sey
başka türlü birşey
*işin içinden çıkamadım
kasım 2013 -ilk-
isim: şey dert: başka türlü bir şey
nasıl bir şey
5 . hikaye . kaan kurt 8 . deneme . gazi giray günaydın 9 . hikaye . muhittin özkan 20 . çizim . z. 21 . sinema . burak kaplan 25 . inceleme . hüsniye koç 30 . şiir . hanne ballı 32 . sinema . mehmet emre ünsal
azmettiriciler: a.s.ç kaan kurt z.
her şey ayrı yazılır. şey, boşluğun da yokluğun da varlığın da içindedir. şey kendinden başka her bir kelimeye referanstır ve bu ona yeni bir ifade düzlemi verir. şey tektir; şey çoktur. özgürdür, özgürleştirir: okuru ve yazanı (ve bir de çizeni). biz de şey’in içindeyiz. her şey’in. ayrı yazılan her bir şey’in. yazı okunduğunda gerçekleşir. okunduğu an’da o yazı vardır, o anda var hale gelir. dolayısıyla, yazmak eylemi de gerçekleşmek, var olmak içindir. --‘şey’ muğlak bir kelime. Hiçbir şey de ifade etmeyebilir, bir çok anlama da aynı anda gelebilir. bir ‘şey’ söyleme çabası, anlatmak çabası, yazmak eyleminin arkasındaki o tuhaf motivasyon; bizim şey’de bulduklarımız. ama şey zaten anlatmak isteyip anlatamadığımız her şey’dir.
hikaye
Öldüm. Boğaziçi Köprüsü’nde suyun ne kadar soğuk olabileceğini düşünüyordum önce. Dalgalara baktım. Düşündüm, buradan atlayacak kimbilir kaçıncı insan olacaktım? Kendimi bilmem kaç metre mesafeden suya bırakacak olmama rağmen ölmeme ihtimalim var mıdır, bunu düşündüm. Ne kadar derin olduğunu düşündüm suyun. Akıntıları, balıkları, diplerdeki yosunları, balıkçıların ağlarını, oltalarını, insanların çöplerini, gemi motorlarının köpüklerini, martıların unuttuğu simit tanelerini, martıları, martıların çığlıklarını, sandalları, sandalcıları düşündüm. Bu köprü yokken acaba intihar oranları daha mı düşüktü? Rüzgar esti, üşüdüm. Arkamda polis sirenleri, bir insanın ölümü nasıl olur, bunu izlemek ne kadar keyifli olur diye bekleşen insanlar, onların arkasında sabırsız insanların çıkarttığı korna sesleri, küfürler, kadınların çığlıkları, çocukların ağlayışları. Bir köprü intiharı için gerekli ögeler işte, hepsi bu. Gazeteciler yoldadır henüz, umarım geç kalmazlar. Güldüm, korktum sonra da. Denizin ne kadar soğuk olabileceğini düşündüm. Saçlarımı rüzgar arkaya doğru savururken durdum, tuttum sıkıca korkuluklara, yasal olarak intihar etmenin bir suç olacağını düşündüm dehşetle. Ölünce bundan kurtulabilirdim neyse ki. Yavaş yavaş bıraktım kendimi, önce sol eli5
mi bıraktım, hafifçe sallandırdım kendimi denize doğru. Rüzgar mıydı etkisini arttıran, yoksa bulunduğum pozisyondan dolayı mı öyle hissediyordum ben? Aşağı baktım, düşeceğimden korktum. Vücudumun aldığı şekil komik olmalıydı. Neden burada olduğumu düşündüm bir anda, çocuk gibi kaybolmuştum da İstanbulda, bula bula köprüyü mü bulmuştum bunun için? Rüyalardaki sıkışmışlıktı sanki yaşadığım. Kollarım gergin, polisler daha tedirgin, ikna etmeye çalışanlar. Önemli kişiler, takım elbiseliler, paralar, paralılar, sevgililer, akrabalar, anne, baba… Konuşmalar, polis telsizleri, emirler. Bürokrasi. Ne olacak acaba? Önce polis kaydı mı? Gözaltına alınamam. Ya ölmezsem? Şimdiden Sahil Güvenlik’i aramış olmalılar. Güzel, şatafatlı olmalı ölümüm, bütün herkes sarsılmalı, günlük gazetelerde çarşaf çarşaf fotoğraflarım basılmalı. Radyolar flaş haber olarak geçmeli. ‘’Talihsiz adam Boğaziçi Köprüsünden atladı, trafik yoğun.’’ Bunu duyan İstanbullu şoförlerin canı sıkılmalı. Hayatında ses getiremeyenler bari ölümlerinde ses getirmeli. ‘‘Trafik yoğun, talihsiz adam köprüden atladı’’ olmamalı mesela. Bir kaç yüz gördüm sonra yakınımda, tanıdıktı sanki, şu uzun saçlı genç kadın, elinden tuttuğu tatlı kız çocuğu sonra, bir de ağlayan ihtiyar. Dudakları hareket ediyordu hepsinin, gözlerini üzerime dikmişlerdi, duyamıyordum, rüzgar uğultusu. Tanıyordum da sanki bir yerden çıkartamıyordum, bıkkınlıkla vazgeçtim sonra uğraşmaktan. Yavaş yavaş bıraktım diğer elimi de, önce serçe parmak, sonra diğer parmak, diğer, diğer... Yüzme öğrendikten sonra ilk denize atlayış gibi olsun hadi,beton etkisi dedikleri şey gerçek mi acaba, su ne kadar derindi sahi, soğuk mu, rüzgar var 6
soğuktur, ne açıda düşeceğim, takla atacak mıyım düşerken, Yeşilçam filmlerindeki plastik mankenlerin inşaatın çatısından atlayışı gibi mi olacak yoksa, karnıma bir ağrı girecek mi, ya da bir gemiye tesadüf gelip hemen battaniyeye mi saracaklar beni, sıcak bir kahvede getirsinler ambulansta, sonra da polisler, gözaltılar. Su bütün bedenimi nasıl saracak, bu soruların cevabını merak etmeden insanlar nasıl yaşıyorlar bu arada, korkudan ölmedim çok şükür suya çarpmayı bekliyorum iştah ve zevkle, yukarıdakilerin paniği de yatışmıştır artık. -Oh, bu da öldü. Bir can daha azaldı dünyadan ve bize de yer açıldı. Trafik açılır yavaş yavaş, memur bey kendisini bekleyen ıvır zıvırı ve evine giderken alacağı yoğurdu düşünür, ağır adımlarla ilerler geri kalan kalabalıkta. İntihar vakası yüzünden mesaiye kalmak onu fazlasıyla yormuştur. Ben öldüm. Suya çarptım sertçe, balıklar, yosunlar, balıkçı ağları, çöpler. Çok çöp atmışsınız, yapmayın. Akıntı vardı doğrusu, gemilerin mazotları da dilimi ekşitti. Sürüklendim sonra, uzun sürmedi yolculuğum. Bir sahil kıyısına plastik bir şişe gibi vurdum, sonra işlemler başladı. kaan kurt
7
deneme
bizim cici oyunumuz
Taharet Musluğu Kullanma Kılavuzu sevgili oğuz abi’nin anısına,
üniversitemiz büyük bir oyun yeridir. bu oyun aleminde birbirimize bolca gülümsemeye, birbirimizin arkasından türlü türlü laflar etmeye bayılırız. hepimiz çok iyiyizdir. güzelim üniversitemizin çok daha muteber bir yaşam alanı olması için didinip dururuz. güzelliğiyle cennetten bir köşe olduğuna bütün kalbi duygularımızla inandığımız ilim irfan yuvamızı bilmeyen ve bilmek istemeyen cahillere, -onlar cahilde olsalar bunu bir görev bilerek-, daha iyi anlatmak için yarışırız. koskocaman bir aileyizdir. ailenin bütün fertleri birbirlerine karşı en derûni sevgilerini beslerler. yine de, aramızda tencereye kulp olamamış delikanlılar yok değildir. ailemizin şerefi ve onuru her bir şeyin üstünde olduğu için onların kabiliyetsizliklerini görmezden gelmeyi ve üstünü örtmeyi kendimize vazife sayarız. bir sabaha da gözlerimizi açmışızdır. bütün bıkkınlığımıza ve yorgunluğumuza rağmen ödevlerimizi yapmalıyızdır. sabah uykusunun sarhoşluğuyla önce kafamız karışık olsa da birbirimizi gördüğümüz ilk anda düştüğümüz gafletten kurtulur, karınca hikâyelerimizi yazıyormuş gibi yapmaya devam ederiz. gazi giray günaydın 8
hikaye
Evvel zaman içinde Devleti Aliyye’nin mümessilleri yapılan yenilikleri görmek ve onları uygulayıp çağa ayak uydurmak için Garp ülkelerinden birinin yolunu tutarlar. Münasebetlerin ortasında, olur ya insanlık hali, mümessillerin abdest ihtiyaçlarını gidermeleri gerekir. O ana kadar gördükleri farklılıklara artık alıştıklarını düşünen mümessiller helaya girdikleri anda beklemedikleri bir manzarayla karşılaşırlar. Karşılarında bildiklerinin aksine bir sandalyeye oturulurmuş gibi kullanılan bir hela vardır. Biraz korku ve biraz da merakla bu helayı kullanan mümessiller işlerini bitirdiklerinde etrafta maşrapa tarzı bir şey ararlar fakat bulamazlar. Etrafı meraklı gözlerle tarayan mümessiller bir tür musluk vanasıyla karşılaşırlar. Vanayı açan mümessiller hayretler içinde kalır. Belirli bir vakit geçtikten sonra Garplı mümessiller iadei ziyaret için Devleti Aliyye’nin yolunu tutarlar. Ziyaretin haberini alan Devleti Aliyye mensupları acilen mümessillerin rahat etmesi (ve aslında ne kadar modern olduklarını göstermek) için acilen oturmalı bir hela yapmaya girişirler. Garplı mümessiller gelene kadar helayı başarıyla bitirirler. Fakat onları hayretler içinde bırakan o musluğu nasıl yapacaklarını bilemezler. Akıllarına benzer ama bir o kadar da farklı bir şey yapma fikri gelir. Sonunda Garplı mümessiller gelir ve münsabetler başlar. Mümessillerin 9
helayı kullanma vakitleri gelir. Helada ihtiyacını gideren mümessil temizlenmek için vanayı açar. Vanayı açmasıyla birlikte ıslak bir el helanın arkasındaki duvardan girerek mümessilin kaba etini temizlemeye başlar. Mümessil bundan çok hoşlanır ve kahkahalar atarak vanayı tekrar ve tekrar açar. Tekrar ve tekrar… *** Madde 1- Vananın Yeri En çok neden nefret ederim bilir misin, diye sordu. Elindeki sigarayı hararetli bir şekilde içine çekiyordu. Tren istasyonun karşısındaki kafede oturup kahvelerimi yudumluyorduk. Hemen ileride katedral kasvetli gökyüzüne doğru yükseliyordu. Trenimizin kalkmasına bir saat vardı. Bu yüzden vaktimizi geçirmek için bir yere oturmaya karar verdik. Köln’de bir gün geçirmiştik. Bir gün gezmek ve diğer bütün işlerimiz için yeterli olmuştu. “Oturmuşsun. Tam ihtiyacını gidermişsin. Son yarım saattir bedenin orta kısmında yer alan rahatsızlık gitmiş, yerini muhteşem bir rahatlamaya bırakmıştır. Ama artık ayrılma zamanı gelmiştir. Çünkü hayat devam ediyordur ve hayatının çoğunu tuvalette oturarak geçiremezsin. Ne kadar rahat olsa da. Ve sağına doğru elini atarsın. Hiç bakmadan. Çünkü eminsin orada olduğuna. Fakat elin boşluk ve duvar arasında gidip geliyordur. Bir kez daha, bu defa emin olmak için kafanı çevirip kontrol edersin. Karşında hiçbir şey yoktur. Bir anlık panik hali bedenini kapsıyor fakat hemen duruluyorsun. Klozet kapağını açtıktan hemen sonra, yani oturmadan önce, orada duran küçük musluğu 10
gördüğüne eminsin. Başını sola çevirirsin çünkü artık tek ihtimal orası kalmıştır. Ve evet. Oradadır. Musluğun vanasını sola koymuşlardır. Kim musluğun vanasını sola koyar ki? Nasıl bir kafanın ürünüdür bu? Vana her zaman sağda olmalıdır. Bu, yazılmamış da olsa herkesçe kabul edilen bir kuraldır. Ama salağın biri gider o vanayı sola koyar. Bu beni acayip delirtir. İki dakika önceki rahatlamayı götürür. Tuvaletten sinir küpü “Bu olmadı. Üstünü çizdi ve son yarım saatteki dördüncü sigarasını yaktı. Çay, bardak ne kadar küçük olsa da, bir saattir bitmemişti. Soğuk çaydan bir yudum alıp boğazını temizledi. Mekan olarak Almanya’yı seçmesi hikayeye yardım edeceğine daha çok zarar vermişti. Dört gündür yazmakla uğraşmak ve işin içinden çıkamamak. Silip atmak en iyisi. Kalemi alıp üstünü çizmeye yeltendi ama sonra duraksadı. Üç sayfanın üstünü çizmek için çok üşengeçti. Son paragrafı çizmesi mantıksız geliyordu. Yarım kalmışlık hissiyatı. Ama belki de böyle daha iyidir. Bazı şeyler yarı… “Kapa çeneni. Ve anlatıcı rolüne girme. Bir şey düşünmeye çalışıyorum burada. Sen de başlarsan bu hikaye hiç bitmez. Bence iyi gidiyordum. İlk maddeyi bulmuşssun zaten. İki erkek, bir kadın. Çılgın bir parti. Kadın klozete eğilmiş kusuyor ve erkeklerden bir tanesi oldukları tuvaletin taharet musluğunun vanasının solda olmasının ne kadar gıcık bir şey olduğundan bahsediyor. Hafif mizah. Sadece senin aklında hayal edip güleceğin bir mizah tabii. “Siktir lan! Peki ikinci maddeye nasıl bağlayacaksın? 11
“Onu sonra düşünürüz. Zaten bugünlük tükendim. Tükenmiş. Güldürme. Yazmaya üşendim demiyorsun da. Böyle artist entelektüel cümleler kurma. Eninde sonunda yüz yüze bakıyoruz şurada. “O değil de konuşurken sesin bazen değişiyor. Başkasının sesi sanki benimle konuşuyormuş gibi. Farkında olmadan oluyor. Pardon. Önceki yazdıklarının silinmesi gerçekten gerekliydi. Kabul etmek lazım bunu. Ama sonu güzeldi. Komikti. “Almanya’da taharet musluğu bulamayıp Türkiye’ye döndükten sonra karşılaştıkları ilk tuvaletin alaturka tuvalet olması mı? Evet bence de. Başka bir son buluruz. Önemli olan ikinci maddeye uyacak bir hikaye bulmak. Aklımıza fikir gelirse bir de üçüncü maddeyi bulabilirsek iyi olur. Ama sen şu an tükenmiş durumdasın. Yatağında yatıyorsun. Ateşler içindesin ama uykun yok. Biraz dinlensen iyi olurdu aslında. “Hayır, çayhanedeyiz. Karıştırdın. Sen bana bırak ve dinlen. Gözlerini kapatıyorsun.Yumuşak bir el ıslak bezle alnını siliyor. “Yapma bunu. Tamam. Belki de kalkmışsındır. İnternette hayatını çürütmeye devam edecek boş işlerle uğraşıyorsun. Arada sırada alnını kontrol edip hala sıcak olduğunu farkedersin. Belki de bir mesaj gelir yazı işleri müdüründen. Ne zaman göndereceksin hikayeyi? Tek göndermeyenin sen olduğunu öğrenirsin. Peşinden hikayeyi bitirmen için kovalayan birisinin olmasının iyi bir şey olduğunu hayal etmiştin. Seni zorlayacak. Boş boş oturmak yerine yazmanı sağlayacak. Ama tembel 12
adamın birisin. Hala ikinci maddeye uyacak bir şey bulamadın ve umrunda değil. Odanda baş ağrını artıracak müzikler dinliyorsun. Ya da belki okuldasın. Çayhane’ye gidiyorsun. İnsanlar trafoya yazı yazmışlar. Kendi hallerinde eğleniyorlar işte. Saçma geliyor sana. Belki de asıl saçma gelen senin hiçbir şeyden zevk almaman. Onlardan nefret ediyorsun çünkü onları kıskanıyorsun. Bir şeylerden zevk almayı ne zaman unuttuğunu hatırlamıyorsun. Hadi itiraf et! Yazmaktan da zevk almıyorsun. Hikaye,senaryolar yazmak yapmayı bildiğin tek şey ve o yüzden yapıyorsun. Ama yapmaya, yaptığın işten zevk aldığın izlenimi vermeye devam ediyorsun. Çünkü önemli olan tek şey beleş çaydır. Gülüp eğleniyorsunuz. Son zamanların en yetenekli yönetmeninin yapıtını, yüzyıl önce yaşamış bir Alman filozofun düşünceleriyle bağdaştırıyorsunuz. Kimin umrundaysa artık? Sizin umrunuzda. Ne kadar entelektüel ne kadar da farklısınız. Hiçbir orjinal fikriniz olmamasını umursamayalım. Örümcek ağı kaplamış odalarda sanat yapmaya çalıştığınızı umursamayalım. Farklı olacağım derken sizden önceki binlerce üniversite öğrencisinin eylemsel ve düşünsel olarak tıpatıp aynısı olduğunuzu umursamayalım. Çayımızı içelim ve beynimize tapalım. Sen de. Ben de. Çünkü ikiyüzlülük en sevdiğim günahtır. Belki de çayhaneyi yakmalıyız. İçindeki her şeyle. Küçük kediyle birlikte. “Olmaz. Garip bir şekilde o kediyi seviyorum ben. Biliyorum. Ben de. Ama hepsini yakman lazım. En değer verdiğin şeyden başlayarak. İşte tema bu. İşte mesaj bu. İşte anlam bu. Ama asıl yakmak istediğin şeyi ikimiz de biliyoruz. Son birkaç 13
aydır yapmak istediğin tek şey. Ama korkuyorsun çünkü varlığına sebebiyet veren tek şey bu. “Kurtulsak da sıradanlaşabilir miyiz? Hepsini yakmak lazım. Cervantes’ten başlayıp Faulkner’a kadar. Bütün Picassolar ve Monetler. Kubrick ve Brakhage. Hepsini bir araya toplamak ve büyük bir yangın çıkarmak. Yaratma içgüdüsünü. Hikayeleri. O zaman özgür olacağız. Sorun toplum, din ya da başka bir şey değil. Sorun sanat. Özgür olmamız lazım. “Sanırım bir manifesto yazdık. Evet. Kendimden tiksindim şu anda. Bu arada sen iki binler pop mu dinliyorsun? “İğrenç sesini zihnimden atmak için. Baya bir saçmaladın ha. Bu arada hikayeyi buldum. Hikayeyi yazma uğraşım üzerine yazacağım. Biraz bilinçakışı da olabilir bak. Ne kadar da postmodern. “Belki seninle olan muhabbetleri de yazarım. Bundan emin misin? “Neden olmayayım ki? Çünkü insanlar senin, kafanda olan birisiyle muhabbet ettiği öğrenecekler. “Biraz komik olabilir. Olmaz. Bir seviyeye kadar olabilir ama bir yerden sonra garip ve anormal olduğunu düşünecekler. Ve lanet olsun ki sen bundan çok hoşlanacaksın. Havalı olmasından dolayı değil. Acı çekeceksin. “Çok da değil. İnsanlar beni anlamıyor. Yalnızlığa mahkumum. O yüzden beynimde sesler duyuyorum. “Kişilik bozukluğum yok. Ya da ne diyorlarsa artık ona. Evet olmadığını biliyorum. Ben başka bir insan değilim. Bana saçma isimler versen de 14
değilim. Ben senim. Sen bensin. Yalnızlığından kurtulmak için başvurduğun yollar çok acıklı. “Bir sigara içelim mi? Olur. Madde 2-Taharet Musluğundan Akan Su, Klozeti Ortadan Bölmeli Hala ikinci maddeye bulamamışsın. Yatmalı ve hikayeye yarın devam etmelisin. Fakat ısrarla zorluyorsun. Ateşin gittikçe artıyor ve sen yazıyorsun. Artık klişe yazar imajını kendi içinde içselleştirdin. Kolların yorgun. Gözkapakların kapanmak üzere. Seni ayakta tutan şey yazma isteği. Hani şu nefret ettiğin, kurtulmak istediğin istek. Bu hikayeyi kimsenin beğenmeyeceğinin farkındasın. Peki o zaman kimin için yazıyorsun? “Hiç kimse. Uyanma zamanı gelmedi mi sanki. Sadece kendin için yazacak bir insan değilsin. Sigaradan dolayı yirmi beşinde öldüğünde yazılarını bulup ne kadar da büyük bir yazar olduğunu tüm dünyaya ilan etmeyecekler. Her şeyi istiyorsun ve şimdi istiyorsun. Sana ne kadar harika olduğunu hatırlatmalarını istiyorsun. Times Meydanı’nda yirmi metre kare alana sahip yüzünün insanlara bakmasını istiyorsun. İşte ben burdayım sizi faniler! Saçma hayatlarınıza geri dönün. Evinizde saklanın. Hiçbir zaman benim kadar iyi olamayacaksınız. “Bir tanrı kompleksine sahip olduğunun farkındasın değil mi? Kitap turlarına çıkıyorsun. İnsanlar senden imza almak için birbirlerini yiyorlar. Müthiş bir yazarsın. Müthiş bir yönetmensin. Nasıl yapıyorsun bunu? Bizlere de anlat.Televizyon programlarına 15
çıkıyorsun. Charlie Rose sana programına gelmen için yalvarıyor. Sen de kırmıyorsun tabii. Ne de olsa aynı zamanda tevazünün dibini vurmuşsun. Programa hoşgeldin. Yeni kitabında her zaman kullandığın tarzın dışına pek çıkmamışsın. “Elinde işe yarar bir formül varsa bundan devam etmelisin Charlie. Kitabının ismi Umarsızca Egoist. Bu ismi seçmene ne yol açtı? Bizimle bunu paylaşır mısın? “Şimdi Charlie sen de iyi bilirsin ki kitaplarımda gerçek ve kurmacayı birbirine karıştırarak arada çizgiyi bozmanın pek bir meraklısıyımdır. Burada baş karakter olarak kendimi ya da kendimin bir yansımasını kullandım. Sonuç olarak postmodern bir dünyada yaşıyoruz artık. Gerçekle kurmaca arasındaki çizginin kaybolması bazıları için yaşamın sonu olabilir ama benim için bir başlangıç. Hayatlarımızda sevmediğimiz olayları kesip yerine başka bir şey ekleyebiliriz. Arkasına bakmadan giden bir kadını geri getirebiliriz mesela. Bu konuyu açtın diye soruyorum. Bu mantık acaba hikayelerindeki karakterlere kuklaymış gibi yaklaşmana sebep olmuyor mu? “Olabilir. İtiraf etmem gerekir ki Charlie benim karakterlerim benimle konuşmuyor. Çok duymuşsundur. Yazarlar karakterlerinin kendileriyle konuştuğunu söyler ve hikayenin nasıl devam edeceğini onların yani karakterlerin belirlediğini anlatırlar. Benim karakterlerim benimle konuşmuyor. Sanırım benden nefret ediyorlar. Aslında hiçbir şey yapmak istemiyorlar. Onları harekete geçirmem lazım. Kafalarının üstüne bir tonluk bir kamyon düşürmem lazım ki harekete geçsinler. 16
Hayatın senin karakterlerinin tersine çok hızlı. Sürekli bir şeyler yaratma peşindesin. Bu bir film olabilir ya da kitap olabilir. Ya da bir performans. Örneğin geçen ay Manhattan’ın ortasında çıplak olarak gerçekleştirdiğin performans. Biliyorum bu konu hakkındaki sorulardan çok sıkıldın. Peki bu üretkenliği nereden buluyorsun? Seni harekete geçiren ne? “Yazmazsam, bir hikaye oluşturmazsam hayata devam edemem. Zaten sürekli zihnimin içinde bir anlatı oluşturuyorum. Bunu paylaşmaya, insanlara göstermeye karar veriyorum. Sık sık Türkiye’ye dönüyorsun. Oradaki sanat camiasını da boşlamayarak burada öğrendiğin tecrübeleri vatandaşlarınla paylaşıyorsun. Peki burasıyla orasının arasındaki en büyük fark ne? “Şey… taharet musluğu demem lazım sanırım. O da nedir? “Tarif etmeye çalışayım. Klozetin hemen arkasında duran bir musluk. Duvarın sağ tarafında, her zaman sağ tarafında olmalı bazen sol tarafa koyuyorlar ve bu beni çok sinir eder. Neyse. Devam etmek gerekirse. Vanayı açtığında o musluktan su çıkıyor ve böylece kişisel temizliğini halledebiliyorsun. Ama su her zaman düz akmalı. Yani yanlara falan akmamalı. Ama bazen akıyor. Orada oturuyorsun ve sol yanağına soğuk suyun çarpmasını hissediyorsun. Lanet olsun. Yapması gereken tek bir şey vardı ve onu da yapamıyor. Sen orada oturmuş içindeki bütün kiri ve pisliği korkamadan dökmüşsün. O ise sana küçücük bir merhamet bile göstermiyor. Lanet olası su düz akmalı. Siktiğimin suyu neden düz akmıyor? Söyler misin Charlie? Buraya çağırdığın gerzek politikacılar neden bu konu üzerine değinmiyorlar? Yoksa 17
sekreterlerini becermekle mi meşguller? Sen niye sormuyorsun Charlie? Neden şu su kıç deliğine nişan alamıyor? Söyle Charlie… Yayınımıza teknik bir arızadan dolayı ara vermek zorunda kaldık. Bizi izlediğiniz için teşekkürler. Madde 3-45 Derecelik Açı Boş gözlerle ekrana bakıyorsun. Belki de bu hikayeyi her zamanki gibi kağıt ve kalemle yazmalıydın. Kulaklıklarından, herkesin bildiği ama senin ilk defa duyduğun yetmişler rock şarkısı patlıyor. Evet belki de hikayeyi kağıt ve kalemle yazmalıydın. “Çünkü bilgisayarda yazdığım zaman hiçbir şekilde ilham gelmez. Kağıta yazarken düşüncelerim organik bir şekilde akar. Biraz eski kafalı olabilir ama bu böyle. Tek bir sorun var. Şu ana kadar yazdığın en iyi hikayenin hangisi olduğunu biliyorsun. Herkes biliyor. Sanatının doruğu. Kimse itiraf edemiyorsun. Özellikle de kendine. Kütüphanede bilgisayarın karşısına oturmuşken kelimelerin, hislerin, tasvirlerin ne kadar akıcı geldiğini sen de hatırlıyorsun. Bundan nefret ediyorsun. Bütün yaşıtların bilgisayarlarının karşısında ergen eğlenceleriyle uğraşırken sen çekildiğin inzivanın keyfini çıkarıyordun. Üç yıl boyunca elini sürmediğin bu alete muhtaç olmak seni delirtiyor. “Bu madde olmayacak gibi. İdare eder bir giriş ve muhteşem bir gelişme bölümüne yazılmaya çalışılan boktan bir sonuç gibi. Aynı anda kabız ve ishal olmak gibi. 18
“Kahvaltıyı Londra’da yapmak, akşam yemeğini Ulanbatur’da yemek gibi. Hece ölçüsünü tutturamamak gibi. “Bir saatlik ön sevişme sonrası erken boşalmak gibi. Tamam fazla kasmaya gerek yok. “Bence de. Seni delirtiyor. En iyi hikayeni dört yıl önce yazmak. Boşa giden dört yılmış gibi. O yüzden sürekli bir şeylerle oynuyorsun. Hiçbir zaman o hikayedeki gibi saf bir güzelliğe ulaşamayacağını biliyorsun ve sürekli biçimle oynuyorsun. “Mesele sanat yapmak değil hala anlamadın mı? Mesele ego tatmini. Muhittin Özkan
19
çizim
sinema
müziğin armonileri
Bilmiyoruz üzerimize düşen tutulmayı, boşluktayız ve zifiri karanlık. Soğuk ve kaos hakim,kuşların bile kafası karışıyor. Her kuş artık kendi başına bir sürü ve bir çatışma halinde, gökyüzündeler. Soğuk, karanlık ve kaos, ya kuşlar. “Ama yersizdir korkmak... “ Güneş yeniden parıldayacak o muteşem görkemiyle ve ısınmaya başlayacağız güneşin sıcaklığıyla. Ancak bu sefer o ilk sıcaklıktan, başlangıçtaki görüntüden farklı olarak göreceğiz onu. Bir tecrübe. Karanlığın en kasvetli halinden sıyrılıp gelmiş, büyük bir kaosun içinden çıkmanın rahatlığıyla şimdi ışıl ışıl parlıyor. Başlangıçtaki saflık yerini “şuurlu saflık’a” bırakıyor. İşte o zaman güneşle, tabiatla dans ediyor insan. Güneş tutulması yalnızca güneşe mahsus olamaz zaten, ancak insan hissedebilir bu soğuğu, kainatın mükemmel düzenine rağmen sadece insanın kendisi kaos halinde yaşar. İnsanın karanlıktan, bu tutulmadan kurtulmasının, aydınlığa ulaşmasanın tek yoludur “şuurlu saflık”. Birdenbire “kapatıyoruz” sesiyle kesildi Valuska’nın gösterisi. Valuska’nın ağzından çaresizce şu sözler döküldü: “Ama gösteri henüz bitmedi” “Matematiğin formları, müziğin harmonileri, geze20
21
genlerin hareketleri ve gizemlerin tanrıları bütün bunlar insani ruhun ve dünyevi ruhu ve kainatın ilahi yaratıcı zihnini özümseme çabası içerisinde birbirleriyle ilişki ve irtibat içerisindeydi.” Pisagor’un yapmaya çalıştığı şey buydu işte, kibir olmadan entsrümanları şuurla ve safça akortlamak. Çünkü müzik,kainat ve insan hepsi alâkadar birbirleriyle. Hepsi bir ruh/kalb arayışından ibaret.
Karanlık Armoniler “Bu müziğin armonisi, yankısı ve eşsiz büyüsü tamamıyla yanlış temele oturtulmuş” Kainatın müziğini, müziğin armonilerini yani uğultulu esen serin rüzgarla birlikte hafif yaprak seslerini yanlış temele oturtmak. Gece gündüz duyduğumuz bu ebedi müziği, yağmurun sesindeki müziği,bülbülün ötmesini... Entsrümanları safça akortlamak, gerçekle yetinmek yetmedi ve kibir onları egemenliği altına aldı. Bütün bu gereksiz kibir, insan ruhunu da, kalbini de, zihnini de zehirledi. Kibir, kandırmaya yetti ne acı ki. Kendilerini birlik, topluluk sandılar ancak onların kalbleri dağınıktı, çünkü onlar akıllarını kullanmıyor ve başkalarının kibirlerini sapkınca kendilerine işliyorlardı. İçlerinden isyan edenler, kabullen(e) meyenler oldu ancak ruh’un manasını farklı düzlemlerde aradılar ya bulduklarını sandılar yahut ruh’u yok ettiler. Çünkü tüm bu armoniler yanlış temele oturtulmuştu. “Gösterişsiz sadelik” değildi onların aradığı 22
kaosun ortasında bir sirk gösterisiydi. Öyle bir sirkki bu üç gözlü prens ve devasa bir balinanın gösterisi var burada. “Tanrısız prens şehire korku salıyor. Bazıları 2 kişi bazıları 300 kişi diyor ama yağmaya başladıkları kesin” Peki Tanrı’nın neden yarattığı merak edilen bu balina neden kışkırtmıştı insanları? Valuska neden bu kadar heyecanlanmıştı? Balina bir ayna, gözleri sanki Valuska’nın kalbi. Valuska orada keşfediyor belki kendisini ama insanlar bela olarak görüyor balinayı. Ama bu normal değil mi zaten nefretle içi bürünen insanların balinayı yok etmek istemesi, kalbi yok etmek istemesi. “Korkularımızda ve umutsuzluklarımızda gerçek nesneyi bulamadık. Böylece karşılaştığımız her şeye vahşice, nefretle saldırdık.” Prens’in yani kibrin kışkırttığı insanlar artık şuurlarını tamamen kaybetmişlerdi. Şuursuzluk onların yüreklerine anlayamadıkları bir korku düşürmüştü. Korku ve umutsuzluk. Hayvanın aşağısı olan seviye bu olmalıydı. İnkar ve isyandı onların silahı. Ne Yaratıcı’yı ne de insanlığı kabul ediyorlardı. Sert adımlarla geliyorlardı. Yaktılar, yıktılar. Mümkün değildi dürüst bir insanın dışarıya çıkabilmesi. En savunmasız mekanda, “hasta” ve güçsüz insanlara korku ve hırsla saldırdılar. Ama bir şeyi unutmuşlardı, ne olursa olsun insandılar. Yaptıkları zulümlerin yüzünü en çıplak haliyle yansıtan yaşlı adam bekliyordu onları. En güçsüzü, en savunmasızıydı yaşlı adam, ve çıplaktı. İnsanlık ve barbarlık, kosmos ve kaos, müzik ve müziksizliğin arasında bir çizgiydi o yaşlı adam, ve çıplaktı. Kızgın “topluluk” sanki o kaybolan, unutulan şeyleri hatırlamıştı. Yaşlı adamın 23
görünüşteki çaresizliği onların mekanı terkedişine kadar yansımıştı. Adımlar ne kadar güçlü olabilirdi ki artık, o çaresiz adımlar. Korku bu sefer hırsı, nefreti değil çaresizliği dışavurmuştu. Evet o adımlar herşeyi anlatıyordu. Ancak ortada bir yıkım vardı. Ve tüm bunları çaresizce, sessizce izliyordu Valuska. Kaçmak: tek çare hâline gelmişti artık Valuska için. Bütün bu yıkımdan kaçmak. Ama nereye kaçabilirdi ki! Onu kovalayan bir helikopter vardı. Bela Tarr yollamıştı o helikopteri. O’nun çaresizliği, pes etmişliğiydi sanki. Kaçmasına izin vermiyordu çünkü artık bu kaos ortamında kalbi bulacağına inancı kalmamıştı. O esnada balinaya saldırmışlardı, belki de ölmüştü. İşte o balinayla bitiyordu film ya da gösteri. Belki de Bela Tarr’a da bir ses gösteriyi bitiremeyeceğini söylemiştir tıpkı Valuska gibi.
burak kaplan
24
inceleme
yalnızlığa sığınan bir şair: rainer maria rilke “ Ve kimseniz yoktur ve hiçbir şeyiniz yoktur, elinizde bir valiz ve bir kitap sandığı bir tecessüs bile duymadan, dünyada dolaşır, durursunuz.”
Rilke 2011 Eylül ‘ünün son günlerine yaklaşmıştık. Uzun süredir görüşemediğim birkaç arkadaşımla buluşmaya karar verdik. Amaç, hem arada geçen zamanın hasretini gidermek; hem de sıcak bir çay eşliğinde biraz edebiyattan konuşmak, en son okuduğumuz kitaplardan bahsetmekti.Ben Rilke’yi, “Ruhumu nasıl tutsam da seninkine değmese…” diyen bu büyük şairi, işte böyle bir ortamda tanıdım. O gün arkadaşımın işaretlediği mısraları heyecanla dinlediğimi ve daha fazlasını merak ettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Sonraki günlerde bu merak daha da arttı ve Rilke’yi araştırmaya, O’nun eserlerini okumaya başladım. Dizelerinde beni kendine çeken bir şey vardı sanki. Özellikle günün karmaşasından kurtulduğum, gecenin sessizliğine sığındığım saatlerde daha iyi anlıyordum Rilke’yi. Sonradan öğrendim ki kendi yüreğinin sesini dinleyenler için bir rehberdi O; ama tüm karmaşasıyla bizi avuçlarına alan günlük yaşamın hır gürü içerisinde duyulmuyordu şu dizeleri:
25
AKIYORUM, akıyorum parmaklar arasında akan kum gibi birdenbire o kadar duyuya sahibim ki her biri başka türlü susayan. Hissediyorum yüzlerce noktadan, şiştiğimi, sızladığımı. Ama en çok da kalbimin ortasından. Dünya şiiri denince pek çok isim arasında Rilke, Fransız sembolistleri ile birlikte anılır ve Alman şiirinin de büyük ustalarından biridir. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Prag’da, Alman asıllı bir ailenin çocuğu olarak doğar. Orta halli yaşamayı yadırgamayan, azla yetinmeyi bilen babası Josef ile; ölçüsüz tutkuların, aşırı özlemlerin kadını olan annesi Sophie arasındaki zıtlık ve çekişme, Rilke’nin hayallerini, ruh halini ve eğitim yaşantısını kısacası tüm hayatını etkiler. Annesi, oğlunu altı yaşına gelinceye kadar kız gibi büyütür; kız gibi giydirir. Çünkü Sophia’nin ilk çocuğu kızdır ve doğduktan kısa bir zaman sonra ölmüştür. Bu ölümü kabullenemeyen Sophia, Rilke’de ölen kızının anılarını ve özlemlerini yaşatmaya çalışır. Ancak bu durum Rilke’nin ruh halini oldukça yaralar. Yıllar sonra “Ben sevemem, annemi sevmem de ondan” diyerek sevemeyeceğini söyleyen bu adam,eserlerinde sevmeyi pek yüceltir oysa, sevilmeyi gereksiz görecek hatta yadsıyacak kadar. Rilke’nin çocukluğunda ve ilk gençliğinde yaşadığı diğer bir sıkıntı ise ailesinin eğitimi ile ilgili aldığı kararlardır. Ailesinin zoruyla girdiği askeri okuldan sıkıntı ve bunalım dolu yıllardan sonra ayrılır. Kendisi sonradan bu yılların 26
cehennemden farksız olduğunu söylemiştir. Ardından yine aile baskısı başlar. Bu sefer, saray noteri olan amcasının mesleğini sürdürsün diye hukukçu olmasını isterler. Ne var ki bu da başarısızlıkla sonuçlanır; çünkü o dünyaya bir sanatçı olarak gelmiştir ve bu yazgıyı değiştirmek kimsenin elinde değildir. Kim ne derse desin, Rilke kendi dünyasına çoktan dalmıştır. Çılgın gibi çalışmakta, bir yandan da şiirler, oyunlar yazmakta, yazdıklarını Alman ve Avusturya sanat dergilerinde yayınlamaktadır. İlk şiirleri ve yazıları ile dikkatleri üzerine çekmiştir ve ünü yavaş yavaş yayılmaya başlar. Ancak o bunlara hiç önem vermez. Onun tek derdi eşyada ve insanda derinleşmek ve çağının insanlarına kaybetmiş oldukları iç zenginliği yeniden kazandırabilmektir. Bu arzusunu şu dizelerle dile getirir: Budur benim çabam, bu: Adanmak özlem çekerek Dolaşmaya günler boyu Güçlenip genişlemek derken, Binlerce kök salarak Kavramak hayatı derinden Ve ortasından geçerek acının olgunlaşmak hayatın ta ötesinde ta ötesinde zamanın… Bundan sonra yollara düşer Rilke. Prag, Viyana, Münih, Floransa,Venedik, Paris, Berlin, Moskova, Kurtuba ve Kahire... Gezdikçe yeni insanlar tanır; yeni tecrübeler edinir, büyük sanatçılarla yolu kesişir; Lou Salome,Cezanne, Rodin, Pasternak, Tolstoy, Hölderlin, Andre Gide, Valery… Tüm bu yolculuklar Rilke’yi diğer sanatçılarla 27
buluşturup entellektüel birikimini arttırır ; ancak Rilke’nin “militan yalnızlığım” dediği ve her yere beraberinde götürdüğü yalnızlığını bir nebze olsun azaltmaz. Çünkü o ömrü boyunca kendi büyük yalnızlığını yaşamıştır; yaşamının bir bölümü değil kendisi yalnızlık olmuştur. Yaşamına dair bu ayrıntıları yazdım çünkü Rilke’nin yaşama biçimi; şiiri kadar önemlidir. Bu, her şeyden önce bütün yaşamı şiire adamadır; ozanca yaşama, ozanca var olmadır. Genç Bir Şair’e Mektuplar’daki gence sormasını öğütlediği “Şiiri yazmadan yaşayabilir miyim?” sorusunu çok önceden kendine sormuş. “Hayır” cevabını verdikten sonra da hep şiiri için yaşamıştır. Rilke’nin bu adanmışlığını Oğuz Demiralp şöyle açıklar: Bir şair, dilin sözcükler içinden aktığına inanırmış. Gözle görünmeyen ama iki anlamıyla duyulan bir su. Onun için su gibi akan sözü ararmış. Yazdıklarını bir türlü beğenmez; ya yırtar ya da pencereden atarmış. Pencereden attıkları onu ünlü yapmaya yetmiş; gel gör ki O, penceresinin önünde toplanan kalabalığın alkışlarına değil; kağıtların sessizliğine dayarmış kulağını. Yazdıkça yazarmış o suyu bulmak umuduyla…
çepeçevre kuşatıldığında da şair olarak kalabilen; şair olmanın bedelini her zaman ödemeyi göze alabilen ve bu uğurda ölen kaç kişi vardır şiir tarihinde… Rilke’nin ölümünü haber alan Stefan Zweig, sadece üç kelime söyler: “Dilin şarkısı sustu…” Hayatı boyunca göz önünde bulunmayı sevmeyen, mizacı sessiz bir şarkıcı olan Rilke, en son mezartaşı için şu cümleleri hazırlar: “Gül, ey saf çelişki/ nice gözkapağının altında/ hiç kimsenin uykusu olmamanın/ sevinci.”
hüsniye koç
1922 yılının Şubat ayında Rilke muradına erer ve birkaç gün içinde Orpheus’a Soneler’i , sonrasında da yüzyılımızın en önemli şiirlerinden sayılan Duino Ağıtlar’ını bitirir; İsviçre’de inziva halindeyken. Bu iki kitabıyla var olur Rilke; şiirle var olan bir hayattır onunki. Rilke’nin şiiri dünyanın eleştirdiği haline bir şiirsel müdahaledir aynı zamanda. Oradan değiştirmek ister insanı. İlk gençlik coşkusu dindikten sonra geçim zorluklarıyla ve günlük yaşayışın sorunlarıyla 28
29
şiir
Sen kimsin küçük kadın? Gözlerin tanıdık Ellerin ezberden Uzaklara eğilmiş bir gönlü mü taşıyorsun? Sen kimsin küçük kadın? Bir dağı çiğnedin yabancıl ayaklarla Bir sürüyü kovaladın Bir ağlamak ağladın Gözlerin senden zekiydi Gözlerin senden karanlık Senden bir parça değil hiçbir zaman Gözlerin yanıltıcı pusulalar Sen kimsin küçük kadın?
Katmanlıca biriken alışkanlıkların Soğuyup katılaşan beklentilerin Yaprağın uzanışı gibi kırgınlığın Sen kimsin küçük kadın? Tutmuş kendine yüklenmişsin her defasında Başkası sanırken bile kendine Tutmuş kendine sabretmişsin Kendine dayanmışsın başka omuzlarda Sessizlik o kadar da şahane bir şey değil Yalnızlık o kadar da müthiş bir icat İtiraf etmişsin, ne büyük iş İtiraf etmişsin inkarlarını İtiraftan inkarlarını bir kaseye doldurmuşsun Teşhir ürünü Kimsin sen?
hanne ballı
Üstüne giydiğin binbir kılıfı Bir matruşka gibi kenara koyamayışın kendi çekirdeğini tutup kavrayamayışın neden? Gece olunca güzelleşen Mücevher gibi pencereler gibi Söküp söküp atamayışın neden? Ellerinde hala parçaları Eteğine yapışmış Saçlarına yağmış Ayaklarına dolanmış Söküp söküp atamayışın neden. Senin ruhun evelinde de senindi ahirinde de senindir. Diğerleri bölüşür, paylaşır, sırtında taşır hep beraber Sen, senin olanı asla kaybetmeyeceksin korkulanma kadın Senindir senin olan korkulanma Sırtlayacaklar seni de bir gün korkulanma 30
31
sinema
Melancholia
Düğün arabası diye bir şey yoktur, o olsa olsa çalım arabasıdır. Düğün diye de bir şey yoktur zaten, “aman kimseciklere rezil olmayalım” vardır. İnsancıklara rezil olmama telaşının üstesinden gelindiği an, sıra bu sefer “öyle bir organizasyon yapalım ki namımız bir ömür yürüsün” madrabazlığına gelir. Halbuki ömür dediğin ancak bir film vetiresinde sürebilir. Ve hatta adına dünya hayatı denen şaşkınlığın hükmü ancak bir meczubun vizöründen fırlamış bir deliliğin son onbeş dakikası kadar olabilir. Gelin arabasının limuzinden olmasının hiç kimse için hiçbir şey ifade etmemesini bekleriz bu durumda. Dünya hayatının yolları dolambaçlıdır çünkü. “Sırat köprüsünden jeeple geçilmez” diyen bir güzel adamın, “patikalarda limuzinle dolaşılmaz” da dediğini hatırlamak gerekir bu ahvâlde. Hatırlamak ve dahi taşlı, çalılı ve dolambaçlı yollarda limuzinin kaportasına zeval gelmesin diye çırpınan zavallılara hatırlatmak gerekir. Dünya hayatını bilmemkaç şeritli bir otoyol zannetmenin gafletin ta kendisi olduğunu, stabilize yollardan varılabilen bir yere “yol yorgunu” gelini ve “yol şaşkını” damadı limuzinle ulaştırmaya çalışan gösteriş budalası plancı gafillere hatırlatmak gerekir. Biz hatırlatmaz isek zira; gelinin hüznü depreşebilir, kara safra (melas-khole) 32
patlayabilir, can sıkıntısı sözüm ona sevinçlere galebe çalabilir, limuzin kayaya çarpabilir ve gelin damadı başından defedebilir. Dünya hayatı eğer pahalı zevklerin, havai fişeklerin, sahtekâr reklamcıların ve girişimcilerin at koşturdukları bir yer ise; dertliler zoraki tebessümler ile dertlerini ve deliler sosyal prangalar ile deliliklerini gizlemek zorundadılar. Bilenler, biliyor olduklarının azabını ancak kendileri ile başbaşa kaldıkları zaman çekebilirler. Kavanozun içinde 678 tane fasulye olduğunu bildikten sonra, tahmin etmenin ve kazanmanın hiçbir anlamı yoktur çünkü. Anlamı olan şey, hevaları peşinde at koşturup duran gafillerin binmeye bir türlü cesaret edemedikleri ata binebilmek olabilir belki de. Ve o atın adına “İbrahim” demiş olmanın da bir anlamı vardır elbette. Hakikatin gizlendiği bütün zamanlarda huysuzluğundan hiçbir ödün vermediği halde, hakikat kendini apaçık belli ettiği an büyük bir sükûnet içinde otlayan bir atı “halilullah” bilmenin de bir anlamı muhakkak vardır. Ona bir kez güvenip güven vermişseniz eğer; siz geçmekte ısrar etseniz bile, o sizi asla geçmemeniz gereken köprülerden geçirmeyecektir çünkü. Onu boş yere kamçılamayı bırakıp bildiğiniz ile amel etmeye başladığınız an ise; biliyor olmanın azabı, tevekkül etmenin ve teslim olmanın dinginliğine ve diriliğine tebdil olacaktır. Can sıkıntılarınız mutluluğunuz, derdinizi hor görenlere asılan suratlarınız ise tebessümünüz olacaktır. Dünyanın bir göktaşılık canı olduğunu bilmek ve ikrar etmek; sizi boğan plancıların (Claire), sizden hesap soran projecilerin (John), 33
sizden fayda devşiren pusu kurucuların (Jack) gafletine ve ihanetine yüz çevirip; küçük bir çocuğun (Leo), yani henüz bilemeyenin, saflığın, masumiyetin elinden tutup; imanın yoksul ama sarsılmaz çalıları altında teslim olmayı, tevekkül etmeyi, razı olmayı mümkün kılacaktır. Zafere, yani has bahçeye giden yol da ancak bu imkanda saklıdır. Justine’nin, patronunu bile uluorta madara eden efsunlu deliliğini ve Leo’nun bu efsuna teslim olan masumiyetini bir kenara bırakıp; soylu ve muktedir ve başarılı John’un lavukluklarından ve ilaveten sahip olduklarına ait olmuş Claire’in pahalı zevklerinden ve ucuz cesaretlerinden bahsetmeye gerek var mı bilemiyorum. Yanına asla aşırılığı (Gaby), hastalığı, fakirliği yani muhtaçlığı(Justine) yaklaştırmak istemeyen ve maddi tedbirler ile her şeyin üstesinden gelebileceğini iddia eden John’un, hakikatin üstesinden gelemeyeceğini anladığı anda bencilce intihara kaçmasından bahsetmek ne işimize yarayabilir ki? Ve ayrıca, her şeyi harfiyen planlamayı başarmış Claire’in, planların suya düştüğü anda pörtleyen burjuva vakarından dem vurmak bize ne katabilir? Kıyameti terasta kadeh kaldırarak karşılamayı düşünmek, ekabiri hoşnut edebilecek müsriflikte bir düğün organize etmek kadar kolay mıdır yoksa?
kaimdir. “Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan” diyenlere kulak vermek, insan olmayı başarabilmek adına ulvî olan ile süflî olan arasında kurulması icab eden o ünsiyete sarsılmaz bir düğüm atma imkanı sunabilir belki bize. Lars von Trier’in özelinde bir kez daha delilerin şairler kadar cesur olabileceğini aynel yakîn görüyoruz. Cezbe makamında olan bu yönetmen bizi irşad etsin demeden önce, onu Resul-ü Ekrem’in Hira’sı irşad etsin deme hakkımız da haizdir elbette.
mehmet emre ünsal
Ölüm karşısında yenilmemek ancak ölmeden önce ölmekle mümkündür. Kıyametin korkusuyla insanlıktan çıkmamak için önce insan olmayı başarmak gerekir. İnsan olmaksa ünsiyet kurabilmekle 34
35
a.s.รง.