419330 (1)

Page 1

T.C. KAHRAMANMARAġ SÜTÇÜ ĠMAM ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ TEMEL ĠSLAM BĠLĠMLERĠ ANA BĠLĠM DALI

ĠMAM RABBANĠ’NĠN MEKTUBÂT’INDA MEZHEPLERĠN TASNĠFĠ

Süleyman YALMAN

YÜKSEK LĠSANS TEZĠ

KAHRAMANMARAġ ARALIK-2015


T.C. KAHRAMANMARAġ SÜTÇÜ ĠMAM ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ TEMEL ĠSLAM BĠLĠMLERĠ ANA BĠLĠM DALI

ĠMAM RABBANĠ’NĠN MEKTUBÂT’INDA MEZHEPLERĠN TASNĠFĠ

DanıĢman : Doç. Dr. Ahmet AK Jüri : Doç. Dr. Recep ARDOĞAN : Yrd. Doç. Dr. Muhyettin ĠĞDE

Süleyman YALMAN

YÜKSEK LĠSANS TEZĠ

KAHRAMANMARAġ ARALIK-2015


KAHRAMANMARAġ SÜTÇÜ ĠMAM ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ TEMEL ĠSLAM BĠLĠMLERĠ ANA BĠLĠM DALI

ĠMAM RABBANĠ’NĠN MEKTUBÂT'INDA MEZHEPLERĠN TASNĠFĠ

Süleyman YALMAN

YÜKSEK LĠSANS TEZĠ Kod No : Bu Proje 21 / 12 / 2015 Tarihinde AĢağıdaki Jüri Üyeleri Tarafından Oy Birliği / Oy Çokluğu ile Kabul EdilmiĢtir.

Doç.Dr. Ahmet AK BAġKAN

Doç. Dr. Recep ARDOĞAN ÜYE

Yrd. Doç. Dr. Muhyettin ĠĞDE ÜYE

Yukarıdaki imzaların adı geçen öğretim üyelerine ait olduğunu onaylarım.

Doç. Dr. Abdullah SOYSAL Enstitü Müdürü

Not: Bu tez ve projede kullanılan özgün ve baĢka kaynaktan yapılan bildiriĢlerin, çizelge, Ģekil ve fotoğrafların kaynak gösterilmeden kullanımı, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunundaki hükümlere tabidir.


KAHRAMANMARAġ SÜTÇÜ ĠMAM ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ TEMEL ĠSLAM BĠLĠMLERĠ ANA BĠLĠM DALI ÖZET YÜKSEK LĠSANS TEZĠ ĠMAM RABBANĠ’NĠN MEKTUBÂT’INDA MEZHEPLERĠN TASNĠFĠ

Süleyman YALMAN DanıĢman

: Doç. Dr. Ahmet AK

Yıl

: 2015, Sayfa: 125+VI

Jüri

: Doç. Dr. Ahmet AK (BaĢkan) : Doç. Dr. Recep ARDOĞAN (Üye) : Yrd. Doç. Dr. Muhyettin ĠĞDE (Üye)

Ġmam Rabbani, tasavvuf ve kelam alanında meĢhur bir âlimdir. O, Babürlü Ġmparatorluğu’nun iki meĢhur hükümdarı Celaleddin Ekber ġah (1556-1605) ve oğlu Selim Cihangir ġah (1605-1627) dönemlerinde yaĢamıĢtır. “Din-i Ġlahi” adında yeni bir din ihdas edilerek Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancının yok edilmeye çalıĢıldığı bir dönemde kaleme aldığı eserleri ve yazdığı mektupları sayesinde tecdit ve irĢat faaliyetlerini devam ettirmiĢtir. YapmıĢ olduğu irĢadî çalıĢmalarında doğrudan hükümdarları hedef almadan ona yakın olan insanlar vasıtasıyla irĢat ve ıslah için çalıĢmıĢtır. Bizce takdir edilen en güzel yönlerinden birisi de o dönemde Ġslamı iyi anlayıp yaĢayan talebeler yetiĢtirerek meseleye dolaylı yönden müdahele etmesidir. Bu çalıĢmamızda, önce Ġmam Rabbani’nin hayatı, hocaları, talebeleri, takipçileri ve eserleri incelenmektedir. Daha sonra, Ġmam Rabbani’nin mezhepleri tasnif ediĢi, özellikle Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat görüĢü ele alınacaktır. Ehl-i Sünnet görüĢünün de temelini oluĢturan iman, uluhiyyet, nübüvvet ve ahiret konuları anlatılacaktır. Anahtar Kelimeler: Ehl-i Sünnet, Ġmam Rabbani, Mektubât, Ġslam Mezhepleri

I


KAHRAMANMARAġ SÜTÇÜ ĠMAM UNIVERSITY INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCES BASIC SCIENCES DEPARTMENT OF ISLAM ABSTRACT MA THESIS

THE CLASSIFICATION OF THE SECTS IN THE LETTERS OF IMAM RABBANI Süleyman YALMAN Supervisor

: Assoc. Prof. Dr. Ahmet AK

Year : 2015, Pages: 125+VI Jury : Assoc. Prof. Dr. Ahmet AK (Chairperson) : Assoc. Prof. Dr. Recep ARDOĞAN (Member) : Assist. Prof. Dr. Muhyettin ĠĞDE (Member)

Imam Rabbani, is a famous scholar in the field of mysticism and theology. He lived in the period of the two famous rulers of Babur Empire, Jalaluddin Akbar Shah (1556-1605) and his son Selim Shah Cihangir (1605-1627). He continued to renewal and guidance activities owing to his works and the letters he wrote at a time when attempting to destroy the faith of Ahl al-Sunnah wal Jamaah with establishing a new religion name with "Din-i Ġlâhî". In his guidance activities, he didn't take aim at the rulers. He worked for guidance and improvment of rulers by the people who have close relationship. According to us, one of the best way of him to appreciate in his period is the educating the students who can understand and live the Ġslam. Also he intervened the events indirectly. In this study, first Imam Rabbani's life, teachers, students and followers and his works are studied. Then we will deal with Ġmam Rabbani's denominations classification and especially the Ahl al-Sunnah wal Jamaah views. Also the subjects, faith, godhead, prophecy and afterlife will be discussed. Keywords: Ahl al-Sunnah, Ġmam Rabbani, Letters, Sects of Ġslamic

II


ÖN SÖZ Ġmam Rabbani, Babürlü Ġmparatorluğu hâkimiyeti altındaki Hindistan’ın Serhend Ģehrinde 1564 yılında dünyaya geldi. 1624 yılında vefat etti. Hz. Ömer’in (r.a) soyundan geldiğinden dolayı kendisine Fârûkî lakabı verilen Ġmam Rabbâni, Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed-ül Faruk-ı es-Serhendî olarak bilinmektedir. Onun yaĢadığı dönem, Ġslam dininin hükümlerinin değiĢtirildiği, “Din-i Ġlahi” adında yeni bir din ihdas edildiği, Ġslam âlimlerinin kıymetinin gayr-ı müslim bilginlerinin kıymetinden daha az olduğu, saraydaki vazifelere gayr-ı müslimlerin ve Hindûların getirildiği, Ebu’l- Fadl ve diğer saray uleması tarafından, Hz. Allah’a inanmak için peygambere inanmanın Ģart olmadığının ileri sürüldüğü bir dönemdir. Yine bu dönem, “zemin pus” diye tabir edilen, padiĢahın huzuruna çıkıldığı zaman yapılan secde etme Ģeklinin kanunlaĢtırıldığı ve bunun neticesi olarak da Ġmam Rabbani’nin üç yıl Guvalyâr kalesinde hapsedildiği bir zamandır. Ġmam Rabbani, iĢte böyle bir dönemde İsbatü’n-Nübüvvet isimli eserini kaleme almıĢtır. Dinî, tasavvufi ve siyasi görüĢlerini yaymak için tebliğ amaçlı mektuplar yazmıĢtır. YazmıĢ olduğu mektupları ile zamanın padiĢahını ve yöneticilerini yanlıĢ hareketlerinden dolayı uyarmıĢtır. Talebelerinden ġeyh Bedîuddin’i nasihat yapmak üzere ordu içerisinde vazifelendirmiĢtir. O dönemde talebelerine ve sevenlerine göndermiĢ olduğu mektuplarında Ģu iki hususa dikkat çekmiĢtir. Birinci olarak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin görüĢleri doğrultusunda inancını düzeltmek, ikinci olarak da fıkhî hükümlerin icap ettirdiği Ģekilde amel etmektir. Çünkü ona göre inanç konularının birisinde bir noksanlık söz konusu olursa, uhrevî kurtuluĢtan ebedî mahrumiyet söz konusu olur. Ġmam Rabbani, Seyyid Ferid’e göndermiĢ olduğu birinci cilt yüz doksan üçüncü mektubunda, inançların düzeltilmesi noktasında Ġmam TürpüĢtî’nin (ö. 661/1363) yazdığı el-Mu’temed fi’l-Mutekâd isimli eserinin, Ehl-i Sünnet inancı ile alakalı güzel ve anlaĢılır bir risale olduğunu fakat uzun delillere girdiği için kendisinden istifade edilmesinin çok zor olacağını anlatır. Bu nedenle Ġmam Rabbani, bu konu ile alakalı sadece Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancını içeren ve kolay anlaĢılabilecek bir eser yazmak istediğinden bahseder. Hatta yazdıktan sonra hizmet için talebelerine dağıtacağını da söyler. Ancak bu zamana kadar kayıtlarda Ġmam Rabbani’nin böyle bir

III


eserine ulaĢılamamıĢtır. Bununla birlikte, bu görüĢlerinin Mektubât eserinde mevcut olduğu kanaatindeyiz. Biz de çalıĢmamızda Ġmam Rabbani’nin bu düĢüncesinden yola çıkarak, Mektubât’ında yazmıĢ olduğu, mezheplerle ilgili görüĢlerini bir araya getirmeye çalıĢacağız. Özellikle onun Ehl-i Sünnet’in temel inanç noktalarını oluĢturan iman, uluhiyyet, nübüvvet ve ahiret hakkındaki görüĢlerini ele alacağız. Bununla beraber Ehl-i Sünnet dıĢında kalan diğer fırkalara da yer vereceğiz. BaĢlıca Mu’tezile, ġîa, Havâriç, Mürcie, MüĢebbihe ve Cebriye’nin inanç esaslarını ele alarak, Ġmam Rabbani’nin bu husustaki görüĢlerini tarafsız bir Ģekilde ortaya koyacağız. AraĢtırmamızda ortaya koyacağımız Ġmam Rabbani’nin görüĢlerinin, o dönemdeki Ehl-i Sünnet’in ve diğer fırkaların daha iyi anlaĢılmasına katkı sağlayacağı kanaatindeyiz. Ayrıca Ġmam Rabbani’nin ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancının doğru anlaĢılmasının, Müslümanların sağlam bir din inancına kavuĢmalarına katkı sağlayacağını düĢünmekteyiz. AraĢtırmamız, dört bölüm ve sonuçtan meydana gelmektedir. Birinci bölümde öncelikle konunun önemi ve sınırlandırılması, izlenecek metot ve kaynak kriterleri üzerinde durulacaktır. Daha sonra Ġmam Rabbani’nin yaĢadığı döneme Mezhepler Tarihi açısından bakarak bir değerlendirme yapılacaktır. Ġkinci bölümde konu ile ilgili daha önce yapılmıĢ olan çalıĢmalara yer verilecektir. Üçüncü bölümde Ġmam Rabbani’nin hayatı, hocaları, talebeleri ve takipçileri ile yazdığı eserlerine yer verilecektir. Dördüncü bölümde Ġmam Rabbani’ye göre Ġslam mezheplerinin tasnif ediliĢi ele alınacaktır. Bu bölümde Ġmam Rabbani’ye göre Ehl-i Sünnet’in önemi ve temel görüĢlerinin yanı sıra Ehl-i Bidat’ın kısımları ve görüĢleri ele alınacaktır. Konunun tesbit edilmesinde ve çalıĢmamızın her safhasında beni teĢvik ederek her konuda fedakârlık gösterip, desteklerini esirgemeyen baĢta danıĢman hocam Doç. Dr. Ahmet AK olmak üzere, bütün hocalarıma ve katkıda bulunan herkese teĢekkürlerimi arz ederim.

Süleyman YALMAN ARALIK-2015

IV


ĠÇĠNDEKĠLER ÖZET ............................................................................................................................. I ABSTRACT...................................................................................................................... II ÖN SÖZ ...................................................................................................................... III ĠÇĠNDEKĠLER ................................................................................................................ V KISALTMALAR LĠSTESĠ ............................................................................................. V 1. GĠRĠġ ........................................................................................................................ 1 1.1. Konunun Önemi, Amacı ve Sınırları .................................................................... 1 1.2. Metodu .................................................................................................................. 2 1.3. Kaynakları ............................................................................................................. 2 1.4. Ġmam Rabbani’nin YaĢadığı Döneme Mezhepler Tarihi Açısından Kısa Bir BakıĢ...................................................................................................................... 2 2. KONUYLA ĠLGĠLĠ ÖNCEKĠ ÇALIġMALAR ......................................................... 20 3. ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMÎ ġAHSĠYETĠ ................... 22 3.1. Hayatı ................................................................................................................... 22 3.1.1. Ġsmi ve Nesebi ........................................................................................... 22 3.1.2. Doğumu ..................................................................................................... 24 3.1.3. Tahsil Hayatı ............................................................................................. 24 3.1.4. Vefatı ......................................................................................................... 27 3.2. Ġlmi ġahsiyeti ve Ġslam DüĢüncesindeki Yeri ve Önemi .................................... 29 3.2.1. Hocaları ..................................................................................................... 29 3.2.2. Talebeleri ve Takipçileri ........................................................................... 33 3.3. Eserleri ................................................................................................................ 42 4. ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ ............................................ 46 4.1. Ehl-i Sünnet......................................................................................................... 50 4.1.1. Ġmam Rabbani’nin Mektubat’ında Ehl-i Sünnet’in Tanımı ...................... 50 4.1.2. Ġmam Rabbani’nin Mektubat’ında Ehl-i Sünnet’in Alametleri ................ 53 4.1.3. Ġmam Rabbani’nin Mektubat’ında Ehl-i Sünnet’in Önemi....................... 67 4.1.4. Ġmam Rabbani’nin Mektubat’ında Ehl-i Sünnet’in Temel GörüĢleri ....... 72 4.1.4.1. Ġman ................................................................................................. 73 4.1.4.2. Uluhiyyet .......................................................................................... 80 4.1.4.3 Nübüvvet ........................................................................................... 85 4.1.4.4. Ahiret ............................................................................................... 97 4.2.Ehl-i Bidat .......................................................................................................... 101 4.2.1. Mu’tezile ................................................................................................. 101 4.2.2. Cebriyye .................................................................................................. 104 4.2.3. MüĢebbihe ............................................................................................... 105 4.2.4. Havâric .................................................................................................... 106 4.2.5. Mürcie ..................................................................................................... 107 4.2.6. Revâfız .................................................................................................... 107 5. SONUÇ VE TARTIġMA ......................................................................................... 120 KAYNAKLAR ............................................................................................................. 123 ÖZGEÇMĠġ

V


KISALTMALAR LĠSTESĠ

Ans.

: Ansiklopedi

a.s.

: Aleyhisselam

b.

: Ġbn(Oğlu)

c.

: Cilt

c.c.

: Celle Celalühü

H.

: Hicri

hz.

: Hazreti

k.s.

: Kuddise sirruh

M.

: Miladi

nr.

: Numara

r.a.

: Radiyallahü anh

r.anha: Radiyallahü anha s.

: Sayfa

s.a.v. : Sallallahü aleyhi ve sellem trc.

: Tercüme

tsz.

: Tarihsiz

ö.

: Ölüm

vb.

: Ve benzeri

VI


GĠRĠġ

Süleyman YALMAN

1. GĠRĠġ 1.1. Konunun Önemi, Amacı ve Sınırları Tüm bilim dallarında olduğu gibi Ġslam mezhepleri tarihi alanında da doğru bilgiye ulaĢmak ayrı bir önem taĢımaktadır. Mezheplerin teĢekkül ettiği dönemlerde Ġslam âlimleri, mezhepler hakkında birçok eser yazmıĢlardır. Ġslam tarihinde Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hayatta olduğu dönemde sahabe-i kiram, karĢılaĢtıkları sorunlarda Rasulullah Efendimiz’e (s.a.v.) müracaat ederek iyinin ve doğru olanın ne olduğunu öğrenme imkânına sahiptiler. Onun için dinî meselelerde ihtilaf ve farklı görüĢ mümkün değildi. Ancak Rasulullah Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra vahyin kesilmesi ve fetihler neticesinde Ġslam devletinin geniĢleyerek farklı kültürden insanlarla karĢılaĢmalar sonucunda yeni fikirlerin ortaya çıkması ile Müslümanlar arasında farklı görüĢler oluĢmaya baĢladı. Ġlk önemli ihtilaflar temel ilahiyat konularında görüldü. Hicri dördüncü asra doğru ihtilafların çoğalması neticesinde akait konuları daha geniĢ açıdan tartıĢılmaya baĢlandı. Hicri ikinci bin yıla gelindiğinde Hindistan’da kurulmuĢ olan Babürlü Ġmparatorluğu’nun iki büyük hükümdarı olan Celaleddin Ekber ġah ve oğlu Selim Cihangir ġah, Ġslam dininde büyük tahrifatlar ve yıkımlar yaparak Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat inancının tamamen yok olması için çalıĢmalar yapmıĢlardır. “Din-i Ġlahi” adında yeni bir din ihdas edilerek bütün dinler birleĢtirilmiĢ ve Ġslam dini ortadan kaldırılmak istenmiĢtir. Buna bağlı olarak o günün bazı âlimleri, Allah’a iman etmek için peygambere imanın gerekli olmadığını ileri sürerek imanın ikinci Ģartı olan nübüvvet inancını da yok etmeye çalıĢmıĢlardır. Ġmam Rabbani, bu dönemde yazdığı eserleri ve gönderdiği mektupları ile tecdit vazifesini icra etmiĢtir. Yazdığı mektupların bir kısmını talebelerine, bir kısmını da idarede bulunan insanlara göndermiĢtir. Ġdaredeki insanları yanlıĢ hareketlerinden dolayı uyarmıĢtır. Ġdareyi direk hedef almadan, bir taraftan idareye karĢı gelinmemesini anlatırken diğer taraftan yetiĢtirdiği talebeleri belirli yerlere yerleĢtirerek onlar vasıtası ile irĢat ve tecdit hareketlerini sürdürmüĢtür. ĠĢte bu sebepten Ġmam Rabbani, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat inancının unutulduğu, dinî hükümlerin tahrif edildiği ve hurafelerin çoğaldığı bir dönemde Ġslam’ı hurafelerden arındırıp, tecdit ederek ilk dönemdeki safiyetine yaklaĢtırmıĢtır. Bu yüzden o, Müceddid-i Elf-i Sâni ismiyle meĢhur olmuĢtur. Bu bakımdan Ġmam Rabbani’nin mezhepler hakkındaki görüĢlerinin bilinmesi önemlidir.

1


GĠRĠġ

Süleyman YALMAN Bu zamana kadar Ġmam Rabbani’nin mezhepleri tasnif ediĢi ile alakalı müstakil

bir çalıĢma yapılamamıĢtır. Bizim bu çalıĢmamızda; Ġmam Rabbani’nin mezhepleri tasnif ediĢi ve mezhepler hakkındaki görüĢleri, hususi ile de Ehl-i Sünnet’e bakıĢı ve Ehl-i Sünnet’in görüĢlerini izah ediĢi anlatılarak ilim dünyasına katkıda bulunulacaktır. Bu çalıĢmamızı yaparken Ġmam Rabbani’nin Mektubât’ı ile sınırlandırdık. Zira Ġmam Rabbani, söz konusu mektuplarında Ġslam mezheplerinin özellikle de Ehl-i Sünnet’in görüĢlerini açıkça ifade etmektedir. 1.2. Metodu Bir araĢtırmada doğru bilgiye ulaĢabilmenin ve o bilginin güvenilir olmasının Ģartı, öncelikle uygun bir metoda ve teknik bilgilere bağlıdır (Ak, 2009: 13). Bu sebeple araĢtırmamızda, Ġslam mezhepler tarihine ait yöntem ve teknikler esas alınmıĢtır. Bu araĢtırmada tasvir metodu kullanılacaktır. Bu metodu kullanırken de Ģahıslar ve fikirler üzerinde derinleĢme prensibinden istifade edilecektir. Bu yöntem ve tekniklere göre Ġmam Rabbani’nin, mezhepleri tasnifi ve onlara bakıĢı, bu husustaki görüĢleri objektif olarak ortaya konulmaya çalıĢılacaktır. 1.3. Kaynakları Ġyi bir araĢtırma yapmanın diğer bir Ģartı da sağlam ve güvenilir kaynaklara dayanmasıdır (Kütükoğlu, 1994: 31). Bu bakımdan araĢtırmamızda güvenilir ve sağlam kaynakların kullanılmasına özen gösterilmiĢtir. Tezimizde esas olarak Ġmam Rabbani’nin Mektubât’ını kullanacağız. Ancak bu eseri Ġmam Rabbani’nin eserleri bölümde geniĢce ele alacağımız için burada ayrıntıya girmiyoruz. Bununla birlikte, Ġslam mezhepleri tarihinin genel kaynaklarından olan ġehristânî’nin Milel ve Nihal ile Ebû’l-Hasen el-EĢ’arî’nin Makâlâtü’l-İslâmiyyîn ve İhtilâfü’l-Müsallîn gibi eserlerinden de istifade edeceğiz. 1.4. Ġmam Rabbani’nin YaĢadığı Döneme Mezhepler Tarihi Açısından Kısa Bir BakıĢ Ġmam Rabbani (ö.1034/1624), Hindistan’da kurulup 1526-1837 tarihleri arasında hüküm süren Bâbürlü Ġmparatorluğu’nun iki güçlü idarecileri olan Celaleddin Ekber ġah (1556-1605) ile oğlu Selim Cihangir ġah (1605-1627) döneminde yaĢamıĢtır. Ekber ġah, babasının Hümayun’un ülkesinden kaçarak Omerkut racasına sığındığı ve rakiplerinden kaçarken esir düĢtüğü 1542 yılında doğmuĢtur. Bazen babası ile bazen 2


GĠRĠġ

Süleyman YALMAN

düĢmanlarının elinde kalarak büyümüĢtür. Celaleddin Ekber ġah, Ģehzade olarak büyümesine rağmen iyi bir eğitim görmediği gibi babasının ders vermesi için tuttuğu hocaları da dinlememiĢtir. Bu yüzden okuma-yazmayı öğrenmeden idareci olduğu söylenir. Onun bu eksikliği ülke içerisinde bir takım siyasi ve kültürel yaralanmalara sebep olmuĢtur (Özgen, 2012: 23, Özgen, 2007: 21, Cebecioğlu, 1999: 66). Ekber ġah, on yaĢında tahta çıkmıĢtır. Kendisi çok tecrübesiz olduğundan babasının adamlarından Bayram Han, atabey olarak tayin edilmiĢtir. Ekber ġah’ın idarede gösterdiği ilk faaliyeti, kendisine isyan ederek Agra ve Delhi Ģehirlerini istila eden veziri Hemu’yu Bayram Han’ın desteği ile yenmiĢtir. Bu Ģekilde Kuzey Hindistan’daki Türk hâkimiyetini yeniden kurmuĢtur. Bu günlerde devleti tek baĢına yönetebileceğine inanarak Bayram Han’ı görevinden almıĢtır (Özgen, 2007: 21-22). Ekber ġah, ÇiĢtiye tarikatı Ģeyhlerinden Selim ÇiĢti’nin her sene ziyaretine giderdi. 1562 yılındaki ziyaretinde Racputların ileri gelenlerinden Amber racası Bihar Mall’i ile beraber gitti. Sonra da onun kızı ile evlendi. Oğlu Cihangir bu kadından doğmuĢtur. Bu evlilik, Müslümanlarla problemli olan Racputlarla Ekber ġah arasında yakınlaĢmanın baĢlangıcı olmuĢtur (Özgen, 2007: 22). Ekber ġah, 1568 yılında batıda Çitor Kalesi’ni fethetti. Bu fethin ÇiĢtiye tarikatı Ģeyhinin bereketi ile olduğuna inandığı için teĢekkür olarak Çitor’dan Fetihpur’a yürüyerek gitmiĢtir. Bu yıllarda Ekber ġah, Bikanir ve Ceyselmir racaları hanedanlarından kızlarla evlenmiĢtir. Bu evlilikler sebebiyle Racputlar, Babürlü Ġmparatoru’nun destekçisi olmuĢlardır. Ekber ġah’ın, politik sebeplerle Hindû kadınlarla evlenmesi, o dönemde Ġslam ülkelerinde kabul görmüĢ ancak evlendiği kadınların dinî adetlerini benimsediği için hoĢ karĢılanmamıĢtır (Özgen, 2007: 23). Ekber ġah, 1572 yılında ülkesine egemen olmuĢ, vali ve komutanlarından kendisine karĢı çıkacak kimse kalmamıĢtı. 1576 yılında Bengal eyaletini de almakla Hindistan topraklarının büyük bir kısmının hâkimi oldu. Kendisinde büyük değiĢiklikler görülmeye baĢlandı. Bunun sebebi olarak da temelde alamadığı dinî eğitim boĢluğu, elde ettiği zaferlerin sarhoĢluğu ve sarayda kendisinden dünyevi fırsat ve imkânlar elde etmeye çalıĢan din âlimlerinin dalkavukça tavırları düĢünülebilir. Bu dönemde Ekber ġah’ın Ehl-i Sünnet’e karĢı bilinçsiz inancı, kendisini yeni inanç arayıĢları içine itmiĢtir. Bir ara ġuttâriye tarikatı lideri ġeyh Muhammed Kuvalyârî’ye (ö.970/1563) intisap etmiĢ ama kısa zamanda onu bırakmıĢtır. Yine o yıllarda Ġbn Arabî (ö.638/1240) ve Abdulkerim el-Cili’den (ö.832/1428) etkilenen ġeyh Taceddin ile tanıĢmıĢtır. Onların 3


GĠRĠġ

Süleyman YALMAN

mükemmel insan (insan-ı kâmil) mefhumundan yola çıkarak, bunun kendisine yakıĢtığını yaymak istemiĢtir. ġeyh Taceddin, bazı ayet ve hadisleri değiĢtirerek insan-ı kâmil ifadesinin zamanın halifesine yakıĢtığını anlatmaya baĢlamıĢtır. Buna bağlı olarak padiĢahın huzuruna çıkıldığı zaman “Zemin Pus” diye tabir edilen bir secde Ģekli icat edilmiĢtir. Bu secde Ģekli halk arasında büyük tepkiye sebep olduğu için sadece saray erkânına mahsus olarak sınırlandırılmıĢtır. Yine aynı Ģeyh Taceddin, Ekber ġah’a ihtiyaçlar kıblesi manasında “ Kıble-i Hâcât” veya istekler kıblesi manasında “Kâbe-i Murâdât” ismini vermiĢtir. Hatta bu mevzu ile alakalı hadisler bile uydurmuĢtur. Bu dönemde Ekber ġah, güçlü olduğunu isbat etmek için Cuma hutbesini bile okumayı denemiĢ ancak baĢaramayıp minberden inmiĢtir (Özgen, 2007: 23-24). Ekber ġah, 1578 yılında biraz daha ileri giderek Cuma hutbelerinden Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) isminin çıkarılmasını emretti. Bunun sebebi, o günlerde bazı âlimlerin, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) tebliğinin üzerinden bin yıl geçtiğini ve artık geçerli olmayacağına dair bir iddiayı ortaya atmalarıdır. Ekber ġah bu dönemden sonra, diğer âlimlere Ġslam âlimlerinden daha fazla itibar eder hale gelmiĢti. Hindistan’da bulunan diğer dinlere ilgisi artmıĢ, Ġslam’a ilgisi azalmıĢtı. Mesela Goa’dan misyonerler getirtmiĢ, oğluna Hıristiyanlardan ders aldırtmıĢ ve Ġncilleri Farsçaya tercüme ettirmiĢtir. Saltanatının yirmi beĢinci yılında, alnında Hindûların iĢaretiyle görülmüĢ ve sarayında Hindû ayinleri baĢlatmıĢtır. Kabullendiği birçok Hindû adetleri yanında et yememe prensibine dayalı sığır kesmenin yasaklanması Müslümanların çok tepkisini çekmiĢtir. Bu uygulama Jainizm’den alınmıĢtı. Ekber ġah ZerdüĢtlerin ilgisini çekip onları memnun etmek için Ebu’l-Fazl Allâmî ismindeki din bilginine, sönmeden yanan bir ateĢ bulundurulması emrini verdi ve onlardan Nevruz kutlamalarını aldı. Ġslam ülkelerinde uygulanan hicri takvimi değiĢtirip ülkesinde değiĢik bir takvim sistemine geçti. Bütün bunlardaki amacı; Müslümanlığı Mecusilik, Hindûluk ve Budizm’le aynı çatı altında toplamaktı. Daha sonra Delhi’de, Hindistan’da bilinen bütün dinlerin mensuplarının toplanacağı bir bina yaptırdı. Ve bu binaya Ġbadethane adını verdi. Bütün bunlara ilave olarak Ehl-i Sünnet mensuplarının kabul etmediği çalıĢmalarına devam etti (Özgen, 2007: 25-26). Ekber ġah, önceleri Ġslam dinine çok bağlı, takva ve zühde önem veren bir Ģahıstı. Etrafında hakkı söylemeyen dalkavuk âlimlerin bulunması Ekber ġah’ı ehil olmadığı mevzularda cür’etkâr yapmıĢtır. Buna örnek olarak o dönemde bir takım saray âlimlerinin 987/1579 yılında Ekber ġah hakkında hazırlamıĢ oldukları Ģehâdetnâme 4


GĠRĠġ

Süleyman YALMAN

verilebililir. Bu Ģehâdetnâmede, Ekber ġah’ın müctehitlerin üzerinde bir mevkiye sahip olduğu, onun müctehitlerin anlaĢamadıkları hususlarda, en son karar verme yetkisine sahip olduğu anlatılıyordu (Cebecioğlu, 1999: 66). Ekber ġah gibi okuma yazmayı bile öğrenmeden devlet idaresine getirilen bir kimseye verilen böyle bir yetki onu son derece casaretlendirdi ve 1581 yılında bütün dinlerin aynı zamanda hak dinler olduğunu kabullenme esasına dayalı seçmeci (eklektik) karakterli bir dinin ortaya çıkmasına zemin hazırlanmıĢ oldu. Ġslam tarihinde dinleri birleĢtirme düĢüncesini ilk olarak Ebu Bekir Zekeriyya er-Râzî (841/926) ortaya atmıĢtır. Ama ilk olarak fiilen dinleri birleĢtirmeye teĢebbüs eden Ekber ġah’tır. Ancak böyle bir düĢünce, Müslümanlar gibi Hindûlar tarafından da reddedilmiĢ ve bu tehlikeli teĢebbüs daha kıvılcım halinde iken sönmüĢtür (Özgen, 2007: 25). Ekber ġah’ın içerisine düĢtüğü en büyük felaket ve Ġslam dinine ait güzel duygularından sapmasının en büyük sebebi, imparatorluğu sağlamlaĢtırmak için Racput racaları ile akrabalık bağları kurmasıdır. Bu sayede onları en üstün mevkilere getirmesi ve onların güvenini elde etmek için önceki hükümdarların o ana kadar hiç yapmadıkları birçok yanlıĢı yapmasıdır (Karaca, 2005: 105-106). Ġmam Rabbani, Ekber ġah dönemini, Ekber’in oğlu olan Cihangir’in bir yakınına yazdığı mektubunda Ģu Ģekilde anlatmıĢtır: “Ġslamın garipliği bir yüzyıldan beri gayr-ı Müslimlerin Ġslam ülkesinde küfür hükümlerini icra etmekle yetinmeyip Ġslami hükümleri silerek tamamen yok etme gayreti içine girebilecekleri dereceye vardı. Sıkıntı, bir Müslümanın Ġslam gelenek ve Ģiarından birini açıkça gösterdiği takdirde öldürülmesine kadar vardı. Hindistan’da inek kesmek Ġslamın belli baĢlı gelenek ve adetlerindendir (Ģiarındandır). Dinsizler (Hindûlar) cizye ödemeye razı olsalar bile inek kesmeye asla razı olmazlar” (Rabbani, Tsz: c.1, mektup. 81, s. 94). Ekber ġah dönemi genel durumu dinî, siyasi, sosyal ve kültürel açıdan değerlendirildiğinde karĢımıza Ģu manzara çıkmaktadır (Cebecioğlu, 1999: 68): 1. Ekber ġah, Ġslam dini’nin hükümlerini keyfine göre değiĢtirerek “Din-i Ġlahi” adında yeni bir din ortaya attı. Ekber ġah bu dinin baĢı olup, kurucu pozisyonundaki beyin takımı da Molla Mübârek ve oğlu Ebu’l-Fazl’dan oluĢmuĢtur. 2. Kelime-i Tevhit, yeni din için “Lâ ilâhe illallah Ekber ġah Halifetullah” Ģeklinde değiĢtirilmiĢti.

5


GĠRĠġ

Süleyman YALMAN

3. Yeni dinin selamlaĢma diyaloğu “Allahü Ekber Celle Celaluhu” Ģeklinde ayarlanmıĢtı. Bu selamlaĢmada “Ekber” ifadesi ile “ Ekber ġah” kastediliyordu. 4. Ekber ġah daha da ileri giderek büyüklük taslayıp kendisine secde edilmesini emretmiĢti. Secde etmek istemeyenleri de öldürtüyordu. Dünyaperest kimseler de kendilerine çıkar sağlamak ve siyasi nüfuzlarını güçlendirmek için Ekber ġah’a dalkavukluk ediyor, yaptığı her Ģeyi alkıĢlayarak Ġslam dini hakkında daha fazla tahribat yapmasına fırsat veriyorlardı. 5. Yeni kurulan din ile Hıristiyanlık, Hinduizm, ZerdüĢtlük ve Budizm dinlerinin inanç, ibadet ve muâmelât kuralları bir çatı altında birleĢtirildi. Bu dinin uygulamalarının yapılacağı bir salon inĢa edildi. Çoğunluğu Hindû, DâniĢ-i Amûzân-ı Devlet adında yüz kırk dört kiĢiden oluĢan bir konsey oluĢturulmuĢtu. 6. Ġslam, geldiği çöl standartına uygun bir din olup, Hindistan gibi, farklı coğrafyaya sahip olan yere yeni bir din tesbit etmek gerekir fikri sinsice yerleĢtirilmeye çalıĢılıyordu. 7. Ebu’l-Fazl ve diğer saray âlimleri, Allah’a inanmak için Peygambere inanmanın Ģart olmadığına inanıyorlardı. 8. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hayatı tenkit ediliyordu. Mesela Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) çok evliliği ile alay ediliyordu. 9. Kâinatın ezelî olduğu savunuluyordu. Hâlbuki Rahman Sûresinin yirmi altı ve yirmi yedinci âyetlerinde zikrolunduğu gibi, Allah’tan baĢka her Ģeyin fani olduğu hususu bir hakikatti. Ahiret hayatının varlığını kabul etmeyenler çoğalmıĢtı. Ahiret hayatına inanmayanlar, yaptıklarının yanına kar kalacağını zan ederek yaĢıyorlardı. Bunun neticesi olarak suç oranı artmıĢtı. 10. Namaz ve diğer farz ibadetler eleĢtiriliyordu. Bu duruma karĢı çıkanlar hapse atılıyordu veya öldürülüyordu. 11. Evlilik müessesesi ile alay ediliyor, zina teĢvik ediliyordu. 12. Helaller haram, haramlarda helal sayılmıĢtı. 13. Resmî dil Farsçadan Hintçeye çevrilmiĢti. 14. Zekât, cizye ve hicri takvim kaldırılmıĢtı. 15. Cuma hutbelerinde Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve ashabının isimlerinin okunması yasaklanmıĢtı. Ekber ġah’ın Peygamber olduğu ima ediliyordu. 16. Domuz helal, temiz ve son derece saygı duyulması gereken bir hayvan olarak kabul edilmiĢti. 6


GĠRĠġ

Süleyman YALMAN

17. Ġnek kesmek yasaklanmıĢ, Ģarap içmek farz olarak ilan edilmiĢti. 18. Yeni doğan çocuklara Ahmet ve Muhammed gibi isimlerin konulması kerih görülüyordu. 19. Kur’an-ı Kerimde âyeti kerime ile sabit olan isra mucizesi hurafe olarak görülüyordu. 20. Âlimler bozulmuĢtu. Ġlimle meĢgul olmaktan ziyade, maddî menfeat peĢinde koĢuyor hakkı konuĢmaktan uzak duruyorlardı. 21. Daha ileri giden bazı sapıklar, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile Deccal’in aynı kiĢi olduğunu bile söylemekten çekinmiyorlardı. 22. Hindûluktaki reenkarnasyon (tenasüh, ruh göçü) inancı insanlar arasında iyice yaygınlaĢtı. 23. Nevruz günü Ģarap içmek farz olarak ilan edildi. 24. Erkeklerin ipek kullanması, altın takması caiz olarak telakki edilmeye baĢlandı. 25. Ġslam dininde caiz olduğu halde birden fazla evliliğe izin verilmiyordu. 26. Amcakızı, dayıkızı, teyzekızı ve halakızı ile evlenmek yasaktı. Hâlbuki Ġslam dinine göre bir mahzuru yoktu. 27. Cesetler, Ġslam dinindeki gibi toprağa defnedilmiyordu. Ya ateĢte yakılıyor ya da suya atılıyordu. Eğer ailesi toprağa gömülmesini isterse, ayağı kıbleye gelecek Ģekilde izin veriliyordu. Hâlbuki Ġslam dininde defin iĢlemi, ölünün sağ tarafı kıbleye gelecek biçimde tanzim edilmiĢtir. 28. Ekber ġah gece yatarken,

ayağını israrla ve inatla kıble tarafına uzatmayı

alıĢkanlık haline getirmiĢti. Bunu diğer insanlara da tavsiye ediyordu. 29. Kadro boĢalması durumunda Ġslamî görevleri

yerine getirecek resmi

memuriyetlere, yeni tayinler yapılmaz oldu. 30. Devlet, arapça öğretim yapan okullara yardımı durdurmuĢtu. 31. Ġslamî ilimlerle meĢgul olanlar hor görülür oldu. 32. Dinini yaĢamak isteyen Müslümanlar, eziyet ve hicrete mâruz bırakıldılar. 33. Sözde âlimler, bu küfre karĢı çıkmadıkları gibi, küfrün savunucusu oldular. 34. Bütün bu fitne ve fesattan tasavvufta payını almıĢtı. 35. Edebiyat ve özellikle Ģiir, Ģâirlerin küfrü sevdirme aracı haline geldi. 36. Paraların üzerine Din-i Ġlahi’nin zorunluluğuna dair ifadeler yazılmaya baĢladı. 37. Hindû ve Müslümanlara bu dine girmesi hususunda baskılar yapıldı.

7


GĠRĠġ

Süleyman YALMAN

38. Saraya yakın olan Müslümanlar, o çevrenin baskısından korktukları için namazlarını gizli kılar hale geldiler. Hatta namazı tamamen bırakanlar da oldu. 39. Din-i Ġlahi’yi kabul edenlere “Çıla” adı verildi. 40. Çılaların sarığında Ekber’in resmi vardı. 41. Din-i Ġlahi’yi oluĢturan ZerdüĢtlüğe uyularak sarayda sürekli meĢale yakma âdeti getirildi. 42. AkĢamları törenle mum ve lamba yakma âdetleri baĢlatıldı. 43. Hiristiyanlık’tan çan çalma, teslis (üçleme) inancı ve diğer ibadet Ģekilleri benimsendi. 44. Hindû dininden alınan isimlerle bir takım bayramlar düzenlenmeye baĢladı. 45. Saray ve çevresinde israrla “Harvan” âyini icra ediliyordu. 46. Ġbadetlerden birisi de günde dört defa güneĢe tapmaktı. 47. ġans getirir inancı ile vücutta bir takım eĢyalar taĢınması moda olmuĢtu. 48. Ahlâken bir çöküĢ baĢladı. 49. Ġçki, fuhuĢ ve israf iyice arttı. 50. Yöneticilerin zulmü iyice arttı. 51. MeĢru olmayan yollardan servet sahibi olanlar arttı. 52. Birçok yerlerde Müslümanlar, bu yanlıĢ politikalar yüzünden ölümle yüz yüze gelmiĢ bulunuyordu. ĠĢte böyle karanlık bir dönemde Allahü Teâla Ġmam Rabbani gibi bir âlimi, Müslümanlara ihsan etti. Ġmam Rabbani, o yanlıĢ akıma reddiye olarak “Ġsbatü’nNübüvvet” adlı eserini kaleme aldı. Dinî, tasavvufi ve siyasi görüĢlerini yaymak için tebliğ amaçlı mektuplar yazdı. Tebliğ amaçlı yazdığı mektuplar Ģunlardır: Rabbani, c. 1, mektup. 47- mektup. 163: c. 2, mektup. 92 (Cebecioğlu, 1999: 66-73). Ekber ġah dönemine Mezhepler Tarihi açısından baktığımızda, bu dönemde Müslümanlık ve Hinduizmin karıĢmasından yeni bir dinî akım ortaya çıkmıĢ, adına da Sihizm denilmiĢtir. Bu akımın neticesi olarak insanlar, Müslüman ve Hindûlarca veli kabul edilen kimselere ayrım yapmadan hürmet etmeye baĢladılar. Sihizm inancına göre, dinler içerisindeki ibadet Ģekilleri boĢ Ģeylerdir. Mekke ve Medine gibi mukaddes yerleri ziyaret etmek insan ruhunu yüceltmez. Tek mabuda sevgi ile bağlanıp onun teveccühünü kazanmak yeterlidir (Özgen, 2012: 25). Ġmam Rabbani, Ekber ġah zamanının genel manzarasını Mezhepler Tarihi açısından, bir mektubunda Ģöyle anlatır: 8


GĠRĠġ

Süleyman YALMAN Gayri müslim Hintliler, pervasızca Müslümanların mescitlerini

yıkmaya baĢlamıĢ ve yerlerine kendi mabetlerini inĢa etmiĢlerdi. Mesela Taniser’de Gergiht havuzunun içinde bir mescit ve büyüklerden birine ait kabir vardı. Hint kâfirleri, bunları yıkıp yerlerine büyük bir manastır bina etmiĢlerdi. Ayrıca kâfirler küfür merasimlerini topluluk halinde diledikleri gibi icra ederken, Müslümanlar Ġslam’ın hükümlerini icra etmekten aciz kalmıĢlardı. Hintliler, bayram kabul ettikleri ve yemek içmekten uzak durdukları Kades günü Müslüman Ģehirlerinde bile hiçbir Müslüman’ın ekmek piĢirip satmasına müsaade etmiyorlardı. Fakat kendileri mübarek Ramazan ayında meydanlarda ekmek piĢirip satmakta ve Ġslam’ın zayıflığından hiç kimse kendilerine mani olamamaktaydı. Ah olsun, yüzbin defa ah olsun! Dönemin sultanı bizim gibi Müslüman olduğu halde biz derviĢler bu periĢan vaziyete mahkûm olmuĢuz (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 92, s. 140). Ġmam Rabbani’nin hayatı, Ekber ġah döneminde bu zorluklar ve sıkıntılarla geçti. YazmıĢ olduğu mektuplarla Müslümanları uyarmaya devam ediyordu. Ġdareyi eleĢtirmekten bir an bile geri durmuyordu. Ölüm tehlikesi olmasına rağmen Serhend’den kalkarak Ekberâbâd’a geldi. Ekber’in yakınlarını çağırtıp “PadiĢah, Hak Teâla’ya ve O’nun Resulüne asi olmuĢtur. Benim tarafımdan kendisine söyleyip hatırlatın ki, onun Ģahlığı da, kudreti de, iktidarı da, askeri de, ordusu da her Ģeyi ile birlikte aklına bile gelmeyen müthiĢ bir musibetle dağılacak, periĢan olacaktır. Tevbe etsin, Allah ve O’nun Resulünün yolunu tutsun. Aksi halde Allah’ın kahrını, gazabını beklesin” diyerek îkaz etti. Ekber ġah’ın sarayında görevli olan Ġmam Rabbani’nin müritlerinden Murteza Hân, Hân-ı Hânan (Bayram Hân) ve Hân-ı A’zâm (Abdürrahim Hân) bu sözlü ikazı Ekber ġâh’a ilettiler. Ekber ġah’ın hidayeti için ne kadar uğraĢsalar da ona söz dinletemediler. Ekber ġah, kendi uydurduğu yeni dinin muvaffak olmasından memnundu ve bu mutluluğun sarhoĢluğunu yaĢıyordu. Tam bu günlerde Ekber ġah, korkunç bir rüya gördü. Rüyadan o kadar korkmuĢtu ki, eski sapıklığını kısmen düzelterek “Ġsteyen Ġslam’da kalır, isteyen Din-i Ġlahi’yi seçer. Kimseye zorlamak yoktur” Ģeklinde bir ferman yayınladı (Cebecioğlu, 1999: 74). Ekber ġah döneminde Ġmam Rabbani ile alakalı Ģöyle bir olay yaĢanmıĢtır. Ekber ġah bir tören düzenler. Çadırlar kurdurur. Yeni ihdas ettiği Din-i Ġlâhi mensuplarının çadırlarını süslü ve bol yiyeceklerle donatır. Müslümanların çadırını ise 9


GĠRĠġ

Süleyman YALMAN

eski ve içerisine kuru ekmekler konulmuĢ olduğu halde hazırlatır. Bu hareketi ile Din-i Ġlâhi’nin bu çadırlar gibi yeni olduğunu, Ġslam’ın ise eskiyip eski çadırlara benzediğini anlatmak ister. Törenin baĢladığı esnada Ġmam Rabbani, Müslümanların bulunduğu bölümü bir çizgi içine alarak elindeki kesek parçasını Ekber ġah’ın çadırına fırlatır. Çadırda bir hengâme kopar ve herkes paniğe kapılır. Bu esnada Din-i Ġlâhi mensuplarının bulunduğu çadırda birkaç kiĢi ölür ve çok sayıda insan yaralanır. Fakat Müslümanların bulunduğu çadırda en ufak bir zayiat yaĢanmaz. Bu hadiseden sonra Ekber ġah’ın adamlarından birçok kiĢi tevbe ederek Ġmam Rabbani’ye biat etmiĢlerdir (Cebecioğlu, 1999: 74-75). Ġmam Rabbani, Ekber ġah döneminde Müslümanların yaĢadığı problemlerin sebebi olarak ilk önce dinî ve maddî imkânlar elde etme sevdasına düĢmüĢ olan âlimleri, ikinci olarak da o âlimlerin yönlendirdiği Ekber’i görüyordu (Özgen, 2007: 27). Ġmam Rabbani, o dönemde Ekber ġah’ı küfür ve zındıklıkla suçlamadan, yaptığı uygulamaların dinin aslına uymadığını anlatmıĢtır. Doğrudan doğruya onun karĢısına geçmeden ona yakın olan Bayram Han, Abdurrahim Han ve mirzalar gibi insanları aracı kılarak tesir etmeye çalıĢmıĢtır. En mühim olan tedbiri ise, o dönemde Ġslamı iyi öğrenip yaĢayan insanları yetiĢtirerek olaya dolaylı yönden müdahele etmeyi düĢünmesidir (Özgen, 2007: 29-30). Bu ise Ġmam Rabbani’nin tecdit vazifesinin en bâriz bir göstergesidir. Ġmam Rabbani’nin Hoca ġerefüddin’e göndermiĢ olduğu mektubu, yetiĢtirmiĢ olduğu talebeleri vasıtasıyla bu irĢat ve tecdit vazifesini üstlendiğini gösterir ki, Ġmam Rabbani bu mektubunda “ Bu zaman, fitnelerin zuhur ettiği zamandır. Fitne nerede ise nisan yağmuru gibi dökülüp dünyanın her tarafını kuĢatacak. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Ģöyle buyurmuĢlardır: “Kıyametten hemen önce karanlık gecenin bölümlerine benzeyen fitneler olacaktır. O fitnelerde kişi, mümin olarak sabaha erer, akşama kâfir olur. Mümin olarak akşama erer, sabaha kâfir çıkar. O fitnede, oturan ayakta durandan, yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyle ise yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinizin evine girerlerse Hz. Âdem’in iki oğlundan hayırlısı olun (ölen olun, öldüren değil) (Ebû Dâvûd, nr.4259,Ġbn-i Mace, nr.3961).” Bir baĢka rivayette ise, “O dönemde evlerinizin içinden ayrılmayın” (Tirmizî, nr.2304) buyurmuĢlardır” (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup: 68, s. 119). 10


GĠRĠġ

Süleyman YALMAN Ġmam Rabbani, Ekber ġah döneminde hayatının ilk yıllarını daha çok ilim tahsil

ederek geçirmiĢtir. Bu dönemde Hindistan’da ġîa’nın hızla yayılmasına ve bilhassa ilk üç halifenin ve Hz. AiĢe’nin kötülenmelerine tahammül edemediği için Redd-i Revâfız ve İsbatü’n-Nübüvvet isimli eserlerini yazmıĢtır (Özgen, 2013: 235). Yine o, bu dönemde Ekber ġah’a doğrudan müdahele etmeyi uygun bulmamıĢtır. Çünkü böyle bir müdahele fitne ateĢini daha da alevlendirerek, devletin zayıflamasına sebep olacağından karĢı güçlerin Ġslam devletletine hâkim olmasına sebep olacaktır (Özgen, 2007: 29). Ġmam Rabbani, talebelerinden Hasan el-Berkî’ye gönderdiği bir mektupta Ekber ġah döneminde takip edilecek metodu Ģu cümleleriyle anlatır: “Sahih hadislerde, “Kim ölmüş bir sünneti ihya ederse ona yüz şehit sevabı vardır” (Ġbn Hacer el-Askalânî, 1986:c.2, s. 246) Ģeklinde bir rivayet vardır. Bu bakımdan bu amelin derecesi oldukça büyüktür. Ancak burada davranıĢımızın fitneyi uyandırmamasına ve bir hasenenin bir sürü seyyieye dönüĢmemesine dikkat edilmelidir. Zira zamanımız din ve Ġslam’ın zayıf anları olan âhir zamandır” (Rabbani, Tsz: c.3, mektup.105, s.148). Ekber ġah’ın vefatı ile yerine oğlu Selim Cihangir (1037/1628) 1605 senesinde tahta çıkar. Ekber ġâh, ÇiĢtiye tarikatı Ģeyhine çok muhabbeti olduğu için oğluna onun ismini vermiĢti. Çünkü doğumu da o Ģeyhin evinde olmuĢtu. Fakat Selim Cihangir ġâh, tahta geçtiği zaman isminin Osmanlı Sultanlarından Yavuz Sultan Selim ile karıĢtırılmaması için Cihangir olarak değiĢtirdi. Cihangir ġâhın Selim isminden rahatsızlık duymasının sebebi, o yıllarda Safevî Devleti’nin hükümdarına olan yakınlığından kaynaklanmıĢ olabilir. Çünkü Yavuz Sultan Selim Safevîler tarafından hayırla anılmıyordu (Özgen, 2007: 31-32). Cihangir’in saltanatı döneminde, siyasi yönden Babürlü Ġmparatorluğu’nun geniĢlemesine yönelik faaliyetler yok denecek kadar azdı. Beraberinde emri altında çalıĢtırmıĢ olduğu komutanlar arasında ihtilaflar vardı. DıĢ siyaset açısından Safevîlere karĢı ayrı bir dostluğu vardı. Safevî sultanı ġâh Abbas, kendisini kardeĢ ilan etmiĢti Yalnız bu davranıĢ bir samimiyetin neticesi değil siyasetten dolayı idi. Çünkü o yıllarda savaĢ halinde olduğu Osmanlılarla (1618) yılında barıĢ imzaladığı için batıda güveni sağlamıĢ oluyordu. Safevî ve Babürlü Ġmparatorlukları arasında el değiĢtiren Kandehar’ı ele geçirmenin fırsatını kolluyordu. Onun için Cihangir ile iyi dostluk kurmaya çalıĢıyordu (Özgen, 2007: 33). 11


GĠRĠġ

Süleyman YALMAN Ġmam Rabbani, eski dönemin bitip yeni dönemin baĢlamasını bir ümit içerisinde

karĢılamıĢtı. Cihangir tahta çıktığı zaman, ümidinin tahakkuk etmesini arzu eder. Onun için Cihangir ġâh’ın hocası olan Sadr-ı Cihan’a bir mektup yazar. Sadr-ı Cihan, Cihangir’in hocası olduğu için onu dinleyeceğini ümit ediyordu. Ġmam Rabbani, yazdığı mektubunda Ģu ikazları yapıyordu: “ġimdi durum değiĢti. Ġslam dıĢı milletlerin düĢmanlığı yatıĢtı. Ġslam liderlerinin, Sadr-ı Ġslam’ın ve değerli âlimlerinin, bütün enerjilerini Ģeriatın yayılması için kullanmaları, yıkılmıĢ olan Ġslam’ın temel direklerini ayağa kaldırmak ve ilk önce bunları güçlendirmek için çalıĢmaları lazımdır. Bu hususta gecikmekte bir hayır yoktur. Gariplerin gönülleri bu gecikmeden son derece muzdariptir” (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 195, s.166; Cebecioğlu, 1999: 75-76). Cihangir ġah, tahta geçtiğinde ilk icraat olarak sarayda dinî iĢlerin düzenlenmesi için dört tane âlimi görevlendirmek ister. Ġmam Rabbani bu haberi duyunca, Ekber dönemine ait uygulamalar ile ilgili üzüntülerini ve yeni dönemdeki uygulama ile ilgili olan sevinçlerini ġeyh Ferid Buhârî’ye Ģu sözleri ile ifade etmiĢtir: “Müslümanların ve Ġslamın sultanının tabiatındaki Ġslamî temelin güzelliğinden doğan bir istekle kendisine dinî hükümleri bildirsinler de icraatında dine ters düĢen bir Ģey olmasın diye etrafında devamlı kalmak üzere sizlerden dört âlimin seçilmesini istediğini duymuĢ bulunmaktayım. Allah’a hamdolsun. Müslümanlara bundan büyük müjde mi olur? Matem içindeki bizlere bundan iyi teselli mi olur? Bundan önce de birkaç kere bahsettiğim gibi, bu fakir sizden tarafa gelmeyi düĢünmesine rağmen susup bir Ģey yazmamayı kendime yediremiyor, kendime bir ruhsat tanıyamıyorum. Bu hususta affınızı ümit etmekteyim. Çünkü bir gayesi olan o yolda deliye döner. Size arz etmek istediğim Ģudur: Mütedeyyin âlimlerin sayısı oldukça azdır. Bunlar, makam ve riyaset gibi Ģeylerden geçip, onları bir kenara atmıĢ, din ve milleti yaymaktan baĢka gayesi olmayan insanlardır. Çünkü onların içinde makam sevgisi bulunursa, herkes kendi arzusuna uygun olan tarafı seçip ona sarılır ve seçtiği tarafın en iyi olduğunu söyleyerek ortaya çeliĢkili fikirler atıp tartıĢmalar çıkarır. Bunu da padiĢaha yakın olmaya bir fırsat bilir, fakat düĢüncesi kısır ve güdük kalır. Geçen dönemde âlimler arasındaki anlaĢmazlıklar, halkın baĢına bela olmuĢtu. Bu beraberlik varken o hastalıklar yine devam ederse din nasıl yayılır? Millet nasıl desteklenir? Bu hal, ancak dini tahribe yol açar. Bu duruma düĢmekten Allah bizleri korusun” (Rabbani, Tsz: c.1, mektup. 53, s. 67).

12


GĠRĠġ

Süleyman YALMAN

Selim Cihangir ġâh, babasının yaptığı değiĢikleri bir anda bırakamadı. Meselâ o, hükümdar önünde yeri öpmekten ibaret olan insana secde etme âdetini yasaklamadı. Hindûlardan kazandıkları güç ve nüfuzun devam etmesi gibi uygulamalar ve sığır kesme yasağı aynen devam etti (Cebecioğlu, 1999: 75-76). Cihangir ġah döneminde en çok dikkat çeken olay ise saraydaki yetkililerin çoğunun ġiî olması idi. Çünkü Cihangir döneminde, bir önceki dönemdeki “Din-i Ġlâhi” sıkıntısı yerini ġiî bunalıma terketti. Bu sebepten Babürlü sarayında ġiî etkileri açıkça görülüyordu. Devlet adamları hatta büyük veziri, baĢmüftüsü ve etrafındakiler Ehl-i Sünnet düĢmanı idiler. Cihangir iktidara geldikten sonra ġiî mezhebine mensup bilinçli, kültürlü ve son derece güzel olan Nûr Cihan hanımla evlenir. Cihangir ġâh her Ģeyini bağıĢlayabilecek kadar hanımına âĢıktı. Hatta “Ben saltanatımı Nûr Cihan’a bağıĢladım” dediği de rivayet edilir. Hanımı Nûr Cihân, ġiî olmasının tesirlerini idareye hissettirdi. Selim Cihangir, hanımının etkisi ile kendisine vezir olarak ġiî mezhebinden Asâf-Câh’ı seçer. Nûr Cihan, babasını ve erkek kardeĢini sarayda çok önemli resmî görevlere getirtmiĢtir. Nûr Cihan aynı zamanda Cihangir’in oğlu Hürrem’in (1077/1666) de Asaf-Cah’ın kızı ile evlenmesini sağlayınca Babürlü sarayında ġiîlik çok güçlendi. Sarayın bütün yetkileri Nûr Cihan’daydı. Adına para bile bastırılmıĢtı. Cihangir ġah’da padiĢahlığın sadece adı kalmıĢtı. YaĢlı ve tecrübeli devlet adamları, bütün yetkileri ġiîlere verdiğinden dolayı kendisini ikaz ediyorlardı ama netice alamıyorlardı (Özgen, 2007: 32). Bu durum Müslümanlar üzerinde olumsuz etki yaptığı için Müslümanlar, Ġmam Rabbani’ye gelerek devlet idaresini olumsuz yönde etkileyen ġiilik konusunda yardım isterler. Ġmam-ı Rabbani’de halifesi olan ġeyh Bedîüddin’i nasihat yapmak üzere ordu içinde vazifelendirir. ġeyh Bedîüddin, ordu içinde yaptığı nasihatları ile baĢarılı olur. Birçok ordu mensubu kendisine mürit olur. Bu gönül veren ordu mensuplarından, Han-ı Hanan( Bayram Han), Han-ı Azam( Abdurrahim Han), Seyyid Haydar Han, Ġslam Han, Mehabet Han ve Murteza Han meĢhur olanlardır. Ġmam Rabbani, padiĢahın etrafında bulunan insanlara bazen mektup göndermek sureti ile bazen ziyaretine geldiklerinde, bazen de halifesini göndererek Cihangir’de Ġslâmî bir istîdât gördüğünü söyleyerek Ġslam dinine sahip çıkmasını tenbih etti. Yani o, insanları doğru yola irĢat edebilmek için kendilerinin gönül vererek tabi oldukları idari kadro ile daha yakından alakadar oldu. Ġmam Rabbani, ġah Cihangir’e yanında çalıĢtırdığı dört âlimi bire indirmesini, aksi takdirde Ekber ġâh döneminde olduğu gibi rekabete yol açacağını ve sıkıntı 13


GĠRĠġ

Süleyman YALMAN

getireceğini söyledi. Bu teklifini de ġeyh Fârız vasıtası ile ulaĢtırdı. Ġmam Rabbani, mektuplarında genel olarak Ģu mevzular üzerinde durmuĢtur: 1- Ġslam dini’nin yayılması 2- Ġslâmî olmayan kanunların kaldırılması 3- Ġslâmî kurumların yeniden oluĢturulması 4- Ġslam düĢmanları üzerinde baskı oluĢturulması (Cebecioğlu, 1999: 76-77). Ġmam Rabbani, Mir Muhammed Numan’a gönderdiği mektubunda Ģunları yazmıĢtır: “Mektubunuzda zamanın sultanının Ģahsiyetindeki güzellikten kaynaklanan bir sâlik ile Allahü Teâlâ’ya bir talebinin ve Ģer’î ahkâma riayete doğru iĢaretlerin olduğunu yazmıĢsınız. Bunları okumak bizleri çok rahatlatıp zevkimizi arttırdı. Hak Sübhânehû âlemi, zamanın sultanının adaletinin nuru ile aydınlattığı gibi, Muhammedî Ģeriata ve Mustafevî millete de onun ihtimamı ile yardım etmiĢtir” (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 92, s.140). Ġmam Rabbani, Cihangir’de Ġslam dinine hizmet etmeye bir kabiliyet gördüğü için müritlerini ona yardım etmeye teĢvik ediyordu. Müritlerine ve bağlılarına, sultana yardımcı olmaları hususunda vazifelerini kendi ifadeleri ile Ģöyle açıklıyordu: “Artık Ġslâm’ın açıklanmasına karĢı olan manilerin kalktığı ve saltanat tahtına Müslümanların sultanının geçtiğine dair müjdeyi, avam ve havastan herkes duydu. Müslümanlar, sultana yardım etmeyi boyunlarına borç bilmeli, dine itibarı arttırma ve milleti takviyede ona yol göstermelidirler. Bu yardım ve takviye, dil ile yapılabildiği gibi el ile de yapılabilir. Ama iyiliklerin en iyisi dil ile yapılandır. Yine iyiliklerin en üstünü dinî meseleleri beyan edip, kelâmî inançları kitap, sünnet ve icmâ’a uygun olarak açıkça ilan etmektir. Bunlar açıklanırsa, sapık ve bidatçılar araya girip yolu kapayarak iĢleri fesada çekemezler” (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 47, s. 63; Özgen, 2007: 34-35). Ġmam Rabbani, Ekber ġâh döneminde ortaya çıkan bidatlerin ve Müslümanların çektiği sıkıntıların sebebinin kötü âlimler olduğuna inanmaktaydı. Bu itibarla aynı hatanın tekrar etmemesi için Cihangir’i ikaz etmiĢtir. Sultana yapmıĢ olduğu ikazı Ģöyle olmuĢtur: “Sultanın doğru yolu tutmasına yarayacak yardımı yapmak, yönü ahirete dönük hak ehline yakıĢan davranıĢtır. Çünkü bütün düĢünceleri dünya malının peĢine düĢmekle dünyanın fani nimetlerini toplamak olan dünya âlimleri ile arkadaĢlık, öldürücü zehir ve onların bozukluğu baĢkalarına da sirayet eden fesattır. Geçen dönemde ortaya çıkan her 14


GĠRĠġ

Süleyman YALMAN

belâ, kötü âlimlerin uğursuzlukları yüzünden çıktı. Çünkü sultanı doğru yoldan onlar çıkardılar. Zâten sapık yetmiĢ iki fırkanın sapıklıklarını seçerken uydukları insanlar kötü âlimlerdi. Onların dıĢında, seçtiği sapıklık baĢkalarına sirâyet eden çok az insan vardır” (Rabbani, Tsz: c.1, Mektup: 47, s.63; Özgen, 2007: 36). Ġmam Rabbani’nin Cihangir’le bu kadar yakın alakadar olmasından rahatsız olan ġiî vezir Asâf-Câh, durumu Sultan Cihangir’e renk değiĢtirerek Ģöyle anlatır: “ġimdi padiĢahın

yüz

binlerce

süvari

askeri,

Müceddid-i

Elf-i

Sânî’nin

iĢaretini

beklemektedirler. Ġran’ın, Turan’ın, BedahĢan’ın, Kabil’ın padiĢahları Ahmed Serhendi’ye mürit olmuĢlar, Hindistan saltanatına göz koymuĢlardır. Hindistan’ı ele geçirmek için fırsat kollamaktadırlar. Eğer Sultan Cihangir, meseleyi küçümser ve önemini göz önünde bulundurmazsa selin önünü almak mümkün olmaz. Bunun için tedbir almak gerekir. Ġlk önce Müceddidin, halifesi olan ġeyh Bediüddin’in yanına gidip gelmesi yasaklanmalı. Böyle yapıldığı takdirde Ġmam Rabbani kendiliğinden dize gelecektir. Bu yasağa uymayanların hapsedilecekleri de bildirilmelidir.” Asâf-Câh bu gibi sözlerle Ġmam Rabbani’yi iktidarda gözü olan politik bir Ģahıs olarak gösterir. Bununla da kalmayıp Ġmam Rabbani’nin kendisini sahabe-i kiram ile bir tuttuğunu söylemek sureti ile dinî yönden de bir iftirada bulunur (Cebecioğlu, 1999: 77). Ġdarenin zirvesinde oluĢan bu tepkiyle beraber Ġmam Rabbani’nin yazmıĢ olduğu bazı mektuplar ve Redd-i Revâfız adlı eseri de, ġiî olan idare ile arasını daha da açtı. Çünkü Ġmam Rabbani, bu eserini ġia’nın görüĢlerini reddetmek için kaleme almıĢtır. Neticesinde zahirde acı ve ızdırap ama hakikatte bir takım inkiĢaflara sebeb olacak olan hadiselerin doğmasına sebeb oldu (Özgen, 2012: 28). Sultan Cihangir, kendisine gelen bu yalan yanlıĢ iftiraları aldıkça öfkesi arttı. 1029/ 1619 yılında Ġmam Rabbani’ye “Biz, yüksek Ģahsınızın sarayı ziyaretinize çok istekliyiz. Bu itibarla halifelerinizi alarak teĢrif buyurmanızı bekleriz” diyerek, nazik bir Ģekilde onu açıklama yapmak üzere saraya davet etti. Ġmam Rabbani de zaten çoktandır kendisini ziyaret yapmak için bir fırsat arıyordu. Önde gelen beĢ halifesini yanına alarak saraya gitti. Saraya vardığı zaman ilminin gereği olarak boyun eğmediği için Cihangir ġah öfkelendi ve “bana secde edeceksin” dedi. Ġmam Rabbani, “Ben Hz. Allah’tan baĢka kimseye secde etmem” buyurdu. Cihangir ikinci defa “Seni secde etmekten muaf tuttuk, hiç olmazsa baĢını eğ! Zira verdiğim emri geri almaktan utanırım” diyerek iĢi hafifletmek istediği zaman Ġmam Rabbani, “Bir kimsenin hayatını kurtarmak üzere secde etmesi caizdir. Ancak doğru olan Ģudur ki, Hz. Allah’tan baĢka kimse için secde 15


GĠRĠġ

Süleyman YALMAN

edilmemelidir” cevabını verdi. Bu cevap karĢısında Cihangir ġah, Ġmam Rabbani’yi memleketin en sağlam ve korkunç kalesi olan, çoğunluğunu da gayri Müslimlerin oluĢturduğu Guvalyâr Kalesi’ne hapsettirdi (Cebecioğlu, 1999: 78-79). Sultanın veziri koyu bir muhalif olduğundan, zindanda Ġmam Rabbani’nin baĢına kardeĢini tayin etmiĢ ve çok Ģiddetli davranmasını emretmiĢti. Bu görevli ise ondan çeĢitli kerametler görerek tevbe etti. Bozuk itikadını terk edip Ehl-i Sünnet’i seçti ve onun halis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile Müslüman olmakla Ģereflendiler. Birçok günahkâr kimseler tevbe ettiler. Hatta bazıları yüksek dersleri alarak âlim oldular. Ġmam Rabbani, hapiste kaldığı süre içerisinde hiç kimseye beddua etmedi. Ağzından hep sabır ifadeleri ve hayır dualar dökülürdü. Bir defasında kendi ruh halini analiz ederken Ģu ifadelere yer vermiĢtir: “Mahpusluk, bizim velâyet makamında yükselmemizi sağlar” (Cebecioğlu, 1999: 80). Ġmam Rabbani’nin hapse atıldığı dönemde sarayda yönetici kademesine mensup müritlerinden Hân-ı Han (Bayram Han), Hân-ı A’zam (Abdurrahim Han), Seyyid Haydar Han, Ġslam Han, Mehâbet Han, Murtaza Han, Kasım Han, Ġskender Lodi ve Hayat ittifak kurarak Cihangir’e karĢı ayaklandılar. Cihangir bu ittifaka karĢı büyük bir ordu sevkedince Hindistan’da bulunan büyük ve küçük bütün yöneticiler Cihangir’e isyan etti. Ġki ordu Çehlun nehri kıyısında savaĢa tutuĢtu. Askerleri mağlup olan Cihangir ġah, Mehâbet Sultan’a esir düĢtü. Nûr Cihan, Cihangir ile veziri Asâf-Cah’ın esir düĢtüğünü öğrenince bir ordu hazırlayıp savaĢmak üzere yola çıktı. Ancak yolda bu ordu ve kendisi yakalanarak esir düĢtü. Bu hadiseler karĢısında Ġmam Rabbani “ben saltanat heveslisi değilim, kan dökülmesinden de hoĢlanmam. Benim hapislik sıkıntısına katlanmam, her hâlukârda bir hikmete bağlıdır. Bu hikmet tahakkuk edince, bu musibet kendi kendine üzerimden kalkar. SavaĢı bırakın, Sultan Cihangir’e eskisi gibi itaat yolunu tutun. ĠnĢallah, ben de yakın zamanda bu sıkıntıdan kurtulurum” Ģeklinde değerlendirme yaparak af ile muamele tarafını tercih etti. Bunun üzerine Mehâbet Han, Cihangir’in yanına giderek “Ġmam Rabbani’nin emrine uyarak seni serbest bırakıyorum. Tekrar padiĢahlık tahtına oturabilirsin” tebliğatını yaptı (Cebecioğlu, 1999: 80-81; ġarkpûrî, 1978: 39-40 ). Ġmam Rabbani, hapiste üç sene kaldıktan sonra, Sultan Cihangir yaptığına piĢman oldu. Ġmam Rabbani’nin devlet idaresini ele geçirmek gibi bir hevesinin olmadığını, tam aksine Hindistan’da kaybolmak üzere olan Ġslam’ı tekrar ihya edip yenilenmesi için çalıĢan birisi olduğuna inandı. Çünkü Ġmam Rabbani’nin gayesi devlet 16


GĠRĠġ

Süleyman YALMAN

idaresini ele geçirmek olsaydı, kendi müritleri tarafından esir alınan birisinin serbest bırakılmasını istemezdi. Bu sebeplerden dolayı Cihangir ġah hapisten çıkarılması emrini verir. Ancak Ġmam Rabbani, hapisten çıkmasını birtakım Ģartların yerine getirilmesine bağlar. 1- ġimdiye kadar yapılan puthaneler yıkılıp camiler yeniden yapılacak. 2- Sultan Selim Cihangir, herkesin gözleri önünde inek kesecek ve bunları yaygınlaĢtıracak. 3- Gayr-i Müslimlerden cizye alınacak. 4- Bâtıl olan merasimler terkedilecek. 5- Bütün mahkûmlar serbest bırakılacak. Sultan Selim Cihangir bütün Ģartları kabul edince, Ġmam Rabbani hapisten çıktı. Cihangir, bununla yetinmeyerek onu sarayına davet etti ve cübbe giydirdi. Ġmam Rabbani’yi ordugâhta kalması ve memleketine dönmesi hususunda serbest bıraktı. Ġmam Rabbani’de ordugâhta kalmayı tercih etti. Ġmam Rabbani, artık Cihangir’in bir d ostu ve danıĢmanı olarak yanından ayrılmadı. Hatta bir ara ġah-ı Cihan, tahtı ele geçirmek için babasına isyan ettiği sırada Ģiddetle ona engel oldu ve babasının vefatından sonra tahtın kendisine kalacağını müjdeledi. Hadiseler de aynen iĢaret ettiği gibi gerçekleĢti (Cebecioğlu, 1999: 82-83). Ġmam Rabbani, üç yıl boyunca ordugâhta Selim Cihangir’e Kur’an sohbetleri yaptı. Ġbadet, muâmelat ve inanç konularında doğru yolu gösterdi. Bir ara Kangra fethedildi. Cihangir ġâh, o bölgedeki Ģer’î hükümlerin uygulanmasında hassas hareket etti. Aynı yıl içerisinde KeĢmir’de Müslüman kızların kâfir erkekleriyle evlenmesini yasakladı. Hicri takvim yeniden yürürlüğe kondu. Ġslamî ilimler ve Arapça öğretimi teĢvik edilmeye baĢladı. Camiler yeniden inĢa olundu. Paralar üzerinde Ġslâmî amblemler yeniden basılmaya baĢlandı. Ġmam Rabbani, kendi tekkesinde sâde sofrasına davet etti. Cihangir ġâh, o beraberliğindeki ruhanî huzurdan son derece etkilendi. Aralarındaki kalbî yakınlık o hale geldi ki, artık Sultan Cihangir kendisinden bir an bile ayrılmak istemez oldu. Her gittikleri yere artık beraber gidiyorlardı. Ġmam Rabbani’nin Sultan’a bu derece yakın olmasındaki maksat ise Ġslam Devleti’ni yöneten halifeyi uyarmak ve ona, vazifelerini tam anlamıyla anlatmaktır. Üç yılın bitiminde sıhhi açıdan uyum sağlayamadığı bu saray ortamından ayrılmasına izin verildi. Serhend’e giderek vefatına kadar zikir ve dersleriyle meĢgul oldular (Cebecioğlu, 1999: 83-84).

17


GĠRĠġ

Süleyman YALMAN Selim Cihangir ġâh’ın Ġmam Rabbani hakkında oluĢan iyi niyetlerini, ömrünün

sonlarına doğru açıkladığı Ģu itiraflarından öğrenmekteyiz: “Ben, bana kurtuluĢ ümidi verecek bir iĢin sahibi değilim. Benim kurtuluĢ ümidim ve dayanağım, Ġmam Rabbani Müceddid-i Elf-i Sâni’nin “Allahü Zülcelâl, bize cenneti lütfederse, sensiz oraya girmeyeceğim” sözüdür. ĠĢte ben, huzuru ilâhiye onunla varacağım. Dayanağım bu sözdür” (Cebecioğlu, 1999: 84). Ġmam Rabbani, hapiste çekmiĢ olduğu bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra evvelce bulundukları hallerin ve makamların binlerce üstünde derecelere yükselmiĢ oldu. Ġmam Rabbani daha önceleri “YetiĢtiğim derecelerin üstünde daha çok makamlar vardır. Onlara yükselmek celal sıfatı ile sert terbiye edilmekle olabilir. ġimdiye kadar cemal sıfatı ile okĢanarak terbiye edildim” buyurmuĢtu. Talebesinden bir kısmına “Elli ile altmıĢ arasında üzerime dertler, belalar yağacak” buyurmuĢtu. Buyurduğu gibi oldu. O makamlara yükselmek nasip oldu (Algar, 2000: Ġmam-ı Rabbani, c. 22, s. 195). Ġmam Rabbani, hapiste olduğu Guvalyâr Kalesi’nde birçok gayri müslim mahkûmun hidayetine vesile olduğu için bir taraftan bunun manevî hazzını yaĢamıĢ diğer taraftan çocuklarından ayrı kaldığı için ayrılık acısı çekmiĢtir. Oğullarından Hace Muhammed Said ve Hace Muhammed Masûm’a gönderdiği bir mektubunda zindanda geçen hayatını Ģöyle anlatır: “Sultan tarafından gelen bu engeli düĢününce durumu aziz ve Ģan sahibi Mevlâ’nın rızasına açılan pencere olarak görüyorum. Saadetimin bu hapishanede olduğunu zannediyorum. Bilhassa böyle çekiĢmeli günlerdeki bu muameleler acayiptir. Bu ayrılık günlerinde, bunlar nazdır, hoĢ Ģeylerdir. Ancak, bir taraftan her gün yeni bir devlete kavuĢurken diğer taraftan oğullarım hatırıma gelmekte ve kalbim uzaklık, görüĢememe ve ayrılık acısı ile ızdırap çekmektedir. Zannediyorum benim hasretim sizinkinden daha fazladır. Kabul edilir ki, babanın oğlunu istediği kadar oğul babasını istemez. Kök ile dal arasındaki iliĢki tersini gerektirse de durum böyledir. Çünkü kök dala ihtiyaç duymazken dal her bakımdan köke muhtaçtır Ancak muamele bu Ģekilde cereyan etti ve hasretin fazlası asıl için sabit oldu” (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 78, s.100; Özgen, 2012: 27). Cihangir ġah dönemi, Ġmam Rabbani’nin yaĢının olgunluğa ulaĢtığı kırklı yıllar olarak ifade edebiliriz. Ekber ġah zamanında ortaya çıkan dinî karıĢıklıkların düzeltildiği ve tecdit ve ihya hareketlerinin yerine getirildiği dönemdir. Bunun sonucu

18


GĠRĠġ

Süleyman YALMAN

olarak da tecdit hareketlerinin çok net olarak anlaĢıldığı bir dönem olmuĢtur (Özgen, 2007: 38).

19


KONUYLA ĠLGĠLĠ ÖNCEKĠ ÇALIġMALAR

Süleyman YALMAN

2. KONUYLA ĠLGĠLĠ ÖNCEKĠ ÇALIġMALAR Ġmam EĢ’arî, ġehristanî ve Bağdadî gibi âlimler Ġslam mezheplerini muhtelif Ģekillerde ele almıĢlar ve tasnif etmiĢlerdir. Bu âlimlerden Bağdadî ve ġehristani, Ġslam mezheplerini yetmiĢ üç fırka hadisine göre tasnif etmiĢlerdir. Ġmam EĢ’arî ve Ġmam Maturidî gibi âlimler ise Ehl-i Hak ve Ehl-i Bidat olarak tasnif etmiĢlerdir. Mezheplerin tasnifi ile alakalı Ahmet Ak’ın “Şehristani’nin el-Milel ve’nNihal’inde İslam Mezheplerinin Tasnifi” ve Kemal Karabiber’in “Fahreddin er-Razî’ye Göre İslam Mezheplerinin Tasnifi” adlı Yüksek Lisans tezleri bulunmaktadır. Ayrıca Ümüt Toru’nun da “Ebû Muhammed el-Yemenî’nin “Akâidü’s-Selâse ve’s-Sebîn Fırka” adlı eseri ve İslam Mezhepleri Tarihi Açısından Önemi” adlı Yüksek Lisans tezi vardır. Ġmam Rabbani hakkında ise son yıllarda önemli çalıĢmalar yapılmaktadır. Bu çalıĢmalardan bazıları Ģunlardır: Doç. Dr. Ethem Cebecioğlu’nun 1999 yılında Ġstanbul’da Erkam Yayınları tarafından baskısı yapılan “İmam-ı Rabbani Hareketi ve Tesirleri” adlı eseri mevcuttur. Müellif, bu eserin giriĢ bölümünde, Ġmam Rabbani’ye kadar olan dönemde Hind-Ġslam dünyasının genel olarak tasavvufi durumunu anlatmıĢtır. Birinci bölümde, on altıncı ve on dokuzuncu yüzyıllar arasında Hind-Ġslam dünyasında Rabbani tasavvuf okulunun reaksiyon göstermesine sebep olan hususları anlatmıĢtır. Ġkinci bölümde, Ġmam Rabbani’nin hayat hikâyesi, eserleri, çocukları, halifeleri ve fikirleri anlatılmıĢtır. Bir de Mektubât’ın kısa bir analizi yapılarak Mektubât’ta adı geçen bazı zatlar hakkında açıklamalar yapılmıĢtır. Üçüncü bölümde, Ġmam Rabbani’nin takipçisi sufi liderler, dördüncü bölümde ise bir kısım siyasi liderler ve hareketleri anlatılmıĢtır. Ayrıca bu konuda Cafer KaradaĢ, Uludağ Üniversitesi, Ġlahiyat Fakültesi Dergisinde, sayı.9, c.9, 2000 yılında yayımlanan“İmam-ı Rabbani ve İtikadî Görüşleri” konulu bir makale yazmıĢtır. Bu makalede Ġmam Rabbani’nin hayatı kısaca anlatıldıktan sonra itikadî görüĢlerinden ilahiyat ve nübüvvet konularına değinilmiĢtir. Ġmam Rabbani hakkında Mustafa Özgen’in üç ayrı çalıĢması bulunmaktadır. Bunlardan birisi 2007 yılında Konya’da Tablet Yayınları tarafından basılan “İmam-ı Rabbani Ulûhiyet ve Nübüvvet Anlayışı” adlı eseri mevcuttur. GiriĢ ve dört bölümden oluĢan bu eserin giriĢ bölümünde Ġmam Rabbani’nin yaĢadığı yıllarda siyasi durum, o yıllarda Hindistan’daki dinî akımlar ve Ġmam Rabbani’nin hayatı anlatılmıĢtır. Birinci bölümde imanın tarifine dair kavramlar ile imanın hakikatına bağlı değerlendirmeler 20


KONUYLA ĠLGĠLĠ ÖNCEKĠ ÇALIġMALAR

Süleyman YALMAN

yapılmıĢtır. Ġkinci bölümde ilahiyat konuları (Hz. Allah’ın zatı ve sıfatları, Allah-âlem iliĢkisi, vahdet-i vücut ve vahdet-i Ģühüd) iĢlenmiĢtir. Üçüncü bölümde nübüvvet konusu, velayet, keramet, istidraç konuları, nübüvvete yapılan itirazlar ve Ġmam Rabbani’nin cevapları anlatılmıĢtır. Dördüncü bölümde ise irade, insanın kudreti ve fiillerin yaratılması, teklif, kaza ve kader konularına değinilmiĢtir. Mustafa Özgen’in diğer bir çalıĢması da 2012 yılında Ġmam Rabbani’nin “Mebde’ ve Me’âd” isimli eserini Türkçeye tercüme etmesidir. Yasin Yayınevi tarafından Ġstanbul’da baskısı yapılan bu eserde, öncelikle Ġmam Rabbani’nin kısa bir hayat hikâyesi anlatıldıktan sonra tercümeye geçilmiĢtir. “Mebde’ ve Me’âd” risalesi ile alakalı malumat, Ġmam Rabbani’nin eserleri baĢlığı adı altında anlatılmıĢtır. Mustafa Özgen’in ayrıca 2013 yılında Palet Yayınları tarafından Konya’da basımı yapılan “İmam-ı Rabbani’de Ehl-i Sünnet Kimliği” isminde bir eseri daha mevcuttur. Bu eseri, dört bölümden teĢekkül etmektedir. Birinci bölümde sünnetin kelime ve istilahi manaları izah edildikten sonra Ġmam Rabbani’ye göre sünnet ve çeĢitli ilim dallarına göre sünnet baĢlığı altında bilgi verilmiĢtir. Ġkinci bölümde Ehl-i Sünnet kimliği ve Ehl-i Sünnet alametleri anlatılmıĢtır. Üçüncü bölümde sahabe ve Ehl-i Beyt hakkında Ehl-i Sünnet’in itikadı anlatılmıĢtır. Dördüncü bölümde ise kırtas hadisesi ve imamet meselesi hakkında malumat verilmiĢtir. Prof. Dr. Necdet Tosun, Ġmam Rabbani’ye ait olan “Mebde’ve Me’ad”, “Ma’ârif-i Ledunniyye” ve“ Mükâşefât-ı Gaybiyye” isimli eserlerini Türkçeye tercüme etmiĢtir. Bu tercümelerin baskısı 2013 yılında Sufi Kitap Yayınevi tarafından yapılmıĢtır. Üç tercümenin bir kitap halinde neĢredildiği eserde Ġmam Rabbani’nin hayatı kısa bir özet halinde sunulduktan sonra tercümelere geçilmiĢtir.

21


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

3. ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMÎ ġAHSĠYETĠ 3.1. Hayatı Ġmam Rabbani’nin hayatı, bidatleri ortadan kaldırmak ve Ehl-i Sünnet inancını muhafaza etmek için mücadelelerle geçmiĢtir. (Özgen, 2012: 18). 3.1.1. Ġsmi ve Nesebi Ġmam Rabbani’nin ismi Ahmet, babasının adı Abdulehad, dedesinin adı Zeynelâbidin’dir. Lakabı Bedreddin, künyesi Ebu’l-Berekât’tır. Ġmam Rabbani’nin nesli yirmi sekizinci batında Hz. Ömer’e (r.a.) ulaĢır. Bu sebeple o, Hz. Ömer’in (r.a.) neslinden geldiği için “Farukî” diye anılır (Cebecioğlu, 1999: 57-58). Cebecioğlu, onun nesebi hakkında Ģu bilgileri vermektedir: ( Cebecioğlu, 1999: 57) 1- Hz. Ömer (r.a.) 2- Abdullah ibn Ömer (r.a.) 3- Nâsır 4- Ġbrahim 5- Ġshâk 6- Ebu’l-Feth 7- Abdullah el-Vâiz el-Ekber 8- Abdullah el-Vâiz el-Asgâr 9- Mes’ud 10- Süleyman 11- Mahmûd 12- Nasîruddin 13- Yusuf b. ġîhabeddin ( Ferah ġâh el-Kâbilî diye meĢhur ) 14- Ahâd 15- ġu’âyb 16- Abdullah 17- Ġshâk 18- Abdullah 19- Yusûf 20- Süleyman 21- Nasîruddin 22


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

22- Nûr 23- Ġmam Refî’uddin 24- Habîbullah 25- Muhammed 26- Abdulhay 27- Zeynelâbidîn 28- Abdülehad 29- Ġmam Rabbânî Ahmed-i Fârûk-ı es-Serhendî (Cebecioğlu, 1999: 57) Ahmed-i Faruk-ı es-Serhendî, tasavvuf çevrelerinde daha çok “Ġmam Rabbânî” diye meĢhur olmuĢtur. Rabbani kelimesi, Ģu manaya gelmektedir: Rab ile alakası fazla olan, velâyet ve ulûhiyet sırlarına vakıf olarak Allahü Teâlâ’yı iyi tanıyan insan demektir. Ġlim ve dinde kemale ermiĢ ve ilmiyle âmil olan âlime de rabbani denir. Rabbani, daha ziyade veli zâtlarda kullanılan bir lakaptır. Bu manada rabbani demek, Allahü Teâlâ’yı iyi tanıyan ve bilen, ona yakın olan Allah dostu demektir (Özgen 2012: 17; Cebecioğlu, 1997: 583). Bidatleri ortadan kaldırmak için yapmıĢ olduğu çalıĢmalarından dolayı hicri ikinci bin yılın ilk senelerine damgasını vurmuĢ ve Ġmam Rabbani Müceddid-i Elf-i Sânî ünvanını almıĢtır. Bu itibarla hicri ikinci bin yılın yenileyicisi olmuĢtur. Bu ismi ona ilk olarak hocası Muhammed Bâkî Billah (ö. 1012/1603) vermiĢtir. Kendisi de hocasının koymuĢ olduğu bu ismi ilan etmiĢ ve onunla meĢhur olmuĢtur (Özgen, 2012: 18). Müceddit oluĢu, hem kendi asrında hem de sonraki asırlarda hüsnü kabul görmüĢ olan Ġmam Rabbani, mücedditlik hakkında Mektubat’ında Ģu ifadelere yer verir: “Her yüz senenin baĢında bir müceddit geçtiğini biliniz ve öyle de oldu. Ama yüz yıl müceddidi bin yıl müceddidi gibi değildir. Yüz yılın müceddidi ile bin yılın müceddidi arasındaki fark yüz ile bin arasındaki fark kadardır. Hatta daha fazladır. Müceddit, bahsi geçen zaman aralığında zamanın kutupları, evtadı, ebdalı ve necipleri de dâhil ümmetin tamamının kendisi vasıtasıyla füyüzata erdiği zâttır” (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 4, s. 13; Özgen, 2012: 18). Ġmam Rabbani’ye ahkâm-ı Ġslamiye ile tasavvufu birleĢtirmesinden dolayı birleĢtirici manasına gelen “Sıla” ismi de verilmiĢtir (Özgen 2012: 17). Ġmam Rabbani, zamanın âlimleri, talebeleri ve müritleri arasında “Sıla” ismi ile meĢhur olmuĢtur. Sıla birleĢtirici manasına gelmektedir. Ġmam Rabbani, tasavvufun 23


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

ahkâm-i Ġslamiyeden ayrı bir Ģey olmadığını ispat ederek ahkâm-ı ilahiyeyi tasavvufla birleĢtirmiĢtir. Ġmam Suyûtî’nin (ö. 911/1505) Cemu’l-Cevâmî adlı eserinde geçen bir hadisi Ģerifte “Ümmetimden Sıla isminde biri gelir, onun şefaatı ile birçok kimse cennete girer” buyurulmuĢtur. Hadis-i Ģerifte geçen Sıla ismini ondan önce hiç kimse almamıĢtır. Ġmam Rabbani, bu durumu Mektubât’ında Ģöyle anlatmaktadır: “Beni iki derya arasında Sıla yapan Allah’a hamd olsun” (Rabbani, c. 2, mektup. 6, s. 14). Ġmam Rabbani, Hindistan’ın Serhend Ģehrinde dünyaya gelip hayatının büyük bir kısmını orada geçirdiğinden dolayı memleketine nisbetle “Serhendî” diye bilinir. Bütün bu vasıflarıyla beraber ismi Ġmam Rabbani Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed-i Fâruk-ı Serhendî’dir (Özgen 2012: 18). 3.1.2. Doğumu Ġmam Rabbani, 4 ġevval 971 / 27 Mayıs 1564 yılında Hindistan’ın Serhend beldesinde doğmuĢtur (Serhend, Delhi ile Lahor arasında büyük bir beldedir.) (Özgen, 2012: 17). Ġmam Rabbani, küçüklüğünden itibaren parlak zekâsı ve olgun davranıĢları ile bilinmektedir. Ġmam Rabbani, özellikle babası ġeyh Abdulehad es-Serhendî ile çok yakın iliĢkileri olan ġeyh Kemal baĢta olmak üzere, çevresindeki hocaların, âlimlerin ve Ģeyhlerin dikkatini çekmiĢtir. Bu âlimler ve Ģeyhler, kendisine özel önem vermiĢlerdir. Hatta Ġmam Rabbani, çocukluğunda Ģiddetli bir hastalığa yakalandığında evlerinde büyük bir üzüntü hâsıl olup herkes vefat edeceğinden korktular. Babası, o zamanın meĢhur ulemasından ġeyh Kemal’e götürerek duasını istediler. ġeyh Kemal, Ġmam Rabbani’yi gördüğü zaman “Hiç üzülmeyin. Bu çocuk çok yaĢayacak. Ġlmi ile amel eden büyük bir âlim ve eĢsiz bir arif olacak” demiĢtir (Nedvi, 2005: 136-137). 3.1.3. Tahsil Hayatı Ġmam Rabbani, NakĢibendiyye tarikatı mensupları arasında, insanları irĢat eden, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadı çerçevesinde ihlâsla amel etmelerini sağlayan ve Allahü Teâlâ’nın rızasına kavuĢturup cennet ve cemal-i ilahiyeye nail olmaları için hayatını seferber eden, baĢlangıcı Hz. Ebu Bekir’e ulaĢan Silsile-i Sâdât-ı NakĢibendiyye-i Aliyye’nin yirmi üçüncü halkası olarak bilinen zattır (Algar, 2000: Ġmam-ı Rabbani, c. 22, s.195).

24


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

Ġmam Rabbani, ayrıca Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın çok büyük bir âlimidir. Kelam ilminde müctehit olan Ġmam Rabbani, Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) rüyada gördüğü ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kendisine “Sen kelam ilminde müctehit olacaksın” buyurduğu rivaye tedilmektedir. (Özgen, 2013: 43). Ġmam Rabbani, tahsiline babası ġeyh Abdulehad (1007/1598) ile baĢlamıĢtı. ġeyh Abdulehad, oğluna Kur’an-ı Kerim’i öğreterek hafızlık eğitimini tamamlattı. Aklî ilimlerde mesafe alması için felsefe, kelam ve mantık ilimlerinde ilk derslerini de ona kendisi verdi. Daha sonra Ġmam Rabbani, o dönemin büyük ilim ve eğitim merkezi olan Siyalküt’e gitti. Burada usul-ü fıkıh, kelam, mantık ve felsefe ilimlerinde dirayetli bir âlim olan ġeyh Kemal KeĢmirî’den dersler aldı. Ġtikadi meselelerin çoğunda, bilhassa nübüvvet mevzunda Îcî’nin Mevâkıf’ını okudu. Sonra Kübreviyye tarikatına mensup ve bilhassa Sahîh-i Buhârî ġerhi ile meĢhur olan Yakup Sarfî’nin (ö. 1003/1594) tefsir ve hadis derslerine katıldı. Bu Ģekilde on yedi yaĢında Ġslamî ilimlerde uzmanlaĢıp eserler yazmaya baĢladı (Özgen, 2012: 19). Ġmam Rabbani, ilk olarak ġîa’nın Ġmamiye koluna reddiye olarak Te’yid-i Ehl-i Sünnet (Reddi Revâfiz) risalesini yazdı. Bir süre sonra Bâbürlü Ġmparatorluğu’nun merkezi olan Agra’ya gitti. Burada Ekber ġah’ın en yakın adamı olan Ebu’l-Fazl ve Feyzi gibi önemli kimselerle tanıĢtı. Ekber ġah’ın, her dinin kendine göre iyi yanlarını alarak tesis etmek istediği yeni sistemde bu iki kiĢinin desteği büyük olmuĢtur. Ġkisi de menfaat uğruna Ekber ġah’ın isteğine göre fetva vermekte tereddüt göstermezlerdi. Hatta o iki kiĢi, peygamberlerin gereksiz olduğunu, onların tebliği ile sabit olan ibadetlerin, insanı riyakârlığa sürüklediğini iddia ederlerdi. ĠĢte Ġmam Rabbani, bu yanlıĢ fikirlerin tesirlerini yok etmek amacı ile İsbatü’n-Nübüvvet isimli bir eser yazdı. O yanlıĢ görüĢleri eserinde reddetti. Babası Abdulehad, oğlunun bu iki kiĢi ile yaptığı tartıĢmalar neticesinde huzursuzluğunu sezdi. Agra’ya geldi ve oğlunun Serhend’e dönmesini sağladı. Serhend’e dönerken yolları üzerinde bulunan Tehariser Ģehrine uğradılar. Burada kendilerini Ģehrin ileri gelenlerinden ġeyh Sultan ağırladı. ġeyh Sultan, Ġmam Rabbani’ye kızını verdi ve böylece Ġmam Rabbani evlendi (Özgen, 2012: 19-20). Zahirî ilimleri tahsil ederken babasından icazet aldığı ÇiĢtiyye ve Kadiriyye tarikatlarından birçok Ģey öğrenmiĢti. Bu vesile ile Ġmam Rabbani, NakĢibendiyye tarikatından önce ÇiĢtiyye, Kadiriyye ve Sühreverdiyye tarikatları ile tanıĢarak tecrübeler kazanmıĢtı. Fakat Ġmam Rabbani, o tarikatlarla tam tatmin olmadığı için 25


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

NakĢibendiyye tarikatı ile ilgili bilgiler edinmiĢ ve bu tarikatı temsil eden biri ile tanıĢmayı arzu etmiĢti. O senelerde NakĢibendiyye tarikatı Muhammed Bâkî Billah (1012/ 1603) tarafından temsil edilmekteydi. Ġmam Rabbani, Serhend’de ikamet etmekteyken 1007/1598 yılında babası Abdülehad vefat etti. Babasının vefatından bir sene sonra 1008/1599 yılında hacca gitmek üzere yola çıktı. Delhi’ye varınca Muhammed Bakî Billah’ın talebelerinden olan Mevlana Hasan KeĢmirî ile buluĢtu. Bu zâtta Ġmam Rabbani’yi Muhammed Bâkî Billah ile tanıĢtırdı.

Ġmam Rabbani,

Muhammed Bâkî Billah ile tanıĢmasına vesile olan bu dostuna vefa borcunu ödemek ve nimetin Ģükrünü eda maksadı ile bir mektup yazmıĢtır. Yazdığı mektubunda bu hususu Ģu Ģekilde ifade etmektedir: Sizlere Ģunu arz etmek isterim: Bu fakir, üstâdını bulmaya vesile olmanızın Ģükrünü tam eda edemediğini itiraf, ihsanınızın karĢılığını ödemekten aciz olduğunu ifade etmektedir. Ġtiraf ve ikrar etmemek ne mümkün! Kazandıklarının hepsi bu nimete mebni, hallerin tamamı bu ihsana bağlıdır. Güzel tevassutunuzla bu fakire çok az insanın görebildiği Ģeyler sunulup, vesilenizin bereketi ile çok az insanın tadabildikleri ihsan edildi ve çoğu insana verilmeyen hususi ihsanlara ait ilimler verildi. Hâller, makamlar, zevkler, vecdler, ilim ve marifetler; tecelliyat ve zuhuratın tamamı, yükselmesine basamaklar kılındı ve Allahü Teâlâ’nın yardımı ile yakınlık derece ve menzillerine vasıl oldu. Kurp (yakınlık) ve vusûl (vâsıl olma) ifadeleri kelimelerin kifayetsizliğinden kullanılmıĢtır. Yoksa ne kurp, ne vusûl, ne ibare, ne iĢaret, ne Ģühût, ne müĢâhede, ne hulûl, ne ittihat, ne keyfiyet, ne mekân, ne zaman, ne ihâta, ne sereyân, ne ilim, ne marifet, ne cehil, ne de hayret vardır. Yukarıda zikrettiğim nimetinize bağlı olarak, sebebler âleminde zuhur eden bu ihsan ve nimetlerin ortaya atılması, Ģükrü de ihtiva edeceği için belki sebeb olduğunuz nimetin Ģükrünü eda edebilirim diye yazıya döktüm (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 279, s. 303, Özgen, 2012: 21) . Ġmam Rabbani, iki buçuk ay Muhammed Bâki Billah’dan manevi dersler aldı. Kısa zamanda tevhit, ittihat, kurp, ihata ve sereyan gibi marifetlerin tamamına vakıf oldu. Ayrıca Muhammed Bâkî Billah, vefatına yakın zamanda iki oğlunun da tahsilini Ġmam Rabbani’ye havale etti (Özgen, 2012: 22).

26


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

Serhend’e dönen Ġmam Rabbani, tasavvuf Ģeyhi olduğu halde Ģer’î ilimlerin okutulup öğretilmesini tasavvufi bilgilerden daha önemli görürdü. Bu babdan olarak Beyzâvî’nin tefsiri Sahîh-i Buhârî, Avârifü’l-Ma’ârif, Usulü Pezdevî, Hidâye, ġerhu’lMevâkıf gibi çeĢitli eserleri okutur, anlayanları da takdir ederdi (Özgen, 2012: 22-23). Üstâdını ikinci ziyaretinden dönüĢünde Lahor’a uğradı. Orada bazı müritlerin talim ve terbiyesiyle meĢgul iken hocasının ölüm haberini aldı. Delhi’ye geçip hocasının kabrini ziyaret etti ve ailesine taziyede bulunup tekrar Serhend’e döndü (Özgen, 2012: 23). Serhend’de ikamet ettiği zamanlarda zâhirî ve bâtinî ilimleri yaymak için ders okutup sohbet halakaları oluĢturdu. Bununla beraber bizzat ulaĢamadığı insanlara da mektuplar göndermek suretiyle irĢadî hizmetlerini vefatına kadar devam ettirdi (Özgen, 2012: 23). 3.1.4. Vefatı Ġmam Rabbani, Serhend’e döndükten sonra on ay sekiz gün veya dokuz gün yaĢamıĢtır. Oğullarından veya iki-üç hizmetkârından baĢka kimsenin yanına girmesine izin verilmiyordu. BeĢ vakit namaz ve Cuma namazından baĢka dıĢarıya çıkmıyordu. Zilhicce ayının ortalarından itibaren nefes darlığı Ģiddetlendi. Fazlaca gözyaĢı döküyor zayıflığı aĢırı bir hale geldiği zaman da “Ey en yüce dost Allah c.c.” sözü dilinden düĢmüyordu (Nedvi, 2005: 174). Ġmam Rabbani, çokça sadaka verir ve pek çok hayırlar yapardı. Muharrem ayının on ikisinde buyurdu ki: “bana kırk beĢ gün içinde sen bu âlemden göçürüleceksin diye bildirildi. Bana mezârımın yeri bile gösterildi” demiĢtir. Oğulları, bir gün Ġmam Rabbani’nin durmadan ağladığını gördüler. Sebebini sorduklarında “kavuĢma arzusu” dedi. Safer ayının yirmi ikinci günü hizmetinde bulunanlara ve yakınlarına Ģöyle dedi: “Bugün kırk gün tamam olmuĢtur. Bu yedi sekiz gün içinde neler olacak görmeli.” Bundan sonra da Allah’ın rahmetine kavuĢuncaya kadar sürekli Allahü Teâlâ’nın hesapsız nimetlerini anlatmıĢtır (Nedvi, 2005: 175). Safer ayının yirmi üçüncü gününde bütün elbiselerini hizmetçilerine dağıtmıĢtır. Üzerinde hiçbir pamuk elbise kalmadığından dolayı soğuk havanın da etkisiyle tekrar ateĢi yükselmek sureti ile rahatsızlanmıĢtır. Hz. Peygamber Efendimiz’in(s.a.v.) ölümü sırasında mübarek vücut yapısında hastalıktan biraz iyileĢtikten sonra tekrar sağlığının bozulması nasıl olmuĢsa aynı Ģekilde Ġmam Rabbani’nin de sağlığı yeniden bozuldu.

27


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

Böylece Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bu sünnetine de uymuĢ oldu. Bu zayıflık halinde üstün bilgilerin heyacanı çok Ģiddetli idi. Değerli oğlu Hace Muhammed Said “Hazretin bitkinliği daha fazla konuĢmaya tahammül etmez. Bu gerçekleri ve marifetleri anlatmayı baĢka bir zamana bırakınız” dediği zaman “Aziz oğul! Artık bu konuları baĢka bir zamana bırakmaya kimin vakti ve fırsatı vardır” diye cevap vermiĢtir. Hastalığının artmıĢ olduğu o günlerde bile cemaatsız namaz kılmamıĢtır. Sadece hayatının son kırk beĢ gününde tek baĢına namazını kılmıĢtır. Murakabeye hiç ara vermeyen Ġmam Rabbani, Ģeriat ve tarikatın emir ve prensiplerinde bir dakika bile gaflet etmemiĢtir (Nedvi, 2005: 176). Ġmam Rabbani, vefatının yaklaĢtığı zamanda bir gün geceleyin, gecenin son üçte birinde kalkarak abdest aldı. Rahatsız olmasına rağmen ayağa kalkarak teheccüt namazı kıldı. “Bu bizim son teheccüt namazımızdır” buyurdu ve öyle de oldu. Ondan sonra bir daha teheccüt namazı kılma fırsatı bulamadı. Vefat etmeden bir süre önce kendinden geçip istiğrak haline girdi. Oğulları bunun aĢırı bitkinliğinden mi yoksa aĢırı manevi cezbeden mi olduğunu sorduklarında o, bunun manevi cezbe hali olan istiğraktan olduğunu söyledi. Bu bitkinlik ve ağır hastalık halinde bile irĢat vazifesini ihmal etmediler. Sünnete bağlılığı ve bidatten sakınmayı, zikir ve murakabeye devam etmeyi tavsiye buyurdular (Nedvi, 2005: 176). Ġmam Rabbani,

28 Safer 1034/10 Aralık 1624 tarihinde altmıĢ üç yaĢında

oldukları halde Salı günü kuĢluk vaktinde darü’l-bekaya irtihal buyurdular. Ġmam Rabbani, vefat ettikten sonra yıkanmak üzere yatırıldığı vakit insanların görmüĢ olduğu manzara çok etkileyici idi. O namaz kılar gibi elleri bağlı sol elin bileği üzerine sağ elin baĢparmağı ile diğer parmakları halka gibi geçirilmiĢ halde idi. Eller her ne kadar birbirinden ayrılsa da yine kendiliğinden yerine geliyordu. Yıkayıcı, mübarek ellerini düzeltip onu sol tarafına yatırdı. Sağ tarafını yıkadı. Sağ tarafına yatırıp sol tarafını yıkayacağı zaman zayıf bir hareketle ellerinin hareket ettiğini, tekrar namaz kılar gibi eski haline kavuĢtuğunu orada bulunanlar müĢahede ettiler. Yüzüne bakıldığı zaman tebessüm eder bir haldeydi. Yıkama ve kefenleme iĢi tamamen sünnete uygun olarak yapıldıktan sonra büyük oğlu Hace Muhammed Said tarafından cenaze namazı kıldırılmıĢtır (KiĢmî, Tsz: 410-413).

28


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

3.2. Ġlmi ġahsiyeti ve Ġslam DüĢüncesindeki Yeri ve Önemi 3.2.1. Hocaları Ġlimlerinin çoğunu babasından alması hasebiyle Ġmam Rabbani’nin ilk hocası, babası olan Ģeyh Abdulehad’dır (1007/1598). Arapçayı babasından öğrendi. Küçük yaĢta Kur’an-ı kerim’i ezberledi. Sesi güzel olduğundan Kur’an-ı kerim okumasını herkes dinlemek isterdi. Ġlmin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meĢhur âlimlerinden öğrendi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca Siyalkut Ģehrine gidip orada zâhirî ve bâtınî ilimlerde o zamanın en meĢhur âlimi olan Mevlana Kemalettin KeĢmirî’den ders aldı. Hadis konusunda bazı kitapları arapça dil bilimcisi KeĢmirli ġeyh Yakup Sarfî’den okudu. Bu zât hadis konusunda döneminin müsnedi olan ve eserleri arasında Sahîh-i Buhârî’nin bir Ģerhi bulunan ġeyh ġihabeddin Ahmet b. Hacer Heytemi el Mekkî’nin talebesi idi (Özgen 2012: 19). Hadis, tefsir ve bazı usul ilimlerinde de kadı Behlül BedahĢî’den icazet aldı (Nedvi, 2005: 138). Ġmam Rabbani, babasının vefatından sonra 1008/1599 yılında hac vazifesini ifa etmek için yola çıktı. Delhi’ye varınca NakĢibendî yolunun mensuplarından olan Mevlana Hasan KeĢmirî vasıtasıyla ġeyh Muhammed Bâkî Billah ile tanıĢtı. ġeyh Muhammed Bâkî Billah’a intisap ederek sohbetlerinde devam etti. Yüksek kabiliyeti ve üstadının lütüf ve teveccühleri ile iki ay içerisinde baĢkalarında görülmeyen hallere ve kemalata kavuĢtu. Daha sonra üstadı ġeyh Muhammed Bâkî Billah’tan icazet alarak Serhend’e döndü (Özgen, 2012: 21-22). Burada

hocalarının

meĢhurlarından

birkaçının

kısaca

hayat

hikâyesini

anlatacağız. Ġlk tahsilini babasından aldığı için ilk hocası olarak ġeyh Abdulehad’dan, bir de kendisinin maneviyatta yüksek hallere ve kemalata kavuĢmasına sebep olan hocası ġeyh Muhammed Bakî Billah’tan bahsetmek istiyoruz. ġeyh Abdulehad: Ġsmi Abdulehad b. Zeynelâbidin’dir. Hz. Ömer’in soyundandır. 927/ 1520 senesinde dünyaya geldi. 1007/1598 senesinde seksen yaĢında iken Hindistan’ın Serhend Ģehrinde vefat etti. Kabri Serhend Ģehrinin batı tarafında bir buçuk kilometre mesafede bulunmaktadır. Yedi oğlu dünyaya gelmiĢtir. Ġmam Rabbani dördüncü oğludur (Nedvi, 2005: 136). Abdülehad, genç yaĢında Hindistan’ın büyük âlimi Abdulkuddüs’ün ilim meclisinde bulundu. Sohbetinde kısa bir süre kaldı. Ondan feyz alıp tasavvufta yüksek

29


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

hallere kavuĢtu. Devamlı hizmetinde ve sohbetinde kalmayı arzu ettiğini bildirdi. Fakat Abdulkuddüs ona “Zahirî ilimleri öğren sonra bize gel” diyerek baĢka diyarlara gönderdi. Hocasının israrı neticesinde ilim tahsil etmek için memleketinden ayrıldı. Tahsilini tamamladıktan sonra ġeyh Abdulkuddüs vefat ettiğinden dolayı oğlu ve halifesi olan ġeyh Rukneddin’e intisap etti. Bu zât ġeyh Abdulehad’ın manevi terbiyesini tamamladıktan sonra ÇiĢtiyye ve Kâdirî tarikatlarının icazetini verdi (Nedvi, 2005: 132-133). ġeyh Abdülehad’ın, Kâdirî tarikatının meĢhurlarından olan Kithelli ġâh Kemal’e de özel bağlılığı vardı. Çünkü ġâh Kemal o zamanda kemal sahibi ve hâl ehli olan bir zâttı ( Nedvi, 2005: 133). Abdülehad, zâhirî ve bâtınî ilimleri elde etmek için çok memleketler gezdi. Bir memlekette fazla kalmadan bir baĢka memlekete giderdi. Böylece pekçok Ģehir ve beldelerde bulunmuĢtur. Hindistan’ın meĢhur kasabalarından Skendere’de ilim yaymak için bir müddet kaldı. Yüzünde nur, alnında marifet eserleri parlıyordu. Bir gün Skendere’nin asil bir ailesine mensup saliha bir hanım, firaseti ile Abdülehad’ın kemal mertebede mübarek bir kimse olduğunu anlayıp ona haber göndererek, “kendi kucağımda terbiye edip büyüttüğüm bir kız kardeĢim vardır. Ġffet ve ismet cevheridir. Ġsterim ki, size nikâh eyleyeyim. Ümit ederim ki, bu ricamı kabul edersiniz” ricasında bulundu. Abdülehad önce kabul edip evet diyemedi özür diledi. Sonra Allahu Teâla’ya dua edip bu hususta hayırlı olan Ģeyi nasip etmesini istedi. Sonra o kızla evlenmeyi kabul edip onunla nikâhlandı. Halis niyetle Allah rızası için yapılan bu evlilikten Ġmam Rabbani gibi büyük bir zât dünyaya geldi (Nedvî, 2005: 135). Abdulehad, ilim ve marifette yükselmek için yapmıĢ olduğu seyahatlar sırasında pek çok ilim ve marifet sahibinin sohbetinde bulundu. Yolculuğu esnasında kimde bidat alâmetleri görürse ona bağlanmak Ģöyle dursun, onun sohbetinden bile uzak durmaya özen gösterirdi. Sonra memleketine dönüp vefatına kadar Serhend’de kaldı. Ömrü ilim ve marifet yaymakla geçti. Geceleri ibadet ve taat içerisinde geçirirdi. Allah rızası için ağlar gözyaĢı dökerdi. Çok talebeleri ve sevenleri vardı. Akıl ve nakil bilgileriyle herkes tarafından okunan kitapları disiplin içerisinde tam bir itina ve araĢtırma ile okuturdu. Tasavvuf kitaplarını da okuturdu. Özellikle Taarruf, Avârifü’l-Maârif ve Fusûs elHikem’in ne demek istediklerini ve hassas konularını anlamada ve çözmede çok kabiliyetliydi. Yalnız kalarak insanlardan uzak durma arzusu fazlaydı. Talebeleri çok olmasına rağmen hiçbir zaman hiçbir kimseden hizmet almaz, kendi ihtiyaçlarını kendi 30


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

görürdü. Sünnete bağlı kalmaya büyük özen gösterirdi. Ġmkân dâhilinde hiçbir sünneti terketmezdi (Nedvî, 2005: 134). ġeyh Muhammed Bâkî Billah: Asıl adı Radıyyuddin Ebu’l-Müeyyed Abdülbâkî b. Abdüsselam’dır. Bâkî Billah adıyla meĢhurdur. BedahĢan’lıdır. Evliyanın büyüklerinden, insanları hakka davet eden, doğru yolu göstererek saadete kavuĢturan ve kendilerine “Silsile-i Aliyye” denilen büyük âlim ve velilerin yirmi ikinci halakasıdır. Ġkinci bin yılın müceddidi ve Ġslam âlimlerinin göz bebeği olan Ġmam Rabbani Ahmed-i Faruk-ı es-Serhendi’nin hocasıdır. Babasının ismi Abdüsselam olup faziletli bir zât idi. Annesi ise Hz. Hüseyin’in soyundan olup seyyide ve mübarek bir hanım idi. Muhammed Bâkî Billah,

971/ 1563 senesinde Kâbil Ģehrinde doğdu. 1012/ 1603

senesinde Delhi’de kırk yaĢında iken vefat etti. Türbesi, batı Delhi’de peygamber ayağının izinin bulunduğu taĢın konduğu yerin yakınındadır. Herkes tarafından ziyaret edilmektedir (Nedvî, 2005: 141,146). Çocukluk zamanlarında bile büyüklük hali simasından anlaĢılırdı. Yüksek olmanın güzellikleri, faideli hizmetlere sebep olmanın alâmetleri, çalıĢmalarından ve gayretlerinden anlaĢılırdı. Çocukluk zamanlarında bazen yalnız olduğu halde, gün boyunca odanın bir köĢesinde baĢını öne eğerek sessizce otururdu (KiĢmî, Tsz: 21). Gençliğinde ilim tahsili için Kâbil’den Semerkant’a gidip zâhirî ve aklî ilimleri zamanın en büyük âlimlerinden olan Mevlana Sâdık-ı Bulvanî’den öğrendi. Yüksek yaratılıĢı ve kabiliyeti ile kısa zamanda hocasının talebeleri arasında en yüksek seviyeye ulaĢtı. Zâhirî ilimleri öğrenip bitirdikten sonra tasavvufa yönelerek bâtınî ilimleri öğrenmek için bu yolun büyük âlimlerinin sohbetlerine ve derslerine katıldı. YaratılıĢındaki zekâsının ve kabiliyetinin üstünlüğü ile ilimlerde yüksek bir dereceye ulaĢtı (Nedvî, 2005: 141-142). Manevi sohbetlere devam ederken, çok kıymetli silsilenin madeni olan Mâverâünnehr’de o zamanın meĢayihinin birçokları ile tanıĢtı. Bazılarından tevbe ve inabe aldı. Hindistan’da dünya makamı sahibi arkadaĢları Hace Bâkî Billah’ın da askerliği seçip dünya malı ile zengin olmasını istiyorlardı. Ama nasibi din devleti ve manevi cezbesinin artması olunca arkadaĢlarının uğraĢması faide vermedi. Hace Bâkî Billah bu yolu aĢırı olarak istiyordu. Cezbe sahibi olanları öyle bir gayretle arıyor, onların peĢinde öyle koĢuyordu ki, bundan fazlasına insan gücü yetmezdi. Kıymetli ve afife anneleri, seyyitlerden idi. Çok itaatkâr bir kadındı. Büyük bir istek ve arzu ile dergâha hizmet ederdi. Hâce Bâkî Billah’ın kendini helak edercesine bu gayreti 31


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

karĢısında Hz. Allah’a Ģöyle dua ederdi. “Ey, benim, seni istemekte her Ģeyden vazgeçmiĢ ve gençliğin lezzet ve arzularından el çekmiĢ olan oğlumun Rabbi! Ya onu maksadına kavuĢtur ya da beni yaĢatma ki, maksadına kavuĢamamasına ve elemine dayanamıyorum” (KiĢmî, Tsz: 23-24-25-26). Muhammed Bâkî Billah, Maveraünnehr Ģehirlerinden birine giderken bir gece rüyasında Mevlana Hacegi Ġmkenegî’yi görmüĢ ve kendisine Ģöyle buyurmuĢtur “ey oğul senin yolunu gözlüyorum.” Bunun üzerine Mevlana Hacegi Ġmkenegî’nin huzuruna kavuĢup çok yardım ve ihsanlar gördü. Hocası onun yüksek hallerini dinledikten sonra üç gün üç gece onunla birlikte yalnız bir odada halvette kaldılar. Bir müddet ona feyz verdikten sonra Hindistan’a dönmeleri için izin verdi. Muhammed Bâkî Billah hocasının izniyle Hindistan’ın baĢĢehri Delhi’ye gelerek Fîruzî Kalesine yerleĢti. Vefat edinceye kadar da burada kaldı (Nedvi, 2005: 142). Muhammed Bâkî Billah, hocasına intisap edip onun talebesi olma Ģerefi ile Ģereflenmesini Ģöyle anlatır: “Nihayet inayetlerinin çekmesi ile hakikatlar sahibi, irĢat dergâhı Mevlana Hacegi Ġmkenegî’nin huzuruna kavuĢtum. Candan bir arzu ve istek ile biat edip müsafaha eyledik. Büyükler yolunu ondan aldım. Hacegi Ġmkenegî’nin sohbetinde bulunmakla ve Behaeddin-i NakĢibend’in ve halifelerinin yüksek ruhaniyetinin imdadı ile bu büyükler silsilesine dâhil olup Hacegi Ġmkenegî’nin halifesi olarak makamına geçtim” (KiĢmî, Tsz: 30). Hacegi Ġmkenegî, Muhammed Bâkî Billah’ı kısa zamanda tasavvufta yüksek derecelere kavuĢturduktan sonra ona Ģöyle buyurdu: “Sizin iĢiniz Allahü Teâla’nın yardımı ve bu yolun büyüklerinin ruhlarının terbiyesi ile tamam oldu. Tekrar Hindistan’a gidiniz. Çünkü bu silsile-i aliyyenin sizin sayenizde parlayacağını görüyorum. Bereket ve terbiyenizden orada sizden çok istifade edip büyük iĢler yapanlar gelecek.” Hocası bu ifadeleri ile ikinci bin yılın müceddidi olan Ġmam Rabbani’nin Hindistan’da yetiĢeceğini müjdeliyordu (KiĢmî, Tsz: 34). Muhammed Bâkî Billah, hocası Hacegi Muhammed Ġmkenegî’nin sohbetinde yetiĢip icazet aldıktan sonra onun emri ile Hindistan’a gidip bir sene Lahor’da kaldı. Oradaki âlimler ve fâdıllar onun sohbetine gelip istifade ettiler. Sonra Delhi’ye gidip vefatına kadar orada kalarak insanlara doğru yolu anlattı. Ġki üç sene gibi kısa bir müddet irĢat makamında bulunmasına rağmen pek çok âlim ve evliya yetiĢtirdi. Onun yetiĢtirdiği âlimlerin baĢında kendisinden sonra halifesi olan Hicri ikinci bin yılın müceddidi Ġslam âlimlerinin göz bebeği olan Ġmam Rabbani gelir. Ġmam Rabbani 32


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

yetiĢip kemala gelince Muhammed Bâkî Billah, bütün talebesinin yetiĢtirilmesini ona bıraktı. Hace Ubeydullah ve Hace Muhammed Abdullah adında iki oğlu vardı. Bunların yetiĢtirilmesini de Ġmam Rabbani’ye bıraktı. Ġmam Rabbani’nin Mektubât’ının içerisinde bunlara da yazmıĢ olduğu mektupları vardır. Oğulları, tasavvufta yetiĢmiĢ kıymetli zatlardan idi (KiĢmî, Tsz: 35). 3.2.2. Talebeleri ve Takipçileri Ġmam Rabbani, irĢat makamına geçip insanları irĢat etmeye, doğru yolu anlatmaya baĢlayınca insanlar yakın uzak her yerden karıncalar gibi huzuruna geldiler. Onun berekatı ile dünyada bir benzeri bulunmayan ders halkaları ve sohbet meclisleri oluĢtu. Binlerce gayri müslim Ġmam Rabbani’nin huzurunda Müslüman oldu. Nice fâsık ve fâcir, haramlara dalmıĢ felaket içindeki kimseler onun sohbeti ile hidayete kavuĢmuĢ, takva sahibi ve ibadet eden kimseler olmuĢlardır. Ġmam Rabbani, huzuruna gelip sohbetinde bulunan herkese teveccüh eder ve feyz verirdi. Huzurunda tevbe edip ona talebe olanların sayısı yüz binlerin üzerindedir. Seçkin talebelerini, insanlara doğru yolu anlatmak üzere çeĢitli memleketlere göndermiĢ ve talebeleri vasıtasıyla oralara da feyz vermiĢtir. Mevlânâ Muhammed Kasım baĢkanlığında yetmiĢ kiĢiyi Türkistan tarafına göndermiĢtir. Mevlana Ferruh Hüseyin baĢkanlığında kırk kiĢiyi Arabistan, Yemen, Suriye ve Anadolu tarafına yollamıĢtır. Eğitimini tamamlayan on kiĢiyi Mevlânâ Muhammed Sadık idarasi altında KâĢkar’a, otuz kiĢiyi de Mevlânâ ġeyh Ahmed Berkî’nin baĢkanlığında Türkistan, BedahĢan ve Horasan’a göndermiĢtir. Bu kimseler gittikleri yerde büyük baĢarılara imza attılar ve insanlara faydalı oldular. Çevresinde bulunan pekçok değerli âlimler ve mürĢitler yolculuğun skıntılarına katlanarak Serhend’e geldiler ve Ġmam Rabbani’den istifade ettiler. Ġmam Rabbani, bu büyük kimselerin çoğuna halifelik ve icazet vererek davet ve irĢat için kendi memleketlerine göndermiĢtir (Nedvî, 2005:156-15). Ġmam Rabbani’nin çocukları ve talebelerinden meĢhur olanlarından bahsetmek istiyoruz. Talebelerinden meĢhur olanlarının da kısaca hayat hikâyesini aktaracağız. Muhammed Sâdık: Ġmam Rabbani’nin birinci oğlu olan Muhammed Sâdık, 1000/1591 senesinde dünyaya gelmiĢtir. Küçüklüğünde talim ve terbiyesiyle dedesi meĢgul olmuĢtur. Yirmi dört yaĢına geldiği zaman çok az insanın kavuĢabileceği yüksek derecelere sahip olan Muhammed Sadık, babasının sağlığında 1025/ 1616 senesinde vefat etmiĢtir (KiĢmî, Tsz: 422).

33


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

Ġmam Rabbani, genç yaĢta vefat eden oğlu Muhammed Sâdık için Ģu ifadeleri kullanmak suretiyle maneviyatta ulaĢtığı mertebeyi açıklar: “Merhum oğlum, Allahü Teâlâ’nın ayetlerinden bir ayet, rahmetlerinden bir rahmet idi. Onun yirmi dört yaĢında kavuĢtuklarına çok az insan kavuĢmuĢtur. Mevleviyyet derecesinde idi. Aklî ve naklî ilimleri tamamen bitirmiĢ, hatta talebelerine Beydavî, ġerh-i Mevâkıf ve buna benzer kitapları tam bir selahiyet ve kudretle okuturdu. Marifet ve irfan hikâyeleri, keĢf ve Ģuhûd kıssaları anlatmakla bitmeyecek kadar fazladır. Biliyorsunuz ki, daha sekiz yaĢında iken, hallere o kadar mağlûp olmuĢtu ki, hocamız onu bu hallerden kurtarmak için pazarda satılan Ģeylerden (Ģüpheli) yemesini tavsiye ettiler ve “Muhammed Sadık’ı sevdiğim kadar kimseyi sevmiyorum, o da bizim kadar kimseyi sevmiyor” buyurdular.” Bu sözden oğlunun büyüklüğünü anlamak lazımdır (KiĢmî, tsz: 428). Muhammed Sait: Yüksek haller, güzel ahlak ve temiz ameller sahibi olan ikinci oğludur. 1005/1596 senesinin ġaban ayında dünyaya gelmiĢtir. On yedi yaĢında aklî ve naklî ilimlerde âlim, tasavvuf bilgilerinde mutahassıs idi. Tahsil esnasında babasının tasarruf ve teveccühleri sayesinde yüksek hallere kavuĢtu. Tatlı sözlü ve alçak gönüllü olup dünyaya hiç kıymet vermezdi. Hadis ve fıkıh ilimlerinde yüksek derecede âlimdi. Ġmam Rabbani, bu oğluna icazet ve hilafet verip “Muhammed Sait, ulemâ-i râsihîn’dendir (ilmini nübüvvet kaynağından alan âlimlerden)” buyurdu. Muhammed Sait 1070 /1660 senesinde vefat etti (KiĢmî, tsz: 435-436). Muhammed Masum: Ġmam Rabbani’nin üçüncü oğludur. 1007/1598 senesinde ġevval ayının on birinci günü dünyaya gelmiĢtir. Hindistan’da yetiĢen Ġslam âlimlerinin en meĢhurlarından olup zâhirî ve bâtınî ilimlerde pek yüksek idi. O dünyaya gelince Ġmam Rabbani “Muhammed Masum’un dünyaya geliĢi bizim için pek bereketli ve pek mübarek oldu” buyurmuĢtur. Babası onu aklî ve naklî ilimlerde yüksek derecede yetiĢtirmiĢtir. Ona “ilim tahsilini çabuk bitir ki, seninle iĢimiz vardır” buyurmuĢtur (KiĢmî, tsz: 450). Muhammed Masum, on dört yaĢında iken babasına “ben kendimde öyle bir nur görüyorum ki, bütün âlem güneĢ gibi ondan aydınlanmaktadır. Eğer o nur sönerse dünya karanlık olur” diyerek halini babasına arzetmiĢtir. Bunun üzerine babası ona “sen kendi vaktinin kutbu olacaksın. Bu sözümü unutma! Allahü Teâlâ’ya sayısız hamd-ü senalar olsun.” buyurarak müjde vermiĢtir. Muhammed Masum 1079/1667 senesinin Rebiulevvel ayının yedinci günü vefat etmiĢtir (KiĢmî, tsz: 453-454).

34


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

Ġmam Rabbani’nin bu üç oğlundan baĢka, Muhammed Yahya, Muhammed Ġsa, Muhammed Ferruh ve Muhammed EĢref isminde dört oğlu daha vardır. Son üçü küçük yaĢta vefat etmiĢlerdir. Ġlk dört oğlunun çocukları da vardır. Hadice Bânu ve Ümmü Gülsüm isminde iki de kızları vardır. Hadice Bânu’nun nesli hala devam etmektedir (Cebecioğlu, 1999: 88). Ġmam Rabbani’nin talebeleri arasında en meĢhur olanları ve halifelerinden sayılanlar Ģu zatlardır: Mir Muhammed Numan: Aslen BedahĢanlı’dır. 977/ 1570 senesinde Semerkand’da dünyaya gelmiĢtir. Önceleri Hâce Bâkî Billah’a bağlı iken, sonradan Ġmam Rabbani’ye intisap etmiĢtir. Ġmam Rabbani’nin halifelerinden olmuĢtur. Kabri Ekber-Âbad’dadır (Cebecioğlu, 1999: 91). Mir Muhammed Numan dünyaya gelmeden önce mübarek pederleri Ġmam-ı Azam’ı rüyada görür. Ġmam-ı Azam da buyururlar ki “ Senin çok mübarek bir oğlun dünyaya gelecek, ona bizim ismimizi koy” diye söyler. Babası da onun için Ġmam-ı Azam’ın ismini koyar. Mir Muhammed Numan, Ġmam Rabbani’ye intisap ediĢini kendi ifadeleri ile Ģöyle anlatır: “Hace Bâkî Billah hayatta iken, Ġmam Rabbani’ye irĢat icazeti verip bütün ashabını ona havele ettikleri zaman, her talebesini ayrı ayrı çağırıp vedalaĢarak Ġmam Rabbani’ye gönderdiler. Talebelerinin terbiyesini Ġmam Rabbani’ye bıraktılar. Hatta talebelerine, “onların huzurunda bizi tazim etmeyin, hatta bize teveccüh etmeyin” diye tembih etmiĢlerdi. O zaman bu fakir Muhammed Numan’a da: “ Ahmed Faruk’a hizmeti kendi saadetin bil. Her emrini yerine getir” buyurdular. Hocamın büyüklüğünü düĢünerek bu sözleri bana ağır geldi. Ben de: “Kalbimin aynası, ancak sizin yüksek kalbinizin parlak nuruna karĢı duruyor. Onlar ne kadar büyük olsa da bu böyledir” diye arz ettim. Kızarak buyurdular ki: “Meyan ġeyh Ahmed bizim gibi binlerce yıldızı örten, göstermeyen bir güneĢtir, geçmiĢ evliyanın en büyüklerindendir” buyurdular. Bundan sonra inanarak, isteyerek ve severek Ġmam Rabbani’nin hizmetine kavuĢtum. Aczimi ve inkisarımı arz edip yardımlarını talep ettiğim zaman Ġmam Rabbani “ Nihayet sende bizden oldun. ġimdi bir müddet Delhi’de Hocamıza hizmet edin” diye izin verdiler (KiĢmî, 1971: 354-356). Mir Muhammed Numan, Ġmam Rabbani ile alakalı bir hatırasını da Ģöyle anlatır. “Birgün rüyamda Bûrhanpûr camiinde Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve ashabının büyüklerini gördüm. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek gözleri bana ulaĢınca Sıddık-ı Ekber’e hitaben dedi ki “ġeyh Ahmed’in makbulü bizim makbulümüzdür ve 35


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

Allahü Teâlâ’nın makbulüdür. ġeyh Ahmed’in merdüdü bizim ve Allahü Teâlâ’nın merdüdüdür” buyurdular.

Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) bu sözleri duyunca

kalbimden Hz. Allah’a Ģükrettim. Çünkü Ġmam Rabbani’nin makbullerinden idim. Peygamber Efendimiz kalbimden geçeni anlayarak “Senin de ret ve kabulün böyledir” buyurdular” (KiĢmî, 1971: 359). Mir Muhammed Numan, hocası olan Ġmam Rabbani ile alakalı bir baĢka hatırasını da kendi ifadeleri ile Ģöyle anlatır: “ Ġmam Rabbani’nin hizmetinde bulunduğum günlerde bir gün murakabe halkasında Ģöyle gördüm. Bütün kâinatın baĢının üstünde sanki bir çadır vardır. Bütün insanlar bu kubbenin altındadır. Herkes kendi muamelesinin baĢlamasını bekliyor. Bu kubbenin merkezinde bir pencere var. Ġmam Rabbani o pencereden bakıyor. Bu çadırın altında olan herkes o pencereye dönüyor ve oraya bakıyor. Ġmam Rabbani’de bu insanlara iĢaret ediyorlar. Bir iĢe baĢlamak isteyenler ne yapacaklarını bu iĢaretten anlıyorlar ve bununla amel ediyorlar” (KiĢmî, 1971: 360). ġeyh Tahir-i Lahorî: Lahor’da doğdu. Memleketinde hafızlığı tamamladıktan sonra çeĢitli ilimleri tahsil etti. Evvela Ġskender b. Ġmâd el-Kitheli, Abdü’l-Ehâd b. Zeyne’l-Abidîn es-Serhendi’ye bağlandı. Nihayetinde de Ġmam Rabbani’ye bağlanmak suretiyle tasavvufî olgunluğa ulaĢtı. Ġmam Rabbani’ye çok bağlıydı. Lahor’dan yaya olarak Serhend’e gider, onu ziyaret ederdi. Ġmam Rabbani, mânâ âleminden aldığı iĢaretle sevenlerinden birinin alnında “Ģakî” “cehennemlik” yazılı olduğunu gördü. O kiĢinin Muhammed Tâhir Lahorî olduğu ortaya çıkınca Ġmam Rabbani bu duruma çok üzülerek onun affı için Hazreti Allah’a dua ve niyazda bulundu. ġeyh Muhammed Tâhir Lahorî de halini düzelterek tövbe etti. Kendi memleketinin kutbu olmakla Ģereflendi. Kaynakların kaydettiğine göre Hz. Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) “Sana biat edenin günahı bağıĢlanacaktır” müjdesini aldı. Evinde ders verir, zenginlerin ayağına gitmez ve onlardan gelen hediye ve sadakaları da kabul etmezdi. 1040 / 1630 senesinde Lahor’da vefat etti (Cebecioğlu, 1999: 168-169). Bedi’uddin Sehârenpûrî: Bu zat önceleri fakihdi. ġöhretten kaçınırdı. Ġmam Rabbani’nin teveccühünü kazanarak zamanla hilafet makamına ulaĢmıĢtır. Mezarı Sehârenpûr’dadır (Cebecioğlu, 1999: 91). Nur Muhammed Püntî: Zâhirî ilimleri tahsil ettikten sonra Hindistan’da birçok Allah dostlarının sohbetlerine katıldı. Fakat hiç birisinde aradığını bulamadı. Sonunda Ġmam Rabbani’ye intisap etti. Ondan NakĢibendiyye tarikatının zikrini aldı. Hocasının 36


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

sohbetlerinin bereketi ile yüksek derecelere ulaĢtı. Ġmam Rabbani bunun hakkında “o, ricalül-gayipdendir. Ya nükebâdan yahut nücebâdandır” buyurdu (KiĢmî, Tsz: 531534). Hamid-i Bengâli: Ġmam Rabbani’nin yetiĢtirmiĢ olduğu bu zât, sûfî, Ģeriat ve tarikata bağlılığı ile tanınmıĢtır (Cebecioğlu, 1999: 92). ġeyh Müzzemmil: Ġmam Rabbani’ye hizmeti ile temâyüz etmiĢ müttakî birisidir. Azîmetle amel ederdi(Cebecioğlu, 1999: 92). ġeyh Tahir BedahĢî: Sünnete olan aĢırı bağlılığı ile tanınmıĢtır. Halvet çıkarırken Rasülullah Efendimiz’i (s.a.v.) gördüğü rivayet edilir. Halifelikle vazifelendirildikten sonra Cânpûr taraflarına gitmiĢtir (Cebecioğlu, 1999: 92). Mevlana Ahmed Berkî: Bir hafta içerisinde bütün sülûk makamlarını geçip memleketin kutbu olma Ģerefine nail olmuĢtur. Ġmam Rabbani, bu derviĢini çok sever ve medhederdi. Horasan taraflarında irĢat faaliyetleri ile pek çok kimsenin Ġslam’a girmesine sebeb oldu. Vefat tarihi 1026/ 1617’dir (Cebecioğlu, 1999: 92). Mevlana Yusuf Semerkandî: Önceleri Hâce Bâkî Billah’ın yanında manevi olgunluğunu tamamlamaya yönelmiĢ iken, sonradan sülûkünü Ġmam Rabbani’nin yanında tamamlayarak halifelik makamına ulaĢmıĢtır (Cebecioğlu, 1999: 91). Âdem-i Nebûrî: Daha ilk teveccühünde ve hatta telkîn anında talebeyi tasavvufta fena-i kalp makamına ve nisbeti hâssaya ulaĢtırırdı. Allahü Teâla tarafından kendisine hususi bir tarz ve yol ihsan edildi. Bu yola “ahseniyye” denmiĢtir. Dört yüz binden ziyade kimse huzurunda tevbe etti. Bin tane kâmil talebesi vardı. Medine-i Münevvereye gittiği zaman Peygamber Efendimiz (s.a.v.) selamını almıĢ ve pek az kimseye bile nasip olmayan müsafaha etme Ģerefine nail olmuĢtur. O esnada: “Ey oğlum! Sen benim yanımda kal! “ diye bir ses duyulmuĢtur. Hakikaten de Medine-i Münevvere’de vefat etmiĢtir (Cebecioğlu, 1999: 93). Muhammed HaĢim-i KiĢmî: Ġmam Rabbani’nin yetiĢtirdiği evliyanın büyüklerinden bir zattır. Muhammed HaĢimi KiĢmî, hazarda ve seferde Ġmam Rabbani’nin meclisinde bıulunmakla Ģereflendi. Ġmam Rabbani’nin hayatını ve menkıbelerini anlatan “Zübdetü’l-Makâmât” kitabını yazdı ve Mektubât’ın üçüncü cildini topladı. 1054/1645 senesinde Bûrhanpûr Ģehrinde vefat etti (Cebecioğlu, 1999: 91).

37


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

Seyyid Nakip Ferid Buharî: Buhârâ’lı olan bu zât Ekber ġâh dönemi bürokratlarından olup Muhammed Bâkî Billah’ın tekkesinin masraflarını karĢılamıĢtır. Ġmam Rabbani’den onaltı mektup almıĢtır (Cebecioğlu, 1999:163). ġeyh Abdulhayy: Hindistan’ da yetiĢen meĢhur evliyadan birisi olan Abdulhayy, Safa Ģehrindendir. Ġmam Rabbani’nin hizmetinde bulunarak çok muhabbetini kazandı. Yıllarca sohbet halkasına iĢtirak ederek çok feyizlere kavuĢtu. Ġmam Rabbani’den çok Ģeyler öğrendi. Muhammed Masum’un emirleri ile Mektubât’ ın ikinci cildini topladı. Abdulhayy 1054 /1644 yılında vefat etti. Abdulhayy, hocasından icazet aldıktan sonra Pütne Ģehrine vazifelendirildi. Oradaki insanlar Abdulhayy’a talebe olmak ve bereketli sohbetlerinden istifade etmek için çok rağbet ettiler. Abdulhayy, orada pek çok kimsenin hidayetine vesile oldu. Ġmam Rabbani, Abdulhayy hakkında “ O, memleketin kutbudur” buyurmuĢtur. Yine Ġmam Rabbani, bir sevdiğine yazmıĢ olduğu mektubunda da Ģu ifadelere yer vermektedir: “ ġeyh Abdulhayy ve Nur Muhammed gibi iki azizin bir yerde bulunması, iki parlak yıldızın bir araya gelmesi gibidir.” Nur Muhammed’e gönderdiği mektubunda ise Ģöyle anlatır: “ ġeyh Abdulhayy ile aynı Ģehirdesiniz. Yakınınızda bulunuyor. Duyulmayan garip marifetler ve ilimler onun kalbinde toplanmıĢtır. Bu yolda zaruri olan Ģeyler kendisine verilmiĢtir. Uzakta kalmıĢ dostlarımızın onunla görüĢmesi büyük bir nimettir. Çünkü oraya yeni gelmiĢtir ve yeni Ģeyler getirmiĢtir. Evliyalıktaki cezbe ve sülûk makamlarına fena mertebelerine kavuĢmakla ĢereflenmiĢtir. Hatta diyebilirim ki, oranın ana caddesi odur. Mektubât’taki garip marifetlerden çoğunu bizden dinlemiĢtir. Mümkün mertebe soru sorarak anlamaya çalıĢmıĢtır. Tevfîk ( yardım ) Allahü Teâlâ’dandır” (KiĢmî, Tsz: 570-571). Mevlânâ Yâr Muhammed Kadîm Tâlkânî: Mevlânâ Kadîm lakabından anlaĢıldığı gibi talebelerinin öncülerindendir. Geceleri ibadetle, gündüzleri de oruçlu olarak geçirirdi. Büyüklerin nisbet ve huzuru yüzünde görünürdü. Ġmam Rabbani, kendisine icazet verildikten sonra göndermiĢ olduğu mektubunda tarikatın tarifi ile alakalı olarak Ģu bilgileri vermektedir: “Eğer yolunuza girmek arzusuyla bir tâlip huzurunuza gelirse, ona tarikat talim etmede, çok dikkatli olunuz ki, bu iĢte sizden bir istidraç istenmiĢ olabilir. Bu durum harap olmanıza sebep olabilir. Bilhassa, bir talebe geldiği zaman içinizde bir sevinç ve rahatlık duyarsanız bu hususta çok iltica ederek defalarca istihare etmeniz lazımdır. Böylece kendisine tarikat verileceği yakinen anlaĢılınca ona tarif edebilirsiniz. Ġstidraç ile haraplığı istememelidir. Çünkü Allahü Teâlâ’nın kullarında tasarruf eylemek ve kendi vakitlerini onlara vermek Allahü 38


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

Teâlâ’nın izni olmaksızın doğru değildir. Kur’an-ı Kerim’de “Rablerinin izniyle insanları zulmetten nurluğa kavuşturmaklığın için “ (Ġbrahim, 14/1) ayeti kerimesi sözümüze delildir. Azizlerden biri ölmüĢtü. Bir hitap geldi ki, “Benim dinimde, benim kullarıma karĢı zırh giymiĢtin. Öyle mi?” denildi. Evet, denildi. Allahü Teâlâ yine, “Ne için kullarımı bana ısmarlamadın ve kalbini tamamen bana çevirmedin?” buyurdu. Size ve diğerlerine verilen icazet, Ģartlara ve Allahü Teâlâ’nın rızasına uygun ilmin elde edilmesine bağlıdır. Henüz mutlak icazet zamanı gelmemiĢtir. Onu elde edinceye kadar Ģartlara çok dikkat ediniz” (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 211, s.183; KiĢmî, Tsz: 571572-573). Mevlana Hasan-i Berkî: Evliyanın büyüklerindendir. Tefsir, hadis, fıkıh gibi zâhirî ilimlerde kendisini yetiĢtirdikten sonra tasavvuf yolunda da yetiĢip evliyalık derecesine yükselmek için ġeyh Ahmed-i Berkî’nin talebesi oldu. Ahmed-i Berkî’nin hizmetinde bulunurken yüksek makamlara, ilahî marifetlere kavuĢtu. Ahmed-i Berkî’nin delaleti ile Serhend’e gelerek Ġmam Rabbaniye talebe oldu. Ġmam Rabbani’nin sohbetlerinin berekâtı ile yüksek hallere ve makamlara kavuĢtu. Sonra memleketine dönerek eski hocası Ahmed-i Berkî’nin sohbetlerine devam etmiĢlerdir. Ġmam Rabbani, Ahmed-i Berkî’ye yazmıĢ olduğu mektubunda “ġeyh Hasen, sizin devlet erkânınızdandır. ĠĢlerinizde sizin yardımcınızdır. Eğer siz bir sefere çıkacak olursanız vekiliniz odur. Ona iltifat ve teveccühü eksik etmeyiniz. Çok gayret ediniz ki, zarurî din ilimlerini bitirsin. Hindistan’a geliĢi, onun için de sizin için de büyük nimet oldu. Allahü Teâlâ bize ve size istikamet versin.” Bu hadiseden kısa bir vakit sonra Ahmed-i Berkî vefat etti. Ġmam Rabbani’ye haber gelince Ahmed-i Berkî’nin ashabına Ģu mektubunu yazmıĢtır: “ Ahmed-i Berkî’nin gösterdiği yolda yürüyünüz. Zikir ve murakabe ile meĢgul olun ki, bir isteksizlik ve gevĢeklik hâsıl olmasın. Talebeleri toplanıp, birbirlerinde fani olsunlar ki, sohbetin eseri zahir olsun. Bu fakir bundan önce; “Eğer Mevlana bir sefere çıkarsa, kendi yerine ġeyh Hasen’i bırakması uygun olur” diye yazmıĢtım. Herhalde bu seferi kast etmiĢiz. ġimdi de tekrar tekrar düĢünüyorum. Bu iĢi yapacak ancak ġeyh Hasen’i buluyorum. Bazı arkadaĢlara bu sözümüz ağır gelmesin. Bizim ve onların istemesi ile olmuyor. ġeyh Hasen’in yolu, Mevlana’nın yoluna çok yakındır. Mevlana’nın son defa bizden aldığı nisbette ġeyh Hasen’in de ortaklığı vardır. Diğer arkadaĢların, her ne kadar keĢif ve müĢâhede sahibi olsalarda bu nisbetten nasipleri azdır.” Ġmam Rabbani’nin talebelerinin hepsi emre uyarak Mevlânâ Ahmed-i Berkî’nin bulunduğu halkanın baĢkanlığını ġeyh Hasen’e verdiler. ġeyh Hasen 39


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

bu makamda ilim ve feyiz vermekle meĢgul oldu. Ġmam Rabbani ve hocasının âdetlerine ve usullerine bağlı kaldı (KiĢmî, tsz: 574-575-576). ġeyh Abdulhadi Bedevânî: Hz. Ömer’in (r.a.) soyundan gelmektedir. Bedâyunludur. Önceleri Muhammed Bâkî Billah’ ın talebesi idi. Fakat hocası bunun terbiyesini en büyük talebesi olan Ġmam Rabbani’ye havale ederek Serhend’e göndermiĢtir. Abdulhadi, hocası Ġmam Rabbani’nin hizmetlerine öyle sıkı sarıldı ki, onun mübarek nazarlarından ve teveccühlerinden âzami derecede nasiplendi. Hocası Ġmam Rabbani, onun kavuĢmuĢ olduğu halleri Ģöyle anlatmaktadır: “ Mevlana Abdulhadi yüksek makamlara ait hallere gark olmuĢtur ve Allahü Teâlâ’nın büyüklüğünü müĢahede etmekte makamların en yükseğine kavuĢmuĢtur.” Abdulhadi Bedevânî çok riyazat ve mücahedelerle nefsini terbiye etmek sureti ile ruhunu yükseltti. Hocasının emirlerinden iğne ucu kadar da olsa ayrılmayarak velilikte yüksek makamlara ulaĢtı. Ġmam Rabbani’nin halifesi olmakla Ģereflendi. Abdulhadi Bedevânî 1041/ 1631 senesinde Hindistan’ın Bedâyun kasabasında vefat etmiĢtir (KiĢmî, 1971:371). Mevlana Abdul Vahid Lahorî: Ġmam Rabbani’nin yetiĢtirdiği talebelerdendir. Önceleri Muhammed Bâkî Billah’ın talebesi iken hocası terbiyesini Ġmam Rabbani’ye havale etmiĢtir. Lahor Ģehrinden olduğu için Lahorî denmiĢtir (KiĢmî, tsz: 589). ġeyh Hacı Hıdır Efgan: Ġmam Rabbani’nin yüksek nazarlarına muhatap olarak kendisinden tarikat talimi için icazet almıĢtır (KiĢmî, tsz:578). ġeyh Yûsuf-i Berkî: Tesadüfen meĢâyihden birisi ile sohbet etmiĢti. Tevhit meĢrebi kendisine nasip oldu. Vakıa ve rüyalarla Ġmam Rabbani’nin dergâhına gitmesi iĢaret olundu. Ġlk defa onların yanına giden birisi ile hâlini arzetti. Ġmam Rabbani böyle hallerin baĢlangıçta çok olabileceğini ve böyle Ģeylere ehemmiyet vermemesini telkîn etti. Nihayetinde asıl nisbetlere kavuĢtu ve icazet aldı. O memleketin köylerinden biri olan Celender’de kaldı. Ayrılık zamanlarında halini mektupla hocasına arzeder ve cevabını alırdı. Mektubât’ı okuyanlar bu mektupları görürler. Bir defasında Ġmam Rabbani’nin yanına gelerek takat getirilemeyecek kadar ağladı. Hocasının Ģu iltifatına mazhar oldu: “ġeyh Yusuf bize yakındır. Bir müddet bu fakirin yanında kaldı. Çok büyük faidelere kavuĢtu. Fenanın hakikatine ulaĢtı. Tekrar gelmek üzere eve döndü. Ġstidatlı ve ihlas sahibi bir kimsedir” buyurdular (KiĢmî, tsz: 579-580). ġeyh Muhibbullah: Din ilimlerinde çok ileri seviyede idi. Önceleri ġeyh Muhammed b. Fadlullah-ı Bûrhanpûrî’nin hizmetinde bulundu. Bundan sonra 40


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

Bûrhanpûr Ģehrinde bulunan Mir Muhammed Numan’ın hizmeti ve huzuruyla Ģereflendi. Ondan bu yolun zikrini aldı. Onun dergâhında sürekli Ġmam Rabbani’nin mektupları okunduğundan kendilerini görmek ve hizmet etme Ģerefine nail oldu. Çok Ģeylere kavuĢtu. Ġmam Rabbani, kendisi hakkında Ģu ifadeleri kullanır. “Seyyid Muhibbullah, Allah’tan baĢka her Ģeyi unuttu ve fena derecelerinin bazısına kavuĢtu. Kendisine bir nevi icazet verip, Mankpûr’a gönderdik” (KiĢmî, tsz: 580-581). Mevlânâ Ahmed Deybenî: Deyben, Sehârenpûr yakınında iki nehir arasında bir yerin adıdır. Ġmam Rabbani’ye intisap etmeden önce bir müddet huzurunda ilim talebesi olarak kaldı. Lâyık olan hizmetlerde bulundu. Bundan sonra bir sebeple Bûrhanpûr’a gitti. Orada ġeyh Muhammed b. Fadlullah’dan zikir aldı. Uzun zaman bu Ģeyhin hizmetinde bulundu. Ve kendisinden irĢat hilâfeti aldı. Bundan sonra Agra’ya geldi. O sırada Ġmam Rabbani’de Agra’da bulunuyordu. Huzuruna gelip hizmetinde bulundu. Ġmam Rabbani’den bu yolun zikrini aldı (KiĢmî, tsz: 583). Kerimüddîn Baba Hasen Ebdalî: Baba Hasen Ebdâl, Kabil ile Lahor arasında olup KeĢmir’e ayrılan yol üzerindedir. ġeyh Kerimüddîn buralıdır. Ġmam Rabbani’nin en eski bağlılarından olup, yüksek hâller ve cezbe sahibidir. Önceleri hakkı aramak arzusu ile çok seyehat ederdi. Serhend’e gelince manevi bir delaletle Ġmam Rabbani’nin hizmetiyle Ģereflendi. Zikir ve murakaba aldıktan sonra misline rastlanmayan bereketli bakıĢlar altında, kısa zamanda çok ilerledi. Ġmam Rabbani, kendisine talim-i tarikat için icazet verdiler (KiĢmî, tsz: 585-586). ġeyh Ġshak Sindî: Sind’in (Pakistan) büyüklerinden olan ġeyh Ġshak’a ġeyh Kerimüddîn tarafından bu yolun zikri tarif edildi. Zikri aldıktan sonra yirmi bir gece devamlı Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) rüyasında gördü ve kendisine çeĢitli lütuflar gösterildi (KiĢmî, tsz: 586). Mevlânâ Kâsım Ali: Hace Muhammed Bâkî Billah’ın ashabından olup terbiyesi Ġmam Rabbani’ye havale edilenlerdendir. Ġmam Rabbani kendisi hakkında Ģu ifadeleri kullanır: “Mevlânâ Kasım Ali’nin herkesi en yüksek makama ulaĢtırmaktan nasibi vardır. Her Ģeyin doğrusunu yine Allahü Teâlâ bilir” (KiĢmî, tsz: 559). Mevlânâ Muhammed Salih Gülabî: Ġmam Rabbani’nin en eski ashabındandır. Büyükler yoluna girme arzusu kalbinde hâsıl olunca, çevresinde bulunan birçok Ģeyhe müracat etmiĢ fakat hiçbirisinden istediği neticeyi alamamıĢtır. Ancak Agra’da bir camide Ġmam Rabbani’yi görünce ona karĢı kalbinde bir muhabbet hâsıl olmuĢ. Ve evlerine gidip zikir tarif etmesini talep etmiĢ, Ġmam Rabbani’de kabul etmiĢtir. Bir 41


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

müddet dergahda çalıĢmıĢ ama istenilen dereceye ulaĢamamıĢtır. Ramazan-ı ġerif ayında Ġmam Rabbani itikâfa çekilince leğen ve ibrik hizmeti bu zâta verilmiĢtir. Bir gün Ġmam Rabbani ellerini yıkayınca bu suyu alıp tamamını içmiĢ ve içer içmez manevi halinde bir yükselme olmuĢtur. Ġmam Rabbani’nin teveccüh ve inayetlerinin bereketleriyle kemale gelince tarikat talimi için icazet almıĢtır (KiĢmî, tsz: 561). Mevlânâ Muhammed Sıddık KiĢmî: BedahĢan eyaletinin KiĢm Ģehrindendir. Genç yaĢlarda Hindistan’a geldi. ġiir yazmaya çok meraklı olduğu için Hân-ı Hânân ismiyle meĢhur, fakirleri seven Abdurrahim’in sohbetini tercih etti. Bu esnada Hâce Muhammed Bâkî Billah’ın sohbetiyle Ģereflenerek inabe ve zikir aldı. Hace Muhammed Bakî Billah’ın vefatından sonra hocasının emir ve vasiyetlerine uyarak Ġmam Rabbani’ye intisap etti. Tam bir Ģevk ile Ġmam Rabbani’nin sohbet ve hizmetinde bulundu. Mevlânâ Muhammed Sıddık KiĢmî, Ġmam Rabbani’nin yazdığı “Mebde’ ve Me’ad” risalesinin fıkralarını toplayıp bir kitap haline getirdi. Mektubât’ta kendisine yazılmıĢ çok mektuplar vardır. Ġmam Rabbani’ye tam bir ihlas ve muhabbeti vardı. Hacda olduğu bir zamanda Ġmam Rabbani kendisi hakkında Ģu ifadeleri kullanmıĢtır: “ ġu anda burada bulunamayan bazı talebelerimin hallerini teveccüh eyledim. Mevlânâ Muhammed Sıddık’ı gördüm. Tam bir muhabbet ve ihlas ile yüzünü bize dönmüĢtü” (KiĢmî, tsz: 563-564-565). Mevlânâ Emânullah Lâhorî: Ġmam Rabbani’nin icazet almıĢ müritlerindendir. 1031/ 1621 senesinde, üzerine eski bir elbise giyip yaya olarak hac yolculuğuna çıkmıĢtır. Ġmam Rabbani’nin talebelerinden yollarda önüne çıkanlar kendisine azık ve binek hayvanı vermek istedilerse de kabul etmemiĢtir (KiĢmî, tsz: 590). Muhammed Sıddîk-i BedahĢî: Hadâik sahibi, bunun hakkında “ĠrĢat Kâbe’si gibiydi” ifadesini kullanmıĢtır (Cebecioğlu, 1999: 93). 3.3. Eserleri Ġmam Rabbani’nin yazdığı eserler umumiyetle Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadını muhafazaya yöneliktir. Onun zamanında Hindistan’da ve hatta bütün Ġslam âleminde bozuk inanıĢlar yayılmaya baĢlamıĢ, büyük fitneler ortaya çıkmıĢtı. ĠĢte Ġmam Rabbani, böyle bir zamanda baĢta vahdet-i vücut olmak üzere yanlıĢ anlaĢılan birçok meseleyi gayet açık bir Ģekilde izah ederek insanların zihinlerini bozuk itikatlardan ve bidatlerden temizlemiĢtir. ( Özgen, 2012: 29). Onun eserleri Ģunlardır:

42


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

Mektubât: Ġmam Rabbani’nin en çok bilinen ve okunan eseridir. Ġslam âleminde Ġmam Rabbani’nin Mektubât’ı çok büyük önem arzetmektedir. Farklı zamanlarda farklı kimselere çoğu farsça, bir kısmı arapça olarak gönderdiği mektupların bir araya toplanmasıyla meydana gelen bir eserdir. Mektubât’ta Ġmam Rabbani’nin her mevzuda fikirlerini ve düĢüncelerini bulmak mümkündür. Bilhassa yaĢının ve ilminin kemale ulaĢtığı, tasavvuftaki tecrübelerinin arttığı yılların bilgilerini aktarması daha çok dikkat çekicidir. On üçüncü yüzyıldan itibaren Hindistan’da geliĢip yaygınlaĢan mektup yazma geleneğini Ġmam Rabbani de benimsemiĢtir. Bizzat ulaĢamadığı insanların Ehl- i Sünnet inancında kalmaları için mektuplar göndermiĢtir. Bu mektupların bir kısmı tebliğ ve nasihat, bir kısmı da kendisine yöneltilen sorulara cevap olarak yazılmıĢtır. Ġmam Rabbani, gönderdiği mektupların okunmasını arzu ettiği kadar elden ele dolaĢmasını da çok arzu ederdi. Mektupların sayısı artınca talebeleri bunları toplayıp kitap haline getirmeyi düĢündüler. Mesele kendisine arz edildiği zaman Ġmam Rabbani de bu hususu onaylamıĢ, hatta ciltlerin oluĢması hususunda talimatlar da vermiĢtir. Mektubât üç cilt olup beĢ yüz otuz dört mektuptan meydana gelmiĢtir. Birinci cildi 1025/1616 senesinde talebelerinin meĢhurlarından Yâr Muhammed Cedid-i BedahĢî Talkanî tarafından toplanmıĢtır. Birinci ciltte üç yüz on üç mektup vardır. Ġmam Rabbani, birinci cildin hem rasüllerin sayısına hem de bedir ashabının sayısına muvafık olması için teberruken üç yüz on üçte kalmasını arzu etmiĢtir. Mektubât’ın ikinci cildi ise onun iĢareti ile 1028 / 1619 tarihinde müritlerinden Abdulhayy b. Hace Çakırhisarî tarafından toplanmıĢtır. Ġkinci cilt, Allahü Teâlâ’nın doksan dokuz Esma-i Hüsnası adedine muvafık olması için doksan dokuz mektupta kalmıĢtır. Üçüncü cilt, Ġmam Rabbani’nin müritlerinden Hace Muhammed KiĢmî tarafından 1031 /1622 tarihinde toplanmıĢtır. Bu ciltteki mektupların sayısı Allahü Teâlâ’nın Bâkî isminin ebced hesabıyla çıkan sayısına muvafık olması için yüz on üç olması düĢünülmüĢtür. Ancak dördüncü cilt için mektuplar bir araya getirilmeye baĢlanmıĢsa da bunlar bir cilt olmayacak kadar az olduğu için üçüncü cilde ilave edilmiĢ ve üçüncü ciltteki mektup sayısı yüz yirmi iki olmuĢtur. Böylece tamamı beĢ yüz otuz dört mektuptan teĢekkül etmiĢtir (Özgen, 2012: 29-30). Mektubât, Muhammed Murâd Kazânî tarafından 1303/ 1888 senesinde Arapçaya tercüme

edilmiĢ

ve

ed-Dürerü’l-Meknûnât

ismiyle

1316/

1901’de

Mekke-i

Mükerreme’de basılmıĢtır. Aynı baskı Ġstanbul’da ofset yoluyla çoğaltılarak tekrar neĢredilmiĢtir. Türkiye’de en çok bu baskı kullanılmaktadır. Mektubât, Farsçadan Türkçeye ilk defa Müstakimzâde Süleyman Saadettin tarafından tercüme edilmiĢtir. 43


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

Müstakimzâde, bu tercümeyi (1162-1165/ 1748-1751) seneleri arasında yapmıĢ ancak basımı bir asır sonra gerçekleĢmiĢtir. Eserin yakın tarihimizde de farklı kiĢiler tarafından günümüz Türkçesine tercümeleri yapılmıĢtır (Özgen, 2012: 31-32). Risâle Fî İsbâti’n-Nübüvvet: Bu risale Ġmam Rabbani yirmi bir yaĢında iken Agra’yı ziyaretinde Ebu’l-Fazl ve Feyzî nin nübüvvete dair yanlıĢ fikirlerini duyunca kaleme almıĢ olduğu eseridir. Ġmam Rabbani bu eserinde, nübüvvetin mahiyeti, nübüvvetin gerekliliği ve belli bazı peygamberlerin metotları üzerinde bir inceleme yapar. Nübüvvete olan ihtiyacın yanında insanların buna itirazları ve cevapları da incelenir. Nübüvveti isbat aracı olan mucize ile Kur’an-ı Kerim’in icazı anlatılır. Hususi ile de Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) mucizeleri anlatılır. Bu eser Urduca çevirisi ile arapça olarak telif edilmiĢ, Ġhlas Vakfı tarafından 1990’da Türkiye’de neĢredilmiĢtir (Cebecioğlu, 1999: 85). Risâle-i Redd-i Revâfız: ġîa’nın görüĢlerini reddetmek için telif edilmiĢ bir eserdir. ġîa’nın sahabe-i kirama dil uzatmalarının mahzurlarını, onların Hz. Ali’nin ilk halife olduğuna dair iddialarının yanlıĢ olduğunu, Hz. Ali’nin muhalifleri ile yaptığı çekiĢmelerde haklı olduğu halde rakiplerinin ictihadî bir hata içerisinde olduklarının ve bu yüzden kötülenmemelerinin gerektiğinin anlatıldığı bir eserdir. Eserin arapçası Ġhlas Vakfı tarafından 1995 senesinde Ġstanbul’da neĢredilmiĢtir. Farsça nüshası Te’yid-i Ehl-i Sünnet ismiyle Karaçi’de tarihsiz olarak neĢredilen bu eser, Ġhlas Vakfı tarafından Mebde’ ve Me’âd risalesi ile beraber Ġstanbul’da tekrar neĢredilmiĢtir (Özgen, 2012: 28). Risâle fi’l-Mebde’ ve’l-Me’âd: Mektubât’ın Muhammed Murâd Kazânî tarafından Arapçaya yapılmıĢ tercümesinin ikinci cildinin kenarında, aynı zatın tercümesi arapça olarak neĢredilmiĢtir. Bu eserin asıl dili olan Farsça nüshası, Karaçi’de Ġdare-i Müceddidiyye tarafından tarihsiz olarak neĢredilmiĢ, aynı nüsha Ġmam Rabbani’nin Te’yid-i Ehl-i Sünnet risâlesiyle birlikte Ġhlas Vakfı tarafıdan 2000 senesinde Ġstanbul’da yeniden basılmıĢtır. Eserde yer yer arapça cümleler hatta paragraflar varsa da asıl dili Farsçadır (Özgen, 2012: 29). Onun diğer eserleri de Özgen’e göre Ģunlardır: Risâle Fî Âdâbi’l-Mürîdîn Risâle Fî Mükâşefeti’l-Gabiyye Risâle Fî Ma’arifi’l-Ledünniyye Ta’likat a’le’l-Avârif Şerh-i Ruba’iyyat-ı Hace Abdulbâkî 44


ĠMAM RABBANĠ’NĠN HAYATI, ESERLERĠ VE ĠLMĠ…

Süleyman YALMAN

Risâlet-i Halat-i Hacegan-ı Nakşibend Risâle-i Silsile-i Hadis Keşfü’l-Gayn fi Şerhi’r-Ruba’iyyeteyn (Özgen, 2012: 28-29-32)

45


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

4. ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ Ġmam Rabbani, Mektubat’ında Ġslam mezheplerini yetmiĢ üç fırka hadisinden hareketle Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Bidat olarak iki ana kısma ayırmaktadır. Ehl-i Sünnet’in görüĢlerini savunurken diğer mezheplerin bazı görüĢlerini aklî ve naklî deliller ile tenkit etmektedir. Ġmam Rabbani’den önce birçok âlim de Ġslam mezheplerini yetmiĢ üç fırka hadisini esas alarak sınıflandırmıĢlardır. Bu âlimlerden birisi, “el-Milel ve’n-Nihal” adlı eserin sahibi olan ġehristânî’dir (ö. 548/1153). O, insanlık tarihi boyunca ortaya çıkan mezhepleri ve dinleri tasnif ederken bütün insanların mezhep ve görüĢleri bakımından ikiye ayrıldığını kaydetmektedir. Bunlardan birisi “ehl-i diyanet” diğeri de “ehl-i ehva” olarak isimlendirilir. Buna göre ehl-i diyaneti Mecusi, Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlar oluĢturur. Ehl-i ehvayı ise brahmanlar, sabiîler, filozoflar, dehriler, putlara ve yıldızlara tapanlar oluĢturur. Bu ana gruplar da kendi aralarında alt fırkalara ayrılırlar (Dalkılıç, 2008:147). Diğer birisi de hicri altıncı asırda Yemen bölgesinde yaĢayan “Kitabu’l-Fırak” isimli eserin sahibi ve önemli bir mezhepler tarihçisi olan Ebu Muhammed elYemenî’dir. O, asıl fırkaların sayısını beĢ olarak tesbit etmektedir. Ona göre bunlardan dördü bidat ve heva ehli olan “Havâric, Mürcie, Mu’tezile-Kaderiyye, ġîa-Râfiziyye” fırkalardır. YetmiĢ iki fırka, bu dört gruptan ortaya çıkmıĢtır. YetmiĢ üçüncü fırka ise hidayete ermiĢ, hidayete erdiren, kendisi kurtulmuĢ ve baĢkalarını da kurtuluĢa erdirecek olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat fırkasıdır (Toru, 2006: 51). Yine bu sahada önemli bir yeri olan Ebû’l-Hasan Ali b. Ġsmâîl el-EĢ’arî (ö. 324/936) de yazmıĢ olduğu “Kitâbu Makâlâti’l-İslâmiyyîn ve İhtilâfi’l-Musallîn” adlı eserinde yetmiĢ üç fırka hadisinden bahsetmese de Ġslam mezheplerini Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Bidat olarak iki ana kısma ayırmıĢtır. Birinci kısmında ġîa, Havâric, Mürcie, Mu’tezile, Mücessime, Cehmiyye, Dırrâriyye, Neccâriyye, Bekriyye, Nussâk gibi Ehl-i Bidat fırkaların görüĢlerine; ikinci kısımda ise Ehl-i Sünnet ve Ashabu’l-Hadis’in itikadî görüĢlerine yer vermiĢtir (Fığlalı, 2008: 27-28). Ġmam Rabbani de yukarıdaki âlimlerin Ġslam mezheplerini tasnif ederken esas kabul ettikleri yetmiĢ üç fırka hadisini Mektubat’ının birçok yerinde Ģöyle zikretmektedir:

46


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

“Muhakkak Benî İsrail yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Biri müstesna hepsi cehennemdedir. Yakında benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir fırka müstesna hepsi cehennemdedir. Sahabe-i kiram: Ya Resülallah! Bu kurtuluşa eren fırka kimlerdir, diye sordular. O da: Onlar benim ve ashabımın îtikat, inanç, amel ve yolu üzere olanlardır” (Tirmizî, nr. 2641, Teberânî, el-Evsat nr.4886) buyurdular (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 116). Ġmam Rabbani, Ġslam mezheplerininden Ehl-i Bidat’ı Abdulkadir Geylânî’nin “el-Gunyetü’t-Tâlibîn” adlı eserine dayanarak dokuz fırkaya ayırmuıĢtır. Bunlar, Hariciyye, ġîa, Mu’tezile, Mürcie, MüĢebbihe, Cehmiyye, Dirrâriyye, Neccâriyye, Küllâbiyye fırkalarıdır. Ona göre “Bu fırkaların hiçbiri, ne Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ne de Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin döneminde bulunmaktaydı. Bu ihtilaflar ve zikredilen fırkaların ortaya çıkması sahabe, tabiîn ve Fukaha-i Seba’nın vefatından sonradır. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanında Müslümanların îtikat ve amelleri Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sohbetlerinin bereketi ile gayet saf ve temizdi. Fakat Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra Müslümanlar arasında ihtilaflı meseleler, hâdiseler, müĢkiller çoğaldı, tefrika ve fitne zuhur etti.” (Rabbani, Tsz., c.2, mektup. 67, s. 117). Nitekim O, bu hususta aĢağıdaki hadisleri delil getirmektedir; Ġmam Rabbani, Mektubat’ında Rasülüllah Efendimiz (s.a.v)’in Ģu hadisine de yer vermektedir: “Benden sonra yaşayanlarınız çok ihtilaflar görecektir. Siz benim ve benden sonra Hulefâ-i Râşidîn’in sünnetine uyun. Buna adeta azı dişlerinizi içine geçirerek sımsıkı sarılın. Sonradan ortaya çıkartılan şeylerden uzak durun. Zira sonradan ortaya çıkartılan her şey bidattir. Her bidat sapıklıktır. Bundan sonra ortaya çıkartılan hiçbir şey makbul değildir” (Ġbni Mace, nr.42) buyurmaktadır (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 117). Ġmam Rabbani’ye göre Hz. Allah, müminleri Ģöyle uyarmaktadır: “Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun. Başka yollara uymayın. Zira o yollar, sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte kötülükten sakınmanız için Allah size bunları emretti” (Enam, 6/153). Ġmam Rabbani’ye göre Hz. Allah, bu ayet-i kerime ile Peygamber Efendimiz’in ( s.a.v.) dinini dosdoğru yol olarak isimlendirdi. Diğerlerini ise “baĢka yollar’a” dâhil edip onlara uymaktan men etti. Nitekim Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Hidayetlerin en hayırlısı Muhammed’in hidayetidir” (Müslim, Cuma, 178, nr. 867) hadisi Ģerifi ve “ Rabbim beni terbiye etti ve terbiyemi güzel kıldı” (Aclûnî, KeĢfü’l47


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Hafâ, 1/70) hadisi Ģerifleri bu hususu açıklamaktadır (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 41, s. 54 ). Bu hususta Elmalılı Hamdi Yazır da özetle Ģunları söylemektedir: Dârimî’nin Müsned’inde zikredildiği üzere Ġbni Mes’ud Hz.: “Rasülullah Efendimiz bize bir hattı müstekîm (düz bir çizgi) çizdi ve bu rüĢt yoludur, dedi. Sonra bunun sağından ve solundan birçok çizgiler daha çizdi ve bunlar da bir takım yollardır ki, her birinde bir Ģeytan vardır ona çağırır buyurdu. Sonra da bu ayetleri okudu. Nitekim “Allah’a giden yol mahlûkatın nefesleri kadardır” fahvasınca çok yollar vardır. Fakat bunların içinden Allah’a kavuĢturan, Allah ve Rasülleri tarafından davet olunan hak yol, doğru yol bir tanedir ki, o da sâliklerini toplayan, birleĢtiren, dağıtmayan, aldatmayan tevhit yoludur” (Yazır, 1993: c.3, s.2097). Ġmam Rabbani, benim ümmetim yetmiĢ üç fırkaya ayrılacak hadis-i Ģerifinde geçen “biri müstesna hepsi cehennemdedir” ifadesini Ģöyle yorumlamaktadır: Bu bidatçı fırkalar cehenneme girip belirli bir süre azap çekecektir. Fakat orada devamlı kalıp ebedi azap çekecekleri manasına gelmemektedir. Çünkü böyle bir Ģey imana ters olup kâfirlere mahsus bir durumdur. Bu o demektir ki, onlar bozuk itikatları sebebiyle cehenneme girerler. Ġtikatlarının bozukluğu hasebince cehennemde azap görürler. Fakat Fırka-i Nâciye olan o bir fırka böyle değildir. Onlar cehenneme uğramadan cennete giderler. Ancak onlardan da kötü amel iĢleyip tevbe ve Ģefaat ile affolunmayanlar günahları miktarınca cehennemde azap olunurlar. ġer’an sâbit olan hükümleri ret ve inkâr etmeyip bizzarure dinden geldiği bilinen hükümleri kabul eden, itikat bozukluğu küfür derecesine varmamıĢ olanlara her ne kadar cehennemde ebedi kalmak yoksa da, cehennem azabı vardır. Netice olarak tevbe ve Ģefaatla affını kazanamayan bütün günah ve isyan ehline cehennem azabı vardır (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 38, s. 53). Ġmam Rabbani, bu bidatçı fırkaların ehl-i kıbleden olmaları hasebi ile dinden olduğu zorunlu olarak bilinen ve tevâtürle (yalan üzerine birleĢmeleri mümkün olmayan topluluğun lisanları üzere sabit olan haber) sabit olan hükümleri inkâr etmedikleri sürece onları tekfir etmenin uygun olmadığını ifade eder ve ulemânın Ģu fetvasını nakleder: “Bir meselede küfrü gerektiren doksan dokuz sebeb olsa, diğer taraftan aynı meselede küfre zıt olan bir sebeb bulunsa bir sebebe itibar etmeli ve küfür hükmünü vermemelidir.” Çünkü ona göre en doğru olanı bilen ve sözü en muhkem olan Allahü Teâla’dır (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 38, s. 53 ).

48


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Bu hususta Ehl-i Sünnet âlimlerinden Ebu’l-Hasen el-EĢ’arî ve Ġmam-ı Gazali (ö. 505/1111) de Ġmam Rabbani gibi düĢünmektedir. Ġmam-ı EĢ’arî, Peygamber Efendimiz’in (s.av.) vefatından sonra ortaya çıkan ve birbirine muhalif olan fırkaları dıĢlamak yerine Ġslamın onları birleĢtirdiğini söyleyerek Ġslam dairesi içerisinde kabul etmeyi tercih etmiĢtir. Ġmam Gazali de Lâ ilahe illallah esasına samimi olarak bağlı kaldıkları ve bu esasa muhalif olmadıkları müddetçe yolları ne olursa olsun ehl-i Ġslama dil uzatmaktan ve mezhepleri tekfîr etmekten uzak durulması gerektiğini vurgulamıĢtır (Gömbeyaz, 2005:150-151) Ġmam Rabbani, bu konuda Ehl-i Sünnet’in görüĢünün ne kadar isabetli olduğunu Ģöyle ifade eder: “Ehl-i Sünnet, küfrün gereklerini yerine getiren belli bir Ģahıs hakkında bile son nefesinde Müslüman olup tevbe edebileceğine ihtimal vererek cehennemlik iddiasında bulunmazlar. Böyle bir kimseye lanet edilmesine dahi müsaade etmezler. Ehl-i Sünnet, kesin delillerle kâfir olarak öldüğü bilinmedikçe hiçbir kimseye lanet etmez. Ancak isim zikredilmeksizin genel olarak kâfirlere lanet edilmesine müsaade ederler” (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 49). Görüldüğü gibi Ġmam Rabbani, insanları küfre nisbet etmek yerine onları Ġslam dairesi içerisinde tutmaya çalıĢmıĢtır. Bununla birlikte o, bidatçı biriyle dostluk kurmayı kâfirle dostluk kurmaktan daha zararlı görür. Bidatçı fırkaların içerisinden en kötüsünün de ġîa olduğunu belirtir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 54, s. 68). Ġmam Rabbani, kurtuluĢa erecek fırkanın Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat fırkası olduğunu, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat yoluna girmeden ve onun görüĢleri ile amel etmeden kurtuluĢa ermenin mümkün olmadığını söyler. Meselenin özünü de Ģu ifadeleri ile belirtir: “Ehl-i Sünnet âlimlerinin yolundan, sıratı müstakîmden bir arpa boyu ayrılan kimse ile oturup kalkmanın, durup konuĢmanın öldürücü bir zehir olduğunu herkes bilmelidir. Bunlarla oturup kalkmak yılanlarla arkadaĢlık etmeye benzer. Dinî duyarlılığı

olmayan

ilim

talebeleri

hangi

kesimden

olurlarsa

olsunlar

din

soyguncularıdır. Onlarla arkadaĢlık etmekten kaçınmak gerekir” (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 213, s. 185). Ġmam Rabbani, bu hususta bağlılarını ve kıyamete kadar gelecek olan Müslümanları, Ehl-i Sünnet âlimlerinin yolundan gidip

“din soyguncuları” diye

vasıflandırdığı dini kötüye kullanan âlimlerden korumak için bir de misal verir: 49


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

“Adamın biri Ģeytanın endiĢesiz gayet rahat bir Ģekilde oturduğunu, kimseyi yoldan çıkartmak ve saptırmakla uğraĢmadığını görmüĢ ve Ģeytana “bunun sebebi nedir? diye sormuĢ. ġeytan da, bu günkü kötü âlimler benim iĢimi yapıyorlar, bana ihtiyaç bırakmıyorlar. Benim yerime insanları onlar yoldan çıkartıp saptırıyorlar” diye cevap vermiĢtir ( Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 213, s. 185 ). Ġmam Rabbani’ye göre, hakiki Ġslam âlimlerine saygı gösterilmeli, Ġslamı yaymak için çalıĢmalı, heva ve heveslerine uyanlara ve bidatçılara değer vermemelidir. Çünkü Rasülüllah Efendimiz de “Bidat sahibine kim saygı gösterirse İslamın yıkılmasına yardım etmiş olur” (et-Teberânî el-Evsat nr. 6772) buyurmaktadır (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 165, s. 146). 4.1. Ehl-i Sünnet 4.1.1. Ġmam Rabbani’nin Mektubat’ında Ehl-i Sünnet’in Tanımı Ehl-i Sünnet, Hz. Allah’ın kitab’ına ve Rasül’ünün sünnet’ine uyan Müslümanların büyük çoğunluğu anlamına gelmektedir. Diğer bir ifadeyle Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti ile sahabe ve onların yolunda giden kimslerdir (Fığlalı, 2004: 49-50). “ Ehl-i Sünnet”, “ehl” ve “sünnet” kelimelerinin birleĢmesinden meydana gelen bir tabirdir. “Ehl”in iki manası vardır. Birinci mana, bir kimsenin yakınlarına ve akrabasına verilen isimdir. Ġkinci mana, taraftar, koruyan, ülfet eden, benimseyen ve sahiplenen kimse demektir. Burada ikinci mana kastolunmaktadır. Buna göre “Ehl-i Sünnet”, sünnete sımsıkı sarılıp onu benimseyen ve sahiplenen kimse demektir. Sünnet ve ondan yapılan kelimeler, Kur’an-ı Kerim’de on altı yerde geçer. Fakat “ Ehl-i Sünnet” Ģeklinde hiç geçmemektedir. Hadis kaynaklarında “sünnet” ve “cemaat” kelimeleri ayrı ayrı geçmektedir. Ancak “Ehl-i Sünnet” olarak geçmemektedir (Özgen, 2013: 95). Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hz. Allah’ın rahmetinin cemaat üzerine olduğunu ifade buyurarak, cennete girmek isteyenlere, cemaatten ayrılmamalarını tavsiye etmiĢlerdir. Cemaatten ayrılanların da Ġslamdan çıkmıĢ olacaklarını ve cahiliye ölümü üzere öleceklerini haber vermiĢtir. Ġhtilafa düĢüldüğü zaman “ sevad-ı azam” diye tabir edilen büyük çoğunluğu tavsiye etmiĢlerdir. Meseleye bir de bu yönden bakınca “cemaat” kelimesi eklenerek “ Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” Ģeklini almıĢtır. “Sünnet”, Rasülullah Efendimiz’in (s.a.v.) göstermiĢ olduğu yolu ifade etmiĢtir. “Cemaat” ise dört 50


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

büyük halifenin hilafeti esnasında sahabe-i kiramın ittifak ettiği meseleleri ifade etmiĢtir. Sonraları bu isim, Müslümanların çoğunluğunun görüĢünü benimseyenlere verilmiĢtir. Buna göre “ Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”, “ Rasülullah Efendimiz’in (s.a.v.) ve ashabının

dinî

uygulamalarına uyan,

ondan ayrılmayan

ve

ilk dönem

Müslümanlarının ekseriyetinin yaĢama biçimini takip edenler” olarak tarif edilir. Bu isim, sonradan ayrılan Haricî, ġîî ve Mu’tezilî kollara karĢılık olarak kullanıldığı bilinmektedir. “Ehl-i Sünnet” ismine “Cemaat” kelimesini kimin ilave ettiği bilinmemektedir. Yalnız bu isimden “Cemaat” kelimesi çıkartılarak “Ehl-i Sünnet” olarak kullanılması daha meĢhurdur (Özgen, 2013: 96-97). “Ehl-i Sünnet” yukarıdaki isimleriyle zikrettiğimiz Mu’tezile, Haricîler ve ġîa gibi sonradan ortaya çıkmıĢ bir fırka değildir. “Ehl-i Sünnet”, Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) sonra sahabe-i kiram ve tabiînin yolunu takip eden, Kur’an ve sünnetin ruhuna sahip çıkarak ekseriyetin oluĢturduğu ve baĢlangıçtan itibaren var olan asıl ana yoldur. Bu sebepten, dünya Müslümanlarının büyük bir kısmının gönül vererek bağlanmıĢ olduğu Ehl-i Sünnet’i, diğerleri gibi fırka olarak düĢünmek yanlıĢtır (Kutluay, 1968: 146; Özler, 1996: 101). Ġmam Rabbani, Mektubât’ında bazen “Ehl’i Sünnet” bazen “Ehl-i Sünnet ve’lCemaat” tabirini kullanır. Bazen de hak üzere olduklarını anlatmak için “Ehl-i Hak” tabirini kullanmaktadır (Özgen, 2013:100). Ġmam Rabbani, Ehl-i Sünnet’i tarif ederken farklı Ģekillerde rivayet edilen Ģu hadis-i Ģerifi kaydetmektedir: “İsrail oğulları, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Biri müstesna hepsi cehennemdedir. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Onların da biri müstesna hepsi cehenneme girecektir.” (Tirmizî, iman,18,nr.2641) Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu hadis-i Ģerifi irat buyurdukları zaman yanında bulunan sahabe-i kiram, o fırkanın kim olduğunu sormuĢlar. Peygamber Efendimiz de “Onlar, benim ve ashabımın yolunda olanlardır” diye cevap vermiĢlerdir. Ġmam Rabbani’ye göre, Peygamber Efendimiz, bu ifadeleriyle “Benim yolum ashab yoludur ve kurtuluĢ da onların yolundan gitmeye bağlıdır” demek istemiĢtir. Öyle ise ona göre Ehl-i Sünnet, Peygamber Efendimiz’e ve sahabe-i kirama tabi olmak, onları sevmek ve onlar gibi yaĢamaya çalıĢmaktır (Rabbani, Tsz: c.1, mektup. 80, s. 92). Ġmam Rabbani’ye göre yetmiĢ üç fırkadan her biri Fırka-i Naciyenin kendileri olduğunu iddia eder. KurtuluĢa erenlerden olduklarına kesin olarak inanırlar. “Her fırka kendi yanında bulunanla sevinmektedir”(Müminün, 23/53) ayeti kerimesi onların 51


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

hallerini açıklamaktadır. Bunlar arasından “Fırka-i Naciyeyi ayırt edebilmemiz için yukarıda zikrettiğimiz, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hadis-i Ģerifinde geçen delile bakmak gerekir. O da: “Onlar, benim ve ashabımın bulunduğu hal üzere olanlardır” (Tirmizî, nr. 2641) hadis-i Ģerifidir (Rabbani, Tsz: c. 1,mektup. 80, s. 92). Ġmam Rabbani’ye göre, burada Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sadece kendisini zikretmesi yeterli olduğu halde ashabını da zikretmesinin hikmeti Ģudur: Benim yolum ashabın yoludur ve kurtuluĢ yolu yalnızca onların yoluna tabi olmaya bağlıdır (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 80, s. 92). Ġmam Rabbani, Eh’l-i Sünnetin temel fikrini Ģu hadis-i Ģerifi kaydederek anlatır: “Yaşayacak olanlarınız, birçok ihtilaflar görecekler. O zaman sizlere kendi Sünnet’imi ve benden sonra Hulefâ-i Râşidîn’in sünnetini tavsiye ederim. Sünnetime iyi yapışın ve azı dişleriniz ile sıkıca tutun. Sonradan çıkarılan şeylerden sizi sakındırırım. Zira sonradan ortaya atılan her amel bidattir. Her bidat dalalettir. Benden sonra çıkarılan her şey reddedilmelidir (Ġbni Mace, Mukaddime, 6, nr. 42). Ġmam Rabbani, Peygamber Efendimiz’in iĢaret buyurdukları gibi sahabeden ve tabiînden yedi fakihin vefatından sonra insanların ihtilafa düĢüp ayrılacaklarını anlatır. Ona göre bu ihtilafların sebebi Kitap ve Sünneti farklı anlamaktan kaynaklanmaktadır. Bidate düĢen kimseler de bu bâtıl hükümlerini Kur’an ve Sünnet’ten almıĢlardır. Ġmam Rabbani’ye göre Ehl-i Sünnet, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve sahabe-i kiramın anlayıĢına tam manası ile uymaktadır. Peygamber Efendimiz ve sahabenin anlayıĢına uymayan anlayıĢların hiçbir değeri yoktur (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 117, c. 1, mektup. 157, s. 137). Ġmam Rabbani’ye göre sahabe-i kiramın yoluna tabi olmadan Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) tabi olunmaz. Hatta Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) isyandır. Böyle kurtuluĢa

ermek

mümkün

değildir.

Nitekim“Kendilerinin

bir

şey

üzerinde

bulunduklarını (doğru yolda olduklarını) sanacaklardır. İyi bilin ki onlar, yalancılardır” (Mücadele, 58/18) ayet-i kerimesi onların halini anlatmaktadır (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 80, s. 92). Ġmam Rabbani’ye göre Peygamber Efendimiz’den sonra Kitap ve Sünnet’i en iyi anlayan, onun sohbetleri ile bereketlenen sahabe-i kiramdır. Peygamber Efendimiz o sahabeye tabi olmamızı emretmiĢtir. Sahabe-i kiramın Kitap ve Sünnet’i anlama kabiliyeti kendilerini yıldızlaĢtırmıĢtır. O sahabeye uyanlar, ebedi kurtuluĢa erer ve “hak ehli” olurlar. “İşte onlar, Allah’ın taraftarıdırlar. Dikkat ediniz, ancak felah bulanlar Allah’ın taraftarı olanlardır” (Mücadele, 58/22) ayet-i kerimesi onlara iĢaret 52


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

etmektedir. Sahabe-i kiram ve tabiinden sonraki müctehitlerin Kitap ve Sünnet’ten çıkardığı manalar, sahabenin anladığı manalara benzemektedir ve doğrudur. Ġmam Rabbani’ye göre bazı âlimlerin sağlam bir inanca sahip olmakla birlikte amelindeki noksanlarından dolayı, mutlak olarak bütün âlimleri inkâr etmek münasip olmaz. Eğer o âlimler, bütünüyle yerilecek olsa insafsızlık olur. Çünkü bu kesin hükümleri bize ulaĢtıran, iyi ve kötünün arasını ayıran o âlimlerdir. Onlar olmasaydı hidayete ermemiz mümkün olmazdı. Doğruyu yanlıĢtan ayırmasalardı sapıtırdık. Onlar, bütün gayretlerini dini yüceltmek için harcayarak birçok insanı sırât-ı müstakîme yönlendiren kimselerdir. O âlimlere tabi olanlar, kurtuluĢa erer. Onlara ters düĢen de, dosdoğru yoldan sapar ve baĢkalarını da saptırır (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 286, s. 311-312). 4.1.2. Ġmam Rabbani’nin Mektubat’ında Ehl-i Sünnet’in Alametleri Ġmam Rabbani’ye göre Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın alametleri: Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i diğer sahabeden üstün görmek, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi sevmektir. Ona göre bu iki hasletin bir kimsede birleĢmesi, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın özelliklerindendir.

ġeyhayn’ın yani Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in faziletli oluĢu

Ġmam-ı ġafii ve diğer büyük imamların naklettiği gibi sahabe ve tabiînin icması ile sabittir (Rabbani, Tsz: c.2, mektup. 36, s. 45). Ġmam Rabbani’ye göre, ġeyh Ebu’l-Hasan el-EĢ’ari’de, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in diğer Müslümanlardan faziletli olduğunun kesin olduğunu ifade etmiĢtir. Zehebî’nin zikrettiği gibi Hz. Ali de halifeliği döneminde yanında bulunan büyük bir kalabalığa “Hz.Ebu Bekir ve Hz. Ömer, bu ümmetin en üstün kimseleridir” demiĢtir. Buhârî ise, Hz. Ali’ den Ģu sözü nakleder: “Peygamber Efendimiz’ den (s.a.v.) sonra insanların en hayırlısı Ebu Bekir, sonra Ömer, sonrada bir baĢka adamdır.” Hz. Ali bu sözü söylediği zaman oğlu Muhammed ibni’ l- Hanefiyye: “Sonra sensin değil mi?” diye sorunca Hz. Ali: “Ben sadece Müslümanlardan biriyim” diye cevap vermiĢtir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 45-46). Ġmam Rabbani, bu hususta Zehebî ve baĢkalarının Hz. Ali’den yaptığı Ģu rivayeti de kaydeder: “Bakınız, bazı insanlar beni Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’den üstün görüyorlar. Beni onlardan üstün gören, müfterîdir. Bunu yapanı bulursam, müfterîye verilen cezayı veririm” (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 266, s. 275, Özgen, 2013: 196). Bu yüzden Ehl-i Sünnet’e dair yazılan kelam kitaplarının nerede ise tamamında sahabe-i kiramın üstünlük derecesi Ģöyle belirtilmiĢtir. En faziletli Hz. Ebu Bekir sonra

53


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Hz. Ömer daha sonra Hz. Osman ve Hz. Ali gelmektedir. Hakikaten Ehl-i Sünnet âlimleri Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i beraber zikredip birini diğerinden ayırmamıĢlardır. Kitaplarında iki imamın faziletine dair birçok delilleri zikretmiĢlerdir (Özgen, 2013: 163). Ġmam Rabbani de Ehl-i Sünnet âlimleri gibi dört büyük halife’nin üstünlüklerinin Hz. Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) yakın olmaları sebebiyle elde ettiklerini ve üstünlük sıralamasının da hilafet sırasına göre olduğu görüĢündedir. Ona göre halifelerin doğrudan cennete gireceğini bildiren birçok hadis vardır. Hepsi de dünyada iken cennet ile müjdelenmiĢlerdir. Sonuç olarak ġeyhayn’ın yani Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in üstünlüğü ile alakalı haberlerde yer alan râvilerin sayısı tevâtür derecesine ulaĢmıĢtır. Bu sebeple bu hususu inkâra kalkıĢmak cehalet veya taassuptan baĢka bir Ģeyle açıklanamaz (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 46). Ġmam Rabbani, yaĢadığı dönemde ġiîlik inançları hâkim olduğu için yazdığı mektuplarında ilk üç halifeye karĢı saygı ve hürmetin üzerinde durmuĢ ve bunu Ehl-i Sünnet’in Ģartlarından saymıĢtır. Ġmam Rabbani, dört büyük halifenin üstünlüğünü aynı zamanda bazı tasavvufî ıstılahlar kullanarak da izah eder. Halifelerle ülü’l-azim peygamberler arasında bir benzerlik kurar. Bu düĢüncelerini de Mevlana EĢref’e yazdığı bir mektubunda Ģöyle dile getirir: Bilesin ki, Hz.Ebu Bekir ve Hz. Ömer Muhammedî kemâlâtı elde etmek ve Mustafavî velâyetin zirvesine ulaĢmakla beraber, geçmiĢ peygamberler arasında da velâyet yönünden Hz. Ġbrahim (a.s.) ile bir münasebetleri, nübüvvet makamına uygun olan irĢat yönünden Hz. Musa (a.s.) ile bir münasebetleri vardır. Hz. Osman’ın ise her iki yönden Hz. Nuh (a.s.) ile bir münasebeti vardır. Hz. Ali’nin de her iki yönden Hz. Ġsa (a.s.) ile bir münasebeti vardır. Ruhullah ve Kelîmullah olması hasebiyle Hz. Ġsa’nın (a.s.) velâyet yönü peygamberlik yönüne ağır basmaktadır. Bu itibarla aralarındaki münasebetten dolayı Hz. Ali’nin velâyet yönü daha baskındır (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 251, s. 227). Ġmam Rabbani, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in üstünlüklerini bir de nübüvvet ve velâyet kavramları açısından değerlendirerek Ģöyle devam eder: Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer, farklı Ģekillerde Muhammedî nübüvvetin ağırlığını taĢımaktadırlar. Hz. Ali ise Hz. Ġsa (a.s.) ile münasebeti olması ve velâyet yönünün ağır basması hasebiyle Muhammedî 54


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

velâyetin ağırlığını taĢımaktadır. Hz. Osman’ın, berzahiyet itibarıyla her iki yönü taĢıdığı söylenilmektedir. Kendisine “ Zün-nûreyn” denilmesi bu itibarla da olmuĢ olabilir. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in nübüvvet ağırlığını taĢımaları hasebiyle, Hz. Musa (a.s.) ile münasebetleri daha yoğun olduğu söylenmiĢtir. Çünkü peygamberler arasında, nübüvvet mertebesinden kaynaklanan irĢat makamı en tamam ve en mükemmel Ģekliyle, Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) sonra onda bulunmaktadır. Ona verilen kitap, yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’den sonra, gökten indirilen kitapların en üstünüdür. Bu nedenle geçmiĢ ümmetler içinde cennete en fazla onun ümmeti girecektir. Her ne kadar Hz. Ġbrahim’in (a.s.) Ģeriatı ve milleti, bütün Ģeriatların ve milletlerin en üstünü ise de, bu böyledir. Bu nedenle de peygamberlerin en üstününe Hz. Ġbrahim’ in (a.s.) milletine uyması emredilmiĢtir. “Sonra sana, hanif olarak İbrahim’ in milletine tabi ol, diye vahyettik (Nahl, 16/123) ayet-i kerimesi bunun delilidir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 251, s. 227). Ġmam Rabbani, Mektubât’ında Hz. Ebu Bekir’in üstünlüğü ile ilgili Ġmam ġafii’nin Ģu sözünü de delil getirmektedir: “Ġnsanlar, peygamberin’in vefatından sonra çaresiz kalınca yeryüzünde Hz. Ebu Bekir’den daha hayırlı birisini bulamadılar ve onu kendi baĢlarına veli tayin ettiler.” Bütün sahabe, Hz. Ebu Bekir’ in bu ümmetin en üstünü olması hususunda ittifak ettiler (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 59, s. 71). Ġmam Rabbani, Hz. Ebu Bekir’in üstünlüğünü kendi ifadeleri ile Ģöyle özetlemektedir: Peygamberlerden sonra Hz. Ebu Bekir’i geçebilen olmamıĢtır. O, bu ümmetin önde gidenlerinin hepsinin önünde ve bu milletin büyüklerinin en büyüğüdür. Hz. Faruk, onu tevessül ederek üstünlük devletine erdiği gibi onun tevessutu ile diğerlerinin üzerine terakkî etmiĢti. ĠĢte bu yüzden Hz. Faruk’a Hz. Sıddık’ın halifesi dediler. Hutbelerde de Hz. Rasül-ü Ekrem’in halifesinin halifesi diye zikredilmiĢtir. Bu meydanın at binicisi, Hz. Sıddık olup Hz. Ömer onun terkisindedir. Terkideki ne güzel Ģahıs ki, ata binene arkadaĢ olup en hususî vasfında ona ortak olmuĢtur (Rabbani, Tsz: c.2, mektup. 39, s. 59; Özgen, 2013: 164). Ġmam Rabbani’ye göre Hz. Ali’ye sevgi beslemek de Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olmanın Ģartlarındandır. Zira onu sevmeyen Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’tan olamaz ve 55


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Haricî adını alır. Fakat Hz. Ali’yi sevme hususunda aĢırıya kaçıp Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ashabına dil uzatan, bu sebeple sahabe, tabiîn ve selefi sâlihîn’in yolundan ayrılan kimse de Râfizî ismini alır (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 46). Ġmam Rabbani’ye göre Ehl-i Sünnet, bu konuda ifrat ve tefrite kaçmadan orta yolu takip etmiĢtir. Çünkü hak, orta yoldadır. Ahmet b. Hanbel, Hz. Ali’den yaptığı nakilde Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) onun hakkında Ģöyle dediğini rivayet eder: “Sende İsa’ya benzerlik görüyorum. Yahudiler, ona o derece düşmanlık beslemiştir ki, annesine iftirada bulunmuşlardır. Hıristiyanlar, ona o derece sevgi beslemiştir ki, onu hak etmediği yere koymuşlardır” (Nesâî, es-Sünenü’l-Kübra, nr. 8488). Yani Hıristiyanlar, Hz. Ġsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddia etmiĢlerdir. Hz. Ali, kendisi de Ģöyle söylemiĢtir: “ Ġki fırka, benim hakkımda fitneye düĢmüĢtür. Bunlar, bana besledikleri sevgide aĢırıya giderek beni hak etmediğim makamda görenler ve bana düĢmanlık besleyerek düĢmanlık iftirasında bulunanlardır” (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 46). Ġmam Rabbani, yukarıda geçen hadis-i Ģerifi Ģöyle yorumlamaktadır: Hadis-i Ģerifte Haricîler’in hali Yahudiler’in haline, Râfizîler’in hali de Hıristiyanlar’ın haline benzetilmiĢtir. Bu iki fırka da hakkı temsil eden orta yoldan ayrılarak ifrat ve tefrite sapmıĢtır. Ehl-i Sünnet’i, Hz. Ali’yi sevmemekle suçlayan ve Hz. Ali’yi sevenlerin sadece Râfizîler olduğunu iddia edenler ne kadar cahil, ne kadar bağnaz kimselerdir! Hz. Ali’ye sadece sevgi beslemek Râfizîlik değildir; bilakis Râfizîlik ilk üç halife’ye karĢı tavır almaktır. Sahabeye tavır almak dinen yerilmiĢtir. Ġmam-ı ġafî Ģöyle söylemiĢtir: “Muhammed’in (s.a.v.) ailesini sevmek eğer Râfizîlikse insanlar ve cinler Ģahit olsun; ben Râfizîyim.” Yani Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Ehl-i Beytine sevgi beslemek iddia edildiği gibi Râfizîlik değildir. Eğer buna Râfizîlik deniyorsa bu yerilen türden bir Râfizîlik değildir. Râfizîliğin yerilmesi Hz. Ali ve diğer Ehl-i Beyte sevgi beslemelerinden değil, sahabeye tavır almalarından kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Ehl-i Beytini sevenler Ehl-i Sünnet’tendir. Onlar gerçek anlamda Ehl-i Beyt taraftarlarıdır. Bugün Ehl-i Beyti sevdiğini iddia eden ve kendilerini onların taraftarları kabul eden ġîa, eğer sevgilerini Ehl-i Beyt ile sınırlandırmayıp, diğer sahabeye cephe almamıĢ ve aralarındaki tartıĢmaları iyiye yorup, bütün sahabeye hürmet 56


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

etmiĢ olsalardı Ehl-i Sünnet kabul edilir ve Haricî veya Râfizî gruplarından ayrılmıĢ olurlardı (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 46). Ġmam Rabbani’ye göre, kısaca Ehl-i Beyti sevmemek Haricilîk, sahabeye cephe almakta Râfizîliktir. Buna karĢılık bütün sahabeye hürmet etmekle beraber Ehl-i Beyti sevmek ise Sünnîliktir. Sonuç olarak Sünnîliğin temeli sahabe sevgisi üzerine kuruludur. Aklını kullanabilen insaf sahibi bir kimse sahabe-i kiramı sevmek yerine onlara nefret duymayı tercih etmez. Bilakis Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) olan sevgisi nedeniyle onların hepsini sever. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Kim onları severse beni sevdiği için onları sever. Kim de onlardan nefret ederse bana olan nefretinden dolayı nefret eder” (Tirmizî, nr. 3862) buyurmaktadır (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 46-47). Ġmam Rabbaniye Göre Ehl-i Beyt “Ehl-i beyt”, “ehl” kelimesinin “beyt” kelimesine izafe edilmesi suretiyle terekküp etmiĢ bir isimdir. “ehl” bir kimsenin eĢi, çocukları, kardeĢleri ve kendi soyundan gelenleri ifade eder. “Beyt” ise ev manasına gelmektedir. Buna göre “Ehl-i Beyt” demek, kiĢinin evinde beraber yaĢadığı eĢ, çocuk, torun ve yakın akrabalarıdır. Ancak bu tabir Ġslamiyetin ilk zamanlarından günümüze kadar sadece Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ailesi ve soyunu ifade eden bir isim olarak kullanılmıĢtır. Ġmam Rabbani, Ehl-i Sünnet’e göre “ Ehl-i Beyt” kavramını Ģu Ģekilde anlatır. “Ehl-i Beyt” Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hanımlarını, çocuklarını ve aile fertlerinden erkek ve kadın herkesi içine alır. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) çocuklarından olduğu gibi Hz. Ali de çocukluğunda onun evinde yaĢayıp sonra Hz. Fatıma ile evlendiği için o da Ehl-i Beytten kabul edilir. Tarif daha da geniĢ tutulduğunda, Benî HaĢim sülalesi de Ehl-i Beytin içine dâhil olur (Özgen, 2013: 179180). Ġmam Rabbani, Ehl-i Beyte muhabbet beslemeyi imanın bir parçası olarak kabul etmektedir. Son nefeste iman selameti, bu sevginin ne kadar köklü olduğuna bağlıdır. Ġmam Rabbani, zâhirî ve bâtınî ilimlere vâkıf olan babasının da Ehl-i Beyt sevgisini teĢvik ettiğini ve bu Ehl-i Beyt sevgisinin son nefeste iman selameti açısından önemli olduğuna dikkat çektiğini kaydetmektedir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 47). Ġmam Rabbani, Ehl-i Sünnet’in Ehl-i Beytten saydığı fakat ġîa’nın kabul etmediği zatları tek tek sayarak faziletlerini anlatır. Ona göre Ehl-i Beyti sevmek, Müminin sermayesidir. Ehl-i Sünnet inancına sahip olamayanlar bu sermayenin 57


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

değerini idrak edemezler. Ġmam Rabbani’ye göre “Ehl-i beytim, Nuh’un gemisine benzer. Binen kurtulur, sırt çeviren helak olur” (Hâkim, Müstedrek, nr. 4720) hadis-i Ģerifi dalaletten kurtulmanın yolunu göstermektedir. Bu ifadelerden Ehl-i Beyti sevmeyen kimsenin Ehl-i Sünnet’ten sayılamayacağı ve aynı zamanda kurtuluĢa eremeyeceği anlaĢılmaktadır (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 51, s. 65; Özgen, 2013: 183). Ġmam Rabbani Ehl-i Beyt sevgisini anlatırken bir babası, birde kendisi ile ilgili hatırasını nakleder. Babası ile ilgili hatırasını Ģöyle anlatır: “Babamın ölüm hastalığında yanında bulunuyordum. Son nefeslerini vermeye baĢlayıp bu dünya ile alakasını keseceği zaman kendisine bu Ehl-i Beyt ile alakalı sözlerini hatırlattım ve bu Ehl-i Beyt sevgisini açıklamasını istedim. O, bu hal üzere iken Ehl-i Beyt sevgisinin insanın son nefeste imanla gitmesi için çok tesir ettiğini ifade ettiler. Meseleyi biraz daha açmasını istediğim zaman “ Ben, tepeden tırnağa Ehl-i Beyt sevgisine dalmıĢ durumdayım. ġimdi bu nimetin Ģükrünü eda ediyorum” buyurdular” (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 47). Kendisi ile ilgili hatırasını da ġîa’nın Ehl-i Beyt anlayıĢına ret olarak Ģöyle anlatır: “Bundan yıllar önce bir yemek piĢirildiği zaman onun bir kısmını Peygamber Efendimiz’in Ehl-i Beytinin, Hz. Ali’nin, Hz. Fatıma’ nın, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in ruhlarına tahsis ederdim. Bir defasında Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) rüyamda gördüm. Kendisi yüzünü bana değil baĢka bir tarafa çevirmiĢlerdi. Bu esnada bana: “ Ben yemeği AiĢe’nin evinde yerim. Bana yemek göndermek isteyen herkes, yemeğimi oraya göndersin” buyurdular. Bunun üzerine anladım ki, Peygamber Efendimiz’ in (s.a.v.) yüzünü bana dönmemesinin sebebi benim Hz. AiĢe’yi yemeğe ortak etmeyiĢimden kaynaklanıyordu. Bundan sonra baĢta Hz. AiĢe olmak üzere Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Ehl-i Beytinin birer ferdi olan bütün hanımlarını yemeğime ortak etmeye baĢladım ve bütün Ehl-i Beyt ile tevessül yolunu seçtim (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup.36, s. 52). Buradan anlaĢıldığına göre Ġmam Rabbani, Ehl-i Beyt ile sadece Hz. Ali ve Hz. Fatıma’ nın soyundan gelenleri değil, aynı zamanda Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Ezvac-ı Tahiratını da kasdetmektedir. Ġmam Rabbani’ye göre Ehl-i Beyt sevgisi, Ehl-i Sünnet’in en temel özelliğidir. Muhalifler bu hususun farkında olmayıp Ehl-i Sünnet’in itidallı sevgisinden habersizdirler. Muhalifler ifrat tarafını seçtiklerinden dolayı ifratın dıĢında sadece tefritin olduğunu zannederek Ehl-i Sünnet’i haricilikle suçluyorlar. Ama bilemiyorlar ki, 58


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

ifrat ile tefrit arasında bir de orta yol vardır. Bu ise hakikatin ve doğruluğun merkezidir. ĠĢte bu merkez nokta Ehl-i Sünnet’in nasibidir. (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 47). Ġmam Rabbani burada Ehl-i Sünnet’in Ehl-i Beyti sevmediğine dair görüĢün yanlıĢ olduğunu belirtiyor. Bu konudaki eleĢtirileri haksız buluyor. Asıl Ehl-i Beyt sevgisinin Ehl-i Sünnet’te olduğunun altını çiziyor. Ġmam Rabbani, Ehl-i Sünnet’in alametlerinden sayılan Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i üstün görüp, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi sevmek ve Ehl-i Beyte muhabbet etmek hususunda o kadar hassasiyet göstermiĢtir ki, hatta o devirde bayram hutbesinde Hulefâ-i RâĢidîn’in isimlerini anmayan hatîbe ve Sâmâne Ģehri halkına mektup yazmak sureti ile tepkisini Ģöyle dile getirmiĢtir: ġehrin saygıdeğer hâkimleri ve idârî yetkilileri olmak üzere değerli Sâmâne halkının baĢını ağırtmamın sebebi Ģudur: Bize ulaĢan haberlere göre bu Ģehrin hatîbi, Kurban Bayramı namazının hutbesinde Hulefâ-i RâĢidîn’in isimlerini zikretmemiĢ. Kendisini uyaranlara karĢı hatasını itiraf edip özür dilemek yerine “ Bunu terk etmenin ne sakıncası var” diyerek pervasız bir tavır sergilemiĢtir. Ayrıca iĢittiğimize göre yörenizin ileri gelenleri de bu konuda gevĢek davranarak bu insafsız hatîbe ciddi tepki göstermemiĢlerdir. Bir değil bin defa ah olsun! Hutbede Hulefâ-i RâĢidîn’in isimlerini zikretmek her ne kadar hutbenin Ģartlarından değilse de Ehl-i Sünnet’in Ģartlarındandır. Bunu ancak içini pislik kaplamıĢ, kalbi hastalık dolu kimseler yapar. Diyelim ki, bu hatîp onların ismini inat edip bile bile terk etti. Fakat bu kimse Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) “Her kim bir kavme benzerse o onlardandır” (Ahmed-el Müsned, nr.5114) tehdidine ne diyecektir. Bu konuda töhmetten nasıl kurtulacaktır. Oysa Peygamber Efendimiz’den “Töhmet altında kalacak işlerden kaçının” (KeĢfü’l-Hafa, c. 1, s. 44) Ģeklinde bir uyarı gelmiĢtir. Eğer bu hatîp, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in üstünlüğü konusunda Ģüphe içinde ise bu onun Ehl-i Sünnet yolunu terk ettiğini gösterir. Eğer Hz. Osman ve Hz. Ali’ye sevgi besleme konusunda tereddütlü ise bu durum da Ehl-i Sünnet’ten olmadığını gösterir. KeĢmirli olan bu sözde hatîp, söz konusu çirkin görüĢünü KeĢmir bidatçılarından almıĢ olabilir. Ona, büyük din imamlarından nakledildiği üzere Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in üstünlüğünün, sahabe ve tabiinin icmâsı ile sabit olduğunu anlatmak gerekir. Bu imamlardan birisi Ġmam-ı 59


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

ġafî’dir. Ayrıca Ebu’l-Hasen el-EĢari, önce Hz. Ebu Bekir’in sonra Hz. Ömer’in, ümmetin diğer bütün fertleri üzerine üstünlüğü konusunun kesin olduğunu söylemiĢtir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 15, s. 25). Yine Ġmam Rabbani, Mirza Fethullah’a gönderdiği mektubunda da Ģu ikazı yapmaktadır: “Bilesiniz ki, kendisini Hz. Ebu Bekir-i Sıddık’tan (r.a.) üstün gören kimse ya katıksız bir zındık, ya da pür cahil bir kimsedir. Yıllar önce sizlere bir mektup yazmıĢtım. (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 80) Orada kurtuluĢa erecek fırkanın Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olduğunu beyan etmiĢtim. O mektubu okuduktan sonra bu tür ifadeleri mümkün görmenize doğrusu çok ĢaĢırdım. Zira Hz. Ali’nin (r.a.) Hz. Ebu Bekir’den (r.a.) üstün olduğunu söyleyen bir kimse Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat çizgisinden çıkmıĢ oluyorsa, kendini Hz. Ebu Bekir’den (r.a.) üstün görenin durumu ne olur! Bu yolun büyükleri belirtmiĢlerdir ki, sâlik kendisini sokaktaki köpeklerden ve sineklerden bile üstün görse, bu büyüklerin kemâlâtından mahrum kalır. Selef, Peygamberlerden sonra en üstün kiĢinin Hz. Ebu Bekir (r.a.) olduğu hususunda icmâ etmiĢtir. Bu görüĢün dıĢına çıkmak isteyen kimse ne büyük bir bedbahttır” (Rabbani, Tsz: c.1, mektup. 202, s. 17). Ġmam Rabbani’ye Göre, Ehl-i Sünnet’in Sahabe Arasında YaĢanan Hadiseler Hakkındaki GörüĢleri Ġmam Rabbani, Ehl-i Sünnet’in, dört büyük halifenin halifeliği ve sahabe-i kiram arasında cereyan eden hadiseler hakkındaki görüĢlerini Ģöyle açıklar: Ehl-i Sünnet’e göre dört büyük halifenin halifeliği haktır. Çünkü sahih bir rivayette Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hz. Allah’ın kendisine gaybdan bildirmesi sureti ile “Benden sonra halifelik otuz senedir,” buyurmuĢtur (Tirmizî, nr. 2226). Bu süre Hz. Ali’nin halifeliği ile son bulmuĢtur. Bu hadis-i Ģerife göre dört büyük halifenin her birerinin halifeliği haktır (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 49). Ġmam Rabbani’ye göre Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, sahabe-i kiram arasında yaĢanan hadiseleri iyi sebeplerle yorumlamaktadırlar. Bu yaĢanan hadiselerin kiĢisel iktidar hırsından kaynaklanmadığını düĢünmektedir. Zira sahabe-i kiram, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile beraberlikleri neticesinde nefislerini arındırmıĢ, kalplerini kin ve hile gibi kötü düĢüncelerden temizlemiĢlerdir. Netice olarak sahabe-i kiramın her birerinin kendine göre görüĢ ve ictihadı olup her müctehit de kendi ictihadı ile amel etmesi mecbur olduğu için kendi aralarında bir kısım hadiseler yaĢanmıĢtır. Kendi 60


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

görüĢlerine göre amel etmeleri onlar için doğruydu. Bu sebepten sahabe-i kiramın muhalefeti de hak ve hakikat çerçevesinde gerçekleĢmiĢtir (Rabbani, Tsz. c. 2, mektup. 36, s. 51). Ġmam Rabbani, sahabe-i kiram arasında geçen hadiseleri, tartıĢmaları Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat görüĢleri doğrultusunda yorumlamaktadır. Çünkü Ġmam Rabbani’ye göre, sahabe-i kiramın nefisleri, beĢerin en hayırlısı olan Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile beraber bulunmaları sebebiyle temizlenmiĢ ve nefsi emmarelik vasfından kurtulmuĢlardır (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 54, s. 68, c. 1, mektup. 59, s.71). Ġmam Rabbani, sahabe-i kiram arasında yaĢanan tartıĢmalar sırasında sahabenin üç gruba ayrıldığını söylemiĢtir. Birinci grup: Delil ve ictihada dayanarak Hz. Ali’nin haklı olduğunu söylemiĢtir. Ġkinci grup: Yine delil ve ictihada dayanarak muhaliflerinin haklı olduğunu söylemiĢtir. Üçüncü grup: Bu hususta tereddüt edip kimin haklı kimin haksız olduğu hususunda bir karar vermemiĢtir. Bu taksimata göre birinci grupta yer alan sahabeler, Hz. Ali tarafını desteklemiĢler, ikinci grupta yer alan sahabeler, Hz. Ali’nin muhaliflerini desteklemiĢler, üçüncü grupta yer alan sahabeler ise çekimser kalmıĢlardır (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 48). Ġmam Rabbani’ye göre, bütün gruplar kendi ictihatları doğrultusunda hareket etmiĢ ve vazifelerini yapmıĢlardır. Bu durumda onları kınamak doğru değildir. Kınamak bir tarafa bu konularda “ġu taraf haklıydı” veya “ġu taraf haksızdı” Ģeklinde konuĢmaktan dahi uzak durmak gerekir. Ġmam Rabbani, hayırlı iĢlerin dıĢında sahabe-i kiramdan söz edilmesini uygun görmez ve birçok mektubunda Ġmam-ı ġafî’nin Ģu sözünü nakleder. “Allahu Teâlâ ellerimizi onların kanına bulaĢmaktan korudu. O halde biz de dillerimizi onlara uzatmaktan koruyalım” (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup: 80, s. 94, c. 2, mektup: 36, s. 48). Ġmam Rabbani’ye göre, sahabe-i kiram arasında ortaya çıkan bu ihtilafların dayanağı Kur’an ve Sünnete bağlı olan ictihatlardır. Hata edene Allah indinde bir derece, isabet edene ise on derece sevap vardır (Rabbani, Tsz: c: 1, mektup: 80, s: 94). Ġmam Rabbani Mektubât’ında, bu ihtilaflardan dolayı sahabe-i kiram kötülendiği takdirde itikadî noktadan doğacak olan tehlikeye iĢaret etmektedir. Zira Ġslam’ı ilk tebliğ edenler sahabe-i kiramdır. O sahabe-i kiramın kötülenmesi Kur’an-ı Kerim ve ġeriatın kötülenmesine yol açabilir. Ġnsanlar da o sahabenin Ġslam’ı yanlıĢ aktardığını düĢünebilirler. Kur’an-ı Kerim’i Hz. Osman (r.a.) toplamıĢtır. Hz. Osman’ın

61


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

kötülenmesi Kur’an-ı Kerim’in kötülenmesine yol açabilir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 54, s. 68). Aynı Ģekilde Ġslam’ı bize ulaĢtıran sahabe-i kiramın tamamıdır. Çünkü her bir sahabe-i kiram bize Ġslam’ın bir meselesini ulaĢtırmıĢtır. Kur’an-ı Kerim, her bir sahabe-i kiramdan bir veya daha fazla âyet-i kerime alınarak toplanmıĢtır. Böyle olunca sahabe-i kiramdan bir kısmını inkâr etmek Kur’an-ı Kerim’in bir kısmını inkâr etmek olur ki, böyle bir durum felah ve kurtuluĢtan uzaklaĢmaktır (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup: 80, s. 93 ). Ġmam Rabbani, sahabe-i kiram arasında ortaya çıkan ihtilaflar hakkında görüĢlerini Ģu ifadeleri ile belirtir: “Bizim kanaatimize göre Hz. Ali haklıdır. Onun muhalifleri ise hata etmiĢlerdir. Fakat bu hata ictihâdî bir hata olup sahibini fasık yapmaz. Hatta böyle bir hatadan dolayı sahibini kınamak söz konusu bile olamaz. Zira bu tür bir hataya düĢen kiĢiye bile bir sevap vardır. (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 54, s. 68). Ġmam Rabbani, Hz. Ali ile muhalifleri arasında yaĢanan hadiseler hakkındaki görüĢlerini, Ehl-i Sünnet’in çoğunluğunun kabul etmiĢ olduğu görüĢle te’yit eder. Çünkü Ehl-i Sünnet, ellerindeki delillerden dolayı Hz. Ali tarafını haklı bulmuĢ, muhaliflerini de hatalı görmüĢlerdir. Fakat bu hata, ictihâdî bir hata olduğu için muhaliflere dil uzatmamıĢlardır (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 48). Ġmam Rabbani, bu konudaki görüĢlerini Hz. Ali efendimizden de rivayet yapmak sureti ile te’yit eder. Nitekim Hz. Ali, “KardeĢlerimiz bize baĢkaldırmıĢlardır. Onlar ne kâfir ne de fasıkdırlar. Zira ellerinde küfür ve fısk ithamlarını önleyen yorumları vardır” demiĢtir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 48). Ġmam Rabbani Ehl-i Sünnet’e göre, Hz. Ali ile muhalifleri arasında cereyan eden hadisenin sebebini Ģöyle anlatır: Hz. Ali, halifeliğe çok heves edip, rağbet ettiğinden dolayı değil tam tersine baĢkaldıranlara karĢı savaĢmanın ve onları defetmenin farz olduğuna inandığı ve halifelik makamına karĢı gelindiği için savaĢmıĢtır. Çünkü Hz. Allah, Kur’an-ı Kerim’inde “Başkaldıranlara karşı, Allah’ın emrine gelinceye kadar savaşın” (Hucurat, 49/9 ) buyurmaktadır. Sonuç olarak Ġmam Rabbani’ye göre, Hz. Ali’ye karĢı harbedenler, hilafet makamına baĢkaldırıp ayetleri te’vil ederek bu husustaki kendi rey ve ictihatlarına dayandıkları için ictihatları hatalı bile olsa kınanamaz (Rabbani, Tsz: c.2, mektup. 96, s.150).

62


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Ġmam Rabbani, Hz. Ali’nin haklı, muhaliflerinin hatalı olması meselesinde Müslümanlara Ģu Ģekilde tavsiyede bulunur: “Hz. Ali’ye karĢı savaĢanları sevmekten dolayı bir kazancımız olmaz. Tam tersine bundan rahatsız olmamız gerekirdi. Ancak onlar, Hz. Peygamber’in ashabı olduklarından bizim de onları sevmemiz emredildiği ve onlara buğz ve eziyet etmemiz yasaklandığı için ona olan sevgimizin icabı olarak severiz. Bir ucu Hz. Rasülüllah’a varacağı için onlara buğz ve eziyet etmekten uzak dururuz. Ama haklıya haklı, haksıza da haksız deriz. Hz. Ali haklı, muhalifleri de hatalı idi. Bundan fazlasını söylemek fuzûlî olur” (Rabbani, Tsz. c. 1, mektup. 266, s. 277).

Ġmam Rabbani Mektubât’ında, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancına göre sahabe-i kirama saygı ve hürmette hassasiyetin temini için Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Ģu Hadis-i ġerifine de dikkat çeker: “Ashabım hakkında Allah’tan korkun, Allah’tan korkun! Benden sonra onları hedef haline getirmeyin” (Tirmizî, nr.386, Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 48). Ġmam Rabbani, sahabe-i kiram arasında cereyan eden hadiseler karĢısında Müslümanların takınması icap eden tavrı Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat görüĢüne uygun olarak Ģu Ģekilde özetlemektedir: Din büyüklerine hakaret etmekten kaçınmalı, Ġslam dinini yüceltme ve Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) arka çıkma uğruna gayretlerini esirgemeyen, dini güçlendirmek için gece-gündüz, gizli-aĢikâr mallarını feda eden bu yüce Ģahsiyetlere karĢı son derece saygılı olmalıyız. Bu kimseler, Peygamber Efendimiz (s.a.v) için akrabalarını, kabilelerini, memleketlerini, evlerini, bağlarını ve bahçelerini hatta eĢlerini ve çocuklarını dahi feda etmekten geri durmamıĢlardır. Peygamber Efendimiz’i (s.a.v) kendi canlarına bile tercih etmiĢ, onu kendilerinden daha değerli ve sevimli

kabul

etmiĢlerdir.

Bunlar,

sahabe

makamına

ermiĢ

ve

Peygamberliğin bereketiyle onun arkadaĢlığı saadetine nail olmuĢ kiĢilerdir. O sahabe-i kiram, vahyin iniĢine Ģahit olmuĢ, meleklerin Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) geliĢini görmüĢlerdir. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) elinden birçok harikulâde hallerin zuhuruna Ģahit olmuĢlardır. O kadar ki, onların gaybı, Ģehadete, ilme’l-yakinleri de ayne’l-yakîne dönüĢmüĢtür (yani bizim için gayp olan birçok Ģeyi onlar bizzat görüp yaĢamıĢlardır). Kendilerinden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir yakîn hali onlara lütfedilmiĢtir. O kadar ki, diğerlerinin Uhud dağı ağırlığında altını sadaka

63


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

vermesi, bunların ancak bir kiloluk arpa sadaka vermesine denk sayılmıĢtır. Onlar, Kur’an-ı Kerim’de Allah tarafından övülen kimselerdir. Allah onlardan razı olmuĢ, onlarda Allah’tan razı olmuĢlardır. ġu ayet-i kerime onların halini anlatır; “Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar, filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki, bu

çiftçilerin

de

kuvvetlendirmekle

hoşuna kâfirleri

gider.

Allah

öfkelendirir.

böylece

Hz.Allah,

onları inanıp

yapanlara, mağfiret ve büyük mükâfat vadetmiştir”

çoğaltıp iyi

işler

(Fetih,48/29).

Görüldüğü gibi Allah Sübhânehû, bu ayet-i kerime’de onlara kin besleyenleri kâfir olarak isimlendirmiĢtir. O halde küfürden kaçınıldığı gibi onlara kin beslemekten de kaçınmak gerekir. Allah Sübhânehû, yegâne muvaffak kılandır (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 53). Ġmam Rabbani’nin Yezid Hakkındaki GörüĢleri Yezid’e lanet meselesi, Kerbela hadisesinin yaĢanmasından bu güne kadar gündemde kalmıĢ ve âlimler arasında ihtilaflara sebep olmuĢtur. ġîa’nın aĢırılıkta ileri gidenleri, Kerbela hadisesinde Yezid’i sorumlu tutmuĢ ve lanetlemiĢtir. Hatta daha da ileri giderek Yezid’in babasına ve Emevilerin tamamına lanete devam etmiĢlerdir. Ehl-i Sünnet ise ihtiyatlı davranarak bu hususta kat’i surette iĢlediği tesbit edilmeden bir Müslümana büyük günah isnat etmenin caiz olmadığını, ayrıca bir Müslümanın bazı günahları iĢlemekle kâfir olmayacağını ifade ederek Yezid’e lanet edilmesini caiz görmemiĢlerdir (GümüĢoğlu, 2015: 71-72). Osmanlı medreselerinde okutulan “Şerhu’l- Akaid” isimli eserin müellifi Saadettin Taftazânî (ö. 792/1390) “Hz. Peygamber, ehl-i kıbleden olup namaz kılanlara laneti yasaklamıĢtır” diyerek Yezid’e lanet okunmaması görüĢünü benimsemiĢtir (Taftazânî, 1976: 187). Ehl-i Sünnet âlimlerinden Ġmam-ı Gazali’ye (ö. 505/1111) göre laneti icap ettiren sıfatlar; küfür, bidat ve fısktır. Bu sıfatlar sebebiyle lanetin üç mertebesi vardır (Gazali, 1992: c. 3, s. 280). Birinci mertebe: Umumi bir vasıftan dolayı yapılan lanettir. “Allah’ın laneti; kâfirlerin, bidatçilerin ve fâsıkların üzerine olsun” demek gibi. Ġkinci mertebe: Daha hususi vasıflarla lanet etmektir. “Allah’ın laneti, Yahudiler, Hıristiyanlar, Mecusîler, Kaderîler, Haricîler, Râfizîler, zinacılar, zalimler ve 64


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

faizciler üzerine olsun” demek gibi. Bunlar caiz olmakla beraber bidatçıları lanet etmekte tehlike vardır. Çünkü bidatın bilinmesi gayet zordur. Onun hakkında Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) nakledilen bir rivayet yoktur. Bu bakımdan bu kısım lanetten de sakınmak uygun olur. Çünkü böyle bir lanet okuyuĢ diğer tarafın da benzeri ile lanet okumasına sebep olur. Üçüncü mertebe: Belirli bir Ģahsa lanet okumaktır. Bu tür lanet okumada tehlike vardır. Mesela “Allah’ın laneti Zeyd’in üzerine olsun! O kâfirdir, fasık veya bidatçıdır” demek gibi. ġer’an lanet etmenin caiz olduğu bir insana lanet okumak caizdir. “Allah, Firavun’a ve Ebû Cehil’e lanet etsin” demek gibi. Çünkü bu insanlar küfür üzere ölmüĢler ve bu durum Ģer’an da sabit olmuĢtur. Fakat “Allah, Zeyd’e lanet etsin! O yahudidir” diye söylenilmesinde büyük tehlike vardır. Çünkü Zeyd’in Yahudilikten dönerek Müslüman olma ve Allah nezdinde Müslüman olarak ölme ihtimali vardır. O halde onun mel’un olduğuna hükmetmek caiz değildir. Çünkü böyle bir lanet onun küfür ve fısk üzere ölmesini istemektir. Bu ise Ģer’an caiz değildir (Gazali, 1992: c. 3, s. 280-281). Ömer Nasuhi Bilmen de Müslümanların, sahabe-i kiram hakkındaki nezih itikatlarını ortaya koymak için yazdığı eserinde Yezid’e lanet meselesine geniĢ yer ayırmıĢ, bu konuda görüĢlerini değerlendirmiĢ ve konuyu Ģu ifadeleri ile bağlamıĢtır: “Denilse ki: Yezid’e lanet câiz midir? Çünkü o, Hz. Hüseyin’in kâtilidir veya katlini emretmiĢtir. Deriz ki: Bu asla sabit olmamıĢtır. Bir kere Hz. Hüseyin’i binefsihî katletmediği zâhirdir. Katline emir verip vermediği hususunda ise muhtelif Ģayialar vardır. Artık sabit olmadıkça “Hz. Hüseyin’i o öldürmüĢtür” veya “öldürülmesine o emir vermiĢtir” denilmesi caiz olamaz.” O halde Ömer Nasuhi Bilmen’e göre, Yezid’e lanet edilmesi de caiz olamaz. Bir Müslümanı araĢtırmadan katil gibi büyük günaha nisbet etmek caiz değildir. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ehl-i kıbleye lanet edilmesini yasaklamıĢtır. Bir Müslüman bir takım günahları iĢlemekle kâfir olmaz. Ehl-i Sünnet’in görüĢü budur (Bilmen, Tsz: 103-104). Ġmam Rabbani Mektubat’ında Yezid hakkındaki görüĢlerini Ģu ifadeleriyle anlatır: “Saadetten uzak olan Yezid, sahabeden değildir. Onun saadet sahasından uzak olması konusunda kimsenin diyeceği farklı bir sözü yoktur. Zira onun yaptığını frenk kâfirleri bile yapmazdı. ġu kadar var ki, bazı Ehl-i Sünnet âlimleri onun lanetlenmesi konusunda kararsız kalmıĢlardır. Bu âlimlerin kararsız kalmaları Yezid’den veya onun fiilinden razı

65


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

olduklarından dolayı değil bilakis belki piĢman olup tevbe etmiĢ olabileceği ihtimalinden dolayı ihtiyattan ileri gelmektedir” (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 54, s. 68). Özet olarak Ġmam Rabbani’ye göre Yezid, saadetten uzak bir fasıkdır. Ehl-i Sünnet, kâfir olarak öldüğü ve doğrudan cehennemlik olduğu nas ile sabit olan Ebu Leheb ve karısı gibi kâfirlerin dıĢında kimseye lanet okumamıĢtır. Ġmam Rabbani de bu hususta ihtiyatlı davranarak Yezid’e lanet okumamayı tercih etmiĢtir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 54, s. 68; c. 1, mektup. 251, s. 231; c. 1, mektup. 266, s. 276 ). Ġmam Rabbani, muayyen bir Ģahsa lanet okunmasını uygun görmeyip bu hususta Ehl-i Sünnet’in yaygın görüĢüne katılarak Ģu değerlendirmeyi yapmıĢtır: “Ehl-i Sünnet’in güzelliklerinden birisi de küfür çeĢitlerine karıĢıp onlara müptela olmuĢ muayyen bir kimsenin cehennemlik olduğuna hüküm vermemeleridir. Ölmeden önce iman etmiĢ olması muhtemel olduğundan onlar böyle bir insana lanet etmezler. Kesin bir delille küfür üzere öldüğü bilinmedikçe herhangi bir Ģahıs tayin etmeden, mutlak olarak kâfire lanet ederler” ( Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 49 ). Son zamanlarda yapılan ilmî çalıĢmalar da göstermiĢtir ki, Yezid’in aslında diğer emevî halifelerinden pek farklı ilmî tarafı yoktur. Bazı emevî halifelerine kıyasla tenkit edilen icraatları olsa da, bazılarından daha iyi bir ahlaka ve dinî hayata sahip olduğu söylenebilir. Bu itibarla Yezid, râĢid halifeler seviyesinde bir kiĢiliğe ve amele sahip olmasa da onun kâfir ilan edilmesi ve lanetlenmesi için yeterli sebep de bulunmamaktadır (Kılıç, 2014: 419). Netice olarak Ehl-i Sünnet’e göre yeterli sebep bulunmadığından dolayı Yezid’e lanet okumak caiz değildir. Âlimlerin bir kısmı bu konuda sükûtu tercih etmiĢlerdir. Akl-ı selîm sahibi kimseler de geçmiĢte yaĢanan acı hadiselerin daha sonra tekrarlanarak anlatılmasının bir fayda sağlamayacağını ve bunun Müslümanlar arasındaki ihtilafı derinleĢtireceğini düĢünürler. Bu sebepten dolayı Ġslamî esaslara bağlı bir Müslüman, kesin delillerden uzak, doğruluğu sabit olmayan bir takım rivayetlerle Müslümanları değerlendirip onları kötü sıfatlarla anmaktan uzak durmanın daha doğru bir yol olduğunu kabul eder (GümüĢoğlu, 2008: 64). Ġmam Rabbani’nin Mektubat’ında Tekfîr Ġle Ġlgili GörüĢü Tekfîr, insanı küfre nisbet etmek, birinin söz ve fiiline dayanarak dinden çıkıp kâfir olduğunu veya imanla alakasının kalmadığını ifade etmektir (Ġbn Manzur, 1994: c.5, s. 146).

66


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Ehl-i Sünnet âlimlerinden Ġmam Tahavî, “kendileri açıkça ilan etmedikleri sürece bidat ehli olanlardan birinin kâfir, müĢrik veya münafık olduğunu söylemeyiz. Onların kendi iç dünyasında taĢıdıkları fikirlerini Allahü Teâlâ’ya bırakırız” demiĢtir (DımıĢkî, 1992: 538). Ġmam Rabbani, Ehl-i Sünnet’i diğer fırkalardan ayıran bir özelliğinin de, ortayolu takip edip, muhalif fırkaları tekfîr etmemeleri olduğunu belirtir. Tekfîr, insanı küfre nisbet etmek, birinin söz ve fiiline dayanarak o kimsenin kâfir olduğuna hükmederek lanetlemektir. Mü’minlerin sayısının arttırılması için nasihatte bulunan ve teĢvik eden Ġmam Rabbani, bir kimsenin kâfir olduğunu söylemekten çekinir. Ona göre kelime-i tevhidi diliyle söyleyip kalbi ile tasdik eden herkes mü’mindir. Tekfir olunmaz. O, bu hususta Hanefi âlimlerinin fetvasını ölçü kabul eder. Hanefi âlimlerine göre doksan dokuz delil bir insanın kâfir olduğuna delalet etse, bir delil de kâfir olmadığına delalet etse o kimse mü’min kabul edilir (Rabbani, Tsz: c.2, mektup. 36, s. 49; Özgen, 2013:259-260). Ġmam Rabbani, insanları Ġslam dairesi içerisinde tutmak için azami derecede gayret göstermiĢ, mesele iyice araĢtırılmadan hüküm verilmemesini anlatmıĢtır. Bu bakımdan onun, dıĢlayıcı, ötekileĢtirici değil; kapsayıcı, kucaklayıcı bir mezhep anlayıĢına sahip olduğu söylenebilir. 4.1.3. Ġmam Rabbani’nin Mektubat’ında Ehl-i Sünnet’in Önemi Ġmam Rabbani, Ehl-i Sünnet’e tabi olmanın önemi üzerinde çok durmaktadır. Ona göre Hz. Allah’a Ģükredip iyi bir insan olmak isteyen kimsenin üç hususta Ehl-i Sünnet’e uyması lazımdır. Bu hususlar, itikat, ibadet ve kalp tasfiyesi ve nefs tezkiyesi için lazım olan güzel ahlaktır. Ġmam Rabbani’ye göre bunlardan birincisi “itikadî sünnet”, ikincisi “amelî sünnet” tir. Üçüncüsü için de tasavvufa intisap etmeyi istihsanî olarak görmesinden dolayı “ istihsanî sünnet” diyebiliriz. Ona göre itikadı düzgün olmayanın ameli düzgün olmaz. Amel düzgün olmadan da tasavvuf olmaz. Hülasa olarak itikadı ve ameli bozuk veya hiç olmayanın ahirette kurtulması mümkün değildir (Özgen, 2013: 104). Ġmam Rabbani, amelî sünnetin makbul olması için lazım olan Ģartları kendi ifadeleri ile Ģöyle anlatır: Aziz kardeĢim bilmelisin ki, ebedi kurtuluĢa eriĢmek için üç Ģarta riayet etmek lazımdır. Bu üç Ģey ilim, amel ve ihlastır. Ġlim iki kısımdır. Bir kısım vardır ki, bundan maksat ameldir. Bu ilmin açıklamasını fıkıh ilmi

67


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

üstlenmiĢtir. Diğer bir kısım vardır ki, bundan maksat da sadece kalb-i yakîn (kesin kanaat) ve inançtır. Bu kısım,”Fırka-i Naciye” yi temsil eder. Bu ise Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin görüĢleri doğrultusunda kelam ilminde bütün tafsilatıyla açıklanmaktadır. Ehl-i Sünnet büyüklerinin yoluna uymadıkça kimsenin kurtuluĢ beklemeye hakkı yoktur. Eğer kıl kadar bunlara zıtlık söz konusu olursa iĢ tehlikede demektir. Bu tesbit, güvenilir keĢif ve açık ilham açısından da kesinlik kazanmıĢtır. Bunun aksi olma ihtimali yoktur. Ehl-i Sünnet büyüklerinin yoluna tabi olmaya ve onları taklit etmeye muvaffak olana ne mutlu! Onların yolundan ayrılan ve ana esaslarını reddeden kimse, hem kendi sapmıĢtır hem de baĢkalarını saptırmıĢtır (Rabbani, Tsz: c. 1,mektup. 59, s. 71). Ġmam Rabbani, itikadı Ehl-i sünnet görüĢlerine göre düzelterek amelî hükümleri eda etmeye muvaffak olmayı bir bahtiyarlık olarak görür ve bunu tebrik eder. Ona göre, itikadı Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın itikadına dayandırmak lazımdır. Ehl-i Sünnet olmayan kimselerin fetvalarına kulak vermek ise hurafe ve bidatlere teslim olmaktır. Meselenin özünü hurafelere ve bidatlere dayandıran kimse de kendi nefsine yazık etmiĢ olur. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadına hardal tanesi kadar bile ters düĢmek manevi hayatı bitiren bir zehirdir. Ehl-i Sünnet itikadını takip etmeyen talebe ve âlimler, din hırsızıdır. Onlarla beraber olmak, engerek yılanıyla birlikte yaĢamak kadar tehlikelidir. Kur’an-ı Kerim’deki “İşte onlar, dalaleti hidayet karşılığında satın almışlardır. Ticaretleri kar etmemiş ve kendileri de hidayeti bulamamışlardır (Bakara, 2/16) ayet-i kerimesi onların haline iĢaret etmektedir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 251, s. 232; c. 1, Mektup. 213, s. 185). Ġmam Rabbani, irĢadî hizmet yapmak üzere gönderdiği Molla Bedreddin’e yazmıĢ olduğu mektubunda Ehl-i Sünnet’in önemini Ģöyle anlatır: “Sana Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadından sapmamanı tavsiye ediyorum. Hayalî keĢiflerine ve misalî suretlerin zuhuruna aldanmayasın. Fırka-i Naciyeye uymadan kurtuluĢu aklından çıkar. Bu büyüklere tabi olmakta son derece gayretli ol. Onlara uymayan Ģeyleri her ne olursa olsun terk et” (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 31, s. 45). Ġmam Rabbani’ye göre, açık naslarla belirtilmeyen meselelerde iki Ģey ölçü olarak alınır. Birincisi, onların Ģeriatın zahirine ters düĢmemesi, diğeri de filozafların aklî prensiplerine ve Ehl-i Sünnet olmayan âlimlerin hükümlerine uymamasıdır. Ona göre Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, müctehit âlimler ve dinî inceliklere vâkıf olan 68


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

mutasavvıflar tarafından temsil edilmektedir. Öyle ise hakiki kurtuluĢ, “fiil ve sözde, usul ve füruda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’a uymaktır. Kurtulacak fırka onlardır. Bu gün insanlar bunu bilsin veya bilmesin onların dıĢındaki fırkalar zeval bulmak üzere ve helakın eĢiğindedir” (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 69, s. 80; c. 1, mektup. 8, s. 13). Ġmam Rabbani’ye göre Ehl-i Sünnet âlimleri üç kısma ayrılır. Zahirî ilimle uğraĢanlar, mutasavvıflar ve Râsih âlimler. Ona göre Ģeriatın zahirine ait ilimle meĢgul olanlar, “zahirî âlimler”dir. Mutasavvıflar ise zahirî ilimleri tahsil ettikten sonra tasavvufa girenlerdir. Ġmam Rabbani’ye göre tasavvufa girmek, ilim tahsilinden sonra olmalıdır. Çünkü ona göre ilimsiz sûfiler, Ehl-i Sünnet’e önder olamayacağı gibi bidat ehli sayılırlar. Ona göre medrese tahsilini aldıktan sonra veya ilim tahsil ederken tasavvufa intisap edenler, Ehl-i Sünnet önderi olabilir. O âlimler bildiklerini ihlasla tatbik ederlerse bazı manevî ahval, ilim ve marifet elde ederek zahirî âlimlerden bir adım öne geçerler. Üçüncü grupta Ehl-i Sünnet’i oluĢturan râsih âlimlerin çoğu mutasavvıflar arasından seçilir. Onlar, Ģeriatın hakikatını anlayabilecek istisnaî kabiliyete sahiptirler. Onlar, bu imtiyazları, üç Ģeye dikkat ederek yaptıkları ibadetlerle kazanırlar. Bu üç Ģey, ilim ihlas ve âdâptır. Râsih âlimler, zahirî âlimlerin ve mutasavvıfların sahip oldukları ilimleri elde ettikten sonra, istisnaî bir lütfa ererek “hususi eĢiğin mahremleri” olurlar. Hz. Allah’ın nasip etmiĢ olduğu bazı ipuçları sayesinde Kur’an-ı Kerim’deki müteĢabih ayetlerin bazı sırlarına ve ince marifetlere sahip olurlar. Onlar, hususen Hz. Muhammed’in (s.a.v) varisleri oldukları gibi umumi manada diğer peygamberlere ait olan devlete de ortak olurlar. Ġmam Rabbani, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) “Ümmetimin âlimleri, Benî İsrail’in peygamberleri gibidir” (Aclûnî, KeĢfü’l-Hafâ, c. 2, s. 64, nr. 1744) hadisinde iĢaret edilen âlimlerin onlar olduğunu belirtir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 276, s. 299). Ġmam Rabbani’ye göre Ehl-i Sünnet âlimlerinin değeri, zarurî olan temel bilgileri aktarmaya aracı olmalarından kaynaklanmaktadır. Onlar, faydalı bilgileri zararlılardan ayırırlar. Sahabe ve tabiînin hayat tarzını insanlara anlatırlar. Ehl-i Sünnet inancının oluĢturulmasına ve devam etmesine vesile olurlar. Ona göre o Ehl-i Sünnet âlimleri, kendi hidayet nurlarıyla insanların doğruyu yanlıĢtan ayırmasına ve doğru yolu bulmasına yardımcı olurlar. Onun için o âlimlere uyanlar kurtulur. Muhalefet edenler ise doğru yoldan sapar ve baĢkalarını da saptırırlar (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 286, s. 312).

69


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Ġmam Rabbani, Ehl-i Sünnet inancına bağlı olunmadan ve inandıklarını yerine getirmeden elde edilecek olan manevî keĢif ve hallere itibar etmez. Bunların asılda bir mahrumiyet olduğunu düĢünür. Fakat Fırka-i Naciyeye tabi olmakla beraber bir takım hallere kavuĢursa bundan memnun olunması ve Ģükrünü eda etmek için gayret edilmesi icap ettiğini söyler. ġayet o keĢif ve hallerden hiçbir Ģey verilmeden sadece Fırka-i Naciyeye tabi olma nimeti ihsan olunursa, bundan dolayı üzülmeden ihsan olunana rıza gösterip en uygun ve güzel olanın bu olduğuna inanılması gerektiğini anlatır (Rabbani, Tsz: c. 1,mektup. 112, s. 116). Ġmam Rabbani, Ehl-i Sünnet’in önemi ile alakalı Hoca Ubeydullah-ı Ahrar’ın Ģu sözlerini de nakleder: “Bize ahval ve mevâcidin tamamı verilse, fakat içimiz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inançları ile süslenemese, onu kabul etmeyiz. Ancak kusur ve noksanlıkların tamamı bizde toplansa da içimiz Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat inançları istikametinde düzgün olsa bunda hiçbir zarar ve ziyan görmeyiz” (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 193, s. 164). Ġmam Rabbani, bir mektubunda “Bir kimseye ilk olarak farz olan, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’a göre itikadını düzeltmektir” der (Rabbani, Tsz: c. 1,mektup. 266, s. 261). Diğer mektuplarında “Evvela bir kimseye gerekli olan Ehl-i Sünnet ve’lCemaat’ın dosdoğru görüĢleri doğrultusunda itikadı düzeltmek, ikinci olarak Ģer’î ve fıkhî hükümlerin gereğince amel etmek, üçüncü olarakta saf sûfiliğe ait olan yüce tarikata girmektir” der. Bazende “Mükelleflere vacip olan amellerden ilk yapılması gereken, itikatlarını Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin görüĢlerine uygun olarak düzeltmektir. Zira ahirette kurtuluĢ bu büyük zatların görüĢlerine tabi olmakla mümkündür. KurtuluĢa erecek Fırka-i Naciye, bu zatlar ve bunlara tabi olanlardır. Çünkü bunlar Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve onun ashabının yolundan gitmektedirler. Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i nebeviyye’den elde edilen bilgiler içinde ancak bu büyük zatların anladıkları ve ortaya koydukları bilgiler muteberdir. Zira her bidatçı ve sapık, yanlıĢ anlayıĢını, bozuk itikadını Kur’an ve sünnete dayandırmaktadır. Binaenaleyh Kur’an ve sünnete dayandırılan her anlayıĢ doğru olmayabilir. Ġnançların düzeltilmesi noktasında değerli Ġmam TürpüĢtî’nin (ö. 661/1363) risalesi gayet yerinde ve son derece anlaĢılırdır. Ancak zikredilen risale uzun uzun delillere daldığı için hemen hemen herkesin bundan istifade etmesi zordur. Bunun yerine sadece temel konuları ele alan bir risale varsa daha münasip ve yerinde olur. Bunları yazarken bu konu ile ilgili Ehl’i Sünnet ve’l-Cemaat inancını içeren, kolay anlaĢılabilir bir eser kaleme almak hatırıma 70


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

geldi. ġayet bunu yazmak mümkün olursa yazdıktan sonra inĢallah hizmete göndeririz. Ġnancı düzelttikten sonra helalı, haramı, vacibi, sünneti, mendubu, mekruhu ve fıkıh ilminin bahsettiği diğer konuları da bilmek gerekir. Bu ilmin gereği ile amel etmek de zorunludur” diye bahseder (Rabbani, Tsz: c.1,mektup. 193, s. 164). Ġmam Rabbani, birçok mektubunda itikadın sağlam olması gerektiğini Ģöyle anlatır: “Allah korusun, inanç konularından birinde bir eğrilik söz konusu olursa ahirette kurtuluĢtan ebediyen mahrumiyet söz konusu olur. Ġbadet konuları ise böyle değildir. Bir kusur söz konusu olursa tevbe edilmese dahi affedilmesi ve bağıĢlanması muhtemeldir. Bu kusurdan dolayı kiĢi hesaba çekilse dahi nihayetinde kurtulacağı kesindir. Binaenaleyh asıl konu inancı düzeltmektir” (Rabbani, Tsz: c. 1,mektup. 193, s. 164). Özetle Ġmam Rabbani, kurtuluĢa ermek için mutlaka Ģu iki Ģeyin yapılmasının altını çizer. Birinci olarak Ehl’i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin görüĢleri doğrultusunda inancımızı düzeltmek, ikinci olarak da fıkhî hükümlerin icap ettirdiği Ģekilde amel etmektir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 91, s. 98-99). Ġmam Rabbani, itikadî ve amelî hususlarda ġer’i Ģerife riayet edenlerin durumunu latif elmaslarla, değerli mücevherler üzerine çalıĢanların durumuna benzetir. ÇalıĢmaları çok az olduğu halde kazançları oldukça fazladır. O kadar ki, bir saatlik çalıĢmaları yüz binlik karĢılığa müsavi olur (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 112, s.117). Ġmam Rabbani, ebedi saadet ve sonsuz kurtuluĢun Hz. Peygamber (s.a.v.) tabi olmaya bağlı olduğunu ifade eder. Ona göre Sünnet’e uymadan

bir kimse ağır

riyazetler, zor mücahedelerle bin sene ibadet etmiĢ olsa, bu bin senelik yapmıĢ olduğu ibadetleri ve riyazetleri Rasülullah Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetine uyularak verilen yarım arpaya, öğle vaktindeki bir kaylule uykusuna müsavi olamaz (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 191, s. 162). Aynı Ģekilde Rasülullah Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetine tabi olmanın bir zerresi Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu bir amel olduğu için tüm dünya zevklerinden ve ahiret nimetlerinden mertebelerce daha faziletlidir. Buradaki fazilet Rasülullah Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetine tabi olmaya, meziyyet ise onun Ģeriatı ile amel etmeye bağlıdır. Mesela Rasülullah Efendimiz’in (s.a.v) sünnetine tabi olma niyyeti ile gerçekleĢtirilen kaylule (öğleden sonra uyunan uyku) sünnete tabi olma amacı olmadan binlerce gecenin ihya edilmesinden daha faziletlidir. Aynı Ģekilde Ġslamın emrine uyarak Ramazan Bayramı günü oruç tutmamak Ġslamın emretmediği orucu sonsuza kadar tutmaktan daha 71


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

faziletlidir. Allah’ın emri doğrultusunda bir ip parçası bağıĢlamak kendi nefsi için bir dağ altını infak etmekten daha hayırlıdır (Rabbani, Tsz: c.1, mektup. 114, s. 117). Ġmam Rabbani, sağlam imanın yanı sıra amelin önemini de Hz. Ömer’in bir fetvası ile açıklar: “Hz. Ömer (r.a.) bir defasında sabah namazını cemaat ile kıldı ve sahabe-i kiramı Ģöyle bir gözden geçirdi. Sahabe-i kiramdan birinin mescidde olmadığını görünce onun nerede olduğunu sordu. Denildi ki: “O Ģahıs gecelerini tamamıyla ihya etmektedir. Belki ona uyku ağır basmıĢtır.” Bunun üzerine Hz.Ömer(r.a.) Ģöyle söyledi: “KeĢke bütün gece uyusaydı da, sabah namazını cemaat ile kılsaydı daha faziletli olurdu” (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 29, s. 37; c. 1, mektup. 112, s.117). Ġmam Rabbani, Müslümanlar arasında Ehl-i Sünnet inancının yerleĢmesi için yöneticilerin de sorumlu olduğunu belirtir. Ona göre, “Sultan ruh gibidir. Diğer insanlar ise beden gibidir. Eğer ruh sıhhatli olursa beden de sıhhatli olur. Aksi takdirde ruhun bozulması ile beden de bozulur. Sultanın islahına çalıĢmak bütün insanların islahına çalıĢmaktır. Bu ayrıca, Ģartların elverdiği nisbette Ġslam kelimesinin açığa çıkmasına da çalıĢmak demektir. Ġslam kelimesini açığa çıkardıktan sonra zaman zaman sultana Ehl-i Sünnet’in itikat esaslarını bildirmek ve muhalif fırkaların görüĢlerini reddetmek gerekir. Eğer bu büyük nimete eriĢebilirsek, Peygamberlerin o yüce verasetine eriĢebiliriz. Bu büyük nimet size karĢılıksız olarak bahĢedilmiĢtir. Bunun kadrini bilmek gerekir” (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 117-118). 4.1.4. Ġmam Rabbani’nin Mektubat’ında Ehl-i Sünnet’in Temel GörüĢleri Ġmam Rabbani, Ehl-i Sünnet’in görüĢlerini Ģu Ģekilde ifade eder: Ehl-i Sünnet âlimleri, manası anlaĢılsın veya anlaĢılmasın bütün ahkâm’ı Ģer’iyyeyi kabul etmiĢlerdir. Kabir azabı, Münker-Nekir’in suali, sırat, mizan gibi yetersiz akılların anlamaktan aciz kaldığı konuların keyfiyetinin anlaĢılmaması sebebi ile yok saymamıĢlardır. Ehl-i Sünnet ve’l -Cemaat âlimleri kitap ve sünnete uymuĢ ve akıllarını da kitap ve sünnete tabi kılmıĢlardır. Anlayabildiklerini anlamıĢlar anlayamadıkları durumda da Ģer’î hükümleri aynen kabul etmiĢlerdir. Anlayamamalarını da anlayıĢlarının yetersiz olduğuna bağlamıĢlardır. Yoksa baĢkalarının yaptığı gibi yalnızca akıllarının anladığını kabul edip, anlayamadıklarını reddetmek gibi bir tavır içine girmemiĢlerdir (Rabbani, Tsz: c.3, mektup. 44, s. 61).

72


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Ġmam Rabbani, Mektubât’ında Ehl-i Sünnet’in temel görüĢlerini oluĢturan iman, uluhiyyet, nübüvvet ve ahiret konularına çokça yer verdiği için bizde burada bu dört konuyu ele alarak Ehl-i Sünnet’in görüĢlerini aktaracağız. 4.1.4.1. Ġman Ġman, “Hz. Peygamberin (s.a.v.) Allahü Teâla katından getirdiği kesin olarak bilinen haberlerin ve dinî esaasların doğru ve gerçek olduğuna hiç Ģüphe etmeden inanmak” olarak tarif edilir (Özgen, 2007: 77-78 ). Ġmam Rabbani’ye göre iman, icmalî ve tafsilî olmak üzere iki kısımdır. Ġcmalî iman; “Zorunlu bilgi ve tevatür yolu ile (yalan üzerine ittifakları düĢünülmeyen bir kavmin lisanları üzerine sabit olan haber) dinin bize tebliğ edilen bölümünü, kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmekten ibarettir” (Rabbani, Tsz: c. 1 mektup. 266, s. 272). Tafsilî iman; Tevatür ve zaruret yoluyla dinden olduğu kesin olarak bilinen hususları, tafsilî olarak kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmektir. Allah’ın varlığına ve birliğine, gönderdiği kitapların ve sahifelerin hak olduğuna, peygamberlerin ve meleklerin gerçek olduğuna inanmak, bedenlerin dirilmesi, cennette mükâfatın ve cehennemde azabın sonsuzluğu, göklerin yarılması, yıldızların saçılması, yerlerin ve dağların parçalanması gibi bütün halleriyle ahiretin gerçek olduğuna inanmaktır. Ayrıca beĢ vakit namaza, namazların rek’atlarına, zekât, oruç ve hacca inanmaktır. Yine içki içmenin, haksız yere adam öldürmenin, ana- babaya karĢı gelmenin, hırsızlık yapmanın, zina etmenin, yetim malı ve faiz yemenin haram olduğuna inanmaktır. Ve bunlar gibi tevatür ile sabit olan ve dinî esaslardan olduğu kesin olarak bilinen hükümlerin hepsini gönülden kabul etmektir (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 17, s. 22). Ġmam Rabbani’ye göre ameller, imanın kemalatını arttırmasına ve ona güzellikler ilave etmesine rağmen, imanın teĢekkülünü sağlayan asıl rükün değildir. Ona göre, dil ile ikrar etmek bazen düĢebilecek olan bir rükündür. Asıl rükün, kalp ile tasdiktir. Ona göre tasdik, hem zannî hem de yakînî (kesin) bilgi manalarında kullanılabilen mantıkî tasdik değil, kalpte oluĢan yakîn ve iz’ân manasındaki tasdiktir. Ona göre, dil ile imanını ikrar etmeyen bir insan mümin olup, ahirette imanının sonucunda kurtuluĢa erebilir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 113; c. 1, mektup. 266, s. 275) . Ġmam Rabbani’ye göre imanda istisna yaparak inĢallah müminim demek caiz değildir. “Ben gerçekten müminim” demelidir. “ĠnĢallah” sözünü kullanmamalıdır.

73


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Çünkü bu ifadede o kimsenin, imanından Ģüphe duyduğu izlenimi vardır. Bu ise imanla uyuĢmayan bir tavırdır. Yalnız burada “ĠnĢallah” diyen kimse, son nefesteki halini de düĢünmüĢ olabilir. Fakat bunu düĢünerek söylemesi caiz olmakla beraber bunun, Ģimdiki zamanla karıĢması da mümkündür. Bu bakımdan “ĠnĢallah” sözünü kullanmamak ihtiyaten daha doğrudur demektedir (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 17, s. 22; c. 1, mektup, 266, s. 275). Ġmam Rabbani’ye göre, marifet iman ile aynı manaya gelmez. Ama imanın oluĢması için geçilmesi gereken bir basamaktır. Çünkü bir insanda marifet bulunduğu halde iman oluĢmayabilir. O, bu hususta kendinden önce gelen kelam âlimlerinin çoğunun delil olarak kullandıkları bir ayet-i kerimeyi hatırlatır. Bu ayet-i kerime Peygamber Efendimiz ( s.a.v.) devrinde yaĢayan Hıristiyan ve Yahudilerin halini beyan etmektedir. “ Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi) öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup bile bile gerçeği gizler” (Bakara, 2/46). Bu ayeti kerime de devr-i saadete Ģahit olmuĢ Yahudi ve Hıristiyanların, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) nebiliğini kendi oğullarını bildikleri kadar kesin olarak bildikleri

halde,

inatları

yüzünden

bu

bilgiyi

imana

dönüĢtüremedikleri

zikredilmektedir. Ġman ile marifet aynı Ģey olsaydı bahsi geçen o Hıristiyan ve Yahudilerin mümin kabul edilmeleri gerekirdi (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 91, s. 121). Ġmam Rabbani, imanın üstün ve kemal derecesi hususunda Hz. Ebu Bekir’i misal verir. Hz. Ebu Bekir’in üstünlüğünü, fazilet ve menkıbelerinin çokluğuna değil, gerek iman hususunda ve gerekse her zaman dini destekleme uğruna malını ve canını feda etmekte öncü olmasına bağlamaktadır. Çünkü öncü kimseler, arkalarından gelenlerin, dinî konularda üstazları konumundadırlar. Arkadan gelenlerin elde ettiği fazilet ve sevap, öncü kimselerin sayesindedir. Hz. Ebu Bekir, iman konusundaki öncülüğünün yanında malını ve canını feda hususunda da öncü olan bir zattır diye bahseder. Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) de Hz. Ebu Bekir ile alakalı ölüm hastalıkları sırasındaki irat buyurdukları hadis-i Ģerifi nakleder:“ İnsanlar içerisinde canı ve malı konusunda benim en fazla güvendiğim kimse Ebu Bekir ibn-i Ebî Kuhafe’dir. Eğer kendime bir dost edinecek olsaydım Ebu Bekir’i dost edinirdim. Fakat İslam kardeşliği hepsinden daha üstündür. Evime çıkan bütün kapıları kapayın. Sadece Ebu Bekir’in kapısı açık kalsın” (Buhari nr. 3904, 3656). Bir baĢka defasında da Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ebu Bekir (r.a.) hakkında Ģöyle buyurmuĢtur: “Allah beni size Peygamber olarak gönderdi, bana “ yalan söylüyorsun” dediniz. Ebu Bekir 74


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

ise “doğru söylüyorsun” dedi. Bana malıyla ve canıyla destek oldu. Şimdi siz arkadaşımı bana bırakıyor musunuz?” (Taberânî, Müsnedü’Ģ-ġamiyyîn, nr.1299, Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 17, s. 233) Ġmam Rabbani Mektubât’ında, imanın tarifinde geçen dil ile ikrar meselesini Ģöyle açıklar. Ehl-i Sünnet’e göre, kalp ile tasdikin yanı sıra dil ile ikrar etmek te imanın bir rüknüdür. Ancak zaruret halinde sükûta ihtimali vardır. (Ölüm veya bir uzvun yok edilme tehdidi anında kalbi iman ile mutmain olmak Ģartı ile imanın dil ile ikrar edilmemesine ruhsat vardır.) Ġmanın asıl rüknü olan kalp ile tasdikin alameti, küfürden uzak durmak, o küfrü çağrıĢtıran Ģeylerden ve zünnar bağlamak gibi kâfirlere ait olan özelliklerden kaçınmak lazımdır. Kalbî tasdik ile beraber Allah korusun küfürden uzak durmazsa irtidat vasfını taĢıdığı anlaĢılır. Böyle bir kimsenin hükmü de münafığın hükmü gibidir. Ne onlardan ne de diğerlerindendir. O halde imanı gerçek anlamda elde edebilmek için küfürden uzak durmak lazımdır. Küfürden uzak durmanın en alt mertebesi kalben uzak durmaktır. En üst mertebesi ise hem kalben hem de bedenen uzak durmaktır. Uzak durmak Allahü Teâlâ’nın düĢmanlarına düĢmanlık beslemekten ibarettir. Küfürden uzak durma, kâfirlerin

zarar

vermelerinden

korkulduğunda sadece kalben olur. Zarar vermelerinden korkulmadığında da Ģu âyet-i kerime bu manayı desteklemektedir “Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla mücadele et ve onlara katı ol” (Tevbe,9/73) Zira Allahü Teâla’yı ve peygamberini sevmek, onun ve elçisinin düĢmanlarına düĢmanlık beslemeksizin düĢünülemez (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 266, s.272). Ġmam Rabbani’ye göre Ġbrahim (a.s.), nübüvvet Ģeceresinin kökü olma Ģerefine, Allahü Teâla’nın düĢmanlarına düĢmanlık etmesi ile sahip olmuĢtur. O, Ģu âyet-i kerimeyi buna delil getirir. “Biz, sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir” (Mümtehine,60/4)(Rabbani, Tsz: c.1, mektup.266, s. 273). Ġmam Rabbani, mektuplarında tekrar tekrar Müslümanların kâfirlerle dost olmamaları ve onların bayramlarında bulunup geleneklerini yüceltmemeleri gerektiğini vurgulamaktadır. O, kendi dönemdeki Müslümanların içerisine düĢtüğü vahim hali Ģu Ģekilde anlatır: Bazı cahil Müslümanların özellikle kadınların, kâfirlerin özel günlerini kutladığı ve o günleri kendi bayramları gibi yaptıklarını, müĢriklerin yaptığı gibi kızlarının ve 75


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

kardeĢlerinin evlerine çeĢitli hediyeler gönderdiklerini, onların bayram günü geldiğinde de kaplarını kâfirler gibi boyayıp kırmızı pirinçle doldurduktan sonra hediye ettiklerini anlatır. Ġmam Rabbani’ye göre bunların hepsi Ģirktir, küfürdür ve Ġslam dinini reddetmektir (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup.41, s. 55). Ġmam Rabbani’ye göre kâfirlerin yeri, ebedî cehennemdir. Ancak küfür âdetlerini yerine getirmesine rağmen kalbinde zerre miktarı imanı olan kimse için cehennem azabı vardır. Fakat o zerre miktarı imanın bereketi ile cehennemde devamlı kalmayacağı ümit edilir (Rabbani, Tsz: c.1, mektup. 266, s. 273). Ġmam Rabbani, küfür merasimlerine katılan Müslümanların düĢtüğü zorlukları kendisinin de bizzat Ģahit olduğu bir hatırası ile Ģöyle anlatır: Bir defasında ölüm döĢeğinde bir hastayı ziyaret etmiĢtim. Onun durumuna teveccüh ettiğimde kalbinin çok Ģiddetli zulmetlerle dolduğunu gördüm. Ondaki zulmetlerin kalkması için her ne zaman teveccüh ettimse de o zulmetler kalkmadı. Birçok teveccühten sonra anlaĢıldı ki, o zulmetler onda gizli olan bir küfür sıfatından kaynaklanmıĢtı. O kötülüklerin kaynağı da kâfirlerle olan dostluğu idi. Nihayet anladım ki, o zulmetleri kaldırmak için teveccüh etmek doğru değildir. Zira onun temizlenmesi küfrün cezası olan cehennem azabına bağlıdır. Ve görüldü ki, zerre miktarı bir imanı vardı. Onun bu halini görünce aklıma Ģu soru geldi. Acaba bu kimsenin cenazesini kılmak caiz midir, değil midir? Bir müddet teveccühten sonra anlaĢıldı ki, bu kimsenin cenaze namazının kılınması gerekir. Ġmanları olmasına rağmen kâfirlerin âdetlerini uygulayan ve onların dinî günlerine saygı gösteren Müslümanların cenazelerinin kılınması gerekir. Bugünkü uygulamaya bakılarak onların kâfirlerle bir tutulmamaları gerekir. Nihayetinde ebedî azabtan kurtulmaları da ümit edilmelidir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 266, s. 273). Bütün bu anlatılanlardan anlaĢılan o ki, Ehl-i Sünnet’e göre küfür ehlinin affedilmesi ve bağıĢlanması mümkün değildir. “Allah kendisine şirk koşanları bağışlamaz” (Nisa 4/48) ayeti kerimesinden de anlaĢıldığı gibi kâfirin cezası ebedi cehennem azabıdır. Ama günahkâr olmasına rağmen zerre miktarı bir imanı varsa onun azabı geçici olacaktır. Bunun dıĢındaki büyük günahlarda ise Allahü Teâlâ dilerse kulunu bağıĢlar, dilerse de azap eder. Bu fakire göre, cehennnem azabı aslında ister geçici ister daimi, ister ebedi olsun küfür ve küfür sıfatları kendilerinde bulunanlara 76


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

mahsustur. Bununla birlikte günahkâr Müslümanlardan tevbe etmeyenler, affı ilahiye’ye ve Ģefaata nail olamayanlar cehennemde cezalarını çektikten sonra cennete gireceklerdir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 266, s. 273). Ġmam Rabbani’ye göre, günah iĢleyen kimse, eğer tevbe edebilirse Allahü Teâla’nın tevvâb isminin tecellisi olarak affedileceği ümit edilir. Tevbe edemeyen kimse ise iki durumdan birisi ile karĢı karĢıya kalacaktır. Ya Hz. Allah onu herhangi bir sebebe bağlı olarak veya doğrudan affedecek, ya da günahları nisbetinde cehennemde cezalandıracaktır. Ġmam Rabbani, günahkâr müminin halini Ģöyle anlatır: “Ruhunu teslim etmeden önce tevbe edebilen asi müminin tevbesinin kabul edileceğine dair Allahü Teâlâ’nın va’di olduğundan kurtulacağını ümit ederiz. Tevbe ve inabe ile müĢerref olamayanlar hakkındaki karar ise Allahü Teâlâ’ya aittir. Dilerse affedip cennete koyar veya isyanı nisbetinde ya cehennem ateĢi veya onun dıĢında bir Ģey ile azap ederek temizler ve onlar sonunda cennete girer. Zira Allahü Teâlâ’nın nimetinden ebediyen mahrum olmak sadece ehl-i küfre mahsustur. Kalbinde zerre kadar iman bulunan kiĢi, rahmet ve mağfireti hak eder. Günahlarından dolayı baĢlangıçta olmasa bile Allah Sübhânehû’nun inayeti ile sonradan rahmet onu kuĢatır” (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 113). Ġmam Rabbani’ye göre, büyük günah iĢleyen, kâfir değil fasık adını alır. Çünkü ona göre büyük günah iĢlemek, bir kimseyi kâfir yapmaz. Onun helal olduğuna inanmak kâfir yapar. Bu husustaki hükmünü de Ģöyle ifade eder: “Fasık müminin cehenneme girip bir müddet kalması caiz olsa bile, bu kalıĢ ebedî olmayacaktır. Kalbinde zerre miktarı imanı olan cehennemde ebedî kalmaz. Halinin nihayeti rahmete, dönüĢü cennetedir” (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 17, s. 22). Ġmam Rabbani, büyük günah iĢleyen kimsenin durumu ile alakalı Ģöyle bir olayı nakleder: Bir gün Ġmam-ı Azam Ebu Hanife, bir grup âlim ile otururken bir Ģahıs gelip, “Haksız yere babasını öldürüp baĢını kesmiĢ, kafatasında Ģarap içmiĢ, sonra anası ile zina yapmıĢ olan bu kiĢi, mümin midir kâfir mi?” diye sormuĢ. Mecliste bulunanlar fikirlerini belirttikten sonra, Ġmam Azam Ebu Hanife sözü edilen günahların insanı imandan çıkarmayacağını ve kâfir yapmayacağını söylemiĢ. Orada bulunanlar bu hükmü beğenmeyip ileri geri konuĢmaya baĢlamıĢlar. Ancak Ġmam-ı Azam Ebu Hanife, onlara iddiasını isbat edince, verdiği hükmü diğerleri de kabul etmiĢler (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 113).

77


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Ehl-i Sünnet’e göre Allahü Teâlâ, mukaddes zatı ile vardır. Diğer her Ģey ise Hz. Allah’ın var etmesi ile vardır. Allahü Teâlâ zatında, sıfatlarında ve fiillerinde tektir. Hiçbir Ģey ne var olmakta ne de baĢka bir hususta asla Allahü Teâlâ ile ortaklığı yoktur. Allahü Teâlâ’nın sıfatları ve fiilleri, zatı gibi benzerlikten ve keyfiyetten münezzeh olup imkân âlemindeki varlıkların sıfat ve fiilleriyle arasında bir iliĢki kesinlikle söz konusu değildir ( Rabbani, c. 1, mektup. 266, s. 261). Ġmam Rabbani’ye göre, Allahü Teâlâ yüce zatı ile mevcuttur. Onun varlığı kendisi ile kaimdir. O, var olduğu gibi ebedîdir. Onun ne öncesinde ne de sonrasında yokluk yoktur. Allahü Teâlâ tektir. Vacibü’l-vücutta (Var olması vacip olmakta) ve ibadet olunmaya müstehak olmakta bir ortağı yoktur (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 17, s. 18). Ġmam Rabbani, imanın artması ve eksilmesi ile alakalı âlimlerin görüĢlerine yer verir. Sonrada kendi kanaatını açıklar. Ġmam-ı Azam Ebu Hanife’nin “Ġman artma ve eksilme kabul etmez” dediğini nakleder. Ġmam-ı ġafi’nin ise “Ġman artma ve eksilme kabul eder” görüĢünde olduğunu söyler. Ġmam Rabbani ise bu meseleyi Ģöyle izah etmektedir. “ Ġman, tasdik etmek ve kalp ile kesin kanaat (yakîn ) getirmekten ibarettir. Bu anlamı ile bir artma ve eksilme düĢünülemez. Artma ve eksilmeyi kabul eden yakîn dairesine giren Ģeyler değil, zan dairesine giren Ģeylerdir. Bu konuda nihâî söylenecek söz; Salih amelleri iĢlemenin kalbi yakîne parlaklık ve safiyet kazandırdığı, razı olunmayan amelleri iĢlemenin ise onu bulanıklaĢtırdığı ve parlaklığını kararttığıdır. Binaenaleyh salih amelleri iĢleyip iĢlememeye göre meydana gelen artma ve eksilme yakînin parlaklığının artması ile ilgilidir. Yakînin kendisi ile ilgili değildir”(Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 266, s. 274). Ġmam Rabbaniye Göre Ġmanın Kısımları Ġmam Rabbani, Ehl-i Sünnet’e göre imanı, havasın imanı ve avamın imanı olarak iki kısma ayırır. Havas ve avamın imanı bir değildir. Çünkü avamın imanı ancak iĢitmek ve araĢtırmak sureti ile olur. Havassın imanı ise manevi zuhurat ve tecelliler vasıtası ile gaybın gaybını mütalaa etmek sureti ile olur. (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 8, s.16) Ġmam Rabbani, bir baĢka açıdan bakarak imanı, hakikî iman ve sûrî iman olmak üzere iki kısma ayırır. Bu ise hakikaten inanma veya sadece Ģekilde inanmadır. Ġmanı, hakikî ve sûrî olarak ikiye ayırırken gözetmiĢ olduğu ölçü marifettir. Yani marifete bağlı olarak insanın içinde geliĢen inkâr veya ikrardır. Buna bağlı olarak o, imanın 78


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

oluĢması için gerekli ilk Ģart olan marifeti de surî ve hakikî olmak üzere ikiye ayırır. Sûrî marifete bina edilen imanın surî, hakikî marifete bina edilen imanın ise hakikî olacağını anlatır. Netice olarak ona göre suret ve hakikat, inkâr veya ikrara göre verilen kararlardır (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 54, s. 89). Ġmam Rabbani’ye göre marifetin hakikî ve sûrî olmasındaki ölçü, imanın oluĢtuğu yere göre değiĢen bir durumdur. Eğer marifet kalpte oluĢursa sûrîdir. Kalbi aĢıp nefiste oluĢursa hakikidir. Ġmam Rabbani, hakikî marifet ile sûrî marifet arasındaki alakayı Ģöyle anlatır: “ Ġman gibi marifette iki kısımdır. Sûrî ve hakikî iman olduğu gibi marifet de surî ve hakikî olabilir. Hak Sübhânehû son derece merhametli olduğundan uhrevî kurtuluĢ için sûrî imanı yeterli görmüĢtür. Sûrî iman, nefsi emmarenin inkâr ve isyanı devam ettiği halde kalbin tasdik etmesidir. Sûrî marifet de nefsin cahilliği devam ettiği halde marifetin sadece kalpte oluĢmasıdır. Nefsi emmarenin cibilliyetindeki cehaletinden çıkıp marifete sahip olması, hakikî marifettir. Nefsin kendisinde tabiî olarak var olan emmarelikten (kötülükleri emretmekten) çıkarak marifeti elde edip mutmain hale gelmesi de hakiki imandır” (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 91, s. 121). Ġmam Rabbani’ye göre, Allahü Teâlâ sonsuz merhametiyle imanın oluĢmasında marifetin suretine itibar edip, kurtuluĢu buna bağlı kıldığı gibi, imanın da suretine itibar ederek kurtuluĢu ona bağlı kılmıĢtır. Çünkü sûrî imanda sûrî marifet yeterlidir. Ancak hakikî imanın teĢekkül etmesi için hakikî marifete ihtiyaç vardır. Ona göre bu sebeplerden dolayı imanın iki derecesinin olduğu anlaĢılıyor. Avamın (sıradan insanların) nasibi sûrî imandır. Havassın (seçkin insanların) nasibi ise hakikî imandır. Yine ona göre avamın imanı, insanlar içerisinde ehassü’l-havas olan Enbiyanın imanı gibi olmaz. Enbiyadaki iman da, avamdaki imandan çok farklıdır (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 121, s. 183 ). Ġmam Rabbani’ye göre, insandaki imanın hakikî mi yoksa sûrî mi olduğunu anlamak için imanın zuhur ettiği ameline bakılmalıdır. Ġbadetlerin eda edilip edilmemesi veya eda edilirken hissedilen duyguya bakılmalıdır. Bir insan iman etmesine rağmen hâlâ ibadet edemiyorsa imanı Ģekilden ibarettir ve sûrîdir. Yine aynı Ģekilde ibadetler eda edilirken zevk alamıyor veya sıkıntı duyuyorsa, nefis de inkârında devam ediyorsa imanı sûrîdir. Ancak ibadetlerin ifa edilmesi kiĢiyi hakikî imana götürür. Ona göre, insanın yaratılmasındaki gaye, emredilen ibadetleri yerine getirmek olduğu gibi, ibadetlerin edasındaki maksat da imanın hakikatı olan yakîni elde etmektir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 98, s. 102). 79


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Ġmam Rabbani, iman ettiğini söylemesine rağmen ibadet etmeyen insanın halini yalancı çoban misali ile Ģöyle anlatır: Birkaç kere yalanı tecrübe edilmiĢ yalancı çobanın getirdiği haberde bile, doğruluk ihtimali olabilir diye bildirdiği tehlikeye karĢı tedbir alma ihtiyacı duyan insanın, hiç yalanı görülmemiĢ bir zatın verdiği haberdeki nimet ve azabı hafife alması ve davranıĢlarını ona göre ayarlamaması sûri bir imana sahip olduğunu gösterir. Ona göre, yaptığı hatalardan sıradan bir insanın bile haberdar olacağını anlayınca o iĢi terkeden bir insan, Hz. Peygamber’den (s.a.v.) gelen habere rağmen amellerine dikkat etmiyorsa bunda iki Ģey düĢünülebilir. Ya Hz. Peygamber (s.a.v.) vasıtasıyla gelen habere güvenmiyor veya yaptığı kötü amellerden Allahü Teâlâ’nın haberinin olmadığını zannediyor. Ona göre bunların her ikiside kötüdür ve imanın yenilenmesi gerekir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 73, s. 84). 4.1.4.2. Uluhiyyet Ġmam Rabbani, Allahü Teâlâ’nın vahdaniyeti hakkında “O’nun benzeri olan hiçbir şey yoktur” (ġûrâ 42/11) ayet-i kerimesini delil getirerek Ģöyle açıklamada bulunur: “ Bilmen, dikkat etmen gerekir ki sizin rabbiniz, bizim rabbimiz hatta yerlerde, göklerde, yükseklerde ve aĢağılardaki tüm âlemlerin rabbi birdir. O Hz. Allah, benzerlikten ve misalden münezzehtir. ġekilden ve hayale gelen her Ģeyden berîdir. Baba olmak ya da oğul olmak onun hakkında muhaldir. Onun yanında denkliğe ve benzerliğe yer yoktur. Ġttihat ve hulûl Ģaibesini iddia etmek, hoĢ olmayan bir Ģeydir. Saklandığı ve ortaya çıktığı iddiası, O’nun kutsî zatında çirkin bulunur. Zamana bağlı değildir. Çünkü zaman O’nun yarattığı bir Ģeydir. Mekâna da bağlı değildir. Çünkü mekân da O’nun mahlûkudur. Varlığının baĢlangıcı olmadığı gibi bekâsının da sonu yoktur. Tüm hayırlar ve üstünlükler O’nun için sabittir. Tüm noksanlıklar ve zeval O’nun yüce zatı için söz konusu değildir. O halde yalnızca ibadet edilmeye layık olan o’dur. Rama, KriĢna ve diğer hindû tanrılarının hepsi Allahü Teâlâ’nın yarattığı en aĢağılık mahlûklarıdır” (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 167, s. 147). Allahü Teâlâ’nın Sıfatları Ġmam Rabbani, Allahü Teâlâ’nın sıfatlarını, hakikî sıfatlar ve hakikî sıfatların dıĢında kalanlar diye ikiye ayırır. Hakikî sıfatların dıĢında kalanları da itibarî sıfatlar ve selbî sıfatlar olarak ikiye ayırır (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 17, s. 18).

80


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Hakikî Sıfatlar: Hayat, ilim, semi, basar, kelam, irade, kudret, kelam, tekvin olmak üzere sekizdir. Bu hakikî sıfatlar Ehl-i Sünnet âlimlerine göre, Allah’ın zatı üzerine zaid olarak ezelîdir ve hariçte mevcuttur (Rabbani, c. 3, mektup. 17, s. 18). Ġtibarî Sıfatlar: Kıdem, ezeliyet ve ulûhiyet gibi sıfatlardır (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 17, s. 18). Selbî Sıfatlar: Allahü Teâlâ cisim değildir. Cismanî değildir. Cevher değildir. Araz değildir. Bir mekâna bağlı değildir. Bir zamana bağlı değildir. O, bir Ģeye hulûl etmemiĢ bir Ģeyde ona hulûl etmemiĢtir. O, sınırlı değildir. O, sonlu değildir. Onun için cihet yoktur. Onun için bir baĢka Ģeye nisbet yoktur. Onun için denklik, benzerlik ve zıtlık gibi mefhumlar da söz konusu değildir. Allahü Teâlâ anadan, babadan, hanımdan ve çocuktan münezzehtir. Bu selbî sıfatların hepsi hudüs olup (sonradan olup) noksanlık ifade eden özellikler olduğu için Allahü Teâlâ bunlardan münezzehtir (Rabbani, Tsz: c.3, mektup. 17, s. 18). Allahü Teâlâ bütün külliyatı ve cüziyyatı bilir. O Hz. Allah, gizli sırlara bile vâkıftır. Yerlerdeki ve göklerdeki zerreyi bile bilir. Bilmemesi düĢünülemez. Allahü Teâlâ her Ģeyi yarattığı için her Ģeyi bilmesi de gerekir (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 17, s. 18-19). Ġmam Rabbani, Allahu Teâla’nın cüziyyatı bilemeyeceğini ileri süren bir fırkayı eleĢtirir. Zira onlar, bu hususun Hz. Allah’ın kemali açısından daha doğru olacağını zannediyorlar. Yine aynı kimseler kendi akıllarınca Hz. Allah’tan sadece bir tek Ģeyin çıktığını iddia etmektedirler. Bu bir Ģey de Hz. Allah’tan zorunlu olarak çıkmıĢtır. Onların görüĢüne göre bu husus Hz. Allah için bir kemal ifadesidir (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 17, s. 19) Ġmam Rabbani, Allahu Teâla’nın cüziyyatı bilmediğini iddia eden fırkaya Ģöyle cevap verir: Bu fırka mensupları, ne kadar cahil kimselerdir! Onlar nasıl oluyor da cehaleti bir üstünlük olarak görebiliyorlar? Nasıl oluyor da bir Ģeyi zorunlu olarak yapmayı dileyerek yapmaktan daha üstün tutabiliyorlar? Yine cehaletlerinden olacak ki, bunca eĢyayı Allah’a değil de, Allah’ın dıĢındaki Ģeylere dayandırmakta ve akl-ı faal dedikleri bir Ģey hayal edip her Ģeyi ona isnat etmektedirler. Böylece gökleri ve yerleri yaratan Allah’ın boĢ beklediğini düĢünmektedirler. Bu fakire göre, dünyada bu kimseler kadar ahmak kimseler olamaz. Sübhanallah! Bir zümrede kalkmıĢ bunların akıl 81


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

erbabı olduğunu söylemiĢ ve sözlerini hikmet diye takdim etmiĢ. Korkarım ki bu zümre, onların zikredilen görüĢlerinin gerçeğe uygun olduğunu düĢünüyordur (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 17, s. 19). Ġmam Rabbani’ye göre Ehl-i Sünnet, Allahü Teâlâ’nın ezelden ebede tek bir kelamla konuĢmakta olduğu görüĢündedir. Ona göre Hz. Allah, aynı kelam ile emretmekte, aynı kelam ile yasaklamakta ve yine aynı kelam ile haber vermektedir. Tevrat, Zebur, Ġncil, Kur’an-ı Kerim ve peygamberlere indirilen sahifeler, bu tek kelama iĢaret eder ve onu açıklar. Ezel ve ebed bunca geniĢliğine rağmen bir anda olduğuna göre bu bir anda çıkan ilahi söz de tek bir kelime, tek bir harf hatta tek bir nokta olmaktadır.

Burada

nokta

denmesi

tıpkı

an

denmesi

gibi

mecburiyetten

kaynaklanmaktadır. Yoksa sözü edilen varlık boyutunda ne bir an, ne de bir nokta bulunmaktadır. Hz. Allah’ın zatında ve sıfatlarında bulunan geniĢlik, nicelik ve niteliklerin ötesindedir. Allahü Teâlâ gerek zatıyla gerek sıfatlarıyla varlığın imkân düzeyinde söz konusu olan geniĢlikten ve darlıktan münezzehtir (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 17, s. 19). Kelime-i Tevhidin Manası Ġmam Rabbani’ye göre imanın hakikatı Kelime-i tevhittir. Ona göre kelime-i tevhidin ilk kısmı Allahü Teâlâ’nın dıĢında her Ģeyi reddetmektedir. Yerleri, gökleri, arĢı, kürsü, levh-i mahfuzu, kalemi, âlemi, hülasa olarak her Ģeyi reddetmektedir. Ġkinci kısmı ise burhanı yüce olan Hz. Allah’ı isbat etmektedir. O Hz. Allah, yerlerin, göklerin ve kendisinin dıĢında âfakî ve enfüsî her Ģeyin yaratıcısıdır. Bunların hepsi nitelik ve niceliğe bağlı olan Ģeylerdir. Âfakî ve enfüsî aynalarında her Ģey zorunlu olarak nitelik ve niceliğe bağlı olduğu için reddedilmeyi hak ederler (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 9, s. 17). Ġmam Rabbani’ye göre kelime-i tevhitte nefy ve isbat olmak üzere iki makam vardır. Bunlardan her biri içinde iki itibar vardır. Birinci itibar: Bâtıl tanrıların ibadete layık olmadığını ve ibadete layık olanın sadece Hz. Allah olduğunu kabul etmektir. Ġkinci itibar ise: Burada reddin, asıl gaye olmayan maksatlar ve istenilmeyen alakalarla olmasıdır. Kabulün ise asıl gayenin dıĢındaki bir Ģeyle ve asıl maksadın ötesiyle ilgili olmamasıdır. Hulasa olarak birinci itibardaki baĢlangıçta bulunan bilinen ve görülen her Ģeyin “Lâ” (Olumsuzluk edatı ) kelimesinin altına girmesi ve onunla yok edilmesidir. Ġsbat (kabul ) tarafında ise müstesnanın yani Cenab-ı Allah’ın dıĢında her hangi bir ilah düĢünülmemesidir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 173, s. 152). 82


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Hz. Allah, Ġbrahim’dan (a.s.) naklen Ģöyle buyurmaktadır: “Ellerinizle yonttuğunuz putlara mı tapıyorsunuz? Oysa Hz. Allah, sizi ve yaptığınız şeyleri yaratmaktadır” (Saffat37/ 95). Ġmam Rabbani, bu ayet-i kerimeden hareketle Ģu izahatı getirir: “Yonttuğumuz her Ģey Hz. Allah’ın yaratıklarıdır. Bunları ister ellerimizle, ister vehimlerimizle yontmuĢ olalım bir Ģey değiĢmez. Bunlar asla ibadeti hak etmiĢ değillerdir. Ġbadeti hak eden tek varlık, nitelik ve misalden yüce olan Hak Teâlâ’dır. Bizim vehimlerimizin sınırı onu idrakin eteklerine varamaz. KeĢif ve müĢahedenin gözleri onun celal ve azametini müĢahededen acizdir” (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 9, s. 17). Ġmam Rabbani, imanın özünü oluĢturan kelime-i tevhidin Müslümana kazandırmıĢ olduğu ecri Ģöyle anlatır: “Küfrün zulmetini ve Ģirkin bulanıklığını giderme hususunda bu kelime-i tayyibeden daha faydalı bir Ģey olmadığını biliniz. Allah Rasülü Hz. Muhammed’in

(s.a.v.) Ģefaatının, bu ümmetin büyük günahlarından

gelecek azapları defetme hususunda en faydalı ve en müessir çare olduğuna inanıyorum. Aynı Ģekilde küfür merasimlerine ve Ģirkin rezilliklerine mübtela olmasına rağmen, bu kelimenin manasını tasdik etmek sureti ile imanın zerresini bile elde eden kiĢinin, bu kelimenin Ģefaatı ile cehennemden çıkacağını ve orada ebediyen kalmaktan kurtulacağını ümit ederiz. Bu ümmetin büyük günahları diye bahsediyorum. Zira onların günahları öncekilerinkinden fazladır. Hatta küfür merasimlerine ve Ģirk rezilliklerine karıĢma diğer ümmetlerde daha az idi. Bu yüzden bu ümmetin Ģefaata ihtiyacı daha çoktur. Önceki ümmetlerin bir kısmı küfürde tam israr ederken, diğerleri emirlere itaat eden ihlaslı müminlerdi. Eğer, bu kelime-i tayyibe gibi Ģefaatı kabul edilmiĢ bir yardımcıları ve Hâtemü’r-rusül ( ona ve diğer rasüllere salat ve tahiyyat olsun ) gibi bir Ģefaatçı olmasaydı bu ümmet helak olurdu. Günahkâr bir ümmet, ama affedici bir rab. Bu ümmetin Allah Sübhânehû’nun af ve mağfiretinden nail olduklarına Ģimdiye kadar geçmiĢ ümmetler nail olmuĢ mudur bilinmez. Rahmetin yüzde doksan dokuzu günahlarından istiğfar eden bu ümmete ayrılmıĢtır… Bu güzel kelimenin faziletine dair Ģunu da biliniz: Hz. Rasülullah (s.a.v.): “Lâ ilâhe illallah diyen cennete girer” buyurdular. Aklı kısa 83


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

insanlar, bir kere “ Lâ ilâhe illallah” demekle cennete nasıl girilecek diye ĢaĢıyorlar.

Bu

onların

kelime-i

tayyibenin

bereketini

kavrayamadıklarındandır. Bu fakire öyle keĢfolundu ki, bu kelimenin bir kere söylenmesi ile kâinattakilerin hepsinin günahları affolunup cennete konsalar yeridir. Yine öyle keĢfolundu ki, bu mukaddes kelimenin bereketi kâinatın tamamına taksim edilse idi sonsuza kadar hepsine yeter ve hepsini tatmin ederdi. Buna bir de “Muhammedün Rasülullah” eklenince neticeyi siz düĢünün (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 37, s. 57). Ġmam Rabbani, Kelime-i tevhidin Müslümana kazandırmıĢ olduğu mükâfat ile alakalı olarak da birkaç Hadisi ġerifi nakleder: “Zikrin en faziletlisi Lâ ilâhe illallah’tır.” (Tirmizi, nr. 3383) “Şayet yedi kat gökyüzü ve güneş, ay ve yıldızlar cinsinden bunları mamur eden her şey yedi kat yeryüzü ile birlikte terazinin bir kefesine, kelime-i tevhit de diğer bir kefesine konulacak olsa, kelime-i tevhit ağır gelirdi.” (Ahmet el-müsned, 2/169, nr. 6583) “İmanınızı “ Lâ ilâhe İllallah” sözü ile yenileyin.” (Ahmet el-müsned, nr. 8695) Ġmam Rabbani’ye göre tevhit kelimesi zikrin en faziletlisi, sevabı en çok olan ve imanı yenileyendir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 9, s. 17, c. 1, mektup. 52, s. 67). Ġmam Rabbani, ehl-i tasavvuf olması hasebiyle Kelime-i tevhidin manasını bir de tasavvufi açıdan değerlendirirerek Ģu izahatları yapar: Lâ ilahe Ġllallah Muhammedün Rasulullah” Kelime-i tayyibesi tarikat, hakikat ve Ģeriatı kapsamaktadır. Sâlik, nefy makamında iken tarikat makamındadır. Nefy makamını bütünüyle kat eder, bütün ağyar gözünden kaybolur. Tarikatı tamamlar, fena makamına vasıl olur. Nefyden sonra isbat makamına erer. Yolunu sülûkten cezbeye çeviren kimse hakikat mertebesini elde etmiĢ ve beka vasfını kazanmıĢ olur. Bu nefy ve isbat makamı ile tarikat ve hakikat ile fena ve beka ile sülûk ve cezbe ile velayet payesine ulaĢmıĢ olur, nefsi de emmarelikten mutmainneye çıkarak arınmıĢ ve paklanmıĢ olur. Binaenaleyh velilik kemalatı nefy ve isbattan müteĢekkil olan bu mübarek sözün ilk cümlesine bağlıdır. Geriye peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed Mustafa’ nın (s.a.v.) peygamberliğini isbat olan ikinci cümle kalmaktadır. Bu son cümle Ģeriatı tahsil ve tekmil edicidir. Ġslamın hakikatını elde etmek, velayet mertebesini elde ettikten sonra meydana gelen bu mekânda söz konusudur. Peygamberlerin kâmil 84


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

tabilerine, Peygamberlere tabi ve varis olmaları sebebiyle hâsıl olan nübüvvet kemalatıda bu mekânda meydana gelir. Veliliği elde etmeye yarayan tarikat ve hakikat da, Ģeriatın hakikatını elde etmenin, nübüvvet kemalatını kazanmanın Ģartları gibidir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 46, s. 79). 4.1.4.3 Nübüvvet Nübüvvet konusunu anlatırken evvela kısa bir tarihçesini ve tarifini yaparak, nübüvvetin insanlık âlemine kazandırdıklarını ve nimetlerini ifade edeceğiz. Sonrada kendisine hiç tebliğ ulaĢmamıĢ insanların durumu ile alakalı Ġmam Rabbani’nin Mektubât’ında zikrettiği âlimlerin görüĢü ve kendi görüĢlerini açıklayacağız. Rasülullah Efendimiz (s.a.v.) zamanında dinî meselelerde ihtilaf söz konusu değildi. Çünkü sahabe-i kiram karĢılaĢmıĢ olduğu problemlerde iyinin ve doğrunun ne olduğunu sorup öğrenme imkânına sahip idiler. Ancak Rasülullah Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından sonra vahyin kesilmesi ve Ġslam devletinin geniĢleyip farklı kültürlerden insanlarla karĢılaĢmaları neticesinde yeni fikirler ortaya çıktı. Bunun neticesinde Müslümanlar arasında ihtilaflar görülmeye baĢladı. Bu ihtilaflar temel ilahiyat konularında idi. Bunlar arasında nübüvvete dair ihtilaf yoktur. Hicri dördüncü asırda ihtilaflar çoğalmasıyla akait kitapları yeni bir sistemle düzenlenmeye baĢladı. Akait, ilmi kelama dönüĢtü. Hicri dördüncü asrın ikinci yarısından sonra tartıĢılmaya baĢlayan meselelerin içerisine nübüvvet de yer almaya baĢladı. Bundan sonra nübüvvet konusu kelam kitaplarında ayrı bölümler halinde incelenir oldu ve nübüvvete dair müstakil kitaplar yazılmaya baĢlandı (Özgen, 2007:399). Ġmam Rabbani’ye göre Peygamberler, insanları Hz. Allah’a davet etmek ve onlara hidayet yolunu göstermek için gönderilmiĢ ilahi elçilerdir. Onlar kendilerine inananları cennetle müjdelerler. Ġnanmayanları da cehennemle uyarırlar (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 112). Ġmam Rabbani, nübüvvet kelimesini yüksek Ģan ve mertebeler manasında kullanır. Çünkü ona göre nübüvvet, “ kendisinde gölgelik ( zılliyet) alameti bulunmayan ilahi bir yakınlıktır” (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 301, s. 361). Ġmam Rabbani, nebiyi Ģöyle tarif eder: Allahü Teâlâ’nın kendisine “ seni filan topluluğa veya insanlığın tamamına gönderdim” veya “ benden alacağın emirleri onlara

85


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

tebliğ et” diyerek vazifelendirmiĢ olduğu zata nebi denir (Rabbani, Ġsbatü’n-Nübüvvet, 1976: 7). Ġmam Rabbani’ye göre nübüvvet, insanların çalıĢarak kazandığı bir makam değildir. Ona göre nübüvvet, Allahü Teâlâ’nın bir lütfudur. O, nübüvveti dilediğine verir. Netice olarak nübüvvet, kesbî (çalıĢılarak kazanılan bir makam) değildir. Vehbîdir yani Allah vergisidir (Rabbani, Ġsbatü’n-Nübüvvet, 1976: 7). Ġmam Rabbani’ye göre insanlar, bir Ģeyin güzel veya çirkin olduğunu, faydalı veya zararlı olduğunu ancak nübüvvet vasıtasıyla anlayabilir. Akıl ikinci derecede kalır. Bu hususu kendi ifadeleriyle Ģöyle açıklar. “Hak ile bâtıl arasını ayıran, ibadet edilmeye layık olanla olmayanı belirleyen ölçü, enbiyanın gönderiliĢidir. Ġnsanlar onunla Hak Celle ve Âlâ’nın yoluna davet edilir, onunla Mevla’ya yakınlık ve vuslat saadetine nail olur. Mevla Celle ġanühû’nün razı olduğu Ģeylere bi’set ile muttali olunur ve Allahü Teâlâ’nın mülkünde tasarrufun caiz olup olmadığı onunla anlaĢılır. Bi’setin buna benzer birçok faydaları vardır. O halde enbiyanın gönderilmesinin bir rahmet olduğu ortaya çıkar” (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 259, s. 238). Ġmam Rabbani’ye göre Peygamberler, âlemlere rahmet olarak gönderilmiĢtir. Hz. Allah, halkı hidayete erdirmek ve kendisine davet etmek için göndermiĢtir. Hz. Allah peygamberleri vasıtasıyla insanlara razı olacağı cennetin yolunu göstermiĢtir. Peygamberlerin evveli Hz. Âdem (a.s.), sonuncusu ise Hz. Muhammed Mustafa’dır (s.a.v.). Her müslümanın bütün peygamberlere iman etmesi ve onların masum ve sadık kimseler olduğuna inanması lazımdır. Onlardan birine inanmamak hiç birine inanmamak gibidir (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 17, s. 21). Ġmam Rabbani, Mektubât’ında Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bizzat kendini tarif etmiĢ olduğu hadisi Ģeriflerden de bahseder (Rabbani, Tsz: c.1, mektup. 44, s. 5859). Hadis-i ġerif: “Biz, kıyamet gününde en son gelen ve en önde gidenleriz” (Ġbn Mace, Zühd, 34, nr. 4290). Hadis-i ġerif: “Ben birşeyler anlatıyorum, övünmüyorum. Ben Habibullah’ım” (Darimi, Mukaddime, 8, nr. 52). Hadis-i ġerif: “Ben peygamberlerin kumandanıyım (öncüsüyüm), övünmüyorum. Ben nebilerin sonuncusuyum, övünmüyorum (Darimi, Mukaddime, 8, nr. 51). Hadis-i ġerif: “Ben, Abdulmuttalip oğlu Abdullah’ın oğluyum. Hz. Allah, mahlûkatı yaratıp beni en hayırlıları arasına koydu. Sonra onları ikiye ayırdı. Beni 86


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

daha hayırlı olana yerleştirdi. Sonra onları kabilelere böldü. Beni en hayırlı kabileye yerleştirdi. Sonra onları evlere ayırdı ve beni en hayırlı eve yerleştirdi. Ben onların kişilik ve ev bakımından en hayırlısıyım” (Tirmizî, Daavât, 96, nr. 3532). Hadis-i ġerif: “İnsanlar yeniden dirildiklerinde kabirden ilk ben çıkacağım. Yola çıktıklarında kumandanları ben olacağım. Sustuklarında ben konuşacağım. Hapsolunduklarında onlara ben şefaat edeceğim. Ümit kestiklerinde onları ben müjdeleyeceğim. O gün keramet ve anahtarlar benim elimde olacak. Hamd sancağını ben taşıyacağım. Ben rabbimin yanında âdemoğlunun en şereflisiyim. Etrafımda dizilmiş inciler gibi bin hizmetçi dolaşacak” (Tirmizî, Menakıb, 46, nr. 3610). Hadis-i ġerif: “Kıyamet günü gelince ben nebilerin imamı, onların hatîbi ve şefaat sahibi olacağım, övünmüyorum” (Ġbn Mace, Zühd, 37, nr. 4314). Hadis-i ġerif: “Âdem, su ile toprak arasında iken ben nebi idim” (Tirmizî, Menakıb, 46, nr. 3609). Ġmam Rabbani’ye göre, eğer Peygamber Efendimiz (s.a.v.) olmasaydı, Hz. Allah kâinatı yaratmaz ve Rab olduğunu açığa çıkarmazdı. Ona göre böyle Ģerefli ve beĢerin efendisi olan bir peygamberi tasdik edenler, elbette ümmetlerin en hayırlısı olur. Hz. Allah’ın “ Siz insanlık tarihinde çıkmış en hayırlı ümmet oldunuz” (Al-i Ġmran, 3/110) ayet-i kerimesi onların hallerini en güzel anlatır. Diğer taraftan o peygamberi yalanlayanlar da insanların en Ģerlisi olur. “ Bedevi Araplar, küfür ve nifak bakımından en şiddetli kimselerdir ” (Tevbe, 9/97) ayeti de onların hallerini gösteren bir belgedir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 44, s. 58- 59). Ġmam Rabbani’ye göre, Peygamberlerin, Allah katından tebliğ ettiği bilgilerin hepsi haktır. Bunlara inanmak zorunludur. Akıl, dinî konularda delil kabul edilse bile zayıf bir delildir. En güçlü delil peygamberlerin gönderilmesi ile gerçekleĢmiĢtir. Peygamberlerin gönderilmesi ile artık insanların elinde bir mazeret kalmamıĢtır (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 17, s. 21). Nübüvvetin derecesi, akıl ve düĢüncenin sınırlarının ötesindedir. Aklın idrak edemediği nice Ģeyler ancak peygamberlerin haber vermesi ile bilinir. Eğer akıl yeterli olmuĢ olsaydı peygamberlerin gönderilmesine gerek kalmazdı ve ahiret azabının onların gönderilmesine bağlanması izah edilemezdi. Allahü Teâlâ da bu hususu Kur’an-ı Kerim’inde “ Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz” (Ġsra, 17/ 15) Ģeklinde açıklar (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 36, s. 52).

87


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Ġmam Rabbani’ye göre, nübüvvet makamı ilahi yakınlıktan ibarettir. Peygamberlikteki yükselme Hak Sübhânehû’ye yöneliktir. Nüzül ise halka dönüktür. Bu makam peygamberlere mahsustur. Peygamberler silsilesinin sonuncusu kâinatın efendisi Hz. Muhammed Mustafa’dır (s.a.v.). Hz. Ġsa (a.s.) indikten sonra Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Ģeriatına tabi olacaktır. Peygamberlerin manevi yakınlığından onlara gerçek manada tabi olan âlimler de nasiplenir. Bu sayede o peygamberlerin mirasçıları olarak o makamın ilimlerinden, marifetlerinden ve kemalatından nasiplerini almıĢ olurlar (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 301, s. 361). Ġmam Rabbani’ye göre, kendisine gölgelik Ģaibesi hiç bulaĢmamıĢ isim ve sıfat perdelerinden kurtulmuĢ olan biricik makam, nübüvvet ve risalet makamıdır. Dolayısıyla nübüvvet, velayetten kesinlikle daha üstündür. Nübüvvetteki yakınlık zatî ve aslîdir. Nübüvvetin ve velayetin hakikatını kavrayamayanlar velayetin nübüvvetten daha üstün olduğunu iddia ederler. O halde vusul, nübüvvet mertebesindedir. Husul ise velayet makamındadır. Zira usulün tersine gölgelik durumunu göz önüne almaksızın husul düĢünülemez. Aynı Ģekilde husulün kemalinde ikilik kalkar vusulün kemalinde ise ikilik kalır. Ġkiliğin kalkması velayet makamına; kalması ise nübüvvet mertebesine uygundur. Ġkiliğin kalkması velayet makamına uygun olduğuna göre bu makamda sürekli ve kaçınılmaz olarak sekrin (sarhoĢluğun) bulunması gerekir. Nübüvvet mertebesinde ikilik bâkî olduğu için sahv hali bu mertebenin özelliklerindendir. Ayrıca ister suretler ve Ģekiller kisvesinde, isterse renk ve ıĢık perdeleri içinde gerçekleĢsin bütün tecelliler velayet makamında ve velayet makamının baĢlangıcını kat etmededir. Nübüvvet mertebesi ise böyle değildir. Çünkü nübüvvet mertebesinde aslî vusul vardır. Bu sebepten aslın gölgeleri olan tecellilere ve zuhurata ihtiyaç duymama hali vardır (Rabbani, Tsz: c. 1, Mektup. 302, s. 363-364). Ġmam Rabbani, mektuplarında özetle velayet makamının nübüvvet mertebesinin bir gölgesi olduğunu, velayet kemalatının da nübüvvet kemalatının bir gölgesi olduğunu ifade etmektedir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup, 71, s. 123) Ġmam Rabbani’ye göre nübüvvet beĢ mertebedir. Her bir mertebe bir peygambere mahsustur. Bu mertebelerin en üstün olanı Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) aittir. Bu mertebeler muhibbiyet, mahbubiyet, muhabbet, hub ve rıza makamlarıdır. Bunların en üstünü, Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) mahsus olan mahbubiyet makamıdır (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 7, s. 15). 88


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Bu mertebelerin tafsilatlı olarak izahını da Ģu Ģekilde yapmaktadır: Muhibbiyet mertebesi: Hz. Allah ile konuĢan Hz. Musa’ nın (a.s.) makamıdır. Muhabbet mertebesi: Bu makam önce beĢerin babası olan Hz. Âdem’de (a.s.), sonra Hz. Ġbrahim’de (a.s.) daha sonra da Hz. Nuh’da (a.s.) gözlenmektedir. ĠĢ Hz. Allah’ın elindedir. Hz. Allah kendi zatını sevdiği gibi isim, sıfat ve fiiline bağlı kemalatını da sevmektedir. Hz. Allah’ın kendi zatı ile kendi isim ve sıfatlarını sevmesi anlamına gelen bu zatî muhabbetin zuhuru Hz. Ġbrahim’de (a.s.) zirve noktasına ulaĢmıĢtır. Hub mertebesi: Zatî muhabbet makamının üstünde hub makamı vardır. Bu makam yukarıda geçen üç itibarı ve bunların icmalini kuĢatır. Rıza mertebesi: Bu makam da, muhabbet ve hubb makamının üstündedir. Çünkü muhabbette gerek icmalen gerekse tafsilen bir nisbet vardır. Rıza makamında ise bu nisbet yoktur. Bu bakımdan rıza makamı öz zata münasiptir. Mahbubiyet mertebesi (En üst makam): Bu makam Peygamberlerin sonuncusuna mahsustur ve rıza makamının ötesinde bir mertebedir. Mahbubiyet makamında biri fiilî, diğeri infialî olmak üzere iki kemal vardır. Fiilî olan asıldır. Ġnfialî olan, asıl olana tabidir. Ġnfialî olan mahbubiyet, fiilî mahbubiyetin varlık sebebini temsil etmektedir. Bu bakımdan infialî mahbubiyet, her ne kadar mevcut olmakta geç olsa da zihinsel olarak öncedir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 7, s. 15). Ġmam Rabbani, oğlu Hace Muhammed Said’e göndermiĢ olduğu bir mektubunda Hz. Allah’ın peygamber göndermesinin büyük bir nimet olduğundan bahseder ve “böyle bir nimetin Ģükrü hangi lisan ile yerine getirilebilir? Hangi kalp ile bağlanılabilir?” demek sureti ile bu nimetin büyüklüğüne iĢaret etmektedir. Çünkü ona göre, bu yüce zatlar olmasaydı insanlar Hz. Allah’ın varlığını, birliğini öğrenemezlerdi. Dehâ derecesinde zekâya sahip olmasına rağmen eski yunan felsefecileri Hz. Allah’ın varlığını anlayamamıĢlar. Kâinatı var edenin tabiat olduğunu iddia etmiĢlerdir. Fakat peygamberlerin davet nurları günbegün parıldadıkça bu nurların berekatı ile sonra gelen felsefeciler ilk felsefecilerin görüĢünü reddetmiĢlerdir. Hz. Allah’ın varlığını kabul edip birliğini isbat etmiĢlerdir. Binaenaleyh insanların akılları nübüvvet nurundan beslenmeksizin bu yüce konuları idrak etmekten çok uzaktır. Yine insanların anlayıĢları peygamberlerin aracılığı olmadan bu iliĢkiyi çözmekten de acizdir. (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup.259, s. 238) 89


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Ġmam Rabbani’ye göre akıl, Hz. Allah’ın yaratıp insanlara verdiği büyük bir hediye olmakla beraber peygamberlerine nasip etmiĢ olduğu vahyin yanında çok hafif kalır. Yine ona göre akıl, Hz. Allah’ın sıfatlarının varlığını, enbiyanın günahlardan masum oluĢunu, haĢrın, neĢrin, cennet ve cehennemin varlığı gibi meseleleri idrak etmekte yeterli değildir. Eğer yeterli olmuĢ olsaydı, aklı önder edinen Yunan filozofları dalalet çöllerinde kalmazlardı. Tam tersine herkesten önce Hz. Allah’ı onlar tanırlardı. Hâlbuki Hz. Allah’ın zat ve sıfatlarını bilemediklerinden dolayı en çok azap görecek olan onlardır (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 23, s. 31, c. 3, mektup.57, s. 73). Ġmam Rabbani’ye göre, akıl bir dereceye kadar hüccettir ama sağlam değildir. Sağlam delil ancak peygamberlerin gönderilmesiyle tamam olur. Çünkü Hz. Allah, “Biz bir rasül göndermedikçe azap etmeyiz” (Ġsra,17/15) buyurmaktadır (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 44, s. 62). Ġmam Rabbani, Ehl’i Sünnet’ten Maturidî âlimlerinin “Yaratıcının varlığı ve birliği gibi bazı meseleleri akıl tek baĢına bilebilir” görüĢlerini tenkit eder. Hatta Ģu ifadeyi kullanmaktadır: “Maturidî âlimlerin bu sözüyle neyi kast ettiklerini bir anlatan olsa da, ben de anlasam! Bunu anlamayı ne kadar çok temenni ederim” demektedir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 259, s. 238). Maturidîlerin bu görüĢlerine göre dağ baĢında yetiĢmiĢ ve puta taparak yaĢamıĢ birinin kendisine peygamberin daveti ulaĢmamıĢ bile olsa sorumlu olacağı anlaĢılıyor. Yine bu meselede aklını kullanmadığı için kâfir olacağı ve ebediyen cehennem ateĢinde kalacağı anlaĢılmaktadır (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 259, s. 238). Ġmam Rabbani yine demektedir ki: Bizler Maturidî âlimlerin henüz kendisine tebliğ yapılmamıĢ kimsenin kâfir olduğuna ve ebedî cehennemde kalacağına hükmetmelerini anlamıyoruz. Evet, akıl Allahü Teâlâ’nın delillerinden bir delildir. Ancak akıl, neticesi Ģiddetli azap olan bir konuda tek baĢına yeterli bir delil olamaz (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 259, s. 238). Ġmam Rabbani kendisine Ģöyle bir sual sorar ve yine kendisi cevap verir: Peki, sana Ģöyle sorulsa “Dağ baĢında yetiĢmiĢ ve puta tapmıĢ bir kimse ebedî cehennemde kalmayacaksa doğal olarak cennete girecek demektir. Bu ise caiz değildir. Zira müĢriklerin cennete girmesi haramdır. Onların varacakları yer cehennemdir. Hz. Allah, Hz. Ġsa’nın (a.s.) hikâyesini Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) anlatarak buyurmuĢtur ki: “Kim Allah’a şirk koşarsa şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar, onun yeri cehennemdir.”(Maide,

5/72)

Cennet

ile 90

cehennem

arasında

orta

bir

bölge


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

bulunmamaktadır. A’raftakiler bir süre sonra cennete gireceklerdir. Ebedî hayat ya cennette ya da cehennemde olacaktır.” Cevaben derim ki: “ Bu gerçekten cevaplaması zor bir sorudur. Aziz oğlum bilir ki, bu soru defalarca bu fakire sorulmuĢ ama doyurucu bir cevap bulunamamıĢtır” (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 259, s. 238). Ġmam Rabbani burada el-Fütûhatü’l-Mekkiyye müellifinin verdiği cevabı nakleder. Fakat onun cevabını doğru bulmaz. el-Fütûhatü’l-Mekkiyye müellifinin cevabı Ģudur: “Kıyamet günü bu tür insanları davet etmek üzere bir peygamber gönderilecek. Kabul veya ret etmelerine göre cennet veya cehenneme gireceklerdir.” Ġmam Rabbani’ye göre bu cevap, güzel bir cevap değildir. Çünkü ahiret hesap yeridir orası bir mükellefiyet yeri değildir ki, bir peygamber gönderilsin (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 259, s. 238). Ġmam Rabbani bu meselenin keĢif yoluyla kendisine öğretildiğini ve açığa kavuĢtuğunu Ģöyle anlatır: Uzun bir müddet sonra Allahü Teâlâ’nın yardımı yol gösterici ve kılavuz oldu da bu muamma çözüldü. KeĢif yoluyla bilindi ki, bu kimseler cennette veya cehennemde ebedî kalmayacaklardır. Ahirette diriltildikten sonra hesaba çekilerek suçları kadar azap ve ceza görecekler. Üzerlerindeki haklar alındıktan sonra hayvanlar gibi tamamen yok edileceklerdir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 259, s. 238 ). Ġmam Rabbani’ye göre, peygamberin tebliğini aldıktan sonra onları inkâr edenler, doğrudan kâfirdir. Onların ebedî olarak cehennemde kalacaklarında Ģüphe yoktur. Ancak Hz. peygamberin tebliği kendisine gelmediği için sadece aklı ile baĢ baĢa kalmıĢ bir kimsenin Hz.Allah’ı inkâr etmek gibi bir düĢüncesi olmadığı için kâfir olmaz. Çünkü küfür, bir inanca karĢı kayıtsız kalmak değil, onu bilinçli bir Ģekilde inkâr etmektir (Rabbani, Tsz: c. 11, mektup. 259, s. 238). Ġmam Rabbani, bu meselede eski Yunan filozoflarının kendi zamanlarındaki peygamberlere ihtiyaçlarının olmadığını söylediklerinden dolayı onların kâfir olduklarını kaydeder. Ġslam filozofu olarak tanınanların görüĢlerini ele alıp dolaylı olarak onların da dinden çıktıklarını ilan eder. Sadece filozofları hedef almaz, onları hikmet adamı olarak kabul edenleri de ciddî mana da eleĢtirir. Çünkü hikmet kelimesinden alınan “hakîm” sıfatını onlara yakıĢtıramaz. Ona göre hikmet, bir Ģeyi olduğu gibi bilmek demektir. Dolayısıyla filozoflara hikmet adamı tabirini kullanmak, hakkı bilmeyenlere değer vermektir. Filozofları tasdik etmek peygamberleri yalanlamaya sebeptir. Aklın temsil ettiği felsefe ile vahyin temsil ettiği nübüvvet birbirine zıttır. Bu hususu Ġmam Rabbani, kendi ifadeleri ile Ģöyle hulasa eder: “Dileyen 91


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

peygamberlerin milletine uymayı düstur edinir ve Allah’ın taraftarı olup kurtulur. Dileyen de filozof olarak Ģeytanın taraftarı olup yüzüstü düĢer, zarar eder. Allahü Tebâreke ve Teâlâ “Dileyen iman etsin, dileyen küfür etsin. Biz zalimlere öyle bir ateş hazırladık ki, onun duvarları onları kuşatmıştır. (Su bulmak için) Yardım isterlerse onlara erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su verilir. Ne kötü bir içecek ve ne kötü bir barınak” (Kehf, 18/29) buyurur (Rabbani, Tsz: c.3, mektup. 23, s. 33; Özgen, 2013: 116-117). Ġmam Rabbani mektuplarında Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancına göre peygamberlere tabi olmanın lüzumunu ve kazandırmıĢ olduğu mükâfatları da anlatır. Ebedî saadet, sonsuz kurtuluĢ genelde bütün peygamberlere, özelde ise bütün peygamberlerin en üstünü olan Hz. Muhammet Mustafa’ya (s.a.v.) tabi olmaya bağlıdır. Ona göre bir kimse, ağır Ģartlarda ve zor mücahedelerle bin sene ibadet etmiĢ olsa bu bin senelik ibadetleri ve mücahedeleri, Rasülullah Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetine uyularak verilen yarım arpaya, öğle vaktindeki bir kaylule uykusuna denk ve müsavi olamaz (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 191, s. 162). Bir insanın sahip olduğu ilim ve marifetler, haller ve vecdler (coĢku ve cezbe ile kendinden geçme hali), iĢaretler ve semboller Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) tabi olmakla bir araya gelirse güzeldir. Aksi takdirde periĢanlık ve istidraçtan ibarettir. Böyle olunca yapılması gereken Hz. Muhammed’e (s.a.v.) tabi olmak ve onun getirdiği Ġslam dinine söz, amel ve itikat cihetinden muhalefet etmekten sakınmak lazımdır. Çünkü Hz. Peygamber’e tabi olmak bolluk ve berekettir. Ona muhalefet etmek ise nasipsizlik ve helak olmaktan ibarettir (Rabbani, Tsz: c: 1, mektup.184, s. 158). Ġmam Rabbani, peygamberlere tabi olmanın lüzumunu bazen: “ Bilmelisin ki, dünya ve ahiret saadetini elde etmek yalnızca iki cihanın efendisine (s.a.v.) tabi olmaya bağlıdır” diye ifade eder. Bazen: “ Eğer bu sayılı günlerde öncekilerin ve sonrakilerin efendisine (s.a.v.) tabi olmak mümkün olursa ebedi kurtuluĢ ümit edilir. Yoksa kim olursa olsun ve hangi hayır iĢini iĢlerse iĢlesin hüsran içinde hüsran vardır” Ģeklinde ifade eder. Bazen de: “ Bilmelisin ki, ahiretteki kurtuluĢ ve ebedî mutluluk öncekilerin ve sonrakilerin efendisine (s.a.v.) tabi olmaya bağlıdır. Ona tabi olmakla Allahü Teâlâ’nın sevdiği kul olma makamına eriĢilir. Bu sayede bir kimse zatî tecelli ile müĢerref olur ve bununla kemal mertebelerinin hepsinin üstündeki kulluk mertebesine erme imtiyazını elde eder. Bu makam mahbubiyet makamını elde ettikten sonradır. Bu sayede Hz. Muhammed Mustafa’ ya (s.a.v.) mükemmel anlamda tabi olanlar Ġsrail 92


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

oğullarının peygamberleri gibidirler. Ülü’l-azim peygamberler bile ona tabi olmayı arzu ederler” Ģeklinde ifade etmektedir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 163, s. 142, c. 1, mektup. 165, s. 145, c. 1, mektup. 249, s. 226). Ġmam Rabbani’ye göre, peygamberin iki yönü vardır. Biri etten ve kemikten oluĢan beĢeriyet yönü diğeri ise meleklik yönüdür. Fakat beĢeriyet yönü meleklik yönü üzerine ağır basar. Bu sayede insanlarla arasındaki iliĢki daha güçlü hale gelir. Bu iliĢki peygamberin onlara fayda verebilmesi onların da bu faydayı alabilmesi Ģeklinde anlaĢılır. Alıcı tarafta beĢeriyet yönü ağır olduğu için verici tarafın da bu yönü ağırlaĢtırılmıĢtır. Bu itibarla Hz. Allah, değerli habibi Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) beĢeri yönüne çok açık ve belirgin bir Ģekilde vurgu yapmasını emretmiĢtir. “De ki: Ben, ancak sizin gibi bir beşerim” (Kehf, 18/110) Burada sizin gibi ifadesinin kullanılması onun beĢer yönüne vurgu yapmak içindir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu maddî âlemden irtihal ettikten sonra ruhanî (melek ciheti) tarafı ağır basmıĢ, beĢerî irtibatları eksilmeye yüz tutmuĢ ve tebliğinin nuraniyetinde farklılıklar meydana gelmiĢtir. Sahabe-i kiramın bazıları bu durumu Ģöyle açıklamıĢlardır: “Henüz Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) defin iĢlemlerini bitirmeden kalplerimizde bir takım değiĢiklikler olduğunu fark ettik.” (Tirmizî, nr. 3618) Çünkü görünen (Ģühûdî) iman, görünmeyen (gaybî) imana dönüĢmüĢtür. Bu sebepten aralarındaki iliĢki de gözlerden kulaklara kaymıĢtır (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 209, s. 177). Ġmam Rabbani, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadına göre Rasülullah Efendimiz’in (s.a.v.) fiillerini ikiye ayırır. Bir kısmı ibadet kabilinden olan Ģeylerdir. Bir kısmı ise örf ve âdet kabilinden olan Ģeylerdir. Rasülullah Efendimiz’in (s.a.v.) ibadet olarak yaptığı bir Ģeyin aksini yapmak kabul edilemeyecek olan bir bidattir. Bu hareket dine yapılan bir ilave olduğu için reddedilmeli ve mani olmak için aĢırı çaba gösterilmesi gerekir. Ama Rasülullah Efendimiz’in (s.a.v.) örf ve âdet olarak yapmıĢ olduğu bir fiilin aksini yapmak reddedilmesi gereken bir bidat değildir. Çünkü bu kısma girenler dine taalluk etmediğinden dolayı, mani olmak için çok çaba göstermek icap etmez. Aksine varlığı ve yokluğu tamamen örf ve adet ile alakalı olup din ile bir alakası yoktur (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 231, s. 207). Ġmam Rabbani, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ibadet kabilinden olarak iĢlemiĢ olduğu fiillerde, ona tam manasıyla tabi olmanın lüzumunu ve kazandırmıĢ olduğu mükâfatı Ģöyle anlatır: “Birçok zorluklara katlanılarak riyazat ve mücahedeler ile geçen bin yıllık ibadet mümkün olsa, büyük küçük bütün iĢlerde o büyük insanlara tabi olma 93


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

nuruyla nurlanmadıkça o ibadetler, Ģeriat sahibine uymak niyeti ile verilen yarım arpaya değmez ve baĢtan sona gaflet olmasına rağmen öğle vaktindeki uykuya bile denk olamaz. Yaptığı seraba benzer” (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 191, s. 162). Ġmam Rabbani, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) her hususta tabi olan Müslümanı, temizlikçi ile mücevheratçıya benzetir. Mücevheratçı, bir saatte temizlikçinin yüz senede kazandığından daha fazla kazanır. Aynı bunun gibi Rasülullah Efendimiz’in (s.a.v.) yaĢayıĢına uygun olarak yaĢamaktan Hz. Allah razıdır. Hz. Allah’ın rızası ise her Ģeyden büyüktür (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 29, s. 37). Ġmam Rabbani, sünnete uygun olarak yaĢayanları bir de Ashab-ı Kehf’e benzetir. O Ashab-ı Kehf’in azıcık bir amel ile büyük mertebe kazandıklarını anlatır. Ona göre, Kur’an-ı Kerim’de Ümmet-i Muhammed’e örnek olarak gösterilen Ashab-ı Kehf, o dereceyi kazanmak için çok amel iĢlemediler. Sadece Hz. Ġsa’nın (a.s.) iĢaretiyle imanlarını muhafaza etmek için memleketlerini terkettiler. Bu bakımdan Kur’an-ı Kerim’de örnek olarak gösterildiler (Rabbani, Tsz: c. 1,mektup. 44, s. 59). Ġmam Rabbani, herkesin sünnete aynı derecede uymadığını veya herkesin sünnetten istifadesinin farklı olduğuna iĢaret eder. Ona göre, dinî ve dünyevî saadetin baĢı olan Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetine tabi olanlar yedi derecededir. Bu dereceler hakkındaki görüĢlerini, Seyyid ġah Muhammed’e yazmıĢ olduğu mektubunda ifade etmektedir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 54, s. 89). Birinci derece: Bütün Müslümanların muhatap olduğu Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sadece dıĢ görünüĢünü örnek alan surî iman sahibi kimselerin derecesidir. Ġmam Rabbani’ye göre, bu Ģekilde surî iman sahibinin kalbinde tasdik oluĢtuktan sonra Ģeriatın hükümlerini yerine getirmek ve sünneti seniyyeye tabi olmak vardır. Bu derecede nefis, mutmainne olmadığı için inkârına devam etmektedir. Bu derecedekiler, sünnete tabi olmayı Ģeriatın sureti ile sınırlı kabul ettikleri için baĢka bir Ģey tanımazlar. Nefisleri, henüz küfür ve inkârından kurtulmadığı için de sünnete sadece surî olarak uyarlar. Bu derecedeki insanın dıĢ organlarını idare eden kalp, iman ettiğinden dolayı bedeni ibadetler olan namaz, oruç ve diğer farzları eda eder. Ancak nefis, henüz iman etmeyip inkârında devam ettiğinden dolayı ibadetleri kabullenemez. Onları terketmek için fırsat kollar. Bu derecedeki surî iman sahipleri son nefeste imanlarını koruyabildikleri takdirde cennete girerler. Ancak onların yaĢadığı cennet hazzı, diğerlerinin aldığı hazzın yanında hakikat ve suret kadar farklı olacaktır (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 54, s. 89). 94


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Ġkinci derece: Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.), tarikat makamı ile alakalı olan, ahlakı güzelleĢtirme, kötü sıfatlardan arınma, insanın içindeki manevi hastalıkları yok etme gibi bâtına yönelik hususlarda sözlerine ve iĢlerine tabi olmaktır. Ġmam Rabbani’ye göre bu derece, tasavvufî seyr-ü sülûk esnasında “seyr illallah” diye tabir edilen halden sonraki geliĢmelerin görüldüğü safhadır (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 54, s. 89). Üçüncü derece: Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) velayeti hâssa makamı ile alakalı olan ahval, zevk ve vecdlerinde ona tabi olmaktır. Bu derece, meczüb-ü sâlik veya sâlik-i meczüp olan velilik makamına sahip olanlara mahsustur. Onlar, velayet mertebesinin sonuna geldiklerinden, nefisleri de mutmain olduğundan dolayı azgınlığı terk ederler. Nefisleri, inkârdan ikrara, küfürden Ġslama geçer. Bundan sonra her çalıĢıp çabaladığı gerçek bağlılık olur. Yani imanın mahsulü olan namaz, oruç ve hac gibi ibadetleri de hakikî ibadet olur (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 54, s. 89). Ġmam Rabbani, namaz ve oruç gibi yaptığımız ibadetlerin bir hakikî bir de surî yönünün olduğuna iĢaret ederek Ģöyle anlatır: “ Mübtedînin semavî hükümleri reddeden nefsi emmaresi var olduğu için, onun Ģeriatın hükümlerini yerine getirmesi sureten (Ģeklen) olmaktadır. Müntehînin ise nefsi mutmain olup, Ģeriatın hükümlerini kendi rızası ve isteği ile kabul edince, onun Ģeriatın hükümlerini yerine getirmesi hakikat yönüyle olmaktadır. Mesela münafık ve Müslümanın her ikisi de namaz kılmaktadırlar. Ama münafık içinden inkâr ettiği için onun namaz kılıĢı suretendir. Müslüman ise içinden kabullendiği için gerçek namaz ile süslenmiĢtir. Binaenaleyh suret ve hakikat, iç âlemin inkârı veya kabulüne göredir” (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 54, s. 89-90). Dördüncü derece: Birinci derecede sureten olan bağlılık, bu derecede hakikaten vardır. Ġmam Rabbani’ye göre bu derecedekiler, Hz. Allah’ın kendilerine bazı sırları ihsan ettiği ve Kur’an-ı Kerim’deki müteĢabih ayetlerden manalar çıkarabilen râsih âlimlerdir. Râsih âlimler, nefsin kâmil manada mutmain olması ile bağlılığın hakikatı olan Ģeriatın hakikatı ile süslenmiĢ olurlar (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 54, s.90). Ġmam Rabbani, bu derecenin özelliklerini anlatırken nefsi emmaresi mutmain olmuĢ olan râsih âlimlerin alametlerini Ģöyle anlatır: “Râsih âlim; kitap ve sünnetin müteĢabihlerini anlama hususunda hissesi, Kur’an-ı Kerim’deki sure baĢlarında bulunan huruf-u mukattaa’nın sırlarından nasibi olan âlimlerdir. Bunun eli kudret, yüzü zat olarak te’vil etmek gibi olduğunu sanmayın. Bu tür te’viller, sırlar ile alakası olmayan zahirî ilimden neĢet etmektedir. Bu sırları bilen peygamberlerdir. Bu rumuzlar, onların 95


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

derecelerine iĢarettir. Bu büyüklere tabi ve varis olma yolu ile kendisine hayır murat edilen herkes bu büyük bahtiyarlığa nail olur” (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 54, s.90). BeĢinci derece: Ġnsanın gayreti ile olmayıp ancak Hz Allah’ın lütfu ile ulaĢılabilen bir mertebedir. Bu derece, gayet yüksek bir derece olup diğer derecelerin yakınlığı bile söz konusu olamaz. Bu derecedeki kemalat, asaleten ülü’l-azim peygamberlere mahsustur. Ancak Hz. Allah’ın lütfettiği bazı zatlar da onlara tabi ve varis olarak bu devletle müĢerref kılınırlar (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 54, s. 91). Altıncı derece: Hz. Peygamber’in (s.a.v.) mahbubiyet makamına has kemalatında ona tabi olmaktır. Bu derecedeki kemalat, lütuf ve ihsanın üzerindeki sırf muhabbet dolayısıyla verilir. Onları Hz. Allah, hususî olarak sever. Bu dereceden çok az insanlar nasiplenir. Birinci derece dıĢındaki bu beĢ mertebenin derecesi urûç (yükseliĢ) makamları ile alakalıdır. Bu derecelerin elde edilmesi de yükseliĢe bağlıdır (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup.54, s. 91). Yedinci derece: Son mertebedir. Bu derece, yukarıda geçen bütün dereceleri kendisinde toplamaktadır. Bu mahalde kalbin tasdik ve temkini nefsin, mutmain olması ve bedendeki organlarda isyan ve inadın sona ermesinden kaynaklanan bir itidal hali vardır. Sanki geçmiĢ bütün dereceler, bu bağlılık derecesinin cüzleri gibi, bu derece de diğer hepsinin bütünü gibidir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup.54, s. 91). Ġmam Rabbani, bütün derecelerin üzerinde olan yedinci derecede tâbi olma nimetinin kazandırdığı mükâfatı Ģöyle anlatır: “Bu makamda tabi olan, tabi olduğu kimseye adeta benzemeye baĢlar. Öyle ki, arada tabiliğin adı bile kalmaz. Tabi olanla tabi olduğu zatın imtiyazları kalkar ve tabi olanın her aldığını tabi olduğu zat gibi asıldan aldığı düĢünülür. Sanki her ikiside bir kaynaktan su içmekte, bir yerde konaklamakta ve sanki her ikiside süt ile Ģeker gibi olmuĢlardır. Tabi olan nerede? Kendisine tabi olunan kim? Bağlılık kime? Nisbet birlikteliği olan bir yerde farklılaĢmaya imkân yoktur. Daha hayret verici olan, dikkatli bir Ģekilde bu makam her düĢünüldüğünde tabi olma nisbeti asla görülememekte, hissedilememektedir. Kesinlikle tabiliğin ve metbuluğun farkı müĢahede olunamamaktadır. AnlaĢılabilen husus, idrak olunan tabi olanın kendisini tufeylî ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) varisi olarak bilmesidir. Her ne kadar hepsi tabi olma yolunda olsalar da tabi, tufeylî ve varisten ayrı bir Ģeydir. Çünkü metbuun ayrılması tabide zorunlu ise de, tufeylîde ve variste ayrılması kesinlikle zorunlu değildir. Tabi olan kendi payına düĢeni yer. Tufeylî ise zımnen sofra arkadaĢıdır. Hulasa olarak varlık sofrasına gelen her türlü nimet, peygamberler içindir. 96


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Öyle ise o peygamberlere tabi olmak sureti ile onların nimetlerinden pay almaları bu ümmetlerin saadeti sayılır” (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup.54, s. 91). 4.1.4.4. Ahiret Ġmam Rabbani’ye göre, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimleri, ahiret hayatına taalluk kabir azabı, münker-nekir suali, sırat, mizan gibi akıllarımızın anlamaktan aciz kaldığı hususları keyfiyetinin anlaĢılmaması sebebi ile yok saymamıĢlardır. Çünkü Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimleri kitap ve sünnete uymuĢlar, akıllarını da onlara tabi kılmıĢlardır. Anlayabildiklerini anlamıĢlar. Anlayamadıkları Ģer’i hükümleri de aynen kabul etmiĢlerdir. Fırak-ı Dâlle ise akıllarının anladığını anlayıp, anlayamadığını reddetmiĢlerdir (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 44, s. 61-62). Ehl-i Sünnet’e göre Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ahiret hayatı ile ilgili haber vermiĢ olduğu, kabir azabı, kabrin ölüyü sıkması, münker ve nekir adlı iki meleğin kabirde kulları sorgulaması, kâinatın yok olması, göklerin yarılması, yıldızların dağılması, yerlerin ve dağların köklerinden koparak parçalanması, haĢr ve neĢir, ruhların tekrar bedenlere dönmesi, kıyametin Ģiddetli sarsıntısı, kıyamet sırasındaki dehĢetli olaylar, amellerin sorgulanması, uzuvların yapıp ettiklerine dair Ģahitlik etmesi, miktarı bilinmesi için iyiliklerin ve kötülüklerin yazılı olduğu amel defterlerinin dağıtılması, bu amel defterine göre iyilikleri fazla gelen kimselerin kurtuluĢa ermesi, kötülükleri fazla gelen kimselerin hüsrana uğraması, mahĢerde amelleri tartan terazinin ağırlık ve hafifliğinin, mahĢerdeki terazilerde yukarı kalkan kefe, bu dünyada ise aĢağı inen kefe ağır geldiği için dünyadaki terazilerin ağırlık ve hafifliğine benzememesi gibi hallerin hepsi doğrudur (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 112). Ehl-i Sünnet’e göre ahirete iman etmekte, Allah’a iman etmek gibi zorunlu olan dinî prensiplerdendir. Ahireti inkâr eden kuĢkusuz kâfir olur. Kabrin insanı sıkması baĢta olmak üzere kabir azabı da haktır. Kabir azabını inkâr eden kimse kâfir olmaz ancak konu ile ilgili meĢhur hadisleri inkâr ettiği için bidatçı olur (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 17, s. 21). Ġmam Rabbani, kabir yurdu olan berzah âlemini Mektubât’ında Ģöyle anlatır: Berzah âlemindeki hayat iradeye bağlı hareketler ve hislerle iç içe olan dünya hayatına benzemez. Bu dünyanın intizamı iradi hareketlere ve hissetmeye bağlıdır. Berzah hayatında ise harekete ihtiyaç yoktur. Hatta hareket etmek berzah âlemine ters bir Ģeydir. Orada azabın acısını duymak

97


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

için sadece hissetmek yeterlidir. Berzah hayatı yarı dünya hayatı gibidir. Ruhun bedenle olan alakası dünya hayatındaki alakasının yarısı kadardır. Dolayısı ile defnedilmemiĢ ölüler berzah hayatında azabın acısını hissederler. Ancak azabı berzah âleminde hissettikleri için kendilerinde hiçbir hareket ve kıpırtı görülmez (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 36, s. 52). Ehl-i Sünnet’e göre kıyamet günü de haktır ve bir gün mutlaka gerçekleĢecektir. O gün gökler yarılacak, yıldızlar saçılacak, yerler ve dağlar birbirinden ayrılacak ve hepsi yokluğa karıĢacaklardır. Kur’an-ı Kerim ayetleri bu gerçeği dile getirmiĢtir. Bütün Ġslami fırkalarda bunu kabul etmiĢtir. Bu sebeple kıyameti inkâr eden kimse kâfir olur (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 17, s. 22). Yine Ehl-i Sünnet’e göre, kıyamet gününde insanların kabirlerinden kalkması, dağılmıĢ ve kurumuĢ kemik parçalarının canlanması haktır. Amellerin sorgulanması, terazinin kurulması, amel defterlerinin insanlara dağıtılması, iyilerin defterlerini sağdan alması, kötülerin defterlerini soldan alması hep haktır. Cehennemin üzerine sırat köprüsünün kurulması ve cennetliklerin üzerinden selametle geçip cennete girmesi, cehennemliklerin bu köprüyü geçemeyip cehenneme düĢmesi haktır. Bütün bunlar mümkün

olan

Ģeylerdir.

Bunların

gerçekleĢeceğini

doğru

haberci

Sevgili

Peygamberimiz (s.a.v.) haber vermiĢtir (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 17, s. 22). Ġmam Rabbani, Mektubât’ında Ehl-i Sünnet’e göre cennet ve cehennemin Ģu an yaratılmıĢ halde olduğunu anlatır. Cennet müminlere mükâfat olarak hazırlanmıĢtır. Cehennem ise kâfirlere ceza olarak hazırlanmıĢtır. ġu an mevcut olup sonsuza kadarda baki kalacaklardır. Müminler sorgulamadan geçtikten sonra cennete girecekler ve devamlı

cennette

kalacaklar.

Asla

cennetten

çıkarılmayacaklardır.

Kâfirlerde

cehenneme girdikleri zaman orada sonsuza kadar azap göreceklerdir. Azabın hafifletilmesi de mümkün olmayacaktır. Bu durumu Hz. Allah Kur’an-ı Kerim’in de “Artık ne azapları hafifletilir nede onların yüzlerine bakılır”(Bakara, 2/162) Ģeklinde anlatmaktadır (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 113). Ġmam Rabbani, ahirette müminlerin Hz. Allah’ı göreceğinden de bahseder. Ehl-i Sünnet inancına göre Müminlerin, cennette cihet, mükabele, keyfiyyet ve ihata olmaksızın Hz. Allah’ı görmesi haktır. Ehl-i Sünnet Hz. Allah’ın ahirette görüleceği hususuna böyle iman etmiĢler ama nasıl olacağı hususuna kafa yormamıĢlardır. Çünkü Hz. Allah’ın görülmesi hususu keyfiyyet dıĢı bir hadisedir. Ġmam Rabbani’ye göre Ehl-i Sünnet “Bu dünyada keyfiyet ve misal erbabı olan bizler bu sırrın iç yüzünü 98


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

keĢfedemeyiz. Bu gerçeğe iman etmekten baĢka nasibimiz yoktur” demiĢlerdir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 111). Ehl-i Sünnet’e göre müminlerin ahirette Hz. Allah’ı görmesi vicdani olacak. Ġçlerinde bu görme sebebi ile olan lezzeti yaĢayacaklar. Ancak gördüklerini kesinlikle idrak edemeyecekler. Hz. Allah’ı görmekten ve bunun tadını hissetmekten baĢka bir Ģey elde edemeyeceklerdir. Ru’yette, (Görülme) görülenin kuĢatılması ve idrak edilmesi Ģeklinde bir vehme kapılma sonucu oluĢtuğu sanılan noksanlık burada yoktur. Görmenin cihetsiz olarak gerçekleĢmesinde ve görenin bundan lezzet almasında kesinlikle bir noksanlık ve kusur yoktur. Bilakis Allahü Teâlâ’nın kendi muhabbetinin ateĢinde yananlara cemalini göstermesi ve ru’yet pınarından kana kana içirmesi kendi nimetlerinden ve ihsanındandır (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 44, s. 60). Ġmam Rabbani “Gözle görmek, görülenin görenin karĢısında ve hizasında olmasını gerektirir” Ģeklindeki bir itirazın Allahü Teâlâ’ya yön ve cihet isnat etmek olduğunu ve böyle durumun da Allahü Teâlâ hakkında söz konusu olamayacağını anlatarak Ģöyle cevaplandırır. “ Mutlak kadir olan Hz. Allah, hissetmeyen, içi oyuk iki parça sinirden ibaret olan göze, bu fani dünyada, karĢısında olması Ģartı ile nesneleri görme ve hissetme vermiĢse, ebedi olan ahiret yurdunda bakılanı karĢısına alma Ģartı olmaksızın görme gücünü bu iki sinir parçasına vermesi niçin mümkün olmasın. Bakılan Ģey ister her yerde olsun ister hiçbir yerde olmasın fark etmez. Burada zor ve imkânsız ne olabilir? Çünkü Hz. Allah gücün ve iktidarın zirvesindedir. Ġstidatlı olana kendisi ile ilgilenmesi için görme ve hissetme kabiliyeti verir” (Rabbani, Tsz: c. 3, mektup. 44, s. 59-60). Ġmam Rabbani, Ehl-i Sünnet’e göre kıyamet alametlerinden de bahseder. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) haber verdiği kıyamet alametlerinin hepsi hak olup gerçekleĢecekleri konusunda en ufak bir Ģüphe yoktur. GüneĢin her zamankinin aksine batıdan doğması, mehdinin zuhur etmesi, Hz. Ġsa’nın ( a.s.) yeryüzüne inmesi, Deccal’in zuhuru, Ye’cüc ve Me’cüc’ün zuhuru, Dâbbetü’l-Arz’ın çıkması, gökyüzünden çıkıp bütün her yeri saran ve insanlara zor anlar yaĢatan bir dumanın zuhur etmesi gibi olayların meydana gelmesi haktır. Ehl-i Sünnet’e göre kıyamet alametlerinin sonuncusu da Aden’den zuhur edecek olan ateĢtir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 115). Ġmam Rabbani Mektubât’ında, kıyamet alametlerinden sayılan Mehdî’nin zuhuru ile alakalı, bir cemaatın düĢmüĢ olduğu yanlıĢtan bahseder. O cemaat da Hindistan’ın Dekken Ģehrinde kurulmuĢ Mehdeviye fırkası mensuplarıdır. Bu cemaat 99


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

cehaletleri sebebi ile Hint halkından Mehdî olduğunu iddia eden bir kimseyi gerçek Mehdi sanmıĢlar. O cemaatın iddiasına göre de Mehdî ölmüĢ ve bu âlemden göçmüĢtür. Kabri de Fereh’te bulunmaktadır (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 115). Ġmam Rabbani, bu fırkaya cevap olarak Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bu mevzu ile alakalı meĢhur hatta mütavatır derecesine varan sahih hadislerinin olduğunu anlatır. Bu hadislerde Mehdî’nin alametleri açıklanmıĢtır. Fakat bu alametlerin hiç birisi iddia edilen kimsede bulunmamaktadır diye bahseder (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 115). Ġmam Rabbani Mektubât’ında Mehdî’nin zuhuru ile alakalı Ģu hadis-i Ģerifleri kaydetmektedir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 115 ). Hadis-i ġerif: “Yeryüzünde hükmü geçerli olan dört kimse bulunmuştur. Bunlardan ikisi mümin ikisi kâfirdir. Zülkarneyn (a.s.) ve Süleyman (a.s.) mümin olanları, Nemrud ve Buhtunnasr da kâfir olanlarıdır. En son yeryüzüne beşinci biri daha hükmedecektir ki, o benim Ehl-i Beytimdendir”(Hâkim, el-Müstedrek, nr. 4143). Hadis-i ġerif: “Dünyanın sonu gelmeden önce Allahü Teâlâ benim Ehl-i Beytimden bir kimse gönderecektir. Bu kimsenin ismi benim ismime, babasının ismi benim babamın ismine uyacaktır. Bu şahıs zulüm ile doldurulan yeryüzünü adalet ile dolduracaktır”(Ebu Davud, nr. 4283). Ġmam Rabbani Mektubât’ında, Mehdî’nin zuhurunun pek yakın olduğunu ve onun zuhur ettiği zamanda pek çok alametler zuhur edeceğini anlatır. Aynen Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dünyaya geldiği zaman ortaya çıkan alametler gibi. Kendi ifadeleri ile de Mehdî’nin zuhurunu Ģöyle anlatır: “Mehdî büyük bir Ģahsiyet olup zuhuru Müslümanlara ve Ġslama büyük bir takviyedir. Onun velayeti hem zahirî hem de bâtınî anlamda büyük bir tasarruf ihtiva etmektedir. Hem bu sebeplerden dolayı hem de elinden çok büyük kerametler sâdır olacağı için onun zuhuru sırasında da çok enterasan alametler görülecektir. Bu alametlerin Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) zuhuru sırasında görülen alametler gibi olması caizdir. Nitekim konu ile ilgili hadis-i Ģeriflerden de bu anlaĢılmaktadır. Bir rivayette Mehdî’nin zuhurunun, küfrün ortalığı istila ettiği ve küfrün hükümlerinin topluma tatbik edildiği bir zamana denk geleceği bildirilmektedir. Böyle bir zamanda beklenen, küfrün istilası ve kuvveti ile Ġslamın ve Müslümanların zaafıdır. Bu bildirilen zaman Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Ġslam’ın garipleri hakkında “ne mutlu gariplere” dediği ve kendilerini müjdelediği zamanın aynısıdır.

100


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “kargaşa döneminde yapılan ibadet bana hicret etmek gibidir” (Müslim, fiten, nr. 2948) demiĢtir” (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup.68, s. 119). 4.2.Ehl-i Bidat 4.2.1. Mu’tezile Mu’tezile, hicri ikinci ve üçüncü yüzyıllarda Ġslam dünyasını sosyal ve kültürel alanda etkileyen, itikadî konularda akla önem veren bir fırkadır (Ak, 2009: 50). Hicretin ikinci asrının ilk yarısında Basra’da yaĢayan Vasıl b. Atâ ( 131/748) tarafından büyük günah iĢleyen kimsenin durumu ile alakalı ileri sürülen görüĢlere dayalı olarak kurulmuĢtur. Daha sonraları bu fırkaya mensup olanlar, Kur’an-ı Kerim’in yaratılmıĢ olduğunu iddia etmiĢler. Ġyiliği emretme ve kötülükten sakındırma, tevhit, adalet, irade ve fiillerde hürriyet ve benzeri kelam konularında akla öncelik vermiĢlerdir (Fığlalı, 2008: 565). Ġmam Rabbani’ye göre Mu’tezile tek baĢına sonradan ortaya çıkmıĢ bir mezheptir. Bu mezhebin kurucusu ve reisi Vasıl bin Atâ’dır. Vasıl, Ehl-i Sünnet’in büyük âlimlerinden Hasan-ı Basri’nin talebelerinden birisi idi. Daha sonra “Mürtekib-i Kebîre (büyük günah iĢleyen) ne mümindir, ne de kâfirdir” deyip iman ile küfür arasında bir menzile, bir mertebe olduğunu iddia ederek Hasan-ı Basri’nin meclisinden ayrıldı. Bunun üzerine Hasan-ı Basri onun için “Vasıl bizden (bizim görüĢümüzden) ayrıldı” demiĢtir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 80, s. 92). Ġmam Rabbani, Mu’tezile’nin yanlıĢ fikirlerinden uzak durup Ehl’i Sünnet ve’lCemaat inancı ile amel edilmesini bir nimet olarak görür. Hz. Allah bidatçı fırkalardan değil de kurtuluĢa eren Fırka-i Naciyeden kıldığı için Hz. Allah’a çok Ģükreder: Hz. Allah’a Ģükürler olsun ki, bizleri en hususi yaratma sıfatında kendisine ortak koĢan Mu’tezile’den kılmamıĢtır, der. Çünkü Mu’tezile, kulların kendi fiilini yarattığını ileri sürmüĢtür. Mu’tezile bu kadarıyla da kalmayarak dünyevî ve uhrevî saadetlerin en büyüğü olan ru’yetullah’ı (Hz. Allah’ın ahirette görülebilmesini) inkâr etmiĢler, kâmil sıfatları da Hz. Allah’tan nefyetmiĢlerdir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 117). Ġmam Rabbani, Mu’tezile’nin tercih ettiği senevî (düalist, ikicilik) eğilimi gereği kulların kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu ileri sürüp hayır ya da Ģer bütün iĢleri kullara nisbet etme görüĢünü hem akıl hem de din yönünden tutarsız olarak görmektedir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 112). Ġmam Rabbani, Mu’tezile’nin görüĢlerini Ģöyle eleĢtirir: 101


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Ehl’i Sünnet âlimleri kulların kudretinin yaptığı iĢlerde bir katkısının olduğunu kabul etmiĢ ve buna kesp ismini vermiĢtir. Zira titreme ile iradeli hareket arasında, biri kudret ve kesp dıĢı, diğeri kudret ve kesp ile meydana gelmiĢ olması bakımından apaçık bir fark vardır. Nitekim iki hareket arasındaki bu kadar bir fark, kulların yükümlülüğüne ve iyi iĢlerden dolayı mükâfat alırken kötü iĢlerden dolayı sorumlu tutulmasına yol açmıĢtır. Fakat birçok insan, kulda kudret, kesp ve iradenin varlığı konusunda tereddütten kurtulamamıĢ ve kulun aciz ve mecbur olduğunu düĢünmüĢtür. Görünen o ki, bunlar Ehl-i Sünnet âlimlerinin maksadını yeterince anlayamamıĢlardır. Zira kulun kudret ve irade sahibi olduğunu söylemek, onun dilediği her Ģeyi yapabileceği veya dilemediği hiçbir Ģeyi yapamayacağı anlamına gelmez. Konuya böyle yaklaĢmak kulluk gerçeğiyle bağdaĢmaz. Hâlbuki kulun kudret ve irade sahibi olduğunu söylerken Ehl-i Sünnet âlimlerinin maksadı, kulun sorumlu tutulduğu her Ģeyi yerine getirme kudretine sahip olduğudur. Yani kul günde beĢ vakit namaz kılmaya, malının kırkta birini zekât vermeye, on iki ay içerisinden bir ayı oruçla geçirmeye muktedirdir. Bunun gibi binek ve azık imkânı olduktan sonra ömründe bir defa hac yapmaya muktedirdir. Diğer bütün Ġslami hükümler de bunlar gibi olup bunların hepsinde Cenab-ı Allah kulun zayıflığını bildiği için engin rahmeti gereği kendilerine kolaylık göstermiĢtir. Bu hususa iĢaretle Cenab-ı Allah Ģöyle buyurur: “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez” (Bakara, 2/ 185) “Allah sizin (yükünüzü) hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır” (Nisa,4/28) Yani Allah, üzerinizdeki zor yükümlülükleri hafifletecektir. Ġnsanın zayıf olarak yaratılmıĢ olması da arzularına sabredememesi ve zor olan vazifelere tahammül gösterememesi anlamına gelir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 112). Mu’tezile kaza ve kaderi de inkâr edip kulların fiillerinin sadece kendi kudretleriyle olduğunu savunur. Kaderiyye de aynı görüĢtedir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 289, s. 330). Ġmam Rabbani, Mu’tezile ve Kaderiyye’yi, kader ve kazayı inkâr ettikleri için eleĢtirmektedir. Ona göre Mu’tezile bu görüĢünü “ Eğer Allah Ģerri takdir etmiĢ olsaydı, Ģer iĢleyen kulları cezalandıracağı zaman onlara zulmetmiĢ olurdu” diyerek savunmuĢtur. Bu sözler açıkça Mu’tezile’nin cehaletini göstermektedir. Çünkü kaza ve 102


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

kader inancına göre, Cenab-ı Allah kulun bir iĢi kendi isteğiyle yapacağını veya yapmayacağını takdir eder ki, bu durum kulun seçim ve kudretini ortadan kaldırmamaktadır. Kısacası kaza inancı kulun seçimini ortadan kaldırmak Ģöyle dursun onu gerekli görmektedir. Ayrıca Mu’tezile’nin bu gerekçesi Allah’ın fiilleriyle çeliĢmektedir. Zira Allah’ın fiilleri kaza açısından ya zorunlu ya da imkânsızdır. Çünkü Allah’ın kazası bir iĢin meydana gelmesi yönünde gerçekleĢirse o iĢ zorunlu olur. Eğer iĢin meydana gelmemesi yönünde gerçekleĢirse o iĢ imkânsız olur. Eğer bir iĢin zorunlu olması o iĢin seçimle olduğuna aykırı olsaydı bu durumda Allahü Teâlâ’nın muhtâriyyeti söz konusu olmazdı ki, bu da küfürdür (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 289, s. 330). Ġmam Rabbani, Ehl’i Sünnet ve’l-Cemaat mensuplarının kadere iman edip ve hayrıyla Ģerriyle, acısıyla tatlısıyla bütün iĢlerin Allah katından olduğuna inandıklarını ifade eder. Zira kader sözcüğünün manası bir Ģeyi yoktan var etmektir. Bilindiği gibi Allahü Teâlâ’dan baĢka yoktan var eden yoktur. “ Ondan başka ilah yoktur, o her şeyi yaratandır. O halde ona ibadet edin” (En’am,6/102) ayeti kerimesi bunun delilidir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 289, s. 330). Mu’tezile, cevherin varlığını da kabul etmez. Mu’tezile’nin kelam âlimlerinden olan en-Nazzam, bir delile dayanmaksızın âlemin arazlar topluluğu olduğunu söyleyerek âlemde cevher bulunmadığını iddia etmektedir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup: 45, s. 78). Ġmam Rabbani, Mu’tezile’den en-Nazzam’ın iddiasına Ģu Ģekilde cevap verir: “Evet, yalancının da doğru konuĢtuğu olur. Ancak bu arazlar topluluğunun vacibü’lvücut olan Allahü Teâlâ Hazretlerinin zatıyla kaim olduğunu, yetersiz bakıĢı sebebiyle göremeyince akıl sahiplerinin tenkidine ve kınamasına maruz kalmıĢtır. Zira araz; baĢkası ile kaim olabilen demektir. Cevherin varlığını da kabul etmeyince arazın cevher ile kaim olduğunu söylemekte mümkün olmamaktadır” (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 45, s. 78). Ġmam

Rabbani

Mu’tezile’yi,

ru’yetullah’ı

(Allahü

Teâlâ’nın

ahirette

görülmesini) inkâr etmeleri sebebiyle eleĢtirmektedir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 111) . Ġmam Rabbani, ru’yetullah’ı inkâr etmek sureti ile böyle büyük bir lütuftan mahrum kalacak olan Mu’tezile’ye Ģöyle cevap vermektedir: “Mu’tezile ve bazı bidatçı fırkaların vay haline! Onlar ilahi lütuftan mahrum kalmaları ve basiretlerinin kapalı 103


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

olması sebebiyle Allahü Teâlâ’nın ahirette görülebileceği gerçeğini inkâra kalkıĢmıĢ ve gayb âleminde olanları mevcut âleme kıyas ederek bu dinî esasa iman etme Ģerefine erememiĢlerdir” (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 111-112). 4.2.2. Cebriyye Ġmam Rabbani’ ye göre Cebriyye,

“Kul fiillerinde mecburdur. Onun kendine

ait hiçbir gücü ve iradesi yoktur” diyen kimselerdir (Rabbani, Tsz: c.1, mektup. 289, s.329). Ona göre Cebriyye, kulun asla bir fiilinin olmadığını ileri sürmüĢ ve kulların hareketlerini taĢ, toprak gibi cansız varlıkların hareketleri gibi görmüĢtür. Dolayısıyla Cebriyye’ ye göre kulun kudreti ve seçim hakkı yoktur. Bu nedenle kullar iĢlediği hayra karĢılık mükâfat, Ģerre karĢılıkta ceza almazlar. Çünkü onlara göre bütün iĢler Allah’tan sadır olup kul mecbur olmaktadır (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 289, s. 331). Ġmam Rabbani, kul cebir altındadır Ģeklindeki bir düĢüncenin küfür olduğunu söyler. Bu düĢünceye sahip olan Cebriyye’yi “Kula iĢlediği günahlar zarar vermez” diyen Mürcie’den sayar ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Ģu hadis-i Ģeriflerini delil getirerek “ Mürcie yetmiş peygamberin diliyle lanetlenmiştir” (Er-Rûyâni, el-Musned, nr.1180) demektedir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 289, s. 331). Ġmam Rabbani’ye göre kader konusu, içinden çıkılması zor bir konudur. Kendisinde ĢaĢkınlık ve sapkınlık durumlarının çok karĢılaĢıldığı konulardandır. Bundan dolayı kader konusunu inceleyenlerin çoğunda bâtıl vehimler ve hayeller baskın olduğu için ĢaĢırmıĢlar ve iĢin içinden çıkamamıĢlardır (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 289, s. 329). Ġmam

Rabbani,

Cebriyye’nin

görüĢlerini

anlatırken

Hanefi

Maturidî

âlimlerinden Ebu’s-Sena Mahmud el-LâmiĢi’nin “Temhid” isimli eserine atıfta bulunmaktadır. LâmiĢî “Rüzgârın tesiri ile hareket eden ağaç dalları gibi fiilin görünüĢte kuldan sâdır olduğunu fakat gerçekte kulun hiçbir kudreti olmadığını savunan Cebriyye’nin bulunduğunu belirtmektedir.” Ġmam Rabbani’ye göre, böyle bir düĢünce düpedüz küfürdür. Böyle inanan kimse kâfir olur. Yine o eser sahibinin Cebriyye’den naklettiği “Ne hayır ne de Ģer, kulların gerçekte fiilleri yoktur, kulun yaptığı iĢlerde gerçek fail Allahü Teâlâ’dır” görüĢü de küfürdür (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 289, s. 330).

104


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Ġmam Rabbani, cebir görüĢünü yanlıĢ bulmakta, bu düĢüncenin kiĢiyi felakete götüreceğini söylemektedir. Bu felaketten kendisini kurtaracak olan zümrenin Ehl-i Sünnet olduğunun altını çizerek Ģöyle ifade eder: “Bir zümre doğru yolu ve sağlam bir yöntem olan orta yolu tutmuĢtur. Bu yolu bulmaya muvaffak olan, kurtulan fırka Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’tır. Allah onlardan, onların geçmiĢlerinden ve geleceklerinden razı olsun. Onlar ifratı ve tefriti (aĢırılığın her türlüsünü) terk edip orta yolu seçmiĢtir” (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 289, s. 329). Ġmam Rabbani, insanların fiilleri hususunda hem Cebriye’nin dediği gibi mecbur olmadığını, hem de Mu’tezile’nin dediği gibi her Ģeye kendilerinin bağımsız olarak güçlerinin yetmediğini ifade etmek için Ģu olayı nakleder: Ebu Hanife’den rivayet edildiğine göre Cafer-i Sadık ile aralarında Ģöyle bir konuĢma geçmiĢtir. Ebu Hanife

-Ey Allah Rasülü’nün torunu! Allah iĢleri kullara bırakmıĢ mıdır?

Cafer-i Sadık -Allahü Teâlâ Rablığı kullara bırakmaktan berîdir. Ebu Hanife

-Allah kulları fiiller konusunda zorlamıĢ mıdır?

Cafer-i Sadık -Allahü Teâlâ onları bir Ģey yapmaya zorlayıp daha sonra da o iĢ sebebiyle onları cezalandırmaktan uzaktır. O, en adil olandır. Ebu Hanife

-O halde bu nasıl bir Ģeydir?

Cafer-i Sadık -Ġkisinin arasıdır. Yani ne cebirdir ne de iĢleri tamamen kullara bırakmak vardır. Ġmam Rabbani’ye göre, kulların ihtiyarî fiilleri, yaratılma ve meydana çıkarılma yönünden Allah’ın takdiri ve yaratması iledir. Kesp bakımından ise insana aittir. O halde Cenab-ı Allah Hâlık yani yoktan var edendir. Kul ise kâsipdir. Yani kendi iradesiyle tercih edip fiili iĢlemeye azmedendir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup. 289, s. 329). Ġmam Rabbani, kulu tamamen devreden çıkararak fiilleri Hz. Allah’a nisbet eden Cebriyye

ile

fiillerin

yaratılmasını

tamamen

kullara

bırakan

Mu’tezile’yi

eleĢtirmektedir. Güzel ve hayırlı olanın orta yol olduğunu anlatarak Ehl-i Sünnet inancıyla hareket etmenin önemine vurgu yapmaktadır. 4.2.3. MüĢebbihe MüĢebbihe, Kur’an-ı Kerim’de geçen oturma (istiva), yüz veya yanak (vech), el ( yed), yan (cenb), gelmek (meci’), getirmek (ityan), üst (fevkıyyet) gibi

105


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

ifadeleri kelime anlamına göre anlamaya çalıĢanlardır. Yani bu kelimeler zikredildiği zaman cisim olarak ne hatıra geliyorsa onu kabul etmiĢlerdir (ġehristânî, 2011: 100). Ġmam Rabbani’ye göre MüĢebbihe, Allah’ın bir cisim olduğunu iddia eden kimselerdir. Onlar Allah’ ı cismani bir varlık olarak görüp O’na yön ve mekân isnat ederler. Bununla da kalmayıp Hz. Allah’a, sonradan yaratılmıĢlara ait olan bir takım sıfatları izafe etmektedirler. Ġmam Rabbani, bu görüĢlerinden dolayı MüĢebbihe’yi eleĢtirmektedir. Ayrıca bu tür yanlıĢlıklara düĢürmediği için de Hz. Allah’a Ģükretmektedir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 117). 4.2.4. Havâric Haricîler, Ġslam düĢüncesinde tepkisel din söyleminin yahut kabilevî zihniyetin en tipik temsilcileridir. Çünkü haricîlerin çoğu bedevî hayattan gelmiĢlerdir. Aralarında Ģehirli olan çok azdır. Bu sebepten haricî fikirler, umumiyetle yerleĢik hayata geçmemiĢ veya yeni geçen toplumlara daha cazip gelmiĢtir (Kutlu, 2008: 57). Haricî, toplumun ittifakla aralarından seçtiği ve haktan ayrılmayan imama (devlet baĢkanına) karĢı ayaklanan kimsedir (ġehristânî, 2011: 109). BaĢlangıçta siyasi sebeplerle ortaya çıkıp daha sonraları itikadî bir boyut kazanan Haricîlik, Tahkim olayında Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasındaki anlaĢmazlığın çözülmesinin hakemlere havale edilmesine karĢı gelerek, Hz. Ali’nin yanından ayrılan kimselerdir (GümüĢoğlu, 2015: 127) Haricîler için birtakım isimler kullanılmıĢtır. Bunlardan bazıları Ģunlardır: Havâric, Harûriyye, ġurât, Mârika ve Muhakkimedir. Onlar, Mârika dıĢındaki isimlerin hepsini kabul ederler. Çünkü okun yaydan çıkması (merk) gibi dinden çıkmıĢ (Mârika) olmayı kabul etmezler. Onların Havâric diye isimlendirilmelerinin sebebi, Hz. Ali’ye karĢı çıkmıĢ (hurûc) olmalarıdır. Muhakkime denmesinin sebebi, iki hakemi inkâr etmeleri ve “ hüküm, ancak Allah’ındır” sözleridir. Harûriyye diye isimlendirilmelerinin sebebi, baĢlangıçta Harûra’ya (Kûfe yakınlarında bir yer) gitmeleridir. ġurât diye isim verilmesinin sebebi ise, “ Nefislerimizi Allah’a taat uğrunda sattık, yani onları cennet karĢılığı sattık” sözleridir (el-EĢ’arî, 2005:132). Ġmam Rabbani’ ye göre, Hz. Ali’ye sevgi beslemeyen kiĢi Ehl-i Sünnet’ten çıkar ve Haricî ismini alır (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup: 36, s. 46).

106


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Ġmam Rabbani’ye göre Haricîler, Râfizîler gibi Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ashabına dil uzattıkları için, sahabe-i kirama tabi olmaktan mahrumdurlar. (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup: 80, s. 92). Ġmam Rabbani’ ye göre Haricîler, Ehl-i Beyti sevmez, onlara buğz ederler. Ehl-i Sünnet ise Ehl-i Beyti sevdiği ve buğz etmediği için Haricîler tarafından sevilmezler (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup: 36, s. 48). Ġmam Rabbani, Haricîler ve Râfızîler’in hak ve hakikattan çok uzak olduklarını Ģöyle ifade eder “Din büyüklerine sövüp, lanet etmek onların imanlarının bir parçası olduğuna göre onların hak ve hakikatten ne nasibi olabilir?” (Rabbani, Tsz: c.2, mektup: 36, s. 49) 4.2.5. Mürcie Arapça bir kelime olan “Mürcie”nin aslı ile ilgili iki rivayet vardır. Sonu elif olan “r c e”den türetildiği farzedilirse ifade ettiği mana, geriye bırakmak, ertelemek veya geciktirmektir. Buna göre Mürcie, “bir hükmü geriye bırakan, erteleyen kimseler” demektir. Zayıf olan ikinci rivayete göre, sonu ayınla biten “r c a”dan türetildiği farzedilirse ifade ettiği mana, beklenti içinde olmak ve ümit etmektir. Bu manaya göre Mürcie, “Bir konuda insanlara ümit veren veya onları ümitlendiren kimselerdir” (Kutlu, 2012: 91-92). Ġmam Rabbani’ye göre Mürcie, “Kula iĢlediği günahlar zarar vermez” diye inanan kimselerdir. Ona göre Mürcie melundur. Onlar hakkında Hz. Peygamber (s.a.v.) Ģöyle buyurmuĢtur: “Mürcie yetmiş peygamberin diliyle lanetlenmiştir” (Er- Rûyânî, elMüsned, nr. 1180). Ġmam Rabbani’ye göre Mürcie’nin görüĢü, tutma fiiliyle titreme fiilleri arasında açıkça görüldüğü gibi batıldır. Çünkü tutma fiili insanın kendi tercihi ile olduğu halde titreme fiili kendi iradesi dıĢında olmaktadır. Ayrıca “Yapmakta olduklarına karşılık orada ebedi kalacaklardır” (Ahkaf, 46/14) “Öyle ise dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin” (Kehf, 18/29) âyetleri de Mürcie’nin görüĢlerinin yanlıĢ olduğuna delalet etmektedir (Rabbani, Tsz: c. 1, mektup,289, s.331). 4.2.6. Revâfız “Râfizi sonuna “i” eklenerek “Rafz” mastarından sıfattır. “Rafz” ise ayrılmak ve terk etmek manalarına gelir. “Râfizi” istilahi olarak “ilk zamanlarda Hz. Ebu Bekir ve

107


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Hz. Ömer’i meĢru halife kabul ettiği için Hz. Hüseyin’in torunu olan Zeyd b. Ali’yi reddeden Ġmamiye ġîası’na isim verilmiĢtir (Geylani, 2012: c. 1, s. 179). Aslında ġîa, Zeyd’i ilk üç halifeyi reddedmediği için reddedmiĢlerdir. Bu nedenle, daha sonraları ilk üç halifenin halifeliğini reddeden bütün Ģiîlere “Râfizi” denmiĢtir (Özgen, 2013:188). ġîa, arapça bir kelime olup aslı “Ģ y a” kökünden türetilmiĢtir. Buna göre ġîa, misafiri uğurlamak, peĢinden gitmek, bir kimsenin taraftarı olmak, yardımcısı olmak; ayrılmak, fırkalaĢmak vb. anlamlara gelmektedir (Onat, 2012: 159). ġîa terim olarak, Hz. Ali’nin Hz. Muhammed’den (s.a.v.) hemen sonra nass ve tayinle halife olduğuna inanan, imametin insanlığın sonuna kadar, Hz. Ali’nin soyundan devam edeceğini ileri süren ve bu imamların masum olduklarını iddia eden fırkadır (Onat, 1993: 15, Fığlalı, 1984: 9). ġîa, imamet meselesine ayrı bir önem vererek birçok meseleyi de buna bağlamıĢtır. Hatta daha da ileri giderek imameti usul-ü dinden sayarak itikadî bir esas kabul etmiĢtir. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet’e muhalif bir görüĢe sahip olmuĢlardır (GümüĢoğlu, 2011: 61). Ġmam Rabbani, yazmıĢ olduğu eserlerinden anlaĢıldığına göre Ehl-i Sünnet inancına sahip çıkan ve hayatı boyunca Ehl-i Sünnet inancının korunması için mücadele veren bir zattır. Bu itibarla biz de burada Ġmam Rabbani’nin Râfizîler ile ilgili tesbitlerini ve tenkitlerini aktaracağız. Ġmam Rabbani, ġîa’yı bazen Mektubât’ında Râfizi diye isimlendirir. Ona göre Râfizi, Hz. Ali’yi ve çocuklarını sevmede ifrata düĢen, halifeliğin sadece onlara ait olduğunu söyleyen, bu hususta haddi aĢarak Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ashabına dil uzatan ve sahabe, tabiin ve selef-i salihînin yolundan ayrılan kimselerdir” (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup.36, s. 46 ). Ġmam Rabbani’ye göre, “Ehl-i Beyt’i sevmemek Haricilik, sahabeye cephe almak da Râfizîliktir. Bütün sahabeyi yüceltip saygı, hürmet duyarak Ehl-i Beyti sevmek de Sünnîliktir. Sonuç olarak Sünnîliğin esası sahabe ve özellikle Ehl-i Beyt sevgisi üzerine kuruludur. Akıllı bir kimse sahabe-i kiramı sevmek yerine onlara nefret duymayı tercih etmez. Bilakis Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) ashabını sevmesi nedeniyle, onların hepsini sever (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s.47). Ġmam Rabbani’ye göre Râfiziler, sahabe-i kiramın birbirine düĢman olduğunu ve birbirlerine içten içe kin ve nefret duyduğunu iddia ederler. Hâlbuki Hz. Allah, sahabe-i kiram hakkında “Onlar birbirlerine karşı son derece merhametlidir”(Fetih, 48/29) 108


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

buyurmaktadır. ġu halde Râfizîler, Hz. Allah’ın sözünü yalanlamakta ve sahabe-i kiram arasında düĢmanlık olduğunu iddia etmektedir. Bu sebeple Ġmam Rabbani, bir taraftan Hz. Allah onlara ( ġîa ve Hariciyye ) doğru yolu göstersin, diye dua ederken diğer taraftan Hz. Allah bizleri Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ashabından nefret eden ve onlar hakkında su-i zan da bulunan fırkadan (ġîa ve Hariciyye) kılmamıĢtır, diye Hz. Allah’a hamdeder (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 67, s. 117). Ġmam Rabbani, Ahmed b. Hanbel’in Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) rivayet ettiği “Sende İsa’ya benzerlik görüyorum. Yahudiler ona o derece düşmanlık beslemiştir ki, annesine iftirada bulunmuşlardır. Hristiyanlar ona o derece sevgi beslemiştir ki, onu haketmediği bir yere koymuştur” (Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, nr.8488) hadis-i Ģerifini esas alarak Haricîlerin halinin Yahudilerin haline, Râfizîlerin halinin de Hıristiyanların haline benzetildiğini kaydetmektedir. Ġmam Rabbani, Hz. Ali’nin Ģu sözünü de nakletmek suretiyle görüĢlerini te’yit eder: “Ġki fırka benim hakkımda fitneye düĢmüĢtür. Bunlar bana besledikleri sevgide aĢırıya giderek beni haketmediğim makamda görenler ve bana düĢmanlık besleyerek iftirada bulunanlardır.” Ġmam Rabbani,

Ehl-i Sünnet’i,

Hz. Ali’yi sevmemekle suçlayan ve Hz. Ali’yi

sevenlerin sadece kendileri olduğunu iddia eden Râfizîler hakkında cahil ve bağnaz kimseler diye bahseder. Zira Hz. Ali’ye sadece sevgi beslemek Râfizîlik değildir. Asıl Râfizîlik, üç halifeye ve sahabeye tavır almaktır. Bu ise dinen yerilmiĢtir. Bu hususla alakalı Ġmam-ı ġafî

“Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Ehl-i Beytini sevmek Rafizilikse

insanlar ve cinler Ģahit olsun ki ben Râfizîyim” buyurmaktadır (Rabbani, Tsz: c.2, mektup: 36, s. 46). Ġmam

Rabbani,

Râfizîler’in

sahabe-i

kiramı

kötülediklerinden

dolayı

eleĢtirildiklerini Ģöyle belirtir: “Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Ehl-i Beytine sevgi beslemek iddia edildiği gibi Râfizîlik ise bu zemmedilen bir Rafizîlik değildir. Râfizîliğin yerilmesi Hz. Ali’ye ve diğer Ehl-i Beyte sevgi beslemelerinden değil, diğer sahabeyi kötülemelerindendir. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz’in

(s.a.v) Ehl-i

Beytini sevenler Ehl-i Sünnet’tendir. Onlar, Ehl-i Beytin gerçek taraftarıdır. Bugün Ehl-i Beyti sevdiğini iddia eden ve kendilerini onların taraftarları kabul eden Râfizîler, eğer sevgilerini Ehl-i Beyt ile sınırlandırmayıp diğer sahabeye cephe almamıĢ ve aralarındaki tartıĢmaları iyiye yorup bütün sahabeye hürmet etmiĢ olsalardı Ehl-i Sünnet kabul edilir, Haricî ve Râfizî diye isimlendirilmezlerdi ” (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 46). 109


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Ġmam Rabbani’ye göre Râfizîler, bazen Ehl-i Sünnet’i, Ehl-i Beyti sevmelerinden dolayı Râfizî olarak görürler. Râfizîler, iĢlerine gelmediği zaman Ehl-i Beyte aĢırı sevgi beslemiyor diye haricîlerden kabul ettikleri Ehl-i Sünnet’i, iĢlerine geldiği zaman Ehl-i Beyte bir sevgisi olduğu için Râfizîlerden sayıyorlar. Bu yüzden Ehl-i Sünnet çevrelerinden Ehl-i Beyte muhabbetini dıĢa vuran büyük velilerin Râfizî olduğunu iddia ederler. Buna karĢılık Ehl-i Beyte sevgisi hususunda insanları aĢırı gitmekten men eden ve onları diğer ilk üç halifeye de hürmet göstermeye teĢvik eden büyük Ehl-i Sünnet âlimlerini de Haricî olarak isimlendirirler (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 47). Ġmam Rabbani, bundan dolayı Râfizîlerin tutarsız hareket ettiklerini ve iĢlerine geldiği gibi davrandıklarını belirtmektedir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 47). Ġmam Rabbani’ye göre Râfizîler, muhabbetteki ifrata varan davranıĢlarından dolayı ilk üç halife ve diğer sahabeye cephe almayı Hz. Ali’yi sevmenin Ģartı kabul etmiĢlerdir. Hatta daha da ileri giderek Hz. Ali’ye karĢı harbeden sahabeleri kâfir görerek onlar hakkında her türlü kötü sözleri sarf etmekten geri durmamıĢlardır (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 47-48). Ġmam Rabbani,

Râfizîlerin sahabe-i kiramı küfürle ithamları karĢısında

meseleyi iki farklı açıdan değerlendirerek Ģöyle cevap verir: Birincisi: Din büyükleri hakkında ileri geri konuĢmak dindarlığa sığmaz. Eğer maksat Hz. Ali’nin haklı olduğunu ve muhaliflerinin hatalı olduğunu açığa çıkarmaksa, Ehl-i Sünnet’in tavrı bunun için yeterli ve dengeli bir tavırdır. Fakat Râfizîler, sahabeyi itham yolunu seçerek Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ashabına kötü söz söylemeyi din ve iman prensibi kabul etmiĢlerdir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) halifelerine ve vekillerine ifrat derecede hakaret etmek sureti ile Ehl-i Sünnet ve’lCemaat’ten ayrılmıĢlardır (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 48). Ġkincisi: Râfizîler, muhabbetteki ifratlarından dolayı, ilk üç halifeye ve diğer sahabeye cephe almayı Hz. Ali’yi sevmenin Ģartı kabul etmiĢlerdir. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) halifelerine ve sahabeye dil uzatarak oluĢacak olan muhabbet asla kabul edilemez. Çünkü Ehl-i Sünnet, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) duydukları derin hürmetten dolayı, aralarında geçen tartıĢmalara rağmen hiçbir sahabeyi kötülememiĢ, onları beĢerî ve nefsanî taassuplardan uzak görmüĢlerdir. Bütün bunların yanında haklı olana haklı, haksız olana da haksız demekten çekinmemiĢlerdir. Fakat haksız olduğunu söyledikleri sahabenin kendi rey ve ictihadına göre hareket ettiğini düĢünerek bu 110


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

konuda onları nefsanî heveslerine mağlup olmakla suçlamamıĢlardır (Rabbani, Tsz: c.2, mektup. 36, s. 47). Ġmam

Rabbani,

Mektubât’ında

Râfizîlerin

on

iki

fırkaya

ayrıldığını

kaydetmektedir. Ona göre bu fırkaların hepsi de Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ashabını kâfir görür. Hulafâ-i RâĢidîne dil uzatmayı ibadet sayarlar. Hadis-i Ģeriflerde, Râfizîler hakkında eleĢtiriler geldiği için,

bunlar kendilerine Râfizî denilmesini

istemezler. Râfizî ismini baĢkaları için kullanırlar (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s.49). Ġmam Rabbani, kendilerine Râfizî denmesinden kaçınan Râfizîler hakkında, kanaatını kelime manasından yola çıkarak Ģöyle açıklar: “KeĢke Râfizîler, Râfizî kelimesinin ifade ettiği manadan da sakınabilselerdi ve sahabeye cephe almasalardı.” Ġmam Rabbani, Râfizîler gibi Hint bölgelerinin Hindûlarının da (Mecusiler) kendilerini Hindû olarak gördüklerini ve küfür deyiminden kaçındıklarını kaydeder. O Hindûlar, kendilerini kâfir olarak görmezler. Ancak daru’l- harpte yaĢayanların kâfir olduğuna inanırlar. Bu anlayıĢta yanılgıya düĢmüĢlerdir. Bilakis her iki grupta kâfir olup hakikî anlamda küfür deyimini hak etmiĢlerdir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 49). Ġmam Rabbani’ye göre Râfizîler, Ehl’i Beytin Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’e düĢman olduğunu ileri sürerler. Onlar, Ehl-i Beytin büyüklerini, kendilerinin benimsemiĢ olduğu takiyye gereğince hilekâr ve münafık durumuna düĢürmüĢlerdir. Onlara göre Hz. Ali, takiyye gereği ilk üç halifeyle adeta münafıklar gibi, otuz sene boyunca arkadaĢlık etmiĢ, onlara hak etmedikleri halde hürmet etmiĢtir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 49). Yine Râfizîler, Hz. Ebu Bekir’i Ehl’i Beyt düĢmanı olarak görürler ve ona dil uzatırlar. Hz. Ebu Bekir’e olmadık iftiralarda bulunurlar. Ayrıca Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’e lanet

etmekte ve sahabenin

büyüklerine sürekli

dil

uzatılmasında,

lanetlenmesinde bir sakınca görmezler (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 49). Ġmam Rabbani, Râfizîlerin, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in Ehl-i Beyte düĢmanlık beslediklerine dair Râfizî görüĢünü reddeder ve Ģöyle der: Eğer Ehl-i Beyte beslenen muhabbet, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) gösterilen muhabbet sebebiyle ise Râfizîler’in Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) düĢmanlarına karĢıda aynı derecede düĢmanlık beslemesi gerekirdi. Hâlbuki hiçbir zaman Râfizîlerin ağzından Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) düĢmanı olan Ebu Cehil hakkında kötü söz çıkmamıĢtır. Oysa Ebu Cehil, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) en büyük düĢmanı ve ona en çok eziyet eden

111


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

kimsedir. Hz. Ebu Bekir ise Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) en sevdiği kimsedir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 49). Ġmam Rabbani, Hz. Ali sevgisi ile yola çıkarak ilk üç halifenin Hz. Ali’ye düĢmanlık beslediği iddiasında bulunan Râfizîlere Ģöyle cevap verir: “ Ġlk üç halifenin Hz. Ali’ye, onun da diğer halifelere karĢı gizli düĢmanlık beslemesinde Hz. Ali için ne üstünlük olabilir. Böyle bir iddia, her iki tarafı da küçük düĢürür. Bu büyük Ģahsiyetlerin birbirlerine karĢı sütle Ģeker gibi kaynaĢmıĢ olmaları niye mümkün olmasın. Onlar, birbirlerinde fani olup kendi isteğini diğerinin isteğine feda etmiĢ insanlardır. Halifelik, onların çok istediği bir Ģey değildi ki, onun için birbirlerine kin besleyip düĢmanlık yapmıĢ olsunlar. Hz. Ebu Bekir’in “beni bu makamdan indirin” sözü herkes tarafından biliniyor. Aynı Ģekilde Hz. Ömer’in “alacak birini bulsam halifeliği bir dinara satardım” sözü meĢhur olup bize kadar ulaĢmıĢtır. Buna rağmen onların halifelik için kavga ettiklerini söylemek hiçbir insaf ölçüsüyle bağdaĢmaz” (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup.96, s.150). Ġmam Rabbani’ye göre Râfizîlerin hedefi, dini içten içe çökertmek ve Peygamber Efendimiz’ in (s.a.v.) Ģeriatını ortadan kaldırmaktır. Zira bunlar, dıĢarıdan bakıldığında Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Ehl-i Beytinin hayranı olarak görünürler. Fakat gerçekte onlar, Ġslamı ortadan kaldırmaya çalıĢırlar (Rabbani, Tsz: c.2, mektup. 36, s. 50). Ġmam Rabbani, ilk üç halifeyi ve sahabe-i kiramı kötüleyen Râfizîlere Ģöyle cevap verir: Ġlk üç halife ve diğer sahabelerin fazileti hakkında meĢhur ve hatta manen tevatür derecesine ulaĢmıĢ birçok sahih hadis nakledilmiĢtir. Bu sahabelerden bir kısmı cennetle müjdelenmiĢtir. Peygamber Efendimiz’ in (s.a.v.) takiyye yaptığını düĢünmek mümkün değildir. Zira Peygamberlerin vazifesi takiyye değil tebliğdir. Bu hususta birçok Kur’an ayetleri mevcuttur. O halde Allah’ın ayetlerinde ve hadislerde takiyye kesinlikle yoktur. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) halifeleri ve ashabı hakkındaki sözleri tamamen gerçektir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 51). Ġmam Rabbani’ye göre Râfizîler, sahabe-i kiramdan Ebu Hureyre’yi (r.a.) de kötülemektedirler. Ama Râfizîler bunun farkında değiller. Onu kötülemekle dinî hükümlerin yarısının güvensiz olduğunu söylemiĢ oluyorlar. Muhakkik âlimler, Ģer’î hükümlerle alakalı rivayet edilen üç bin civarındaki hadisin bin beĢ yüz tanesini Ebu Hureyre’nin (r.a.) rivayet ettiğini söylemiĢlerdir. Bu bakımdan Ebu Hureyre’ye (r.a.)

112


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

dil uzatmak, dolaylı olarak onun rivayetiyle sabit olan bin beĢ yüz Ģer’î hükmün geçersiz olduğunu ileri sürmek olur (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 49). Ġmam-ı Buhârî, sahabe ve tabiinden olmak üzere sekiz yüzden fazla kimsenin Ebu Hureyre’den (r.a.) rivayette bulunduğunu söyler. Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Cabir b. Abdullah ve Enes b. Malik bunlardan birkaçıdır. Hz. Ali’den Ebu Hureyre’yi (r.a.) kötülediğine dair yapılan rivayet asılsızdır. Ancak Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Ebu Hureyre (r.a.) hakkında anlayıĢ ve zekâsının geliĢmesiyle alakalı yaptığı dua pek meĢhurdur. Ebu Hureyre (r.a.) o ânı Ģöyle anlatır: “ Peygamber Efendimiz’ in (s.a.v.) meclisinde bulunduğum bir esnada Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “ Sözümü bitirinceye kadar kim ridasını yere serer ve onu tekrar katlayıp üzerine alırsa sözümü unutmayacaktır,” buyurdu. Bunun üzerine hemen ridamı yere serdim. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sözünü söyledi. Sonra onu katlayıp göğsüme bastım. Bu olaydan sonra hiçbir şeyi unutmadım” (Tirmizî, nr. 3834, Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 50). Ġmam Rabbani, yapmıĢ olduğu bu izahatlar neticesinde Rafizilere Ģöyle seslenir: “ Din büyüklerinden olan böyle üstün bir Ģahsiyeti kuru bir zanna dayanarak Hz. Ali’nin hasmı görmek ve bu sebeple ona her türlü sövgünün caiz olabileceğini söylemek insafsızlık değil de nedir? ĠĢte bütün bunlar muhabbette ifratın sonuçlarıdır. Hatta o kadar ki, bu ifrat sebebiyle Rafiziler neredeyse baĢlarını imanın boyunduruğundan çıkaracak oluyorlar” (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 51). Râfizîlerin takiyye inancı: Sözlükte takiyye, bir kimseyi eziyet ve zarardan korumak anlamındaki “vaky/ vikaye” kelimesinin mastarıdır. Buna göre, “Takiyye”, kiĢinin içinde gizlediği duygunun tam tersini ilan etmek suretiyle barıĢ içindeymiĢ gibi görünerek kendini tehlikeden koruması ve sakındırmasıdır (Ġbn Manzur, 1994: c. 17, s.401). Terim olarak takiyye, baskı ve tehlike olduğu takdirde kiĢinin gerçek inanç ve telakkisini gizleyip çevresindeki insanlara uyum sağlamasıdır (Özgen, 2013: 196). Rafizilikte takiyye, can ve mal korkusuyla inancı gizlemek, olduğundan baĢka türlü görünmek anlamına gelir. Erken dönem Rafizi âlimlerinden ġeyh Saduk(ö. 381/991) “takiyye vaciptir ve onu terkeden namazı terkedenle aynı durumdadır” demektedir(Onat, 2012: 209). Takiyye konusu, Râfizi ile Ehl-i Sünnet arasında en çok tartıĢılan konulardan birisidir. Râfizilere göre takiyye, Hz. Ali’nin halifelik hakkına sahip çıkmaması 113


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

anlamına geliyor. Hatta daha da ileri giderek Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bile takiyye yapıp yapmadığı meselesini gündeme getirmiĢlerdir (Özgen, 2013: 196) Ġmam Rabbani’ye göre Râfizîler, Hz. Ali’nin ilk üç halifeye karĢı tutumunda takiyye olduğunu iddia ederler. Yani onlara göre Hz. Ali, halifeliğe daha layık olduğu halde takiyye yapıp diğer halifelere itiraz etmemiĢtir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 51). Ġmam Rabbani, takiyye konusunda Râfizîlere Ģu cevabı verir: “Akıllı kimseler Ģunun farkındadır ki, takiyye korkak kimselerin kârıdır. Allah’ın aslanı olan Hz. Ali’ye böyle bir Ģey isnat etmek insafsızlıktır ve büyük bir ithamdır. BeĢeriyet için birkaç saatliğine veya birkaç günlüğüne takiyye yapmak caiz görülse de Hz. Ali gibi Allah’ın aslanının otuz sene boyunca israrla takiyye yaptığını düĢünmek çok çirkin bir iftiradır” (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 51). Ġmam Rabbani, takiyyenin arkasına sığınan Râfizîlere Ģu soruyu yöneltir: “Mademki Hz. Ali’nin ilk üç halifeye karĢı tavrı takiyye gereğidir. Peki, Hz. Ali’nin ġeyhayn’in (Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer) faziletine dair tevatür derecesine ulaĢan sözleri ve kendi halifeliği sırasında kürsüden büyük bir kalabalığa karĢı ilk üç halifenin hilafetinin hakkaniyeti konusundaki sözlerini ne yapacaksınız?” Ġmam Rabbani’ye göre takiyye, kendi halifeliğinin haksız olduğunu açığa vurmaması ile olur. Ama ilk üç halifenin halifeliğinin hak olduğunu açıkça ifade etmesi ve ġeyhayn’in en üstün kimseler olduğunu söylemesi takiyyenin ötesinde baĢka bir Ģeydir. Hz. Ali’nin bu tavrı doğruluktan baĢka bir Ģeyle izah edilemez. Bunu takiyye sözleri ile ortadan kaldıramayız (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 51). Ġmam Rabbani’ye göre, Râfizîler’in yanlıĢ inançlarından birisi de, Hz. Ali’yi küçük düĢürmemek için fazilet derecesinde olan ġeyhayn’i (Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer) onun önüne geçirmekten kaçınırlar. Onlar bu yaptıklarının çirkin bir iĢ olduğunu anlamaktan acizdirler. Eğer bunu anlamıĢ olsalardı Hz. Ali’nin takiyye yaptığını söylemez ve bu iki durumdan en hafifini yani ġeyhayn’in önceliğini tercih ederlerdi (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 51). Ġmam Rabbani’ye göre ġeyhayn’in faziletini kabul etmek, Hz. Ali için bir noksanlık değildir. Aksine takiyye isnat etmek Hz. Ali’nin faziletini düĢürmek olur. Çünkü takiyye yapmak münafık ve hilekâr kimselerin âdetidir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup. 36, s. 51).

114


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Râfizîler, savaĢta Hz. Ali’nin karĢısında olan muhaliflerini kâfir olarak görürler. Bu kimseler hakkında her türlü kötü sözü söylemeyi de caiz görürler (Rabbani, Tsz: c.2, mektup. 36, s. 51). Ġmam Rabbani, Râfizilerin görüĢlerini beĢ ayrı noktadan eleĢtirmektedir: Birinci cevabı: Sahabe-i kiram, bazı hususlarda Peygamber Efendimiz’e(s.a.v.) muhalefet etmesi ve verdiği hükme karĢı bir hüküm vermesi durumunda yadırganmamıĢ ve men edilmemiĢtir. Fakat küfürle de itham edilmemiĢlerdir. Kaldı ki, Peygamber Efendimiz’in(s.a.v.) yaĢadığı dönemde vahyin nazil olması devam etmekteydi. Hal böyle olunca sahabe-i kiramın Hz. Ali’ye muhalefeti nasıl küfür sayılabilir? Üstelik Hz. Ali’ye muhalefet eden sahabe-i kiram, hayli kalabalık bir cemaatı teĢkil etmekte ve bunların bir kısmı sahabe-i kiramın önde gelenlerini oluĢturmaktadır. Hatta bunlardan bir kısmı dünyada iken cennetle müjdelenen sahabeler arasında yer almaktadır. Bunları kâfir görmek ve onlar hakkında ileri geri konuĢmak doğru olmaz. Allahü Teâlâ’nın Ģu ayeti kerimesi bu hususa iĢaret eder. “Ağızlarından çıkan söz ne kadar da ağırdır” (Kehf, 18/5) (Rabbani, Tsz: c. 2,mektup.36, s. 51-52). Ġkinci cevabı: Kâfir olarak görülen bu sahabe-i kiram, neredeyse dinin yarıya yakın kısmını tebliğ etmiĢlerdir. Bu kimseler hakkında ileri geri konuĢulduğu takdirde dinin onlar tarafından nakledilen kısmına olan güven sarsılmıĢ olur. Bu kimseler nasıl kötülenebilir. Ne Hz. Ali, ne de bir baĢkası bunların rivayetini reddetmemiĢtir. Ayrıca Sahîh-i Buhârî, Allah’ın kitabından sonra en güvenilir kitaptır. ġîa da bu kitabı kabul etmektedir. Ġmam Rabbani, ġîa’nın ileri gelenlerinden Ahmet et-Tibtî’den “Sahîh-i Buhârî, Allah’ın kitabından sonra en güvenilir kitaptır” dediğini duyduğunu kaydetmektedir. Çünkü bu kitapta Hz. Ali’ye katılanların ve katılmayanların rivayetleri bulunmaktadır. Ġmam-ı Buhârî, bu konuda Hz.Ali’ye katılmayı veya katılmamayı, rivayetinin kabulü konusunda bir tercih sebebi saymamıĢtır. O, Hz. Ali’den rivayet ettiği gibi Hz. Muaviye’den de rivayet etmiĢtir. Eğer Hz. Muaviye’nin rivayetinde Ģaibe olsaydı onun rivayetini asla kitabına almazdı. Ġmam-ı Buhârî gibi diğer muhaddisler de, Hz. Ali’ye muvafakat ve muhalefet hususunu rivayetlerin kabulü konusunda bir ölçü olarak görmemiĢlerdir (Rabbani, Tsz: c. 2, mektup.36, s.52). Üçüncü cevabı: Hz. Ali savaĢ konusunda her ne kadar haklı olsada tartıĢmalı konuların hepsinde onun daima haklı olması, muhaliflerinin de haksız olmasını gerektirmez. Bütün görüĢlerin haklı olduğuna dair kesin bir hüküm yoktur. Nitekim tabiîn ve müctehit imamlar zamanındaki âlimler, birçok tartıĢmalı hususlarda Hz.Ali’nin 115


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

görüĢünü değil diğerlerinin görüĢlerini haklı bulmuĢlar ve Hz. Ali’nin görüĢüyle hükmetmemiĢlerdir. Eğer Hz. Ali’nin bütün görüĢleri kesin doğru olsaydı âlimler, onun görüĢlerine zıt olarak hüküm vermezlerdi. Ġmam Rabbani, burada bir de örnek verir; Mesela, kâdı ġüreyh, tabiîn devrinin müctehit âlimlerindendir. O, Hz. Ali’nin görüĢüyle hükmetmemiĢ ve oğlu olması nedeniyle Hz. Hasan’ın onun lehine Ģahitliğini kabul etmemiĢtir. Daha sonra gelen müçtehitler de, kâdı ġüreyh’in görüĢünü almıĢ ve oğlun, babanın lehine Ģahitlik yapmasını caiz görmemiĢlerdir. Bunun dıĢında Hz. Ali’nin görüĢüne muhalif olduğu halde müctehitler tarafından tercih edilmiĢ çok görüĢ bulunmaktadır. Bunlar insaflı bir araĢtırmacının kolayca bulabileceği hususlardır. O halde bir kimsenin, Hz. Ali’ye muhalefet etmesine, karĢı çıkmasına ve onun muhaliflerine dil uzatmaya hakkı yoktur (Rabbani, Tsz: c.2, mektup.36, s.52). Kâdı ġüreyh’in Hz. Ali ile Yahudi arasında cereyan eden hadise hakkındaki fetvası Ģöyle gerçekleĢmiĢtir. Hz. Ali bir harbe giderken zırhını kaybetti. Harp bittiği zaman Küfe’ye döndü. Zırhını, çarĢıda bir Yahudinin elinde satmak üzere iken gördü. Zırhın kendisine ait olduğunu, hiç kimseye satmadığını, hibe de etmediğini söyledi. Yahudi ise zırhın kendisine ait olduğunu iddia etti. Hz. Ali kâdıya gitmeyi teklif etti. Beraber kâdı ġüreyh’e gittiler. Yahudi kâdının önüne oturdu. Hz. Ali ise kâdı ġüreyh’in yanına oturdu. Sebebini Ģöyle izah etti: ġayet hasmım zimmi olmasa idi ben de aynı yere otururdum. Çünkü Rasülüllah Efendimiz’den Ģöyle iĢittim: “Allah’ın küçük gördüğü gibi sizde onları küçük görün” buyurdular, dedi. Kâdı ġüreyh: “Buyur ya emire’l-müminin” dedi. Hz. Ali: “ġu yahudinin elindeki zırh bana aittir. Onu baĢkasına satmadım, hibe de etmedim. Kâdı ġüreyh yahudiye hitaben: “Sen ne söylersin bu hususta” diye sordu. Yahudi bu zırhın kendisine ait olduğunu iddia etti. Bunun üzerine kâdı ġüreyh, Hz. Ali’den Ģahit getirmesini istedi. Hz. Ali’de kölesi Kamber ve oğlu Hasan’ı gösterdi. Her ikiside zırhın Hz. Ali’ye ait olduğu hususunda Ģahitlik ettiler. Fakat kâdı ġüreyh, Kamber’in Ģahadetini kabul etti, Hz. Hasan’ın Ģahadetini kabul etmedi. Çünkü lehine olan hususlarda evladın babaya Ģahadeti caiz değildir, dedi. Bunun üzerine Hz. Ali, Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) duyduğu “Hasan ve Hüseyin cennet ehlinin gençlerindendir.” hadis-i Ģerifini delil getirerek, cennet ehli bir kimsenin Ģahadetinin nasıl kabul olunamayacağını sordu. Bu duruma Ģahit olan yahudi, kâdının halifenin aleyhine hüküm vermesinden çok etkilendiği için Ģahadet kelimesi getirerek Müslüman oldu. O zırhın Hz. Ali’ye ait olduğunu ikrar etti (el-Ġsfehânî, Tsz: c.4, s. 140). 116


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Dördüncü cevabı: Hz. AiĢe (r.anha), Hz. Peygamber’in (s.a.v.) çok sevdiği bir kimseydi. O, irtihal edinceye kadar sevgili Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) gözünün nuruydu. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ölüm hastalığı esnasında onun odasında kalıyordu. Onun kucağında mübarek ruhlarını teslim etmiĢlerdir. Vefat ettikten sonra da onun odasına defnedilmiĢtir. Bütün bu üstünlüğün yanında Hz. AiĢe (r.anha), âlime ve müctehide bir kadındı. Peygamber Efendimiz (s.a.v) dinin bir kısmını açıklama vazifesini ona bırakmıĢtır. Çözümü zor bazı konularda sahabe-i kiram ona müracaat etmiĢ ve sorunlarının çözümünü onda bulmuĢlardır. Böyle bir kimseyi Hz. Ali’ye muhalefeti sebebiyle kötülemek ve ona yakıĢıksız ithamlarda bulunmak, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) imanla bağdaĢmayacak kadar yanlıĢ bir tutumdur. Hz. Ali, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) damadı ve amcasının oğlu ise, Hz. AiĢe de onun biricik zevcesidir (Rabbani, Tsz: c.2, mektup.36, s.52). BeĢinci cevabı: “Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, sahabe-i kiramın büyüklerindendir. Ġki sahabe ayrıca dünyada iken cennetle müjdelenen on sahabe arasında yer almaktadır. Bu yüzden iki sahabeye hakaret etmek yanlıĢ bir tutumdur. Bunlara yapılan lanetler sahibine geri döner. Bu iki sahabe, Hz. Ömer’in aralarında istiĢare yaparak halifeyi tayin etmeleri için görevlendirdiği altı kiĢilik heyet içinde yer almıĢtır. Bu iki sahabe, aralarından birini diğeri üzerine tercih için açık sebepler bulunmadığından halifelik haklarından kendi istekleriyle vazgeçmiĢ kiĢilerdir. Ayrıca Hz. Talha (r.a.), Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) karĢı edepsizce davrandığı için babasının canına kıyıp baĢını getiren kimsedir.

Bu

davranıĢına

karĢılık

Kur’an-ı

Kerim’de

kendisinden

övgüyle

bahsedilmiĢtir. Hz. Zübeyr (r.a.) da Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) kendisi hakkında “onu öldüren cehennemdedir.” (Ahmed el-Müsned, 1/89 nr. 680) dediği bir Ģahıstır. Öyle ise Hz. Zübeyr’e lanet okumak, onu öldürmekten daha hafif bir suç olamaz (Rabbani, Tsz: c.2, mektup.36, s.53). Kırtas Hadisesi Râfizîler’in bozuk inançlarından birisi de “kırtas hadisesi” vesilesi ile sahabeye yöneltmiĢ olduğu bazı ithamlardır. Onlara göre, Kur’an-ı Kerim’de ki, “O, hevasından konuşmaz. Konuştukları ona gönderilen vahiydir” (Necm, 53/3-4) mealindeki ayet-i kerime, Hz. Peygamber’in söylediği her Ģeyin bir vahiy olduğuna iĢaret eder. O gün baĢta Ömer b. Hattab olmak üzere oradaki bulunan sahabe-i kiram, kâğıdı getirmedikleri için vahye karĢı gelmiĢ, dinden çıkmıĢtır. Çünkü Hz. Allah, “Allah’ın

117


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

indirdikleri ile hükmetmeyenler, kâfirdir” (Maide, 5/44) buyuruyor (Rabbani, Te’yid-i Ehl-i Sünnet, s. 56). “Kırtas hadisesi” Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) vefatından beĢ gün önce PerĢembe günü bir vasiyet yazdırmak istemesiyle geliĢmiĢ bir olaydır. Abdullah ibn-i Abbas’ın Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) rivayet ettiği hadis-i Ģerifte Ģöyle anlatılmıĢtır: “Perşembe günü! ( ah o ) Perşembe günü! O gün Rasülullah Efendimiz’in (s.a.v.) ağrıları şiddetlendi ve “bana bir kâğıt ve kalem getirin de, size daha sonra asla dalalete düşmeyeceğiniz bir şeyler yazayım” buyurdu. Bir peygamberin yanında münakaşa etmek doğru değildi ama ettiler. “Ne oldu, sayıklıyor mu? Ona bir daha sorun” dediler. Bunun üzerine ona sormak için yanına gittiler. Hz. Rasülullah, “beni bırakın. Ben sizin sandığınız şeyden daha hayırlı bir durumdayım” dedi ve üç vasiyette bulundular: “Müşrikleri Arap yarımadasından çıkartın, gelen heyetleri benim ağırladığım gibi ağırlayın.” İbn Abbas üçüncüde sustu. Söyledi de ben mi unuttum yoksa bilerek mi söylemedi bilmiyorum” (Müslim, Vasiye, 5, nr. 1637, s. 1257, Buharî, Ġlim, 39, nr. 114). Ġmam Rabbani, Râfiziler’in “kırtas hadisesi” sebebi ile sahabe-i kirama özellikle Hz. Ömer’e (r.a.) yapmıĢ oldukları eleĢtiriler karĢısında Ģöyle cevap verir: Kalem-kâğıt hadisesinde Hz. Ömer, sadece Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) meramını anlamak istemiĢtir. Nitekim “sorun bakalım…” demesi de bunu göstermektedir. Yani Hz. Ömer (r.a.) eğer Peygamberimiz (s.a.v.) gerçekten bir kâğıt getirilmesini istiyorsa kâğıt getirilsin. Ama bunu gerçekten istemiyorsa böylesine hassas bir anda kendisini rahatsız etmeyelim, demek istemiĢtir. Eğer Peygamberimiz (s.a.v.) bunu vahye dayanarak istemiĢse kâğıdın getirilmesi için ısrar eder ve kâğıda yazması emredilen Ģeyleri yazardı. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vahyi tebliğ etmekle vazifelendirilmiĢtir. Eğer Allah’ın emir ve vahyine dayanmadan kâğıt istemiĢ ve kendi ictihadına göre bir Ģey yazmayı düĢünmüĢse, söz konusu vakit bunun için elveriĢli değildir. Ġctihat müessesesi Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ahirete irtihalinden sonrada iĢlevini sürdürmektedir. Hüküm çıkarma kudretine sahip olan kimseler, ictihada bağlı hükümleri dinin ana kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’den daha sonra da çıkarabilirler. Hüküm çıkarma salahiyetine sahip olan kimseler vahyin indiği sırada Peygamber Efendimiz’in huzurunda dahî hüküm çıkarabiliyorlarsa, 118


ĠMAM RABBANĠ’YE GÖRE ĠSLAM MEZHEPLERĠ

Süleyman YALMAN

Peygamber Efendimiz’in ahirete göçmesinden ve vahyin kesilmesinden sonrada ilim ehli bunu yapabilir. Peygamber Efendimiz bu konuda israrlı davranmayıp iĢin arkasında durmadığına göre bu istek vahye dayalı değildir. ĠĢin aslını öğrenmek amacıyla yaĢanan bir anlık duraksama dinde yerilmiĢ değildir. Nitekim yüce melekler de Hz. Âdem’in (a.s.) halifeliği konusunu anlamak amacıyla Cenab-ı Allah’a tarizde bulunmuĢlar ve Allah’a hitaben “Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?” (Bakara, 2/30) demiĢlerdir. Hz. Zekeriyya (a.s.) Yahya (a.s.) ile müjdelendiği sırada “Rabbim! Dedi, karım kısır olduğu, ben de ihtiyarlığın son sınırına vardığım halde, benim nasıl oğlum olabilir?” (Meryem, 19/8) demiĢti. Hz. Meryem de “Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir?” (Meryem, 19/20) diyerek hayretini dile getirmiĢti. ġu halde Hz. Ömer elFaruk’un da kâğıt isteği karĢısında merakından ötürü bir an için duraksamasında ne sıkıntı olabilir, bundan ne çıkar? (Rabbani, Tsz: c.2, mektup 96, s.148, c.2, mektup 36, s. 54)

119


SONUÇ VE TARTIġMA

Süleyman YALMAN

5. SONUÇ VE TARTIġMA Ġmam Rabbani, küçüklüğünden itibaren parlak zekâsı ve olgun davranıĢları ile tanınmıĢ olan bir zattır. Küçük yaĢlarda, babası ġeyh Abdulehad’dan (ö. 1007/1598) hem hafızlık eğitimini, hem de aklî ilimlerden olan felsefe, kelam ve mantık derslerini almıĢtır. Daha sonra o dönemin ilim merkezi olan Siyalküt’e gitmek sureti ile usul-ü fıkıh, kelam, mantık ve felsefede dirayetli âlim olan ġeyh Kemal KeĢmirî’den de dersler almıĢtır. Zahirî ilimleri tahsil etmenin yanında babasından icazet aldığı ÇiĢtiyye ve Kadiriyye tarikatları ile çok Ģeyler öğrenmiĢtir. Ancak bu tarikatlarla tatmin olmayan Ġmam Rabbani, NakĢibendiyye tarikatı ile ilgili çok bilgiler öğrendiği için o tarikatla tanıĢmayı çok arzu etmiĢtir. 1008/1599 yılında, babasının vefatından bir sene sonra Delhi’ye geldiği zaman Mevlana Hasan KeĢmirî’nin delaletiyle Muhammed Bâkî Billah ile tanıĢır. Ġki buçuk ay Muhammed Bâkî Billah’tan manevî dersler almak suretiyle tasavvufi geliĢimini de ikmal eder. Hatta hocası vefatına yakın bir zamanda, iki oğlunun tahsilini de kendisine bırakmıĢtır. Ġmam Rabbani, Hindistan’da kurulmuĢ olan Babürlü Ġmparatorluğu’nun iki büyük hükümdarı olan Celaleddin Ekber ġah ve oğlu Selim Cihangir ġah zamanında yaĢamıĢtır. Ġmam Rabbani’nin hayatı, Ekber ġah zamanında daha ziyade ilim tahsili ile geçer. Redd-i Revâfız ve İsbatü’n-Nübüvvet risalelerini bu dönemde yazmıĢtır. O dönemde saray ulemasından Ebu’l-Fadl ve Feyzi gibi kimseler Allah’a inanmak için nübüvvetin gerekli olmadığına inanıyorlar, insanları da böyle inanmaya sevkediyorlardı. ĠĢte buna ret olarak İsbatü’n-Nübüvvet kitabını yazmıĢtır. Yine o dönemdeki ġiîler, idaredekilerin de desteğiyle Hz. Ali’nin ilk halife olması gerektiğini iddia ederek ilk üç halife baĢta olmak üzere sahabe-i kirama dil uzatıyorlardı. Ġmam Rabbani yazmıĢ olduğu Redd-i Revâfız ile sahabe-i kirama dil uzatmanın mahzurlarını, Hz. Ali’nin ilk halife olduğuna dair iddianın yanlıĢ olduğunu, Hz. Ali’nin muhalifleri ile yapmıĢ olduğu savaĢta haklı olup muhaliflerinin hata ettiklerini ancak bu hata ictihadi bir hata olduğu için kötülenmemeleri gerektiğini anlatmıĢtır. Ġmam Rabbani’nin, Cihangir ġah dönemi hayatının olgunluk döneminin ve dinde tecdit ve irĢat hareketlerinin çok net olarak gözükdüğü yıllardır. Ġmam Rabbani, bu dönemde Cihangir ġah tarafından Guvalyar kalesine hapsedilmiĢ. Fakat orada da irĢat hareketlerine devam ettiği için oradaki mahkûmların hepsi bağlılarından olmuĢtur. Bu dönemde Ġmam Rabbani’nin Müceddid-i Elf-i Sânî ünvanıyla yapmıĢ olduğu tecdit hareketleri neticesinde, Ekber ġah dönemindeki birçok karıĢıklıklar düzeltilmiĢtir. 120


SONUÇ VE TARTIġMA

Süleyman YALMAN

Ġmam Rabbani’nin nasihatlarından ve ikazlarından çok etkilenen Cihangir ġah, hapisten sonra üç yıl kendisini misafir etmiĢ ve kendisinden istifade etmiĢtir. Yakınlıkları o hale gelmiĢtir ki, artık Sultan Cihangir, bir an bile kendisinden ayrılmak istemez olmuĢtur. Ġmam Rabbani’nin yaĢadığı devir Hindistan’da hatta bütün Ġslam âleminde sapık fikirlerin ortaya atıldığı, bozuk inançların yayılmaya baĢladığı, Ġslam dininin prensiplerinin ortadan kaldırılarak “Din-i Ġlahi” adında yeni bir din ihdas edilerek haramın helal, helalın haram, doğrunun yanlıĢ, yanlıĢın da doğru olarak görüldüğü bir dönemdir. ĠĢte böyle bir dönemde Ġmam Rabbani, baĢta vahdet-i vücut olmak üzere yanlıĢ anlaĢılan birçok meseleyi izah ederek insanların zihinlerini bozuk inançlardan ve bidatlerden temizlemiĢtir. Bu itibarla Ġmam Rabbani, yazmıĢ olduğu eserlerinde umumiyetle Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancının muhafaza edilmesi üzerinde durmuĢtur. Ġmam Rabbani, Mektubât’ında bidatçı mezhepleri Hariciyye, ġîa, Mu’tezile, Mürcie, MüĢebbihe, Cehmiyye, Dırrâriyye, Neccâriyye ve Küllâbiyye olarak dokuz kısma ayırır. Bunların hepsinin de sahabe, tabiin ve fukaha-i seba’nın vefatından sonra ortaya çıktıklarının altını çizer. Bu fırkaların içerisinde de en fazla ġîa’nın görüĢlerini eleĢtirmiĢtir. Çünkü o dönem ġîa, idareninde desteğini alarak fâsıt görüĢlerini insanlara daha rahat yayabiliyordu. Onun için Ġmam Rabbani, hem ġîa’nın bozuk inançlarına ve fâsıt fikirlerine yer veriyor hem de bunlar karĢısında Müslümanların takınması icap eden tavrı Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancına göre çok net olarak belirliyordu. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemat’ın özelliklerinden olarak, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i (r.a.) üstün görüp Hz. Osman ve Hz. Ali’ye (r.a.) sevgi beslemenin lüzumuna ve önemine iĢaret etmektedir. Hatta o dönemde bayram hutbesinde Hulafâ-i RâĢidîn’in isimlerini zikretmeyen hatîbe ve Sâmâne Ģehri halkına mektup yazmak sureti ile tepkisini

göstermiĢtir.

Sahabe-i

kiram

arasında

yaĢanan

hadiseler

hakkında

Müslümanların hayırlı iĢlerin dıĢında sahabeden söz etmelerine razı olmaz. Zaman zaman Ġmam-ı ġafi’nin “Allah, bizim ellerimizi onların kanına bulaĢmaktan korudu. O halde bizde dillerimizi onlara uzatmaktan koruyalım” sözünü hatırlatır. Ġmam Rabbani, kurtuluĢa erecek fırkanın hangisi olduğunu Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) yetmiĢ üç fırka hadisinde zikrettiği “Onlar, benim ve ashabımın bulunduğu hal üzere olanlardır” ifadelerinden Fırka-i Naciye olan Ehl-i Sünnet ve’lCemaat görüĢü olarak anlar. Onun için Ehl-i Sünnet’e tabi olmayı bir bahtiyarlık olarak görür ve Ģükredilmesi icap eden bir nimet olduğunu anlatır. Her fırsatta bir Müslümana

121


SONUÇ VE TARTIġMA

Süleyman YALMAN

evvela lazım gelen hususun Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat görüĢlerine göre inancı düzeltmek olduğunu, ikinci olarak da fıkhî hükümlerin gereğince amel edilmesi gerektiğini anlatır. Ġmam Rabbani’ye göre, bidat ehli fırkalar, ehl-i kıbleden olmaları hasebi ile dinden olduğu zorunlu olarak bilinen ve tevatürle sabit olan hükümleri inkâr etmedikleri sürece tekfir olunmazlar. Zira ona göre, bir meselede küfrü gerektiren doksan dokuz sebeb olsa, diğer taraftan aynı meselede küfre zıt olan bir sebeb bulunsa, bir sebebe itibar etmeli ve küfür hükmünü vermemelidir. Ġmam Rabbani’ye göre Ehl-i Sünnet, küfrün gereklerini yerine getiren belli bir Ģahıs hakkında bile son nefesinde Müslüman olup tevbe edebileceğine ihtimal vererek cehennemlik iddiasında bulunmazlar. Böyle bir kimseye dahi lanet edilmesine müsaade etmez. Ehl-i Sünnet, kesin delillerle kâfir olarak öldüğü bilinmedikçe hiçbir kimseye lanet etmez. Ancak isim zikredilmeksizin genel olarak kâfirlere lanet edilmesine müsaade ederler. Bu sebeple Ġmam Rabbani, insanları küfre nisbet etmek yerine onları Ġslam dairesi içerisinde tutmaya çalıĢmıĢtır. Bu çalıĢmamızda, Ġmam Rabbani’nin mezhepleri taksim etmesini ve onların görüĢlerini nasıl açıkladığını izah etmeye çalıĢtık. Onların içerisinden de hususi ile Ehl-i Sünnet’in görüĢlerini, Ehl-i Sünnet’in önemini ve Müslümanlara kazandırdıklarını, Ġmam Rabbani’nin Mektubât adlı eserinden hareketle ortaya koymaya çalıĢtık. Böyle bir çalıĢmanın Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancının daha iyi anlaĢılmasına ve yaĢanmasına yardımcı olacağını düĢünmekteyiz.

122


Süleyman YALMAN

KAYNAKLAR KAYNAKLAR

el-Aclûnî, Ġsmail b. Muhammed el- Cerrahi, H. 1405. Keşfu’l-Hafa ve Müzîlü’l-İlbâs Ammâ’ştehera mine’l Ehâdisi alâ elsinet’in-nâs, Müessesetü’r- Risale, Beyrut, 2 Cilt. AK, A., 2009. Selçuklular Döneminde Maturidilik, Yayınevi, Ankara, 231s _____, 1996. Şehristani’nin el-Milel ve’n-Nihal’inde İslam Mezheplerinin Tasnifi (Yüksek Lisans Tezi), Marmara S.B.E. Ġstanbul, 200s. ALGAR, H., 2000, “İmam-ı Rabbani”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Ġstanbul, 22, ss.194-199 el-Askalânî, Ġbn Hacer, 1986, Lisânü’l-Mîzan, Müessesetü’l-Ġlmiyye li’l-Matbûât, Beyrut:, c. 2, s. 246 el-Bağdadi, Ebu Mansur Abdulkahir, 2008. el-Fark beynel fırak, çev. Ethem Ruhi Fığlalı, TDV yay., Ankara BĠLMEN, Ö. N., Tsz. Ashabı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikatları, Bilmen Basım ve Yayınevi, Ġstanbul, 204 s. el Buhârî, Muhammed b. Ġbrâhîm b. Ġsmâ’îl Ebî Abdillah el- Cû’fî, 1995. Sahîhu’lBuhârî, Dâru’l-Erkâm, Beyrut, 8 cilt CEBECĠOĞLU, E., 1999. İmam-ı Rabbani Hareketi ve Tesirleri, Erkam Yayınları, Ġstanbul, 336 s. _____. 1997. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Rehber Yayıncılık, Ankara DALKILIÇ, M., 2008. Abdulkerim eş-Şehristânî’nin İslam Mezheplerini Tasnif Metodu, Ġnanç, Kültür ve Mitoloji AraĢtırmaları Dergisi, Sayı. 1, Cilt. 5. DımıĢkî, Ali b. Ali b. Ġbn Ebi’l-Izz, 1992. Şerhu’l-Akîdeti’t-tahaviyye, I-II, thk. Abdullah b. Abdullah et-Türkî ve ġuayp Arnavut, Müessesetü’r-Risale, Beyrut. Ebu Zehra, Muhammet, Mezhepler Tarihi, çev. Sıbğatullah Kaya, Anka yay. Ankara. el-Ġsfehânî, Ebû Naîm, Tsz. Hilyetü’l-Evliya ve Tabakâtü’l-Esfiya, Darü’l-Fikir, Beyrut,c.4,s.140, 11 cilt el-EĢ’arî, Ebu’l-Hasan Ali b. Ġsmail (324/936), 1980. Makâlâtü’l-İslamiyyîn ve İhtilâfu’l- Musalînl, thk. Helmut Ritter, Wiesbaden _____,2005. Makâlâtü’l-İslâmiyyîn ve İhtilâfü’l-Müsallîn, ( Türkçeye tercüme, Aydın, Ö., Dalkılıç, M.) Kabalcı Yayınevi, Ġstanbul, 431 s. FIĞLALI, E. R. 2004. Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, 12. Baskı, Ġzmir, Ġlahiyat Vakfı Yayınları, Ġzmir, 395 s. _____,1984. İmamiyye Şîası, Selçuk Yayınları, Ġstanbul _____, 2008. Günümüz İslam Mezhepleri, Ġzmir Ġlahiyât Vakfı Yayınları, Ġzmir, 630 s. Gazali, Ġmam Zeynü’d-din, 1992. İhyâu Ulûmi’d-Din (Türkçeye tercüme, Ahmet Serdaroğlu), Bedir yayınevi, Ġstanbul, 4 cilt. Geylani, Abdulkadir b. Ebi Salih, 2012. El-Gunye, Daru’l-Kütübi’l-Ġlmiyye, Beyrut, 2 cilt. GÖMBEYAZ, K., 2005. 73 Fırka Hadisinin Mezhepler Tarihi Kaynaklarında Fırkaların Tasnifine Etkisi, Uludağ Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi Dergisi Sayı. 2, Cilt. 14. GÜMÜġOĞLU, H.,2008, İslam Mezhepleri Tarihi, Kayıhan Yayınları, Ġstanbul, 448 s. _____,2011. İslamda İmamet ve Hilafet, Kayıhan Yayınları, Ġstanbul, 335 s. Ġbn Manzur, Ebu’l Fazl Cemâlüddin Muhammed b. Mükerrem, 1994. Lisanü’l-Arab, Daru’l-Fikr, Beyrut, 15 cilt. Ġmam-ı Rabbani, Ahmed b. Abdülehad al-Fârûkî es-Serhendî, Tsz. el-Mektubat, (edDürerü’l-Meknûnât) (Arapçaya tercüme, Muhammed Murâd Kazânî el123


Süleyman YALMAN

KAYNAKLAR

Menzilevi ) I-III, I. Cilt, Enver Baytan Kitabevi, II. Ve III. Cilt bir arada, Fazilet NeĢriyat ve Matbaacılık A.ġ. tarafından yayımlandı, Ġstanbul _____, H. 1165. el- Mektubât, (Türkçeye tercüme, Müstakimzâde Süleyman Saadettin b. Muhammed) I-II-III. Cilt bir arada, Toğrafiyye Matbaası, Ali Rıza Efendi Yayınevi tarafından yayımlandı, Ġstanbul _____, 1976. İsbatü’n-Nübüvvet, IĢık Kitabevi ve Yayınları, Ġstanbul _____, 2000. Te’yîd-i Ehl-i Sünnet (Risale-i Redd-i Revafız), Ġhlas Vakfı Yayınları tarafından ofset baskı, Mebde’ ve Me’âd Risalesi ile birlikte, Ġstanbul KARADAġ, C., 2000. İmam-ı Rabbani ve İtikadi Görüşleri İle İlgili Makale, Uludağ Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı. 9, Cilt. 9 KĠġMÎ, Muhammed HaĢim, 1971. Zübdetü’l- Makâmât, (Türkçeye tercüme, A. Faruk Meyan) Berekât Yayınevi, Ġstanbul, 474 s. _____, Tsz. Zübdetü’l-Makâmât, (Türkçeye tercüme, A. Faruk Meyan) Furkan Yayınları, Ġstanbul, 637 s. KILIÇ, Ü., 2014. Tartışmaların Odağındaki Halife Yezid, Kayıhan Yayınları, Ġstanbul. el-KuĢeyri, Ebu’l Hüseyn Müslim bin Haccac, Tsz. Sahih-i Müslim, Dâru Ġhya’ilKütübi’l-Arabiyyeti, Beyrut, 5 cilt KUTLU, S., 2008. Mezhepler Tarihine Giriş, Dem yay., Ġstanbul _____, 2000. Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara KÜTÜKOĞLU, S. M., 1994. Tarih Araştırmalarında Usûl, Ġstanbul Nedvî, Ebu’l-Hasen Ali el-Hüseyni, 1994. el-İmâm es-Serhendi Hayâtuhû ve Âmâlühû, Kuveyt _____, 2005. el-İmam es-Serhendî Hayâtuhû ve Âmâlühû, (Türkçeye tercüme, Yusuf Karaca) Kayıhan Yayınları, Ġstanbul, 429 s. en-Nesâ’i, Ahmed b. ġuayb ebî Abdirrahman, 1991. Es- Sünenü’l-Kübrâ, Dâru’lKütübi’l- Ġlmiyye, Beyrut, 6 Cilt. en-Nesefî, Ebu’l Muîn Meymun b. Muhammed (508/1114), 1993. Tebsıretu’l-Edille fi Usûli’d-Dîn, thk-nĢr., Hüseyin Atay, Ankara Nesefi, Omar, 1986. Metnü’l-Akait (Taftazânî’nin ġerhu’l-Akaid’inin sonunda) Salah Bilici Kitabevi, Ġstanbul ONAT, H., 1993. Emevîler Devri Şiî Hareketleri ve Günümüz Şiîliği, Ankara ONAT, H., Kutlu, Sönmez, S. 2012. İslam Mezhepleri Tarihi, Grafiker Yayınları, Ankara, 671 s. ÖZGEN, M., 2007. İmâm-ı Rabbânî Ulûhiyet ve Nübüvvet Anlayışı, Tablet Yayınları, Konya, 588s. ____, 2012. İmam-ı Rabbani Mebde’ ve Me’âd, Yasin Yayınevi, Ġstanbul,221s. ____, 2013. İmam-ı Rabbani’ de Ehl-i Sünnet Kimliği, Palet Yayınları, Konya, 279 s. ÖZLER, M., 1996. İslam Düşüncesine 73 Fırka Kavramı, Nun Yayıncılık, Ġstanbul el-Pezdevî, Ebû Yüsr Muhammed (493/1099), 1988. Ehl-i Sünnet Akâidi, Çev. ġerafettin Gölcük, Ġstanbul er-Râzî, Fahruddîn Muhammed b. Ömer el-Hatib (606/1209), 1978. İtikadâtü Fırâkı’lİslamiyye, Kahire SARIKAYA, S., 2001. İslam Düşünce Tarihinde Mezhepler, Isparta Suyutî, Celalüddin Abdurrahman ibn Ebi Bekir, 1939. el- Camiu’s-Sağir fî Ehadisi’lBeşir e’n-Nezir, Mısır, 2 Cilt. ġarkpûrî, Muhammed Halîm, 1978. Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbani, (Trc. Ali Genceli), Ġslami NeĢriyat Yayınları, Konya eĢ-ġehristânî, Ebu Feth Muhammed b. Abdilkerîm (548/1153), 1975/1395. el-Milel ve’n-Nihal, thk. Muhammed Seyyid Kîlânî, Beyrut 124


Süleyman YALMAN

KAYNAKLAR

_____,2011. el-Milel ve’n-Nihal, ( Türkçeye tercüme, Mustafa Öz), Litera Yayıncılık, Ġstanbul, 512 s. Taftazânî, Sa’du’din Mes’ud b. Ömer, 1976. Şerhu’l- Akaid, Eser Kitabevi, Ġstanbul, 197 s. et-Taberânî, Süleyman b. Ahmed b. Eyyûb Ebu’l- Kâsım, H. 1415. El- Mu’cemu’levsat, Dâru’l- Harameyn, Kâhire, 10 Cilt. Et-Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsa b. Sevrâ, 1994. Sünenü’t-Tirmizî, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 5 Cilt. TOPALOĞLU, B.; Çelebi, Ġlyas, 2010. Kelam Terimleri Sözlüğü, Ġsam Yayınları, Ġstanbul TORU, Ü., 2006. Ebû Muhammed el-Yemenî’nin “Akâidü’s-selâse ve’s-sebîn” adlı eseri ve İslam Mezhepleri Tarihi açısından önemi (Yüksek Lisans Tezi), Ankara S.B.E. Ankara, 140 s. TOSUN, N., 2013. İmam-ı Rabbani Risaleleri, Sufi Kitap, Ġstanbul, 363 s. YAZIR, E. M. H., 1993. Tefsir Hak Dini Kur-an Dili, Bedir Yayınevi, Ġstanbul, 10 cilt.

125


ÖZ GEÇMĠġ KiĢisel Bilgiler Adı-Soyadı

: Süleyman YALMAN

Doğum Yeri ve Tarihi

: Gülnar-10.03.1974

Eğitim Durumu Ön Lisans Öğrenimi

: Anadolu Üniversitesi Ġlahiyat Fakültesi

Lisans Öğrenimi

: Anadolu Üniversitesi Kamu Yönetimi

Yüksek Lisans Öğrenimi

: KSÜ

Doktora Öğrenimi

:

Bildiği Yabancı Diller

: Arapça

Bilimsel Faaliyetler

:

ĠĢ Deneyimi Stajlar

:

Projeler

:

ÇalıĢtığı Kurumlar

: Özel Sektör

ĠletiĢim E-Posta Adresi

: suleymanyalman33@gmail.com

Telefon

: (536) 974 2348

Tarih

:


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.