünvanı olduğu, daha sonraları bu hitabın kralın ünvanına dönüştüğü, daha önceleri ise bu ünvanın hiç kullanılmadığı ifade edilir. Bu konudaki başka bir bilgi ise Academic American Encyclopedia'da verilir ve Firavun lakabının Yeni Krallık'tan itibaren kullanılmaya başlandığı belirtilmiştir. Görüldüğü gibi Firavun kelimesinin kullanımı belli bir tarihten itibaren söz konusu olmuştur. Dolayısıyla Kuran'da bu ayrımın tam olarak yapılması -Hz. Yusuf zamanındaki hükümdardan hep "Kral" olarak söz edilirken, Hz. Musa zamanındaki hükümdardan her seferinde "Firavun" olarak bahsedilmesi- Kur’an'ın Allah'ın sözü olduğunu ispatlayan bir başka delildir. İrem Şehri 1990'lı yılların başında dünyanın tanınmış gazeteleri çok önemli bir arkeolojik bulguya "Muhteşem Arap Şehri Bulundu", "Efsanevi Arap Şehri Bulundu", "Kumların Atlantisi Ubar" başlıklarıyla yer verdiler. Bu ilginç arkeolojik bulguya daha önemli hale getiren, isminin Kur’an'da anılıyor olmasıydı. O güne kadar Kur’an'da bahsi geçen Ad kavminin bir efsane olduğunu veya hiçbir zaman bulunamayacağını düşünen birçok kişi, bu yeni bulgu karşısında hayrete düştü. Kur’an'da sözü edilen bu şehri bulan kişi, amatör bir arkeolog olan Nicholas Clapp idi. Bir Arap uzmanı ve belgesel yapımcısı olan Nicholas Clapp, Arap tarihi üzerine yaptığı araştırmalar sırasında, 1932 yılında İngiliz araştırmacı Bertram Thomas tarafından yazılmış Arabia Felix adında bir kitaba rastlamıştı. Arabia Felix Romalıların Arap Yarımadası'nın güneyinde bulunan ve günümüzdeki Yemen ve Umman'ı kapsayan bölgeye verdikleri isimdi. Bu bölgeye Yunanlılar "Eudaimon Arabia", Ortaçağdaki Arap bilginleri ise "Al-Yaman asSaida" ismini veriyorlardı. Bu isimlerin tümü "Şanslı Araplar" anlamına geliyordu. Çünkü eski zamanlarda bu bölge, Hindistan ve Kuzey Arabistan arasında yapılmakta olan baharat ticaretinin merkezi durumundaydı. Ayrıca bölgede yaşayan kavimler "kehribar" isminde nadir bulunan ve o zamanlar altın değerinde olan bir bitkinin üretimini yapıyorlardı. Kitabında bu bilgilere kapsamlı olarak yer veren İngiliz araştırmacı Bertram Thomas, Ad kavminin yaşadığı Ubar kentinin kalıntılarının bulunduğu bölgeye bir araştıma gezisi 133


yapmıştı. Gezisi sırasında çölde yaşayan Bedeviler, Umman'ın sahile yakın bir yerinde bulunan bu bölgede, eski bir patika yolu göstermişler ve bu patikanın Ubar isimli çok eski bir şehre ait olduğunu anlatmışlardı. Ubar'da yapılan kazılarda Kur’an'da belirtilen şekliyle birçok sanat yapıları ve yüksek medeniyet eserleri bulundu. İngiliz araştırmacı, Ubar'ın varlığını kanıtlamak için iki ayrı yola başvurdu. Önce Bedeviler tarafından var olduğu söylenen patika izlerini buldu. NASA'ya başvurarak bu bölgenin resimlerinin uydu aracılığıyla çekilmesini istedi. Daha sonra da California'da Huntington Kütüphanesi'nde bulunan eski yazıtları ve haritaları incelemeye başladı. Kısa bir araştırmadan sonra Mısır-Yunan coğrafyacısı Batlamyus tarafından MS 200 yılında çizilmiş bir harita buldu. Haritada, bölgede bulunan eski bir şehrin yeri ve bu şehre doğru giden yolların çizimi gösterilmişti. Bu arada NASA'nın çektiği resimlerde, yerden çıplak gözle görülmesi mümkün olmayan, ancak havadan bir bütün halinde görülebilen bazı yol izleri ortaya çıkmıştı. Hem eski haritada belirtilen yollar hem de uydudan çekilen resimlerde görülen yollar birbirleriyle kesişiyorlardı. Bu yolların bitiş noktası ise eskiden bir şehir olduğu anlaşılan geniş bir alandı. Böylece Bedevilerin sözlü olarak anlattıkları hikayelere konu olan efsanevi şehrin yeri bulunmuş oldu. Yapılan kazılarda kumların içinden eski bir şehrin kalıntıları çıkmaya başladı. Bu nedenle de bu kayıp şehir "Kumların Atlantisi Ubar" olarak tanımlandı. Bu eski şehrin Kur’an'da bahsedilen Ad kavminin şehri olduğunu kanıtlayan asıl delil ise şehrin kalıntılarıydı. Yıkıntıların ilk ortaya çıkarılışından itibaren, bu yıkık şehrin Kur’an'da bahsedilen Ad kavmi ve İrem'in sütunları olduğu anlaşılmıştı. Zira kazılarda ortaya çıkartılan yapılar arasında Kur’an'da varlığına dikkat çekilen uzun sütunlar yer alıyordu. Kazıyı yürüten araştırma ekibinden Dr. Zarins de, bu şehri diğer arkeolojik bulgulardan ayıran şeyin yüksek sütunlar olduğunu ve dolayısıyla bu şehrin Kur’an'da bahsi geçen Ad kavminin kenti İrem olduğunu söylüyordu. Kur’an'da, İrem'den şöyle söz ediliyordu: Rabbinin Ad (kavmin)e ne yaptığını görmedin mi? 'Yüksek sütunlar' sahibi İrem'e? Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi. (Fecr Suresi, 6-8) Görüldüğü gibi Kuran'da geçmişle ilgili verilen bilgilerin tarihsel bilgilerle böylesine bir mutabakat içinde olması, Kur’an'ın Allah Kelamı olduğunun ayrı birer delilidir. Sodom ve Gomorra Şehirleri Lut Peygamber, İbrahim Peygamberle aynı dönemde yaşadı. Hz. Lut, Hz. İbrahim'e komşu kavimlerden birine elçi olarak gönderilmişti. Bu kavim, Kur’an'da belirtildiğine göre o güne kadar dünya üzerinde görülmemiş bir sapıklığı, eşcinselliği uyguluyordu. Hz. Lut, onlara bu sapıklıktan vazgeçmelerini söylediğinde ve onlara Allah'ın İlahi tebliğini getirdiğinde onu 134


yalanladılar, Hz. Lut'un peygamberliğini inkar ettiler ve sapıklıklarına devam ettiler. Bunun sonucunda da kavim, korkunç bir felaketle helak edildi. Hani Lut da kavmine şöyle demişti: "Sizden önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasız-çirkinliği mi yapıyorsunuz? "Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz."... Ve onların üzerine bir (azab) sağanağı yağdırdık. Suçlu-günahkarların uğradıkları sona bir bak işte. (Araf Suresi, 80-84) Şüphesiz Biz, fasıklık yapmalarından dolayı, bu ülke halkının üstüne gökten iğrenç bir azab indireceğiz." Andolsun, Biz akledebilecek bir kavim için orada apaçık bir ayet bırakmışızdır. (Ankebut Suresi, 34-35) Hz. Lut'un içinde yaşadığı ve sonra helaka uğrayan bu şehrin Eski Ahit'te geçen ismi Sodom'dur. Kızıldeniz'in kuzeyinde kurulmuş olan bu kavmin, Kur’an'da yazılanlara uygun bir şekilde helak edildiği anlaşılmıştır. Yapılan arkeolojik çalışmalardan anlaşıldığına göre, şehir, bugünkü İsrail-Ürdün sınırı boyunca uzanan Tuz Gölü'nün (Ölü Deniz) yakınlarında bulunmaktadır. Bilim adamlarının bulgularına göre bu alan oldukça fazla miktarda kükürtle kaplıdır. Bu sebeple, tüm bölgede hayvan veya bitki olarak hiçbir hayat formuna rastlanamamaktadır ve bu bölge yıkımın bir sembolü durumundadır.

Ölü Deniz'in yüksekten çekilmiş fotoğrafı Bilindiği gibi kükürt volkanik patlamalarla ortaya çıkan bir elementtir. Nitekim Kur’an'da bildirilen helak şekli deprem ve volkanik patlamalar olduğuna dair apaçık deliller taşımaktadır. Alman arkeolog Werner Keller bu bölge hakkında şöyle demektedir: Bu bölgede bir gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar, yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim Vadisi ile birlikte Lut kavminin şehirleri yerin derinliklerine gömülmüşlerdi... Bu deprem sırasında, yerkabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanlara serbest yol vermiştir. Şeria'nın yukarı vadisinde bugün de sönmüş kraterlere rastlanmakta olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lav kütleleri ve bazalt katmanları yer almıştır.

135


İşte bu lav ve bazalt katmanları, zamanında burada volkanik bir patlamanın ve depremin olduğunu gösteren en büyük kanıtlardır. Zaten Lut Gölü ya da öteki adıyla Ölü Deniz, aktif bir sismik bölgenin, yani bir deprem kuşağının tam üstünde yer almaktadır: Ölü Deniz'in tabanı Rift Vadisi denilen tektonik kökenli bir çöküntü içinde yer alır. Bu vadi kuzeyde Taberiye Gölü'nden, güneyde Arabah Vadisi'nin ortasına kadar 300 km'lik bir uzantıda yer alır. Lut kavminin uğradığı felaketin teknik yönü, jeologların araştırmalarından anlaşılmaktadır. Buna göre, Lut kavmini yok eden deprem, oldukça uzun bir yerkabuğu çatlağı (fay hattı)nın sonucunda oluşmuştur: Şeria Nehri'nin yatağını oluşturan 190 kilometrelik mesafe boyunca Şeria Nehri toplam 180 metrelik bir düşüş yapar. Bu durum ve Lut Gölü'nün deniz seviyesinden 400 metre alçak olması, burada bir zamanlar büyük bir jeolojik olayın meydana geldiğini gösteren önemli delillerdendir. Şeria Nehri ile Lut Gölü'nün bu ilginç yapısı da, yerkürenin bu bölgesinden geçen bir yarık ya da çatlağın ancak bir parçasından ibarettir. Bu çatlak Toroslar'ın eteklerinden başlayıp güneye doğru Lut Gölü'nün güney kıyılarından ve Arap Çölü üzerinden Akabe Körfezi'ne uzayıp oradan da Kızıldeniz'i geçerek Afrika'da son bulmaktadır. Bu uzun çöküntünün uzayıp gittiği yerlerde kuvvetli yanardağ hareketlerinin olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki, İsrail'deki Celile Dağları'nda, Ürdün'ün yüksek yayla kısımlarında, Akabe Körfezi ve diğer yakın yerlerde siyah bazalt ve lavlar bulunmaktadır. Tüm bu kalıntılar ve coğrafi özellikler, Lut Gölü'nde büyük bir jeolojik olayın yaşandığını göstermektedir. National Geographic dergisinin Aralık 1957 sayısında bu konuyla ilgili olarak şu ifadeler yer almaktadır: Sodom Tepesi, Ölü Deniz'e doğru yükselir. Hiç kimse şimdiye dek yok olan şehirler Sodom ve Gomorrah'ı bulamadı, fakat bilim adamlarına göre bu şehirler kayalıkların karşısındaki Siddim Vadisi'nde duruyorlar. Büyük ihtimalle Ölü Deniz'in taşkın suları ve depremin altında kaldılar. Yıkıma uğramış bu şehirle ilgili işaret edilen bilgilerden biri de, Hicr Suresi'nin 76. ayetinde bildirildiği gibi bu şehirlerin halen anayol üzerinde bulunmasıdır. Coğrafyacılar bu bölgenin Arap Yarımadası'ndan Suriye ve Mısır'a kadar uzanan, Ölü Deniz'in güneydoğusundaki bir anayol üzerinde bulunduğunu tespit etmişlerdir. Anında (yurtlarının) üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık. Elbette bunda 'derin bir kavrayışa sahip olanlar' için gerçekten ayetler vardır. O (şehir de) gerçekten bir yol üstünde (hala) durmaktadır. Elbette, bunda iman edenler için gerçekten ayetler vardır. (Hicr Suresi, 74-77) Sebe Halkı ve Arim Seli

136


Sebe halkı, Güney Arabistan'da yaşamış olan dört büyük uygarlıktan biridir. Sebe kavmini anlatan tarihi kaynaklar, bu kavmin Fenikeliler gibi yoğun ticari faaliyetlerde bulunan bir devlet olduğunu söylerler. Sebeliler, tarihte medeni bir kavim olarak bilinmişlerdir. Sebe hükümdarlarının yazıtlarında "onarma", "vakfetme", "inşa etme" gibi kelimeler ağırlıktadır. Bu kavmin en önemli eserlerinden olan Marib Barajı da, ulaştıkları teknolojik seviyenin önemli göstergelerindendir. Sebe Devleti, bölgenin en güçlü ordularından birisine sahipti. Ordusu sayesinde yayılmacı bir politika izleyebiliyordu. Gelişmiş kültürü ve ordusuyla Sebe Devleti, tam anlamıyla zamanında o bölgenin bir "süper gücü" idi. Sebe Devleti'nin bu güçlü ordusundan Kur’an'da da bahsedilmektedir. Sebe ordusunun komutanlarının Kur’an'da aktarılan bir ifadesi, bu ordunun kendisine ne kadar güvendiğini göstermektedir. Komutanlar, Sebe'nin kadın yöneticisine (Melikesi'ne) şöyle derler: ... "Biz kuvvet sahibiyiz ve zorlu savaşçılarız. İş konusunda karar senindir, artık sen bak, neyi emredersen (biz uygularız)." (Neml Suresi, 33) Sebe halkı, o döneme göre oldukça ileri bir teknoloji ile kurdukları Marib Barajı'yla birlikte büyük bir sulama kapasitesine sahip olmuştu. Bu yöntemle elde ettikleri bol ürünlü toprakları ve ticaret yolu üzerindeki kontrolleri, onlara görkemli ve refah dolu bir hayat yaşatıyordu. Ancak, bütün bunlar nedeniyle Kendisine şükretmeleri gereken Allah'tan, Kur’an'ın ifadesiyle "yüz çevirdiler". Bunun üzerine barajları yıkıldı ve "Arim seli" bütün topraklarını yerle bir etti. Sebe ülkesinin başkenti, bulunduğu coğrafyanın avantajlı konumu sebebiyle oldukça zenginleşmiş olan Marib idi. Başkent, bölgede bulunan Adhana Irmağı'nın çok yakınındaydı. Bu nehrin Cebel Balak'a girdiği nokta, baraj yapımına çok uygundu; bundan yararlanan Sebeliler de daha uygarlıklarını kurma aşamasındayken buraya bir baraj inşa etmişler ve sulama yapmaya başlamışlardı. Bu baraj sayesinde de çok ileri bir refah seviyesine kavuşmuşlardı. Başkent Marib, o dönemin en gelişmiş şehirlerinden bir tanesiydi. Bölgeyi gezen ve bu diyarı oldukça öven Yunanlı yazar Pliny, buranın ne kadar yeşil bir bölge olduğundan bahsetmekteydi. Marib'deki bu barajın yüksekliği 16 metre, genişliği 60 metre ve uzunluğu da 620 metreydi. Hesaplara göre baraj aracılığıyla sulanabilen toplam alan 9.600 hektardı ki, bunun 5.300 hektarı güney, geri kalanı ise kuzey ovasına aitti. Bu iki ova, Sebe kitabelerinde bazen "Marib ve iki ova" diye anılırdı. İşte Kur’an'daki "sağdan ve soldan iki bahçe" ifadesi, muhtemelen bu iki vadideki gösterişli bağ ve bahçelere işaret eder. Bu baraj ve sulama tesisleri sayesinde bölge, Yemen'in en iyi sulanan ve en verimli kesimi olarak ün yapmıştı. Fransız J. Holevy ve Avusturyalı Glaser, Marib setinin çok eski devirlerden beri var olduğunu yazılı belgelerle ispat ettiler. Himer lehçesiyle yazılan belgelerde bu barajın ülke topraklarını verimli kıldığı yazılıydı. MS 542 yılında yıkılan baraj, Kur’an'da bahsedilen "Arim seli"ne yol açmış ve büyük tahribata neden olmuştu. Sebe halkının yüzlerce seneden beri işletmekte olduğu bağları, bahçeleri ve tarım alanları tamamen yok olmuştu. Barajın yıkılmasından sonra Sebe kavminin 137


de hızlı bir gerileme sürecine girdiği görülmektedir; barajın yıkılmasıyla başlayan bu sürecin sonunda Sebe Devleti'nin de sonu gelmiştir.

Fotoğraflarda Vezüv Yanardağı çevresindeki antik yerleşim alanı görülüyor. Kalıntılar halkın çok büyük bir lüks içinde yaşadığını ortaya koymaktadır. Solda görülen taşlaşmış beden ise Pompei halkının başına gelen felaketleri gösteren bir kalıntıdır.

Yukarıda belirttiğimiz tarihsel gerçekler ışığında Kur’an ayetlerini incelediğimiz zaman, ortada çok somut bir uyum olduğunu görürüz. Arkeolojik bulgular ve tarihsel gerçekler, Kur’an'da yazanlara işaret etmektedir. Ayette belirtildiği gibi, kendilerine gönderilen peygamberin uyarılarını dinlemeyen ve Rabbimizin nimetine nankörlük eden halk, sonunda korkunç bir sel felaketiyle cezalandırılmıştır. Kur’an'da Sebe Devleti'ne gönderilen sel felaketi şöyle tarif edilmektedir: Andolsun, Sebe' (halkı)nın oturduğu yerlerde de bir ayet vardır. (Evleri) Sağdan ve soldan iki bahçeliydi. (Onlara demiştik ki:) "Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. Güzel bir şehir ve bağışlayan bir Rabb(iniz var)." Ancak onlar yüz çevirdiler, böylece Biz de onlara Arim selini gönderdik. Ve onların iki bahçesini, buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde az bir şey de sedir ağacı olan iki bahçeye dönüştürdük. Böylelikle nankörlük etmeleri dolayısıyla onları cezalandırdık. Biz (nimete) nankörlük edenden başkasını cezalandırır mıyız? (Sebe Suresi, 15-17) Kur’an'da Sebe kavmine gönderilen azaptan "Seyl-ül Arim" yani "Arim seli" olarak bahsedilmektedir. Kur’an'da geçen bu ifade, aynı zamanda bu selin meydana geliş şeklini göstermektedir. Zira "Arim" kelimesinin anlamı, baraj ya da settir. "Seyl-ül Arim" kelimesi 138


de, setin yıkılması sonucunda meydana gelen bir seli anlatmaktadır. Bu konuyla ilgili İslam yorumcuları da Kur’an'da Arim seli ile ilgili olarak kullanılan terimlerden yola çıkarak, konuyla ilgili tutarlı yer ve zaman tespitlerinde bulunmuşlardır. Mevdudi, tefsirinde şöyle yazar: Metindeki (Seyl-ül Arim) ifadesinde kullanıldığı gibi "arim" kelimesi "baraj, set" anlamına gelen ve Güney Arapçasında kullanılan "arimen" kelimesinden türemiştir. Yemen'de yapılan kazılarda ortaya çıkarılan harabelerde bu kelime sık sık bu anlamda kullanılmıştır. Mesela Yemen'in Habeşli hükümdarı Ebrehe'nin büyük Marib Seddinin tamirinden sonra Marib Tapınağı'nın kalıntıları yazdırdığı MS 542 ve 543 tarihli bir kitabede, bu kelime tekrar baraj (set) anlamında kullanılmıştır. O halde Seyl-ül Arim, "bir set yıkıldığında meydana gelen sel felaketi" anlamına gelir."... Ve onların iki bahçesini, buruk yemişli , acı ılgınlı ve içinde az bir şey de sedir ağacı olan iki bahçeye dönüştürdük" (Sebe Suresi, 16). Yani setin (barajın) yıkılmasından sonra meydana gelen sel sonucu bütün ülke harab oldu. Sebelilerin dağların arasına setler inşa ederek kazdıkları kanallar yıkıldı ve bütün sulama sistemi bozuldu. Bunun sonucu daha önceden bir bahçe gibi olan ülke yabani otların yetiştiği bir cangıl haline geldi ve küçük bodur ağaçların kiraza benzer yemişi dışında yenebilecek hiçbir meyve kalmadı. Sütunların yüzeyinde Sebe dilinde yazılmış yazıtlar bulunuyor. Kutsal Kitap Doğruyu Söyledi (Und Die Bibel Hat Doch Recht) kitabının yazarı Hıristiyan arkeolog Werner Keller de, Arim selinin Kur’an'a uygun olarak gerçekleştiğini kabul ederek şöyle yazar: Böyle bir barajın olması ve yıkılarak şehri tamamen harap etmesi, Kur’an'daki bahçe sahipleriyle ilgili verilen örneğin gerçekten de meydana geldiğini kanıtlıyor. Arim seliyle beraber gelen felaketten sonra bölgede çölleşme başlamış ve tarım alanlarının yok olmasıyla Sebe kavminin en önemli gelir kaynağı da ellerinden çıkmıştı. Allah'ın kendilerini iman etmeye ve şükretmeye çağırmasını göz ardı eden halk, sonunda böyle bir felaketle cezalandırıldı. Hicr Halkı

139


Ürdün'deki ünlü Petra kalıntıları

Günümüzde Semud kavmi, Kur’an'da bahsi geçen kavimler içinde hakkında en fazla bilgiye sahip olunanlardan bir tanesidir. Tarih kaynakları Semud isimli bir kavmin gerçekten yaşadığına işaret etmektedir. Kur’an'da bahsi geçen Hicr halkı ve Semud kavminin aslında aynı kavim oldukları tahmin edilmektedir; zira Semud kavminin bir başka ismi de Ashab-ı Hicr'dir. Bu durumda "Semud" kelimesi bir halkın ismi, Hicr şehri ise bu halkın kurduğu şehirlerden biri olabilir. Nitekim Yunan coğrafyacı Pliny'nin tarifleri de bu yöndedir. Pliny, Semud kavminin oturmakta olduğu yerlerin Domatha ve Hegra olduğunu yazmıştır ki, buralar günümüzdeki Hicr kentidir. Semud kavminden bahseden bilinen en eski kaynak, Babil Kralı II. Sargon'un bu kavme karşı kazandığı zaferleri anlatan Babil devlet kayıtlarıdır. (MÖ 8. yüzyıl) Sargon, Kuzey Arabistan'da yaptığı bir savaş sonunda onları yenmiştir. Yunanlılar da bu kavimden bahsetmekte ve Aristo, Batlamyus ve Pliny'nin yazılarında isimleri "Thamudaei", yani "Semudlar" olarak anılmaktadır. Peygamberimiz (sav)'den önce, yaklaşık MS 400-600 yılları arasında ise izleri tamamen silinmiştir. Günümüzde Ürdün'deki Rum Vadisi ya da diğer bir adıyla Petra'da bu kavmin taş işçiliğinin en güzel örneklerini görmek mümkündür. Nitekim Kur’an'da da Semud kavminin taş işçiliğindeki ustalıklarından şöyle bahsedilir. (Salih kavmine dedi ki: Allah'ın) "Ad (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde yerleştirdiğini hatırlayın. Ki onun düzlüklerinde köşkler kuruyor, dağlardan evler yontuyordunuz. Şu halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın." (Araf Suresi, 74) NUH TUFANI Andolsun, Biz Nuh’u kendi kavmine gönderdik, o da içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulmetmekte devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi. (Ankebut Suresi, 14) 140


Bu makalemizde sizlere “Nuh Tufanı”nın nasıl Kur’an mucizesi olduğunu anlatacağız. Hz. Nuh, Allah’ın ayetlerinden uzaklaşarak O’na ortaklar koşan kavmini, sadece Allah’a kulluk etmeleri ve sapkınlıklarından vazgeçmeleri konusunda uyarmak amacıyla gönderilmişti. Hz. Nuh, kavmine Allah’ın dinine uymaları konusunda defalarca öğüt verdiği ve onları Allah’ın azabına karşı birçok kez uyardığı halde, onlar Hz. Nuh’u yalanlamış ve şirk koşmaya devam etmişlerdir. Bunun üzerine Allah Hz. Nuh’a, inkar edip zulmedenlerin suda boğularak azaplandırılacağını ve iman edenlerin kurtarılacağını haber vermiştir. Kur’an’da Nuh kavminin helak edilişi ve iman edenlerin kurtuluşu bir ayette şöyle bildirilmektedir: Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları da suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi. (A’raf Suresi, 64) Sözü edilen azap vakti geldiğinde, yerdeki su kaynakları, şiddetli yağmurlarla birleşerek dev boyutlu bir taşkına neden olmuştur. (Doğrusunu Allah bilir) Kur’an’da Allah’ın, Hz. Nuh’a helak öncesi şöyle vahyettiği bildirilmektedir: Böylelikle Biz ona: ‘Gözetimimiz altında ve vahyimizle gemi yap. Nitekim Bizim emrimiz gelip de tandır kızışınca, onun içine her ikişer çift ile, içlerinden aleyhlerine söz geçmiş onlar dışında olan aileni de alıp koy; zulmedenler konusunda Bana muhatap olma, çünkü onlar boğulacaklardır’ diye vahyettik. (Müminun Suresi, 27) Hz. Nuh’un gemisine binmiş olanlar dışında -Hz. Nuh’un, yakındaki bir dağa sığınarak kurtulacağını sanan “oğlu” da dahil olmak üzere- tüm kavim suda boğulmuştur. Tufan sonucunda sular çekilince gemi, Kur’an’da bildirildiğine göre, Cudi’ye -yani yüksekçe bir yere- oturmuştur: Denildi ki: ‘Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de tut.’ Su çekildi, iş bitiriliverdi, (gemi de) Cudi üstünde durdu ve zalimler topluluğuna da: ‘Uzak olsunlar’ denildi. (Hud Suresi, 44) Allah’ın indirdiği ve tahrif edilmemiş tek kutsal kitap olan Kur’an’da, Tufan olayı, Tevrat’ta ve çeşitli kültürlerde geçen Tufan anlatımlarından çok daha farklı bir biçimde aktarılmaktadır. Tahrif edilmiş olan Tevrat’ta bu tufanın evrensel olduğu ve tüm dünyayı kapladığı söylenir. Oysa Kur’an’da Tufan’ın evrensel olduğu şeklinde bir ifade yoktur. Aksine ilgili ayetlerden Tufan’ın yöresel olduğu ve tüm dünyanın değil, sadece Hz. Nuh’u yalanlayan kavmin cezalandırıldığı anlaşılmaktadır. Helak olanlar Hz. Nuh’un tebliğini reddeden ve isyanda direten kavimdir. Bu konudaki ayetler şöyledir: Andolsun, Biz Nuh’u kavmine gönderdik. (Onlara) ‘Ben sizin için ancak apaçık bir uyarıp korkutucuyum. Allah’tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan) acıklı bir günün azabından korkarım’ dedi. (Hud Suresi, 25-26) Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları da suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi. (A’raf Suresi, 64) Görüldüğü gibi Kur’an’da tüm dünyanın değil, sadece Nuh kavminin helak edildiği bildirilmektedir. Tahrif edilmiş Tevrat ve İncil’deki izahların düzeltilmiş gerçek hallerinin

141


aktarılması da Kur’an’ın bütünüyle Allah Katından gönderilen bir Kitap olduğunu kanıtlamaktadır. Tufan’ın gerçekleştiği düşünülen arkeolojik bölgede yapılan kazılar da, Tufan’ın tüm dünyayı kaplayan evrensel bir olay değil, Mezopotamya’nın bir bölümünü etkisi altına almış olan çok geniş bir afet olduğunu göstermektedir. Ayrıca Kur’an’da, geminin Tufan sonrası “Cudi”ye oturduğu bildirilmektedir. “Cudi” kelimesi kimi zaman özel bir dağ ismi olarak alınır, oysa kelime Arapçada “yüksekçe yer, tepe” anlamına gelmektedir. “Cudi” kelimesinin bu anlamından, suların ancak belirli bir yüksekliğe eriştiği, karayı bütünüyle kaplamadığı anlaşılmaktadır. Yani Tufan’ın, muharref Tevrat’ta ve diğer efsanelerde anlatıldığı gibi tüm yeryüzünü ve yeryüzündeki tüm dağları yutmadığını, sadece belirli bir bölgeyi kaplamış olduğunu Kur’an’dan öğrenmekteyiz. Tufan’ın Arkeolojik Delilleri Bir uygarlığın birdenbire ortadan kalkması durumunda -ki bu bir doğal felaket, ani bir göç veya bir savaş sonucu olabilir- bu uygarlığa ait izler çok daha iyi korunmaktadır. İnsanların içinde yaşadıkları evler ve günlük hayatta kullandıkları eşyalar, kısa bir zaman içinde toprağın altına gömülmektedir. Böylece bunlar, uzunca bir süre insan eli değmeden saklanmakta ve günışığına çıkartılmalarıyla geçmişteki yaşam hakkında önemli ipuçları sunmaktadırlar. Nuh tufanıyla ilgili birçok delilin günümüzde ortaya çıkarılması da bu sayede olmuştur. MÖ 3000 yılları civarında gerçekleştiği düşünülen Tufan, tüm uygarlığı bir anda yok etmiş ve bunun yerine tamamen yeni bir uygarlık kurulmasını sağlamıştır. Böylece Tufan’ın açık delilleri, bizlerin ibret alması için binlerce yıl boyunca korunmuştur.

Mezopotamya Ovası’nı etkisi altına alan Tufan’ı araştırmak için yapılmış birçok kazı vardır. Bölgede yapılan kazılarda başlıca dört şehirde, büyük bir tufan sonucu gerçekleşmiş olabilecek sel felaketinin izlerine rastlanmıştır. Bu şehirler Mezopotamya Ovası’nın önemli şehirleri Ur, Uruk, Kiş ve Şuruppak’tır. Bu şehirlerde yapılan kazılar, bunların tümünün MÖ 3000’li yıllar civarında bir sele maruz kaldıklarını göstermektedir. Günümüzde Tel-El Muhayer olarak isimlendirilen Ur şehrinde yapılan kazılarda ele geçirilen medeniyet kalıntılarının en eskisi MÖ 7000’li yıllara kadar uzanmaktadır. İnsanların ilk 142


uygarlık kurdukları yerlerden birisi olan Ur şehri, tarih boyunca birçok medeniyetin birbiri ardına gelip geçtiği bir yerleşim bölgesi olmuştur. Ur şehrinde yapılan kazılarda ortaya çıkartılan arkeolojik bulgular, buradaki medeniyetin çok büyük bir sel felaketi sonunda kesintiye uğradığını, daha sonra zaman içinde tekrar yeni uygarlıkların meydana çıkmaya başladığını göstermektedir. Leonard Woolley, British Museum ve Pennsylvania Üniversitesi tarafından ortaklaşa yürütülen bir kazı çalışmasına da başkanlık etmiştir. Sir Woolley’in kazıları Bağdat ile Basra Körfezi arasındaki çölün ortalarında gerçekleşti. Reader’s Digest dergisinde Woolley’in kazıları şöyle anlatılmaktadır: Kazı yapılan bölgede, derine inildikçe çok önemli bir buluntu ortaya çıkarılmıştı; bu, Ur şehrinin krallar mezarlığıydı. Araştırmacılar Sümer krallarının ve soyluların gömülmüş olduğu bu mezarlıkta birçok efsanevi sanat eserlerine rastladılar. Miğferler, kılıçlar, müzik aletleri, altından ve kıymetli taşlardan yapılmış sanat yapıtları… İşçiler, çamur olmuş tuğlaların içinden bir metre kadar derine daldılar ve çanak çömlekleri çıkarmaya başladılar. “Ve sonra birdenbire herşey durdu.” Woolley böyle yazıyordu. “Artık ne çanak, ne çömlek, ne kül vardı, yalnız suyun getirdiği temiz çamur.”

Woolley kazıya devam etti, iki buçuk metre kadar temiz kil tabakasından geçilerek derine dalındı ve sonra birdenbire işçiler, …bu devrin insanları tarafından yapılmış zımpara taşından aletler ve çanak çömlek parçalarına rastladılar. Çamur iyice temizlenince altında kalmış bir medeniyet ortaya çıktı. Bu durum, bölgede büyük bir su baskınının meydana geldiğini gösteriyordu. Ayrıca mikroskobik analiz, temiz kilden kalın bir katmanın, eski Sümer uygarlığını yok edecek kadar büyük bir tufan tarafından buraya yığılmış olduğunu gösteriyordu. Gılgamış Destanı ile Nuh’un öyküsü, Mezopotamya Çölü’nde kazılan bir kuyuda ortak bir kaynakta birleşmiş oluyordu.127 Ayrıca Max Mallowan, kazıyı yürüten Leonard Woolley’in düşüncelerini şöyle aktarıyordu: Woolley, tek bir zaman diliminde oluşmuş böylesine büyük bir kil kütlesinin sadece çok büyük bir sel felaketinin sonucu olabileceğini belirterek; Sümer Ur’u ile Al-Ubaid’in boyalı çanak çömlek kullanan halkı tarafından kurulan kenti ayıran sel tabakasını, efsanevi Tufan’ın kalıntıları olarak tanımladı.128 143


Bu veriler, Tufan’ın etkilediği yerlerden birinin Ur şehri olduğunu gösteriyordu. Alman arkeolog Werner Keller de söz konusu kazının önemini şöyle ifade etmişti: “Mezopotamya’da yapılan arkeolojik kazılarda balçıklı bir tabakanın altından şehir kalıntılarının çıkması burada bir sel olduğunu ispatlamış oldu.”129 Tufan’ın izlerini taşıyan bir başka Mezopotamya şehri ise günümüzde Tel El-Uhaymer olarak isimlendirilen, Sümerlilerin Kiş şehridir. Eski Sümer kayıtlarında, bu şehir “Büyük Tufan’dan sonra başa geçen ilk hanedanlığın başkenti” olarak nitelendirilmektedir.130 Günümüzde Tel El-Fara olarak adlandırılan Güney Mezopotamya’daki Şuruppak kenti de Tufan’ın açık izlerini taşımaktadır. Bu kentteki arkeolojik çalışmalar 1920-1930 yılları arasında Pennsylvania Üniversitesi’nden Erich Schmidt tarafından yürütüldü. Kazılarda MÖ 3000-2000 yılları arasında var olan bir uygarlığın doğuşu ve gelişmesi değişik tabakalarda rahatlıkla izlenebiliyordu. Çivi yazılı kayıtlardan anlaşılan oydu ki, bu bölgede MÖ 3000’li yıllarda, kültürel olarak oldukça gelişmiş bir halk yaşıyordu.131 Asıl önemli nokta ise, bu şehirde de MÖ 3000-2900 yılları civarında büyük bir sel felaketinin gerçekleştiğinin anlaşılmasıydı. Schmidt’in çalışmalarını anlatan Mallowan şöyle demektedir: “Schmidt 4-5 metre derinlikte kil ve kum karışımı sarı topraktan bir tabakaya erişti (bu tabaka selle beraber oluşmuştu). Bu tabaka, höyük kesitine göre ova seviyesine yakın bir düzeyde yer alıyordu ve höyüğün her yerinde izlenebiliyordu…” Cemdet Nasr dönemini Eski Krallık döneminden ayıran kil ve kum karışımı tabakayı Schmidt “tamamen nehir kökenli bir kum” olarak tanımlayarak Nuh Tufanı ile ilişkilendirdi.132 Kısacası Şuruppak kentinde yapılan kazılarda da yaklaşık MÖ 3000-2900 yıllarına rastgelen bir selin kalıntıları ortaya çıkartılmıştı. Diğer şehirlerle beraber Şuruppak kenti de muhtemelen Tufan’dan etkilenmişti.133

Tufan’dan etkilendiğine dair elde kanıtlar olan son yerleşim birimi, Şuruppak’ın güneyinde yer alan ve günümüzde Tel El-Varka olarak isimlendirilen Uruk kentidir. Bu kentte de diğerleri gibi bir sel tabakasına rastlanmıştır. Bu sel tabakası da, MÖ 3000-2900’lü yıllarla tarihlendirilmektedir.134 Bilindiği gibi Dicle ve Fırat nehirleri Mezopotamya’yı boydan boya kesmektedir. Anlaşılan odur ki, olay anında, bu iki nehir ve irili ufaklı bütün su kaynakları taşmış, bunlar yağmur 144


sularıyla birleşerek büyük bir su baskını oluşturmuşlardır. Kur’an’da bu olay şöyle bildirilmektedir: Biz, bardaktan boşanırcasına akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Derken su, takdir edilmiş bir işe karşı birleşti. Ve onu da tahtalar, çiviler üzerinde taşıdık. (Kamer Suresi, 11-13) Yapılan çalışmalar sonucu elde edilen ipuçları değerlendirildiğinde, Tufan’ın tüm Mezopotamya ovasını kapladığı görülmektedir. Tufan’ın izlerini taşıyan Ur, Uruk, Şuruppak ve Kiş şehirleri dizilimini incelediğimiz zaman bunların bir hat üzerinde yer aldığını görürüz. Ayrıca MÖ 3000’li yıllarda Mezopotamya ovasının coğrafi yapısı günümüzdekinden daha farklıdır. O devirlerde Fırat nehrinin yatağı, bugünküne göre daha doğuda bulunmaktaydı; bu akış rotası da Ur, Uruk, Şuruppak ve Kiş’ten geçen bir hatta denk gelmektedir. Dolayısıyla söz konusu bölgede Fırat nehrinin taştığı ve bu dört şehri yerle bir ettiği anlaşılmaktadır. (Doğrusunu Allah bilir.) Allah, Nuh Tufanı’nı, insanlara bir ibret ve ders konusu teşkil etmesi için, farklı toplumlara gönderdiği peygamberler ve kitaplar yoluyla aktarmıştır. Ancak her defasında metinler orijinalinden uzaklaştırılmış ve Tufan anlatımlarına mistik, mitolojik öğeler katılmıştır. Arkeolojik bulgularla uyuşan ve onları tasdik eden tek kaynak ise Kur’an’dır. Bunun nedeni, Allah’ın Kur’an’ı en küçük bir değişikliğe uğramadan korumuş olmasıdır. BİLİMSEL GERÇEKLERE İŞARET EDEN AYETLER Evrenin Yaratılışı 20. yüzyılın başlarına dek hakim olan görüş, evrenin sonsuz boyutlara sahip olduğu, sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza kadar da var olacağı şeklindeydi. "Statik (durağan) evren modeli" adı verilen bu anlayışa göre, evren için herhangi bir başlangıç veya son söz konusu değildi. Materyalist felsefenin de temelini oluşturan bu görüş, evreni sabit, durağan ve değişmez bir maddeler bütünü olarak kabul ederken, bir Yaratıcının varlığını da reddediyordu. Oysa 20. yüzyılda gelişen bilim ve teknoloji, materyalistlere zemin sağlayan durağan evren modeli gibi ilkel anlayışları kökünden yıkmıştır. 21. yüzyılın başlarında olduğumuz şu dönemde, evrenin bir başlangıcı olduğu, yok iken bir anda büyük bir patlamayla var olduğu modern fizik tarafından pek çok deney, gözlem ve hesapla ispatlanmış durumdadır. Ayrıca, evrenin, materyalistlerin iddia ettikleri gibi sabit ve durağan olmadığı, tam tersine sürekli bir hareket ve değişim içinde olduğu, genişlediği de saptanmıştır. Bugün bu gerçekler bütün bilim dünyası tarafından kabul edilmektedir. Kur’an-ı Kerim'de evrenin ortaya çıkışı şöyle açıklanır: O gökleri ve yeri yoktan var edendir... (Enam Suresi, 101)

145


Kur’an'da verilen bu bilgi, çağdaş bilimin bulgularıyla tam bir uyum içindedir. Başta da belirttiğimiz gibi astrofiziğin ulaştığı kesin sonuç, tüm evrenin madde ve zaman boyutlarıyla birlikte, bir sıfır anında, büyük bir patlamayla var olduğudur. "Büyük Patlama", orijinal adıyla "Big Bang" teorisi, tüm evrenin yaklaşık 15 milyar yıl önce tek bir noktanın patlamasıyla yokluktan meydana geldiğini kanıtlamıştır. Big Bang'den önce madde diye bir şey yoktur. Maddenin, enerjinin, hatta zamanın dahi bulunmadığı, tamamen metafizik olarak tanımlanabilecek bir yokluk ortamında, madde, enerji ve zaman bir anda yaratılmıştır. Modern fiziğin ortaya koyduğu bu büyük gerçek, Kur’an'da bize 1400 yıl önceden haber verilmektedir.

NASA'nın 1992'de gönderdiği Cobe uydusunun hassas tarayıcıları Big Bang'den sonra tüm evrene yayıldığı varsayılan radyasyonun kalıntılarını buldu. Bu buluş evrenin yoktan var edildiği gerçeğinin, bilimsel bir açıklaması olan Big Bang teorisinin ispatı oldu.

Evrenin Genişlemesi Astronomi biliminin henüz gelişmemiş olduğu bir dönemde, 14 asır önce indirilen Kur’an-ı Kerim'de evrenin genişlediğinden şöyle bahsedilir: Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz. (Zariyat Suresi, 47) Yukarıdaki ayette geçen "sema (gök)" kelimesi Kur’an'ın pek çok yerinde uzay ve evren anlamında kullanılır. Nitekim burada da bu anlamda kullanılmıştır ve evrenin genişleyici olduğu bildirilmiştir. Türkçeye "Şüphesiz Biz genişleticiyiz (genişleteniz/genişletmekte olanız)" olarak çevrilen Arapça "inna le musiune" ifadesindeki "musi'une" kelimesi, "genişletmek" anlamına gelen "evsea" fiilinden türemiştir. "Le" ön-eki de takip ettiği isim ya da sıfata vurgu ekleyerek "çok fazla" anlamı katmaktadır. Dolayısıyla bu ifade "Biz göğü veya evreni çok fazla genişletiyoruz" anlamı taşımaktadır. Bilimin bugün varmış olduğu sonuç da Kur’an'da bize bildirilenle aynıdır.1

146


Edwin Hubble, dev teleskobuyla.

20. yüzyılın başlarına dek bilim dünyasında hakim olan tek görüş, "evrenin durağan bir yapıya sahip olduğu ve sonsuzdan beri süregeldiği" şeklindeydi. Ancak, günümüz teknolojisi sayesinde gerçekleştirilen araştırma, gözlem ve hesaplamalar evrenin bir başlangıcı olduğunu ve sürekli olarak "genişlediğini" ortaya koydu. Rus fizikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı evren bilimci Georges Lemaitre, 20. yüzyılın başlarında evrenin sürekli hareket halinde olduğunu ve genişlediğini teorik olarak hesapladılar. Bu gerçek, 1929 yılında gözlemsel olarak da ispatlandı. Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların ve galaksilerin sürekli olarak birbirlerinden uzaklaştıklarını keşfetti. Bu buluş astronomi tarihinin en büyük keşiflerinden biri sayılmaktadır. Hubble bu incelemeler sırasında yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da Georges Lemaitre kızıl yöne doğru kayar. Hubble'ın gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma fark edilmişti. Kısacası yıldızlar sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar. Yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Herşeyin sürekli olarak birbirinden uzaklaştığı bir evren ise, sürekli "genişleyen" bir evren anlamına gelmekteydi. Evrenin genişlemekte olduğu, ilerleyen yıllardaki gözlemlerle de kesinlik kazandı. Konuyu daha iyi anlamak için, evreni şişirilen bir balonun yüzeyi gibi düşünmek mümkündür. Balonun yüzeyindeki noktaların balon şiştikçe birbirlerinden uzaklaşmaları gibi, evrendeki cisimler de evren genişledikçe birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar. Aslında bu gerçek 20. yüzyılın en büyük bilim adamlarından biri sayılan Albert Einstein tarafından da teorik olarak keşfedilmişti. Fakat Einstein, o devrin genel kabul gören "durağan evren modeli" ile ters düşmemek için, bu buluşunu bir kenara bırakmıştı. Einstein bu davranışını daha sonra, "kariyerinin en büyük hatası" olarak adlandıracaktı.2

147


Bu bilimsel gerçek, henüz hiçbir insan tarafından bilinmezken, Kuran'da asırlar önce açıklanmıştır. Çünkü Kuran, tüm evrenin yaratıcısı ve hakimi olan Allah'ın sözüdür.

Evren ilk patlamadan bu yana her an büyük bir süratle genişlemektedir. Bilim adamları genişleyen evreni şişen bir balonun yüzeyine benzetmektedirler.

Evrenin Sonu ve Big Crunch

Big Crunch teorisi, Big Bang'le başlayarak genişlemekte olan evrenin, gittikçe hızlanarak içine çökeceğini öne süren bir teoridir. Teoriye göre evrendeki bu çöküş, evren tüm kütlesini kaybedip sonsuz yoğunluktaki bir noktaya dönüşene dek sürecektedir.

Evrenin yaratılışı, önceki konuda da belirttiğimiz gibi Big Bang denilen büyük bir patlama ile başlamıştır ve o zamandan beri evren genişlemektedir. Bilim adamları evrenin kütlesi yeterli miktara ulaştığında, çekim kuvvetleri nedeni ile bu genişlemenin duracağını ve bunun evrenin kendi içine çökmeye, büzülmeye başlamasına sebep olacağını bildirmektedirler. Büzülen evrenin de, sonunda "Big Crunch" denilen çok yüksek bir ısı ve sıkışma ile sonuçlanacağını ifade etmektedirler. Bu ise, bildiğimiz tüm yaşam şekillerinin yok olması anlamına gelir.3 Big Crunch olarak ifade edilen bu bilimsel varsayıma Kur’an'da şöyle işaret edilmektedir:

148


Bizim, göğü kitabın sahifelerini katlar gibi katlayacağımız gün, ilk yaratmaya başladığımız gibi, yine onu (eski durumuna) iade edeceğiz. Bu, Bizim üzerimizde bir vaiddir. Elbette, Biz yapıcılarız. (Enbiya Suresi, 104) Bir başka ayette ise göklerin bu durumu şöyle tarif edilmektedir: Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyamet günü yer, bütünüyle O'nun avucu (kabzası)ndadır; gökler de sağ eliyle dürülüp-bükülmüştür. O, şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir. (Zümer Suresi, 67) Big Crunch teorisine göre başlangıçta olduğu gibi önce yavaşça, fakat gittikçe hız kazanarak evren çökmeye başlayacaktır. Tüm bunların devamında ise, evren sonsuz yoğunluk ve sonsuz ısıda, sonsuz küçüklükte bir nokta haline gelecektir. Tarif edilen bu bilimsel teori, Kuran ayetleri ile parelellik içindedir. (En doğrusunu Allah bilir.) Sıcak Dumandan Yaratılış Bugün bilim adamları yıldızların dumandan -sıcak bir gaz bulutundan- oluşumunu gözlemleyebilmektedirler. Sıcak gaz kütlesinden oluşum, aynı zamanda evrenin yaratılışı için de geçerlidir. Kur’an'da da evrenin yaratılışı, bu bilimsel bulguları tasdik edecek şekilde tarif edilmiştir: Orda (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar var etti, onda bereketler yarattı ve isteyiparayanlar için eşit olmak üzere ordaki rızıkları dört günde takdir etti. Sonra, duman halinde olan göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki: "İsteyerek veya istemeyerek gelin." İkisi de: "İsteyerek (İtaat ederek) geldik" dediler. (Fussilet Suresi, 10-11) Yukarıdaki ayette geçen "duman" ifadesi, Arapçada "duhanun" kelimesidir. Ve bu kelime söz konusu kozmik ve sıcak bir dumanı tarif etmektedir. Katı maddelere bağlı uçan parçacıklar içeren, sıcak gaz halinde bir kütle olan bu duman şekli, ayette geçen kelimeyle tam olarak tarif edilmektedir. Görüldüğü gibi Kur’an'da evrenin bu aşamadaki görünümünü tarif eden en uygun kelime kullanılmıştır. Bilim adamları ise evrenin, duman halindeki sıcak bir gaz kütlesinden oluştuğunu 20. yüzyılda keşfetmişlerdir.4 Evrenin yaratılışı ile ilgili böyle bir bilginin Kur’an'da bildirilmiş olması, kuşkusuz Kur’an"ın bilimsel alandaki bir mucizesidir. "Göklerle Yer'in Birbirinden Ayrılması Kur’an'da göklerin yaratılışı hakkında bilgi verilen bir başka ayet ise şöyledir: O inkar edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı? (Enbiya Suresi, 30) Ayetin "birbiriyle bitişik" olarak tercüme edilen "ratk" kelimesi, Arapça sözlüklerde "birbiriyle iç içe, ayrılmaz durumda, kaynaşmış" anlamlarına gelir. Yani tam bir bütün 149


oluşturan iki maddeyi tanımlamak için bu kelime kullanılır. Ayette geçen "ayırdık" ifadesi ise Arapça "fatk" fiilidir ki, bu fiil bitişik durumdaki bir nesneyi yarıp, parçalayıp dışarı çıkması anlamına gelir. Örneğin tohumun filizlenerek topraktan dışarı çıkması Arapçada bu fiille ifade edilir. Şimdi ayete tekrar bakalım. Ayette göklerle yerin birbiriyle bitişik, yani "ratk" durumunda olduğu bir durumdan bahsediliyor. Ardından bu ikisi "fatk" fiili ile ayrılıyorlar. Yani biri diğerini yararak dışarı çıkıyor. Gerçekten de Big Bang'in ilk anını düşündüğümüzde, evrenin tüm maddesinin tek bir noktada toplandığını görürüz. Diğer bir deyişle herşey, hatta henüz yaratılmamış olan "gökler ve yer" bile bu noktanın içinde, birbiriyle iç içe, ayrılmaz durumdadırlar. Ardından bu nokta şiddetli bir patlamayla yarılıp ayrılmaktadır. Göklerle Yer Arasındakilerin Yaratılışı Kur’an'da, göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanların yaratılışı ile ilgili pek çok ayet bulunmaktadır: Biz, gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakilerini hakkın dışında (herhangi bir amaçla) yaratmadık. Hiç şüphesiz o saat de yaklaşarak-gelmektedir; öyleyse (onlara karşı) güzel davranışlarla davran. (Hicr Suresi, 85) Göklerde, yerde, bu ikisinin arasında ve nemli toprağın altında olanların tümü O'nundur. (Taha Suresi, 6) Biz, bir 'oyun ve oyalanma konusu' olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık. (Enbiya Suresi, 16) Bilim adamları başlangıçta sıcak bir gaz kütlesinin yoğunlaştığını, daha sonra bu kütlenin parçalara ayrılarak galaktik maddeleri, daha sonra yıldızları ve gezegenleri oluşturduklarını ifade etmektedirler. Diğer bir deyişle Dünyamız da dahil olmak üzere bütün yıldızlar, birleşik bir gaz kütlesinden ayrılan parçalardır. Bu parçalardan bir kısmı güneşleri, gezegenleri meydana getirmiş, böylece pek çok Güneş Sistemleri ve galaksiler ortaya çıkmıştır. Daha önceki bölümlerde de açıkladığımız gibi evren "ratk" (Füzyon: Birbirine yapışık, birleşik) halindeyken, "fatk" (parçalara ayrılmıştır) olmuştur. Kur’an'da evrenin oluşumu, bilimsel açıklamaları tasdikleyen, en uygun kelimelerle anlatılmaktadır.5 Her bölünme, ayrılma olduğunda ise, uzayda yeni oluşan temel cisimlerin dışında birkaç parça dışarıda kalmıştır. Bu fazla parçaların bilimsel adı, "yıldızlar arası galaktik madde"dir. Bilim adamları bu maddeleri, astrofizikteki ölçümler açısından çok önemli görmektedirler. Ayrıca bu maddeler toz, duman ya da gaz olarak değerlendirilebilecek kadar incedirler. Ancak bu maddelerin tamamı düşünüldüğünde, uzaydaki galaksilerin toplamından daha fazla bir kütle söz konusu olmaktadır. Galaksi ötesindeki bu maddelerin varlığı yakın bir tarihte keşfedilmesine rağmen, yukarıdaki ayetlerde "ikisinin arasındakiler, ikisinin arasındaki 150


şeyler" olarak çevrilen "ma beynehuma" ifadesi ile, Kur’an'da bu parçaların varlığına yüzyıllar öncesinden dikkat çekilmiştir. Evrendeki Mükemmel Denge O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman'ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4) Evrendeki milyarlarca yıldız ve galaksi mükemmel bir uyum içinde kendileri için tespit edilmiş yörüngelerinde hareket ederler. Yıldızlar, gezegenler ve uydular hem kendi etraflarında, hem de bağlı oldukları sistemlerle birlikte dönerler. Hatta bazen içinde 200-300 milyar yıldız bulunan galaksiler birbirlerinin içinden geçip giderler. Bu geçişte, evrendeki büyük düzeni bozacak herhangi bir çarpışma olmaz. Evrende hız kavramı, Dünya ölçüleriyle karşılaştırıldığında kavranması güç boyutlardadır. Milyarlarca, trilyonlarca ton ağırlığındaki yıldızlar, gezegenler ve sayısal değerleri ancak matematikçilerin anlayabileceği büyüklükteki galaksiler ve galaksi kümeleri uzay içinde olağanüstü bir süratle hareket ederler. Örneğin, Dünya saatte 1.670 km hızla kendi ekseni çevresinde döner. Bugün en hızlı merminin saatte ortalama 1.800 km'lik bir sürate sahip olduğu düşünülürse, Dünya'nın dev boyutlarına rağmen süratinin ne denli büyük olduğu anlaşılır. Dünya'nın Güneş etrafındaki hızı ise merminin yaklaşık 60 katıdır: Saatte 108.000 km. (Böylesine büyük bir süratle yol alabilen bir araç yapılabilseydi, Dünya'nın çevresini 22 dakikada dolaşacaktı.) Verdiğimiz bu sayılar sadece Dünya içindir. Güneş Sistemi ise daha da ilginçtir. Bu sistemin sürati mantık sınırlarını zorlayacak derecede yüksektir. Evrende sistemler büyüdükçe sürat artar. Güneş Sistemi'nin galaksi merkezi etrafındaki dönüş sürati, saatte tam 720.000 km'dir. Yaklaşık 200 milyar yıldızı bünyesinde bulunduran "Samanyolu Galaksisi"nin uzay içindeki hızı ise saatte 950.000 km'dir. Kuşkusuz ki böylesine karmaşık ve hızlı bir sistem içinde dev kazaların oluşma ihtimali son derece yüksektir. Ancak böyle bir durum olmaz ve biz yaşamımızı güven içinde sürdürürüz. Çünkü evrendeki herşey Allah'ın koyduğu kusursuz dengeye göre işlemektedir. İşte bu sebeple ayette bildirildiği gibi tüm bu sistem içinde hiçbir "çelişki ve uygunsuzluk" yoktur. Güneş, Ay ve Yıldızın Yapılarındaki Farklılık

151


Sizin üstünüze sapasağlam yedi-gök bina ettik. Parıldadıkça parıldayan bir kandil (Güneş) kıldık.(Nebe Suresi, 12-13) Bilindiği gibi Güneş, Güneş Sistemi'ndeki tek ışık kaynağıdır. Teknolojik imkanların gelişmesiyle birlikte, astronomlar Ay'ın bir ışık kaynağı olmadığını, sadece Güneş'ten gelen ışığı yansıttığını keşfetmişlerdir. Yukarıdaki ayette geçen "kandil" ifadesi de, Arapçada ısı ve ışık kaynağı olan Güneş'i en mükemmel şekilde tarif eden "sirac" kelimesidir. Allah Kuran'da Ay, Güneş ve yıldızlar gibi gök cisimlerinden bahsederken farklı kelimeler kullanmaktadır. Bunlardan Güneş ve Ay'ın yapıları arasındaki farklılık Kuran'da şöyle ifade edilmiştir: Ve Ay'ı bunlar içinde bir nur kılmış, Güneş'i de (aydınlatıcı ve yakıcı) bir kandil yapmıştır. (Nuh Suresi, 16) Yukarıdaki ayette Ay için ışık (Arapça "nur"), Güneş için kandil (Arapça "sirac") kelimeleri kullanılmıştır. Bu kelimelerden Ay için kullanılan, ışığı yansıtan, parlak, hareketsiz bir kitleyi ifade eder. Güneş için kullanılan kelime ise, sürekli yanma halinde olan, ısı ve ışık kaynağı, gökteki bir oluşum anlamına gelmektedir. Diğer taraftan "yıldız" kelimesi Arapçada "beliren, ortaya çıkan, görünen" anlamlarına gelen "neceme" kökünden türemiştir. Ayrıca yıldız aşağıdaki ayetteki gibi, ışığıyla karanlıkları delen, parıldayan, kendi kendini tüketen ve yanan anlamlarına işaret eden "sakib" kelimesiyle de nitelendirilmiştir: (Karanlığı) Delen yıldızdır. (Tarık Suresi, 3) Günümüzde Ay'ın kendi ışığını yaymadığı, Güneş'ten gelen ışığı yansıttığı bilinmektedir. Güneş ve yıldızların ise kendi ışıklarını yaydıklarını biliyoruz. Kuran'da bu gerçekler insanların gök cisimleri ile ilgili bilgilerin çok kısıtlı olduğu bir dönemde yani bundan 14 asır evvel bildirilmiştir.

Yörüngeler ve Dönen Evren Evrendeki büyük dengenin en önemli nedenlerinden biri, kuşkusuz gök cisimlerinin belirli yörüngeler izliyor olmasıdır. Yıldızlar, gezegenler ve uydular hem kendi etraflarında, hem de

152


bağlı bulundukları sistemle birlikte dönmekte, evren tıpkı bir fabrikanın dişlileri gibi ince bir düzen içinde çalışmaktadır. Evrende yaklaşık 200 milyar galaksi mevcuttur ve her galakside ortalama 200 milyar yıldız bulunur. Bu yıldızların pek çoğunun gezegenleri, bu gezegenlerin de uyduları vardır. Tüm bu gök cisimleri çok ince hesaplarla saptanmış yörüngelere sahiptir. Ve milyonlarca yıldır her biri kendi yörüngesinde diğerleriyle kusursuz bir uyum ve düzen içinde akıp gitmektedir. Bunların dışında pek çok kuyruklu yıldız da kendisi için tespit edilmiş olan yörüngede yüzüp gider. Evrendeki yörüngeler sadece bazı gök cisimlerine ait değildir. Güneş Sistemimiz hatta diğer galaksiler, başka merkezler etrafında büyük bir hareketlilik gösterirler. Dünya ve onunla birlikte Güneş Sistemi her yıl, bir önceki yerinden 500 milyon km uzakta bulunur. Gök cisimlerinin yörüngelerinden en ufak bir sapmanın bile sistemi altüst edecek kadar önemli sonuçlar doğurabileceği hesaplanmıştır. Örneğin Dünya yörüngesinde, normalden fazla veya eksik 3 mm'lik bir sapmanın yol açabilecekleri, bir kaynakta şöyle tarif edilmektedir: Dünya, Güneş çevresinde dönerken öyle bir yörünge çizer ki, her 18 milde doğru bir çizgiden ancak 2,8 mm ayrılır. Dünya'nın çizdiği bu yörünge kıl payı şaşmaz; çünkü yörüngeden 3 mm'lik bir sapma bile büyük felaketler doğururdu: Sapma 2,8 yerine 2,5 mm olsaydı, yörünge çok geniş olurdu ve hepimiz donardık; sapma 3,1 mm olsaydı, hepimiz kavrularak ölürdük.6 Gök cisimlerinin bir başka özelliği de, yörüngelerinin dışında bir de kendi etraflarında dönmeleridir. Kuran'da "Dönüşlü olan göğe andolsun." (Tarık Suresi, 11) ayeti ise tam da bu gerçeğe işaret eder. Elbette, Kuran'ın indirildiği dönemde insanlık, günümüzdeki gibi uzayı milyonlarca kilometre uzaklara dek gözlemleyecek teleskoplara, gelişmiş gözlem teknolojilerine, modern fizik ve astronomi bilgilerine sahip değildi. Dolayısıyla uzayın, ayette bildirildiği gibi, "özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış" (Zariyat Suresi, 7) olduğunu, o dönemde bilimsel olarak tespit edebilmek imkansızdı. Ancak o çağda indirilmiş olan Kuran-ı Kerim'de bu gerçek bizlere açıkça haber verilmiştir; çünkü Kuran, Allah'ın sözüdür. Güneş'in Gidiş İstikameti Kuran'da Güneş ve Ay'dan bahsedilirken her birinin belli bir yörüngesi olduğu vurgulanır: Geceyi, gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı yaratan O'dur; her biri bir yörüngede yüzüp gidiyor. (Enbiya Suresi, 33)

153


Yukarıdaki ayette geçen "yüzme" kelimesi Arapçada "sabaha" olarak ifade edilir ve Güneş'in uzaydaki hareketini anlatmak üzere kullanılmaktadır. Bu kelime Güneş'in uzayda hareket ederken kontrolsüz olmadığı, ekseni üzerinde döndüğü ve dönerken bir rota izlediği manasındadır. Güneş'in sabit olmadığı belli bir yörüngede yol almakta olduğu, bir başka ayette de şöyle bildirilmektedir: Güneş de, kendisi için (tespit edilmiş) olan bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu üstün ve güçlü olan, bilenin takdiridir. (Yasin Suresi, 38) Kuran'da bildirilen bu gerçekler, ancak çağımızdaki astronomik gözlemlerle anlaşılmıştır. Astronomi uzmanlarının hesaplarına göre Güneş, Solar Apex adı verilen bir yörünge boyunca Vega Yıldızı doğrultusunda saatte 720.000 km'lik muazzam bir hızla hareket etmektedir. Bu, kabaca bir hesapla, Güneş'in günde 17 milyon 280 bin km yol katettiğini gösterir. Güneş'le birlikte onun çekim sistemi içindeki tüm gezegenler ve uyduları da aynı mesafeyi katederler. Ay Yılının Hesaplanması Güneş'i bir aydınlık, Ay'ı bir nur kılan ve yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona duraklar tespit eden O'dur. Allah, bunları ancak hak ile yaratmıştır. O, bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklamaktadır. (Yunus Suresi, 5) Ay'a gelince, Biz onun için de birtakım uğrak yerleri takdir ettik; sonunda o, eski bir hurma dalı gibi döndü (döner). (Yasin Suresi, 39) Yukarıdaki ilk ayette Allah, Ay'ın insanlar için yıl hesabının yapılmasında bir ölçü olacağını açıkça bildirmiştir. Ayrıca bu hesapların, Ay'ın yörüngesinde dönüşü sırasında alacağı konumlara göre yapılacağına da dikkat çekilmiştir. Dünya-Ay ve Dünya-Güneş doğrultuları arasındaki açı sürekli olarak değiştiğinden, biz Ay'ı çeşitli zamanlarda değişik şekillerde görürüz. Ayrıca Ay'ı görebilmemiz, Ay'ın Güneş'ten aldığı ışığı yansıtması ile mümkün olduğundan, Ay'ın Güneş etrafından aydınlatılan yüzü, Dünya'daki gözlemciye göre sürekli değişir. İşte bu değişimler göz önünde bulundurularak birtakım hesaplamalar yapılır ki, bu da insanlar için yıl hesabını mümkün kılar. Eskiden 1 ay, insanlar tarafından iki dolunay arasındaki zaman veya Ay'ın Dünya etrafında döndüğü zaman olarak hesaplanırdı. Buna göre 1 ay, 29 gün 12 saat ve 44 dakikaya eşitti. Buna "Kameri ay" denir. 12 Kameri ay ise Rumi takvime göre 1 yıl eder. Ancak Dünya'nın Güneş etrafındaki dönüşünü tamamlamasını 1 yıl olarak kabul ettiğimiz Miladi takvim ile Rumi takvim arasında her yıl 11 günlük bir fark oluşur. Nitekim Kehf Suresi'nin 25. ayetinde de bu farka şöyle dikkat çekilmiştir: Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar. (Kehf Suresi, 25) Ayette geçen zamanı şöyle açıklamak mümkündür: 300 yıl x 11 gün (her yıl için oluşan fark) = 3.300 gündür. 1 Güneş yılının 365 gün 5 saat 48 dakika ve 45.5 saniyeden oluştuğu dikkate alınırsa, 3.300 gün/365.24 gün = 9 yıl'dır. Diğer bir deyişle Miladi takvime göre 300 yıl, Rumi 154


takvime göre 300+9 yıldır. Görüldüğü gibi ayette ince hesaplara dayanan bu 9 yıllık farka dikkat çekilmiştir. (En doğrusunu Allah bilir) Kuşkusuz Kuran'da böyle bir bilgiye dikkat çekilmesi Kuran'ın bilimsel mucizelerinden biridir. Dünya'nın Yuvarlaklığı Gökleri ve yeri hak olarak yarattı. Geceyi gündüzün üstüne sarıp-örtüyor, gündüzü de gecenin üstüne sarıp örtüyor... (Zümer Suresi, 5)

Kuran'ın evreni tanıtan ayetlerinde kullanılan ifadeler oldukça dikkat çekicidir. Üstteki ayette "sarıp örtmek" olarak tercüme edilen Arapça kelime "tekvir"dir. Bu kelimenin Türkçe karşılığı, "yuvarlak bir şeyin üzerine bir cisim sarmak"tır. (Örneğin Arapça sözlüklerde "başa sarık sarma" gibi yuvarlak cisimleri içeren fiiller için bu kelime kullanılır.) Ayette, gecenin ve gündüzün birbirlerinin üzerlerini sarıp-örtmeleri (tekvir etmeleri) konusunda verilen bilgi, aynı zamanda Dünya'nın biçimi konusunda esin bir bilgi içermektedir. Ancak ve ancak Dünya'nın yuvarlak olması durumunda bu ayette ifade edilen fiil gerçekleşebilir. Yani 7. yüzyılda indirilen Kuran'da Dünya'nın yuvarlak olduğuna işaret edilmiştir. Unutmamak gerekir ki, o dönemdeki astronomi anlayışında Dünya daha farklı algılanıyordu. O dönemde Dünya'nın düz bir satıh olduğu düşünülüyordu ve tüm bilimsel hesap ve açıklamalar da buna göre yapılıyordu. Ancak Kuran Allah'ın sözü olduğu için, evreni tarif ederken olabilecek en tanımlayıcı kelimeler kullanılmıştır. Kuran ayetlerinde ise bize henüz yakın yüzyılda öğrendiğimiz bu bilgileri 1400 sene öncesinden haber verilmektedir. Dünya'nın Dönüş Yönü Dağları görürsün de, donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. Herşeyi 'sapasağlam ve yerli yerinde yapan' Allah'ın sanatı (yapısı)dır (bu). Şüphesiz O, işlediklerinizden haberdardır. (Neml Suresi, 88) Neml Suresi'ndeki ayette Dünya'nın sadece döndüğü değil, dönüş yönü de vurgulanmaktadır. 3.500-4.000 metre yükseklikteki ana bulut kümelerinin hareket yönü daima batıdan doğuya doğrudur. Hava durumu tahminleri için çoğunlukla batıdaki duruma bakılmasının sebebi de budur.7 Bulut kümelerinin batıdan doğuya doğru sürüklenmesinin asıl sebebi Dünya'nın dönüş yönüdür. Günümüzde bilindiği gibi, Dünyamız da batıdan doğuya doğru dönmektedir. 155


Bilimin yakın tarihlerde tespit ettiği bu bilimsel gerçek, Kuran'da yüzyıllar öncesinden haber verilmiştir. Atmosferin Katmanları Kuran ayetlerinde evren hakkında verilen bilgilerden biri, gökyüzünün yedi kat olarak düzenlendiğidir: Sizin için yerde olanların tümünü yaratan O'dur. Sonra göğe istiva edip de onları yedi gök olarak düzenleyen O'dur. Ve O, herşeyi bilendir. (Bakara Suresi, 29) Sonra, duman halinde olan göğe yöneldi... Böylece onları iki gün içinde yedi gök olarak tamamladı ve her bir göğe emrini vahyetti... (Fussilet Suresi, 11-12)

Kuran'da pek çok ayette kullanılan gök kelimesi tüm evreni ifade etmek için kullanıldığı gibi, Dünya göğünü ifade etmek için de kullanılır. Kelimenin bu anlamı düşünüldüğünde, Dünya göğünün, bir başka deyişle atmosferin, 7 katmandan oluştuğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Nitekim bugün Dünya atmosferinin üst üste dizilmiş farklı katmanlardan meydana geldiği bilinmektedir.8 Kimyasal içerik veya hava sıcaklığı ölçü alınarak yapılan tanımlamalarda, Dünya'nın atmosferi 7 katman olarak belirlenmiştir.9 Bugün halen 48 saatlik hava durumu tahminlerinde kullanılan ve "Limited Fine Mesh Model" olarak adlandırılan atmosfer modeline göre de atmosfer 7 katmandır. Modern jeolojik tanımlamalara göre atmosferin 7 katmanı şu şekilde sıralanmaktadır:

156


1- Troposfer 2- Stratosfer 3- Mezosfer 4- Termosfer 5- Ekzosfer 6- İyonosfer 7- Manyetosfer Bu konuyla ilgili bir diğer mucizevi yön ise Fussilet Suresi'nin 12. ayetinde geçen "Her bir göğe emrini vahyetti" ifadesinde yer almaktadır. Yani ayette Allah'ın her tabakayı belli bir görevle görevlendirdiği belirtilmektedir. Daha önceki bölümlerde de gördüğümüz gibi, yukarıda saydığımız tabakaların her birinin insanların ve yeryüzündeki tüm canlıların yararı açısından çok hayati görevleri vardır. Yağmurların oluşmasından zararlı ışınların engellenmesine, radyo dalgalarının yansıtılmasından göktaşlarının zararsız hale getirilmesine kadar her tabakanın kendine özgü bir işlevi bulunmaktadır. Aşağıdaki ayetler ise bize atmosferin 7 katmanının görünümü ile ilgili bilgi vermektedir:"Görmüyor musunuz; Allah, yedi göğü birbirleriyle bir uyum (mutabakat) içinde yaratmıştır?" (Nuh Suresi, 15) O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır... (Mülk Suresi, 3) Bu ayetlerde Türkçeye "uyum" olarak çevrilen Arapça "tibakan" kelimesi, aynı zamanda "tabaka, bir şeyin uygun olan kapağı ve örtüsü" anlamlarına da gelir ki, üst katın alt kata uygunluğunu vurgular. Kelimenin çoğul kullanımında ise "tabaka tabaka" anlamı kazanmaktadır. Ayette tarif edilen tabaka tabaka halindeki gök, kuşkusuz atmosferi en mükemmel şekilde ifade eden açıklamalardır. 20. yüzyıl teknolojisi olmadan tespit edilmesi hiçbir şekilde mümkün olmayan bu bilgilerin, 1400 yıl önce indirilmiş olan Kuran-ı Kerim'de açıkça bildirilmesi ise elbette ki çok büyük bir mucizedir. Korunmuş Tavan Kuran'da Allah, gökyüzünün son derece önemli bir özelliğine şöyle dikkat çeker: Gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar. (Enbiya Suresi, 32) Ayette belirtilen gökyüzünün bu özelliği, 20. yüzyıldaki bilimsel araştırmalarla kanıtlanmıştır.

157


Dünya'yı çepeçevre kuşatan atmosfer, canlılığın devamı için son derece hayati işlevleri yerine getirir. Dünya'ya doğru yaklaşan irili ufaklı pek çok gök taşını eriterek yok eder ve bunların yeryüzüne düşerek canlılara büyük zararlar vermesini engeller. Gökyüzünü seyreden insanlardan çoğunun aklına atmosferin koruyucu yapısı gelmez. Bu yapı olmasa Dünya'nın nasıl bir yer olacağını da insanlar çoğu zaman düşünmezler. Aşağıdaki resimde Dünya'ya düşen bir gök taşının ABD Arizona'da açtığı dev çukur görülmektedir. Eğer atmosfer olmasaydı bu gök taşlarının milyonlarcası Dünya yüzeyine düşer ve gezegen yaşanılmaz bir hale gelirdi. Ancak atmosferin koruyucu özelliği sayesindedir ki, Dünya'daki canlılar güven içinde yaşamlarını sürdürürler. Bu, elbette Allah'ın insanlar üzerindeki bir korumasıdır ve Kuran'da haber verilmiş bir mucizedir.

Atmosfer, bunun yanı sıra, uzaydan gelen ve canlılar için zararlı olan ışınları da filtre eder. Atmosferin bu özelliğinin en çarpıcı yönü, atmosferin sadece zararsız orandaki ışınları, yani görünür ışık, kızıl ötesi ışınlar ve radyo dalgalarını geçirmesidir. Bunların tümü yaşam için gerekli ışınlardır. Örneğin atmosfer tarafından belirli oranda geçmesine izin verilen ultraviyole ışınları, bitkilerin fotosentez yapmaları ve dolayısıyla tüm canlıların hayatta kalmaları açısından büyük önem taşır. Güneş tarafından yayılan şiddetli ultraviyole ışınlarının büyük bölümü, atmosferin ozon tabakasında süzülür ve Dünya yüzeyine yaşam için gerekli olan az bir kısmı ulaşır. Atmosferin koruyucu özelliği bunlarla da kalmaz. Dünya, uzayın ortalama eksi 270 derecelik dondurucu soğuğundan yine atmosfer sayesinde korunur. Dünya'nın manyetik alanının oluşturduğu manyetosfer tabakası, yeryüzünü gök taşlarından, zararlı kozmik ışın ve parçacıklardan koruyan bir kalkan gibidir. Yandaki resimde Van Allen Kuşakları adı da verilen bu manyetosfer tabakası görülmektedir. Dünya'nın on binlerce kilometre uzağındaki bu kuşaklar, yeryüzündeki canlıları uzaydan gelebilecek öldürücü enerjiden korumaktadır. Tüm bu bilimsel bulgular, Dünya'nın özel bir şekilde korunduğunu kanıtlamaktadır. Önemli olan, bu korunmanın "gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık" ayetiyle 1400 sene önce Kuran'da haber verilmiş olmasıdır.

Dünya'yı zararlı etkilerden koruyan, yalnızca atmosfer değildir. Atmosferin yanı sıra "Van Allen Kuşakları" denilen ve Dünya'nın manyetik alanından kaynaklanan bir tabaka da, gezegenimize gelen zararlı ışınlara karşı bir kalkan görevi görür. Güneş'ten ve diğer yıldızlardan sürekli olarak yayılan bu ışınlar, insanlar için öldürücü etkiye sahiptir. Özellikle 158


Güneş'te sık sık meydana gelen ve "parlama" adı verilen enerji patlamaları, Van Allen Kuşakları olmasa, Dünya'daki tüm yaşamı yok edebilecek güçtedir. Van Allen Kuşakları'nın yaşamımız açısından önemini Dr. Hugh Ross şöyle anlatmaktadır: Dünya, Güneş Sistemi'ndeki gezegenler arasında en yüksek yoğunluğa sahiptir. Bu geniş nikel-demir çekirdeği büyük bir manyetik alandan sorumludur. Bu manyetik alan Van Allen radyasyon koruyucu tabakasını meydana getirir. Bu tabaka yeryüzünü radyasyon bombardımanından korur. Eğer bu koruyucu tabaka olmasaydı, Dünya'da hayat mümkün olmazdı. Manyetik alanı olan ve kayalık bölgelerden oluşan diğer tek gezegen Merkür'dür. Fakat bu manyetik alanın gücü Dünya'nınkinden 100 kat daha azdır. Van-Allen radyasyon koruyucu tabakası Dünya'ya özeldir.10 Geçtiğimiz yıllarda tespit edilen bir parlamada açığa çıkan enerjinin, Hiroşima'ya atılanın benzeri 100 milyar atom bombasına eş değer olduğu hesaplanmıştır. Parlamadan 58 saat sonra pusulaların ibrelerinde aşırı hareketler gözlenmiş, Dünya atmosferinin 250 km üstünde sıcaklık sıçrama yapıp 2.500 °C'ye yükselmiştir. Kısacası, Dünya'nın üzerinde, kendisini sarıp kuşatan ve dış tehlikelere karşı koruyan mükemmel bir sistem işler. İşte Dünya'yı çevreleyen gökyüzünün bu koruyucu kalkan özelliğini, Allah bizlere yüzyıllar öncesinden Kuran'da bildirmiştir. Gökyüzünün Bina Kılınması

Atmosferin koruyucu özelliği sayesinde Dünya, uzaydan gelebilecek ve yandaki temsili resimdekine benzer sonuçları olabilecek tehlikelerden korunmuş olur.

O, sizin için yeryüzünü bir döşek, gökyüzünü bir bina kıldı. Ve gökten yağmur indirerek bununla sizin için (çeşitli) ürünlerden rızık çıkardı. Öyleyse (bütün bunları) bile bile Allah'a eşler koşmayın. (Bakara Suresi, 22) Yukarıdaki ayette gökyüzü için Arapça "essemae binaen" kelimesi kullanılmaktadır. Bu kelime kubbe, tavan anlamlarıyla beraber, Arap Bedevileri tarafından kullanılan çadır benzeri bir kaplamayı da tarif eder.11Ve söz konusu çadırımsı yapı ile vurgulanan; dış öğelere karşı bir çeşit koruma sağlanmasıdır. Biz çoğunlukla farkında olmasak da, diğer gezegenlerde olduğu gibi Dünya'ya da çok sayıda gök taşı düşmektedir. Diğer gezegenlere düştüklerinde dev kraterler açan bu gök taşlarının 159


Dünya'ya zarar vermemelerinin nedeni, Dünya'yı saran atmosferin düşmekte olan gök taşlarına karşı büyük bir direnç göstermesidir. Gök taşı bu dirence fazla dayanamaz ve sürtünmeden dolayı yanarak büyük bir kütle kaybına uğrar. Böylece, büyük felaketlere yol açabilecek bu tehlike, atmosfer sayesinde engellenmiş olur. Allah yukarıda bahsettiğimiz atmosferin koruyucu özelliği ile ilgili ayetlerin yanı sıra, aşağıdaki ayettede bu özel yaratılışa dikkat çekmektedir: Görmedin mi, Allah, yerdekileri ve denizde onun emriyle akıp giden gemileri, sizin yararınıza verdi. Ve izni olmadıkça, göğü yerin üstüne düşmekten alıkoyar. Şüphesiz Allah, insanlara karşı şefkatlidir, çok merhametlidir. (Hac Suresi, 65) Geminid meteor yağmuru her sene Aralık ayının ikinci haftasında en yoğun şekilde gözlemlenir. Meteor yağmurunda gök taşları saatte 58 taneye varan yoğunlukta düşmektedirler.

Nitekim bir önceki bölümde de bahsettiğimiz atmosferin koruyucu özelliği, Dünya'yı uzaydan yani dış öğelerden korumaktadır. Yukarıda yer verilen ayetlerde gökyüzü için kullanılan bina kelimesi ile de tam olarak gökyüzünün, Peygamberimiz (sav) döneminde bilinmesi mümkün olmayan bu yönüne dikkat çekilmektedir. Geri Döndüren Gök Kuran-ı Kerim'de, Tarık Suresi'nin 11. ayetinde gökyüzünün "geri döndürücü" özelliğinden şöyle bahsedilir: Dönüşlü olan göğe andolsun. (Tarık Suresi, 11) Kuran meallerinde "dönüşlü" olarak tercüme edilen "rec'i" kelimesi, "geri çeviren" ya da "geri döndüren" anlamlarına gelmektedir. Bilindiği gibi Dünya'yı çevreleyen atmosfer pek çok katmandan oluşur. Her katmanın, canlılığın yararına yönelik önemli bir görevi vardır. İncelendiği zaman her tabakanın kendisine ulaşan madde ya da ışınları uzaya ya da yeryüzüne geri döndürme özelliklerinin olduğu anlaşılmıştır. Burada atmosfer katmanlarının geri döndürme özelliğini birkaç örnekle inceleyelim. Örneğin 13 ile 15 km yükseklikteki Troposfer tabakası, yeryüzünden yükselen su buharının yoğunlaşıp yağış olarak yere geri dönmesini sağlar. 25 km yükseklikteki Stratosferin alt tabakası olan Ozonosfer, uzaydan gelen radyasyon ve zararlı ultraviyole ışınlarını yansıtarak, 160


yeryüzüne ulaşamadan uzaya geri dönmelerini sağlar. İyonosfer tabakası da yeryüzünden yayınlanan radyo dalgalarını bir uydu gibi yeryüzünün farklı bölgelerine geri yansıtarak, telsiz konuşmalarının, radyo ve televizyon yayınlarının uzak mesafelerden izlenebilmesini sağlar. Manyetosfer tabakası ise, Güneş'ten ve diğer yıldızlardan yayılan zararlı radyoaktif parçacıkları, yeryüzüne ulaşmadan uzaya geri döndürür. Gökyüzü tabakalarının henüz yakın bir geçmişte keşfedilen bu özelliğinin yüzyıllar öncesinden Kuran'da belirtilmesi, Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu bir kez daha ispatlamaktadır. Dünya üzerindeki canlı yaşamı için suyun varlığı son derece önemlidir. Suyun oluşmasındaki etkenlerden bir tanesi de atmosferin katmanlarından biri olan Troposferdir. Troposfer tabakası okyanuslardan yükselen su buharını yoğunlaştırarak yeryüzüne yağmur olarak geri döndürür. Yeryüzündeki yaşam için öldürücü olabilecek ışınları engelleyen atmosfer katmanı ise, Ozonosfer tabakasıdır. Stratosferin alt tabakası olan Ozonosfer tabakası ultraviyole gibi zararlı kozmik ışınları uzaya geri döndürerek, bu ışınların yeryüzüne ulaşmasını ve canlılığa zarar vermesini engeller. Atmosferin her katmanı insanlara yararlı özelliklere sahiptir. Örneğin atmosferin üst tabakalarından biri olan İyonosfer tabakası, belli bir merkezden yayınlanan radyo dalgalarını yeryüzüne geri yansıtarak bu yayınların uzak mesafelerden bile algılanmasını sağlar.

YERYÜZÜNÜN KATMANLARI Kuran'da yeryüzü ile ilgili verilen bilgilerden biri, yeryüzünün, yedi kat olan gökyüzüne benzerliğidir:

161


Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için.(Talak Suresi, 12) Yukarıdaki ayette dikkat çekilen bu bilgiye bilimsel kaynaklarda da yer verilmekte ve yeryüzünün yedi katmandan oluştuğu açıklanmaktadır. Bilim adamlarının sıraladığı bu katmanlar şöyledir: 1. Kat: Litosfer (su) 2. Kat: Litosfer (kara) 3. Kat: Astenosfer 4. Kat: Üst manto 5. Kat: Alt manto 6. Kat: Dış çekirdek 7. Kat: İç çekirdek

Dünyanın çekirdeği iki ayrı parçadan oluşur. Çekirdek manto tabakasının iki katına yakın bir yoğunluktadır.

Litosfer, Yunanca kaya anlamına gelen lithos kelimesinden gelmektedir ve Dünya'nın en üst katmanını oluşturan katı kaya tabakadır. Diğer katmanlarla kıyaslandığında oldukça incedir. Litosfer, okyanusların altında ve volkanik açıdan aktif olan bölgelerde daha da incedir. Yeryüzünde bu katmanın ortalama kalınlığı 80 km'dir. Diğer katmanlara göre daha soğuk ve daha katıdır; bu bakımdan yeryüzünde kabuk görevi görür.

Litosferin altında Yunanca zayıf kelimesi Asthenes'ten gelen Astenosfer katmanı bulunur. Bu katman Litosferle kıyaslandığında daha incedir ve hareketli bir tabakadır. Bu katman jeolojik zamanla yüksek ısı ve basınca maruz kaldığında yumuşayıp eriyebilen, sıcak, yarı-katı maddelerden oluşmuştur. Katı Litosfer tabakasının, yavaşça hareket eden Astenosfer tabakası üzerinde yüzdüğü ya da hareket ettiği düşünülmektedir.12 Bu katmanların altında yüksek sıcaklıkta, yarı-katı kayalardan oluşan yaklaşık 2.900 km kalınlığında manto denilen bir tabaka vardır. Kabuktan daha fazla demir, magnezyum ve kalsiyum içeren manto daha sıcak ve yoğundur; çünkü Dünya'nın içindeki ısı ve basınç derinlikle birlikte artar. Dünya'nın merkezinde de neredeyse mantonun iki katı yoğunlukta olan çekirdek yer alır. Bu yoğunluğun sebebi içeriğinde kayalardan çok metaller (demir-nikel alaşımı) bulunmasıdır. Dünya'nın çekirdeği ise iki ayrı parçadan oluşur: Biri 2.200 km kalınlığında olan sıvı dış çekirdek, diğeri de 1.250 km kalınlığındaki katı bir iç çekirdek. Dünya döndükçe sıvı dış çekirdek Dünya'nın manyetik alanını oluşturur.

162


Ancak 20. yüzyıldaki teknoloji ile tespit edilebilen yeryüzü katmanlarının gökyüzü ile olan bu benzerliğinin Kuran'da bildirilmiş olması, kuşkusuz Kuran'ın pek çok bilimsel mucizesinden biridir. Dağların Görevi Allah Kuran'da dağların önemli bir jeolojik işlevine şöyle dikkat çekmektedir: Yeryüzünde, onları sarsmasın diye, sabit dağlar yarattık...(Enbiya Suresi, 31) Dikkat edilirse ayette, dağların yeryüzündeki sarsıntıları önleyici özelliğinin olduğu haber verilmektedir. Kuran'ın indirildiği dönemde hiçbir insan tarafından bilinmeyen bu gerçek, günümüzde modern jeolojinin bulguları sonucunda ortaya çıkarılmıştır. Eskiden dağların sadece yeryüzünün yüzeyinde kalan yükseltiler olduğu düşünülmekteydi. Ancak bilim adamları dağların sadece yüzey yükseltileri olmadıklarını, dağ kökü adı verilen kısımları ile kimi zaman kendi boylarının 10-15 katı kadar yerin altına doğru uzandıklarını fark ettiler. Bu özellikleriyle dağlar, tıpkı bir çivinin ya da kazığın çadırı sıkıca yere bağlamasına benzer bir role sahiptir. Örneğin zirvesi yeryüzünden 9 km yukarıda olan Everest Dağı'nın 125 km'den fazla kökü vardır.13

Ayrıca dağlar, yeryüzü kabuğunu oluşturan çok büyük tabakaların hareketleri ve çarpışmaları sonucunda meydana gelir. İki tabaka çarpıştığı zaman daha dayanıklı olanı ötekinin altına girer. Üstte kalan tabaka kıvrılarak yükselir ve dağları meydana getirir. Altta kalan tabaka ise yeraltında ilerleyerek aşağıya doğru derin bir uzantı meydana getirir. Dolayısıyla daha evvel de belirttiğimiz gibi dağların yeryüzünde gördüğümüz kütleleri kadar, yeraltına doğru ilerleyen derin bir uzantıları daha vardır. Bilimsel bir kaynakta dağların bu yapısı şöyle tarif edilir: Kıtaların daha kalın olduğu dağlık bölgelerde yer kabuğu mantoya derinlemesine saplanır.14 Dünyaca ünlü deniz altı jeologlarından biri olan Prof. Siaveda ise, dağların yeryüzüne kökler şeklinde saplı olduklarından bahsederken, şöyle bir yorumda bulunmuştur: Kıtasal dağlar ve okyanus dağları arasındaki temel fark materyalindedir... Fakat her ikisinde de dağları destekleyen kökler vardır. Kıtalardaki dağlarda, hafif ve yoğunluğu az madde yerin içine doğru kök olarak uzanır. Okyanuslardaki dağlarda da, dağı kök gibi destekleyen hafif madde vardır.,. köklerin fonksiyonu, Arşimed kanununa göre dağları desteklemek içindir.15

163


Ayrıca halen Amerikan Bilim Akademisi Başkanı olan Frank Press'in dünya çapında pek çok üniversitede ders kitabı olarak okutulan Earth (Dünya) adlı kitabında, dağların kazık şeklinde oldukları ve yeryüzüne derinlemesine gömülü oldukları ifade edilmektedir.16 Başka Kuran ayetlerinde ise, dağların bu işlevine, "kazık" benzetmesi yapılarak şöyle işaret edilir: Biz, yeryüzünü bir döşek kılmadık mı? Dağları da birer kazık? (Nebe Suresi, 6-7) Yine bir başka ayette Allah "Dağlarını dikip-oturttu" (Naziat Suresi, 32) şeklinde bildirmektedir. Bu ayette geçen "ersayha" kelimesi "köklü kıldı, sabit yaptı, demirledi, yere çaktı" anlamlarına gelmektedir. Bu özellikleri sayesinde dağlar, yeryüzü tabakalarının birleşim noktalarında yer üstüne ve yer altına doğru uzanarak bu tabakaları birbirine perçinler. Bu şekilde, yer kabuğunu sabitleyerek magma tabakası üzerinde ya da kendi tabakaları arasında kaymasını engeller. Kısacası dağları, tahtaları birarada tutan çivilere benzetebiliriz. Bugün biliyoruz ki, yeryüzünün kayalık olan dış katmanı derin faylarla kırılmıştır ve erimiş magma üzerinde yüzen plakalar halinde parçalanmıştır. Dünya'nın kendi ekseni çevresindeki dönüş hızının çok yüksek olmasından ötürü, yüzen plakalar eğer dağların sabitleştirici etkisi olmasaydı, hareket halinde olacaklardı. Böyle bir durumda yeryüzü üzerinde toprak birikmeyebilir, toprakta hiç su depolanmayabilir, hiçbir bitki filizlenmeyebilir, hiçbir yol, ev inşa edilemeyebilirdi; kısacası Dünya üzerinde hayat mümkün olmayabilirdi. Bu sebeple Allah'ın bir rahmeti olarak dağlar tıpkı çiviler gibi görev yaparak, kıtasal kütleleri okyanus tabakalarına doğru tutar ve onların hareketini durdurur. Görüldüğü gibi, modern jeolojik ve sismik araştırmalar sonucunda keşfedilen dağların çok hayati bir işlevi, yüzyıllar önce indirilmiş olan Kuran-ı Kerim'de Allah'ın yaratmasındaki üstün hikmete bir örnek olarak verilmiştir. Bir başka ayette şöyle buyrulur: ... Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı...(Lokman Suresi, 10) Dağların Hareket Etmesi Bir ayette dağların göründükleri gibi sabit olmadıkları, sürekli hareket halinde bulundukları şöyle bildirilmektedir: Dağları görürsün de, donmuş sanırsın; oysa onlarbulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler...(Neml Suresi, 88) Dağların bu hareketi, üzerinde bulundukları yer kabuğunun hareketinden kaynaklanır. Yer kabuğu kendisinden daha yoğun olan manto tabakası üzerinde adeta yüzer gibi hareket etmektedir. İlk olarak 20. yüzyılın başlarında Alfred Wegener isimli Alman bir bilim adamı, yeryüzündeki kıtaların Dünya'nın ilk dönemlerinde birarada bulunduklarını, daha sonra farklı yönlerde sürüklenerek birbirlerinden ayrılıp uzaklaştıklarını öne sürmüştü. Ancak jeologlar, Wegener'in haklı olduğunu onun ölümünden 50 yıl sonra yani 1980'li yıllarda anlayabildiler. Wegener'in, 1915 yılında yayınlanan bir makalesinde belirtmiş olduğu gibi; yeryüzündeki kara parçaları yaklaşık 500 milyon yıl önce birbirlerine bağlılardı ve 164


Pangaea ismi verilen bu büyük kara parçası Güney Kutbu'nda bulunuyordu. Yaklaşık 180 milyon yıl önce Pangaea ikiye ayrıldı. Farklı yönlere sürüklenen bu iki dev kıtadan birincisi Afrika, Avustralya, Antartika ve Hindistan'ı kapsayan Gondwana idi. İkincisi ise, Avrupa, Kuzey Amerika ve Hindistansız Asya'dan oluşan Laurasia idi. Bu bölünmeyi izleyen yaklaşık 150 milyon yıl içindeki çeşitli zamanlarda Gondwana ve Laurasia daha küçük parçalara ayrıldılar. İşte Pangaea'nın parçalanmasıyla ortaya çıkan bu kıtalar sürekli olarak kara ve deniz arasındaki dağılımı değiştirerek, yılda birkaç santimetrelik hızlarla Dünya yüzeyinde sürüklenmektedirler. 20. yüzyılın başlarında yapılan jeolojik araştırmalar sonucunda keşfedilen yer kabuğunun bu hareketi bilimsel kaynaklarda şöyle açıklanmaktadır: Yer kabuğu ve üst mantodan oluşan 100 km kalınlığındaki Dünya yüzeyi "tabaka" adı verilen parçalardan oluşmuştur. Dünya yüzeyini oluşturan altı büyük tabaka ve sayısız küçük tabaka vardır. "Tabaka tektoniği" adı verilen teoriye göre bu tabakalar kıtaları ve okyanus tabanını da beraberinde taşıyarak Dünya üzerinde hareket ederler... Kıtasal hareketin yılda 1 ile 5 cm civarında olduğu hesaplanmıştır. Tabakalar bu şekilde hareket ettikçe Dünya coğrafyasında değişiklikler meydana gelir. Örneğin, Atlantik Okyanusu her sene biraz daha genişlemektedir.17 Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Allah dağların hareketini ayette "sürüklenme" olarak bildirmiştir. Nitekim bilim adamlarının bugün bu hareket için kullandıkları İngilizce terim de "continental drift" yani "kıtasal sürüklenme"dir.18 Kıtaların kayması Kuran'ın indirildiği dönemde gözlemlenemeyecek bir bilgidir ve Allah ayette geçen "dağları görürsün de, donmuş sanırsın" ifadesiyle insanların bu konuyu ne şekilde değerlendireceklerini önceden bildirmiştir. Ancak bunun ardından bir gerçeği açıklamış ve dağların bulutların sürüklendikleri gibi sürüklendiklerini haber vermiştir. Görüldüğü gibi ayette dağların bulunduğu tabakanın hareketliliğine açıkça dikkat çekilmiştir. Bilimin çok yeni keşfettiği bu bilimsel gerçeğin, Kuran'da bildirilmiş olması kuşkusuz Kuran'ın mucizelerinden biridir. Güneş'in Doğuşu ve Batışındaki Farklı Noktalar Artık, doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim;Biz gerçekten güç yetireniz; (Mearic Suresi, 40) Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir,doğuların da Rabbidir. (Saffat Suresi, 5) O, iki doğunun da Rabbidir, iki batının da Rabbidir.(Rahman Suresi, 17)

165


Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi doğu ve batı kelimeleri çoğul olarak kullanılmışlardır. Örneğin ilk ayette kullanılan "meşarik" kelimesi doğu için, "megarib" kelimesi de batı için ikiden fazla olduklarını ifade eden çoğul kullanım şekilleridir. En son ayette ise "meşrikeyn" iki doğu, "mağribeyn" iki batı şeklinde kullanılmıştır. Ayetlerde kullanılan "meşarik" ve "meğarib" kelimeleri "Güneş'in doğduğu ve battığı yer" anlamlarına da gelmektedir. Dolayısıyla yukarıdaki ayetlerde gün doğumunun ve gün batımının çeşitli noktalarından bahsedilir. Ayrıca ilk ayette doğuların ve batıların Rabbi olarak yemin edilmesi de dikkat çekicidir. Bilindiği gibi Dünya'nın kendi etrafında dönüş ekseni (ekliptik ekseni) 23° 27'lık bir eğikliğe sahiptir. Bu eğiklik ve Dünya'nın küresel şekli sebebiyle, güneş ışınları yeryüzüne her zaman aynı açıyla düşmez. Bu nedenle ekvatordan uzakta bulunan bir kimse -güneş ışınları bu bölgeye farklı açılarla düştüğü için- Güneş'in doğuda farklı noktalarda doğduğunu, batıda da farklı noktalarda battığını gözlemler. Ve bu kişi ekvatordan ne kadar uzakta olursa, gün batımı ve gün doğuşu için o kadar farklı noktalar tespit edecektir. Ancak ekvatordaki bir kişi, güneş ışınları bu bölgeye her zaman dik açıyla geldiği için, Güneş'in hep tam doğudan doğup, tam batıdan battığını görecektir. Arap Yarımadası'nın ekvatordan pek uzakta olmadığı dikkate alındığında, burada gözlemsel olarak böyle bir tespitin yapılmasının mümkün olmadığı açıktır. Çünkü bu bölgedeki bir kişi Güneş'in hep aynı noktadan doğup, hep aynı noktadan battığını görecektir. Yukarıdaki ayetlerde geçen doğu ve batı ile ilgili ifadeler, Güneş'in farklı noktalardan doğup, farklı noktalardan battığına işaret ediyor olabilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Karaların Çevresinden Eksilmesi Onlar görmüyorlar mı ki, gerçekten Biz arza geliyor ve onu çevresinden eksiltiyoruz... (Rad Suresi, 41) ... Fakat şimdi, Bizim gerçekten yere gelip onu etrafından eksiltmekte olduğumuzu görmüyorlar mı?..(Enbiya Suresi, 44) Dünya Güneş'ten gelen proton, elektron ve alfa parçacıklarının akınıyla bombardımana uğrar. Bu solar rüzgarlar (güneş rüzgarları) atmosferi Dünya'dan ayıracak kadar güçlüdür. Fakat atmosferin tükenmesi, Dünya'nın şu anki madde kaybına uğrama oranı ile (saniyede en fazla 3 kg), Güneş'in toplam ömrünün 5 katı kadar bir süre alacaktır.19 Çünkü Dünya, atmosferindeki manyetosfer tabakasının oluşturduğu güçlü manyetik alan sayesinde, bu kuvvetli erozyonlardan bir ölçüde korunmuş olur. Dünya'nın İyonosfer tabakasının üstünden uzayın derinliklerine doğru dağılan iyon kaybı -oksijen, helyum ve hidrojen-, Dünya'yı çevreleyen uçsuz bucaksız hava tabakasıyla kıyaslandığında çok küçük boyutlardadır. Fakat uzaya sürüklenen miktar yine de önemli ölçülerdedir.20

166


Araştırmacılar Güneş'teki enerji patlamalarının, Dünya atmosferinin dış tabakasından oksijen ve diğer gazların uzaya yayılmasına sebep olduğuna dair ilk somut delilleri, NASA'nın uzay araçları sayesinde elde ettiler. Böylece bilim adamları Dünya'nın dış katmanlarından madde kaybına uğradığını, ilk defa 24-25 Eylül 1998 tarihlerinde görmüş oldular.21 Yukarıdaki ayetler, bir başka yönden de yeryüzündeki karaların çevresinden eksilmesine bakabilir. Günümüzde kutuptaki buz tabakaları erimekte ve okyanuslardaki deniz suyu seviyesi yükselmektedir. Artan su miktarı da daha fazla karayı kaplamaktadır. Deniz kıyıları sular altında kaldıkça, yeryüzünün toplam yüzölçümü veya kara miktarı da azalmaktadır.22 Yukarıdaki ayetlerde geçen "onu çevresinden eksiltiyoruz", "etrafından eksiltmekte olduğumuz" ifadelerinin de, deniz kıyılarının sularla kaplanmasına işaret ediyor olması muhtemeldir. New York Times gazetesinde bu konu ile ilgili yer alan bir haber şöyledir: Geçen yüzyıl boyunca, yeryüzünün ortalama yüzey ısısı 1 Fahrenheit kadar yükseldi, ısınma oranı da son çeyrek yüzyılda artış gösterdi. Bu önemli bir miktardır... Önceki uydu incelemeleri ve denizaltı gözlemlerinde, Kuzey Kutup Bölgesi'nin ısınma eğilimi gösterdiği, buz kütlelerinin erime olasılığının da arttığı tespit edilmişti... Manhattan'da bir NASA araştırma merkezi olan Goddard Uzay Bilimleri Enstitüsü'ndeki bilim adamları, 1950 ve 1960'ların deniz altı verilerini 1990'ların gözlemleri ile karşılaştırdılar ve Kuzey Kutbu havzasındaki buz tabakasının %45 oranında inceldiğini ispatladılar. Uydu görüntüleri, bölgeyi kaplayan buzların boyutlarının geçtiğimiz yıllarda önemli ölçüde azaldığını göstermektedir.23 20. yüzyıl sonlarında elde edilen bulgular, Enbiya Suresi'nin 44. ve Rad Suresi'nin 41. ayetlerindeki hikmetleri anlamamıza yardımcı olmuştur. Yarılan Yeryüzü Dönüşlü olan göğe andolsun. Yarılan yere de.(Tarık Suresi, 11-12) Yukarıdaki ayette geçen Arapça "sad'a" kelimesi Türkçede "çatlama, yarılma, ayrılma" anlamlarına gelmektedir. Allah'ın yerin yarılması üzerine yemin etmesi, Kuran'ın diğer bilimsel mucizelerinde olduğu gibi burada da dikkat çekici bir duruma işaret etmektedir. 1945-46 yıllarında, bilim adamları mineral kaynaklarını araştırmak için ilk kez deniz ve okyanusların diplerine indiler. Araştırmalarında dikkati çeken en önemli noktalardan biri Dünya'nın kırıklı yapısı oldu. Dünya'nın dış yüzeyindeki kayalık tabaka; kuzey-güney ve doğu-batı doğrultulu olup, on binlerce kilometre uzunluğunda çok sayıda geniş çatlak (fay) ile yarılmıştı. Ayrıca bilim adamları 100-150 km derinde, denizlerin ve okyanusların altında erimiş magmanın bulunduğunu fark ettiler.

167


Yukardaki temsili resimlerde yeryüzünün kırıklı yapısı görülmektedir. Yer kabuğunun altındaki magma tabakası, bu kırıklı yapı sayesinde dışarıya çıkış imkanı bulur; böylece yeryüzünün ısısı önemli ölçüde azalmış olur.

İşte bu kırık ve çatlaklar nedeniyle, denizlerin ortasında yer alan dağlardan dışarı lavlar akar. Yeryüzünün bu kırıklı yapısı sayesinde, önemli miktarda ısı dışarı atılır ve erimiş kayaların büyük bir kısmı okyanuslardaki tepeleri oluşturur. Eğer yeryüzünün, kabuğundan yüksek miktarda ısının dışarı çıkmasına olanak veren bu yapısı olmasaydı, Dünya üzerinde hayat imkansız olurdu.24 Kuşkusuz tespit edilmesi böylesine teknoloji gerektiren bir bilginin, 1400 sene evvel haber verilmiş olması Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunun delillerinden biridir.

Eğer yeryüzünün, kabuğundan yüksek miktarda ısının dışarı çıkmasına olanak veren yapısı olmasaydı, Dünya üzerinde hayat imkansız olurdu.

Demirdeki Sır Demir, Kuran'da dikkat çekilen elementlerden biridir. Kuran'ın "Hadid", yani "Demir" adlı suresinde şöyle buyrulur: ... Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik... (Hadid Suresi, 25) Ayette, demir için kullanılan "enzelna" yani "indirme" kelimesi, mecazi olarak insanların hizmetine verilme anlamında düşünülebilir. Fakat kelimenin, yağmur ve güneş ışınları için kullanılan "gökten fiziksel olarak indirme" şeklindeki gerçek anlamı dikkate alındığında, ayetin çok önemli bir bilimsel mucize içerdiği görülmektedir. Çünkü modern astronomik bulgular, Dünya'daki demir madeninin dış uzaydaki dev yıldızlardan geldiğini ortaya koymuştur.25 168


Sadece Dünya'daki değil, tüm Güneş Sistemi'ndeki demir dış uzaydan elde edilmiştir. Çünkü Güneş'in sıcaklığı demir elementinin meydana gelmesine yeterli değildir. Demir ancak Güneş'ten çok daha büyük yıldızlarda, birkaç yüz milyon dereceye varan sıcaklıklarda oluşabilmektedir. Nova veya Süpernova olarak adlandırılan bu yıldızlardaki demir miktarı belli bir oranı geçince, artık yıldız bunu taşıyamaz ve patlar. Demirin uzaya dağılması işte bu patlamalar sonucunda mümkün olur.26 Bilimsel bir kaynakta bu konu ile ilgili olarak şu bilgiler yer almaktadır: Daha yaşlı Süpernova olaylarını gösteren deliller de vardır: Deniz tabanında biriken demir-60 yaklaşık 5 milyon yıl önce Güneş'ten 90 ışık yılı uzaklıkta meydana gelen bir Süpernova patlamasının delili olarak yorumlanmıştır. Süpernova patlamasında oluşan demir-60, 1.5 milyon yıl yarılanma ömrü olan radyoaktif bir izotoptur. Dünya'nın yeraltı katmanlarında bulunan demir-60 izotopu yakın uzayda bulunan elementlerin nükleosentez geçirip, önce Dünya atmosferine oradan da yeraltı katmanlarına saplanması sonucu oluşmuştur.27

Demir külçesi Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi demir madeni Dünya'da oluşmamış, Süpernovalardan taşınarak, aynen ayette bildirildiği şekilde "indirilmiştir". Bu bilginin Kuran'ın indirilmiş olduğu 7. yüzyılda bilimsel olarak tespit edilemeyeceği ise açıktır. Ancak bu gerçek, herşeyi sonsuz bilgisiyle kuşatan Allah'ın sözü olan Kuran'da yer almaktadır. Kuşkusuz günümüz astronomi bilgileri bize diğer elementlerin de Dünya'nın dışında oluştuğunu göstermektedir. Ayetteki "demiri de indirdik" ifadesinde geçen "de" vurgusu bu gerçeğe dikkat çekiyor olabilir. Ancak ayette demire özellikle dikkat çekilmesi ise, 20. yüzyılın sonlarında elde edilen bilgiler dikkate alındığında son derece düşündürücüdür. Ünlü mikrobiyolog Micheal Denton, Nature's Destiny (Doğa'nın Kaderi) adlı kitabında demirin önemini şu sözleriyle vurgulamıştır: Tüm metaller içinde demirden daha çok hayati önem taşıyanı yoktur. Bir yıldızın çekirdeğinde demirin birikmesi süpernova patlamasını tetikler ve böylece hayat için gerekli olan atomların tüm evrene yayılmasına imkan verir. Demir atomlarının dünyanın ilk aşamalarında çekirdekte oluşturduğu yerçekimiyle üretilen ısı, dünyanın başlangıçtaki kimyasal farklılıklarına neden olmuş ve atmosferin oluşumu ile sonuçta hidrosferin meydana gelmesini sağlamıştır. Dünyanın merkezinde bulunan erimiş demir, dev bir mıknatıs görevi yapar ve dünyanın manyetik alanını oluşturur. Bu alan sayesinde dünyanın yüzeyini yüksek enerjili yıkıcı kozmik radyasyondan koruyan Van Allen radyasyon kuşakları oluşur ve hayati önem taşıyan ozon tabakasını kozmik ışın yıkımından korur... 169


Demir atomu olmaksızın evrende karbona bağlı yaşam olması mümkün olmazdı; süpernovalar olmaz, dünyanın ilk dönemlerinde ısınması gerçekleşmez, atmosfer ya da hidrosfer olmazdı. Koruyucu manyetik alan olmaz, Van Allen radyasyon kuşakları oluşmaz, ozon tabakası olmaz, (insan kanında) hemoglobini meydana getirecek hiçbir metal bulunmaz, oksijenin reaktifliğini yatıştıracak metal oluşmaz ve oksidasyona dayanan bir metabolizma meydana gelmezdi. Hayat ve demir ile kanın kırmızı rengiyle uzaktaki bir yıldızın ölümü arasındaki bu gizemli ve yakın ilişki sadece metallerin biyoloji açısından önemli olduğunu göstermekle kalmaz, aynı zamanda evrenin biyolojik yönden önemini vurgular.28 Demir atomunun önemi bu açıklamalarla rahatlıkla anlaşılmaktadır. Kuran'da özellikle demire dikkat çekilmesi de bu madenin önemini vurgulamaktadır. Tüm bunların yanı sıra Kuran'da demirin önemine dikkat çeken bir sır daha vardır: İçinde demirden bahsedilen Hadid Suresi'nin 25. ayeti oldukça ilginç iki matematiksel şifre içermektedir: "El-Hadid" Kuran'ın 57. suresidir. "El-hadid" kelimesinin Arapçadaki sayısal değeri, yani ebcedi hesaplandığında karşımıza çıkan rakam da aynıdır: "57". (Ebced hesapları ile ilgili bilgi için bkz. Kuran'da Ebced Hesabı bölümü) Sadece "hadid" kelimesinin sayısal değeri 26'dır. 26 sayısı ise demirin atom numarasıdır.

El-Hadid Suresi Kuran'ın 57. suresidir, El-Hadid kelimesinin Arapçadaki sayısal değeri ise 57'dir. Sadece "hadid" kelimesinin sayısal değeri 26'dır. Üstteki periyodik cetvelde de görüldüğü gibi 26 sayısı demirin atom numarasıdır. Üstün kudret sahibi olan Allah, Hadid Suresi'nde indirdiği ayetle hem demirin nasıl oluştuğuna dikkat çekmekte hem de ayetin içerdiği matematiksel şifreler ile bilimsel bir mucizeyi bize göstermektedir.

Zamanın Göreceliği Zamanın göreceliği konusu bugün ispatlanmış bilimsel bir gerçektir. Ancak bu gerçek, yüzyılın başlarında Einstein'ın görecelik kuramı ile ortaya çıkmıştır. O döneme dek insanlar zamanın göreceli bir kavram olduğunu, ortama göre değişkenlik gösterebileceğini bilmiyorlardı. Ama ünlü bilim adamı Albert Einstein, görecelik kuramı ile bu gerçeği açık 170


olarak ispatladı. Zamanın, kütleye ve hıza bağımlı bir kavram olduğunu ortaya koydu. İnsanlık tarihi boyunca hiç kimse bu konuyu açıkça dile getirmemişti. Tek bir istisnayla; Kuran'da, zamanın izafi olduğunu gösteren bilgiler veriliyordu. Bu konuyla ilgili bazı ayetleri şöyle sıralayabiliriz: ... Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir. (Hac Suresi, 47) Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O'na yükselir. (Secde Suresi, 5) Melekler ve Ruh (Cebrail), O'na, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir. (Mearic Suresi, 4) 610 yılında indirilmeye başlanan Kuran'da böylesine açık bir şekilde zamanın göreceliğinden bahsediliyor olması, onun İlahi bir kitap olduğunun bir başka delilidir. Yaratılıştaki Çiftler Yerin bitirmekte olduklarından, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah çok) yücedir. (Yasin Suresi, 36)

Evrendeki bütün temel parçacıkların antimadde kopyaları vardır. Antimaddeler aynı kütleye sahiplerdir, fakat zıt yükler taşırlar. Bu nedenle madde ve antimadde temasa geçtiklerinde enerjiye dönüşerek yok olurlar.

Erkeklik-dişilik, "çift" kavramının bir karşılığı olmakla birlikte, ayette bahsedilen "bilmedikleri nice şeylerden" ifadesi daha geniş bir anlam içermektedir. Nitekim günümüzde ayetin işaret ettiği anlamlardan biri ile karşılaşmaktayız. Maddenin çiftler halinde yaratıldığını ortaya koyan İngiliz bilim adamı Paul Dirac, 1933 yılında Nobel Fizik Ödülü'nü kazanmıştır. "Parité" adı verilen bu buluş, maddenin anti-madde denilen bir çifti olduğunu ortaya koymuştur. Antimadde, maddenin tersi özellikler taşır. Örneğin maddenin tersine antimaddenin elektronları artı, protonları da eksi yüklüdür. Bu gerçek bilimsel bir kaynakta şöyle ifade edilmektedir:

... Her parçacığın zıt yükte bir antiparçacığı vardır. Kararsızlık ilişkisi bize bu çiftlerin varoluşu ve yokoluşunun her yerde ve her zaman aynı anda oluştuğunu göstermektedir.29 Yaratılıştaki çiftlere bir diğer örnek de bitkilerdir. Botanikçiler bitkilerde cinsiyet ayrımı olduğunu ancak 100 sene evvel keşfedebilmişlerdir.30 Halbuki bitkilerin çiftler halinde yaratıldığı Kuran'da 1400 sene önce aşağıdaki ayetlerle açıkça bildirilmiştir: O, gökleri dayanak olmaksızın yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve orada her canlıdan türetip yayıverdi. 171


Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik. (Lokman Suresi, 10) "Ki (Rabbim), yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı, onda sizin için yollar döşedi ve gökten su indirdi; böylelikle bununla her tür bitkiden çiftler çıkardık."(Taha Suresi, 53) Atomaltı Parçacıklar Yunan filozofu Demokritos'un ünlü atom teorisini geliştirmesinin ardından, insanlar maddenin atom adı verilen çok küçük, parçalanamayan ve yok edilemeyen parçacıklardan oluştuğuna inanmaya başlamışlardı. Günümüzde ise modern bilim, maddenin en küçük birimi olarak bilinen atomun da parçalara ayrılabileceğini ortaya koymuştur. Henüz geçtiğimiz yüzyılda ortaya çıkan bu gerçek, Kuran'da bundan 1400 yıl öncesinde insanlara haber verilmiştir: ... Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O'ndan uzak (saklı) kalmaz. Bundan daha küçük olanı da, daha büyük olanı da, istisnasız, mutlaka apaçık bir kitapta (yazılı)dır." (Sebe' Suresi, 3) ... Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61) Dikkat edilirse yukarıdaki ayetlerde "zerre"den ve bundan daha da küçük parçalardan söz edilmektedir. Arap dilinde kullanılan "zerre" kelimesi, "insanların bildiği en küçük parçacık, toz, atom" anlamlarını taşımaktadır. Günümüzden 20 yıl öncesine kadar, atomları oluşturan en küçük parçacıkların protonlar ve nötronlar oldukları sanılıyordu. Ancak çok yakın bir tarihte, atomun içinde bu parçacıkları oluşturan çok daha küçük parçacıkların var olduğu keşfedildi. Atomun içindeki "alt parçacıkları" ve onların kendilerine has hareketlerini incelemek üzere "Parçacık Fiziği" isimli bir fizik dalı ortaya çıktı. Parçacık fiziğinin yaptığı araştırmalar şu gerçeği açığa çıkardı: Atomu oluşturan proton ve nötronlar da aslında "kuark" adı verilen daha alt parçacıklardan oluşmaktadırlar. İnsan aklının kavrama sınırlarını aşan küçüklükteki protonu oluşturan kuarkların boyutu ise hayret vericidir: 10-18 (0,000000000000000001) metre.31 Bu konuyla ilgili dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta ise, zerre ile ilgili bu ayetlerde özellikle ağırlığa dikkat çekilmesidir. Ayette geçen "miskale zerretin" (zerre ağırlığınca) ifadesindeki, "miskal" kelimesi ağırlık anlamındadır. Nitekim atomu bölünebilir hale getiren proton, nötron ve elektron gibi parçaların, aynı zamanda atoma ağırlığını veren bileşikler olduğu keşfedilmiştir. Bu bakımdan "zerre"nin boyutlarına ya da başka bir özelliğine değil de, ağırlığına dikkat çekilmesi Kuran'ın ayrı bir bilimsel mucizesidir.

172


1.Sıradan maddeler molekülleri oluşturmak üzere elektro manyetik kuvvet tarafından birarada tutulan atomlardan oluşur. Bu moleküller biraraya gelerek katı, sıvı ve gazları oluştururlar. 2. Atomlar elektron bulutuyla çevrelenmiş yoğun bir çekirdekten oluşur. Çekirdek ve elektronları birarada tutan elektromanyetik kuvvettir. 3)Çekirdek, birbirlerine güçlü nükleer kuvvetle bağlı proton ve nötronlardan oluşur. 4)Proton ve nötronların her biri üçer quarktan oluşurlar ve birbirlerine güçlü nükleer kuvvetle bağlanmışlardır.

Karadelikler 20. yüzyılda evrendeki gök cisimleri ile ilgili pek çok yeni keşif yapılmıştır. Günümüzde henüz yeni tanınan bu cisimlerden biri de karadeliklerdir. Karadelikler, yakıtı tükenen bir yıldızın kendi içine doğru büzülmesi ve en sonunda, yıldız yerine sınırsız yoğunlukta ve sıfır hacimde çok büyük bir çekim alanının ortaya çıkmasıyla oluşmaktadır. Karadeliği, yüzey yerçekimi oldukça güçlü olduğu ve ışık içerisinden kaçamadığı için, en büyük teleskoplarla bile göremeyiz. Ancak içine çöken yıldız bulunduğu yerin çevresine olan etkisiyle algılanabilir. Allah Vakıa Suresi'nde yıldızların yerleri üzerine yemin ederek bu konuya şöyle dikkat çekmiştir: Hayır, yıldızların yer (mevki)lerine yemin ederim. Şüphesiz bu, eğer bilirseniz gerçekten büyük bir yemindir. (Vakıa Suresi, 75-76) Karadelikler ifadesi ilk kez, Amerikalı fizikçi John Wheeler tarafından 1969 yılında ortaya atılmıştır. Önceleri tüm yıldızları görebildiğimizi farz ediyorduk; ancak sonraki yıllarda uzayda ışıklarını göremediğimiz yıldızların da olduğu anlaşılmıştır. Çünkü enerjisi tükenen bu yıldızların ışıkları yok olmaktadır. Aşağıdaki ayette de kıyamet günü tasvirlerinin yanı sıra, bir yönüyle de bu bilimsel bulguya işaret ediliyor olabilir: Yıldızlar 'örtülüp (ışıkları) silindiği' zaman.(Mürselat Suresi, 8) Ayrıca büyük kütleye sahip yıldızlar uzayda bükülmeye sebep olur. Fakat karadelikler sadece uzayda bükülmeye sebep olmaz, aynı zamanda uzayı delip geçer. Bu sönmüş yıldızların 173


karadelikler olarak adlandırılmasının nedeni de budur. Ayette yıldızlarla ilgili bu bilgiye de dikkat çekilmiş olması, Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu ispatlayan bir diğer önemli bilgidir: Göğe ve Tarık'a andolsun, Tarık'ın ne olduğunu sana bildiren nedir? (Karanlığı) Delen yıldızdır.(Tarık Suresi, 1-3) Işık ve Karanlıklar Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı (nuru) kılan Allah'adır... (Enam Suresi, 1) Bilindiği gibi etrafta ışık kaynağı olmadığında, bir insanın çevresindekileri çıplak gözle görmesi mümkün değildir. Ancak bizim görebildiğimiz ışık, ışık yayan enerjinin çok küçük bir bölümüdür. İnsanın göremediği, fakat ışık yayan başka enerji çeşitleri de mevcuttur: Kızılötesi, ultraviyole, X ışınları ve radyo dalgaları gibi. Ve insan ışığın bu dalga boyları karşısında kör konumundadır. Kuran'da "karanlık" kelimesinin her defasında "karanlıklar" olarak ifade edilmesi de bu bakımdan dikkat çekicidir. Arapçada "zulumat" olarak ifade edilen "karanlıklar" kelimesi, Kuran'da 23 ayette çoğul biçimde kullanılmıştır. Tekil olarak ise hiç kullanılmamıştır. Kuran'da karanlık kelimesinin bu kullanımı bizim görebildiğimiz ışık aralığının dışında da, farklı ışık çeşitleri olabileceğine dikkat çekmektedir. Buradaki çoğul ifadenin sebebini bilim adamları yakın tarihlerde keşfetmişlerdir. Dalga boyları, elektromanyetik ışınım olarak bilinen enerjinin farklı şekilleridir. Elektromanyetik ışınımın tüm farklı şekilleri, uzayda enerji dalgaları şeklinde hareket ederler. Bu, bir gölün üzerine atılan taşların oluşturduğu dalgalara benzetilebilir. Ve nasıl, bir göldeki dalgaların farklı boyları olabiliyorsa, elektromanyetik ışınımın da farklı dalga boyları olur. Evrendeki yıldızların ve diğer ışık kaynaklarının hepsi aynı türde ışın yaymazlar. Bu farklı ışınlar, dalga boyuna göre sınıflandırılır. Farklı dalga boylarının oluşturduğu yelpaze ise çok geniştir. En küçük dalga boyuna sahip olan gama ışınları ile, en büyük dalga boyuna sahip olan radyo dalgaları arasında 1025'lik (milyar kere milyar kere milyarlık) bir fark vardır. Güneş'in yaydığı ışınların tamamına yakını, bu 1025'lik yelpazenin tek bir birimine sıkıştırılmıştır. Bu sayının büyüklüğünü daha iyi kavramak için şöyle bir karşılaştırma yapmak yerinde olur. Eğer 1025 sayısını saymak istersek, gece gündüz hiç durmadan saymamız ve bu işi Dünya'nın yaşından 100 milyon kez daha uzun bir zaman boyunca sürdürmemiz gerekirdi. Evrendeki farklı dalga boyları, işte bu kadar geniş bir yelpaze içine dağılmıştır. Güneş'ten yayılan farklı dalga boyları ise, %70'i 0.3 mikronla 1.50 mikron arasındaki daracık bir sınırın içindedir. Bu aralıkta üç tür ışık vardır: Görülebilir ışık, yakın kızılötesi ışınlar ve yakın morötesi ışınlar. "Görülebilir ışık" olarak adlandırılan bu ışınlar, elektromanyetik yelpazenin 1025'te 1'inden bile daha az bir aralıkta olmalarına rağmen, güneş ışınlarının toplam %41'ini oluşturur.

174


Görüldüğü gibi gözlerimizin görebildiği elektromanyetik dalgalar, ışık tayfının çok küçük bir bölümünü meydana getirir. Diğer kısımlar ise insan için geniş karanlıkları ifade eder ve bu sınırın dışındaki dalga boyları insanın kör olduğu alanlarıdır.32

Şemada görüldüğü gibi ışığın dalga boylarından insanın görebildiği, son derece dar bir aralıktır. Diğer dalga boyları ise insan için karanlığı ifade ederler. Ateş Olmayan Yanma Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırçaiçerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da, batıya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nur üstüne nurdur.Allah, kimi dilerse onu Kendi nuruna yöneltip-iletir.Allah insanlar için örnekler verir. Allah, herşeyi bilendir.(Nur Suresi, 35) Nur Suresi'ndeki bu ayette ışık veren bir nesneden bahsedilmektedir. Işık veren cisim ise bir yıldıza benzetilmektedir. Ayette yıldıza benzetilen ışık veren nesnenin yakıtının doğuya veya batıya ait olmaması ise, bu cismin fiziksel boyutta bulunmadığına bir işaret olabilir. Yakıtın kaynağının enerji boyutunda olduğu düşünülürse, ayette tarif edilen yakıtın elektrik enerjisine, ışık veren cismin de elektrik ampulüne işaret ediyor olması muhtemeldir. Ampul ayetteki tariflere son derece mutabık olan, cam içinde, yıldız gibi parlayan ve ışık saçan bir cisimdir. Ampul, kandil, gaz lambası benzeri aydınlatıcılar gibi yağla yakılmamaktadır ve ampulde ayetteki tariflere uygun olarak ateş olmadan bir yanma gerçekleşir. Ampulün içindeki ısıya dayanıklı tungsten telinin atomları arasındaki titreşim sonucu, 2.000 0C'nin üzerinde ısı oluşur. Diğer metalleri eriten bu sıcaklık o kadar yüksektir ki, gözle görülür güçlü bir ışık ortaya çıkmasına sebep olur. Ancak bu yüksek ısıya rağmen, ampulün içinde oksijen bulunmadığı için ayetteki tariflere mutabık olarak yanma gerçekleşmez. Ayrıca ampulün ortasında parlayan tel de parlak bir yıldızın uzaktan görünümüne çok benzemektedir.

175


Elektriğin dünya tarihinin en büyük keşiflerinden biri olduğu, dünyanın hemen hemen tümünün elektrik enerjisiyle çalışan ampuller vasıtasıyla aydınlatıldığı göz önünde bulundurulacak olursa, ayetin bu önemli keşfe işaret ettiği düşünülebilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Bu konuyla ilgili bir diğer izah da yıldızlardaki nükleer reaksiyonlar sonucu ortaya çıkan ışık olarak düşünülebilir. Yıldızlar, nükleer reaksiyonlardan kaynaklanan çok büyük miktarlarda ısı, ışık yayan, son derece sıcak, parlak, döner gaz kütleleridir. Yeni oluşan büyük yıldızlar çoğunlukla kendi çekim kuvvetleriyle büzülmeye başlarlar. Bunun sonucunda merkezleri daha yoğun ve daha sıcak olur. Yıldızın merkezindeki madde yeterince ısındığında -en az 7.000.000 Kelvin olduğunda- ise nükleer reaksiyonlar başlar. Bir yıldızın içinde gerçekleşen olay, hidrojenin dev bir enerji ile (füzyonla) helyuma dönüşmesidir. Yıldızlarda kütlenin büyüklüğünden kaynaklanan çekim kuvveti, 4 hidrojen atomunu 1 helyum atomu oluşturmak üzere kaynaştırmaktadır. Bu esnada açığa çıkan enerji, kütlenin yüzeyinden ışık ve ısı halinde dışarı yayılır. Hidrojen tükendiğinde, yıldızda aynı şekilde daha ağır elementler oluşturmak üzere helyum yanmaya (füzyona) devam eder. Bu reaksiyonlar yıldızın kütlesi tükenene kadar devam eder. Ancak yıldızlardaki reaksiyonlarda oksijen kullanılmadığı için, yanan odunda olduğu gibi sıradan bir yanma gerçekleşmez. Yıldızlarda dev alevler şeklinde görünen yanma da, gerçekte ateşten kaynaklanmaz. Nitekim ayette de bu tür bir yanma şekline işaret edilmektedir. Ayrıca ayette bir yıldızdan, onun yakıtından ve ateş olmayan bir yanmadan yani reaksiyondan- bahsedildiği düşünülürse, ayetin yıldızlardaki ışık oluşumuna ve yanma şekline işaret ettiği şeklinde de düşünülebilir. (En doğrusunu Allah bilir.) Bulutların Ağırlığı Bulutların ağırlığı çok şaşırtıcı rakamlara ulaşmaktadır. Örneğin, kümülonimbüs türü fırtına bulutunda, 300.000 ton ağırlığa ulaşan miktarlarda su toplanmaktadır. Gökyüzünde 300.000 tonluk bir kütlenin durabileceği bir düzenin "kurulmuş" olması kuşkusuz hayranlık uyandıran bir durumdur. Kuran'daki diğer bazı ayetlerde de bulutların ağırlığına şu şekilde dikkat çekilmektedir: Rahmetinin önünde rüzgarları bir müjde olarak gönderen O'dur. Bunlar ağırca bulutları kaldırıp yüklendiğinde, onları (kuraklıktan) ölmüş bir şehre sürükleyiveririz ve bununla oraya su indiririz de böylelikle bütün ürünlerden çıkarırız… (Araf Suresi, 57) O size şimşeği korku ve umut olarak gösteren, (yağmur yüklü) ağırlaşmış bulutları (inşa edip) ortaya çıkarandır. (Rad Suresi, 12) Elbette Kuran'ın indirildiği dönemde insanların bulutların ağırlıkları ile ilgili bu bilgiye sahip olmaları mümkün değildir. Kuran ayetlerinde dikkat çekilen ve yakın geçmişte keşfedilen bu bilgi, Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunun delillerinden bir diğeridir. Yağmurdaki Ölçü

176


Kuran'da yağmur hakkında verilen bir diğer bilgi ise, yağmurun belli bir ölçü ile indirildiğidir. Zuhruf Suresi'nde şöyle buyrulur: Ki O, belli bir miktar ile gökten su indirdi de, onunla ölü bir memleketi 'diriltti (ve her yanına hayat) yaydı'; siz de böyle (kabirlerinizden diriltilip) çıkarılacaksınız.(Zuhruf Suresi, 11) Yağmurdaki bu ölçü de, yine çağımızdaki araştırmalarla tespit edilmiştir. Ölçümlere göre, yeryüzünden bir saniyede 16 milyon ton su buharlaşmaktadır. Bir yılda bu miktar 505 trilyon tona ulaşır. Bu, aynı zamanda bir yılda Dünya'ya yağan yağmur miktarıdır. Yani su, sürekli bir denge içinde, "bir ölçüye göre" dönüp durmaktadır. Yeryüzündeki hayatın devamı da, bu su döngüsü sayesinde sağlanır. İnsan sahip olduğu tüm teknolojik imkanları kullansa dahi bu döngüyü asla yapay olarak gerçekleştiremez. Eğer bu miktarda en küçük bir değişiklik bile olsa, kısa bir zaman sonra büyük bir ekolojik dengesizlik ortaya çıkacak ve bu da hayatın sonunu getirecektir. Fakat hiçbir zaman böyle olmaz; yağmur, Kuran'da bildirildiği gibi, yeryüzüne her sene aynı miktarda inmeye devam eder Yağmurdaki ölçü sadece miktarında değil, aynı zamanda yağmur damlalarının düşüş hızında da söz konusudur. Yağmur bulutları en az 1.200 metre yüksekliğindedir. Yağmur damlası büyüklüğündeki ve ağırlığındaki bir nesne bu yükseklikten düşecek olsa, sürekli olarak hız kazanır ve saatte 558 km hızla yeryüzüne ulaşır. Elbette ki böyle bir hızda düşen herhangi bir nesne çok büyük zarar oluşturacaktır. Eğer yağmur damlası da bu yükseklikten aynı şekilde düşecek olsaydı, bu durumda tüm ekinler tahrip olacak, yerleşim alanları, evler ve arabalar hasar görecek, insanlar gerekli tedbirleri almadan yürüyemeyeceklerdi. Kaldı ki yaptığımız bu hesap sadece 1.200 metre yüksekliğindeki bulutlar için geçerlidir. Yağmur bulutlarının kimi zaman 10.000 metre civarında bir yükseklikte olduğu düşünülürse, böyle bir yükseklikten düşecek yağmur damlalarının ne kadar tahrip edici olacakları açıktır. Fakat böyle bir olay hiçbir zaman yaşanmaz; yağmur damlaları ne kadar yüksekten düşerlerse düşsünler, yeryüzüne ulaştıklarında ortalama hızları sadece saatte 8-10 km'dir. Bunun sebebi damlaların düşerken aldıkları şekildir. Yağmur damlalarının bu özel şekli, atmosferin sürtünme etkisini artırır ve damlaların belli bir hız limitini aşmalarını önler. Görüldüğü gibi Kuran'da, yağmurun indirilişi ile ilgili, 1400 sene önce bilinmesi mümkün olmayan ince bir hesaba dikkat çekilmektedir. Yağmurun Oluşumu

177


Yağmurun nasıl oluştuğu uzun süre insanlar için bir sırdı. Ancak hava radarlarının keşfedilmesinden sonra, yağmurun hangi evrelerden geçerek oluştuğu kesinlik kazandı. Buna göre, yağmur üç evreden geçerek oluşur: Önce rüzgar yoluyla yağmurun "hammaddesi" havalanır. Ardından bulutlar meydana gelir ve en son olarak da yağmur damlacıkları ortaya çıkar. Kuran'da yağmurun oluşumu ile ilgili aktarılanlarda ise, tam da bu süreçlerden söz edilmektedir. Bir ayette bu oluşum hakkında şöyle bir bilgi verilir: Allah, rüzgarları gönderir, böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıpdağıtır ve onu parça parça kılar; nihayet onun arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün. Sonunda Kendi kullarından dilediğine verince, hemen sevince kapılıverirler. (Rum Suresi, 48) Şimdi ayette ifade edilen üç evreyi teknik olarak inceleyelim: 1. EVRE: "Allah rüzgarları gönderir..." Okyanuslardaki köpüklenme ile oluşan sayısız hava kabarcığı sürekli ortaya çıkmakta ve su zerreleri sürekli olarak gökyüzüne fırlamaktadır. Tuzca zengin olan bu zerreler daha sonra rüzgarlarla taşınır ve atmosferde yukarılara doğru yol alırlar. Aerosol adı verilen bu küçük parçacıklar "su tuzağı" adı verilen bir mekanizmayla yine denizlerden yükselen su buharını kendi çevrelerinde minik damlalar halinde toplayarak bulut damlalarını oluştururlar. 2. EVRE: "... böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıp dağıtır ve onu parça parça kılar..." Tuz kristallerinin ya da havadaki toz zerrelerinin etrafında yoğunlaşan su buharı sayesinde bulutlar oluşur. Bunların içindeki su damlacıkları çok küçük olduklarından (0.01 ile 0.02 mm çapında) havada asılı kalırlar ve göğe yayılırlar. Böylece gökyüzü bulutlarla kaplanır. 3. EVRE: "... nihayet onun arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün." Tuz kristallerinin ve toz zerreciklerinin etrafında biraraya gelen su parçacıkları iyice yoğunlaşarak yağmur damlalarını oluştururlar. Böylece havadan daha ağır bir konuma gelen damlalar, buluttan ayrılarak yağmur biçiminde yere düşmeye başlarlar. Görüldüğü gibi yağmurun oluşumundaki her aşama, Kuran ayetlerinde bildirilmektedir. Üstelik bu aşamalar doğru sıralama ile açıklanmıştır. Dünyadaki birçok doğal olayda olduğu gibi, bunda da Allah en doğru açıklamayı yapmakta, üstelik bu açıklamayı keşfedilişinden asırlar önce Kuran'la insanlara duyurmaktadır.

178


Yağmurun oluşumu ile ilgili olarak başka bir ayette şu bilgiler verilmektedir:

Yukarıdaki çizimde okyanuslardaki köpüklenme ile oluşan su zerreciklerinin gökyüzüne fırlaması görülmektedir. Bu, yağmurun oluşumundaki ilk aşamadır. Bundan sonra oluşan bulutlardaki su damlacıkları havada asılı kalacak ve bunlar yoğunlaşarak yağmuru oluşturacaktır. Bu aşamaların tümü ayetlerde eksiksiz olarak bildirilmektedir.

Görmedin mi ki, Allah bulutları sürmekte, sonra aralarını birleştirmekte, sonra da onları üst üste yığmaktadır; böylece, yağmurun bunların arasından akıpçıktığını görürsün. Gökten içinde dolu bulunan dağlar (gibi bulutlar) indiriverir, onu dilediğine isabet ettirir de, dilediğinden onu çevirir; şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri kamaştırıp götürüverecektir. (Nur Suresi, 43) Bulut tipleri üzerinde araştırma yapan bilim adamları yağmurun oluşumu ile ilgili şaşırtıcı sonuçlarla karşılaşmışlardır. Yağmur bulutları belirli bir sistem ve aşamalar dahilinde oluşmakta ve şekillenmektedir. Yağmur bulutlarından biri olan kümülonimbüs türü bulutların oluşum aşamaları bilimsel olarak şöyledir:

1. AŞAMA, Sürülme: Bulutlar rüzgarlar tarafından bulundukları yerden itilir yani sürülürler. 2. AŞAMA, Birleşme: Rüzgar tarafından itilen bu küçük boyuttaki bulutlar (kümülonimbüs) sürüklendikleri yerde birleşip yeni büyük bulutları oluştururlar.33

3. AŞAMA, Yığılma: Küçük bulutlar birleştikten sonra büyük bulutun içindeki yukarı doğru çekiş kuvveti artar. Bulutun merkezindeki yukarı çekiş kuvveti kenarlardaki çekişten daha güçlüdür. Bu yukarı çekişler bulutun gövdesinin dikey olarak büyümesine neden olur. Böylece bulutlar yukarıya doğru genişleyerek üst üste yığılmış olur. Bu, dikey olarak büyümüş bulutun gövdesinin atmosferin daha serin yerlerine doğru uzamasına sebep olur. İşte bu noktada atmosferin serin bölgelerinde bulutta su ve dolu damlaları büyümeye başlar.

179


Bu aşamaların sonucunda, su ve dolu damlaları -yukarı çekiş gücünün onları destekleyemeyeceği kadar- ağırlaştıkları zaman da bulutlardan yağmur, dolu vs. şeklinde düşmeye başlarlar.34 Unutmamak gerekir ki meteorologlar bulut oluşumu, yapısı ve fonksiyonu ile ilgili detayları gelişmiş ekipmanlar (uçak, uydu, bilgisayar vs.) kullanarak yakın zamanda öğrenmişlerdir. Görülen odur ki, Allah bu ayetlerinde de bize 1400 sene öncesinde bilinmesi mümkün olmayan bir bilgi vermiştir.

(A) Ayrı ayrı küçük bulut parçaları (kümülonimbüs bulutları) (B) Küçük bulutlar biraraya geldiğinde oluşan daha büyük bulutun içindeki yukarı çekilmeler artar, böylece bulutlar yukarıya doğru yığılır.

ÖLÜ BİR BELDEYİ CANLANDIRAN YAĞMURLAR Kuran'da, yağmurun "ölü bir beldeyi diriltme" işlevine birçok ayette dikkat çekilir: ... Biz gökten tertemiz bir su indirmekteyiz. Onunla ölü bir beldeyi (toprağı) canlandırmak ve yarattığımız hayvanlardan ve insanlardan birçoğunu onunla sulamak için. (Furkan Suresi, 48-49) Yağmurun, canlılar için kaçınılmaz bir ihtiyaç olan suyu yeryüzüne bırakmasının yanında bir de gübreleme özelliği vardır. Denizlerden buharlaşarak bulutlara ulaşan yağmur damlaları, ölü toprağı "canlandıracak" bazı maddeler içerirler. Bu "canlandırıcı" özellikli yağmur damlalarına "yüzey gerilim damlaları" adı verilir. Yüzey gerilim damlaları, biyologların deniz yüzeyinin mikro katmanı dedikleri üst kısımda oluşurlar; milimetrenin onda birinden daha ince olan bu yüzeysel zarda, mikroskobik alglerin ve zooplanktonların bozulmasından gelen pek çok organik artık vardır. Bu artıkların bazıları, deniz suyunda çok az bulunan fosfor, magnezyum, potasyum gibi elementleri ve ayrıca bakır, çinko, kobalt ve kurşun gibi ağır metalleri seçip ayırarak, kendi içlerinde toplarlar. Yeryüzündeki tohum ve bitkiler, yetişmeleri için gereksinim duydukları çok sayıdaki madensel tuzları ve elementleri işte bu yağmur damlalarında bulurlar. Kuran'da, bir başka ayette bu olay şöyle bildirilir: 180


Ve gökten mübarek (bereket ve rahmet yüklü) su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik. (Kaf Suresi, 9) Yağışlarla toprağa inen bu tuzlar, verimi artırmak için kullanılan geleneksel gübrelerin bazılarının (kalsiyum, magnezyum, potasyum vb.) küçük örnekleridir. Bu tür aerosellerde bulunan ağır metaller ise, bitkilerin gelişiminde ve üretiminde verimlilik artırıcı elementleri oluştururlar. Kısacası, yağmur önemli bir gübredir. Fakir bir toprak, yalnızca yağmur aracılığıyla gelen bu gübrelerle bile, yüzyıllık bir süre içinde bitkiler için gereken tüm elementleri kazanabilir. Ormanlar da, yine bu deniz kökenli aerosoller yardımıyla gelişir ve beslenirler. Bu yolla, her yıl kara parçalarının toplam yüzeyi üzerine 150 milyon ton gübre düşmektedir. Bu doğal gübreleme işleyişi olmasaydı, Dünya üzerinde çok daha az bitki olacak, hayat dengesi bozulacaktı. Ayette verilen, yağmurun canlandırma özelliği ile ilgili bilgi, Kuran'ın sayısız mucizevi özelliğinden sadece biridir. Dolu Yağışı, Şimşek ve Gök Gürültüsünün Oluşumu... Gökten içinde dolu bulunan dağlar (gibi bulutlar) indiriverir, onu dilediğine isabet ettirir de, dilediğinden onu çevirir; şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri kamaştırıp götürüverecektir. (Nur Suresi, 43) Yukarıdaki ayette, şimşeğin doluyla olan ilgisine dikkat çekilmektedir. Dolunun, şimşeğin oluşumundaki etkisi araştırıldığında, ayette önemli bir meteorolojik gerçeğe işaret edildiği görülecektir. Meterology Today (Günümüzde Meteoroloji) adlı kitapta dolu ve şimşeğin oluşumu ile ilgili şöyle bir yorum getirilmektedir: Aşırı soğumuş damlacıklardan ve buz kristallerinden oluşan bir bulut bölgesinden dolu düştükçe bulutlar elektrik yüklenir. Sıvı halindeki damlacıklar da dolu taneleriyle çarpıştıklarında, temas anında donarlar ve potansiyel ısılarından kaybederler. Bu, dolunun yüzeyinin buz kristalinin çevresinden daha sıcak kalmasını sağlar. Dolu buz kristali ile temasa geçtiğinde ise önemli bir olay gerçekleşir. Elektronlar daha soğuk olandan daha sıcak olana doğru akarlar. Bunun sonucunda dolu negatif yüklü olur. Aynı etki çok soğumuş su damlaları bir dolu tanesi ile temasa geçtiğinde ve pozitif yüklü çok küçük buz parçaları kırıldığında da olur. Daha hafif ve pozitif yüklü parçacıklar hava akımıyla bulutların yukarı tarafına doğru taşınırlar. Negatif yükle kalan dolu bulutun aşağı kısmına doğru düşer, böylece bulutun aşağı tarafı negatif yüklenir. Bu negatif yükler yıldırım olarak yeryüzüne doğru deşarj olurlar. Bu bakımdan dolu, yıldırımın oluşumunda ana etkendir.35 Aşağıdaki ayette ise yağmur bulutlarının şimşeklerle olan bağlantısına ve bu oluşumların sıralamasına dikkat çekilmiştir ki, bunlar da bilimsel bulgularla tam bir paralellik içindedir: Ya da (bunlar) karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek(ler)le yüklü, 'gökten şiddetli bir yağmur fırtınasına tutulmuş gibidirler ki, yıldırımların saldığı dehşetle'; ölüm korkusundan parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar... (Bakara Suresi, 19) 181


Fırtına bulutunda elektrik yükü, yağmur damlacıklarının sürekli çatlamasından oluşur. Damlacık çatladıkça, pozitif yük bulutun üst katına yükselir, negatif yük altta kalır. Bu durumda toprak yüzeyinde pozitif yük oluşacak ve yıldırım düşecektir. Su damlasının yukarıya doğru hareketinde, donma düzeyine gelmesiyle su damlası donar ve düşerken başka damlacıklarla çarpıştıkça üzerine buz yüzeyleri eklenir, bu şekilde buz oluşur.

Yağmur bulutları 25.6 km2 - 256 km2 genişliğinde, 9.000-12.000 m yüksekliğindeki çok büyük kütleler halindedir. Bu olağanüstü kalınlıktan ötürü, bu bulutların tabanı karanlıktır. Güneş ışınları, bulutu oluşturan su ve buz parçacıklarının çok fazla miktarda olmasından dolayı geçiş imkanı bulamazlar. Bu yoğunluk dolayısıyla, yeryüzüne bu bulutlar arasından çok az miktarda güneş ışığı ulaşır ve bu yüzden yeryüzünden bakan bir kişi bulutu karanlık olarak görür. Bulutun üst kısımlarında ise karanlık daha azdır ve yeryüzüne yaklaştıkça karanlık daha artar.36 Karanlığın ardından ayette dikkat çekilen, gök gürültüsü ve şimşeğin oluşum aşamaları ise şöyledir: Yağmur bulutlarının içinde elektrik yükü birikimi oluşur. Bulutlardaki bu elektriklenme, donma, damlacıkların bölünmesi, temas sırasındaki elektriklenme gibi süreçler sonucunda oluşur. Bu tür bir elektrik yükü birikimi, araya giren havanın onları izole edemeyecek duruma gelmesiyle, büyük bir kıvılcım, pozitif ve negatif alanlar arasında deşarj olur. Zıt yüklerle yüklü iki bölge arasındaki voltaj 1 milyar volta ulaşabilir. Kıvılcım bulut içinde de oluşabilir, pozitif yüklü bir alandan negatif yüklü bir alana doğru iki bulut arasında akabilir veya bir buluttan yeryüzüne doğru boşalabilir. Bu kıvılcımlar göz kamaştıran şimşek çakmalarını oluşturur. Şimşek hattı boyunca oluşan elektrik yükündeki bu ani artış, çok yüksek ısılara sebep olur (10.000 °C). Bunun sonucunda havada ani bir genleşme olur ve çok büyük bir patlama sesi olarak açığa çıkan gök gürültüsü oluşur.37 Görüldüğü gibi bir yağmur bulutunda sırasıyla karanlık tabakalar, şimşek olarak bilinen elektrik yüklü kıvılcımlar ve gök gürültüsü olarak bilinen patlama sesi oluşur. Modern bilimin bulutların oluşumu, gök gürültüsü ve şimşeğin sebepleri ile ilgili tüm söyledikleri, Kuran ayetlerinin tüm tarifleri ile büyük bir uyum içindedir. Aşılayıcı Rüzgarlar

182


Kuran'ın bir ayetinde rüzgarların "aşılama" özelliğine ve bunun sonucunda yağmurun oluştuğuna şöyle dikkat çekilir: Ve aşılayıcılar olarak rüzgarları gönderdik, böylece gökten su indirdik de sizleri suladık... (Hicr Suresi, 22) Ayette, yağmur oluşumundaki ilk aşamanın rüzgarlar olduğuna dikkat çekilmektedir. Oysa 20. yüzyılın başlarına kadar, rüzgarla yağmurun yağması arasındaki tek ilişki rüzgarın bulutları sürüklemesi olarak biliniyordu. Modern meteorolojik bulgular ise rüzgarların yağmurun oluşumunda "aşılayıcı" rol oynadıklarını gösterdi. Rüzgarların bu aşılama özelliği daha önce de değindiğimiz gibi şöyle gerçekleşir: Okyanusların ve denizlerin yüzeyinde, köpüklenme nedeniyle her an sayısız hava kabarcığı oluşmaktadır. Bu kabarcıklar patladıkları anda, milimetrenin 100'de biri çapındaki binlerce parçacığı havaya fırlatırlar. "Aerosol" adı verilen bu parçacıklar, rüzgarlar sayesinde karalardan gelen tozlarla karışarak atmosferin üst katmanlarına taşınır. Rüzgarların bu şekilde yükseklere taşıdığı parçacıklar, burada su buharı ile temas eder. Su buharı da bu parçacıkların etrafına toplanarak yoğunlaşır ve su damlacıklarına dönüşür. Bu su damlacıkları önce biraraya gelerek bulutları oluşturur, bir süre sonra da yağmur olarak yeryüzüne iner. Görüldüğü gibi rüzgarlar, havada serbest halde bulunan su buharını denizlerden taşıdıkları parçacıklarla "aşılamakta" ve böylece yağmur bulutlarının oluşumunu sağlamaktadır. Eğer rüzgarların bu özelliği olmasa, yüksek atmosferdeki su damlacıkları hiçbir zaman oluşamayacak ve yağmur diye bir şey de olmayacaktı. Burada önemli olan nokta ise, rüzgarların yağmur oluşumundaki bu kritik görevinin asırlar önce Kuran'da bildirilmiş olmasıdır. Hem de insanların doğa olayları hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmedikleri bir devirde... Ayette rüzgarların aşılayıcı yönüyle ilgili haber verilen diğer bir bilgi de, rüzgarların bitkilerin döllenmesindeki rolüdür. Yeryüzündeki pek çok bitki, türünün devamını polenlerini rüzgar vasıtasıyla dağıtarak sağlar. Birçok açık tohumlu bitki, çam ağaçları, palmiye ve benzeri ağaçlar, ayrıca çiçek veren tüm tohumlu bitkiler ile çimensi otların tamamı rüzgarlarla döllenirler. Rüzgar, çiçek tozlarını bitkilerden alıp, aynı türden diğer bitkilere taşıyarak döllenmeyi gerçekleştirir. Rüzgarın bitkiler üzerinde nasıl bir aşılama yapabileceği yakın zamanlara kadar bilinmiyordu. Ancak bitkilerin de erkek ve dişi olmak üzere cinsiyet farkı olduğunun anlaşılması üzerine, rüzgarların böyle bir aşılayıcı etkisi olduğu anlaşıldı. Bu gerçeğe Kuran'da, "Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik." (Lokman Suresi, 10) ayetiyle dikkat çekilmektedir. Rüzgarın Oluşumundaki Düzen

183


... ve rüzgarları (belli bir düzen içinde) yönetmesinde aklını kullanan bir kavim için ayetler vardır."(Casiye Suresi, 5) Rüzgar, farklı ısı merkezleri arasında oluşan hava akımıdır. Atmosferdeki farklı ısılar, farklı hava basınçları oluşturduğundan, hava sürekli olarak yüksek basınçtan alçak basınca doğru akar. Basınç merkezleri, yani atmosferdeki ısılar arasındaki fark eğer büyük olursa, hava akımı yani rüzgar şiddetli olur ki, büyük yıkımlara yol açan kasırgalar böyle oluşmaktadır. Burada şaşırtıcı olan, ekvator ve kutuplar gibi aralarında çok büyük fark olan ısı ve basınç kuşaklarına rağmen, Allah'ın belli bir düzen içinde yaratışı sayesinde, Dünyamızın çok sert rüzgarlara maruz kalmamasıdır. Eğer kutuplar ve ekvator arasında gerçekleşecek dev hava akımı yumuşatılmış olmasaydı, Dünya yüzeyi sürekli olarak şiddetli kasırgaların yaşandığı bir ölü gezegene dönüşürdü. Yukarıdaki ayette "tasrifir riyah" ifadesindeki "tasrif" kelimesi "birşeyi çok çevirip döndürmek, yönlendirmek, bir işe yön vermek, idare etmek, dağıtımını yapmak" anlamlarına gelir. Görüldüğü gibi rüzgar için seçilen bu kelime rüzgarların düzen içindeki hareketlerini tam olarak tarif etmektedir. Ayrıca bu durum rüzgarın kendi kendine gelişi güzel esmediğinin de çok açık bir anlatımıdır. Rüzgarları, insanlar için yaşamı olanaklı kılacak şekilde yöneten Allah'tır. Toprağın Titreşip Kabarması ... Yeryüzünü kupkuru ölü gibi görürsün, fakat Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten (ürünler) bitirir. (Hac Suresi, 5) Yukarıdaki ayette "titreşir" olarak çevrilen kelimenin Arapçası "ihtezzet"tir ve bu kelime "harekete geçer, canlanır, titreşir, kıpırdar, kımıldar, bitkinin harekete geçmesi ve uzaması" anlamlarına gelir. "Kabarır" olarak çevrilen "rebet" kelimesi ise "artar, fazlalaşır, kabarır, büyür, gelişir, bitkinin yükselmesi, erzak sağlaması, şişmek, içi hava dolmak" anlamlarına gelir. Ayette geçen bu kelimeler yağmur esnasında, toprağın moleküler yapısındaki değişiklikleri en uygun kelimelerle tarif etmektedir. 1827'de Brown adında bir İngiliz bilim adamı, yağmur damlaları toprağa düştüğünde, toprak moleküllerinde bir tür silkelenme ve titreşim meydana getirdiğini keşfetmiştir. Toprak, farklı metalik element türlerini içeren çeşitli molekülleri içinde barındırmaktadır. Yağmur toprağın içindeki metalik elementlerin iyonlaşmasına sebep olur. (İyon, artı veya eksi elektrik yüklü atomlara verilen ortak isimdir. İyonlaşma, nötr atomlara, moleküllere ve başka iyonlara elektron katılması ya da eksiltilmesi yoluyla oluşur.)

184


Yağmur yağdığında bu iyonik moleküller sarsılıp titreşirler. Farklı yönlerden gelen su damlaları, bu moleküllere çarptıkça onlar da birbirlerini iterek, aralarında suyun girebileceği boşluklar oluştururlar. Böylece daha çok su emilir ve damlaların boyutları artar. Bu damlalar suya doyduklarında, toprağın içerisindeki suyun mineral depolarına dönüşürler. Bitkiler su ihtiyaçlarını 2-3 ay için bu depolardan alırlar. Eğer bu depolar oluşmasaydı, su toprağın derinliklerine sızacak ve bitki 1 hafta içerisinde ölecekti.38 Görüldüğü gibi bu bilimsel gerçek, Kuran'da günümüzden 14 yüzyıl önce mucizevi bir şekilde bildirilmiştir. Başka ayetlerde bitkilerle ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır: Ölü toprak kendileri için bir ayettir; Biz onu dirilttik, ondan taneler çıkarttık, böylelikle ondan yemektedirler.(Yasin Suresi, 33) Denizlerin Birbirine Karışmaması Denizlerin, araştırmacılar tarafından çok yakın bir geçmişte tespit edilen bir özelliği, Kuran'ın Rahman Suresi'nde şöyle bildirilir: (Cebeli Tarık Boğazı)

Birbirleriyle kavuşmak üzere iki denizi salıverdi. İkisi arasında bir engel vardır; birbirlerinin sınırını geçmezler. (Rahman Suresi, 19-20) Birbirine açılan fakat suları kesinlikle birbiriyle karışmayan denizlerin ayette bildirilen bu özelliği, okyanus bilimciler tarafından çok yakın bir zaman önce keşfedilmiştir. "Yüzey gerilimi" adı verilen fiziksel bir kuvvet nedeniyle, komşu denizlerin sularının karışmadığı ortaya çıkmıştır. Denizlerin farklı yoğunluklarından kaynaklanan yüzey gerilimi, adeta bir duvar gibi sularının birbirine karışmasını engeller.39 Elbette ki insanların, fizikten, yüzey geriliminden, okyanus biliminden haberdar olmadıkları bir devirde bu gerçeğin Kuran'da bildirilmiş olması son derece dikkat çekici bir durumdur.

185


Denizlerdeki Karanlık ve İç Dalgalar Ya da (inkar edenlerin amelleri) engin bir denizdeki karanlıklara benzer; onun üstünü bir dalga kaplar, onun üstünde bir dalga, onun da üstünde bir bulut vardır. Bir kısmı bir kısmı üzerinde olan karanlıklar; elini çıkardığında onu bile neredeyse göremeyecek. Allah kime nur vermemişse, artık onun için nur yoktur. (Nur Suresi, 40) Derin denizlerdeki genel ortam Oceans (Okyanuslar) adlı kitapta şu şekilde tanımlanmaktadır: Bugün biliyoruz ki, derin denizlerdeki ve okyanuslardaki karanlık, yaklaşık olarak 200 m ve daha derin yerlerde olur. Bu derinlikte, hemen hemen hiç ışık yoktur. 1.000 m'nin altındaki derinliklerde ise artık hiçbir şekilde ışığa rastlamak mümkün değildir.40 Günümüzde bir denizin genel coğrafi yapısı, içinde yaşayan canlıların özellikleri, tuzluluk oranı gibi bilgilerin yanı sıra, içerdiği su miktarı, yüz ölçümü ve derinliği gibi bilgileri de edinmek mümkündür. Günümüz teknolojisi kullanılarak üretilmiş olan denizaltı gibi araçlar ve çeşitli özel aletler bu bilgilere ulaşmakta kullanılan en önemli aracıdırlar. Bir insanın bu aletler olmadan 70 m'den daha derine dalması ise neredeyse imkansızdır. Bununla birlikte bir insanın yardımsız olarak okyanusların 200 m civarındaki karanlık derinliklerinde yaşaması da kesinlikle mümkün değildir. Bu nedenle bilim adamları denizler hakkındaki detaylı bilgileri çok yakın zamanlarda keşfetmişlerdir. Oysa engin denizlerin karanlık olduğu bilgisi Kuran'da bundan 1400 sene önce haber verilmiştir. Hiçbir teknolojinin, dolayısıyla insanların denizlerin derinliklerine dalacak araçlarının olmadığı bir dönemde, böyle bir bilginin verilmiş olması elbette Kuran mucizelerinden biridir. Bununla birlikte Nur Suresi'nin 40. ayetinde belirtilen "… engin bir denizdeki karanlıklara benzer; onun üstünü bir dalga kaplar, onun üstünde bir dalga, onun da üstünde bir bulut vardır…" ifadesi de Kuran'daki başka bir bilimsel mucizeye işaret etmektedir: Bilim adamları yakın zamanda "farklı yoğunluktaki katmanlar arasında yoğunluk ara yüzlerinde meydana gelen iç dalgalar"ın olduğunu bulmuşlardır. İç dalgalar deniz ve okyanusların derinliklerini kaplar; çünkü derin denizlerin, üzerlerindeki sudan daha fazla yoğunlukları vardır. İç dalgalar yüzey dalgaları gibi davranır. Yüzey dalgaları gibi onlar da kırılabilir. İç dalgalar, insan gözüyle görülemez; ancak belirli bir bölgedeki sıcaklık ve tuzluluk değişiklikleri incelendiğinde bu dalgalar fark edilebilir.41

186


Ayetteki ifadelerle yukarıdaki anlatım birbirleriyle tamamen paraleldir. Yapılan araştırmalar olmadan bir insan ancak denizin yüzeyinde bulunan dalgaların varlığını bilebilir. Bunların dışında denizin içinde meydana gelen dalgalanmalardan haberdar olması ise mümkün değildir. Ama Nur Suresi'nde Allah denizlerin derinliklerindeki ikinci bir dalga şekline dikkat çekmiştir. Elbette bilim adamlarının yakın zamanlarda keşfettikleri bu gerçek de, Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir. Hareketlerimizi Yönlendiren Bölge Hayır; eğer o, (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursa, andolsun, onu perçeminden tutup sürükleyeceğiz; o yalancı, günahkar olan alnından. (Alak Suresi, 15-16) Ayetlerde geçen "yalancı, günahkar olan alın" tanımlaması son derece dikkat çekicidir. Çünkü son yıllarda yapılan araştırmalar, kafatasının ön alın bölgesinde, beynin bazı faaliyetleri yöneten bölümünün bulunduğunu göstermiştir. 1400 yıl önce Kuran'da dikkat çekilen bu bölge ve görevi hakkındaki bilgilere günümüz bilim adamları, ancak son 60 yıl içinde açıklama getirebilmişlerdir. Kafatasının içine, başın ön kısmına bakıldığında beynin ön alın bölgesi görülecektir. Bu bölgenin fonksiyonları hakkında fizyoloji dalında yapılan araştırmalar neticesinde elde edilen bilgiler Essentials of Anatomy and Physiology (Anatomi ve Fizyolojinin Esasları) isimli kitapta şu şekilde geçmektedir: Hareketlerin motivasyonu, planlama öngörüşü ve başlatılması alın loblarının ön kısmı olan ön alın bölgesinde (cerebrum) gerçekleşir. Burası çağırışım (birlik) korteksinin bir bölgesidir…42 Hareketle olan ilgisiyle beraber, ön alın bölgesinin aynı zamanda saldırganlığın da fonksiyonel merkezi olduğu düşünülmektedir…43 Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, beynin ön alın bölgesi, planlama, motivasyon ve iyi veya kötü hareketlerin başlatılması, yalan veya doğrunun söylenmesi ile ilgili faaliyetlerin tümünü yürütmektedir. Görüldüğü gibi Alak Suresi'nde geçen "yalancı günahkar olan alın" ifadesi ile yukarıdaki tanımlama büyük bir paralellik göstermektedir. Bilim adamlarının son altmış yıl içinde keşfettikleri bu gibi bilimsel gerçekleri Allah, Kuran ayetlerinde asırlar önce insanlara haber vermektedir. Kalplerin Allah'ın Zikriyle Mutmain Olması (Dinden Uzak Yaşamanın Sonuçları: Stres ve Depresyon) Amerikan Sağlık Araştırmaları Ulusal Merkezi'nden David B. Larson ve ekibi tarafından derlenen araştırma sonuçlarına göre, Amerikalılar arasında dindar ve inançsız kişiler arasında yapılan karşılaştırmalar çok şaşırtıcı sonuçlar vermiştir. Örneğin dindarların, dini yönü zayıf veya hiç olmayan kişilere göre, kalp hastalıklarına %60 daha az yakalandıkları; intihar oranının %100 daha düşük olduğu; tansiyon bozukluğuna çok daha düşük oranlarda yakalandıkları; sigara içenler arasında bu oranın 7'ye 1 olduğu gibi sonuçlar ortaya çıkmıştır.44 187


Seküler psikologlar genellikle buna benzer olguları "psikolojik etki" olarak açıklarlar. Bunun anlamı, inancın insanların moralini yükselttiği ve moralin de sağlığa katkı sağladığıdır. Bu açıklamanın haklı bir yönü olabilir, ancak konu incelendiğinde daha da dikkat çekici bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Allah'a olan inanç, başka herhangi bir moral etkiden çok daha güçlüdür. Harvard Tıp Fakültesi'nden Dr. Herbert Benson'ın dini inanç ve bedensel sağlık arasındaki ilişkiyi inceleyen kapsamlı araştırmaları, bu konuda dikkat çekici sonuçlar vermiştir. Benson, inançsız bir kişi olmasına rağmen, Allah'a olan inancın ve ibadetlerin insan sağlığı üzerinde başka hiçbir şeyde görülmeyecek derecede olumlu bir etki meydana getirdiği sonucuna varmıştır. Benton, "diğer hiçbir inancın, Allah'a olan inanç gibi zihne huzur vermediği sonucuna" vardığını açıklamaktadır.45 Peki neden iman ile insan ruhu ve bedeni arasında böyle özel bir ilişki vardır?… Seküler bir araştırmacı olan Benton'ın vardığı sonuç, kendi ifadesiyle, insan bedeninin ve zihninin "Allah'a iman etmeye göre ayarlı" olduğudur.46 Tıp dünyasının yavaş yavaş fark etmeye başladığı bu gerçek, Kuran'da "Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur" (Rad Suresi, 28) ayetiyle haber verilen bir sırdır. Allah'a inanan, O'na dua eden, O'na güvenen insanların diğerlerinden hem ruhsal hem de fiziksel olarak daha sağlıklı olmalarının nedeni, yaratılışlarına uygun davranmalarıdır. İnsanın yaratılışına aykırı olan felsefe ve sistemler, insanlara hep acı, hüzün, sıkıntı ve bunalım getirmektedir. Modern tıp, yukarıda kısaca belirttiğimiz bulgular ışığında bu gerçeğin farkına varma yolundadır. Patrick Glynn'in ifadesiyle, "çağdaş tıp, tedavinin salt maddesel yöntemler dışında da boyutları olduğu gerçeğini kabul etme yolunda ilerlemektedir."47 İnsanın Doğumu Kuran'da insanlar iman etmeye çağrılırken oldukça farklı konulardan bahsedilir. Allah, kimi zaman gökleri, kimi zaman yeryüzünü, bazen hayvanları ve bitkileri insana delil olarak gösterir. Yine birçok ayette insanın bizzat kendi yaratılışına dönüp bakması öğütlenir. İnsanın nasıl yeryüzüne geldiği, hangi aşamalardan geçtiği ve temel maddesinin ne olduğu sık sık hatırlatılır. Örneğin aşağıdaki ayetlerde şöyle buyrulmaktadır: Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi (rahimlere) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü? Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı Biz miyiz? (Vakıa Suresi, 57-59) İnsanın yaratılışındaki mucizevi yönler, daha pek çok ayette vurgulanır. Ancak bu vurgular arasında öyle bilgiler vardır ki, bunlar 7. yüzyılda yaşayan insanların asla bilemeyeceği detaylardır. İşte bunlardan bazıları:

188


1) İnsan, meni sıvısının tamamından değil, aksine çok küçük bir parçasından (spermadan) yaratılır. 2) Bebeğin cinsiyetini erkek belirler. 3) İnsan embriyosu ana rahmine adeta bir sülük gibi yapışır. 4) İnsan ana rahminde üç karanlık bölge içinde gelişir. Yukarıda sıraladığımız bilgiler Kuran'ın indirildiği dönemde, bilinmesi mümkün olmayan ve gözlemlenemeyecek detaylardır. Bunların keşfedilmesi, ancak 20. yüzyıl teknolojisinin kullanılmasıyla mümkün olmuştur. Şimdi bu bilgileri sırasıyla inceleyelim. Meniden Bir Damla Spermler yumurtaya ulaşana kadar annenin vücudunda bir yolculuk geçirirler. Bu yolculukta 250 milyon spermden ancak bin kadarı yumurtaya ulaşmayı başarır. Beş dakika sonra sona erecek yarışın sonunda, yarım tuz tanesi büyüklüğündeki yumurta, spermlerden yalnızca birini kabul eder. Yani insanın özü, meninin tamamı değil, ondan küçük bir parçadır. Kuran'da bu gerçek Kıyamet Suresi'ndeki ayetlerde şöyle açıklanmıştır: İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi? (Kıyamet Suresi, 36-37) Dikkat edilirse Kuran'da, insanın meninin tamamından değil, onun içinden alınan küçük bir parçadan oluştuğu haber verilmektedir. Bu ayetteki özel vurgunun, ancak modern bilim tarafından keşfedilen bir gerçeği açıklaması ise, Kuran'ın Allah sözü olduğunun delillerinden biridir..

Rahme dökülen meni içindeki 250 milyon kadar spermden çok az bir miktarı yumurtaya ulaşmayı başarır. Yumurtayı dölleyecek olansa, sağ kalmayı başaran 1000 kadar spermden sadece bir tanesidir.İnsanın bütün meniden değil, meninin içindeki çok küçük bir parçadan oluştuğu, Kuran'daki "akıtılan meniden bir damla su" tanımlaması ile haber verilmiştir.

Menideki Karışım Meni olarak adlandırılan ve spermleri taşıyan besleyici sıvı, sadece spermlerden oluşmaz. Aksine meni, birbirinden farklı sıvıların karışımından oluşur. Bu sıvıların, spermin gerek duyduğu enerjiyi karşılayacak olan şekeri bulundurmak, baz özelliğiyle ana rahminin girişindeki asitleri nötralize etmek, spermin hareket edeceği kaygan ortamı sağlamak gibi 189


görevleri vardır. Kuran'da meniden söz edilirken, modern bilimin ortaya çıkardığı bu gerçeğe de işaret edilmekte ve meni "karmakarışık" bir sıvı olarak tarif edilmektedir: Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. (İnsan Suresi, 2) Başka ayetlerde ise yine meninin karışım olduğuna işaret edilir, insanın ise bu karışımın "özünden" yaratıldığı vurgulanır: Ki O, yarattığı herşeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir özden, basbayağı bir sudan yapmıştır. (Secde Suresi, 7-8) Burada "öz" diye çevrilen Arapça "sulale" kelimesi, öz ya da bir şeyin en iyi kısmı demektir. Hangi şekilde alınırsa alınsın "bir bütünün bir kısmı" anlamına gelir. Bu durum, Kuran'ın, insanın yaratılışını en ince detayına kadar bilen Allah'ın sözü olduğunu açıkça göstermektedir. Bebeğin Cinsiyeti Yakın bir zamana kadar insanlar, bebeğin cinsiyetinin anne hücreleri tarafından belirlendiğini sanıyorlardı. Ya da en azından, anne ve babadan gelen hücrelerin birlikte cinsiyet belirledikleri zannediliyordu. Ancak Kuran'da bu konuda farklı bir bilgi verilmiş ve erkeklik ve dişiliğin, "rahime dökülen meniden" yaratıldığı bildirilmiştir: Doğrusu, çiftleri; erkek ve dişiyi, yaratan O'dur. Bir damla sudan (döl yatağına) meni döküldüğü zaman. (Necm Suresi, 45-46) Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi? Sonra bir alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir 'düzen içinde biçim verdi.' Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı. (Kıyamet Suresi, 37-39) Kuran'da verilen bu bilginin doğruluğu, genetik ve mikrobiyoloji bilimlerinin gelişmesiyle birlikte bilimsel olarak da ispatlandı. Cinsiyetin tümüyle erkekten gelen sperm hücreleri tarafından belirlendiği, kadının ise bu işte hiçbir rolünün olmadığı anlaşıldı. Cinsiyet belirlenmesindeki etken, kromozomlardır. İnsan yapısını belirleyen 46 kromozomdan iki tanesi cinsiyet kromozomu olarak adlandırılır. Bu iki kromozom erkekte XY, kadında ise XX olarak tanımlanır. Bunun sebebi söz konusu kromozomların bu harflere benzemesidir. Y kromozomu erkeklik, X kromozomu ise kadınlık genlerini taşır. Bir insanın oluşması, erkek ve kadında çiftler halinde yer alan bu kromozomların birer tanesinin birleşmesi ile başlar. Kadında yumurtlama sırasında ikiye ayrılan eşey hücresinin her iki parçası da X kromozomu taşır. Oysa erkekte ikiye ayrılan eşey hücresi, X ve Y kromozomları içeren iki farklı sperm meydana getirir. Kadında bulunan X kromozomu, eğer erkekteki X kromozomunu içeren spermle birleşirse doğacak bebek kız olacaktır. Eğer Y kromozomu içeren spermle birleşirse, bu kez doğacak çocuk erkek olur. 190


Yani doğacak çocuğun cinsiyeti, erkekteki kromozomlardan hangisinin kadının yumurtasıyla birleşeceğine bağlıdır. Kuşkusuz genetik bilimi ortaya çıkıncaya dek, yani 20. yüzyıla kadar bunların hiçbiri bilinmiyordu. Aksine pek çok kültürde, doğacak çocuğun cinsiyetinin kadın bedeni tarafından belirlendiği inancı yaygındı. Hatta bu nedenle kız çocuk doğuran kadınlar kınanırdı. Oysa Kuran'da, insanlara genlerin keşfinden 14 yüzyıl önce bu batıl inanışı reddeden bir bilgi verilmiş, cinsiyetin kökeninin kadın değil, erkekten gelen meni olduğu bildirilmiştir.

Rahme Asılıp Tutunan "Alak" Kuran'da insanın oluşumu hakkında verilen bilgileri incelemeye devam ettiğimizde, yine çok önemli bazı bilimsel mucizelerle karşılaşırız. Erkekten gelen sperm ve kadındaki yumurta birleştiğinde, doğacak bebeğin ilk özü de oluşmuş olur. Biyolojide "zigot" olarak tanımlanan bu tek hücre, hiç zaman yitirmeden bölünerek çoğalacak ve giderek küçük bir "et parçası" haline gelecektir. Ancak zigot bu büyümesini boşlukta gerçekleştirmez. Rahim duvarına asılıp tutunur. Sahip olduğu uzantılar sayesinde toprağa yerleşen kökler gibi, buraya yapışır. Bu bağ sayesinde de, gelişimi için ihtiyaç duyduğu maddeleri annenin vücudundan emebilir.48 İşte burada çok önemli bir Kuran mucizesi ortaya çıkmaktadır. Allah Kuran'da, anne rahmine tutunarak gelişmeye başlayan zigottan söz ederken, "alak" kelimesini kullanmaktadır: Yaratan Rabbin adıyla oku. O, insanı bir "alak"tan yarattı.Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. (Alak Suresi, 1-3) "Alak" kelimesinin Arapçadaki anlamı ise, "bir yere asılıp tutunan şey" demektir. Hatta kelime asıl olarak deriye yapışarak oradan kan emen sülükler için kullanılır. Kuşkusuz, anne karnında gelişmekte olan zigotu bu özelliğiyle tarif eden bir kelime kullanılması, Kuran'ın alemlerin Rabbi olan Allah'ın sözü olduğunu bir kez daha ispatlamaktadır.

191


Anne karnındaki bebek, gelişiminin ilk aşamasında annesinin kanından beslenebilmek için rahim duvarına yapışıp tutunan bir zigot halindedir. Yandaki resimde bir et parçası görünümünde olan zigot görülmektedir. Modern embriyolojinin tespit ettiği bu oluşum, Kuran'da "asılıp tutunan" anlamına gelen, deriye yapışıp kan emen sülükler için de kullanılan "alak" kelimesiyle 14 yüzyıl önceden mucizevi bir biçimde bildirilmiştir.

Kemiklerin Kasla Sarılması Kuran ayetlerinde haber verilen bir diğer önemli bilgi ise, insanın anne rahmindeki oluşum aşamalarıdır. Ayetlerde, anne karnında önce kemiklerin oluştuğu, daha sonra ise kasların ortaya çıkarak bu kemikleri sardığı şöyle haber verilmektedir: Sonra o su damlasını bir alak (hücre topluluğu) olarak yarattık; ardından o alak'ı bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir. (Müminun Suresi, 14) Anne karnındaki gelişimi inceleyen bilim dalı embriyolojidir. Ve embriyoloji alanında, yakın zamana kadar kemiklerle kasların birlikte ortaya çıkarak geliştikleri sanılmıştır. Ancak gelişen teknoloji sayesinde yapılan daha ileri mikroskobik incelemeler, Kuran'da bildirilenlerin eksiksiz bir şekilde doğru olduğunu ortaya koymuştur. Bu mikroskobik incelemeler göstermektedir ki, anne karnında, tam ayetlerde tarif edildiği gibi bir gelişme gerçekleşir. Önce embriyodaki kıkırdak doku kemikleşir. Daha sonra ise kas hücreleri kemiklerin etrafındaki dokudan seçilerek biraraya gelir ve bu kemikleri sarar. Bu durum, Developing Human (Gelişen İnsan) adlı bilimsel bir yayında şöyle tarif edilmektedir: Anne kar nında gelişimini tamamlayan bebeğin kemikleri tam olarak Kuran'da haber verildiği gibi belli bir dönem sonra kaslarla sarılmaktadır.

6. haftada kıkırdaklaşmanın devamı olarak ilk kemikleşme köprücük kemiğinde ortaya çıkar. 7. hafta sonunda uzun kemiklerde de kemikleşme başlamıştır. Kemikler oluşmaya devam ederken kas hücreleri kemiği çevreleyen dokudan seçilerek kas kitlesini meydana getirirler. Kas dokusu bu şekilde kemiğin etrafında ön ve arka kas

gruplarına ayrışır.49 Kısacası insanın Kuran'da tarif edilen oluşum aşamaları, modern embriyolojinin bulgularıyla tam bir uyum içindedir. 192


Bebeğin Rahimdeki Üç Karanlık Evresi Kuran'da insanın anne karnında üç aşamalı bir yaratılışla yaratıldığı bildirilmektedir: ... Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra (bir başka) yaratılışa (dönüştürüp) yaratmaktadır. İşte Rabbiniz olan Allah budur, mülk O'nundur. O'ndan başka İlah yoktur. Buna rağmen nasıl çevriliyorsunuz? (Zümer Suresi, 6) Yukarıdaki ayette Türkçeye "üç karanlık içinde" olarak çevrilmiş olan Arapça "fi zulumatin selasin" ifadesi embriyonun gelişimi sırasında bulunduğu üç karanlık bölgeye işaret etmektedir. Bu bölgeler sırasıyla: a) Batın karanlığı b) Rahim karanlığı c) Döl yatağı karanlığıdır. Görüldüğü gibi bugün modern biyoloji, bebeğin embriyolojik gelişiminin yukarıdaki ayette bildirildiği şekilde, üç farklı karanlık bölgede gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Ayrıca embriyoloji alanındaki gelişmeler bu bölgelerin de üçer katmandan oluştuğunu göstermiştir. Batın duvarı üç tabakadan oluşur: Dış kas plakaları, iç kas plakaları, çapraz kaslar.50 Benzer bir şekilde rahim duvarı da üç katmandan oluşur: Epimetrium, miyometrium ve endometrium.51 Aynı şekilde embriyoyu saran kese de üç katmandan oluşur: Amniyon (rahimde fetusu saran en iç zar- amnion), koryon (orta amniyon zarı- chorion) ve desidüa (dış amniyon zarıdecidua).52 Ayrıca ayette, insanın anne karnında, birinden diğerine farklılaşan üç ayrı evrede meydana geldiğine işaret edilmektedir. Gerçekten de bugün modern biyoloji, bebeğin anne karnındaki embriyolojik gelişiminin üç farklı devrede gerçekleştiğini de ortaya koymuştur. Bugün tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulan bütün embriyoloji kitaplarında bu konu en temel bilgiler arasında yer alır. Örneğin, embriyoloji hakkında temel başvuru kitaplarından biri olan Basic Human Embryology (Temel İnsan Embriyolojisi) isimli kaynakta bu gerçek şöyle ifade edilmektedir: Rahimdeki hayat 3 EVREDEN oluşur; preembriyonik (ilk 2,5 hafta), embriyonik (8. haftanın sonuna kadar) ve fetal (8. haftadan doğuma kadar).53 Bu evreler bebeğin farklı gelişim aşamalarını içerir. Bu üç gelişim safhasının belli başlı özellikleri kısaca şöyledir: - Preembriyonik evre: Bu ilk evrede zigot bölünerek çoğalır, bir hücre kitlesi haline geldikten sonra kendini rahim duvarına gömer. Hücreler çoğalmaya devam ederken 3 tabaka halinde organize olurlar. 193


- Embriyonik evre: İkinci evre toplam 5,5 hafta sürer ve bu süre boyunca canlı "embriyo" olarak adlandırılır. Bu evrede hücre tabakalarından bedenin temel organ ve sistemleri ortaya çıkar. - Fetal evre: Bu döneme girildiğinde, embriyo artık "fetus" olarak adlandırılır. Bu dönem gebeliğin 8. haftasından itibaren başlar ve doğuma kadar sürer. Bir önceki dönemden ayırt edici özelliği fetusun yüzü, elleri ve ayaklarıyla belirgin, insan dış görünümüne sahip bir canlı olmasıdır. Dönemin başında 3 cm boyunda olmasına rağmen tüm organları ortaya çıkmıştır. Bu dönem 30 hafta kadar sürer ve gelişme doğum haftasına kadar devam eder. Anne rahmindeki gelişim ile ilgili bu bilgiler, ancak modern teknolojik aletlerle yapılan gözlemler sayesinde elde edilmiştir. Ancak görüldüğü gibi bu bilgilere de, diğer pek çok bilimsel gerçek gibi, mucizevi bir biçimde Kuran ayetlerinde dikkat çekilmiştir. İnsanlığın tıbbi konularda hiçbir detaylı bilgiye sahip olmadığı bir dönemde, Kuran'da bu derece ayrıntılı ve doğru bilgiler verilmiş olması, elbette Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunun açık bir delilidir. İnsanın Sudan Yaratılışı

Bütün canlılar yaşamak için suya ihtiyaç duyarlar. Bu yüzden hayvanlar kurak bölgelerde, metabolizmalarını su kaybından koruyan, suyun kullanımından maksimum fayda sağlayan mekanizmalara sahip olarak yaratılmışlardır. Eğer vücutta çeşitli sebeplerle su kaybı oluşur ve bu eksiklik giderilmezse birkaç gün içinde ölüm olur. 17. yüzyılın ünlü bilim adamı Jan Baptista van Helmont da, 1640 yıllarında suyun bitkinin gelişimi için topraktaki en önemli unsur olduğunu keşfetmiştir.

Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürümekte, kimi iki ayağı üzerinde yürümekte, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürümektedir. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir. (Nur Suresi, 45) O inkar edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı? (Enbiya Suresi, 30) 194


Ve insanı bir sudan yaratıp onu, neseb ve sihriyyet (sahibi) kılan O'dur. Senin Rabbin güç yetirendir. (Furkan Suresi, 54) Canlıların ve insanın yaratılışı konusundaki ayetlere baktığımızda, bu yaratılışların mucizevi şekilde olduğunu açıkça görürüz. Bu mucizevi yaratılış şekillerinden biri, canlıların sudan yaratılmasıdır. Pek çok ayette açıkça ifade edilen bu bilgiye insanların ulaşmaları ise, yüzyıllar sonra mikroskobun icadı ile mümkün olmuştur. Bugün en temel ansiklopedilerde "Su, canlı maddenin en büyük öğesidir. Canlı organizmaların ağırlığının %50-90'ı sudur" ifadeleri yer almaktadır. Ayrıca bütün biyoloji kitaplarında bahsi geçen standart bir hayvan hücresinin sitoplazması (hücrenin temel maddesi) da %80 sudan oluşur. Sitoplazmanın analiz edilip bilimsel kayıtlara geçirilmesi, Kuran'ın indirilmesinden yüzyıllar sonra gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bugün bilim dünyasının kabul ettiği bu gerçeğin Kuran'ın indirildiği dönemde bilinmesi kuşkusuz ki mümkün değildi. Ancak buna rağmen insanların keşfinden 14 yüzyıl önce Kuran'da bu bilgiye dikkat çekilmiştir. ÇAMURDAN YARATILIŞ Allah Kuran'da insanın yaratılışının mucizevi bir biçimde olduğunu haber verir. İlk insan, Allah'ın çamuru şekillendirip insan bedeni haline getirmesi ve ardından bu bedene ruh üflemesiyle yaratılmıştır: Hani Rabbin meleklere: "Gerçekten ben, çamurdan bir beşer yaratacağım" demişti. "Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın." (Sad Suresi, 71-72) Şimdi onlara sor: Yaratılış bakımından onlar mı daha zorlu, yoksa Bizim yarattıklarımız mı? Doğrusu Biz onları, cıvık-yapışkan bir çamurdan yarattık. (Saffat Suresi, 11) Bugün insan dokuları incelendiğinde, yeryüzünde bulunan pek çok elementin insanın dokularında da bulunduğu ortaya çıkar. Canlı dokuların %95'i karbon (C), hidrojen (H), oksijen (O), nitrojen (N), fosfor (P) ve sülfür (S)'den oluşur ve canlı dokularda toplam 26 element bulunur.54 Kuran'ın bir başka ayetinde şöyle buyrulmaktadır: Andolsun, Biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık. (Müminun Suresi, 12) Ayette "süzme" olarak çevrilen "sulale" kelimesi, "temsili örnek, öz, hulasa, esas" gibi anlamlara gelmektedir. Görüldüğü gibi Kuran'da 14 asır evvel bildirilenler, modern bilimin bize söylediklerini -insanın yaratılışındaki malzeme ile toprağın içerdiği temel elementlerin ortak olduğu gerçeğini- tasdik etmektedir. Aşağıda ortalama 70 kiloluk bir insanın vücudunda bulunan elementlerin dağılımı yer almaktadır.

195


Element

Sembol Ana Rolü

%

Makromineraller

Ağırlık

Gram

Oksijen

O

Hücrelerin/dokuların solunumu, su bileşeni

Karbon

C

Organik yapı

18.5 12,000

Hidrojen

H

Su /doku bileşeni

9.5

6,300

Nitrojen

N

Protein / doku bileşeni

3.3

2,000

Kalsiyım

Ca

Kemikler ve dişler

1.5

1,000

Fosfor

P

Kemikler ve dişler

1.0

750

Potasyum

K

Hücre içi elektrolit

0.35 225

Sülfür

S

Amino asitler (saç ve deri)

0.25 150

Klor

Cl

Klorür olarak bir elektrolit

0.15 100

Sodyum

Na

Hücre içi elektrolit

0.15 90

Magnezyum

Mg

Metabolizmaya bağlı elektrolit 0.05 35

Silikon

Si

Bağ dokusu / kemik

Mikromineraller

65.0 43,000

0.05 30

% Miligram

Demir

Fe

Hemoglobin / oksijen taşıyıcısı

Çinko

Zn

Enzim içeriği/ DNA sentezi, bağışıklık 0.01 2,400

196

0.01 4,200


desteği

Bakır

Cu

Enzim kofaktörü

0.01 90

Boron

B

Kemik yapısı

0.01 68

Kobalt

Co

B12 vitamin özütü

0.01 20

Vanadyum

V

Yağ metabolizması

0.01 20

İyot

I

Tiroid hormonu

0.01 15

Selenyum

Se

Enzim, antioksidan,bağışıklık desteği

0.01 15

Manganez

Mn

Metal içeren enzimler

0.01 13

Molibden

Mo

Enzim kofaktörü

0.01 8

Krom

Cr

Glikoz tolere eden faktör

0.01 6

Genlerdeki Programlanma (Allah) Onu hangi şeyden yarattı? Bir damla sudan yarattı da onu 'bir ölçüyle biçime soktu.' Sonra ona yolu kolaylaştırdı. (Abese Suresi, 18-20) Yukarıdaki ayette "ölçüyle biçime soktu" olarak çevrilen "kadderehu" kelimesi, Arapçada "kadere" fiil kökünden gelmektedir ve "ayarlamak, ölçüp biçmek, planlamak, programlamak, geleceğini görmek, Allah'ın birşeyi (kaderde) yazması" anlamlarına gelmektedir.

197


Bilindiği gibi babanın sperm hücresi, annenin yumurta hücresini döllediğinde, doğacak bebeğin bütün kalıtsal özelliklerini belirlemek üzere babanın ve annenin genleri birleşir. Bu binlerce genden her birinin özel bir işlevi vardır. Saç ve göz rengini, boyunun uzunluğunu, yüzünün biçimini, iskelet çatısını; iç organlardaki, beyin, sinirler ve kaslardaki sayısız ayrıntıyı belirleyen genlerdir. Tüm fiziksel özelliklerin yanı sıra, hücrelerde ve vücutta meydana gelen binlerce farklı olay ve sistemin kontrolü de genlerde kayıtlıdır. Örneğin, insanın kan basıncının alçak, yüksek veya normal olması bile genlerdeki bilgilere bağlıdır. Sperm ile yumurta birleştiklerinde oluşan ilk hücre ile beraber, insanın hayatının sonuna kadar her hücresinde şifresini taşıyacağı DNA molekülünün de ilk kopyası oluşmuş olur. DNA, hücre çekirdeğinde titizlikle korunan oldukça büyük bir moleküldür ve bu molekül yukarıda bahsettiğimiz genleri içeren, insan vücudunun bir nevi bilgi bankasıdır. Döllenmiş yumurta dediğimiz ilk hücre, bundan sonra DNA'da kayıtlı program doğrultusunda çoğalır ve bir insana dönüşmek üzere vücuttaki dokuları, organları oluşturmaya başlar. İşte bu kompleks yapılanmanın koordinasyonu, DNA molekülü -karbon, fosfor, azot, hidrojen ve oksijen gibi atomlardan oluşan bir molekül- tarafından sağlanır. DNA'da kayıtlı bulunan bilginin kapasitesi ise bilim adamlarını hayrete düşüren boyutlardadır. İnsanın tek bir DNA molekülünde tam bir milyon ansiklopedi sayfasını veya yaklaşık 1000 kitabı dolduracak miktarda bilgi bulunur. Bir başka deyişle her bir hücrenin çekirdeğinde, insan vücudunun işlevlerini kontrol etmeye yarayan bir milyon sayfalık bir ansiklopedinin içerebileceği miktarda bilgi kodlanmıştır. Bir benzetme yapacak olursak, dünyanın en büyük ansiklopedilerinden birisi olan 23 ciltlik Encyclopedia Britannica'nın bile toplam 25 bin sayfası vardır. Mikroskobik hücrenin içindeki, ondan çok daha küçük bir çekirdekte bulunan bir molekülde, milyonlarca bilgi içeren dünyanın en büyük ansiklopedisinin 40 katı büyüklüğünde bir bilgi deposu saklı durmaktadır. Bu da yaklaşık 1000 ciltlik, dünyada başka eşi, benzeri olmayan dev bir ansiklopedi demektir.

198


DNA'nın yapısının 1953'te Francis Crick tarafından keşfedildiği göz önünde bulundurulacak olursa, embriyologların 19. yüzyılın sonuna kadar tartışamadıkları "genetik planlama" kavramına, Kuran'da 1400 sene öncesinden işaret edilmesi, kuşkusuz Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunun delillerindendir. Menstrüasyon Dönemi Menstrüasyon dönemi, döllenmemiş yumurtanın vücuttan atıldığı devredir. Döllenme gerçekleşmediği için, daha önce hazırlanmış olan rahim duvarı gerilir, kılcal damarların kopması ile birlikte yumurta dışarı atılır. Bu dönemden sonra vücut, bütün bu işlemleri tekrar yapmak için hazırlıklara başlayacaktır. Bu evrelerin tümü belli bir dönem boyunca, bütün kadınlarda sürekli tekrarlanır. Her ay yeni yumurta hücreleri oluşur, aynı hormonlar aynı dönemlerde tekrar tekrar salgılanır, kadın vücudu sanki döllenme olacakmış gibi hazırlanır. Ancak son aşamada spermin olmasına ya da olmamasına göre vücuttaki hazırlıkların yönü değişir. Söz konusu dönemde, kadının rahim boşluğunda ne gibi değişiklikler olduğunun tespit edilebilmesi ise, ancak bir anatomist ya da jinekoloğun yaptığı incelemelerle mümkündür. Bilim adamlarının yakın tarihlerde keşfettiği bu değişikliklere, mucizevi bir şekilde Rad Suresi'nin 8. ayetinde dikkat çekilmiştir: Allah, her dişinin neyi yüklendiğini (neye hamile kaldığını) ve döl yataklarının neyi eksiltip neyi eklediğini bilir. O'nun katında herşey bir miktar (ölçü) iledir. (Rad Suresi, 8) Menstrüasyon döneminin başlangıcında, rahim duvarındaki rahim mukozası (endometriyum tabakası) 0,5 mm kalınlığındadır. Yumurtalıklar tarafından salgılanan hormonların etkisi ile bu tabaka büyür ve 5-6 mm kalınlığa ulaşır. Döllenme olmadığında ise tabaka dökülür. Yukarıdaki ayette görüldüğü gibi rahim duvarında her ay tekrarlanan bu artış ve azalmalara da, Kuran'da dikkat çekilmiştir. Hamilelik ve Doğum Kahrolası insan, ne kadar nankördür. (Allah) Onu hangi şeyden yarattı? Bir damla sudan yarattı da onu 'bir ölçüyle biçime soktu.' Sonra ona yolu kolaylaştırdı. (Abese Suresi, 17-20) Anne karnındaki çocuğun "fetus" hali tam olarak altıncı ayın sonunda oluşur. Daha sonra rahim kuluçka dönemine girer. Bebeğin tüm vücut organları ve sistemleri, bu süre içerisinde gelişmiştir ve rahim fetusun büyümesi için besin sağlayarak bu gelişimi hızlandırır. Bu süreç, fetusun annenin rahminden çıktığı doğuma kadar sürer. 199


Normal olarak doğum kanalı çok dardır ve fetusun buradan geçmesi çok zordur. Ancak doğum esnasında, annenin vücudunda çeşitli fizyolojik değişiklikler meydana gelir. Bu değişiklikler fetusun doğum kanalında kolaylıkla hareket etmesini sağlar. Bu değişikliklerin bir kısmı şöyledir: Leğen kemiklerindeki eklemlerin doğum kanalını genişletmek üzere esnemesi, kanalın daha da genişlemesi için kasların gevşemesi, fetusun çevresinde bulunan amniotik sıvının kanalı yağlaması.55 Bilimsel bir kaynakta doğumdan evvelki bu değişim şöyle tarif edilir: Yeni bir dünyaya adım atacak cenin için bütün hazırlıklar tamamlandığında, amniyon sıvısı da doğum için yeni faaliyetlere başlar. Rahim ağzını genişletecek su kesecikleri oluşturan amniyon sıvısı, bu sayede rahmi bebeğin geçeceği büyüklüğe ulaştırır. Bu keseler aynı zamanda ceninin doğum sırasında rahimde sıkışmasını da engelleyecektir. Ayrıca doğum başlangıcında keseler delinip de içindeki sıvılar aktığında ise, ceninin gideceği yol kayganlaşır ve sterilize olur. Bu şekilde doğum hem daha rahat hem de mikroplardan doğal olarak arınmış bir şekilde gerçekleşir.56 Görüldüğü gibi Kuran'da bu sürece, "Sonra ona yolu kolaylaştırdı" (Abese Suresi, 20) ayetiyle açıkça işaret edilmektedir. 1400 sene evvel Allah'ın bildirdiği bu fizyolojik değişimlerin tespiti ise, günümüzde ancak pek çok teknolojik alet sayesinde mümkün olmuştur. İnsandaki Organların Gelişim Sırası

Anne karnındaki bebeğin organlarının oluşumu hakkındaki çok yakın bir dönemde edinilen bilgiler Kuran ayetlerinde verilen bilgiler ile birebir uyum içindedir.

O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz. (Mü'minun Suresi, 78) Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi. (Nahl Suresi, 78) De ki: "Düşündünüz mü hiç; eğer Allah sizin işitmenizi ve görmenizi alıverir ve 200


kalplerinizi mühürlerse, onları size Allah'tan başka getirebilecek ilah kimdir?"... (En'am Suresi, 46) Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. (İnsan Suresi, 2) Yukarıdaki ayetlerde Allah'ın insana bahşettiği birtakım duyulardan bahsedilmektedir. Dikkat edilirse, Kuran'da bu duyulardan hep belli bir sıra ile bahsedilmektedir: Duyma, görme, hissetme ve anlama. Embriyolog Dr. Keith Moore, Journal of Islamic Medical Association'da yayınlanan bir makalesinde, embriyonun gelişim sürecinde iç kulakların ilk halinin belirmesinden sonra gözün oluşmaya başladığını ifade etmektedir. Hissetme ve anlama merkezi olan beynin ise, kulak ve gözün ardından gelişimine başladığını söylemektedir.57 Anne karnındaki çocuk fetus halindeyken, hamileliğin yirmi ikinci günü gibi erken bir dönemde kulaklar gelişir ve hamileliğin dördüncü ayında kulak tam olarak fonksiyonel hale gelir. Fetus bundan sonra annenin karnındaki sesleri duyabilir. Dolayısıyla yeni doğan bir bebek için işitme duyusu, diğer yaşamsal fonksiyonlardan önce oluşur. Kuran ayetlerindeki öncelik sırası bu bakımdan dikkat çekicidir. Sütün Oluşumu Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler vardır, size onların karınlarındaki fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından, içenlerin boğazından kolaylıkla kayan dupduru bir süt içirmekteyiz. (Nahl Suresi, 66) Vücudun beslenmesini sağlayan temel maddeler, sindirim sistemindeki kimyasal dönüşümler sonucunda oluşur. Sindirilen bu besin maddeleri daha sonra bağırsak duvarından kan dolaşım sistemine geçerler. Böylelikle bu besinler kan dolaşımı sayesinde ilgili organlara sevk edilmiş olurlar. Süt bezleri de diğer vücut dokuları gibi kan yoluyla kendilerine getirilen sindirilmiş gıdalarla beslenirler. Bu nedenle kan, besinlerden gelen gıdaların toplanıp iletilmesinde çok önemli bir rol oynar. Süt de tüm bu aşamalardan sonra süt bezleri tarafından salgılanır ve sindirilmiş besinin kan dolaşımıyla taşınması sonucunda oluştuğu için besin değeri oldukça yüksektir. Böylece insanların doğrudan tüketemeyeceği kan ve yarı sindirilmiş besinden içilir nitelikte, besleyici süt üretilmiş olur. Görüldüğü gibi Nahl Suresi'nin 66. ayetinde, sütün biyolojik oluşumu ile ilgili tarif edilenler, günümüz biliminin ortaya koyduğu bilgilerle büyük bir uyum içerisindedir. Memelilerin

201


sindirim sistemine yönelik uzmanlık gerektiren böyle bir bilginin Kuran'ın indirildiği dönemde insanlar tarafından bilinmesinin mümkün olmayacağı ise son derece açıktır.

SÜTÜN FİZYOLOJİK OLUŞUMU Yukarıdaki tabloda mide kanalından gelen yarı sindirilmiş besinlerle damarlardan gelen kanın birleşerek vücuda dağılımı görülmektedir. Bu karışımın bir kısmı kaslara ve diğer vücut dokularına dağılırken, bir kısmı da süt bezlerine süt olarak salgılanmak üzere ulaşmaktadır.

Anne Sütü Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. "Hem Bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız Banadır." (Lokman Suresi, 14) Anne sütü, bebeğin besin ihtiyaçlarını eksiksiz olarak gidermek ve bebeği olası enfeksiyonlara karşı korumak üzere Allah'ın yaratmış olduğu benzersiz bir karışımdır. Anne sütündeki besin maddelerinin dengesi en ideal ölçülerdedir ve bebeğin henüz olgunlaşmamış vücut sistemleri için en uygun formdadır. Aynı zamanda anne sütü bebeğin beyin hücrelerinin büyümesini ve sinir sistemi gelişimini hızlandıran besinler açısından da çok zengindir.58 Günümüz teknolojisi ile hazırlanan bebek mamaları dahi bu mucizevi besinin yerini tutamamaktadır.

202


Anne sütünün bebeğe olan faydalarına her geçen gün yenileri eklenmektedir. Araştırmalar sonucu anne sütü ile emzirilen bebeklerin özellikle solunum ve sindirimle ilişkili enfeksiyonlardan korundukları ortaya çıkmıştır. Çünkü anne sütündeki antikorlar enfeksiyona karşı doğrudan koruma sağlarlar. Anne sütünün diğer anti-enfeksiyon özellikleri ise "normal flora" denilen "iyi" bakteriler için dostça bir ortam sağlarken, zararlı bakteriler, virüsler ya da parazitlerin barınmasına engel teşkil ederler. Ayrıca anne sütünde, bulaşıcı hastalıklara karşı bağışıklık sistemini düzenleyen ve iyi çalışmasını sağlayan faktörler de bulunduğu tespit edilmiştir.59 Anne sütü bebekler için özel tasarlanmış olduğundan, bebeğin en kolay sindirebileceği besindir. Çok zengin gıda içeriği olmasına karşın, bebeklerin hassas sistemlerine uygun olarak sindirimi kolaydır. Böylece bebek, besinlerin sindirilmesine daha az enerji kullandığı için, enerjisini diğer vücut faaliyetlerine, büyümeye ve organlarının gelişimine harcamış olur. Erken doğum yapan annelerin sütünde ise, bebeğin ihtiyacına yönelik olarak daha fazla yağ, protein, sodyum, klorür ve demir bulunur. Nitekim kendi annelerinin sütüyle beslenen erken doğum (prematüre) bebeklerde göz işlevlerinin daha iyi geliştiği, zeka testlerinde daha başarılı oldukları gibi pek çok üstünlük tespit edilmiştir. Bilimin anne sütü ile ilgili yeni keşfettiği gerçeklerden bir diğeri ise bebeğin anne sütü ile 2 yıl boyunca beslenmesinin son derece faydalı olduğudur.60 Bilimin yeni keşfettiği bu önemli bilgiyi Allah bizlere "… Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir..."ayetiyle 14 asır önce bildirmiştir. Parmak İzindeki Kimlik Kuran'da, insanları ölümden sonra diriltmenin Allah için çok kolay olduğu anlatılırken, insanların özellikle parmak uçlarına dikkat çekilir: Evet; onun parmak uçlarını dahi derleyip-(yeniden) düzene koymaya güç yetirenleriz. (Kıyamet Suresi, 4) Ayette parmak uçlarının vurgulanması, son derece hikmetlidir. Çünkü parmak izindeki şekiller ve detaylar, tamamen kişiye özeldir. Şu an dünya üzerinde yaşayan ve tarih boyunca yaşamış olan tüm insanların parmak izleri birbirinden farklıdır. Dahası, aynı DNA dizilimine sahip tek yumurta ikizleri dahifarklı parmak izine sahiptirler.61

203


Parmak izi doğumdan önce cenin üzerinde son şeklini alır ve kalıcı yara olması dışında ömür boyu sabit kalır. İşte bu nedenle parmak izi, herkese özel çok önemli bir "kimlik kartı" sayılmakta ve parmak izi bilimi ise insanlar tarafından bilinen tek değişmez ve yanılmaz kimlik tespit yöntemi olarak kullanılmaktadır. Ancak önemli olan, parmak izinin özelliğinin ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru keşfedilmiş olmasıdır. Ondan önce, insanlar parmak izini hiçbir özelliği ve anlamı olmayan çizgiler olarak görmüştür. Fakat Kuran'da, o dönemde kimsenin dikkatini dahi çekmeyen parmak izleri vurgulanmakta ve bu izlerin ancak çağımızda fark edilen önemine dikkat çekilmektedir. Dişi Bal Arısı Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. - Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır. (Nahl Suresi, 68-69) Her arının çok fazla görevinin olduğu arı kolonilerindeki tek istisna erkek arılardır. Erkek arılar ne kovanın savunmasına, ne temizliğine, ne besin toplamaya, ne de petek veya bal yapımına bir katkıda bulunurlar. Erkek arıların kovan içindeki tek fonksiyonları kraliçe arıyı döllemektir.62 Çiftleşme organları dışında diğer arılarda bulunan özelliklerin hemen hemen hiçbirine sahip olmadıkları için erkek arıların kraliçe arıyı döllemekten başka bir iş yapmaları da mümkün değildir. Koloninin tüm yükü üzerinde bulunan işçi arıların ise, kraliçe arılar gibi dişi olmalarına rağmen yumurtalıkları gelişmemiştir, yani kısırdırlar. Kovanın temizliği, arı larvalarının ve yavrularının bakımı, kraliçe arı ve erkek arıların beslenmesi, bal yapılması, peteklerin inşası ve onarım işleri, kovanın havalandırılması, kovanın güvenliği, nektar (bal özü), polen (çiçek tozu), su, reçine gibi malzemelerin toplanması ve depolanması gibi görevleri vardır. Arapçada iki çeşit fiil kullanımı vardır ve fiillerin bu kullanımlarından, öznenin erkek mi yoksa dişi mi olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim yukarıdaki ayetlerde arı için kullanılan fiiller (altı çizili kelimeler), fiilin dişi için olan şekliyle kullanılmıştır. Böylece Kuran'da bal yapımında çalışan arıların dişi olduğuna işaret edilmektedir.63 Unutulmamalıdır ki arılarla ilgili bu gerçeğin bundan 1400 sene önce bilinmesi mümkün değildir. Ama Allah bu gerçeğe dikkat çekerek Kuran'ın bir mucizesini daha bize göstermiştir. 204


Baldaki Şifa Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır. (Nahl Suresi, 68-69) Bal, yukarıdaki ayetlerde vurgulandığı gibi, "insanlara şifa" olma özelliği taşımaktadır. Bilimde en ön sıraları alan ülkelerde, balın insan sağlığı açısından öneminden ötürü, arıcılık ve arı ürünleri artık başlı başına bir araştırma dalı olmuştur. Balın yararları genel hatlarıyla şöyle sıralanabilir: Kolayca sindirilir: İçindeki şekerlerin bir başka cins şekere (fruktozun glikoza) dönüşebilme özelliği sayesinde bal, yüksek miktarda asit içermesine rağmen, en hassas mideler tarafından bile kolaylıkla sindirilir. Aynı zamanda bağırsakların ve böbreklerin daha iyi çalışmasına yardımcı olur. Süratle kana karışır; hızlı bir enerji kaynağıdır: Bal ılık suyla karıştırıldığında 7 dakika içinde kana karışır. İçerdiği serbest şekerlerden dolayı beynin çalışması kolaylaşır. Bal, fruktoz ve glikoz gibi basit şekerlerin doğal bir karışımıdır. Yapılan son araştırmalara göre, şekerlerin bu kendine has karışımı yorgunluğun giderilmesinde en etkili yöntemdir ve atletik performansı artırmaktadır. Kan yapımına destek olur: Bal, kan yapımı için vücudun gereksinim duyduğu enerjinin önemli bir bölümünü karşılar. Ayrıca kanın temizlenmesine de yardımcı olur. Kan dolaşımını düzenleyici ve kolaylaştırıcı yönde etkisi vardır. Damar sertliğine karşı önemli bir koruyucudur. Antimikrobiktir: Antimikrobik etmenler belirli bakterilerin, mayanın ve küfün büyümesine engel olur. Balın, bakterinin barınmasına olanak tanımayan özelliği "inhibine etki" olarak adlandırılır. Balın antimikrobik olmasını sağlayan pek çok sebep vardır. Bunların arasında, 205


mikroorganizmaların, büyümek için ihtiyaç duydukları su miktarını sınırlayan yüksek şeker içeriği, yüksek asit oranı (düşük pH), bakterileri büyümeleri için ihtiyaç duydukları nitrojenden mahrum bırakan içeriği sayılabilir. Balda hidrojen peroksit bulunması ve balın içerdiği antioksidanlar da bakterinin çoğalmasına engel olur. Antioksidandır: Sağlıklı yaşamak isteyen herkesin özellikle antioksidan tüketmesi gerekir. Antioksidanlar, hücrelerde normal metabolizmanın zararlı yan ürünlerini temizleyen bileşenlerdir. Bunlar gıdaların bozulmasına yol açan ve birçok kronik hastalığa sebep olan yıkıcı kimyasal tepkimeleri yavaşlatabilen elementlerdir. Uzmanlar antioksidan bakımından zengin besinlerin kalp hastalıkları ve kanser gibi hastalıkları önleyebileceğine inanmaktadırlar. Balın içeriğinde de güçlü antioksidanlar mevcuttur: Pinocembrin, pinobaxin, chrisin ve galagin. Bunlardan pinocembrin, yalnızca balda bulunan bir antioksidandır.64 Vitamin ve mineral deposudur: Bal, fruktoz ve glikoz gibi şekerlerin yanı sıra magnezyum, potasyum, kalsiyum, sodyum klorür, kükürt, demir ve fosfor gibi mineralleri de içerir. Nektar ve polen kaynaklarının niteliklerine göre değişmekle birlikte, balda B1, B2, C, B6, B5 ve B3 vitaminleri bulunmaktadır. Ayrıca bakır, iyot, demir ve çinko da az miktarlarda bulunur. Yaraların tedavisinde kullanılır: - Yaraların tedavisinde kullanıldığında, balın havadan nem çekebilme özelliği, iyileşmeyi hızlandırarak yara izi kalmasını önler. Çünkü bal, yaranın üzerini kaplayan yeni deriyi oluşturan epitel hücrelerin büyümesini hızlandırır. Böylece büyük yaralarda bile bal kullanıldığında doku nakli yapılması ihtiyacı ortadan kalkar. - Bal, iyileşme sürecine dahil olan dokuları yeniden büyümeleri için uyarır. Yeni kılcal damarların oluşumunu hızlandırarak, derinin daha derindeki bağ dokusunun yerini alan fibroblastların büyümesini teşvik eder ve iyileşmenin gücünü artıran kolajen liflerinin üretimini hızlandırır. - Balın, yaranın etrafındaki şişkinliği azaltan antienflamatuar bir etkisi vardır. Bu, kan dolaşımını artırır; böylece iyileşme süreci hızlanmış olur ve hissedilen acı azalır. - Bal, yaranın altındaki dokulara yapışmaz; bu nedenle pansuman sırasında yeni oluşan dokuların yırtılması ve acı söz konusu olmaz. - Ayrıca balın daha evvel belirttiğimiz antimikrobik etkisinden ötürü, bal enfeksiyon oluşmasını önleyen koruyucu bir engel oluşturur. Mevcut enfeksiyonu da yaralardan hızla temizler. Bakterilerin antibiyotik dirençli özelliklerine karşı bile etkilidir. Antiseptiklerin ve antibiyotiklerin tersine, yaradaki dokuların üzerinde olumsuz etkiler oluşmaz.65 Bu bilgilerden de anlaşılacağı gibi bal, "şifa" yönü son derece güçlü bir besindir. Kuşkusuz bu da, sonsuz kudret sahibi Allah'ın indirmiş olduğu Kuran'ın mucizelerinden biridir. 10-13 Eylül 2000 tarihlerinde Avustralya'nın Melbourne şehrinde yapılan "Dünya Birinci Yara Tedavisi Kongresi"nde, enfeksiyonlu yaraların tedavisinde balın kullanılması konuşuldu. Toplantı şu yorumlar çerçevesindeydi: "Birçok antibakteriyel madde bakteriden dolayı enfeksiyon kapmış yaraların tedavisinde antibiyotiklere direnç gösterirler. Bu durum önemli bir tıbbi sorun oluşturur. Aynı şekilde birçok doğal madde de yaraların tedavisinde etkili değildir. Ancak bal çok farklıdır, yaralı dokuların tedavisindeki kullanımı 4 bin yıllık bir geçmişe sahiptir. Balda çok güçlü anti-bakteriyel

206


aktiviteler mevcuttur; dolayısıyla yaralardaki enfeksiyonun temizlenmesinde ve yaraların enfeksiyondan korunmasında çok etkilidir."

Mikroskobik Hayatın Varlığı Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah çok) yücedir. (Yasin Suresi, 36) ... daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır? (Nahl Suresi, 8) Yukarıdaki ayetlerde, Kuran'ın indirildiği dönemde insanların bilmediği hayat formlarının olduğuna işaret edilmektedir. Nitekim mikroskobun keşfi ile birlikte insan gözünün göremediği küçüklükte yeni canlılar keşfedilmiştir. Böylece Kuran'da dikkat çekilen, bu canlıların varlığı hakkında insanlar bilgi sahibi olmaya başlamışlardır. Çıplak gözle görülemeyen ve genellikle tek bir hücreden ibaret olan mikro canlıların varlığına işaret eden diğer ayetler ise şöyledir: ... Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O'ndan uzak (saklı) kalmaz. Bundan daha küçük olanı da, daha büyük olanı da, istisnasız, mutlaka apaçık bir kitapta (yazılı)dır. (Sebe Suresi, 3) ... Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)

Yeryüzünün her yanına yayılmış olan bu gizli dünyanın üyeleri yani mikroorganizmalar, yeryüzündeki hayvanların 20 katı kadardırlar. Gözle görülmeyecek kadar küçük bu mikroorganizmalar topluluğu, bakteriler, virüsler, mantarlar, su yosunları ve akarlardan oluşur. Bu mikrocanlılar, yeryüzündeki yaşam dengesinin önemli bir unsurudur. Örneğin Dünya üzerinde yaşamın oluşumunu sağlayan temel öğelerden bir tanesi olan azot döngüsü, bakteriler tarafından sağlanır. Bitkilerin topraktaki mineralleri alabilmelerini sağlayan en önemli unsur ise kök mantarlarıdır. Salata veya et gibi nitrat içeren besinlerden 207


zehirlenmemizi ise dilimizde bulunan bakteriler önler. Aynı zamanda bazı bakteriler ve algler, dünyada canlılığın var olmasının temel unsuru olan fotosentez yapabilme yeteneğine sahiptirler ve bu görevi bitkilerle paylaşırlar. Bazı akar türleri organik maddeleri parçalayarak besinleri bitkilerin kullanabileceği hale dönüştürebilirler. Görüldüğü gibi ancak teknolojik aletlerle hakkında bilgi edinebildiğimiz bu küçük canlılar, insan yaşamı için vazgeçilmez öneme sahiptirler. Kuran'da asırlar öncesinden gözle gördüğümüz alemlerin dışında da canlılar olacağına dikkat çekilmesi, kuşkusuz Kuran'ın bir başka mucizesidir. Yeryüzünde hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın... (Enam Suresi, 38) Hayvan Topluluklarının Varlığı Günümüzde hayvan ve kuş ekolojilerinde yapılan incelemeler sonucunda, tüm hayvanların ve kuşların ayrı topluluklar halinde yaşadıkları bilinmektedir. Uzun süreli ve kapsamlı araştırmalar sonucu hayvanlar hakkında elde edilen bilgiler, hayvanlar arasında oldukça sistemli bir sosyal düzen olduğunu ortaya koymuştur. Örneğin sosyal hayatları ile bilim adamlarını hayrete düşüren bal arıları, koloniler halinde ağaç kovuklarında veya benzeri kapalı mekanlarda kendilerine yuva yaparlar. Bir arı kolonisi, bir kraliçe, birkaç yüz erkek ve 10-80 bin işçi arıdan oluşur. Daha önce de değindiğimiz gibi, arı kolonilerinin her birinde sadece bir kraliçe bulunur ve kraliçenin temel görevi yumurtlamaktır. Bundan başka, koloninin bütünlüğünü ve kovandaki sistemin işleyişini sağlayan önemli maddeler de salgılar. Erkeklerin ise tek fonksiyonları kraliçeyi döllemektir. Kovanda petek örme, yiyecek toplama, arı sütü üretme, kovan ısısını düzenleme, temizlik, savunma gibi akla gelebilecek tüm işleri ise işçi arılar yaparlar. Arı kovanındaki hayatın her aşamasında bir düzen vardır. Larvaların bakımından, kovanın genel ihtiyaçlarının teminine kadar her görev hiç aksamadan yerine getirilir. Karıncalar da dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip olmalarına rağmen, teknoloji, kollektif çalışma, askeri strateji, gelişmiş iletişim ağı, hiyerarşik düzen, disiplin, kusursuz bir şehir planlaması gibi pek çok alanda insanlara örnek olacak bir düzen sergilerler. "Koloniler" denen topluluklar halinde yaşayan karıncalar, öylesine gelişmiş bir düzen içindedirler ki, bu açıdan insanlarınkine benzer bir uygarlığa sahip oldukları bile söylenebilir. Karıncalar besinlerini üretip depolarken, yavrularını gözetir, kolonilerini korur ve savaşırlar. Hatta "terzilik" yapıp, "tarım"la uğraşan, "hayvan yetiştiren" koloniler bile vardır. Aralarında çok güçlü bir iletişim ağı bulunan bu hayvanlar, toplumsal örgütlenme ve uzmanlaşma açısından bakıldığında, hiçbir canlı ile kıyaslanamayacak üstünlüktedirler.

208


Topluluk halinde yaşayan hayvanlar düzenli yaşantılarının yanı sıra tehlikeye de birlikte karşı koyarlar. Örneğin küçük kuşlar, doğan veya baykuş gibi yırtıcı kuşlar bölgelerine girdiklerinde topluca bu hayvanların çevresini sararlar. Bu arada çevredeki diğer kuşları da bölgeye çekmek için özel bir ses çıkartırlar. Küçük kuşların topluca gösterdikleri saldırgan hareketler, yırtıcı kuşları genellikle bölgeden uzaklaştırır.67 Birarada uçan bir kuş sürüsü de aynı şekilde tüm sürü üyeleri için bir koruma sağlar. Örneğin sürü halinde uçan sığırcıklar aralarında geniş bir mesafe bırakarak uçarlar. Ancak bir doğan gördüklerinde aralarındaki boşlukları kapatırlar. Böylelikle doğanın sürünün ortasına dalmasını zorlaştırırlar, doğan bunu yapsa bile kanatlarını sakatlar ve avlanamaz.68 Memeli hayvanlar da sürülerine bir saldırı olduğunda, toplu olarak hareket ederler. Örneğin zebralar düşmanlarından kaçarken yavrularını sürünün ortasına alırlar. Yunuslar da hep grup halinde gezerler ve en büyük düşmanları olan köpekbalıklarına karşı grupça karşı koyarlar.69 Hayvanların sosyal hayatları ile ilgili verilebilecek sayısız örnek ve çok fazla detay vardır. Hayvanlarla ilgili elde edilen bu bilgiler, uzun yıllar boyunca yapılan kapsamlı araştırmalar neticesinde elde edilebilmiştir. Görüldüğü gibi her alanda olduğu gibi hayvanlarla ilgili Kuran'da verilen bilgiler de, onun Allah'ın sözü olduğunu göstermektedir. Besin Döngüsü Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır. O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. İşte Allah budur. Öyleyse nasıl oluyor da çevriliyorsunuz? (Enam Suresi, 95) Yukarıdaki ayette Kuran'ın indirildiği dönemde bilinmesi mümkün olmayan bir besin döngüsüne dikkat çekilmiştir. Bir canlı öldüğünde, mikroorganizmalar onu süratle parçalarlar. Böylece ölü beden organik moleküllere ayrışmış olur. Bu moleküller toprağa karışarak, bitki ve hayvanların, dolayısıyla da insanların temel besin kaynağı olur. Eğer bu dönüşüm olmasa hayat da mümkün olmazdı. Bakteriler de canlıların ihtiyacı olan mineral ve besinleri hazırlamakla sorumludurlar. Kış boyunca neredeyse ölü olan bitki ve hayvanların yazın tekrar canlanırken ihtiyaç duyacakları tüm besin ve mineraller, kışın bakterilerin yaptığı faaliyetler ile sağlanır. Kış boyu bakteriler, organik atıkları yani hayvan ve bitki ölülerini ayrıştırarak minerallere dönüştürürler.70 Böylelikle canlılar baharda uyandıklarında besinlerini de hazır olarak bulurlar. Bakteriler sayesinde hem bulundukları ortamda bir "bahar temizliği" yapılmış, hem de yazın yeniden canlanan doğa için yeterli miktarda besin hazırlanmış olur. Görüldüğü gibi ölen canlılar, yeni canlıların hayat bulmasında birinci dereceden rol oynarlar. Böylelikle Allah'ın ayette "diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır" ifadesiyle dikkat çektiği bu dönüşüm en mükemmel şekilde gerçekleşmiş olur. Kuran'da böylesine detay bir bilgiye asırlar öncesinden dikkat çekilmesi, Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunun delillerinden biridir.

209


Şemada canlandırıldığı gibi ölen bitki ve hayvanlar bakteriler tarafından ayrıştırılarak minerallere dönüştürülürler. Toprağa karışan bu organik artıklar da bitkilerin temel besin kaynağını oluştururlar. Dolayısıyla bu besin döngüsü tüm canlılar için hayati önem taşımaktadır.

Uykuda Kulakların Aktif Olması Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik). (Kehf Suresi, 11) Yukarıdaki ayette geçen "kulaklarına vurduk" ifadesinin Arapçası "darabe" fiilidir. Arapçada bu fiil, mecazi olarak "onları uyuttuk" anlamını taşımaktadır. Ayrıca "darabe" kelimesi kulakla beraber kullanıldığında "kulağın duymasının engellenmesi" anlamı da taşımaktadır. Ayette uyku ile ilgili sadece işitme duyusuna dikkat çekilmesi ise aslında çok önemli bir bilgi içermektedir. Bilim adamlarının keşiflerine göre kulak, insan uyurken aktif olan tek duyu organıdır. Uyanmak için saatin alarmına ihtiyaç duymamızın sebebi de budur.71 Allah'ın Kehf Ehli ile ilgili olarak kullandığı "kulaklarına vurduk" ifadesinin hikmeti de, söz konusu gençlerin işitme duyularının kapatıldığına ve bu yüzden uzun yıllar uyanmadan uykuda kaldıklarına işaret olması muhtemeldir. Uykuda Hareket Etmenin Önemi Sen onları uyanık sanırsın, oysa onlar (derin bir uykuda) uyuşmuşlardır. Biz onları sağ yana ve sol yana çeviriyorduk. Köpekleri de iki kolunu uzatmış yatıyordu. Onları görmüş olsaydın, geri dönüp onlardan kaçardın, onlardan içini korku kaplardı. (Kehf Suresi, 18) Yukarıdaki ayette yüzlerce yıl uykuda kaldıkları bildirilen Kehf Ehlinden bahsedilmektedir. Ayrıca Allah bu ayette bu kişilerin bedenlerini sağ ve sol yanlara çevirdiğini bildirmektedir. 210


Bunun hikmeti ise çok yakın bir tarihte keşfedilmiştir. Uzun süre aynı yatış pozisyonunda kalan insanlar ciddi sağlık problemleri ile karşılaşırlar: Kan dolaşımında komplikasyonlar meydana gelmesi, deride yaraların oluşması, yatılan yüzeye temas edenbölgelerde kanın pıhtılaşması gibi...72 Uzun süre aynı pozisyonda yatıldığında meydana gelen yatak yaralarına "basınç yaraları" da denir. Çünkü çok uzun süre aynı pozisyonda yatıldığında, vücudun belli bir bölgesine uygulanan sürekli basınç, kan damarlarının sıkışıp kapanmasına neden olabilir. Bunun sonucu olarak kan yoluyla taşınan oksijen ve diğer besinler deriye ulaşamaz ve deri ölmeye başlar. Bu durum vücutta yaraların oluşmasına sebep olur. Eğer bu yaralar tedavi edilmezse derinin katmanları, yağ ve kas dokuları da ölebilir.73 Derinin ya da dokunun altında oluşan bu yaralar, tedavi edilmezlerse ya da enfeksiyon kaparlarsa ciddi boyutlara ulaşabilir, hatta hayati tehlikeye sebep olabilirler. Bu nedenle deri üzerindeki basıncı azaltmak için her 15 dakikada bir pozisyon değiştirmek en sağlıklısıdır. Kendi kendine hareket edemeyen felçli hastalar da bu nedenle özel bir bakıma tabi tutulurlar ve her 2 saatte bir başkasının yardımıyla hareket ettirilirler.74 Yukarıdaki ayette yüzyılımızda keşfedilen bu tıbbi bilgilere dikkat çekilmesi, kuşkusuz Kuran'ın ayrı bir mucizesidir. Gece Hareketliliğin Azalması ... Geceyi bir sükun (dinlenme), Güneş ve Ay'ı bir hesap (ile) kıldı... (Enam Suresi, 96) Yukarıdaki ayette geçen Arapça "sekenen" kelimesi, "sükun, dinme, istirahata çekilme vakti, mola vakti" anlamlarına gelir. Allah'ın Kuran'da dikkat çektiği gibi, gece insanlar için dinlenme sürecidir. Geceleri vücutta salgılanan melatonin hormonu insanı uykuya hazırlar. Bu hormon insanın fiziki hareketlerini yavaşlatan, uykulu ve bitkin yapan; ruh halini dinginleştiren doğal bir sakinleştiricidir.75 Uyku boyunca kalp atışları ve nefes alıp-verme ritmi yavaşlar, kan basıncı düşer. Sabah olduğunda ise bu hormonun üretimi durur ve vücut uyanmak üzere uyarılır.76 Uyku, aynı zamanda vücuda kasların ve diğer dokuların tamir olması, yaşlanan veya ölen hücrelerin yenilenmesi için de imkan sağlar. Uyku esnasında enerji tüketimi azaldığı için, gece boyunca vücutta enerji depolanır. Ayrıca bağışıklık sistemi için önemli bazı kimyasallar ve büyüme hormonu da uyku esnasında salgılanır.77 Bu nedenle kişi yeteri kadar uyumadığı takdirde, bu durumdan bağışıklık sistemi derhal etkilenir ve vücut hastalıklara daha açık hale gelir. Bir kimse iki gece uyumadığında konsantrasyonu zorlaşır, dikkati azalır, hata yapma oranı artar. Kişi üç gün uyumazsa halisünasyon görmeye başlar ve mantıklı düşünemez hale gelir.78 Gece vakti insanlar için olduğu kadar diğer canlılar için de bir dinlenme vaktidir. Allah'ın "gecenin bir sükun kılınması" ayetiyle haber verdiği bu durum, çıplak gözle tespiti mümkün olmayan önemli bir gerçeğe işaret eder: Yeryüzünde gündüz 211


gerçekleşen pek çok faaliyet, gece boyunca yavaşlar, dinlenmeye geçer. Örneğin bitkilerde Güneş'in doğmasıyla birlikte, yaprakta terleme ve buna bağlı olarak fotosentez artmaya başlar. Öğleden sonra ise bu olay tersine döner; yani fotosentez yavaşlar, solunum artar, çünkü sıcaklığın artmasıyla birlikte terleme de hızlanır. Geceleyin ise sıcaklığın azalmasıyla birlikte terleme yavaşlar ve bitki rahatlar. Eğer geceyi sadece bir gün bile yaşamasak, bitkilerin çoğu ölürdü. Bu bakımdan gece, aynı insanlar için olduğu gibi, bitkiler için de bir dinlenme ve dinçleşme anlamına gelir.79 Geceleri moleküler düzeyde de hareketlilik azalmaktadır. Gündüzleri Güneş'in yaydığı radyasyon, Dünya'nın atmosferindeki atom ve molekülleri hareketlendirerek onların daha yüksek enerji seviyelerine ulaşmalarına sebep olur. Karanlık çöktükçe, atom ve moleküller daha düşük enerji seviyelerine iner ve radyasyon yaymaya başlarlar.80 Kuran'da Enam Suresi'nin 96. ayetiyle yukarıda bahsettiğimiz bu bilimsel bilgilere işaret ediliyor olması muhtemeldir ve bu da Kuran'ın sayısız mucizesinden bir diğeridir. (En doğrusunu Allah bilir.) Yükseklik Artıkça Göğsün Daralması İnsan yaşayabilmek için oksijen ve hava basıncına ihtiyaç duyar. Soluk almamız ise havadaki oksijenin, akciğerlerimizdeki hava keseciklerine girmesiyle mümkün olur. Ancak yükseklere çıktıkça, Dünya'nın atmosferi inceldiği için atmosfer basıncı, dolayısıyla da kan dolaşımına giren oksijen miktarı düşer. Bunun sonucunda nefes almak zorlaşır. Akciğerin hava kesecikleri daralıp büzülürken, göğüs boğuluyormuş ve nefes alamıyormuş gibi olur. Eğer kandaki oksijen vücudun ihtiyacı olandan daha az olursa, vücutta birtakım rahatsızlıklar ortaya çıkar. Aşırı yorgunluk, baş ağrısı, baş dönmesi, mide bulantısı ve muhakemenin bozulması gibi belirtiler yaşanır. Belli bir yüksekliğe ulaşıldığında ise insan için nefes almak artık imkansız hale gelir. Dolayısıyla bizim böyle bir yükseklikte yaşayabilmemiz için oksijen desteğine ve özel giysilere ihtiyacımız olur. Deniz seviyesinin 5.000-7.500 m yukarısında olan bir kişi, nefes alma güçlüğü nedeniyle bayılarak komaya girebilir. Bu yüzden uçaklarda nefes almak için oksijen donanımı da mevcuttur. Uçaklar deniz seviyesinin 9.000-10.000 m yukarısında uçarken kabinde hava basıncını düzenleyen özel sistemler vardır. "Anoksiya" olarak bilinen rahatsızlık da vücut dokularına oksijenin gitmemesinden kaynaklanır. Bu oksijen eksikliği, 3.000-4.500 m yükseklikte meydana gelir. Kimi insanlar böyle bir ortamda bilinçlerini bile

212


kaybedebilirler, ancak hemen oksijen takviyesi yapıldığında hayatları kurtulabilir. Aşağıdaki ayette yapılan benzetmede bu fiziksel gerçeğe -yüksekliğin artmasıyla göğüste meydana gelen değişime- şöyle işaret edilmektedir: Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam'a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir. (Enam Suresi, 125) VURUŞLU YILDIZ TARIK (PULSAR’LAR)

Ve Evren’e ve Vuruşlu’ya (Tarık’a) Vuruşlu (Tarık) nedir kavrayabilir misin? O delici yıldızdır. (Tarık suresi 1,2,3) Kur’an’ın 86. suresinin adı Tarık’tır. Tarık “tark” kökünden türeyen bir kelimedir. Kelimenin aslı “vurmak, çarpmak” anlamlarına gelir. “Yol” anlamına da gelen “Tarık”, yolcular ayaklarını vurup yol aldığı için bu kökten türemiştir. Kuran çevirilerinin birçoğunda “Tarık” kelimesi özel isim gibi yazılıp, anlamı çeviride verilmemiş, fakat açıklamalarda anlam açıklanmıştır. Oysa kelimenin en temel anlamı olan “Vuruş” diye ayet çevrilirse, kozmolojik fizik ile ilgilenenler ilginç bir bağlantıya tanıklık edebilirler. EVREN’İN KÜÇÜK YEŞİL ADAMLARI 1967 yılında İngiltere Cambridge Üniversitesi’nde Jocelyn Bell, düzenli ve ısrarlı bir radyo sinyali yakalar. Radyo sinyalinden kalbin vuruşları gibi düzenli vuruşlar gelmektedir. O dönemde Uzay’da böyle düzenli vuruşların kaynağı olabilecek bir gök cismi bilinmiyordu. Bu yüzden bu sinyallerin, başka gezegenlerdeki akıllı yaratıklar tarafından gönderildiğine kanaat getirildi. Büyük bir heyecanla davetiyeler bastırıldı, basın kuruluşlarına haber verildi ve LGM adı verilen görkemli bir seminer düzenlendi. LGM (Little Green Men) “Küçük Yeşil Adamlar” demektir ve bu isim, Evren’deki akıllı yaratıklarla irtibat kurulduğunu simgelemektedir. Çok kısa bir süre sonra söz konusu sinyallerin kaynağının nötron yıldızlarının çok büyük bir hızda dönmeleri olduğu anlaşılır. Böylece nötron yıldızlarının bu çeşidine “Pulsar” adı takılacaktır. Jocelyn’in buluşu uzaylılarla irtibatı sağlayamamıştır ama 213


Pulsarların keşfini sağlamıştır. İngilizce’de “pulsate”, nabız gibi vuruşları ifade eden bir kelimedir. “Pulsation” da “vuruş, titreşim” demektir. Nötron yıldızlarının bu çeşidine takılan “Pulsar” ismi de Kur’an’da geçen “Tarık” yani “Vuruş” ismiyle uyumludur. PULSAR’I KAVRAYABİLİR MİSİNİZ? Tarık Suresi’nin ikinci ayetinde “Vuruşlu yıldızın (Tarık’ın)” insan zihni tarafından kavranmasının zor olduğu vurgulanmaktadır. 2. ayette geçen “Ve Ma Edrake” ifadesinde geçen “edrake” kelimesi Türkçe’mize “idrak etmek” olarak Arapça’dan girmiştir ve “kavramayı, anlamayı” ifade etmektedir. Pulsar’ı incelediğimizde ayetin bu mucizevi yönüne de tanık olmaktayız. Pulsar’ın içinden alacağımız bir kaşık madde bir milyar ton gelmektedir. Pulsar’dan alacağımız çok ufak bir maddeyi eğer yeryüzüne bıraksak Dünyamız’ın öbür ucuna kadar bir delik açıp çıkardı. Oysa Dünya’daki birçok maddenin bir kaşığı birkaç gramı geçmez. Sırf bunu düşünmek bile Pulsar’ın kavranması ne kadar güç bir yıldız olduğunu ortaya koyar. Güneş’in bir kaç misli büyük yıldızlar sıkışarak Pulsar’ı oluşturur. Oysa bir Pulsar’ın çapı 15-20 km’dir. Dünyamız’ı aynı şekilde sıkıştırsak Dünyamız metrelerle ifade edilen bir çapta bir küre olurdu. Dünyamız 24 saatte kendi etrafındaki dönüşünü tamamlar, oysa Pulsar bir saniyede defalarca kendi etrafında döner. Pulsar’ın hem dönüşündeki hızı, hem tüm bu bilgiler Tarık suresinin 2. ayetinde “Vuruşlu yıldızın (Tarık’ın, Pulsar’ın)” kavranmasının ne kadar zor olduğunun belirtilmesiyle oldukça uyumlu gözükmektedir.

Pulsar'ın içinden alacağımız bir kaşık madde bir nilyar ton gelmektedir. HAYDİ KAFADAN SALLAYARAK BİR MUCİZE ÜRETİN Ayette geçen yıldızın Saturn, Venüs gibi yıldızlar olabileceğine dair eskiden tahminler yapılmıştır. İlk Boşnakça Kur’an tercümesini yapan Mustafa Mlivo bu tahminlerin hatalı olduğunu, Tarık’ın Pulsar olduğunu söyleyerek özetle şöyle demektedir: 86 Tarık suresi 1-3 ayetlerde şunlardan bahsedilir: “1-Vuruş yapmak 2- Bir yıldız olmak 214


3- Delmek Uzaydaki hiçbir gök cismi bu kriterleri karşılamaz (Pulsar dışında) çünkü; – Hiçbir gök cismi vuruşlar şeklinde tarif edilemez – Ayette bahsedilen yıldızdır. (Satürn, Venüs gibi gök cisimleri gezegenlerdir.) – Pulsar güçlü radyasyon ve radyo dalgaları yaymaktadır. 3. ayette geçen “sakıb” kelimesine “karanlığı delmek, nufüz etmek” anlamlarına sahiptir.” Görüldüğü gibi ancak 1970 yılına gelindiğinde yeni keşfedilen bir yıldızdan Kuran 1400 yıl önce bahsetmektedir. Vuruşları olan bir yıldızın ne anlama geldiğini binlerce yıldır kimse tahmin edemediğinden “Tarık” kelimesi özel isim gibi Arapça’sının aynısıyla çevrilmeden çevirilere yazılmış, ancak dipnotlarda, sözlüklerde ve tefsirlerde anlamı açıklanmıştır. Gökyüzünde çok ince hesaplarla, çok muhteşem olaylar oluşmaktadır. Hiç kimsenin kafadan iki cümle atıp da gökyüzünde oluşan olaylar hakkında isabetli bir tahmin yapabilmesi, dediğine uyacak bir cismin gökyüzünde tesadüfen bulunması beklenemez. Kuran’ın her cümlesinde, her kelimesinde nasıl inceliklerin olduğu, Kur’an’ın her sorusunda, her vurgusunda (“Vuruşlu nedir, kavrayabilir misin?” örneğinde olduğu gibi) nasıl derin anlamların saklı olduğu Kur’an ne kadar çok araştırılırsa o kadar iyi anlaşılmaktadır. KUR’AN VE HADİS DİLİNİN FARKLI OLMASI Önce iki ifadenin üslubunu yakından temaşa etmek için onların Arapça aslına bakmak gerekir. Çünkü, çoğu zaman i’caz kavramı için denildiği gibi, üslup da bal gibidir, zevkedilir fakat anlatılmaz. Onları aklın yanında kulak da fark eder. Arapların en fasih, en beliği olan Hz. Muhammed (asm)’in bile üslubu Kur’an’ın üslubu yanında zayıf kalmaktadır. Denilebilir ki, Hz. Peygamber (asm)'in ifadelerinde, bilgi, belagat ve tasvir gibi geniş ve veciz bir muhteva söz konusu olmakla beraber yine de Arapların birbiriyle konuşurken kullandıkları ifadelerden çok fazla farklı değildir. Oysa, Kur’an’ın, üslubu, Arapların o güne kadar hiç aşina olmadıkları, çok garip, bedi ve acip bir tarza sahiptir. Tarih boyunca, Hz. Peygamber (s.a.m)’in sözleri olarak ortaya atılan pek çok uydurma hadis rivayetleri vardır. Demek ki, hadisin üslubu taklit edilebilir bir konumdadır. Oysa, tarih boyunca Kur’an’ı taklit ederek, bazı ayetlere benzer sözler uydurup da diğer insanları aldatan hiç kimse olmamıştır. Alimler, Kur’an’ın bir ifadesi ile hadisin bir ifadesini karşılaştırırken verdiği misallerden biri şöyledir: Aşağıdaki ayet ve hadis-i şerifte cennetlik olanların mükâfatlarından sözedilmiştir. Ancak ayetin ifadesindeki îcaz / vecizlik, tasvir ve kapsam genişliği yanında, dinleyenler üzerinde yaptığı musiki tesir bakımından da hadisin üslubundan oldukça farklıdır. Şüphesiz bu üslubu anlamak için Arap edebiyatına hem ilmen hem selika bakımından âşina olmak gerekir. Fe lâ ta’lemu nefsun mâ uhfiye lehum min kurrati a’yun(a’yunin), cezâen bi mâ kânû ya’melûn(ya’melûne). 215


“İşte onların dünyada yaptıkları makbul işlere mükâfat olarak gözlerini aydın edecek, gönüllerini ferahlatacak hangi sürprizlerin saklandığını hiç kimse bilemez.”(Secde, 32/17). ‫أعددت لعبادي الصالحين ما ال عين رأت وال أذن سمعت وال خطر على قلب‬: ‫قال هللا تعالى‬ “Allah Teala şöyle buyurdu: ‘Ben salih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın aklından geçmeyen şeyler hazırladım.”(Buhari, İbn Hacer, 8/516) Bu hadis-i şerif, yukarıdaki ayetin ifadesini açıklayan bir nevi tefsiri mahiyetinde olduğu ve manası Allah tarafından, lafızları Hz. Peygamber (asm) tarafından ifade edilen bir kutsi hadis olduğunu görmekteyiz. Aynı konuda şu ayetin ifadesine de bakılabilir. Yutâfu aleyhim bi sıhâfin min zehebin ve ekvâbin, ve fîhâ mâ teştehîhil enfusu ve telezzul a’yun(a’yunu), ve entum fîhâ hâlidûn(hâlidûne). “Orada canların istediği ve gözlerin hoşlandığı her şey var. Hem siz orada devamlı kalacaksınız.” (Zuhruf, 43/71) Bir kere Kur'ân'ın üslubuyla hadislerin üslubu birbirlerinden o kadar farklıdır ki; Arablar, Efendimizin Kur' ân dışı beyanlarını, kendi muhavere ve konuşma tarzlarına uygun buluyorlardı ama, Kur'ân karşısında hayret ve hayranlıktan kendilerini alamıyorlardı. Hadisleri okurken, arkasında düşünen, konuşan, Allah haşyetiyle iki büklüm olan bir insan imajı sezilir. Oysa ki, Kur'ân'ın sesinde yüksek bir şuurlu cesaret, heybetli bir edâ ve cebbar bir şive hissedilir. Bir insan beyanında, birbirinden öyle çok farklı iki üslubu birden tasavvur etmek ne makuldür ne de mümkün. HZ.MUHAMMED ‘İN ÜMMİ OLUŞU Peygamberimizin “ümmî” olduğu, Kur’an tarafından bildirildiği için tartışmasızdır. Burada tartışılması gereken konu; peygamberimizin hangi anlamda ve nasıl bir “ümmî” olduğu, daha doğrusu “ümmî”liğin ne anlama geldiğidir. Bize göre meselelerin en doğru ve en kısa çözümleri Kur’an’a müracaat ederek bulunacağı için, bu konudaki gerçeklerin de Kur’an ışığında ve akıl yoluyla gözler önüne serilmesi gerekmektedir. Hz. Peygamber’in Ümmîliği Nasıl Anlaşılmalıdır? Hz. Peygamber’in ümmiliği konusu öteden beri tartışılmıştır ve günümüzde de tartışılmaktadır. Vahyin ilk muhatabı olan ve ümmetine örnek olmakla yükümlü tutulan Hz. Peygamber’in bu konuda nasıl anlaşılması gerektiği önemli bir konudur. Bu nedenle konuyu burada ele almanın yerinde olacağı kanaatindeyiz. a) ‘Alak 96/1-5’te, yani vahyin ilk cümlelerinde “okuma”ya ve “kalem”e yapılan gönderme dikkat çekicidir. “Okumak” ve “kalem” birlikteliği vahyin en önemli esasları arasında ilk 216


sıraları işgal etmektedir. Hz. Peygamber “okumak” ve “kalem” ilişkisini görmezden gelip, hayatı boyunca okuma-yazma bilmeyen bir insan olarak tanıtılmamalıdır. b) Müşrikler vahyin kaynağı meselesini dillerine dolamışlardı. Hz. Peygamber’in vahyi kendisinin bir yerlerden okuyup yazdığı veya onu yazdırdığı iddiasının önünü kesmek için onu hiçbir şekilde okuma-yazma bilmeyen birisi olarak tanıtmak son derece yakışıksız bir iddiadır. Bu türden suçlamalar bağlamında yazmak ile yazdırmak arasında çok önemli fark yoktur. Çünkü mesele yazı değil, kaynak meselesidir. Konuyla ilgili bazı âyetleri hatırlatmakta yarar görmekteyiz: 1. Furkan 25/4-5’te ifade edildiği üzere, kâfirler Kur’ân’ı Hz. Peygamber’in uydurduğunu ve bu arada ona birilerinin de yardım ettiğini söyleyerek, büyük bir haksızlık etmişler ve gerçeği çarpıtmışlardı. Dahası, “Bu (Kur’ân), sabah akşam kendisine okunsun diye başkalarına yazdırdığı eskilerin masallarıdır” diyerek iftiralarının dozunu iyice arttırmışlardı. Bunlara verilen cevapta ise bu metnin yazılması veya yazdırılmasından değil, onu Yüce Allah’ın indirmesi ve öğretmesinden söz edilerek, vahyin kaynağına dair bilgi verilmektedir. Onlar vahyi reddettikleri için bu bilgileri ilâhî değil, beşeri kaynaklı kabul etmiş ve onları beraberindeki bir grupla Hz. Peygamber’in uydurduğunu ileri sürmüşlerdi. Vahyin kaynağını ilâhî olarak kabul etmeyen bu kişiler zaman zaman başka suçlamalarda da bulunmuşlardı. 2. Nahl 16/101-103’te ele alınan bu konudaki iftiraların cevabını Yüce Allah vermekte ve şöyle buyurmaktadır: “Doğrusu Biz onların; ‘Ona bu (vahyi) öğreten bir insandan başkası değil’ dediklerini çok iyi biliyoruz. Gerçeği saptırmak için kendisini ima ettikleri kişinin dili yabancı bir lisan olduğu halde bu (vahyin) dili hem özde açık, hem de hakikati açıklayan bir Arapçadır.” Bu âyetlerde de görüldüğü üzere, vahyin öğretimi meselesinde okuma-yazma değil, vahyin kaynağı sorgulanmakta ve müşrikler ısrarla bunun kaynağının ilâhî değil, beşeri olduğunu ispatlamaya çalışmaktaydılar. İşte bu çarpık anlayışa bizzat Yüce Allah cevap vermektedir. Vahyin kaynağı veya hocalığı kendisine nispet edilen kişinin (bir rivayete göre Hıristiyan kölenin) dili yabancı bir lisan olduğu halde, Kur’ân’ın apaçık Arapça olduğu özellikle vurgulanmaktadır. Hem bu şaheser metni uydurabilecek bir insan var idiyse, ne diye onu başka birisine versin ki? Kendisi söyler ve haklı şöhreti kendisi elde ederdi. Görüldüğü üzere mesele bir okuma-yazma tartışmasından öte vahyin kaynağıyla ilgilidir. 3. Yûnus 10/15-16. âyetler bu açıdan son derece önemli mesajlar içermektedir: “Bir de kendilerine ne zaman âyetlerimiz okunsa, hu-zurumuza çıkmayı ummayanlar (yani ahirete inanmayanlar) derler ki: ‘Git, bize bundan başka bir Kur’ân getir ya da onda değişiklik yap!’ (Ey Peygamber)! De ki: ‘Onu kendime gö-re değiştirmem olacak şey değil. Ben yalnızca bana vahyedilene uyarım; çünkü ben Rabbime karşı gelecek olursam, kor-kunç bir Gün’ün azabından korkarım.’ De ki: Eğer Allah öyle dileseydi, ben onu size okuyamazdım; zaten O da onu size idrak ettirmezdi (göndermezdi). Hem doğrusu şu ki; ondan önce yıllarımı sizin aranızda geçirmi-şim; bu kadarını olsun düşünemiyor mu-sunuz?” Bu âyetlerden de anlaşıldığı gibi, mesele vahyin kaynağıyla ilgilidir; yoksa Hz. Peygamber’in okur-yazarlığıyla değil. 4. Sözün burasında En‘âm 6/93’ü özellikle hatırlatmak gerekir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Allah hakkında yalan uyduran ya da kendisine hiçbir şey indirilmediği hâlde ‘Bana da 217


indirildi’ diyen ve ‘Allah’ın in-dirdiğine benzer şeyleri ben de indirebili-rim’ iddiasında bulunan kimseden daha tahripkâr biri olabilir mi? Ölüm sancısıyla kıvranırken melekler ellerini uzatarak, ‘Ruhlarınızı teslim edin! Allah’a doğru olmayan şeyler atfettiğiniz ve O’nun mesajlarına karşı kibrinizden dolayı bugün onur kırıcı bir cezaya çarp-tırılacaksınız!’ dediklerinde, bir görme-liydin o zalimleri!” Bu âyetten de anlaşılabileceği gibi, Yüce Allah vahyin kaynağını tartışmaya açan ve gerçeği saptıranlar için son derece sert ifadeler kullanmakta, bu konudaki iftiracıları “en zalimler” olarak nitelendirmektedir; hatta bunların ölüm anını deşifre ederek, nasıl bir haksızlığın sahipleri olduklarını beyan etmektedir. 5. Hûd 11/18’de Allah’a yalan iftira edenler “en zalimler” şeklinde tanıtılmaktadır. Onların mahşerde özel bir yargılanmaya tabi tutulacakları ve “İşte şunlardı Rableri hakkında yalan iftira edenler” paylamasına muhatap kılınacakları, dahası Allah’ın lanetinin bu zalimlere olacağı açıkça ifade edilmektedir. İşte bu ifadeler de vahyin kaynağıyla ilgili çarpık bakışları reddetmekte, sahiplerini de deşifre etmektedir. 6. Bu âyetlere ilave olarak, Hâkka 69/38-52’de vahyin kaynağı konusu ele alınmakta, elçinin veya Hz. Peygamber’in -hâşâ- herhangi bir şey uydurması durumunda güçlü bir şekilde yakalanacağı ve şah damarının kesilip parçalanacağı, üstelik buna hiç kimsenin de engel olamayacağı belirtilmektedir. c) Bütün bunların ışığında Hz. Peygamber’in ümmiliği konusunu yeniden değerlendirmek ve doğru anlamlandırmak durumundayız. Âyetlerden de anlaşılabileceği üzere konuyla ilgili tartışma tipik bir okuma-yazma bilip bilmeme değil, bilakis vahyin kaynağı meselesidir. ‘Alak 96/1-5’teki “okumak” ve “kalem” ifadelerini dikkate alarak Hz. Peygamber’in okuma-yazma bilmediğini iddia etmenin çok sağlıklı bir görüş olmadığını belirtmeliyiz. Vahyin kalemle ilişkisi onun yazdırılmasını gerektirmektedir. Durum böyle olunca, Hz. Peygamber’in bu noktada etkisiz ve yetkisiz olduğunu ifade anlamına gelebilecek yaklaşımlardan uzak durmalıyız. Esasında vahyin yazdırılması esnasında Hz. Peygamber’in vahiy kâtiplerine yazı ile ilgili bazı tavsiyelerde bulunduğu bilinmektedir. Bu durumda yazı yazmayı bilmeyen bir kişinin bu tür tavsiyelerinin faydasını ve ne anlama geldiğini düşünmek gerekir. d) İlk vahyin gelişi esnasında yaşandığı nakledilen ve Hz. Cebrâîl’e nispet edilen iki kez ıkra’ “oku” emrine Hz. Peygamber’in verdiği söylenen “Ben okuma bilmem” şeklindeki iki cevabı ihtiyatla karşılamak gerekir. Çünkü ümmîliği “okuma-yazma bilmemek” şeklinde kabul edenlere göre okuma-yazma bilmeyen Hz. Peygamber’e “oku” demek anlamsız bir işlemden ibaret kalacaktır. Şüphesiz böyle bir anlamsızlıktan vahyin sahibi Yüce Allah da ileten Hz. Cebrâîl de münezzehtir. Ayrıca vahiy yazılı bir metin olarak gelmediği için ortalıkta okunacak bir şeyden de söz edilemez. Eğer iki kez kendisine ıkra’“oku” emri verilmiş olsaydı onların da Kur’ân’a yazdırılmış olması gerekirdi. Zaten söz konusu âyetlerdeki kıraat emri aslında bir metni yüzünden veya ezberden okumayı değil, “yaratan Rabbinin adını, yarattığı mahlûklardaki yüceliğini düşünmeyi” istemekteydi. Bir anlamda yaratılanlara bakarak Yaratan’ı düşünmesi ondan istenmekteydi. Dahası âyette Yüce Allah’ın ellezî haleka “yaratıcı” olarak nitelendirilmesi ve bir sonraki âyette insanın embriyodan yaratıldığının beyan edilmesi de bu 218


anlamı zorunlu kılmaktadır. Sırf Hz. Peygamber’in okuma-yazma bilmediğini ispatlamak için bu rivayetin delil diye sunulması ikna edicilikten uzaktır. e) Öte yandan, daha çarpıcı olan rivayet ise Hudeybiye Antlaşması’nda yaşandığı ifade edilen durumla ilgilidir. Antlaşma metninin içerisinde bulunan “Allah’ın Rasûlü Muhammed” ifadesine karşı çıkan müşrikler metindeki bu ifadeyi kaldırtmak istemişlerdi. Hz. Ali bunu yapamayacağını söyleyince, Nebî (as) kendisi yazıyı eline alıp istenileni yapmış ve “Abdullah oğlu Muhammed” tamlamasını bizzat kendisi yazmıştı. Ancak Buhârî’nin rivayetine göre yazısı güzel değildi. Buna rağmen, onun okuma-yazma bilmediğini ısrarla savunanlar bunu Hz. Peygamber’in değil, Hz. Ali’nin yazdığını kabul etmektedirler. Oysa Buhârî’deki rivayette yazıyı yazanın Hz. Peygamber olduğu açıkça ortadadır. f) Peygamberlerin beş tane çok önemli sıfatı vardır ki bunlardan birisi de “fetânet” sahibi, yani çok zeki oluşlarıdır. Kâinatın en zeki insanı olan Hz. Peygamber’e isnat edilen şey, hayatında çok büyük bir önemi olan ve kendisini tanımlayan şu tamlamayı bilmemesidir: Rasûlüllâh. Bu tamlamadaki kelimelerden biri Allah, diğeri ise rasûl kelimesidir. Şimdi burada şu soru kaçınılmazdır: Bu olağanüstü zekânın sahibi Hz. Peygamber Allah ve rasûl kelimelerini olsun bilmiyor muydu? Şimdilerde en düşük zekâ düzeyine sahip olan bir çocuğun bile pek çok kelimeyi ezbere bildiği gerçeği karşısında Hz. Peygamber’i getirdikleri durum işte maalesef budur. Yukarıda da naklettiğimiz üzere bazı rivayetlerde yer aldığına göre Hz. Peygamber yazı yazmayı bilmiyor değildi; sadece güzel yazı yazamıyordu, yani yazısı güzel değildi, hepsi bu kadar. g) Tebliğ ettiği dinin ilk emri “oku” olan Hz. Peygamber (as)’ın okur-yazar olmadığını düşünmek anlaşılabilir bir şey değildir. Bedir esirlerine 10 Müslüman’a okuma-yazma öğretme karşılığında serbestîlik tanıdıkları o ortamda hiç kimsenin Hz. Peygamber’e “Yâ Rasûlallah, acaba sen niye öğrenmiyorsun?” sorusunu sormaması da garip değil mi? Bizce bu soruya gerek yoktu; çünkü o okuma-yazma biliyordu. Dahası, Kur’ân’da Bakara 2/44’te “kitabın okunmasına rağmen iyiliğin yapılmayıp başkalarına emredilmesi” kınanmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Hz. Peygamber iyi bir şeyi kendisi yapmayıp başkalarına emretmiş oluyordu ki bu doğru olamaz. Saff 61/2-3’te de benzer şekilde “Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında ağır bir günahtır” uyarısı yer almaktadır. Eğer Kur’ân’da Yüce Allah’ın Hz. Peygamber’in özellikle okuma-yazma bilmesini yasakladığına dair bir emir bulunsaydı söyleyecek hiçbir sözümüz elbette olamazdı; ancak böyle bir yasağın olmadığını herkes bilmelidir. Durum böyle olunca, meseleye farklı bakmanın daha doğru olduğu anlaşılacaktır. h) Kanaatimize göre Hz. Peygamber’in ümmî oluşunu “okuma-yazma bilmemek” şeklinde anlamak gerçeği yansıtmamaktadır. Onun “okur-yazar olmadığı konu” ilâhî metinlerle ilgilidir. ‘Ankebût 29/48’de şu bilgi yer almaktadır: “Sen o (Kur’ân)’dan önce herhangi bir kitap okumamıştın; o (Kur’ân)’ı sağ elinle de yazmıyorsun. Eğer öyle olsaydı iptalcilerin şüphesi büsbütün artardı.” Burada sözü edilen kitâbın ne olduğu Şûrâ 42/52’de elkitâb şeklinde Tevrat olarak açıklanmaktadır. Durum böyle olunca, Hz. Peygamber’in “ilâhî kitapları” veya “kutsal bir metni” okumadığı, onlardan haberdar olmadığı anlaşılmaktadır. 219


Peygamberliğinden önce bilmediği şey ilâhî metinlerdir; zaten Kasas 28/86’da kendisine elkitâbın verileceğini hiçbir şekilde ummadığı haber verilmektedir. Demek ki Hz. Peygamber kutsal kitabı bilmiyordu; yoksa kitabeti, yani yazmayı değil. Peygamberlik öncesinde dini bilgiler anlamında okur-yazar olan entelektüel bir din bilgini değildi; ancak bu durum onun okuma-yazma bilmemesi anlamına gelmez. Güncel hayatta sıklıkla kullanıldığı üzere, “okur-yazar” olmak, günlük yayınları takip edip onlara yazıyla da katkı sunmak demektir; oysa okuma-yazma bilmek ise herhangi bir yazıyı okuyabilmek veya basit de olsa yazı yazabilmektir. i) İslam âlimleri arasında geniş tartışmaların yapıldığı bu meselede Hz. Peygamber’in peygamberlik öncesinde de sonrasında da hiçbir zaman okuma-yazma bilmediğini kabul eden geniş kitlelere rağmen, onun peygamberlik sonrasında okuma-yazma bildiğini kabul edenlerin bulunduğu da bir gerçektir. Bu noktada sadece tek bir görüşün var olduğu sanılmamalıdır. j) Diğer taraftan peygamberler için okuma-yazma bilmemenin fazilet ve bir mucize olduğu, ümmet için ise bunun bir kusur olduğu beyan edilmektedir. Böylesine çok önemli bir konuda ümmetine örnek olamayan bir peygamber algısının neye hizmet edeceği gerçekten merak konusudur. Meseleye bu şekilde fazilet noktasından yaklaşınca bunun istismar edileceği de unutulmamalıdır. Nitekim bazı tasavvuf çevrelerinde bu noktada uç örnekler vardır. k) Bu arada bu tür yaklaşımların bütün peygamberleri içerdiği iddiası da bütünüyle gerçeği yansıtmamaktadır. Bilindiği üzere Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman gibi aynı zamanda devlet başkanı olan ve Hz. Yûsuf gibi Maliye bakanı olan peygamberlerin okuma-yazma bilmediği sonucuna götürecek bu iddia bir yakıştırmadan başka bir şey olamaz. Özellikle sarayda büyütülen Hz. Musa’nın okuma-yazma bilmediği iddiası da çok gariptir. Kaldı ki peygamberlerin peygamber olacakları kendileri veya çevreleri tarafından önceden bilinmediği için onlara özellikle okuma-yazma öğretilmemesinin bir anlamı olamaz. l) Yaşadıkları toplumun fertleri gibi okur-yazar olan peygamberler aslında onların kullandığı dili kullanan insanlar olmalarına rağmen, sıradışı bilgiler içeren vahyi onlara tebliğ etmekle ilâhî bir kaynaktan beslendiklerini açıkça göstermiş oluyorlardı. Bu durumda Kur’ân’daki meydan okumaların da bir anlamı olabilir. Bırakın ümmetin karşı çıkan muarızlarını, tebliğci bir peygamber bile kendi ilettiği kitaba ilave yapamamakta, ona teslim olmaktan ve hayranlık duymaktan başka bir meşguliyet aramamaktadır. Karşılaştıkları vahye ilk defa teslim olan ve büyük şaşkınlık ve hayranlık hissedenler elbette öncelikle bizzat peygamberlerin kendileriydi. Yûnus 10/16’da da dile getirildiği üzere, Hz. Peygamber vahiy ile buluşturulmadan önce Mekke toplumunda 40 yıl yaşamıştı ve böyle sıradışı şeyler söyleyemeyeceğini onların da aslında bildiğini kendilerine hatırlatması ondan istenmişti. m) Ümmîlik, “anasından doğduğu gibi arı-duru olmak, günahlardan uzak kalmak, harama bulaşmamış olmak” şeklinde anlaşılabileceği gibi, Kur’ân’da da geçtiği üzere Tevrât’ı bilmemek Ehl-i kitaptan olmamak ve Mekkelilik şeklinde anlaşılmalıdır; bu bir zorunluluktur. n) Hz. Peygamber elbette ümmidir. Kur’ân’da iki âyette Hz. Peygamber’e nispet edilen ümmilik, hem Mekkeli olmak, hem peygamber olmadan önce kitâbı, yani Tevrât’ı bilmemek, 220


hem de önceden kendisine Tevrât verilmemiş olmak şeklinde kabul edilmelidir. Bunun dışında ayrıca “anasından doğduğu gibi saf, arı-duru, şirke, küfre ve nifaka bulaşmamış, kendisini ümmetine adamış kişi” anlamları da göz önünde bulundurulmalıdır. Ümmi kelimesinin anlamları 1. “Ümm”, anne anlamına gelen bir kelimedir. “Ümmi” kelimesi de, buradan türetilmiş bir isimdir. Böylece ümmi, anasından doğduğu hal üzere kalan, okuma yazma bilmeyen, yaratılışı yeni bir şey öğrenmekle değişmeyen insan”a denir. 2. Arap milletine de “ümmi” denirdi. Eskiden beri Araplar, yazı ve hesap bilmeyen bir millet olarak tanınır. Peygamberimiz (asm.) bir hadiste, “Biz yıldızların hareketinden hesap çıkarmayan ve yazı yazmayan bir milletiz.”(Müslim, Sıyam: 15.) buyurarak bu durumu dile getirir. 3. “Ümmi” Ümmü’l-Kurâ anlamına da gelir, “Mekkeli” demektir. 4.Anasından doğduğu gibi olan küfre, günaha bulaşmayan kişi anlamında. 5.Diğer dinlerin kitaplarını (Tevrat,Zebur,İncil) okumamış kişi anlamında. KUR’AN’IN ÇELİŞKİSİZ OLUŞU “Hala Kuran’ı iyice düşünmüyorlar mı? Şayet Allah’tan başkasının katından olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulacaklardı.” [Nisa Suresi (4/82] Kuran, oldukça hacimli ve kapsamlı bir kitaptır ve Allah’ın varlığı, şirk inancının hataları, tevhidi hakikatler, ilahi vahye dayanan ancak zaman içerisinde bozulmuş çeşitli dinler, geçmişte yaşamış peygamberlerin mücadeleleri, kıyamet sahneleri, cennet ve cehennem tasvirleri, ibadetler, ahlak kuralları, aile hayatını veya sosyal ilişkileri ilgilendiren düzenlemeler, savaş hukuku, helaller ve haramlar, çeşitli tabiat olayları vb. birçok konuyu, bazen teferruata inen, bazen de farklı yönleri öne çıkaran tekrarlarla çelişkisiz ve hatasız bir biçimde anlatmaktadır.Kur’an 23 senede nazil olmuş ve tamamlanmıştır.604 sayfa,30 cüz,114 sure,6236 ayet,77 bin kelime,323 bin harften oluşuyor.Ayetlerin ,surelerin ,kelimelerin hecelerin, kafiyelerin,harflerin hiçbirinde ne bir çelişki ne bir tutarsızlık görülmüyor. Allah bu durumu, Kuran’ın bir insan ürünü olamayacağının delillerden biri olarak göstermektedir. KUR’AN’IN BENZERİNİN YAZILAMAMASI Kur'an'ın Benzeri Yazılabilir mi? “De ki: And olsun, eğer bu Kur’an’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” (İsra Suresi, 17:88) 221


– O zamanki Arap toplumunda okuma yazma bilen çok nadirdi. Bu nedenle sözlü edebiyat çok gelişmişti. İnsanlar tarihî kıymeti olan sevinç ve üzüntülerini şiir ve belagatle, yani güzel sözlerle, hafızalara kaydederek sonraki nesillere aktarıyordu. Dolayısıyla, şiir ve belagat çok gelişmişti. Şimdilerde futbol yıldızlarının gördüğü rağbeti o zamanlar, şairler görürdü. “Hatta bir kabilenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millisi (milli kahramanı) gibiydi. En ziyade onunla iftihar ediyorlardı.”1

Her sene şiir müsabakası düzenleyerek, en güzel yedi şiiri Kâbe’nin duvarına altınla yazıyorlardı. Amerikalı iki üniversite hocası o zamandaki belagatin önemini şöyle anlatıyor: “Gerçek savaş kahramanı kılıcı keskin olan değil, sözü keskin olan şairlerdi. Rivayete göre bazen iki kabile savaşırken bir şairin onları hicvetmesi savaşa son verirdi.”2 Sözlü edebiyatın ve şiirin çok rağbette olduğu bir zamanda inen Kur’an’a karşı itiraz yükselince, Allah da onlara en kuvvetli oldukları alanda meydan okudu. Şiir olmadığı halde, onların en harika şiirlerini belagatte geride bırakan Kur’an ayetlerini okuma yazma bilmeyen birine söylettirdi. “Şiirin kılıçtan bile daha keskin olduğu bir toplumda Kur’an’ın harika belagati gerçekten de çok etkiliydi. Birçok suresi hayli şiirsel olmakla beraber, Kur’an bir şiir kitabı değildi. Ancak, onu duyan herkes sözlerinin harikulade bir kuvvete sahip olduğunu kabul ediyordu. Özellikle Mekkî sureler için böyle bir kanaat vardı. Kur’an, Muhammed’in en büyük deliliydi. Çünkü o gerçekten yaşayan bir mucizeydi... Gerçi dürüstlük ve itimadı ona el-emin sıfatını kazandırmıştı, ancak Muhammed sıradan bir kabile mensubuydu. Kabilesinin konuştuğu gibi konuşurdu. Ancak, bu olağan insan, olağanüstü kuvvet ve güzelliğe sahip ayetler okumaya başladı. Belagat ve gücün hamuruyla yoğrulan bu toplumda bu sözler o güne kadar duyulan bütün sözlerden farklı olmakla beraber, geçmişte gelen bir mesajı teyit ediyordu.”3 Kur’an’ın sözlerindeki harikulade güzellik, edipleriyle iftihar eden Arap toplumuna fiili bir meydan okumaydı. “Madem, söz ustası olmakla iftihar ediyorsunuz, hiç okuma yazması olmayan bir insanın size getirdiği sözlerin benzerini söyleyin. Eğer o sözlerin benzerini getirmekten aciz iseniz onların sahibine iman edin.” O zamanki şartlar içinde son derece adil bir meydan okumaydı. Aslında onların “güzel şiir söyleme” yarışmasına Hz. Muhammed (a.s.m.) de getirdiği Kur’an’la katılmış oluyordu. – Meydan okumanın adil olması için, Hz. Muhammed (a.s.m.) gibi, yarışmaya katılacakların da ümmi olması gerekirdi. Oysa Allah diğer yarışmacıların lehine olacak şekilde şartlarda değişiklik yapmış. Yarışmacı ümmi olmasın, en büyük bir âlim ve hatta dâhi olsun, diyor. Bir âlimle olmuyorsa, binlerce, yüz binlerce âlim bir araya gelsin: “Eğer kulumuz Muhammed’e 222


indirdiğimiz Kur’an’dan bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzeri bir sure getirin. Allah’tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırın–eğer iddianızda doğru iseniz.” (Bakara Suresi, 2:23) Bütün bunlarla birlikte Kur’an gibi bir eser yazamıyorlarsa, ölmüş bütün âlimlerden de yardım alsınlar, yani onların eserlerini getirip yarışmaya soksunlar. Bu da olmuyorsa, cinlerle irtibat kurup, cinlerin bütün âlimlerini de yanlarına alsınlar: “De ki: And olsun, eğer bu Kur’an’ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” (İsrâ Suresi, 17:88.) Kur’an’ın semavî olmadığını iddia edenlere Kur’an şöyle meydan okuyor:4 “Yoksa, ‘O Kur’an’ı kendisi uydurup söyledi’ mi diyorlar? Hayır, (sırf inatlarından dolayı) iman etmiyorlar. Eğer doğru söyleyenler iseler, haydi onun gibi bir söz getirsinler!” (Tur Suresi, 52:33-34) Bütün insanlar ve cinler de Kur’an gibi bir kitap yazamıyorlarsa, o halde sadece Kur’an’ın on bölümüne denk gelecek bir kitapçık yazsınlar: “Ve düzme ve uydurma da olsa onun gibi on tane sure getirin.” (Hûd Suresi, 11:13) Bunu da yapamıyorlarsa, bir bölümlük bir şey yazsınlar. Bakara gibi uzun bir bölüm de yazamıyorlarsa, İhlas Suresi gibi, birkaç ayetten oluşan küçücük bir sure yazsınlar.

Bütün bunları da yapamıyorlarsa, manadan vazgeçtim, sadece belagatine denk gelecek, manasız bir sure yazsınlar. Bunu da getiremezlerse, o zaman ya Kur’an’ın semavî olduğunu kabul edip, iman etsinler. Veya ebediyen cehennemde yanmaya hazır olsunlar: “Bunu yapamazsanız –ki hiçbir zaman yapamayacaksınız– çırası insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanmış o ateşten sakının.” (Tur Suresi, 52:24) – Kimsenin bu meydan okuyuşa cevap vermediğini nereden biliyoruz? – Böyle bir hadisenin olup olmadığını tarihten öğrenebiliriz. Allah, İslam’ı imha etmeyi gaye edinenlere daha kısa ve selametli bir yol gösteriyor(du): Eğer gücünüz varsa, İslam’ı kılıçla değil kalemle imha ediniz. Yani bir kitap yazarak, Kur’an’ın insan eseri olduğunu ispat

223


ediniz. Müşriklerin, kalem yerine kılıca sarılıp, Hz. Muhammed (a.s.m.) ve sahabeleriyle savaşması, kalemle Kur’an’ı imha etmenin mümkün olmadığını gösteriyor. “İşte, eğer muaraza (sözle yarışmak) mümkün olsaydı, acaba hiç mümkün mü idi ki, bir iki satırla muaraza edip davasını iptal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkülatlı (en zor) muharebe (savaş) tarikı (yolu) ihtiyar (tercih) edilsin. Evet o zeki kavim, o siyasî millet ki, bir zaman âlemi siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terk etsin, en tehlikeli ve bütün mal ve canını belaya atacak uzun bir yolu ihtiyar (tercih) etsin; hiç kâbil (mümkün) midir? Çünkü edipleri birkaç hurufatla (harfle) muaraza edebilseydi, Kur’an davasından vazgeçerdi. Onlar da maddi ve manevi helaketten (mahvolmaktan) kurtulurlardı. Hâlbuki muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar (tercih) ettiler. Demek, muaraza-i bilhuruf (harflerle karşı koymak) mümkün değildi, muhaldi (imkânsızdı); onun için muharebe-i bissüyufa (kılıçla savaşa) mecbur oldular.”5 Eğer Kur’an’ın benzeri bir kitap yazılsaydı, İslam’ı imha etmeyi gaye edinenler, onu öne çıkararak Kur’an’ın Allah kelamı olmadığını ispat edeceklerdi. Tarihte İslam’a karşı olanlar daima sayı olarak çoğunlukta idiler. Günümüze kadar mümin ve gayrı müminler arasında birçok belagat ustaları gelip geçti. Eğer birisinin eseri Kur’an kadar beliğ olsaydı, inkâr edenler onu Kur’an’ın ilahî olmadığına delil olarak öne çıkarırlardı. – Acaba hiç mi Kur’an’ın benzerini yazmaya çalışan olmamış? – Elbette teşebbüs eden olmuş. Ancak, muvaffak olamamışlar. Örneğin, tarihlerin kaydettiğine göre, Peygamber (a.s.m.) zamanında Müseylime diye büyük bir edip, Kur’an’ın Fil Suresi’ne benzer bir sure getirmeye çalışmış. Ancak, Kur’an’ın harika sözlerinin yanında Müseylime’nin sözleri çok yavan kaldığı için, millete maskara olmuş. Müseylime-i Kezzab diye nam salmış. “Kur’an, o asırdan ta şimdiye kadar öyle bir belagat göstermiş ki, Kâbe’nin duvarında altın ile yazılan en meşhur ediplerin Muallakât-ı Seb’a (yedi meşhur kaside) namıyla şöhretşiar (şöhret bulmuş) kasidelerini o dereceye indirdi ki, Lebid’in kızı babasının kasidesini Kâbe’den indirirken demiş: ‘Ayâta karşı bunun kıymeti kalmadı.’ ... Hem, ilm-i belagatin (güzel söz söyleme ilminin) dâhilerinden Abdulkâhir-i Cürcanî ve Sekkakî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhi imamlar ve mütefennin (edebi konularda uzman) edipler icma ve ittifakla karar vermişler ki: ‘Kur’an’ın belagatı, takat-ı beşerin (insan gücünün) fevkindedir (ötesindedir); yetişilmez.’”6 – Sen Kur’an’ın hükmünün dünyanın ömrü sona erene kadar devam edeceğine inanıyorsun. O hâlde bu meydan okuma hâlen devam ediyor. Geçmişte birileri Kur’an’ın bir benzerini getirmemişse, şimdi veya gelecekte de birileri bir benzerini yazamaz diyemezsin. Şu anda insanlığın ürettiği eserlerin birçoğu on dört asır önce olmuş olsaydı “mucize” sayılacaktı. Aynı şekilde, geçmişte benzerini yazamadıkları için mucize dedikleri bir kitabı insanlar şimdi yazsa senin davanı çürütmüş olur. – Haklısın. Kur’an’ın meydan okuyuşu zamanla sınırlı değildir. Kıyamete kadar devam edecektir. Birkaç ay önceki bir tartışmamızda, canlıların ilahî eser olduğunu inkâr edenlere, Kur’an’ın, “Öyleyse siz de bir tek sinek yapın” diye meydan okuduğunu söylemiştim. İnsanlık, Allah’ın kevnî (yaratılışa ilişkin) ayetlerinin bir benzerini yapmaktan aciz olduğu 224


gibi kelamî ayetlerinin de benzerini yapamamıştır ve yapamaz. İlginçtir, kâinatı muhteşem bir kitab-ı kebir olarak yaratan Allah, bu kitabın ayetlerinin semavî oluşuna inanmayanlara, “O hâlde bir benzerini getirin” diye meydan okuyor. Aynı şekilde, kâinat kitabının tercümanı olan Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin semaviliğini kabul etmeyenleri nazire yapmaya çağırıyor. On dört asırdır, inkâr edenlerin, bu iki müsabakayı da kaybetmesi, bu işin pek de kolay olmadığını gösteriyor. – Kolay olmaması, mümkün olmadığına delil olmaz. Tekrar ediyorum, “Bugüne kadar yapılmayan bir şeye bundan sonra da yapılamaz” denilmez. Bana aklî delillerle, teorik olarak Kur’an’ın benzerinin mümkün olamayacağını ispat etmelisin. Sonra da pratikte seni tasdik eden delilleri göstermelisin. Aksi hâlde, “Seninki mitolojik bir inançtır” derim. – Anlaşıldı. Sana Kur’an’ın benzerinin hiçbir şekilde yazılamayacağını ispat edeceğim. Ancak sabır ve dikkatle dinlemeni istiyorum. Matematikteki ileri seviye bir denklemin ispatı için öncelikle temel kavramların bilinmesi gerekli. Aynen öyle de “Allah’ın insanlara (ve cinlere) gönderdiği Kur’an’ın benzeri yazılamaz” önergesinin ispatı da temel bazı kavramların bilinmesiyle anlaşılabilir. Allah, Kur’an ve insan kavramlarının manalarını bilmek gerekir. Benim inandığım Allah, her şeyin, her şeyini bilen, yaratan ve idare eden, sonsuz ilim, sonsuz kudret ve sonsuz hikmet gibi sonsuz vasıfların sahibi; Rabbü’l-Âlemin’dir. Allah, bütün Âlemlerin Rabbi’dir. Bütün varlıkların ilahıdır. O, her şeyin yaratıcısıdır. Allah, bütün bu sıfatlarla insanlarla ve cinlerle konuşur. Kur’an, O’nun ilahî kelamıdır. Kelimelere yüklediği manalarla gönderdiği mesajıdır. İnsan, bütün varlıkların en şereflisi ve en üstünü olarak yaratılmıştır. Bu özelliğine rağmen Kâinat Sultanı’na kıyasla, son derece sınırlı anlama yeteneğine ve belirli bir ilim seviyesine sahiptir. Bu kavramsal tanımdan sonra senden soruyorum: “Sonsuz ilim ve hikmet sahibi, sonsuz kudretiyle, sınırlı ilim sahibi bütün insanların bir araya gelse bile yazamayacakları derinlikte ve yoğunlukta mesajlarını kelimelere yükleyip bir kitap yazamaz mı? Mikroskopla birçok defa büyütülerek ancak görülen bir DNA’ya bir kütüphane dolusu bilgiyi dört harfle yazan (AGCT), Arapça’nın 28 harfini kullanarak, Kur’an gibi benzersiz bir kitabı yazamaz mı?” Kur’an, görünürde tek bir kitap olmasına rağmen meslek ve meşrepleri birbirinden çok farklı yüz binlerce evliya, sıddıkin, arif ve âlime kaynaklık etmiş, onları beslemiştir. O, mukaddes bir kütüphane hükmünde, Kitab-ı Semavî’dir (Semavî Kitap’tır).7Birileri çıkıp dünyanın en büyük kütüphanesi olan Library of Congress’taki 30 milyon kitaptaki bilgilerin hepsini bir tek kitaba yazsa böyle bir kitabın benzeri meydana gelir mi? İşte Kur’an, o kitaptan daha harikadır. Kur’an’ın her satırına, belki her kelimesine milyonlarca kitaptaki bilgi yerleştirilmiştir. “Bir denizi bir ibrikte gösterir gibi pek çok geniş ve çok uzun ve çok külli (kapsamlı) düsturları (prensipleri) ve umumi kanunları”8 herkesin anlayacağı basit bir hadisenin içinde ders veriyor. – Kur’an uzmanı değilim. Tamamı hakkında bir hüküm veremem. Senin iddiana göre, Kur’an’ın kısa bir suresindeki ifadelerin bile benzerini kimse söyleyemez. Oysa şimdiye kadarki okumalarımdan hareketle Kur’an’ın birkaç ayetine ve kısa bir suresine benzer 225


getirmenin hiç de zor olmadığını düşünüyorum. Kur’an’ın birçok ayetinin benzerini bir insan da pekâlâ söyleyebilir. – Haklısın. İnsan da şeklen Kur’an’ın sözlerine benzer şeyler söyleyebilir. Ancak, Kur’an’ın sözlerindeki mana derinliği, ifade güzelliği, diğer sözlerle irtibatı gibi birçok özelliklerini düşündüğümüzde ilahî sözlerin beşerî sözlerden sonsuz derece üstün olacağını anlarız. Tıpkı küçük bir cam parçasında yansıyan güneş ile gerçek güneş arasındaki fark gibi. Evet, camda yansıyan da güneşe benziyor. Ancak, bu benzerlik sadece şekil itibariyledir. Gerçi, güneşin ışık, renk gibi özelliklerini de bir derece yansıtır. Ancak, hakiki güneşle kıyaslayınca şişede yansıyan güneşçiğin söz konusu özellikleri hiç hükmündedir. – Bence her kitabın benzeri yazılabilir. Edebî yönü kuvvetli olan biri Kur’an’ı inceleyip, ondaki konuları taklit ederek, kendisi de bir Kur’an yazabilir. Bence çok daha iyisini bile yazabilir. Çünkü 14 asır önce söylenilen sözlerdeki yanlışlıkları düzeltip, aklen daha makul olan bir eser ortaya çıkarabilir. – Bence Kur’an’ı 23 yıl boyunca farklı konularda Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sarf ettiği sözlerin toplandığı bir kitap olarak düşündüğün için böyle bir yargıda bulunuyorsun. Bir insanın 28 harfi kullanarak söylediği sözlerin elbette benzeri yazılabilir. Tamamının olmasa bile, bir bölümünün benzerini getirmek mümkün olur. Ancak, şimdiye kadar hiç kimsenin Kur’an’a benzer getirememesi kesin olarak ispat eder ki, Kur’an beşer sözü değildir. Âlemlerin Rabbinin sözleridir. Kur’an farklı, elmas, altın, zümrüt gibi kıymetli cevherlerle inşa edilen bir saraya benzer.9 Hem de bu öyle nakışlı bir saray ki, her bir taşı saraydaki bütün taşlarla irtibatı düşünülerek yerli yerine yerleştirilmiş. Öyle hikmetli bir saray ki, her bir bölmesi birçok maksatlar için hazırlanmış. Öyle hassas bir saray ki, bir tek taşını bile çektiğinizde sarayı yerle bir edersiniz. Şimdi, saraydaki hadsiz sanatları ve hikmetleri anlamaktan dahi aciz olan biri içeri girse, sarayı dolaşıp, “Bu da neymiş ben de benzerini yaparım” derse çok gülünç olmaz mı? Aynı adam misaldeki sarayı yıkıp, kendi daracık ilmine ve kısır fehmine göre bir kulübe yapsa, içini de çocuklara hoş gelecek boncuklarla süslese ve sonra da “Bakınız, önceki sarayın ustasından çok daha şahane bir saray yaptım. Benim maharet ve servetim daha fazla. Taktığım süsler daha kıymetli” derse kendini âleme maskara yapmaz mı? KUR’AN ‘IN TÜM NÜSHALARINDAKİ TUTARLILIK Kur’an miladi 609-610 yıllarında nazil olmaya başladı ve 23 yılda vahiy tamamlandı. 1.Halife Hz.Ebu Bekir döneminde ciltlenip, 633 yılında mushaf haline getirildi. 3.Halife Hz.Osman döneminde mushafı çoğaltma işlemi 645 yılında yapıldı.Nüshalar Müslüman kentlerine gönderildi. Bugün dünyanın neresinde bulunursa bulunsun tüm Kur’an nüshaları birbirinin aynısıdır.İster 1300 yaşında ister 1000 yaşında olsun nüshalar hep aynıdır. Bildiğimiz kadarıyla bugün yeryüzünde en eski Kur’an nüshalarından biri Taşnkent’te Beylerberi camiinde inşa edilen bir hücrede mahfuzudur. Bunun Hz. Osman Mushafı 226


olduğunu söyleyenler de vardır. Ancak Rusya Müslüman alimlerinden Şihabuddin Mercanî (1815-1889), bu nüsha üzerine yaptığı araştırmalar sonucunda, bunun Hz. Osman nüshası olmadığı kanaatine varmıştır (bk. Dr. Osman Keskioğlu, Kur’an-ı Kerim Bilgileri, Ankara, 1989; s.137-138). İstanbul’da Türk ve İslam Eserleri Müzesinde şu tarihi mushaflar bulunmaktadır: a) 457 numarada Hz. Osman’ın imzasını taşıyan ve hicri 30 senesinde yazıldığına işaret eden Mushaf. b) 557 Numarada Hz. Ali’nin imzasını taşıyan nüsha. c) 458 numarada Hz. Ali’nin yazdığına işaret edilen bir nüsha. Mısır’da da Hz. Osman zamanında yazılan mushaflardan biri bulunmakta olduğu, önce Fustat’ta bulunan bu nüshanın daha sonra oradan Sultan Gavri Camiine, ordan da Hz. Hüseyin camiine nakledildiği bilgisi vardır

İngiltere'deki Birmingham Üniversitesi'nde dünyadaki en eski Kur'an-ı Kerim olabileceği düşünülen kitaptan bazı bölümler bulundu. Karbon 14 tarihleme metoduyla yapılan incelemeler, kitabın en az 1370 yıllık olduğunu gösteriyor. British Library'deki uzmanlardan Dr. Muhammad Isa Waley, "heyecan verici bu keşfin Müslümanlar için çok büyük bir sevinç kaynağı olduğunu" söyledi. Söz konusu Kur'an'ın, yaklaşık yüz yıldır üniversite kütüphanesinde olduğu ve farkedilmediği belirtildi. Kitap, dünyadaki en eski Kur'an Kerim'den bölümler olduğu belgelenmemiş halde, Orta Doğu bölgesinden diğer birçok kitap ve belgelerin yer aldığı koleksiyonda bulundu. Bir doktora öğrencisinin, koyun veya keçi derisinden parşömene yazılmış olan kitabın parçalarını dikkatle incelemesinden sonra, karbon 14 tarihleme yöntemi uygulanması kararlaştırıldı ve büyük heyecan uyandıran, bu yazıların bugüne dek ulaşmış en eski Kur'an-ı Kerim'e ait olabileceği sonucu ortaya çıktı.

227


Yapılan tahliller, parşömenin yüzde 95 olasılıkla, 568 ile 645 yılları arasındaki dönemden kalmış olduğunu gösteriyor. Hicaz Arapçasıyla yazılmış olan Kur'an bölümlerinin "çok güzel ve şaşırtıcı derecede okunaklı durumda" olduğu kaydedildi.

KUR’AN’IN KOLAYCA EZBERLENEBİLMESİ Kur’an, 604 sayfa ,114 sure, 6236 ayet ,77 bin kelime ,324 bin harften oluşuyor.Uzun ve hacimli bir kitaptır .İçinde yüzlerce farklı konu bulunuyor.Buna rağmen bu kitabı 6 ay ,1 sene 1,5 sene, 2 sene içinde normal zekalı bir insan kolayca ezberleyebiliyor.Var mı dünyada başka bir benzeri böyle hadisenin.Ayrıca ezberlemek için Arapça bilmeyede gerek yok .Anadili Arapça olmayan kişiler de kolaylıkla Kur’an’ı ezberleyip hafız oluyor. KUR’AN’IN FARKLI BİLİMLERDEN VE DİSİPLİNLERDEN BAHSETMESİ Okul görmemiş ümmî bir insan Hz.Muhammed’in eksiksiz, kusursuz; bireysel, ailevî, toplumsal, iktisâdî ve hukukî bir sistem getirip ortaya koyması, her şeyden önce düşünce ve aklın açıklığına terstir. Hele bu sistem, asırlar boyu, dost-düşman bir sürü millet tarafından tatbik edilecek kadar harika ve bugüne kadar tazeliğini korumuşsa. Kur'ân'da varlık, hayat ve bunlarla alâkalı ibadet , hukuk ve iktisat gibi mevzular birbiriyle öyle dengeli ve yerli yerince ele alınmıştır ki; bunları görmemezlikten gelerek onu beşer kelâmı farzetmek, bir bakıma onu tebliğ edeni beşer kabul etmemek demektir. Zira, yukarıdaki meselelerin bir teki bile, süreklilik ve zaman üstü olma gibi, özellikleriyle en büyük dâhilerin dahi altından kalkamayacağı ağır meselelerdir. Böyle, yüzlerce meselesinden 228


herbiri, birkaç dâhinin üstesinden gelemeyeceği zengin içerikli bir kitabı, okul görmemiş bir ümmîye isnad etmek soyut ve saçma bir iddiadır. Kur’an Bilime Yönlendiriyor Kuran’da yüzlerce ayetle evrendeki fenomenleri incelemeye, bunlardan sonuçlar çıkarmaya davet yapılmaktadır. Çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki büyük dünya dinlerinin hiçbirinde buna yakın bir yoğunlukta bile bir teşvik yoktur. Önceden dikkat çektiğimiz gibi evrendeki fenomenlere yönelten bu teşvik, bilim yapılırken zihnimizde mevcut olan ön kabulleri; örneğin “insan zihni evren hakkında doğru bilgilere ulaşabilir” veya “evreni incelemek değerlidir” gibi ön kabulleri de destekler. Fakat ön kabulleri oluşturma dışında Kuran’ın bu içeriği evreni inceleme faaliyeti için bir itici güç de, yani motivasyon da oluşturur.

Bir Müslüman için Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve Allah’ı daha iyi tanımaya çalışmak, olabilecek en üst seviyede bir motivasyon kaynağıdır. Bu rasyonel temelli motivasyon para, şöhret, unvan gibi dünyevi hiçbir çıkar olmadan da evreni inceleme faaliyetinin gerçekleşmesini destekler. Kuran’ın yüzlerce ayetindeki bu teşviğini birçok Müslüman görmezden gelmiş veya yüzeysel bir şekilde uygulamış olabilir. Fakat bu teşviğin en sofistike uygulanış şeklinin bilimsel faaliyetlere (bu faaliyetleri göstermeye ve bu faaliyetlerin sonucunda elde edilen bilgileri öğrenmeye) yöneltici olduğu da açıktır. Nitekim yaşadığı dönemde (973-1048) dünyadaki en iyi bilim insanlarından biri olarak kabul edilen Biruni “Benim bilimle uğraşma sebebim Ali İmran Suresi 191. ayettir” demiştir.İlgili ayet şu şekildedir: Onlar ki ayaktayken, otururken ve yanları üzerinde yatarken Allah’ı hatırlarlar, göklerin ve yerin yaratılışı konusunda derinlemesine düşünürler: “Rabbimiz, Sen bunları boşuna yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateş azabından koru.” 229


Biruni’nin işaret ettiği bu ayete benzer şekilde evrendeki fenomenleri incelemeye yönlendiren birçok Kuran ayeti vardır. Bunlara şu ayetleri örnek olarak verebiliriz: De ki: “Evrende ve yeryüzünde olanlara bir baksanıza.” İnanmayan bir topluma deliller ve uyarılar fayda sağlamaz.(Yunus 101) Muhakkak ki evrende ve yeryüzünde inananlar için deliller vardır. Sizin yaratılışınızda ve yaydığı canlılarda kesin bir şekilde inanan bir toplum için deliller vardır. Geceyle gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, Allah’ın gökten bir rızık indirerek onunla ölümünden sonra toprağı diriltmesinde ve rüzgarları yönlendirmesinde akıl eden bir toplum için deliller vardır.(Casiye 3-5) Kur’an’da birçok farklı fenomenin incelenmesine yönlendirme olduğunu tespit etmek konumuz açısından önemlidir. Günümüzde bilimlerdeki özelleşmeyle bu farklı alanların her biri farklı bir çalışma disiplini olarak isimlendirilmektedir. Bunlara birkaç örnek verelim. Örneğin şu Kur’an ayetinin yönlendirmesi astronomi alanıyla ilgilidir: Üzerlerindeki göğü nasıl kurduğumuza ve süslediğimize bakmazlar mı? Bir çatlağı da yoktur onun.(Kaf 6) HZ.MUHAMMED ‘İN TEVRAT VE İNCİL’DE MÜJDELENMESİ “Ve kitap okuma bilmeyen bir adama; ‘rica ederiz, bunu oku’ diye verilir. O da ‘okuma bilmem’ der.” [İşaya, (29/12] Tevrat’ta Hz. Muhammed’in geleceği okuma yazma bilmemesiyle müjdelenmiştir. “Bir zamanlar Meryem oğlu İsa <> demişti.” Mevcut İncillerde bu müjde hala yerini korumaktadır. Hz. İsa peygamber, 1.Yuhanna, 2/1’de “parakletos (teselli edici)” olarak tanıtılmaktadır ve Yuhanna 14/16’da başka bir “parakletos”un (allos parakletos) geleceği şu şekilde ifade edilmektedir: “Size başka bir teselli edici verecek, sonsuza kadar sizinle birlikte olabilsin diye…” Hz.İsa’dan sonra geleceği müjdelenen bu parakletosun özellikleri İncillerde şu şekilde anlatılmaktadır: O, bana tanıklık edecek. [Yuhanna (15/26] Size her şeyi öğretecek, bütün söylediklerimi size hatırlatacak. [Yuhanna (14/26] Sizi her gerçeğe yöneltecek. O, kendiliğinden konuşmayacak, yalnız işittiklerini söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek. [Yuhanna (16/13] O gelince dünyanın günah, doğruluk ve yargı konusundaki suçluluğunu dünyaya gösterecek. [Yuhanna (16/8] Görüldüğü gibi İncillerde tıpkı Hz. İsa gibi bir “parakletos”un geleceği ve Hz. İsa’nın ilettiği mesajı tekrarlayacağı açıkça haber verilmiştir. 230


TEHECCÜD NAMAZININ SADECE HZ.MUHAMMED’E FARZ OLMASI Kur’an’ı Hz.Muhammed yazmış olsa neden teheccüd namazı gibi çok zahmetli bir namazı kendine farz kılsın.23 senelik peygamberliği boyunca Resulullah bu namazı aksatmadan kılmıştır.Bu konuda rivayetler çoktur kaynaklarda.Kitabı kendi yazmış olsa, peygamber olduğu için daha az ibadet ederdi,ibadet sayısını arttırmazdı. 'Teheccüd' kelimesinin aslı 'hücûd' köküdür. 'Hücûd' sözlükte, uyku demektir. 'Teheccüd', kelime anlamıyla, uykuyu gidermek, birini uyandırmak demektir. Din dilinde 'teheccüd', uykuyu fedâ ederek ibâdet ve Kur'an'la meşgul olmak için uyanmak, kalkmak demektir. Bu anlamda 'teheccüd', Kur'an okuyarak geceyi değerlendirmektir. Peygamberimiz, teheccüdü genellikle namaz kılarak yerine getirdiği için, gece namazına 'teheccüd namazı' denilmiştir. 'Teheccüd' denilince de artık bu namaz hatırlanmaktadır. “Ey Resûlüm. Gece vakti de uyanıp, sadece sana mahsus fazladan bir ibadet olarak teheccüd namazını kıl. Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makam olan en büyük şefaat makamına çıkarır.” (İsra, 17/79) Teheccüd namazının özelliği yatsı namazından sonra uyunup ,belli miktar geçtikten sonra sabah namazı vakti girmeden kılınmasıdır.Örnek gece 22.00 ile sabah 05.00 arası kılmak gibi. 2 veya 4 dört rekatlı olarak kılınır. Teheccüd namazı ile ilgili rivayetleri verelim: 1. Muğîre b. Şu’be (r.a) anlatıyor: Resûlullah (s.a.v), ayaklan şişinceye kadar namaz kılarlardı. Ashâb (r.a) dediler ki: Ey Allâh’ın Resûlü! Allah senin geçmiş ve gelecek günahlannı affetmiştir. Bu şeklide kendinizi çok yorarak bir mükellefiyetin altına girmiyor musunuz? Resûlullah (s.a.v) şöyle cevap verdiler: “Allâh’ın ihsân ettiği rıîmetlerine karşı Rabbine şükreden bir kul olmayayım mı?” 2. Esved b. Yezid (r.a) diyor ki: Hz. Âişe (r.anhâ)’dan Resûlullah (s.a.v)’in kıldığı gece namazlanndan sordum, buyurdular ki: “Gecenin ilk vakti (Yatsı namazından sonra) uyurlardı. Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra kalkar namaz kılar, seher vaktinde de Vitir namazını kılarlardı, flk rek’atte “Sebbih isme” sûresi, ikinci rek’atte “Kul yâ eyyühel-kâfirûn" sûresini, üçüncü rek’atte de “Kulhuvallâhu ahad” sûrelerini okurlardı. Sonra yatağına gelirdi. Arzu ettikleri zaman hanımlanyla latîfeler ederlerdi. Sabah ezanını işitince yataktan hemen kalkar, gusletmesi îcâbe ederse yıkanır (gusul eder), değilse abdest alıp iki rek’at sabah namazının sünnetini evde kılar ve sonra mescide giderlerdi.” 3. Abdullah ibn-i Abbas (r.a) anlatıyor: “Nebî (s.a.v) geceleyin on üç rek’at namaz kılardı.” (On rek’atı teheccüd, üç rek’atı da Vitir) 231


4.Zeyd b. Hâlid el-Cühenî (r.a) anlatıyor: Seferde bir gece, Resûlullah (s.a.v) teheccüd namazını nasıl kılıyor diye gözetlemeye karar verdim ve çadırının eşiğine dayandım. Allah Resûlü (s.a.v), ilk önce hafifçe iki rek’at kıldılar. Sonra çok uzattıkları iki rek’at daha kıldılar. Sonra bu uzattıklarından daha kısa olarak iki rek’at daha kıldılar. Biraz daha kısaltarak iki rek’at daha kıldılar. Teheccüdü bitirdikten sonra da Vitir namazını kıldılar. Böylece on üç rek’at namaz kılmış oldular.” 5. Ebû Seleme b. Abdurrahman (r.a), Hz. Âişe (r.anhâ)’dan Resûlullah (s.a.v)’in Ramazan’daki namazlarının nasıl olduğunu sormuştur. Hz. Âişe (r.anhâ) buyurdular ki: “Ramazanda da diğer aylarda da on bir rek’attan fazlasını kılmazlardı. Önce dört rek’at kılardı ki, onların uzunluğunu ve güzelliğini hiç sorma. Sonra yine dört rek’at daha kılardı ki, onların da uzunluğunu ve güzelliğini sorma. En son üç rek’at Vitir namazını kılıyordu.” Hz. Âişe (r.a) buyuruyor: Yâ Resûlallah siz Vitir namazını kılmadan uyuyorsunuz, dedim. Buyurdular ki: "Ey Âişe, iki gözüm uyuşa da kalbim uyumaz. ”

7. Ebû Hureyre (r.a) Peygamber (s.a.v) Efendimizden rivâyet ediyor: Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular: “Gece namazı kılmak üzere kalktığınızda, namaza hafif iki rek’atla başlayın. ” (Kısa sûreler okuyarak başlayın.) 8. Hz. Âişe (r.a) buyuruyor:

“Resûlullah (s.a.v) bir gecede, bütün geceyi namazla geçirdiler ve namazlarında yalnız bir âyet okudular.” Ebû Zer (r.a) Hazretlerinden, hangi âyet olduğunu soranlara: Mâide sûresinin yüz on sekizinci âyetidir diye buyurdu. Meâlen: "Eğer onlara azâb edersen, şüphe yok ki, onlar senin kullarındır. Ve eğer kendilerini bağışlarsan, yine şüphe yok ki, Sen mutlak gâlibsin ve hükmünde hikmet sâhibisin. ” îzah Müslim (r.a), Hz. Ali (r.a) ve îbn-i Abbas (r.a)’den rivâyet etmektedir: “Bizler namazlarımızın rükû ve sücûdlarında Kur’ân okuyamayız, bundan nehyedilmişiz. O namaz yalnız Peygamber (s.a.v) Efendimize mahsustur.” 9. Abdullah İbn-i Mes’ud (r.a) anlatıyor: “Bir gece Resûl-i Ekrem (s.a.v) ile berâber namaz kıldım. Ayakta o kadar durdular ki, artık kötü bir şey yapmak istedim.” Ne yapmak istiyordun? Diye sordular, cevâben: “Ayakta çok durduklarından, içimden, ben oturayım da Resûlullah (s.a.v) ayakta namazına devam etsin 232


diye geçti. Fakat o fikrimi def edip sabrettim.” 10. Abdullah b. Şekik (r.a) diyor ki: Hz. Âişe (r.anhâ)’dan Resûlullah (s.a.v)’in kıldığı nâfile namazlarını sordum; buyurdular ki: Resûlullah (s.a.v), bir gece ayakta uzun uzun namaz kılar, bir gece de oturarak uzun uzun namaz kılardı. Ayakta olduğu halde kıraati bitirseler, rükû ve sücûda da kıyamdan intikâl ederdi. Oturarak kıldıkları zaman rükû ve sücûdu da oturarak yaparlardı.” 11. Hz. Hafsa (r.anhâ) anlatıyor: Resûl-i Ekrem (s.a.v), nâfile namazları oturarak kılardı. Bir sûreyi tertîl üzere okurlardı. Orta uzunluktaki sûreyi tertîl üzere okudukları için, en uzun sûre gibi uzun olurdu.” 12. Hz. Âişe (r.anhâ) Ebû Seleme b. Abdurrahman (r.a)’a anlatmıştır: “Resûlullah (s.a.v), genellikle son zamanlarında (vefat etmeden önce) nâfile namazlarını hep oturarak kılıyordu.” 13. Hz. Âişe (r.anhâ) buyuruyor: “Resûlullah (s.a.v) bâzı geceler, dokuz rek’at namaz kılardı.” îzah Altısı teheccüd, üçü Vitir olmak üzere dokuz rek’at kılmıştır. Ayrı ayrı gelen bu rivâyetlerin îzâhı şöyledir: Resûlullah (s.a.v), bütün bu durumlarda ümmetine örnek olarak, hepsinin câiz olduğunu öğretmektedir. “Vitirle berâber teheccüdü en az yedi, en çok on üç rek’at olarak kılmışlardır.” 14. Avf İbn-i Mâlik (r.a) diyor ki: Bir gece Resûl-i Ekrem (s.a.v) ile berâber bulundum. “Önce misvak kullandılar, abdest aldıktan sonra da namaz kılmaya kalktılar, ben de onunla berâber kalktım. Namaza başladılar. Fâtiha’dan sonra Bakara sûresini okudular. Rahmete âid bir âyet geldikçe duraklayıp, Allah’dan rahmet dilerdi. Azâba âid bir âyet gelince yine duraklar, azabdan Allâh’a sığınırdı. (Bu şekildeki namaz, nâfile namazlara mahsustur.) Sonra rükûa vardılar, ayakta durduğu kadar rükû’u uzattılar. Rükûunda, “Subhâne zi’lCeberûti Ve’l-Melekûti Ve’l-Kibriyâi Ve’l-Azameti” diyordu. Secdeye varıp onu da rükû kadar uzattılar. Aynı duâyı secdelerde de okudular. Sonra ikinci rek’ata kalkarak, Fatiha’dan sonra Âl-i İmrân sûresini okudular. İkinci, üçüncü ve dördüncü rek’atları da aynı şekilde kıldılar. 15. Huzeyfe İbn el-Yemânî (r.a) bir gece Resûl-i Ekrem (s.a.v) ile gece namazı kılmıştı. Peygamber (s.a.v) Efendimizin nasıl kıldığını anlatmaktadır. Buyuruyor ki:

233


Allah Resûlü (s.a.v) namaza başladığı zaman şöyle söylediler: “Allahu Ekber Zü’l-Melekûti ve’l- Ceberûti ve’l-Kibriyai ve’l-Azameti." Mânâsı: “Allah (her şeyden) en büyüktür. Gayb âlemi onun tasarrufundadır. Kahhâr’dır, noksanlıklardan münezzehdir. Azamet (yücelik) sâhibidir. Onu anlamak idrak etmek mümkün değildir. ” Sonra, Fâtiha ve Bakara sûrelerini okudular. Rükû’a gittiler, rükû’u da ayakta kaldığı kadar uzattılar. Rükû’da “Sübhâne Rabbiyel Azîm" diyordu. Başını kaldırdılar, rükûdan sonra ayakta durmaları da rükûu kadar uzun oldu. Rükûdan doğrulup, îtidâlinde şöyle diyordu: “Li Rabbiyel-Hamd- Hamd Rab içindir “ bunu çok tekrar ettiler. Sonra secdeye gittiler. Onu da ayakta durduğu kadar uzattılar. Secdede “Sübhane Rabbiyel A’la” diyordu. Secdeden başını kaldırdılar, iki secde arasında secdede kaldığı kadar oturdular. İki secde arasında şu duâyı okuyordu: “Rabbiğfir lî- günahlarımı mağfiret kıl yâ Rabbî. ” O namazda Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ ve Mâide sûrelerini okudular. Bu sûrelerin hangi rek’atlerde okunduğu bilinememiştir. 16. Abdullah İbn-i Ömer (r.a)’den. Şöyle demiştin Biri, Resûlullah (s.a.v) den gece kılınan nâfile namazının kaç rek’at kılınacağını sordu. Buyurdu ki: “Gecenin nâfile namazı ikişer ikişerdir. Her hangi biriniz sabah vaktinin girdiğinden şüphe ettiği zaman bir tek rek’at kılar ki, bu tek rek’at önceden (evvelce) kılmış olduklarını tekleştirir. ” Ümmü’l-mü’minîn Âişe (r.anhâ)’dan. Şöyle demiştir: “Gecenin her vaktinde Resûlullah (s.a.v) vitir kılmıştır. Son zamanlarındaki vitri ise, gecike gecike seher vaktine müntehî olmuştu” (yaklaşmıştı). Ümmü’l-Mü’minin Hz. Âişe (ranhâ)’dan rivâyet olunmuştur: “Nebîyy-i Ekrem (s.a.v)’in gece namazını, yaşları kemâle eresiye kadar hiçbir zaman oturarak kıldığını görmemiş. Mübârek yaşı ilerledikten sonra ise. Kur’ân’ı oturarak okurmuş. Tâ ki, rükûa varmak dilediği zaman gelince, kalkıp otuz kırk âyet mikdârı okuyup rükûa varırmış.”[2] îzah Yine hadîs-i şerîfte: “Kıraatinden (okunmasından) otuz, kırk âyet mikdârı kalınca kalkıp, bu kalanı ayakta okurdu” deniliyor ki, kalan kıraatin otuz, kırk âyet olmasından, teheccüd namazındaki Resûlullah (s.a.v)’in kıraatinin ne kadar uzun sürdüğü bir dereceye kadar tahmin edilebilir. “Oturarak namaz kılıp, oturduğu yerde Kur’ân okurdu” diye daha açık rivâyet de vardır. Bu hadîs-i şerîfin îrâd nedeni, ayakta kılmaktan âciz olan kimsenin namazı oturarak başladıktan sonra iyilik hissedince veya ayakta kılmaya gücü yetecek derecede bedeninde hafiflik bulunca namazı ayakta tamamlayıp yeni baştan kılmakla mükellef olamayacağını beyândır. Hasan-ı Basrî (r.a)’in: “Hasta dilerse oturarak iki ve ayakta iki rek’at kılabilir” 234


dediği de rivâyet edilmiştir. 17.Câbir (r.a)’den; Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular: “Bir koyun sağımı kadar zaman da olsa, sakın gece namazını bırakma. "[5] Cibril (a.s), Resûlullah (s.a.v)’e geldi ve şöyle dedi: “Ey Muhammed (s.a.v), dilediğin kadar yaşa; nihayet öleceksin. İstediğini yap, nihâyetinde mutlaka karşılığını göreceksin. Dilediğini sev, bir gün ondan ayrılacaksın. Şunu iyi bil ki, mü'minin şerefi gece namaza kalkmaktır. İzzeti ise insanlardan istememektir (onlara karşı müstağnî davranmaktır).”[6] 18.Abdullah İbn-i Şekîk (r.a) diyor ki: Hz. Âişe (r.anhâ)’dan Resûl-i Ekrem (s.a.v)’in kıldığı müekked sünnetlerin sayısını sordum. Buyurdular ki: “Öğleden önce iki, öğle namazından sonra da iki rek’at. Akşam namazından sonra iki, yatsı namazından sonra da iki rek’at kılardı. Sabah namazından önce de iki rek’at kılardı.”[9] -------------------[1] Taha, 2/132 [2] Buhârî, c.3.400 [3] Müslim, c.4, s.262 [4] Ebu Dâvud, c.1 s.89 [5] H.2268 [6] Taberani [7] Tirmizî, s.299 [8] Tirmizî, s.300 [9] Tirmizî, s.301 [10] Tirmizî, s.301-302 [11] Müslîm, c.3, s.280 [12] H.220 HZ.MUHAMMED’İN SAVAŞTA BİLE NAMAZ KILMASI Kuran’ı inkar edenlerin en belirgin iddialarından biri, Kuran’ı Hz. Muhammed’in güç elde etmek ve Mekke’ye hükmetmek için kendi yazdığı iddiasıdır. Ancak Kuran’da savaş sırasında bile namazın terk edilmemesi emredilir. İçlerinde olup onlara namazı kıldırdığında, onlardan bir grup, seninle birlikte dursun ve silahlarını (yanlarına) alsın; böylece onlar secde ettiklerinde, arkalarınızda olsunlar. Namazlarını kılmayan diğer grup gelip seninle namaz kılsınlar, onlar da ‘korunma araçlarını’ ve silahlarını alsınlar. Küfredenler, size apansız bir baskın yapabilmek için, sizin silahlarınızdan ve emtianız (erzak ve mühimmatınız)dan ayrılmış olmanızı isterler. Yağmur dolayısıyla bir güçlüğünüz varsa veya hastaysanız, silahlarınızı bırakmanızda size bir sorumluluk yoktur. Korunma tedbirlerinizi alın. Şüphesiz, Allah kafirler için aşağılatıcı bir azab hazırlamıştır. [Nisa Suresi (4 /102] Açıklama: 235


Ayette de görüldüğü gibi namaz, savaş sırasında bile terk edilemez. Halbuki amacı güç elde etmek isteyen biri savaşıyorsa ve Kuran’ı kendi yazıyorsa mantıki açıdan Kuran’a “savaş sırasında namazı terk edebilirsiniz” diye bir ibare koyması gerekirdi. Çünkü amaç güç kazanmaksa savaşta başarı riske atılamaz. Ama ayetlerde namazın savaşta bile terk edilememesi Kuran’ın Allah sözü olduğunun diğer bir kanıtıdır. HZ.MUHAMMED ‘İN YALNIZCA BİR PEYGAMBER VE İNSAN OLMASI Muhammed, yalnızca bir elçidir. Ondan önce nice elçiler gelip-geçmiştir… [Âli İmran Suresi (3/144] De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım…. [Fussilet, (41/6] "De ki: "Ey insanlar gerçekten ben sizin için yalnızca bir uyarıcıyım." (Hac ,22/49) "De ki: "Ben elçilerden bir türedi değilim bana ve size ne yapılacağını da bilemiyorum. Ben yalnızca bana vahyedilmekte olana uyuyorum ve ben apaçık bir uyarıcıdan başkası değilim." (Ahkaf ,46/9) Günümüzde sözde şeyh ve hocalar etrafındakileri kandırmak için kendilerinin çok üstün oldukları imajı vermeleri, kendi ego tatminleri için müritlerini yerlerde süründürüp el pençe divan durumuna soktuklarını düşünürsek böyle bir ayetin Allah tarafından indirildiği netleşmiş olur. Allah Peygamberin ilahlaştırılmaması için özellikle O’nun sadece bir elçi ve sıradan insan olduğunu vurgulamaktadır. Eğer Muhammed peygamber bu kitabı kendi yazmış olsa, ayetlerde sürekli kendi üstünlüğünden bahsederdi. Ancak Kuran’da Muhammed ismi bile sadece 4 kez geçer. Peygamber Efendimizin Muhammed Adı •

Al-i İmran suresinde şöyle geçmektedir: ” Muhammed yalnızca bir elçidir ” Ayetin Tamamı: – Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim gerisin geriye dönerse, Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah, şükredenleri mükafatlandıracaktır. (Al-i İmran-144)

Ahzab suresinde şöyle geçmektedir:” Muhammed yalnızca bir elçi ve Peygamberlerin sonuncusudur.”Ayetin Tamamı: – Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Resûlü ve nebîlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir. (Ahzab-40)

Fetih suresinde şöyle geçmektedir:” Muhammed Allah’ın elçisidir.”Ayetin Tamamı: – Muhammed, Allah’ın Resulüdür. Onunla beraber olanlar, inkarcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler. Onların, rüku ve secde halinde, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk istediklerini görürsün. Onların secde eseri olan alametleri yüzlerindedir. İşte bu, onların Tevrat’ta ve İncil’de anlatılan durumlarıdır: Onlar filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ziraatçıların hoşuna giden 236


bir ekin gibidirler. Allah, kendileri sebebiyle inkarcıları öfkelendirmek için onları böyle sağlam ve dirençli kılar. Allah, içlerinden iman edip salih amel işleyenlere bir bağışlama ve büyük bir mükafat vaad etmiştir. (Fetih-29) •

Muhammed suresinde şöyle geçmektedir: “Muhammed’e indirilene”

Ayetin Tamamı: – İnanıp salih ameller işleyenlerin ve Muhammed’e indirilene ki o Rablerinden gelen haktır, inananların ise Allah günahlarını örtmüş ve hallerini düzeltmiştir.( Muhammed-2)

Peygamber Efendimizin Ahmet Adı Yüce kitabımız Kuranı Kerim’de bir defada Ahmet ismi geçmektedir. Saff suresinde şöyle geçmektedir: “Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici”. Ayetin Tamamı: – Hani, Meryem oğlu İsa, “Ey İsrailoğulları! Şüphesiz ben, Allah’ın size, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici (olarak gönderdiği) peygamberiyim” demişti. Fakat (İsa) onlara apaçık mucizeleri getirince, “Bu, apaçık bir sihirdir” dediler. (Saff 6) KUR’AN’DA PEYGAMBERLER ARASINDA AYRIM YAPILMAMASI Elçi, kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü’minler de. Tümü, Allah’a, meleklerine, Kitaplarına ve elçilerine inandı. “O’nun elçileri arasında hiç birini (diğerinden) ayırdetmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak Sana’dır” dediler. [Bakara Suresi (2/285] Açıklama: Yine aynı mantıkta bakarsak eğer Kuran’ı Hz. Muhammed yazmış olsa elçiler arasında en üstünü olduğunu vurgulardı. Ancak tam tersi müslümanların elçiler arasında ayrım yapmamaları Kuran’da vurgulanmıştır. Şu an sözde şeyh ve hocalar kendilerini haşa ilahlaştırırken Kuran’da bu ibarenin olması Allah sözü olduğunun bir delilidir. HZ.MUHAMMED’İN SAMİMİYETİ Ülkemizdeki bazı ateistler Hz.Muhammed’in maddi menfaatleri için bir mücadele başlattığını öne sürmektedirler. Oysa aslında Hz.Muhammed’in mücadelesindeki samimiyeti ve bu mücadelenin menfaat temelli olamayacağını en iyi anlaması gerekenler bu kesimden insanlardır. Zira, bugün nasıl ki ülkemizdeki bazı ateistler, içinde yaşadıkları toplumun yanlış gördükleri inançlarına karşı, hayatlarını riske atarak, oldukça zorlu bir mücadelenin içerisine giriyorlarsa ve bunu yaparken de maddi bir menfaat elde etmeyi değil doğru olduğuna inandıkları fikirleri yaymayı hedefliyorlarsa; aynı şekilde Muhammed peygamber de, 1400 yıl önce, Arabistan coğrafyasında, geleneklerine sıkı sıkıya bağlı, oldukça bağnaz ve muhafazakar olan bir toplumun yerleşik inançlarına karşı çıkarken, bu zorlu süreçte davasına gönülden inanmış olmalıdır.

237


Muhammed peygamberin davasındaki samimiyetini ve inanmışlığını, doğup- büyüdüğü yurdundan kaçmak zorunda kalmışken ve ölüm tehlikesi altındayken açıkça görmek mümkündür: “O vakit, inkar eden kimseler onu, ikinin ikincisi olarak çıkarmıştı. Hani o ikisi mağaradaydı; arkadaşına “Üzülme, Allah bizimle!” diyordu.” (9/40 Tevbe) Peygamberimizin Hadisi: “Ey amca! Allah’a yemin ederim ki güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler yine de bu davadan vazgeçmem, Ya Allah, bu dini hakim kılar ya da ben bu yolda yok olur giderim.” (Beyhaki, Taberi) Açıklama: Kur’an’daki ayetlerin getirdiği hükümler Hz.Peygamber’e hiçbir avantaj getirmemiştir yaşadığı dönemde,aksine dezavantajları olmuştur.Doğup büyüdüğü yerden ayrılmak zorunda kaldı,taşlandı,hakaret edildi,ölümle tehdit edildi,savaşmak zorunda kaldı ve yaralandı,suikaste uğradı.Resulullah’ın söyledikleri hep kendi aleyhinde oldu. Kur’an’ı Hz.Muhammed kendi yazmış olsa niye Allah’a atfetsin bu kitabı ,kendini ilahlaştırırdı bunu yerine böylece çok menfaat elde ederdi. KUR’AN’IN MUHATABINI DÖNÜŞTÜRÜCÜ ÖZELLİĞİ Kur’an’ın muhatabında bıraktığı müthiş bir etki vardır.Bu etki hiçbir beşeri kitapta görülemedi görülemez.Kur’an karşısındakinin entelektüel kişiliğini dönüştürmüyor.Kişinin hayata bakışını değiştiriyor. Hayatı değiştirmek ,bilgiyi değiştirmek gibi değildir. Kur’an’da inanmayanlara meydan okuyuş vardır.Yüce Allah önce Kur’an’ın bir benzerini getirin buyuruyor,sonra müşrikler bunu yapamayınca benzeri 10 sure getirin diyor,bunu da yapamayınca müşriklere yapabilirseniz benzeri 1 sure getirin buyuruyor Yüce Allah. Kur’an’daki meydan okuma lisan ile ilgili değildir.Öyle olsaydı Arapça konuşmayanlar otomatikman saf dışı kalırdı.Çünkü Kur’an evrenseldir.Yüce Allah tüm insanlığa sesleniyor.Burada ki meydan okuma Kitabın belagatı ile ilgili değil,onun muhatabını değiştirici ,dönüştürücü özelliğine dikkat çekilmekte.Gücünüz yetiyorsa tüm insanları tüm cinleri toplayın ve böyle büyük değişim kitabı meydana getirin diyor. Okuyanın,dinleyenin hayatını böyle dönüştüren bir kitap daha gelmedi gelmeyecek. Yoksa onu (Muhammed kendisi) uydurdu mu diyorlar? De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi siz de onun benzeri bir sûre getirin ve Allah’tan başka, çağırabileceğiniz kim varsa onları da yardıma çağırın.(Yunus 38)

238


Yoksa “onu (Kur’an’ı) uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi Allah’tan başka gücünüzün yettiklerini de (yardıma) çağırıp, siz de onun gibi uydurma on sûre getirin.” (Hud 13) De ki: “Andolsun, insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine de destek olsalar, yine onun benzerini getiremezler.” (İsra 88)

KUR’AN’IN HZ.MUHAMMED’İN ARZUSUNA UYMAMASI a)Beklediği durumlarda vahyin gelmemesi: Mesela ifk hadisesinde ayet olaydan bir ay sonra inmiştir. Hz. Aişe' ye atılan iftira Hz. Aîşe (r.anh)'ye münafıkların öncülüğüyle atılan iftiraya tarihte "ifk hadisesi" denmiştir. Bu iftiranın ortaya atılmasından dolayı, Hz. Aîşe (r.anh) ve Efendimiz (s.a.v.) ile birlikte bütün mü'minler derinden etkilenmişlerdir. Hz- Muhammed Aleyhi salatu vesselam bu konu hakkında yakınları ile istişarede bulunmuş ve hepsi de Hz. Aîşe (r.anha) nin lehinde konuşmuştur. İfk hadisesi, hicretin 6. yılında, Hz- Muhammed Aleyhi salatu vesselam, Müstalikoğullarına karşı düzenlediği seferin dönüşünde meydana gelen bir olay dolayısıyla patlak vermiştir. Allah Rasulü (s.a.v.) ile birlikte bu sefere katılan Hz. Aîşe, dönüş yolculuğunda, ordunun konakladığı bir yerde, tam hareket edilmek üzereyken, devesi üzerinde taşınan ve hevdec adı verilen kapalı, yuvarlak ve üstü kubbeli kafesinden def-i hacet için çıkmış ve bu arada gerdanlığını kaybetmişti. Gece karanlığında gerdanlığını ararken biraz oyalanmış ve bu arada ordu hareket etmişti. Hz. Aîşe nin dışarı çıktığını görmeyen taşıyıcılar, genç ve zayıf olan Hz. Aîşe yi içinde zannederek hevdecini deveye yükleyip yola koyuldular. Geri döndüğünde ordunun uzaklaştığını gören Hz. Aîşe, kendisini almaya gelirler umuduyla olduğu yerde beklerken uykuya daldı. Bu esnada ordunun artçılarından olan Safvan b. Muattal ismindeki sahabi, Hz. Aîşe yi görüp uyandırdı ve devesine bindirerek orduya yetiştirdi. Hz. Aîşe ile Safvan ın yalnız geldiklerini gören münafıkların reisi Abdullah b. Übey, onlar hakkında iftiraya başladı. Buna alet olan birkaç kişinin katılımıyla iftira ve dedikodu yayılmaya başladı. Olayın gerçek mahiyetinden haberdar olmayan sevgili Peygamberimiz ailesiyle ilgili dedikodulardan son derece rahatsız oldu. Kendisine yapılan iftirayı duyan Hz. Aîşe de Hz. Peygamber’ in izniyle babasının evine gitti ve üzüntüsünden günlerce ağladı. Bu olaydan bir ay sonra Hz. Aişe’ nin suçsuz olduğunu bildiren ayetler geldi. Bu ayetlerde, yapılan dedikoduların tamamen asılsız ve iftira olduğu bildirildi.

239


Açıklama: Ateistlerin ,deistlerin,Yahudilerin,Hıristiyanların iddiasına göre Hz.Peygamber Kur’an’ı kafadan uydurdu menfaat için. Böyle sıkıntılı ,kişileri zan altında bırakan bir olay karşısında Hz.Muhammed neden bir ayet bir sure yazmamıştır diye Kur’an inkarcılarına soruyorum.Vahiy ,bu olaydan 1 ay sonra gelmiştir.Şayet Hz.Peygamber yazsaydı kitabı niçin beklesin bu kötü olay karşısında, 1 saat, 1 gün,1 hafta içinde ayet ile sure ile inkarcılara cevap verebilirdi. b)İlk Vahyin Gelişinden Sonra Vahyin Kesilmesi Resûlullah Efendimiz, ilk vahyin gelmesinden çok zaman geçmeden, bir hâdise ile karşı karşıya geldi: İnkıta-ı Vahy hadisesi. Yâni vahyin kesilmesi... Sebebi (şöyle veya böyle) izah edilmiş olmakla beraber, beşeri aklımızla hikmetini tam kavrayamadığımız bu hâdise karşısında Peygamber Efendimizin tekrar büyük bir sıkıntı ve üzüntü duyduğu fark ediliyordu. Öyle ki, âdetâ dünya kendisine dar gelmekteydi ve bu dar dünyadan kurtulmak istemekteydi. Bu esnâda Cebrâil veya İsrafil (a.s.) teselli için birkaç sefer kendilerine görünmüşlerdir.1 Allah Resûlü tam kırk gün bu üzüntü ile karşı karşıya kaldı. Dünya, "Dârü'l-Hikmet" olması sebebiyle onda her şey şüphesiz hikmetle cereyan etmektedir. Aklımızın küçücük terazisiyle biz, bazen bu gibi hâdiselerin sebep ve hikmetlerini yakalarız, bazen de yakalamamız mümkün olmaz. Ama, sebep ve hikmetini bilmeyişimiz, elbette hâdiselerin hikmetsiz cereyan ettiklerine hiç bir zaman delil olmaz. Hele, peygamberlik gibi her şeyi hikmet kalemiyle programlanmış bir vazifenin içine elbette hikmetsizliğin girmesine imkân ve ihtimal yoktur. Bu yüzden, vahyin bir ara kesilmesi hâdisesi şüphesiz birçok sebep ve hikmetlere binaen cereyan etmiştir. Fakat, biz hikmetlerin künhüne vâkıf değiliz. Bununla birlikte meseleye çeşitli izah tarzı getirenler de vardır. Bu görüşleri şöylece hülâsa etmek mümkündür: 1) Allah Resûlü ilk vahiy karşısında fazla telâş duymuş ve ruhu âdeta vahyin ağırlığıyla sarsılmıştır. Bu durumda ruhunun ve sair latifelerinin biraz sükûn bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hâdise vuku bulmuştur. 2) Ruh-u Ahmed'in (a.s.m.) ıztırap ve elemlere dayanmaya şimdiden alıştırılması. 3) Vahye, daha fazla iştiyak duymasını temin etmek.2 - Vahyin tekrar gelmeye başlamasını Peygamberimiz (s.a.v.) nasıl anlatmaktadır? Kırk günlük bir aradan sonra Peygamber Efendimize vahiy tekrar gelmeye başladı. Vahyin tekrar gelmeye başlaması hâdisesini bizzat kendileri şöyle anlatmışlardır: "Bir gün giderken, âniden, gökyüzünde bir ses işittim. Başımı kaldırıp baktığımda Hîra'da bana gelen Meleği (Cebrâil) yerle gök arasında bir kürsü üzerinde oturmuş

240


gördüm. Ürpererek yere çöktüm. Evime dönüp, 'Beni örtünüz, beni örtünüz.' dedim. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi: "Ey elbisesine bürünen! Kalk ve insanları Allah'ın azâbından sakındır. Rabbini büyük tanı. Elbiseni temiz tut. Azâba sebep olacak günahlardan uzak dur."3 "Artık, vahiy gelmeye başladı ve ardı arası kesilmedi."4 Vahy tekrar gelmeye başlayınca, Resûl-i Kibriya Efendimizin ruhundaki sıkıntılar dindi; iç âlemi huzur ve sükûna kavuştu. Açıklama: Hz.Muhammed kendi uydurmuş olsa Kur’an’ı neden davasına yeni başladığında kendisini zor durumda bıraksın vahyi kesintiye uğratarak.Muhatapları onunla alay etmişlerdir.Rabbi Muhammed’i terk etti diyerek üzmüşlerdir.Eğer ki Hz. Peygamber kendisi yazsa Kur’an’ı niye muhataplarının eline büyük bir koz versin.Müşrikler ,Resulullah ile alay ederlerken sıkıntı verirlerken hemen uydurabilirdi ayetleri, sureleri eğer ki kendisi yazsaydı.Ancak, hiç şüphesiz Kur’an Yüce Allah’tan gelen bir vahiy ürünüdür. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Kur’an Allah'ın Sözüdür Bu kitapta sonuç bölümüne kadar incelediğimiz tüm bilgiler, bizlere açık bir gerçeği göstermektedir: Kur’an öyle bir kitaptır ki, içinde verilen haberlerin hepsi doğru çıkmıştır ve çıkmaktadır. Bilimsel konularda, geçmişten ve gelecekten verilen haberlerde ya da matematiksel şifrelemelerde o dönemde hiçbir insan tarafından bilinemeyecek gerçekler ayetlerde haber verilmiştir. Bu bilgilerin o dönemin bilgi düzeyiyle ve teknolojisiyle edinilmesi mümkün değildir. Elbette ki bu durum, Kuran'ın insan sözü olamayacağının apaçık bir ispatıdır. Kur’an, herşeyi yoktan var eden ve ilmiyle tüm varlıkları kuşatan Yüce Allah'ın sözüdür. Allah bir ayetinde, Kuran'la ilgili olarak, "... Eğer o, Allah'tan başkasının Katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok çelişkiler bulacaklardı" (Nisa Suresi, 82) buyurmaktadır. Kur’an'ın içinde yer alan her bilgi, bu İlahi kitabın bilinmeyen gizli mucizelerini ortaya koymaktadır. İnsana düşen ise, Allah'ın indirdiği bu İlahi kitaba sımsıkı sarılmak ve onu kendisine yol gösterici olarak kabul etmektir. Allah, Kur’an'da bizlere şöyle bildirir: Bu Kur'an, Allah'tan başkası tarafından yalan olarak uydurulmuş değildir. Ancak bu, önündekileri doğrulayan ve Kitabı ayrıntılı olarak açıklayandır. Bunda hiç şüphe yoktur, alemlerin Rabbidendir. Yoksa: "Bunu kendisi yalan olarak uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Bunun benzeri olan bir sure getirin ve eğer gerçekten doğru sözlüyseniz Allah'tan başka çağırabildiklerinizi çağırın." (Yunus Suresi, 37-38) İşte bu Kur’ân da, indirdiğimiz kutlu bir kitaptır. Artık ona tâbi olun, inkâr ve isyandan sakının ki rahmete nail olasınız. (Enam Suresi, 155)

241


KUR’AN’IN ALLAH’TAN GELDİĞİNİN DELİLLERİ BAŞLIKLAR -İtab Ayetleri (Uyarı,Azarlama ayetleri) -Kur’an’daki Matematiksel Ahenk -Kur’an’da 19 Kod Sistemi -Kur’an’daki Gelecek İle İlgili Ayetler -Kur’an’ın Geçmiş Dönemlerle İlgili Haberleri -Bilimsel Gerçeklere İşaret Eden Ayetler -Kur’an ve Hadis Dilinin Farklı Olması -Hz.Muhammed’in Ümmi Oluşu -Kur’an’ın Çelişkisiz oluşu -Kur’an’ın Benzerinin Yazılamaması -Kur’an’ın Tüm Nüshalarındaki Tutarlılık -Kur’an’ın Kolayca Ezberlenebilmesi -Kur’an’ın Farklı Bilimlerden ve Disiplinlerden Bahsetmesi -Hz.Muhammed’in Tevrat ve İncil’de Müjdelenmesi -Teheccüd Namazının sadece Hz.Muhammed’e Farz olması -Hz.Muhammed’in savaşta bile Namaz kılması -Hz.Muhammed’den Kur’an’da Sade bir İnsan olarak bahsedilmesi -Kur’an’da Peygamberler Arasında Ayrım Yapılmaması -Hz.Muhammed’in Davasındaki Samimiyeti -Kur’an’ın Muhatabını Dönüştürücü Özelliği -Kur’an’ın Hz.Muhammed’in Arzusuna Uymaması

242


KAYNAKÇA Kitaplar ve makaleler Caner Taslaman, Kur’an ve Bilim Caner Taslaman ,Allah’ın Varlığının 12 Delili Emre Dorman ,Modern Bilim Tanrı Var Harun Yahya ,Kur’an Mucizeleri 1,2,3 Harun Yahya,Kur’an Bilime Yol Gösterir Said Alpsoy ,Kur’an En Büyük Mucize Said Alpsoy,Allah’ın Varlık Delilleri Adem Yakup ,Evrendeki Mucizeler Adem Yakup ,Kur’an Mucizeleri Heyet ,Kur’an Hiç Tükenmeyen Mucize Maurice Bucaille ,The Qur'an and Modern Science İnternet siteleri kuranmucizeleri.com derindusun.com netdeliller.com kurandaceliskiolmaz.com mucizeler.com suffagah.com seyrangahtv.com sorularlaislamiyet.com islamustundur.com harunyahya.org canertaslaman.com ademyakup.com sorgulayanmusluman.com ateistlerecevap.org ateistsavar.com islammucizeleri.blog mealler.org kuranmeali.org islamreligion.com quranandscience.com whyislam.com onereason.org dusunenmusluman.com

243


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.