yazÄą lar
Kent ve Toplumsal Yaşam Evin GEZER 12.12.2014
PANOPTİKON VE MODERN RÖNTGENCİLİK Premodern toplumlarda acı, adaleti yerine getirmenin en iyi tatmin aracı olarak sayılırdı. Bu yüzden suçlu olanın bedenina vahşice saldırılırdı. Modern cezalandırma da ise kişinin iç dönüşümü, yepyeni bir yaşamla denetim altına alınmaya çalışılır. Bu dönüşüm bedenin, daha kapsamlı ve incelikli bir denetimini sağlama amaçlıdır. Çünkü ruhsal eğilim ve süreçleri değiştirmeye çalışmanın amacı bedensel davranışı denetlemektir. Foucault’un 'beden ruhun hapishanesidir' sözünü tersten okuyup ve 'ruh bedenin hapishanesidir' demesi bu noktada başlar. Suçlu olan için geliştirilen disiplin amaçlı modern (!) teknikler, diğer denetim alanları (okul, fabrika, hapishane) için de bir model oluşturur ve söz konusu disiplini toplumun tamamına yayar. Foucault'a göre bütün ilerleme ve özgürlük iddialarına karşı bizler aslında bir cezaevi adasında yaşamaktayız. Modern iktidarlar yumuşak başlı bedenler üretirken bunu belirli bir yol izleyerek ve yine bunları sıralamayla yaparlar. Birinci yöntemin amacı yüksek yerlere kurulan kale, saraylar ve bir dönem şehir duvarları boyunca uzanan gözetleme kuleleri sayesinde düşmanı, halkı sürekli gözlemleyip aynı zamanda bunu erk sahibinin ihtişam ve ayrıcalıklı
konumu olarak insanların
zihninde kodlamayıp kazımaktır. Kale geometrisi ve sarayların gösterişliliği buna en iyi örnektir. Fakat modern mimari içerdekini rahatlıkla gösteren ve insanların işlevsel ihtiyaçlarını karşılayan yapılar inşa etmektedir. Bununla yetinemeyen iktidar, gözetim toplumu projesine bağlı olarak cezaevini, okulu, fabrikayı, sokağı, işyerini kameralarla gözetleyip insanların sürekli izlendiği kuşkusunu yaratıp insanlarda denetleniyorum korkusu yaşatır. Konferans salonunda bile öğrenimi kolaylaştırma amaçlı yan yana dizilen koltuklar, aydınlatılmış derslikler, geniş pencere ve koridorlar aynı zamanda öğretmenin ya da konuşmacının herkesin yaptığını bir şekilde görmesini de kolaylaştırır.
Panoptikon hapishane modeli Bunlar bireyi dönüştürmenin mimarisidir. Hastane, askeri baraka ve fabrikalardaki mimari, o mekanda yaşayan insanları tanımlamak (ki burada Zerzan'ın tezi de kanıtlanmakta 'Bir şeyi tanımlamak veya onu isimlendirmek, tanımlanan şey üzerinde iktidar kurma eğiliminden kaynaklanır') ve aynı
Kent ve Toplumsal Yaşam Evin GEZER 12.12.2014
zamanda da onları denetlemenin mimarisidir. Burada asıl ilginç olan Jeremy Bentham'ın Panoptikon hapishane modeli, egemenin mahkûmu gözetlemesine bile gerek bırakmamıştır. Her bir mahkum ayrı bir hücrededir; diğerlerinden hem ayrıdır hem de onlar tarafından görülebilir. Ayrıca hücreler her bir hücrenin dilendiği zaman görülebileceği merkezi bir kulenin etrafında sıralanmıştır. Denetleme bir kesinlikten bir olasılığa doğru kaymıştır. Böylelikle denetleyen, belirli bir hücreye aslında nadiren bakar. Ama mahkumlar her biri başka bir mahkumun ya da gözetleyen gardiyanların kendilerine ne zaman baktığından hiçbir zaman emin olamaz. Bu yüzden sürekli tetikte ve her an röntgenleniyor olmanın yarattığı korkunç bir ruhsal ve bedensel basıncı yaşar. Son dönem Türkiye şehirlerinde her tarafa hatta evlerin içini bile gören Ziggurat kıvamında devasa mobese direklerinin dikilmesi bir uzaktan gözetleme ve denetleme pratiğidir. Buna benzer ortaya çıkan yoklama yöntemi, bireyin bilgi iktidar ilişkisinin içindekini yerini belirler. Okullardaki yoklama fişleri, hapishanelerdeki yoklama seansları ve hastanedeki hasta dosyaları aslında bireyleri birer yoklanması gereken vakaya dönüştürür. Yoklama gücü elinde bulunduran iktidar bireyi sadece sayısal bir verisine indirger. Bireyi sürekli bir bilgi kategorisiyle kodlama ve rakama indirgeme birer iktidar pratiğidir. Premodern dönemde güç kendini uygularken bunu meydanda ve halka açık yapardı. Modern dönem gücün uygulanışı gizli, sessiz ve kendini göstermekten sakınır. Orta çağda yaşanan ceza yönteminin günümüzde ki modern röntgenciliğe evrilmesiyle işkenceyi fark edemiyoruz. Bunun nedeni günümüzde uygulanan cezaların, bedeni acıtmayan sanal acılar olmasıdır. Böylece acının tarifi de değişmiştir. İçsel acı! Kan olmadığı sürece her şey yolunda. Toplumların acı tanımının değişmesiyle psikolojik hastalıklar ve travmalar artmıştır. Sanal olan acıyla yaşam pratiklerini değiştirip düzenleyen insanların varlığı da azımsanmayacak kadar çoktur. Bu insanların sanal acıyı yaşama geleneği, Bauman'ın Akışkan Modernite makalesinde bahsettiği gözetleme,sınıflandırma, denetleme ve sistemli olarak izleme dünyasının bir sonucu olarak ortaya çıktığı toplumun bir sonucudur. Sadece sanal acıyı değil, tüm yaşam pratiklerinin değişiminden ve bunların aslında nötr bir toplum oluşturduğundan bahseder. Modern toplum, Bentham'ın modern panoptikonunu hayatın her alanına uyarlanmış biçimiyle karşı karşıyadır. Hızla değişen toplumların akışkanlığı, sınırları ve kesinliği ortadan kaldırırken toplumunda bireyinde tüm hareketlerini gözetliyor. Mobese kameraları (güvenlik adına(!)), kredi kartları, cep telefonları ve tabi ki gücü anımsanmayacak derece büyük olan internet
Kent ve Toplumsal Yaşam Evin GEZER 12.12.2014
kullanımı. Agoraların var ettiği ve Sennet' in 18.yy da meydanların yok edilmesiyle varlığını yitirdiğini söylediği kamusal alanlar, tıpkı acı'nın değişimi sonucu ortaya çıkan sanallıkla internette taşınmış durumda. İletişimin ten ve göz temasından soğuk klavyelere geçtiği, eylemlerin bu sanal ortama taşındığı bir toplum var olmuş durumda. Her şeyi görüntüleyen bu görünmez teknoloji mahremiyetin bitişi olarak nitelendirmek mümkün. Bauman interneti anonimliğin sonu olarak görmekte ve eklemekte: ''Mahrem olarak her şey artık potansiyel olarak kamusal alanda yapılıyor ve kamunun tüketimine açık halde; sayısız sunuculardan her hangi birinde kayıtlı olan her hangi bir şeyi internette 'unutturmak mümkün olmadığı' için sonsuza kadar da ulaşılabilir kalacak.''. Bauman’a göre hızlı değişim, eski algıları da farklılaştırdı, panoptik düşünce olan “hiçbir zaman yalnız değilim” bugün “bir daha yalnız kalmama” umuduna dönüşüyor. Bu dönüşüm gerçekleşirken ifşa edilme endişesi “fark edilme hazzı” tarafından bastırılıyor. İzlenme ve görülme artık bir tehdit olmaktan çıkıp, tam tersine arzulanan bir hal alıyor. Herkes, herkes tarafından görülüp fark edilmeye her şeyden çok ve bu uğurda pek çok şey feda edecek kadar açık bir duruma dönüşüyor. Ve varılan yer, kişinin kendisini satılabilir bir metaya dönüştürmesi oluyor. Çünkü tüketim toplumunun altın kuralı, bu toplumun üyelerinin de bir tüketim metası olması.
Direniş her yerde! İktidar her yerde! Disiplin sahibi olan iktidar, küçük ölçekte bireyin eylem ve bedeni üzerinde denetim kurgulamışken, büyük ölçekte ise nüfusun tümünü denetleyebilmek için bio-iktidar modelini geliştirir. Foucault, toplumun refahı ve zenginliği, nüfusun devamlılığını hedefleyen teknolojiler bütünlüğüne bio-iktidar der. Bio-iktidarın içinde hapishane, fabrika, okul, ordu, bakımevleri v.b. kurumların yer aldığını örnekleyen Foucault'un bu büyük iktidar şebekesinin hizmetine sosyal bilimler de koşmaktadır. Nedeni gayet nettir; bilgi eğer iktidar ise iktidar da bilginin kendisidir. Ölüm ile doğum gibi hayatın en önemli sayılabilecek iki önemli dönüm noktası bile iktidar alanının içine girmiştir. Kitlelerin normalize edilmesi için kitlelerin ölüm ve yaşam zamanlarını bile kendi egemenlik sahasının içine çekmiştir. İktidarın kontrolünde doğumda ölümde yer almaktadır artık. Buna örnek olabilecek en sağlam söylevlerden biri olan ‘Size ölmeyi emrediyorum' söylemi ölümü, ‘herkes üç çocuk doğurmalıdır' ise yaşamı denetim altına almayı hedefleyen bir söylem olmakla birlikte , her iki söylem de bir bio-iktidar pratiğidir.
Kent ve Toplumsal Yaşam Evin GEZER 12.12.2014 Foucault'un külliyatında modern iktidarın büyük bir hapishanesi vardır. Ona göre bu dünya yöneticilerin ve psikologların bütün halkı hasta olarak kodladığı büyük tımarhanedir. Krimonoglar,
psikiyatırlar, doktorlar, gardiyanlar, öğretmenler, bürokratlar, haber spikerleri bu büyük tımarhanede herkesi iyileştirmeye çalışarak tedavi edici bir rol üstlenirler. Bireyi kategorize ederek, belli bir kimliğe hapsederek, onu belli bir hakikat yasasına bağlı kılarak gündelik bir yaşam kurarlar. Birey kendini özne zan ederken aslında iktidarın ve kendisinin bir nesnesi haline gelmiştir. Milliyetçi kitlelerin bu ülkede kendilerini bu ülkenin asıl özneleri zan ederken aslında nesne oluşları ile Kürtlerin iktidarın değil kendilerinin öznesi olma mücadelesini Foucault üzerinden okunma imkanı kuşkusuz vardır. Oryantalizm ve elitizm tuzağına düşmeden şu rahatlıkla söylenebilir. İktidarlar Kürtlere bol miktarda cezaevleri açabilirler. Kürtleri kriminalize edip potansiyel suçun ve sapmanın öznesi olarak kodlayabilirler. Sayıyı bile ortaya koyarken yalancı ve pişkin bir madrabazı andıran bakanın söz ettiği tükürükte boğulacak yetmiş beş bin kişinin kim olduğunu Kürtler bile anlamamıştır oysa. Sayıyı bile verirken sabuklama geçiren iktidar bekçilerinin unutmaması gereken şudur: İktidar her yerdedir ama direniş de!
Panoptikonu ve Modern Röntgenciliği Reddedenler; ÖTEKİLERİN İSYANI! Yüksekova'da ters yönde aracıyla yola devam ettiği için polis tarafından dövülen yaşlı adamın dövüldüğü an kafasını kaldırıp ''Dur bakalım,sen kimsin, ne hakla beni dövüyorsun?'' diye sorması, polisin 'ben devletim (iktidarım)' cevabını vermesine neden olmuştur. Bu Freud'un 'Yahudiler yoktur' diyerek, alman ırkının Yahudiler olmadan bir anlamı olmadığı, Yahudileri yok sayarak aslında Almanların olmadığını anlatmak istediği söylemiyle aynı paralelliği taşımakta ve aynı metafora işaret etmektedir. Polis iktidar,erk sahibi olduğunu söylemekle aslında yaşlı adamı ve yaşlı adamın yaşadığı toplumun varlığını kabul ettiğini göstermiştir. Yaşlı adam ve toplumu olmadan ne iktidar vardır ne de polis. Yakın geçmiş tarihe bakıldığında birbiriyle benzerlik gösteren isyan ve devrimlerin olduğu, birbirinden habersiz ve ayrı coğrafyalarda yaşandığı örnekler mevcuttur. Yüksekova da ki yaşlı adamın polise olan tavrına benzer başka bir olayı, Ryzsard Kapuscinski'nin İran devrimini anlattığı kitabında da şöyle tasvir eder: ''Polis kalabalığın kenarında duran adama bağırıyor ve eve gitmesini
Kent ve Toplumsal Yaşam Evin GEZER 12.12.2014 emrediyor, fakat adam kaçmıyor, orada dikilip polise bakıyor; bu bakış yalnızca tedbirli ve korkulu değil, aynı zamanda sert ve cüretli. Kalabalığın kenarında duran adam üniformalı yetkiliye küstahça
bakıyor. Polis kımıldamıyor; etrafına bakıyor ve aynı bakışı diğer gözlerde de görüyor. O adamınki gibi diğer yüzler de uyanık, hâlâ biraz korkak, fakat daha şimdiden metin ve sert… Böylece polis ağır ağır karakola dönerken, adam orada dikiliyor ve gözden kaybolan düşmanına bakıyor.'' Kendini var etmek isteyen iktidarın bunu gerçekleştirmesi için, karşı duran ve belki de onu reddetmesi gereken başka birine ihtiyacı olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca neyin hukuk olduğuna karar veren egemenin durduğu yer hukuk dışıdır. Bu kendi kendini yok etme ve inkar etmenin belki de en iyi örneğidir. Tarihsel isyanların nedenlerinin temel noktasının 'artık rahatsız edilmek istenmeme' olduğunu bir çok örneklerle vurgulayabiliriz. İktidarın ya da iktidarların bireyi 'birey' olarak görmediği ve çoğul ek kullanmalarının toplumu kavramını oluşturma niyetli olmadığına örnek, ''ben buradayım'' diyen sesleri susturmak ve sindirmesidir. Seslerini duyuranlar iktidar ve iktidar yanlılarının oluşturduğu kuklalar tarafında öteki olarak görülür ve ötekileştirilmeye devam edilir. İktidarın ön gördüğü kurallara uymayan, dikta rejimlerine karşı çıkan, cinsiyet seçimini iktidara göre belirlemeyen, dilini, ırkını ve insanlığına dair tüm niteliklerini savunan herkes ötekidir ve bu ötekiler dışarıdan gelen yabancı, bilinmez ve muazzam düşmandır;isyancıdır! Agamben' in Homo Sacer'i, yukarıda bahsedilen ötekiyi de içine almaktadır. Agamben, artık kurban edilemeyen ancak öldürülebilen modern insanı Homo Sacer'i tanımlarken, modern bir öldürme merkezi olan kamp örneğini gösteriyor. Kampların artık her yerde olduğu, günümüz kentlerinin, metropollerinin de modern bir kamp örneğine dönüştüğü, son dönem yaşanan olaylar kanıtlar niteliktedir. Kürdistan da 6-7 Ekim olaylarında iktidarla çatışan eylemcilerin sokak ortasında infaz edilmeleri ve son otuz yıldır Türkiye ve Kürdistan da yaşanan infazlar kurban edilemeyen ama öldürülebilen Homo Sacer'e örnek olarak verilebilir. Çünkü onlar dil,din ve ırkları reddedilen tüm hakları elinden alınmaya çalışılan bireylerdir. Bunları şart koşan yasaların kendi kendini askıya almasıyla ortaya çıkan OHAL'in sebepleridir. Geçmiş tarihe bakıldığında araf da kalan 'kurtadam' lar ve 'cadı'lar da aynı tanıma yani Homo Sacer'e örnek teşkil eder. Ayrıca bunlar dönem iktidarlarının kukla yapan kanunlarına karşı gelmiş, dogmatik olana inanmamış ve 'artık rahatsız edilmek istenmeyenler'dir. Her yasanın kendini çiğnetmesi olan OHAL hali, yani yasanın kendi kendisini fesh etmesi durumunda Homo Sacer, ne içerdedir ne de dışarıda. Amerika da ki Kızılderililer, Almanya da
Kent ve Toplumsal Yaşam Evin GEZER 12.12.2014 ki Yahudiler, Türkiye de ki Kürt, Laz, Arap, Çerkez ve diğer etnik gruplar da Agamben'in bahsettiği tanıma uyan topluluklardır.
Agamben, Foucault'un biyolojik modernliğin eşiği olarak adlandırdığı ve insanın biyolojik varoluşunun taşıdığı tüm güçlerle birlikte doğrudan doğruya siyasetin nesnesi haline gelmesi olarak tanımladığı biyosiyaset kavramını çıkış noktası olarak referans gösterir. Bunun yanında Foucault'un tersine Agamben, biyosiyasetin modernliğe ve modern olana özgü olmadığını, biçimleri farklı olsa da Aristotales'ten Roma Hukuku'na, Auschwitz'den günümüzde ki toplama kamplarına kadar siyaset pratiği ve siyasi düşünceleri boylu boyuna katettiğini gösterir.
Türk Medyası ve 'Homo Sacer' Özal'ın "bana iki yüz adam verin; bu ülkeyi rahatlıkla yöneteyim" dediği prenslerin yönettiği Türkiye medyası, arada bir sistemin gövdesine yumuşak balta darbeleri indirir. Tepe patronlarının arada bir sistemin çok incinmeyen, kabızlaşmış, arsız bölgelerine balta vuran, birazı soldan devşirme, birazı da cemaat evlerinde yıllarca Kemalist Kuşatmaya ve Kefere Cumhuriyeti'ne karşı rahatsız olup çocuk gibi mızmızlanırken yüzlerine nur yerine bu günlerde iktidarın bütün çirkinliğini ve pisliğini bulaştırmış yorumculardır. Başta pornografik şiddetin, sonrasında her türlü şiddetin teşhirine karşı salyaları akan, iktidar oldukları andan itibaren başarılı ve çok beklemiş bir hazzın,bir orgazmın yarattığı lümpenliğin ve artistliğin bütün sertliğini sergilemekten kendini alıkoyamayan, maaşları euro ve dolarlar üzerinden ödenen şu meşhur medya yorumcuları sinsilesi! Medya Plazalar son yıllarda, Bakunin'in, "dünyanın en iyi demokratını tahta oturtun, yarım saat sonra indirmezseniz kesinlikle hainleşir" sözünü fazlasıyla doğrulayan, gevşeme ve sarhoşluğun bütün ruh hallerinin temsilinin bulunabildiği, sayısız soytarının kendisine göre roller biçildiği absürt bir tiyatroya dönüşmüştür. Egemen sistem, bahsedilen soytarıların, medya plazalarda ki yumuşak koltuklara oturmaları için milyonlarca insanın alın terini çalmalarına göz yuman, bu soytarıların bütün sistem eleştirilerinde (?) sinsice ve sırıtarak, 'olsun sizin sapınız benden yapıldı' deyip kendine kendince haklılık payı çıkarır. Haber bültenlerinde, onların dışında bir yere odaklanmamızı neredeyse imkânsız hale getirmek için kafaları tüm ekranı kaplayan haber spikerlerine dikkat edelim; mimikleri, jestleri ve alabildiğince içtenliksiz, yapay tepkileriyle yetmiş milyonun yerine olaylar karşısında nasıl tavır belirlediklerine, 'siz zahmet etmeyin biz zaten düşündük' derken ki pervasızlıkları ve edepsizlikleri
Kent ve Toplumsal Yaşam Evin GEZER 12.12.2014 takdire şayandır. Büyük kitleler adına karar verirken içerisi allak bullak olmuş toplumsal reflekslerin çatırdamış yerlerinden nasıl sinsice sızdıklarını gözden kaçırmak mümkün değildir. Haber bültenleri bir celladın kendi kurbanının kafasını uçururken yaşadığı duygusal acınma ritüeliyle doludur. Komik, trajik ve sonsuz derecede samimiyetsiz! 'Bu ülkeye komünizmin gelmesi gerekiyorsa onu da biz
getiririz; siz hiç zahmet etmeyin' diyen erk ve erkeklik delisi büyüklerinin sözünden çıkmayan uslu ama aynı zamanda sinsi, cinsiyetçi, faşist ve şaka yaparken bile birilerinin yaşamını incitmeden bunu beceremeyen, şımarık çocuklar gibi şen şakrak ve cadı kazanı Türk medyası! Bu ülkede medya ahlakı üzerine yazıldı, çizildi. Kendi varoluşunu sistemin var olma koşulundan alan, sahiplerinin fazlasıyla kabarık katillik ve hırsızlık sicillerini kapatmak için kendilerini müstesna milliyetçiler ve dindarlar olan tanıtan, kendini bu ülkenin muktediri ve sahibi olarak gören, sanal ve görsel bir diktatörlüğü toplumsal bir gereklilik olarak sunmuş ve maalesef kitleler nezdinde fazlasıyla itibar sağlamış olan bir medyanın etik oluşturma gibi bir sorunu olamaz. Bundan birkaç yıl önce medyanın liberal, kıvırgan ve sola çalan burjuva egemen ağzı değişmiş, yerine Naim Şahin'in, Müge Anlı ve bilumum vatansevicilerinin, mantık silsilesini ve insanlığın kendisini yerle bir eden iktidar temsili öfkeli ağzı gelmiştir. Tarihin en rezil iktidar yaltakçılığının temsilleri hayatımızın her yerine sızmışken 1940 ve 50'lerin Milliyet ve Hürriyet gazetelerinin tarihsel mirasını Zaman ve Yeni Şafak almıştır. Kenan Evren'in 'asmayalım da besleyelim mi' nutkunu okuduğu mikrofon, bu gün 'en sert şekilde intikam alınacaktır' diyen bir Kayseri Lordu'na devredilmiştir. Tüm medyanın arada bir sisteme ufak dokundurmalar yapması ve bizim hayretle 'bu kez doğru bir şeyler söylediler' dememiz, durmuş bir duvar saatinin günde en az bir kere de olsa doğru saati göstermesine benzer. Türk Faşizminin iki büyük baharından ilki İttihatçı Proje'nin kıblesini Hitler Almanya'sına çevirdiği, 'ya biat ederler ya yok olurlar' diyerek bütün çıkıntıları düzleştirme girişimi idi. İkinci bahar kapımızdan içeriye çoktan girdi: Bu kez kıblesini Pensilvanya'ya çevirmiş yeşile çalan Türki ırkçılık! Ağrı İsyanı'nda 'Muhayyel Kürdistan burada gömülüdür' diye not düşüp Ağrı Dağı'nın tepesine sarıklı mezar taşları diken Cumhuriyet gazetesinin geleneğini bu gün 'Eşkıya ininde yok edildi' diye sürmanşet haberler geçen Akit Gazetesi devralmıştır. Kürtlerde değişime direnen bütün insanlar için söylenen meşhur bir laf vardır: Lawê min çû eskerê / Dîsa hat kerê berê… *
Devlet-Ordu-Medya Diyalektiği
Kent ve Toplumsal Yaşam Evin GEZER 12.12.2014 Devlet bakanlarından biri ilçe ziyaretlerinden birinde, insanları toplayıp 'Sevgili hemşerilerim, belediye başkanınız size iyi davranıyor mu?' diye sormuş. Kalabalığın içinde muhalif, yaşlı bir adam 'Evet kendisine çok iyi davranıyor' demiş. Yardakçılardan biri yaşlı adama karşı çıkıp 'Ne diyorsun amca sen? Sadece kendine mi iyi davranıyor?' Yaşlı adam yardakçıya dönüp 'Aslında haklısın; sana da çok iyi davranıyor' demiş. Bu ülkenin medya ve iktidar ilişkisi insana cinnet geçirtecek düzeyde
bir alttan almacılık, idare etmecilik ve yardakçılık hikâyesidir. Tarihte kavga ederken bile birbirini bu denli meşrulaştırmaya çalışan ikinci bir soytarılık hikâyesine rastlanabileceğine inanmak gerçekten çok zordur. Karl Popper, "Demokrasilerde sorun, kimlerin kimleri yönettiğinden çok, kimlerin kimleri nasıl yönettiğidir" der. Global kapitalizmin emir erleri ekranlardan her gün şunu emreder: Ölene kadar bol miktarda kazanın ve tüketin! Bu sloganın bu topraklardaki karşılığı, Kemalist kıyı burjuvazisine karşı Anadolu Kaplanları'nın şahlanışıdır. Bu sloganın pratik karşılığı şudur: Hiçbir insani kimlik ve vicdani tavır sizi kredi kartlarınızın kabarık limitleri ve kazandığınız yemyeşil dolar rezervleri kadar insan yapamaz. 'Başarıya götüren bütün yöntemler doğrudur' bir başka emirdir: bu kutsal emrin bu ülkedeki karşılığı seküler ve holdingci İslam'dır! Bunun pratik sonuca çok daha korkunçtur: 'Ardınızda binlerce insan ölüsü ve altüst olmuş binlerce yaşam bıraksanız bile sakın geri dönmeyi düşünmeyin, çünkü başarı ve zafer dost düşman tanımaz; çıkar en büyük dostumuzdur; hayatı ve hayatın içindeki her şeyi kullanabildiğiniz ölçüde hayat anlamlıdır!' Modern teknik iktidarlar iyi donanımlı ordularının başkumandanlığını medya patronlarına vermişlerdir. Medyaya rağmen hizaya gelmeyenler için zulalarında sakladıkları gerçek askerlerden oluşan gerçek ordular vardır; yargıçlar ve hapishaneler vardır. Ordu-millet-devlet diyalektiği yerine çoğu kez ordu-devletmedya diyalektiği devreye girer. Nasılsa milletin büyük bir çoğunluğu doğuştan ordu mensubu ve milletin büyük bir kısmı medyanın ne kadar güçlü ve vatanperver olduğunu öğrenmiştir artık. Hizaya gelmeyenlerin ıslahı, devletin ve kutsal iktidarın bekası için en büyük şarttır. Bu ülkede, bütün bu ulvi emirlerin kutsandığı, kitlelere sunulduğu ve durmadan meşrulaştırıldığı yer, iktidarların ileri müfrezeleri olarak konumlandırılmış medyadır.
Özerk Medya Odakları Şart Neredeyse bütün tarihi savaşların ve kıyımların tarihi olan, 'her tarafımız düşmanlar tarafından kuşatılmıştı ve hala kuşatma altındayız' paranoyasıyla korkutulan, ürkütülen ve içine kapanmaya zorlanan insanların ülkesidir Türkiye. Dışarıdan bakan birinin rahatlıkla 'Düşmansız bir
Kent ve Toplumsal Yaşam Evin GEZER 12.12.2014 gün yaşayamazlar' diyebildiği, şaşkın ve koordinatlarını yitirmiş kitleleri daha da uyuşuk ve hantal yapmanın en iyi ve en zahmetsiz yöntemi, en sıra dışı şeyi bile sıradanlaştırılmış seyirlik âlemlere dönüştürmektir. Sıradan olanı abartılı bir tarzda sunup sıra dışı olanı arka plana iterek bilinci şoka uğratmak ve bütün bunlardan sonra kafası iyice bulandırılmış geniş kitleleri, hiçbir soru sormadan bakan boş bakışların toplumu haline getirmek adeta Amerika medyacılığının gizli oda toplantı
Tutanaklarından sızmıştır bu ülkeye. Makyavelli'nin prenslerini aratmayan Türk medya prensleri cambazlığın ve hilenin bin bir türlüsünü öğrenmişlerdir. Bu ülkede medya kışkırtıcıdır, provokatördür; ötekileştirir, insanları tuhaf bir hipnozun içinde benzeştirip yok edebilen, pervasız ve savurgan bir zorbanın işlevini üstlenmiştir. Bu zorbaya karşı durmanın en iyi yolu alternatif, özerk medya odakları yaratıp her birini toplumsal bir direniş noktası haline getirmektir. Çağla Şikel' in geçirdiği estetik bir operasyonun, bu ülkede sadece bir hükümet döneminde yapılmış iki bin operasyondan çok daha önemsiz olduğunu insanlara anlatabilecek, Fatmagül'e işlenilen suçların bu ülke tarihindeki yerinin bir çocuğa tecavüz etmiş onlarca devlet erkânının ve bürokratının günah hanesinden çok daha düşük bir yerde olduğunu, hatta bunların asla kıyaslanamayacak durumlar olduğunu insanlara anlatacak, alabildiğince gür sesli bir ses! Bu ülkenin tıkanan zihinsel kanallarını açabilecek bir çığlık! Devlet primleriyle, sonsuz sayıda yalan dolanla ve alabildiğince malzemeden çalarak diktiği büyük apartmanları küçük bir depremde yüzlerce insana mezar olan patronların değil, bu büyük ve total saldırıya rağmen, insani malzemesinden çaldırmamış onurlu insanların yönettiği bir alternatif toplumsal ve demokratik bir basın yayın anlayışı. Yoksa bu cinnet arenasından çıkış yok! *
''yiğidim askere gitti geldi, yine eski eşek (hal)''
HETEROTOPYA, PİPO ve TOWER OF DAVID ‘’ Bir şeyi tanımlamak ve ya onu isimlendirmek, tanımlanan şey üzerine iktidar kurma eğiliminden kaynaklanır.’’ J.ZERZAN Zerzan, ‘şey’ lerin tanımlanmasının, onlar (şey’ler) üzerinde hâkimiyet kurmaya, iktidar sahibi olmaya ve bu süreç içerisinde (hâkimiyet kurma, iktidar sahibi olma süreci) belki de mülkiyet hakkı kazanma amaçlı olduğunu söyler. Bu isimlendirmelerin, şey’ lerin birbiriyle karışmaması için olduğunu savunanların olduğunu varsayarsak ki var olması muhtemel, bunların üzerinde hâkimiyet kurmasıyla ilgilidir. Genel olan üzerinde hâkimiyet kurmak zordur. Doğru orantılandığında özele indikçe sınırları daraltıp hâkimiyet kurmak, çok daha kolaydır. Taş kelimesi bize sert, soğuk, çeşitli boyutlarda, düzensiz bir geometriye sahip ve farklı renkleri olan nesneyi hatırlatır. Aslında taş denildiğinde akla gelmesi gereken taşın varlığının ‘ne’ (şey) olduğudur. Onu tanımlamak, gözle gördüğümüz taşın varlığıyla oynamaktır. Yani taşı sadece sert bir nesne dışında görememektir. Yukarıdaki tanımlamalar ve belki de henüz bulamadığımız, kelimelerle anlatamayacağımız birçok imge düşer aklımıza. Temennim o ki umarım bu imgelerin kelimelere dökülmemesi. Buna karşılık ‘Bazalt Taşı’ dendiğinde ise zihinlerde beyaz ya da siyah, sert ve sıcak tutan birkaç tanım dışında bir şey gelmez. Bu ‘Bazalt Taşı‘ nı ‘şey’ olmaktan çıkarmak da ve kendisine biçilen bu sınırlamadan (adı geçtiğinde insan aklına ilk gelen özelliklerinin çizildiği ve bu sınırlamanın dışına çıkamadığı düşünce ) dolayı dışardan müdahaleye açık bırakmamakta ve buda sınırlandırmayı getirmektedir. Tanımsızlığın olduğu bir dünya elbette ki zorlukları beraberinde getirir. Burada anlatmak istediğim aslında tanımsızlığı savunmak değil. Tanımlamaların, ‘şey’ leri öz olarak yani tam olarak kendisini karşılamadığıdır. Karşılanmadığı ve karşılansa bile öze aykırı olduğuna inandığım bu tanımlamaların ortadan kalkması gerektiğine inanıyorum. Foucault’un ‘Bu Bir Pipo Değildir’ kitabında bu sorunsallık ele alınmıştır. Kitap kapağında ki resimde (Renée Magritte 1898-1967) görünen ‘şey’e pipodur demek kadar resmin pipo olmadığını söylemek de pekâlâ mümkündür. Resmin pipo olmadığını söylemek herkesin uyduğu ve beyninde sınırlandırdığı tanımlamaların ve herkesin gördüğünün dışına çıkmaktır. Bu, bitki adlarını sıralamalar yaparak konuşulan dilin dil kurallarını ve yine o dili düzene sokmaya çalışan, düzeltmeye çalışan gramerin yerle bir edilmesi gibi. Ortaya çıkan bu kadar farklılıkların bir araya nasıl geleceği, bunların arasında oluşan ahenksizliği ve düzensizliği, hangi yer kabul eder diye sorduğumuz da Foucault’nun ütopya ve heterotopya tanımları gelir aklımıza. Foucault, bu yeri ilk önce ütopya diye tanımlasa da bu onu
ikna etmez. Çünkü ütopyalarda her şey belli bir düzen ve ahenk içindedir. Tıp eğitimi almış olan Foucault, bahsedilen yer için heterotopya tanımını getirir. Heterotopyanın çıkış noktası tıp literatüründe ki ‘vücudun bir parçasının ya da bir organının normal yerinden farklı bir yerde bulunması’ nı tanımlayan heterotopi tanımıdır. Heterotopya; ötekiliğin yeri ve mekânıdır. Bu mekânın dışında kalan mekânlarla kurduğu farklılık ilişkisidir onun ötekiliği. Bir kültürün içinde ya da kültürler arasında kuraldan sapanların, aykırı ve uyumsuz olanların ötekiliğidir onunkisi. Ve ya bir metnin içine sızan ve bildik krallarla dizilmiş bir sözdizimini darmadağın eden bir ötekiliktir. Heterotopya gerçeğin ve görünenin ta kendisidir. Heterotopya tanımı Foucault’un1960’larda ilk defa gündeme getirdiği ve 1966’da yayınlanan ‘’Kelimeler ve Şeyler’’ kitabında konu aldığı terimdir. Kavramın mimarlık söylemine girişi ise 1970’lerde Demetri Porphyrios, Manfredo Tafuri ve Georges Teyssot gibilerin metinleriyle olmuştur. Foucault’un ‘Öteki Mekânlara Dair’ inde heterotopya ve ütopyanın ayrımını açık bir şekilde yaptığı görülür. Ve yine bu metin de heterotopyaların altı karakteristik özelliği irdelenir. Bu özelliklere birkaç örnek vermek gerekirse; kutsal ve yasak yerler, hapishane, huzur evi, tiyatro, müze ve mezarlıklar. En mükemmel örneği ise gemidir. Kimse birbirini tanımaz. Aynı mekânı paylaşan, farklı amaçlara hizmet eden, herhangi bir iktidarın tekelinden bağımsız kendi kurallarını (bu kurallar kendiliğinden oluşan bir ahenkle ortaya çıkar) ortaya koyduğu ve o mekanı paylaşanların hiçbirinin hiçbiriyle yakınlık ilişkisi ya da tanıdık olmadığı yerlerdir bunlar. Bu tanımlamalar aslında fark etmeden düzensiz bir ahenk oluşturmuştur. Tanımda bahsedilen ahenksizlik ve düzensizliğin, iktidar kavramına tamamen ters düştüğü için kullanıldığı düşünülebilir. Asıl ilginç olan Foucault'nun ortaya attığı bu tanımın genel olarak iktidar analizlerindeki karamsarlığa ters düşmesi. Foucault, iktidardan kaçış olmadığını ve iktidar ilişkilerinin dışında olunacak herhangi bir yerin söz konusu dahi olmadığını savunur. Ama ortaya çıkardığı heterotopya da; iktidarın sınırları içinde ama onun dışında ki öznelerin (ki heterotopyayı oluşturan öznelerdir bunlar) iktidar ilişkilerini yıkıp tersyüz ettiği mekânsal kurgular(ı)dır. Sonuç olarak bu mekânsal kurgular, iktidarın oluşturduğu ama bu iktidardan bağımsız gelişen bir mekânsal kurguyu ortaya çıkarır. Foucault’un ‘Öteki Mekânlara Dair’ inde heterotopyalar için verdiği örnekler (mezarlar, huzurevleri, hastaneler, gemiler… vb.) , günümüz dünyasında var olmaktadır. Bunların dışında var olan başka mekânlardan da bir çok örnek verilebilir. Bu örneklerden biri de Tower Of Davıd’dir. Tower Of Davıd Caracas da (Venezuella) finansal bir kuruluş için yaptırılması planlanan, yatırımcısı olan David Brillembourg tarafından mimar Enrique Gomez’e yaptırılan kırk beş katlı gökdelendir. Yapımına 1990’da başlanılmış, 1993’de yatırımcının ölmesi ve Venezuella’ nın yaşadığı ekonomik kriz sonucu devlet tekeline geçmesi, hemen ardından inşaatının yarım
kalmasıyla gündeme gelmiştir. Yapının ilk altı katı lüks bir otel olarak tasarlanmış ve tamamlanan tek bölüm burası olmuştur. Bina günümüzde de hala 1993’den 2007’ye kadar bırakıldığı gibi yarım inşaat halindeydi. Caracas’ın 2007’de komşu ülkelerden ve taşradan yaşanan göçler sonucu nüfusu fazlalaşması kentin konut sıkıntısını ortaya çıkardı. Şu gerçeği de göz ardı etmemek gerekir ki konut sıkıntısı olmasa dahi, göç ile gelenler konut alacak durumda ki insanlar değillerdi. En ucuzundan bir yer bir mekân edinme çabasındaydılar. Ve göç eden hiç kimse düzeni bozma amaçlı gelmemiş, yaşamlarını daha iyi bir koşulda devam ettirmek için göçmüşlerdi. 2007 de başlayan bu göç dalgasıyla gelenler, yaklaşık on dört yıl boyunca boş olan ve kullanılmayan Tower Of Davıd’i keşfetti. Burası onlar için idealdi. Şehrin göbeğinde, kira ya da herhangi bir fatura derdi olmadan yaşayacaklardı çünkü. Nitekim öyle de oldu. Günümüzde hala devam eden göç dalgasıyla birlikte, Tower Of Davıd de en son sayımda 750 aile ve bu ailelerin toplamı yaklaşık 3000 kişinin yaşadığı saptanmıştır. Burada ki insanların akraba ya da tanıdık olmadığı, çeşitli yerlerden buraya geldiklerini ve birbirleriyle ilk defa burada karşılaştıklarını, yapıyı araştıran ve üzerinde çalışma yapan Angela Bonadies ve Juan Jose tarafından belgelenmiştir. Bonadies ve Jose’un yapıyı ‘güncel bir heterotopya’ olarak tanımlaması Foucault’un tam olarak tanımladığı heterotopya ya denk gelmektedir. Birbirleriyle daha önce hiç tanışmamış insanların aynı mekânı, tamamen rastlantılar sonucu paylaşması ve aralarında belirledikleri kurallara uymaları, Foucault’ un iktidar analizlerine ters düşmektedir. Öznelerin herhangi bir tanımlamadan ve iktidar anlayışından uzak tutulması, ya da bunların olmaması bazı çevreler için sadece kaosu getirir. Ama eğer bu yaşanan tanımsızlıklar ve iktidarsızlık anlayışı Tower of Davıd deki gibi yaşanıyorsa, kaosun burada olduğunu savunanlara Arjantinli Mimar Massimiliano Fuksas’ın İstanbul ile ilgili röportajında, yine İstanbul ile ilgili söylediği cümleyi hatırlatmak gerekecek; kaos düzenlik değildir!
Evin GEZER 16/01/2013
sayfa 1
MARDİN’İ KAMUSAL MEKAN KULLANIMI BAĞLAMINDA DEĞERLENDİRME Kamusal mekan; bireylerin aynı anda çeşitli amaçlarla yada aynı amaçlarla bulunduğu ve paylaştığı fiziksel bölgelerdir. Kamusal mekanın bir fiziksellik dışında var olması imkansızken, kamusal alanın böyle bir sınırlaması yoktur. Kamusal mekanı, kamusal alandan ayıran sadece fiziksel koşullardır. Bu fiziksel koşulların başında meydanlar, AVM ler, parklar, sokaklar v.b. gelir. Kamusal bir mekanda bulunma halinin zorunluluk dahilinde olmaması gerekir. Dinlenmek için sadece parkta oturulmamalı. ''Ama bunun için parklar yapılır.'' denildiğinde bu bir zorunluluğu ve hemen ardından kamusal mekanın otoritesi ile çatışmalı bir diyaloğu ortaya çıkarır. İşte bu çatışma başladığı an, o mekan da var olma gerçekleşir. Çünkü, kamusal mekanda bir görünürlüğe sahip olunmalıdır. Kamusal mekanı, 'kamusal mekan' yapan tam olarak da bu olmalıdır. Bu kimi zaman çatışmayla, kimi zaman diyalogla kimi zaman da bu çatışmalar sonucu çıkan diyaloglarla gerçekleşir. Bu bağlamda Mardin'i ele aldığımızda şunları söyleyebiliriz; Mardin de kamusal mekan denildiğinde akla ilk gelen parklar olur. Başka bir alternatif yoktur çünkü. Sokak da bir kamusal mekandır ama Mardin de kaldırıma oturamazsınız çünkü kaldırımlar otopark olarak kullanılır. Boş kaldırımlara oturduğumuz yada kaldırım kenarında ki herhangi bir duvara yaslanıp beklediğimiz de, o alanı yürüyerek kullananların tuhaf bakışları altında kalırsınız. Bunu da Mardin'in alışkanlıkları dışında değerlendirirler ki, değişimden korkan bir çok toplum gibi, Mardin de değişimden korkar. O kaldırım yürümek içindir, o duvar parsel sınırıdır çünkü. Kamusal mekan kavramı; kamu, kamusallık ve kamusal alan kavramları gibi çoğullaşma imkanı üretir ki bu,kamusal mekan kavramına anlam kazandırır. Mardin de bulunan AVM ler de bir çeşit kamusal mekan olarak görünür. Kamusal mekanın tahribinden ''Kamusal İnsanın Çöküşü'' kitabında söz eden Rıchard SENNETT, modern mimarlıktan önce kamusal mekanlarda kamusal insanların var olduğunu, kamusal mekanın modern mimarlıktan sonra çöktüğünü ve bu insanların artık diyalog kuramadığını bu yüzden de kamusal mekanın modern mimarlıktan bu yana olmadığını söyler. SENEETT' e şu konuda katılmak mümkün; kamusal insan tanımı, kamusal alanda ki insan tanımına eş değer ise, yani hem entelektüel hem de fiziksel paylaşımlar gerektiriyorsa, kamusal mekan ölmüştür. Bu düşünce kamusal mekanda görünürlüğü yani olması gereken diyaloğu da kanıtlar niteliktedir. Mardin de bulunan AVM ler söz konusu olduğunda alışveriş dışında paylaşılan sinema,
konser ve çeşitli söyleşilerin olduğu mekanlar kamusal mekan olarak nitelendirilebilir. Yalnız bu sosyal faaliyetler alışveriş faaliyetiyle kıyaslanamayacak kadar az ise buraya kamusal mekan demek, kamusal mekan tanımını eksik bırakır.
sayfa 2
Ötekiyle kurduğumuz diyaloğu mekanların belirlememesi, bu tür sınırların yada normların dışında ''olağan'' haliyle var olması gerekir. Diyalogu kurup kurmamamızın sebebi mekanların var olması yada olmaması değil. Diyalog bir toplumsallık alanı içinde kurulur yada kurulmaz. Bu toplumsallık alanı tanımlanıp kısıtlanmamalı. Toplumsallık alanı dediğimiz yer, paylaşılsın yada paylaşılmasın her mekan olabilir. Görünürlük var olmasa bile bir yazarın kitabını okurken, okuduğunuzun eleştirisini yapabiliyorsanız o toplumsallık alanına dahil olmuşsunuz demektir. Dijital dünya içinde aynı şey söz konusudur. Ne yazık ki Mardin de dijital dünya ile kurduğunuz ilişki, SENEETT' in bahsettiği kamusal mekanın ölmesiyle benzer özellikler taşımakta. Öteki ile diyalogların gerçekleşmesi için getirilen sınırlamalar günümüz de bir çok yerde olduğu gibi Mardin de aynı sınırlamalarla söz konusudur. Son dönem Mardin de kamu alanında gelişmeleri tetikleyen, kurulan üniversite ve gelen turist sayısıyla ilişkilendirilebilir. Bu unsurların ortaya çıkardığı ihtiyaçlardan dolayı, kamusal mekanlar çoğalmıştır. Kamusal mekanların çoğalması, ötekiyle kurulan diyalog, kamusal alanı da kişisel bazda genişletmiş ve çoğaltmıştır. Gittikçe büyüyen bir kamusal alan oluşmakta. Bunu sosyal anlamda olduğunu söylemek yerinde olur. Oluşan bu sosyal ağırlıklı kamusal alan ağaç gibi düşünebilir. Her gün daha çok büyüyen bu ağaç ötekiyi daha çok yakınlaştırır. Kültür, dil, yaşam tarzı, mimarlık, sosyoloji bu ağacın dallarından sadece bir kaçıdır. Kamusal mekanın, kamusal alanı doğurduğuna buradan ulaşılabilir. Mardin'in bu yaşanan diyaloglardan önce kapalı bir kültür yapısı olması, küçük bir yerleşim yeri olduğu için herkesin birbirini tanıması ve ötekinin yokluğu, bu sosyal ağırlıklı kamusal mekan oluşumunu pek de gerekli kılmamıştır. Günümüz de ise Mardin de var olan kamusal mekanlar, yukarıda saydığım nedenlerden (üniversitenin kuruluşu,turistik bir yer olmasından dolayı ziyaretçilerin çoğalmasından) dolayı yetersiz kalmaktadır.
Evin GEZER 19/05/2013
Anayaso şiiri Gul, gurban olduğum Hökümet Baba! Baa bir alfabe veremez miydin? Gara dağlar gar altında galanda Ben gülmezem Dil bilmezem Şavata'dan Hakkari'ye yol bilmezem Gurban olam, çaresi ne, hooy babooov? Bebek yanir, bebek hasda, bebek ataş içinde Ben fakiro, Ben hakiro Dohdor ilaç, çarşı bazar tam - takiro Gurban olam bu ne işdir hooy babooov! Çoçiğ ağliir, çoçiğ öliir, geçit vermiy Zap suyu Parasizo, Çaresizo Ben halsizo, ben dilsizo, şeher uzah, yolsizo Bu ne haldır, bu ne iştir hooy babooov! Gara dağda, gar altında ufağ ufağ mezerler Yeddi ceset hetim hetim Zap Suyunda yüzerler Hökümata arz eylesem azarlar Ben ketimo Ben hetimo Ben ne biçim vatandaşım hooy babooov? Şavata'tan Angara'ya ses getmiir Biz getmeğe guvvatımız hiç yetmiir Malımız yoh Yolumuz yoh Angara'ya ses verecek dilimiz yoh Ganadımız, golumuz yoh Bu ne biçim memlekettir hooy babooov? Yerin, yurdun adresesin bilmirem Angara'da: Anayasso! Ellerinden öpiy Hasso Yap bize de iltimaso Bu işin mümkini yoh mi hooy baboov?
Şemsi Belli Yazar, 1925 de Malatya da dünyaya geldi. 1956 yılında Ankara Hukuk Fakültesini bitiren BELLİ, avukatlık dışında çeşitli görevlerde bulundu. Gazeteci, yazar, edebiyat öğretmeni ve aynı zamanda bir şairdi. Yazarın ilk şiiri 1939 yılında Maceralar Dünyası Dergisin de yayımlandı. İlk şiirlerinde Halk Şiiri geleneğini gösteren BELLİ, daha sonra serbest şiire yönelmiştir. Siyasal taşlamaları da olan Şemsi Belli, 1968’den sonra toplumcu gerçekçi akım içerisinde değerlendirilebilecek biçimde, ancak onlardan farklı olarak, yerel ağız özellikleri gösteren kırsal şiire yöneldi. Bu dönemin en ünlü şiiri Anayasso’dur. 1968 yılında yayımlanan bu şiir ile ülkenin doğusunda mahrumiyet içinde yaşayan insanları gündeme getirerek büyük ilgi uyandırdı. Şiirleri İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Arapça ve Azeri Türkçesine çevrildi. 1968 yılında, Trabzon Devrim Ocağı'nın 6.kuruluş yıl dönümü kutlanırken bir şiir yankılanır. Adelet partililer bu şiiri komistlerin yaptığını öne sürerler. Sonra şiir sahibinin Şemsi Belli olduğu anlaşılır. … Anayasso şiiri 68 rüzgarının tüm dünyayı olduğu gibi Türkiye’yi de sardığı bir dönemde yazılmış. Tıpkı ‘toplumcu gerçekçi’ olarak adlandırılan dönemin diğer şairleri gibi Şemsi Belli’nin şiiri de aynı rüzgardan beslenmiş. Aynı dönemde Ataol Behramoğlu, Süreyya Berfe, Nihat Behram ve Refik Durbaş gibi isimler bu gruba eklenebilecek diğer isimler. Toplumcu gerçekçi olarak adlandırılan bu şairler ortak bir özellik olarak şiirlerini gür bir sesle, toplumun sözcülüğünü yapma-toplumun tarafında olma düsturuyla söylemişlerdir. Sosyalizm ideali, düzen karşıtlığı, devrim umudu, direngenlik, geleceğe inanç bu şiirlerin başat seyrini oluşturmuştur. Kaba hatlarıyla özetlediğimiz bu dönem şiiri bir yanıyla halk edebiyatının söyleyiş biçimlerinden yararlanıyordu. Ancak bu söyleyiş, şiirlerde sadece birer motif olarak yer alıyordu. Yani halk edebiyatının söyleyiş biçimlerinden ziyade Sovyet şiiri ve Fransa edebiyatı ile bir temas söz konusuydu. Nazım Hikmet faktörü belki de bu durumun bir etkeni olarak okunabilir. Anayasso tam da bu noktada dönemin diğer toplumcu gerçekçi şiirlerinden ayrılıyor. Şiirde kullanılan dil tamamen halk söyleyişiyle, yerel ağızla oluşturulmuş. Burada yerel ağızdan kasıt elbette Kürtlerin “kullandığı” Türkçedir. Şemsi Belli Hakkari’ deki köylüyü anlattığı şiirini Hakkari’deki köylünün kullandığı Türkçe ile oluşturmuş. Taşra yine taşranın kullandığı dille anlatılmış. Şiirin hem içeriği hem de ahengi bu dille oluşturulmuş. Anayasso şiirinin hem yazıldığı dönemde çok ses getirmesinin hem de bunca kalıcılığının esas sebebi kullanılan bu dil ve bu dille oluşturulan ritimdir. Yazıldığı dönemdeki onca taşra şiirinin arasından sıyrılması da yine bu dil ile ilgilidir. Şiirde kullanılan dil kurallardan ve dil bilgisinden azade bir şekilde, tamamen taşradakinin sesiyle yazılmış. Kullanılan hökümet, gara, gurban, yanir, hasda, dohdor, çoçiğ, vermiy, uzah, ufag, Angara, ganad, gol, öpiy gibi kelimeler taşra sesini oluşturmak için
duyuldukları gibi yazılan ve kuralları bertaraf eden kullanımlardır. Tabi bu noktada şiirin bu taşra sesini ne kadar iyi yansıttığı da sorulması gereken bir nokta. Yani duyulduğu gibi yazıldığını söylediğimiz bu sözler acaba ne kadar iyi duyulmuş? Şiir okunduğunda taşra dilini yansıtma daha doğrusu duyurma adına biraz abartıya ve zorlamaya girildiği anlaşılabilir.
Özellikle şiire konu edilen ‘taşra’da yaşamış bir kişi şiiri okuduğunda bu zorlamalar daha fazla kulak tırmalayıcı olacaktır. Bu durum da şiiri ‘taşra’yı anlatmaktan ziyade ‘periferi’yi anlatmaya doğru bir tehlikeye yöneltmiş. Tabi bu değerlendirme de “şairin iyi niyeti”ni görmezden gelen zorlama bir eleştiri olarak görülebilir. Ancak “taşra’nın dili”ni bilen ve duyan biri için de şiirdeki seslerin kulak tırmalayıcılığı görmezden gelinemez. Şiirdeki dil işte böyle iki uca dayanıyor: bir yanıyla onu dönemin diğer şiirlerinden ayıran, bugüne kadar ulaşmasını sağlayan bir dil kullanımı; bir yanıyla da dilin fonetiğinden haberdar olanlar için kulak tırmalayan, zorlama bir dil. … Anayasso şiiri içerik bakımından da dönemdaşlarından farklı sayılabilecek bir şiir. Dönemin gür sesli, isyankar ve cesur şiirinin yanında Anayasso sadece sitemkar bir şiir olarak kalıyor. Şiire umuttan çok umutsuzluk, isyandan çok sitem hakim. Bu da Anayasso şiirini toplumcu gerçekçi şiirden ayırıyor. Ancak elbette Anayasso şiiri sadece sitem eden sinik bir şiir olarak görülemez. Döneminde ve sonrasında yarattığı yankı bakımından toplumcu gerçekçiliğin esas amacı olan sesini duyurmayı belli başlı dillere çevrilerek ve döneminde yankı uyandırarak başarmış bir şiir.
Evin GEZER 12/11/2012
Ahmet Arif’in Hasretinden Prangalar Eskittim Kitabına Taşra Merkezli Bir Bakış Taşra olgusu, gerçekliği görme ve ifade etmede temel ölçütlerden birisidir. Şiirde taşranın ifade edilişi, o şiirin nasıl bir görme biçimine sahip olduğunu da bir bakıma belirler. Bu çalışmada, şair Ahmet Arif’in (1968), tutuklandığı ve Ankara’da yaşadığı okul hayatı boyunca taşraya (Çukurova) olan hasretinden bahsettiği Hasretinden Prangalar Eskittim (HPE; 1968) kitabında taşranın nasıl görülüp ifade edildiği üzerinde durulacaktır. Söz konusu kitabın taşraya yaklaşımında iki yönün öne çıktığı ileri sürülebilir. Bu yönlerin merkeze göre “yakın taşra” ve “uzak taşra” olduğu gözlemlenmektedir. Bu çalışmada da her iki yön “1. HPE’de Yakın Taşra” ve “2. HPE’de Uzak Taşra” ara başlıkları altında ele alınacaktır. 1. HPE’de Yakın Taşra Edebiyatta merkez olgusu, son yıllarda tartışılan konulardan biridir. Bu anlamda İstanbul’un, Türk edebiyatının merkezi olmaya devam ettiği yönünde ortak bir düşünce söz konusudur. Merkeze göre tarif edilen taşranın tek yönlü olmadığı, taşralar arasında da farklılıklar bulunduğunu ileri süren Selim Temo’ya göre yakın taşra, Marmara ve Ege bölgeleridir (Temo, 2011: 55). Arif’in HPE’in de iki farklı taşra olduğu ileri sürülebilir. Bu anlamda HPE’ de yakın taşra için kullanılan imajlara bakıldığında, doğum, bebek ve doğayı kişileştirme temalarının baskın olduğu görülmektedir. 19 şiiri ve dört şairin Arif ve kitabı için yazdığı makalelerden oluşan HPE’ deki 3 şiir, anlatılan duygu ve olayları itibariyle yakın çevrede geçmektedir. Bu şiirleri sayfa sıralarıyla şöyle göstermek mümkündür: “Karanfil Sokağı” (3), “Merhaba” (14), “Uy Havar!” (59) Ahmet Arif’in Hasretinden Prangalar Eskittim kitabında yakın taşranın çoğunlukla doğum,bebek ve doğa temalarıyla işlenmesi, söz konusu çevrenin Türk şiirindeki yaygın anlatımın yanında farklı bir anlatıma da uygunluk gösterir. Gerek doğa, gerekse insan anlatımlarında doğayı kişileştirirken ya da doğum ve bebekten bahsederken çoğu zaman öfkeli, bunun yanında çok nazende dizelerde kullandığı görülür. Dizelerinin bir çoğunda ‘kar’ ı kullanması hem taşraya olan özlemini anlatmak da, hem de yaşadığı hüznü ‘kar’ ifadesiyle bütünleştirir. Şiirlerinde daha çok doğal mekânların kullanıldığı ve onların anlatıcının duygularına vesile olurken, görünür oldukları da gözlemlenmektedir. Yukarıda da görülebileceği gibi HPE, yakın taşranın bir tür özeti gibi anlaşılabilir. 2. HPE’de Uzak Taşra HPE’in, uzak taşra bağlamında kullandığı dil, halk dilinin ağıt, türkü ve masallarından beslendiğini alenen göstermektedir. HPE’ deki 7 şiir, anlatılan duygu ve olayları itibariyle uzak çevrede geçmektedir. Bu şiirleri sayfa sıralarıyla şöyle göstermek mümkündür: “İçerde” (2), “Yalnız Değiliz” (8), “Vay Kurban” (38), ‘’Anadolu’’ (65), ‘’Leylim Leylim’’(71), ‘’Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi’’(81), ‘’33 Kurşun’’(91).
Haberin var mı taş duvar? Demir kapı, kör pencere, Yastığım, ranzam, zincirim, Uğruna ölümlere gidip geldiğim, Zulamdaki mahzun resim, Haberin var mı? Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş, Karanfil kokuyor cıgaram Dağlarına bahar gelmiş memleketimin… (Arif, 1968: 2) Anlatıcının burada konuştuğu taş duvar, demir kapı, kör pencere mahpushanede olduğunu gösterir. Kişileştirme yapığından yalnız olduğunu çıkarabiliriz. Görüşmecinin yeşil soğan göndermesi uzak taşrayla olan bağlantıyı anlatmaktadır. Dr. ERGÜL’ ün kitabında bahsettiği (bknz; kaynakça) uzak taşranın dağlık bir alan olduğu bilinmekte ve neredeyse tüm uzak taşra şiirlerinden dağlardan yüce, heybetli olarak bahsedildiği görülür. Yukarıda ki şiirde ‘dağ’ kavramı gerçek anlamda kullanılmış ve hayalinde kalan ‘dağ’ imgesinin bahar ayında yeşeren dağ imgesi olarak kaldığı, uzak taşranın huzurlu, umut dolu olduğunu hissettiğini gösterir. Dağı görmemesine rağmen bahar ayı olduğunu tahmin etmesini gösteren dize cigarasının karanfil koktuğunu söylediği dizedir.
Sonuç; Ahmet Arif’in Hasretinden Prangalar Eskittim kitabı, taşra anlatımında tipik özellikleri tekrar ettiği gibi, özgün özellikleriyle de dikkat çekmektedir. Anlatmaya çalıştığı imgelerin aralarından geçiş yaparken kullandığı yol, bambaşka bir özgünlük kazandırdı. Bu çalışmada gösterildiği gibi HPE, hem uzak ve yakın taşralar arasında bir ayrım varsaydığını göstermiş hem de bu varsayımları tek mekânda değil, iki ayrı mekânda taşraya duyduğu özlemi dile getirirken yapmıştır. Bu iki ayrı mekânlardan biri üniversite eğitimini gördüğü Ankara, ikinci mekân ise, toplumcu gerçekçi olan ve neredeyse her şairin başına gelen mahpushanedir. Arif, Ceza Yasası’nın 141. Ve 142. Maddelerine aykırı eylem bulunma savıyla iki kez (1950,1952-1953) tutuklanmıştır. Şiirlerinin bir çoğu burada ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla HPE, taşranın farklı anlamlarını farklı mekânlar ve çevrelerde yansıtmıştır. Kaynakça Arif , Ahmet. (1968). Hasretinden Prangalar Eskittim. İstanbul: Everest Yayınları. Temo, Selim. (2011). Türk Şiirinde Taşra. İstanbul: Agora Kitaplığı. Evin GEZER 23/01/2013
………………………. ‘’ Bir şeyi görmem yeter, ona ulaşmayı bilmem için; bunun sinir mekanizmasında nasıl gerçekleştiğini bilmesem bile. Devingen vücudum, görünür dünyadan sayılır, ona dahildir ve bu yüzden ben onu görünürde yönetebilirim. Ayrıca, görüşün harekete asılı olduğu doğrudur. Ancak baktığımızı görürüz. Gözlerin hiçbir hareketi olmasaydı görüş ne olurdu ve onların hareketi şeyleri nasıl karıştırmazdı, eğer bu hareketin kendisi refleks ya da kör olsaydı, eğer bu hareketin antenleri, açıkgörürlüğü olmasaydı, eğer görüş bu harekette kendinden önce gelmeseydi? Bütün yer değiştirmelerim ilke olarak karşımdaki manzaranın bir köşesinde bulunurlar, görünürün haritasına taşınırlar. Bütün gördüklerim ilke olarak ulaşabileceğim bir yerdedir, hiç değilse bakışımın ulaşabileceği bir yerde, ‘’yapabilirim’’ in haritasında saptanmış olarak. Haritaların her ikisi de tamdır. Görünür dünya ile devinme tasarılarımın dünyası aynı Varlık’ın bütüncül bölümleridir.’’ ……………………………… Göz ve Tin (Maurice Merleau – Ponty)
GÖREN ve GÖRÜNEN Göz, varlığın aynasıdır... Varlığı ilk bilen gözdür; gözün sinir sistemi ve beyinle olan ilişkisini hiç bir zaman bilmesek bile gözümüzde canlanan şey düşüncenin kendisidir aslında. İnsanın bedensel varlığı aslında görünümler dünyasının dışında değildir çünkü insan ancak kendini görerek kendi gerçekliğini tanıyabilir ve kendi varlığı üzerine düşünce üretebilir. Görüş ve bütün görme biçimleri hareketin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bizler ancak baktığımız şeyin zihnimize vuran izdüşümü sayesinde görebiliriz ve görme yetisi oradan düşünceye akan bir dizge gibi çalışır ve zamanla düşüncenin kendisi haline gelir. Yerinden oynamayan ve nesneyi değişik açılardan göremeyen bir gözün gözlem yapabilecek ve görüş üretebilecek bir potansiyeli olamazdı. Sabitlenmiş bir görme tarzı dondurulmuş bir perspektiftir. Bizler doğayı ve evrendeki tüm varlıkları hareket eden bir göz ve görüş sayesinde bilebiliriz. Göz gördüğü varlığa kendini dâhil eder ve görüntüyle birlikte bir görüş biçimine dönüşür. İnsan gördüğü sürece ulaşabilirlik sınırlarında gezinir, yapabilirlik sınırı görme sınırıyla ilintilidir. Gördüğümüz evren ile gözün ve varlığın hareketi aynı varlık alanında birbirini besleyen ve birbirini destekleyen iki canlı hareket ve görüşü yaratır. Bu noktada görüntü ile hareketi birbirinden ayırmak görüş dediğimiz durumu tamamıyla ortadan kaldırır... Göze düşen görüntü ile görüntünün zihindeki yansıması ancak gözün hareketiyle mümkündür. Hayatı devindiren ve düşünceyi üreten merkezi mekanizma bu hareketten beslenir... EVİN GEZER 13/04/2013
İKİ! İLLE DE İKİ DE BİR Alışık olduğumuzun, alışık olmadığımızla yer değiştirdiği 2.Mardin Bienali, sanatçıların iki yılda bir ortaya çıkardığı ve uluslararası sanat camiasında pek bilinmeyen sanat ürünlerini sergileme amaçlı devam etmekte. Bienallerin amaçları arasında yer alan ‘Doğu’ yu ve Batı’ yı Birleştirmek’ kavramının, pozitif ayrımcılığa girdiğini ve eğer sanat alanında bir şeyler yapılıyorsa bunun yerine ‘Dünya Halklarının Kucaklaşması’nın getirilmesi daha çok anlaşılır. Çünkü burada algılanan şey Doğu’nun Batı’ya göre ‘ÖTEKİ’, Batı’nın Doğu’ya göre ‘ÖTEKİ’ olarak görülmesidir. Eğer coğrafyadan bahsetmiş oluyorsak evet Doğu ve Batı kavramlarını kullanabiliriz. Ama söz konusu insan buluşması ve paylaşımı ise kavram karmaşasına girmeden de bunu halletmek pekala mümkündür. Ve bienaller de en çok kullanılan ‘Evrensel Buluşmalar’ , bahsettiğim kucaklaşma anının yarattığı dinamizmden dolayı bu ayrımı en az hissedilir dereceye getirdiği de su götürmez bir gerçektir. 2. Mardin Bienali kapsamında kullanılan mekanların bazen bir kıraathane, bazen bir berber bazen de bir konak olarak seçilmesi bize bu alışık olmadığımız belki de hiç gitmediğimiz mekanları yaşama, bu mekanların havasını soluma olanağı sunmakta. Az önce belirttiğim ‘alışık olduğumuzun, alışık olmadığımızla yer değiştirdiği’ hissi tam da bu mekanları gezerken yaşıyor insan. Kıraathanelerin sadece önünden geçebiliyoruz. Berberler de hakeza aynı. Bienalin, tanımadığımız ve isimlerini Bienal dışında belki de hiç duymayacağımız sanatçıları tanımak yada onların eserlerini görme amaçlı olmadığına dair bir kanıt daha da böylece ortaya çıkıyor. Havasını soluyacağımıza inanmadığımız mekanlara girmek ve oraları yaşamak. Bu mekanlarda Bienal kapsamında bırakılan izleri gördükçe, bulmaca çözüyor hissine kapılıyoruz ilkin. Tüm izleri gördükten sonra dev bir bulmacayı çözmüş olacaktık ve bu inanılmaz heyecanlıydı. Belki de Bienalin en haz verici noktası buydu. Ama ne yazık ki daha 3. hafta olmasına rağmen bir çok mekana ulaşma sorunu yaşanması ve mekanlara kimse gelmediği için gösterimlerin kaldırılması bizde uyanan ‘’bulmaca’’yı ‘’bulma’’ hissini yok etti. Mekan seçimlerinin, Mardin’in sürekli kullanılan ortamlarından seçilmiş olması , Bienalin amacını da ortaya çıkarmış bulunmakta. Oda şüphesiz mekanlarda sergilenen eserlerin, o mekanlarda ortaya çıktığını yaşatma hissi ve bu bağlamda Bienali , Mardin’ in günlük yaşantısıyla özdeşleştirme amacı. En basitinden bir örnek vermek gerekirse ; Asi’ nin dükkanında sergilenen ‘’Ali KAYA’ nin Yatak Odası’’ sanki hep oradaydı. Ve gerçekten orada yaşayan bir Ali KAYA varmış gibi… Bu, yapılan etkinliklerin, dışarıdan gelen biri tarafından değil, hep o mekan da varolmuş yaşamış birinin yaptığını hissettiriyor. Böylece ‘Doğu’ ve ‘Batı’ ya da ‘yabancı’ terimleri ortadan yok oluyor. Mekanlara ulaşım probleminin temel sebebi olan ve aylardır süren Mardin 1.cadde alt yapı çalışmaları, Bienalin tek aksayan noktası diyebiliriz. Bahsettiğimiz bu ulaşım probleminden dolayı insanların mekanlara uğra(ya)maması, bir çok mekanda gösterimlerin kaldırılmasına sebep oldu. Yine bir çok mekan sahibinin kapılarına asması gereken tanıtım afişleri sökülmüş durumdaydı. Nedenini sorduğumuzda başlarda insanların azda olsa bir yoğunlukla geldikten sonra kimsenin artık uğramaz oluşu. Az önce belirttiğim gibi başlıca sebeplerden biri aylardır süren alt yapı çalışmaları. Yine bu yıl içinde 1-20 Haziran tarihleri arasın da yapılan Uluslararası Mezopotamya Sirk ve Sokak Sanatları Festivali, aynı sebeplerden dolayı gereken ilgiyi görmemişti.
Evin GEZER 15/01/2012
EŞİK’SİZLİK İnsanın toplumsal bir varlık olduğu ve toplumu oluşturanın ‘’birey’’* kavramı olduğu, bu normların dışında savunulan tezlerin tarihte ne denli hezeyanlara uğradığı bilinen bir gerçektir. Tarih içinde oluşan büyük olayların İnsanın niceliği ile değil niteliği ile gerçekleştiği bir önceki cümleyi kanıtlar niteliktedir. Sanat camiasında ‘insanın sayısallaştırılması’* kavramı, kurum ve kuruluşların gerekliliğini sağlayan önemli bir unsur olarak görülür. Bu da insanı bir Pazar aracı olmaktan öteye götürmez. Bir müze, gelen insan sayısı kadar önemli görünür. Büyük bir alışveriş merkezine gelen insan sayısı, alışveriş merkezinin kâr oranını belirler ve de gerekli olup olmadığını. Bu tür yerlerin açılması işleyişi tabiidir ki insan içindir. Ama yıllarca girilmeyen görülmeyen kültür mekanları da vardır. Bu mekanları insanlar ziyaret etmiyor diye gereksiz ya da önemsiz olarak görmek büyük haksızlıktır. Ayasofya’ya günlük ziyaretçi sayısı 2010 yılında ortalama 9042 kişi iken, yine 2010 yılında Mardin Kent Müzesi ve Dilek Sabancı Kent Müzesi’nin günlük ziyaretçi sayısı ortalama 273’dür. Bu veriler Ayasofya’nın, Mardin Kent Müzesinden ve ya Dilek Sabancı Kent Müzesinden daha önemli olduğunu gösterir ki bu varsayım ‘insanı sayısallaştırma’’ kavramını savunan kesimin düşüncesidir. Peki hangi kriter, kurum yada kuruluşun önemini belirler? İnsanı pazar aracı olarak görüp, üstüne bir de onu sayısallaştırmak mı? Kültürel mekanlarda dolaşmak, o mekanları ziyaret etmek alışveriş mekanlarını gezmekten daha sıkıcı gibi görünür. Buna kültürel mekanlara olan önyargı sebep olur. Mekana girerken sıkılmak yada gerilmek, mekanla ilgili tüm tarihi bilmek, sanat kavramıyla ilgili olmak gerekiyormuş gibi bir önyargıya sebep olur. Bu önyargının nereden nasıl geldiği konusunda bir fikir yok belki. Bu önyargıyı kırmanın en önemli yolu, o mekanları hiç bilmiyor olmak ve bunu öğrenmek için yani mekanı okuyup tanımak için gitmek. Kültürel mekanlara girerken oluşan rahatsızlıkların sebeplerinden biri de, takip edilme hissi. Sanat galerinde dolaşırken, etrafınızda dolaşıp sizden aslında merak ettiğiniz soruları sormak için bekleyen görevli, farkında olmadan (!) sizi rahatsız eder. Buna bir çok insanın olumlu baktığına ihtimal vermek zor. Ve yine bir çok insan farkında değildir belki, o mekanlarda ki ürünler izleyiciyle var olmaktadır. Yani sanat ürünün asıl sahibi onu görenlerdir. Yukarıda anlatılan rahatsızlıklardan olan EŞİK’lerden bahsetmemek olmaz. Sınır koyulan mekanlar da sınırlandırmanın getirdiği iticilik üzerine çok şey söylenebilir. Sınır kavramını hatırlatır EŞİKler. Yani ayrı olanı, sonu, ayrılmayı ve ayrılmayla gelen, sınırın ötesinde kalan ÖTEKİyi hatırlatır. Yada ÖTEKİ omayı. İşte bu EŞİKlerin olduğu yerde bu soğuk kavramlarla içiçe olmakla birlikte, kendinizde soğursunuz. Ama bu mekanlara girmek için bir eşik gerekiyor öyle değil mi? Eşik kelimesini dışarıyı ve içeriyi bağlayan kavram olarak da görmek mümkün. Bağdaştırıcı ve bütünleyici kavramlardan biri olan eşik kavramı ‘’Güvenlik’’ kelimesinin bitişmesiyle yine samimi olmayan bir kavram halini alır. Çünkü güvenlik tehlike için vardır. Bu, mekanın eşiğini sorunsallaştırmaktan başka bir işe yaramaz. *birey : Kendine özgü nitelikleri yitirmeden bölünemeyen tek varlık, fert; toplumları oluşturan ve düşünsel, duygusal, istençsel nitelikleri toplum içinde belirlenen insanların her biri, fert. *İnsanın sayısallaştırılması : insanın niteliği ile değil, niceliği ile önemli olduğu düşüncesi Evin GEZER 28/12/2012
MİMARLIK MI SOSYOLOJİDEN SOSYOLOJİ Mİ MİMARLIKTAN... Mimarlık ve sosyolojinin birbirini tamamlayan iki büyük kavram olduğu, bu alanlarda söz sahibi olan insanların inandığı en realist düşüncelerden biridir. Bu iki kavramın birbirini tamamlaması demek, birinin olmadığı zaman diğerinin eksik kaldığı anlamına gelir. Bu eksiklikler, kavramların iç içe geçtikçe, birbirlerine eklemlendikçe tamamlandığını ve yine bu kavramların birlikte kullanılmasıyla ortaya koydukları tezlere karşı yapılan antitezlerin savunulmasını güçsüz kılmaktadır. Bu iki önemli kavramın birbiriyle ilişki halinde olmasını gerektiren birçok alan vardır. Sosyolojide kullanılan araştırma yöntemlerini ele aldığımızda bu araştırma yöntemlerinin mimarlıkda da kullanıldığını, hatta mimarlığa dair araştırmalarda bu araştırma yöntemlerinin dışına çıkıldığında ihtiyaçlara cevap verilemeyeceği ve buna bağlı olarak sağlıklı veriler elde edilemeyeceği görülür. Bu bağdaştırıcı özellikler verilecek örneklerle biraz daha özele indirilebilir. Mimari projeleri tasarlama aşamasında ilk olarak yapılan saha tanıma yöntemi, seçilen sahadaki insan popülasyonunu araştırmasıyla başlanır yada birçok tasarımcı ilk önce bu yöntemi dener ki bence sağlıklı bir tasarım aşamasının en önemli başlangıç noktası da budur. Bu araştırma sahadaki insan popülasyonunun kültür ve günlük hayatın anlamına yine o popülasyonun alışkanlıklarına dair olmalıdır. Bu da bizi sosyolojide kullanılan etnografik araştırmalara yönlendirir. Biraz daha özele inersek MardinArtuklu Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nin geçen dönem, ‘Kızıltepe-Mardin yolu üzerinde küçük müdahaleler, eklemlenme’ konu başlıklı Mimari Proje 4 dersi kapsamında tasarlanan ve tasarlanacak olanın, orada yaşayan popülasyonun ihtiyaçları dahilinde olduğunu görürüz. İhtiyaçları belirlemek için bahsedilen sahada mülakat /bireysel görüşme tekniğini kullananlar olmuştur. Buda Nitel Araştırma yöntemidir ve sosyolojide belki de en çok kullanılan araştırma yöntemdi budur. Sosyoloji, mimarlıktan nasıl beslenir sorusuna gelince bunu da çok basit bir örnekle vermek mümkündür. Toplumların oluşumu, bireylerin yan yana gelmesiyle gerçekleşir. Bireylerin yan yana gelmesi ve toplumu oluşturması yaşanılacak mekanların oluşmasıyla görülür. Mekanların oluşması ya da oluşturulması (en ilkel çağdan günümüze değin) mimarinin var olmasıyla başlar. İşte burada mekanların insanlar için mi var olduğu, yoksa mekanlar olduğu için mi (ilkel dönemlerde yan yana olan mağaralarda yaşamaya başlayan ve orada küçük de olsa bir insan popülasyonun oluşması) insanın yan yana geldiği sorusu aklı kurcalar. Bu da başlıktan da anlaşılacağı gibi Mimarlık mı Sosyolojiden Sosyoloji mi Mimarlıktan sorusunu doğurur. Sonuç olarak, toplumu tanımayan bir mimarlığın var olması ve mimarinin toplum üzerinde yarattığı etkiyi dikkate almayan bir sosyolojinin gelişmesi, her iki kavramın da içi boş ve eksik kalacağına işarettir. Evin GEZER 18/11/2012