Ürün Sosyalist Dergi - Sayı 32

Page 1

Eylül - Ekim 2011

ŞARKILARIMIZ Şarkılarımız varoşlarda sokaklara çıkmalıdır. Şarkılarımız evlerimizin önünde durmalı camlara vurmalı kapıların ellerini sıkmalıdır, sıkmalıdır acıtana kadar, kapılar bağlı kollarını açana kadar...

Eylül - Ekim 2011

Sayı 32

Biz anlamayız tek ağzın türküsünü. Her matem gecesi her bayram günü, şarkılarımız bir gaz sandığını yere yıkarak sandığın üstüne çıkarak kocaman elleriyle tempo tutmalıdır. Şarkılarımız çam ormanlarında rüzgâr gibi bize kendini hep bir ağızdan okutmalıdır!!.

32

Şarkılarımız ön safta en önde saldırmalıdır düşmana. Bizden önce boyanmalıdır şarkılarımızın yüzü kana..

SAVAŞA HAYIR!

Şarkılarımız varoşlarda sokaklara çıkmalıdır! Şarkılarımız bir tek yüreğin perdeleri inik kapısı kilitli evinde oturamaz!. Şarkılarımız rüzgâra çıkmalıdır... Nâzım Hikmet

ISSN 1302-2520

9 771302

252008

ÜRÜN SOSYALİST DERGİ

Kürt ve Arap halklarıyla barış, dostluk, dayanışma


Eylül - Ekim 2011

Sayı: 32

İKİ AYDA BİR ÇIKAR

Merhaba (2) Tarih Hızlanıyor (3) Akıl Tutulması (10) Derinleşen Kriz ve Öngörüler - Muhsin Salihoğlu (12) Hesap Vakti (15) Ordu ve AKP (17) Yanlış Tarih, Yanlış Politika (21) Küresel Krizde Yeni Dönemeç (23) Koray Çalışkan ve Kültürel Nazizm - Erhan Kaplan (28) Petkim Dersleri - Fatih Aydın (35) AKP’nin Sendikalara Yeni Bir Hamlesi - Ali Uğur (40) Kıdem Tazminatını Gasp Edemeyeceksiniz - Ahmet Erhanlı (42) Sendikalara Yaklaşımda Kafa Karışıklığı - İbrahim Akseloğlu (44) Özellikle Kendiliğinden, (Sınıf) Bilinçli Değil! - Anna İoannatou (49) Despotizmden Sayfalar - Hülya Kortun (53) Cengiz Çandar’ın Yeni Hedefi (60) Selamlaşma (64) Taraf ve Baransu’nun “Yoldaş General” Asparagası (68) Despotizmle Uzlaşma Hayalleri - İsmail Kaplan (70) Kemal Burkay Nereye? (80) Ortadoğu’dan (83) 15-16 Haziran (95) 15-16 Haziran 1970’in Derslerini Tartıştık (98) Norveç’te Faşist Katliam - Cemile Vuslat (100) Gündemden (102) AKP Futbol Dünyasında - Ahmet Uyanmış (114) İktidar İkiliği Üzerine - V. İ. Lenin (118) Unutma (121) YEREL SÜRELİ YAYIN ISSN 1302–2520 Kurucu Sahibi: Ural Ateşer Yazı İşleri Müdürleri: Nuri Samyeli, Selçuk Uzun, Ahmet Taştan Eytişim Basın Yayın Reklam Sanat Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü: Fatma Şenden Zırhlı İSTANBUL: Sıraselviler Cd. Billurcu Sok. Ocaklı Han No: 3/6 Beyoğlu Tel–Faks: 0212 245 28 11 ANKARA: Adakale Sok. Özkazanç Apt. No: 18 K: 5 D:10 Kızılay / Çankaya Tel: 0312 435 89 42 İZMİR: İbrahim Sertçelik – Akdeniz Mah. 1343 Sok. 17/A Aydın Hanı Konak Tel: 0532 394 82 32 - 0554 970 25 15 MERSİN: Osman Koçak – Çankaya Mah. 4721 Sok. Murat Apt. K: 3 Akdeniz Tel: 0324 239 42 35 BERLİN: Hasan Çötok – Mariannenplatz 14, 10997 Berlin Tel: (0049) (030) 20261946 e–posta: posta@urundergisi.com web: www.urundergisi.com Baskı: Avcı Ofset/İst. – Davutpaşa Cd. İpek İş Merkezi No: 13 Topkapı – İstanbul 0212 612 58 32 Abonelik için: Türkiye İş Bankası Şişli Şubesi TL Hesabı: 1051 1289096 IBAN: TR08 0006 4000 0011 0511 2890 96 Türkiye İş Bankası Şişli Şubesi EURO Hesabı: 1051 3233509 IBAN: TR32 0006 4000 0021 0513 2335 09 Türkiye İş Bankası Şişli Şubesi USD Hesabı: 1051 3397979 IBAN: TR02 0006 4000 0021 0513 3979 79

urun_32_29Agu.indd 1

01.09.2011 18:05:24


MERHABA AKP ve ortakları bütün topluma akıl tutulması dayatıyor. Cumhuriyetin kuruluşundan beri “Yurtta sulh, dünyada sulh” sloganıyla övünen Türkiye, içte ve dışta savaş politikasına teslim oldu. İçte ve dışta savaş politikası sadece emperyalizmin ve siyonizmin işine yarar. Bütün bölge halklarını birbirine kırdırma politikasına karşı direnmek, aşımızı, ekmeğimizi, işimizi, özgürlüğümüzü, onurumuzu, kardeşliğimizi, insanlığımızı savunmaktır. Türk, Kürt, Arap halklarının eşitlik, özgürlük ve barışa dayanan birliği, kapitalist krizin bütün emekçileri kasıp kavurduğu ve emperyalizmin savaşa yöneldiği koşullarda bölge halkları için tek çıkış yoludur. TKP dostları, 1 Mayıs ve 15-16 Haziran'dan sonra 10 Eylül'ü de birlikte kutluyorlar. Suphi'den Bilen'e Gelenek Yaşıyor Girişimi'nin “10 Eylül'ü birlikte kutlayalım” başlıklı çağrısı şöyle: “Sosyalist sistemin dengeleyici gücünü yok ettikten sonra her yerde işçi sınıfına, şehir ve köy emekçilerine, ezilen halklara saldıran emperyalizm ve kapitalist işbirlikçileri, dünyayı vahşi sömürüye, yoksulluğa, açlığa, işsizliğe ve savaşa mahkûm etti. “Ülkemizde, bölgemizde ve dünyada işçi sınıfı, şehir ve köy emekçileri, ezilen halklar, gençler, kadınlar, sömürücü egemenlerin kendilerine biçtiği kadere razı olmuyor, ellerindeki her imkânı kullanarak direniyor. “Türkiye'de kapitalist egemenlerin ve uzantısı likidatörlerin beyhude bir çabayla yok etmeye çalıştığı TKP'nin yerinin asla doldurulamadığına inanan bütün TKP'lileri, 10 Eylül 1920'de Bakû'da kurulan TKP'nin 91. kuruluş yıldönümünü, “Likidasyona Son” belgisi altında birlikte kutlamaya çağırıyoruz. “Küresel krizde meşruiyet masalları çöken emperyalizme ve egemen kapitalist işbirlikçilerine karşı mücadeleyi zafere ulaştırmak için, işçi sınıfının devrimci teorisini günümüz dünyasının pratiğiyle birleştiren, düzen içi çözüm teslimiyetçiliğini reddeden, liberalizme ve şovenizme kararlı biçimde karşı duran, bilinçli, örgütlü, enternasyonalist parti ihtiyacı kendini her zamankinden daha çok duyuruyor. “Mustafa Suphi, Ethem Nejat, Salih Hacıoğlu, Şefik Hüsnü, Nâzım Hikmet, Reşat Fuat, Zeki Baştımar ve İsmail Bilen'lerin TKP'sinin siyaset alanındaki meşru, yasal, demokratik yerini alması, Türk, Kürt, Arap bütün halkların eşitlik temelinde kardeşliğine büyük ivme kazandıracak, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde niteliksel bir atılım anlamına gelecektir. “10 Eylül'ü birlikte kutlamak, kapitalist sömürüden, emperyalist kölelikten, faşizmden ve despotizmden, sınıfsal, ulusal, cinsel her türlü baskıdan kurtulmuş, işçilerin birliği, halkların kardeşliği ilkesini benimsemiş eşit ve özgür bir toplum idealine inanan herkesin ortak başarısı olacaktır.” Dergimizin Almanya temsilciliğini üstlenen Hasan Çötok’a başarılar diliyoruz. İletişim bilgilerini künye sayfasında bulabilirsiniz. Her zamanki çağrımızı yineleyerek bütün okurlarımızdan, fabrikalarında, okullarında, köylerinde, mahallelerinde yaşadıklarını, duygu ve düşüncelerini, eleştiri ve önerilerini bizlere iletmelerini bekliyoruz. Dostça selamlarımızla.

urun_32_29Agu.indd 2

01.09.2011 18:05:29


ÜRÜN’den

Tarih Hızlanıyor

Tarihin hızlandığı bir dönemde yaşıyoruz, yeni devrimci yükseliş dönemi karşıdevrimleri de tetikleyerek yeni ülkeleri ve bölgeleri etkisi altına alıyor.

Kahire'den Tunus'a, Atina'dan Madrid'e, Santiago'dan Londra'ya, Lizbon'dan Roma'ya, Kudüs'ten Tel Aviv'e, Diyarbakır'dan Süleymaniye'ye, Lefkoşe'den Paris'e, Berlin'den Brüksel'e hak talepleriyle grev, gösteri, miting, yürüyüş yapan, isyanlara katılan, meydanlarda konaklayan, sınıf mücadelesini uzatmalı bir yıpratma savaşı boyutuna yükselten on binleri, yüz binleri, milyonları görüyoruz. 3

urun_32_29Agu.indd 3

01.09.2011 18:05:29


Halk kitleleri, büyük insanlık artık politika sahnesinde özne. Politika, kapitalist egemenlerin, işçi sınıfını ve emekçi kesimleri sözüm ona temsil ederken aslında suistimal eden uzlaşmacı parti, sendika ve örgüt yöneticilerini devşirerek yürüttüğü bir özel elitler kulübü etkinliği olmaktan çıkıyor. Kapitalizmin meşruiyet masallarına inanarak uzun süre sömürü ve zulme karşı sessiz kalan, bireysel kurtuluş peşinde koşan sade vatandaşlar öfkeyle harekete geçiyor, kapitalizme karşı ayağa kalkıyor. Kapitalizme karşı iş, ekmek, özgürlük, insanca yaşam, parasız sağlık, parasız eğitim, sağlıklı çevre, kişiliklerine saygı, onur isteyen işçiler, şehir ve köy emekçileri, üniversite eğitiminin bile artık gelecek sağlamadığını gören gençler, bütün özgürlük söylemlerine rağmen hâlâ ikinci sınıf sayıldıklarını kavrayan kadınlar, dilleri ve kültürleri bile hâlâ tanınmayan ezilen halklar el yordamıyla siyasal bilince uyanıyor. Öfkeli kitleler kapitalizmi, bankaların ve şirketlerin egemenliğini, polisin despotizmini, oligarşik parlamentoların sahtekârlığını, kapitalist medyaların banka ve şirketlerle iç içeliğini, rüşvetçiliği, yolsuzluğu istemediklerini iyi biliyorlar; başka bir dünya istiyorlar. Ama başka bir dünyaya nasıl ulaşacaklarını, başka bir dünyayı nasıl kuracaklarını, haklı özlemlerini toplum ölçeğinde nasıl kurumsallaştıracaklarını henüz bilmiyorlar. Siyasal hayata yeni uyanan öfkeli kitleler, sınıf mücadelesinin katı mantığını tanımıyorlar, cennetlerini yitirmek istemeyen egemenlerin gerektiğinde kullanmak üzere ellerinin altında hazır tuttukları binlerce yıllık devlet yönetme deneyimini, devrimler karşısında uluslararası kapitalist dayanışmayı, böl ve yönet oyunlarını, şiddet aygıtlarını ve yöntemlerini bilmiyorlar. Gereğinden çok iyi niyetliler; tarafsız görünümle ortaya çıkan, ağzı iyi laf yapan parlak isimlere kolayca kanıyorlar. Sermaye ile partiler, sermaye ile ordu, sermaye ile yüksek bürokrasi, sermaye ile yargı, sermaye ile üniversite, sermaye ile din, sermaye ile liberalizm, sermaye ile milliyetçilik arasındaki kopmaz bağların farkında değiller. Kendi kaderlerini her gün, her an kendi ellerine almadıkça kazanımlarının geri alınacağını bilmiyorlar. Dünya proletaryasının kapitalist sınıfa karşı bir buçuk asırlık mücadelesinden ve insanlığın binlerce yıllık kültür birikiminden süzülmüş sosyalist öğretiye aşina değiller; bu öğretinin işçi sınıfı ve emekçilerin kaderi açısından yaşamsal önemi konusunda fikir sahibi değiller. Öfkeli kitlelerin bu bilinç eksikliğini ve örgütlenme yetersizliğini gidermek için bıkmadan usanmadan çalışmak, sosyalist, devrimci ve ilerici güçlere düşüyor. Aydınlatma ve örgütleme çalışması asla boşa gitmez, esas olarak 4

urun_32_29Agu.indd 4

01.09.2011 18:05:30


kitaplardan değil, kendi pratik siyasal deneyimlerinden öğrenen kitlelerin içinde, yanında olmak, vakit geldiğinde, muazzam devrimci sonuçlar verecektir. Açıklıklar Yeni dönem dünyada, bölgede ve ülkede kapitalist-emperyalist sistemin temel gerçeklerini, bu gerçeklerin kaçınılmaz olarak ürettiği sınıf mücadelesini egemenlerin kitle aldatma silahı kapitalist medyanın sansür duvarını aşarak gözler önüne seriyor. Sömürüden ve baskıdan kurtulmak, kendileri ve evlatları için insanca bir yaşama kavuşmak isteyen sade yurttaşlar, güncel ortamın kendi yararlarına sonuç doğurması için bu gerçekleri somut olarak mutlaka dikkate almak zorundalar. Kriz uzun süreli Dünya kapitalizminin 2007 sonlarında patlayan krizinin uzun süreceği anlaşıldı. Halklarının ekmeğinden, sağlığından ve eğitiminden kısan devletlerin dünya kapitalist ekonomisine egemen tekelci banka ve şirketlere oluk oluk akıttığı mali fonlara rağmen durgunluğun aşılamadığı, krizin kısa süreli bir geçici düzelmeden sonra yeniden ağırlaştığı artık kapitalizmin en iyimser savunucuları tarafından da itiraf ediliyor. Kapitalizmin azami kâr hırsıyla yöneldiği finans kapitalizmi, yarattığı bütün mali araç gereçleri tepe tepe kullandığı hâlde kapitalizmin aşırı üretim-eksik tüketim çıkmazını aşamadı, krizlerden kurtulmuş ekonomi fantezisi gerçekleşmedi, sonsuz kapitalizm karşıütopyası tuzla buz oldu. Dünyanın en büyük ekonomisi ABD, artık kredi derecelendirme kuruluşlarının gözdesi değil; en üst düzey olan üç A notunu kaybetti. Amerikan devlet tahvillerine 2 trilyon dolar yatırarak ABD'nin en büyük mali destekçisi olan Çin'in kredi derecelendirme kuruluşu Dagong, Kasım 2010'da yaptığı değerlendirmede ABD'nin notunu A+ olarak belirledi. ABD kredi değerlendirme kuruluşu Standard and Poor's, Ağustos 2011'de ABD'nin notunu AA+ olarak belirlerken, Dagong, bu kez A- notunu verdi. Avrupa Birliği'nde işler gittikçe daha kötüye gidiyor. İrlanda, Yunanistan, Portekiz derken İspanya ve İtalya, Belçika ve belki de Fransa iflas sırasına girdi. Doğu Avrupa ülkeleri neredeyse bitkisel hayatta. İngiltere ve hatta Avrupa kapitalizminin büyük patronu Almanya bıçak sırtında. Japonya çok önceden içine girdiği durgunluğu aşamadığı gibi, küresel krizin etkileriyle deprem, tsunami ve nükleer reaktör felaketinin etkileri altında bocalıyor. 5

urun_32_29Agu.indd 5

01.09.2011 18:05:30


Dikişler patladı Dolar milyarderlerinin otuz yıllık özelleştirme, taşeronlaştırma, kuralsızlaştırma, sendikasızlaştırma, esnekleştirme programı işçi sınıfını ve emekçi kitleleri artık dayanamayacakları noktaya sürükledi. Yoksulluk, işsizlik, yolsuzluk düzenine, despotizm boyunduruğuna başkaldıran Tunus ve Mısır halkları dünya kapitalist sistemini en zayıf halkalarından patlattı. Tunus ve Mısır halk devrimleri bütün dünyada işçilerin, şehir ve köy emekçilerinin, gençliğin, kadınların mücadelesine esin kaynağı oldu. Dünyanın dört bir yanında, kapitalizme ve emperyalizme karşı yeni mücadeleler, grevler, direnişler, ayaklanmalar, devrimler gündeme geliyor. Emperyalizmin yanıtı Dünya kapitalist sistemini saran krizden çıkış için, krizin yükünü halkın sırtına yükleme, emekçilerin kazanılmış haklarını geri alma politikasına yönelen (ve bu arada, üstüne üstlük, ekonomiyi batıran zengin banka ve şirket sahiplerini kayıtsız şartsız destekleme arsızlığını gösteren) emperyalist devletler, Tunus ve Mısır devrimlerinin patlak vermesi, kendi ülkelerinde işçi ve emekçi protestolarının yoğunlaşması karşısında, zaten 11 Eylül 2001'den beri sistemli olarak uyguladıkları yeniden sömürgecilik, savaş ve işgal politikasına hız verdiler. Kolay lokma olarak gördükleri Libya'ya saldırdılar ve Suriye'yi hedef tahtasına oturttular. Emperyalizmin yeniden sömürgecilik, savaş ve işgal politikasının amacı çok yönlüdür: Kendi halklarını yatıştırmak, emekçi kitlelerin kapitalizme yönelik öfkesini şovenizmi ve militarizmi körükleyerek hedefinden saptırmak, kitlelerin devrimci enerjisini bağımsızlığa kavuşmuş eski sömürge halklara karşı sömürge seferlerine kaydırmak; böylece, hem devrimleri önlemek, hem doğal kaynaklara zorbaca el koymak, hem savaş sanayilerini canlandırmak, hem de paylaşım rekabetinde emperyalist rakiplerine karşı stratejik üstünlük sağlamak. Halklar boyun eğmiyor Emperyalizmin saldırısı Libya ve Suriye halklarını korkutmadı. En elverişsiz koşullara rağmen ABD'nin ve suç ortağı Avrupa ülkelerinin sömürgeci işgaline boyun eğmeyen Afganistan ve Irak halklarının; İsrail siyonizminin ülkenin güneyindeki işgalini sona erdiren, İsrail'in 2006 saldırısını püskürten Lübnan 6

urun_32_29Agu.indd 6

01.09.2011 18:05:30


halkının; siyonist işgale karşı direnişine hiç ara vermeyen Filistin halkının örneğini izlediler. Kuşkusuz, Libya ve Suriye halkları, saldırıya kahramanca direndikleri hâlde, ağır güç dengesizliği sonucu geçici olarak yenilgiye uğrayabilirler; ancak, bu olasılık, işin özünü değiştirmeyecektir. Teslimiyeti reddeden halklar, bu manevi üstünlükle, kurtuluş savaşını sonuna kadar götürme gücünü eninde sonunda bulacaklardır. Durum açık: Emperyalizmin kolay lokma olarak gördüğü halklar, emperyalizmin boğazına takılıyor. Dünya egemenlerinin krizden çıkış yolu olarak uyguladıkları politikalar, halkların direnişi karşısında, astarı yüzünden pahalı maceralara dönüşüyor ve krizi daha da derinleştiriyor. Emperyalistler arası ilişkiler Dünyayı sömüren ve ezen büyük güçler arasındaki ilişkiler karmaşık bir nitelik taşıyor. Krize bağlı olarak, her emperyalist devlet, kendi tekellerini korumak için ihracatını arttırma, ithalatını azaltma, hammadde kaynaklarını daha ucuza kapatma, pazarlarını genişletme, bu amaçla kur ve ticaret savaşlarına girişme, kısacası, kendini korumak için rakiplerini zor duruma düşürme politikası güdüyor. Bu politikanın devamı, savaş hazırlıklarını güçlendirme ve nihayet savaşa başvurmadır. Çünkü, savaş politikanın şiddet araçlarıyla devamıdır. Her emperyalist devlet kendi iradesini rakiplerine kabul ettirmek için, şartları uygun bulduğu anda, savaş tehditlerine ve savaşa başvurur. Kapitalist bir devletin gerçek gücü son tahlilde savaşla sınanır. Kapitalist devletler eşit olarak gelişmezler. Bu eşitsiz gelişme, eski güç dengelerine göre zaten paylaşılmış olan dünyanın yeniden paylaşımını gündeme getirir. Yeniden paylaşım, mafya grupları arasındaki hâkimiyet kavgasından hiç de farklı değildir. İşler barışçı pazarlık yöntemleriyle çözülemediğinde savaş kaçınılmaz olarak devreye girer. Amerika'nın İkinci Dünya Savaşının sonunda eline geçirdiği tarihsel fırsatı sonuna kadar sömürerek sınırsız hâkimiyet hırsı ile durmadan yayılmasının kaçınılmaz sonucu olarak, aşırı yayılmanın ve sürekli savaşların getirdiği ekonomik yükü artık taşıyamayan ve gerileyen ekonomik ve teknolojik gücü ile hâlâ tartışılmaz askerî üstünlüğü; Avrupa Birliği'nin artan ekonomik ve teknolojik gücü ile yetersiz askerî gücü; Japonya'nın durağanlaşan ekono7

urun_32_29Agu.indd 7

01.09.2011 18:05:30


mik ve teknolojik gücü ile yetersiz askerî gücü; Çin'in ilerleyen ekonomik ve teknolojik gücü ile gelişen askerî gücü; Rusya'nın zengin petrol, doğalgaz ve hammadde kaynaklarına dayanan kendini toparlama hamleleri ile ABD'nin ardından gelen nükleer gücü; Hindistan ve Brezilya'nın gelişen ekonomik, teknolojik ve askerî güçleri, büyük devletler arasındaki ilişkileri kaygan bir zemine oturtuyor. Hepsi kapitalist-emperyalist mantığı benimseyen bu devletler arasındaki ilişkilerin nasıl gelişeceğini öngörmek gittikçe zorlaşıyor. Bütün emperyalist devletler birbirlerine karşı takiye yapıyor, herkes rakibinin ayağının sürçmesini bekliyor, sözler ile eylemler arasındaki uçurum büyüyor. Şu anda, ABD, Avrupa Birliği ve Japonya'nın kapitalist-emperyalist dünyanın geleneksel üçlüsü olarak zaten yakın olan ilişkilerini hızla pekiştirdikleri, politikalarını dünya çapında sistemli olarak koordine ettikleri görülüyor. ABD, Avrupa Birliği, Japonya üçlüsünün, örneğin, Afganistan, Irak, Libya ve Suriye politikalarındaki eşgüdüm çarpıcı boyutlarda. 18 Ağustos 2011 günü Obama Beşşar Esad'a “görevden derhâl ayrıl” ultimatomunu verir vermez, aynı ultimatom daha saat geçmeden İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya tarafından tekrarlandı. Geleneksel emperyalist üçlünün, belirli konularda çatışsalar bile genellikle kollektif sömürgecilik uyguladığı söylenebilir. Çin, Rusya, Hindistan ve Brezilya ise, kendilerine özgü hedefler güderek, bu üçlüden daha farklı politikaları gündeme getirmeye çalışırken özellikle kritik noktalarda ABD'nin dayatmalarına boyun eğiyor; ABD-AB'nin ortak askerî gücü NATO'nun saldırı savaşlarına göz yumuyor. ABD dayatmalarının başarılı olduğu durumlarda, bu büyük devletlerin hepsinin bütün dünya halklarına karşı kapitalist bir oligarşi olarak davrandıkları, kollektif sömürgeciler çetesi olarak hareket ettikleri söylenebilir. Dünya kapitalist sistemindeki bütün bu gelişmeler sonucunda maalesef emperyalist savaşlar dönemi yeniden insanlığın kapısına dayanmış bulunuyor. Dünya halkları devrimleri hızla başarıya ulaştırıp emperyalist savaşların yolunu kesemezse, inanılmaz ağır acılar çekecekleri, ölümlere ve yıkımlara uğrayacakları bu savaşları gecikmiş olarak devrime dönüştürmek zorunda kalacaklar; tabii ki, şayet savaşlar insan soyuna son vermemiş olursa. Emperyalizm mutlak egemenlik ister Emperyalizme elini veren kolunu kurtaramaz. Irak lideri Saddam Hüseyin, Libya lideri Muammer Kaddafi, Suriye lideri Beşşar Esad, emperyalizmle iyi geçinme politikası izleyerek, emperyalizme ödünler vererek, onların kapitalist programlarına uyum sağlamaya çalışarak kendi bağımsızlıklarını bir 8

urun_32_29Agu.indd 8

01.09.2011 18:05:30


şekilde koruyabilecekleri hayaline kapıldılar. Bu hayalin öldürücü bir yanlışlık olduğu ortaya çıktı. Emperyalizme verilen her ödün, füze, bomba, katliam ve yıkım olarak geri dönüyor. Düzen içi çözüm yok Sosyalizmin ve devrimci demokrasinin antiemperyalist, antikapitalist platformunu reddederek, dünya kapitalist sisteminin elebaşılarına ve her ülkedeki işbirlikçilerine felsefi, siyasi ve pratik ödünler vererek, düzen içinde kalacağına dair yeminler ederek, daha da fenası, Marks, Engels ve Lenin'e, sosyalist öğretiye ift iralar savurarak kendi halklarının temel haklarını sağlayabileceklerini sananlar da, kendi koşullarında, Saddam Hüseyin'in, Muammer Kaddafi'nin, Beşşar Esad'ın öldürücü yanılgısını paylaşmış oluyorlar. Kürt sorununun göstere göstere yeniden şiddet ve savaş sarmalına mahkûm edilmesi, emperyalistlere ve yerli egemenlere mavi boncuk vermenin işe yaramadığını gösteriyor. Kestirme yoldan başarıya ulaşma fantezisiyle Amerika'ya, Avrupa'ya, AKP'ye, Fethullah Gülen hareketine, Taraf'a, Cengiz Çandar'lara selam verenler, emperyalist ve kapitalist kodamanların daha büyük hesaplarında ilk kurban edilecekler bölmesine konuluyorlar. Nitekim, Amerikan emperyalizminin İran politikasına uyum sağlama kararını veren, Libya savaşına katılan, Suriye'ye karşı emperyalizmin ve siyonizmin taşeronluğuna razı olan yerli despotlarımız, emperyalizmin iznini alarak Kürt halkına karşı savaşı boyutlandırıyorlar. İşçi sınıfı ile ezilen halkların en sıkı enternasyonalist güç ve eylem birliği, her iki tarafın başarısı için vazgeçilmez koşuldur. Enternasyonalizme paha biçilemez. Suphi-Bilen geleneği Dünya, bölge ve ülke koşulları Markist-Leninist öğretiye bağlı partilere olan ihtiyacı her zamankinden daha çok duyuruyor. Proletaryanın kurtuluş koşullarını kapitalizme ve emeperyalizme karşı bütün dünyadaki mücadele deneyiminden yararlanarak hazırlayan öncü partilerin yerini hiçbir güç tutamıyor. Liberal, milliyetçi ve dinci eğilimlere kapılan partilerin çıkmazı, Mustafa Suphi ve İsmail Bilen geleneğine bağlı TKP'nin meşru, yasal, demokratik varlığını gündemin başına taşıyor. Emperyalizmin yeni savaşlar dönemi, proletarya devrimlerinin yeniden gündeme geldiği, yeni sosyalist devrimlerin, yeni ulusal kurtuluş devrimlerinin ortaya çıktığı bir dönem olacaktır. Devrimin yeniden güncelleştiği dönemde, devrim partisinin güncelleşmesi de kaçınılmazdır. 9

urun_32_29Agu.indd 9

01.09.2011 18:05:30


Akıl Tutulması

İşbirlikçi oligarşi Türkiye toplumuna bir akıl tutulmasını dayatıyor. Savaş boruları çalıyor. Hükümet Libya'ya karşı NATO savaşına katıldı. Suriye'ye savaş tehditleri savuruyor. Aynı anda da, Kürt ulusal hareketini yok etmek için yeniden sınır ötesi harekâtlar, kontrgerilla operasyonları, daha fazla tutuklama, daha fazla şiddet yoluna girdi. İçte ve dışta savaş politikası, kapitalist egemenlerin işine gelebilir, bir avuç kapitalist şirketin kârlarını arttırmasına hizmet edebilir. Yunus Emre'nin dediği gibi, “Yediği yoksul eti, içtiği kan olmuş” olan beyler, emperyalizmin taşeronluğunu üstlenerek kredi kaynaklarına kolayca ulaşmayı, pazar paylarını genişletmeyi umuyor olabilirler. Ne var ki, içte ve dışta savaş politikası Türkiye ve bölge halkları için sadece kan, gözyaşı, yıkım ve ölüm demektir. Türk, Kürt, Arap ve Fars halklarını, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Sünni, Şii, Alevi, Dürzi demeden bütün din, millet ve kültür topluluklarını, bir avuç dolar milyarderinin servetini ve gücünü çoğaltmak için birbirleriyle savaşa itmek, işçiler, emekçiler, sade yurttaşlar açısından akılsızlıktır, aymazlıktır, ihanettir, cinayettir. Bombalarının büyüklüğüyle ve isabetiyle övünmek, ölüme tapmaktır, ilkelliktir, geriliktir, insanlıktan çıkmaktır. Daha da büyük ve daha da isabetli bombaların yokluğuna üzülmek, Amerika'ya, İngiltere'ye, Fransa'ya, İsrail'e gıpta etmek soykırımcılıktır, insan düşmanlığının zirvesidir. Hükümetin bütün medyaya servis ettiği şu satırlara lütfen bakar mısınız: “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’a düzenlediği hava bombardımanı dikkatlerin kullanılan mühimmatlara çevrilmesine neden oldu. Kuzey Irak’ı vuran F-16 savaş uçakları bölgeyi MK 82, ve MK 84 tipi bombalarla vurdu. 10

urun_32_29Agu.indd 10

01.09.2011 18:05:30


Hava Kuvvetleri’nin elinde, PKK militanlarının saklandıkları sığınakları yok edecek bombalardan ise bulunmuyor. “Türk Hava Kuvvetleri’ne ait uçaklar, Kandil Dağı’na yönelik gece baskınında, MKE tarafından üretilen ve TÜBİTAK tarafından geliştirilen akıllı bombaları kullandı. TSK envanterinde, “bunker buster” adı verilen mağaraları delen ve hedefe ulaştıktan sonra içeride patlayan bombalar ise bulunmuyor. “Türk pilotları, Kuzey Irak’a yönelik operasyonu, teknolojinin ve eğitimlerinin kendilerine kazandırdığı en son imkânları kullandılar. İlk olarak bölgede gün boyu keşif uçuşları yapılarak hedefler saptandı ve koordinatları belirlendi. Havanın kararmasının ardından ise operasyon emri verildi. Diyarbakır 2. Hava Kuvveti Komutanlığı’ndan havalanan F-16 savaş uçakları peş peşe Kuzey Irak’a doğru ilerledi. “Pars” adı verilen 181. filo, Lantrin sistemi ile hedefleri belirleyip diğer savaş uçaklarının vurabilmesi için lazerle işaretledi. Bombardıman görevi verilen uçaklar da MK-84 tipi bombalarını hedeflere bıraktı. Bu bombalar MKE tarafından üretiliyor. Önemli özelliği ise TÜBİTAK tarafından geliştirilen bir güdüm sistemini üzerlerinde taşımaları. 2 bin libre, yani 1 ton ağırlığında ve 4 metre uzunluğunda olan MK-84 bombası, Türkiye’nin ilk “akıllı güdüm hassas bombası” olarak nitelendiriliyor. Bomba üzerindeki bilgisayara hedefin koordinatı tanımlanıyor ve bomba bu hedefe GPS güdümü ile ilerliyor. Bombanın 25 kilometre ötedeki bir hedefe güdümlenmesi mümkün ve hedefi şaşırma olasılığı neredeyse hiç yok. “Bomba düştüğü noktada 10 metre genişliğinde ve 3 metre derinliğinde çukur açıyor. Ancak bomba mağara gibi sığınakların içine girerek patlamadığı için tesiri düşük oluyor. Bunun için Bunker - Buster adı verilen mühimmata ihtiyaç duyuluyor. Türkiye’nin elinde ise bu mühimmattan bulunmuyor. Dün de Diyarbakır’dan havalanan uçakların Kuzey Irak’a iki kez hava harekatı düzenlediği öğrenildi.” (Cumhuriyet, 19 Ağustos 2011) Akıl tutulmasına izin vermeyelim. Kendimize gelelim. Emperyalizmin ve siyonizmin çevresinde tortop olmuş bankacıların, şirket sahiplerinin, petrol şeyhlerinin savaş politikasına karşı duralım. Unutmayalım ki, cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, milletvekilleri, generaller, bürokratlar kamu adına görev yapıyorlar. Maaşlarını kamudan alıyorlar. Kamu halktır, kamu bütün yurttaşlar topluluğudur, kamu toplumdur, kamu büyük insanlıktır. Kamu görevlileri halkın efendisi değil, hizmetkârıdır, vekilidir. Halkın vekâletini suistimal edenler, kapitalist oligarşinin emrinde çalışanlar, er geç halka hesap verirler. 11

urun_32_29Agu.indd 11

01.09.2011 18:05:30


Derinleşen Kriz ve Öngörüler Muhsin Salihoğlu

Dünya kapitalist sisteminin 2007 sonunda patlayan ekonomik ve mali krizi, devletlerin trilyonlarca doları bankalara ve tekelci şirketlere aktarmasıyla kısa bir süreliğine yumuşadıktan sonra yeniden şiddetlendi. “21. Yüzyılın Büyük Bunalımı”, 8 Ağustos 2011 Pazartesi günü dünyanın en büyük borsalarını da çökerterek gözlerden gizlenemez duruma geldi. Devletler açgözlü bankaları ve şirketleri kurtarmak, dolar milyarderlerinin tekelci kârlarını korumak için sosyal harcamaları kökten budamalarına rağmen gırtlaklarına kadar borca battı; artık tek tek şirketler değil, ülkeler iflas ediyor. Yunanistan ve İrlanda’nın halkın yaşam seviyesini düşürerek ve bağımlılık zincirlerini kalınlaştırarak sözüm ona kurtarılması, yeniden kurtarılmalarını gerektiren bir fiyaskoya dönüştü. Mali iflas sırası Portekiz’e geldi. İspanya, İtalya ve Belçika iflasın eşiğinde karanlık bir geleceğe yuvarlanıyor. Bütün Avrupa borç krizinin girdabına kapılabilir. Amerika’nın kredi notu düştü, durgunluk yayılıyor. 12

urun_32_29Agu.indd 12

01.09.2011 18:05:30


Kemer sıkma politikalarıyla ücretleri düşürmek, işsizliği afet boyutlarına yükseltmek, yoksulluğu genelleştirmek, gençliği geleceksizleştirmek, küçük çiftçileri, esnafı ve küçük sanayicileri iflasa sürüklemek, durgunluğa ve hatta küçülmeye yol açıyor; krizi kısır döngüye çeviriyor. Ekonomik ve mali krizin yükünü zaten krizin sorumlusu olan tekelci kapitalist banka ve şirketlere yıkmadan, işçi sınıfının, şehir ve köy emekçilerinin, ezilen halkların refahını öne alan eşitlikçi politikalara yönelmeden, kâr amacıyla örgütlenmiş toplum düzeninin cenderesini kırmadan, kapitalist düzenin mantık çerçevesinden çıkmadan ve bunları sağlamak üzere kapitalist sınıfın siyasal iktidarına politik bir devrimle son vermeden, toplumsal bir devrimle üretenlerin yönettiği sömürüsüz yeni bir toplum kurmadan, insanlığın büyük çoğunluğuna en ağır acıları yaşatan bu krizden halk yararına bir çıkış yok. Bu düzen içinde kalındığında kapitalist egemenlerin izleyecekleri politikalar besbelli: Ülke içinde emekçileri yoksullaştırmaya devam etmek, bu politikaya karşı toplumsal tepkileri boşa çıkarmak üzere ırkçılığı, şovenizmi, dinciliği körüklemek ve emekçileri bölüp parçalamak; ülke dışında hammaddelere ve doğal kaynaklara daha ucuza sahip olabilmek, bu politikaya karşı tepkileri etkisiz kılmak için militarizme, savaş ve işgal politikalarına sarılmak; dünyadaki pazar paylarını korumak ve arttırmak için korumacılığa, kur savaşlarına, emperyalist rekabete, silahlanmaya, savaş tehditlerine ve savaşa yönelmek. Bu gerçekler, içinde bulunduğumuz dönemin sınıf mücadelesinin şiddetlendiği bir dönem olacağını gösteriyor. Bu döneme ilerici ve gerici isyanlar, devrimler, karşıdevrimler ve savaşlar damgasını vuracak. Emperyalist saldırılar, işgaller, iç ve dış savaşlar, ulusal kurtuluş devrimleri ve sosyalist devrimler artık bütün dünyanın güncel konusu olacak, hatta daha şimdiden böyle olmaya başladı bile. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 27 Temmuzda yaptığı açıklamada, “Daha önce kriz Türkiye’yi teğet geçecek demiştim, beni eleştirdiler. Ama öyle oldu. Şimdi de diyorum ki, bu kriz ülkemizi teğet bile geçmeyecek” demişti. Aslında kriz Türkiye’yi teğet geçmedi, işçileri, emekçileri, orta tabakaları yüreğinden vurup geçti. Ne var ki, bankaların ve kapitalist şirketlerin işleri tıkırındayken, borsa vurguncuları kârlarına kâr katar ve Türkiye’deki dolar milyarderlerinin sayısı hızla artarken kriz teğet geçti diye böbürlenmek neoliberal ideolojinin at gözlüğüyle bakanlar için kolay olabilir ve aynı at gözlüğünü takan egemen medyanın desteğiyle belli kesimlerde inandırıcılık da sağlayabilir.

13

urun_32_29Agu.indd 13

01.09.2011 18:05:31


Ne zaman ki İstanbul borsası da çakıldı, Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, “Dışarıda yağmur yağarsa elbette ıslanırsınız, ancak biz de tedbirimizi alacağız, şemsiyemizi açacağız” diyerek krizin Türkiye’yi etkileyeceğini kabul etmek zorunda kaldı. Türkiye’nin işbirlikçi oligarşisi, sermaye birikiminin yetersizliğini gidermek için her ne pahasına olursa olsun dış finansman kaynağı arıyor ve bu amaçla yıllardır sıcak parayı çekmek için ucuz döviz politikası güdüyor. Bu yüzden ithalatı patlatıyor ve ucuz ithalatla rekabet edemeyen yerli üretimi iflasa sürüklüyor. İster istemez ithalata bağımlı hâle gelen ihracatı arttırmak için ücretleri düşürüyor, sömürüyü arttırarak ucuz işçiliğe yöneliyor. Zaten büyük kısmını yabancı şirketlere kaptırdığı iç pazarını sosyal harcamaları kısarak daraltıyor. Bu politikalar sonucunda, yabancı sermayeye bağımlılık, büyük şirket ve devlet borçları, işbirlikçilik, dış açık, bir avuç dolar milyarderi ile yoksulluğu genelleşmiş emekçi çoğunluk arasındaki gelir uçurumu yapısallaşıyor. Küresel durgunluk ve daralma koşullarında, Türkiye’nin ihracatının azalması ve dış finansman kaynaklarının kuruması şaşırtıcı olmaz. Bu durum emekçi halkın acılarını daha da yoğunlaştırıp yapısal krizi derinleştirecektir. Böylesi koşullarda kapitalist egemenlerin iç politikada baskı ve şiddet eğiliminin artacağı, dış politikada emperyalist merkezlerin taleplerine daha yatkın bir yaklaşım benimseyeceği öngörülebilir. Türkiye egemenlerinin NATO’nun Libya savaşına katılması, Suriye’ye karşı savaş hazırlığına başlaması, Kürt ulusal hareketine karşı seferberlik ilan etmesi, her türlü muhalefeti suçlulaştırmayı amaçlayan sistemli terör politikasına yönelmesi bu bağlamda değerlendirilebilir. İşçi sınıfının, şehir ve köy emekçilerinin, ezilen halkların çıkarlarını temsil eden her çevrenin kendi politikalarını bu beklenti ve öngörüler doğrultusunda gözden geçirmesi gerekiyor.

14

urun_32_29Agu.indd 14

01.09.2011 18:05:31


Hesap Vakti

Kapitalist bankaların ve tekelci şirketlerin gözlüklerini takanlar borsa tıkırındaysa işlerin kötüye gittiğini bir türlü kabul etmezler. İşsizlik şu kadar artmış, ücretler ve maaşlar insanca yaşamaya yetmiyormuş, ekonomik tercihler bağımsız sanayileşme ve kalkınma ihtimalini ortadan kaldırıyormuş, gericilik azmış, faşizm başını alıp gitmiş, polis devleti kurulmuş, özgürlükten eser kalmamış, diller ve kültürler yasaklanmış, gençlerin ve çocukların geleceği çalınıyormuş, kadınlar cins kırımına uğruyormuş, şehirler yaşanmaz hâle gelmiş, köyler çöküyormuş, doğa mahvoluyormuş, bir savaş bitmeden bir başka savaş çıkıyormuş, hiç umurlarında olmaz. Varsa yoksa borsada vurgun yapmak, kârına kâr katmak. Mademki borsa yüksekte, öyleyse işler iyidir! Kim için? Dolar milyarderleri ve onların uşakları için. İşçiler, emekçiler, sade vatandaşlar, büyük insanlık için değil. Ne zaman ki borsa çöker, işte o zaman egemen kapitalizmin gözlüğünü takanlar, eyvah ne oluyoruz diye çığlık atmaya başlar. Kapitalizmin tatlı rüyası kâbusa dönüşür. Dehşet içinde toplumun ve ekonominin gerçekleri kıyısından köşesinden aralanır. Tabii sadece borsa yeniden yükselinceye kadar. Borsa yükselince yine eski alışkanlıklara dönülür, toplumun ve ekonominin gerçekleri yeniden karanlığa gömülür. 15

urun_32_29Agu.indd 15

01.09.2011 18:05:31


İşçiler, emekçiler, sade vatandaşlar, büyük insanlık, banka ve tekellerin iktidarına son verene, düzeni değiştirene kadar, bu döngü tekrarlanır durur. Başta New York, Londra, Paris ve Frankfurt borsaları olmak üzere 8 Ağustos 2011 Pazartesi günü dünya borsaları dibe çakılınca, dünya kapitalist sisteminin 2007 sonlarında patlayan büyük krizinin sona ermediği, devletlerin bankalara ve tekelci şirketlere pompaladığı muazzam kaynaklarla bir süre yumuşayan durgunluğun yeniden ve bu kez daha yaygın olarak su yüzüne çıktığı görüldü. Bütün dünyaya hükmeden dev banka ve şirketler koca bir dönem boyunca girişimcilik, akılcılık ve verimlilik cakası sattılar. Cakaları aslında halkı soymak ve vurgunlarını gizlemek için kullandıkları bir maskeden ibaretti. Çünkü hantal, akıldışı ve verimsiz kuruluşlardı. Özelleştirme, kuralsızlaştırma, sendikasızlaştırma, çalışma yaşamını esnekleştirme, başta sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik olmak üzere hayatın her alanının ticarileştirilmesi yoluyla kamu kaynaklarını sınırsız bir şekilde yağmalayarak ayakta duruyorlardı. Devlet emir kullarıydı, her sözleri kanun oluyordu. Buna rağmen, topluma verdikleri hiçbir sözü tutamadılar. Kesintisiz kalkınma sağlayacaklardı, durgunluk ve daralmaya yol açtılar. Refahı yaygınlaştıracaklardı, işsizliği ve yoksulluğu genelleştirdiler. Şeffaflık sağlayacaklardı, yolsuzluğu ve rüşveti kural yaptılar. Dünyaya barış getireceklerdi; saldırı, savaş ve işgallerle vahşete dönüşü yaşattılar. Her şeyi mahvettiler ama hiç hesap vermediler. Hâlâ baştalar, hâlâ sömürmeye, buyurmaya, işleri batırmaya, dünyayı kana bulamaya devam ediyorlar. Sadece tek tek işletmeleri değil, koca koca ülkeleri bile art arda iflasa sürükledikleri hâlde, hâlâ kamu kaynaklarını yutmak, hâlâ açlıktan, yoksulluktan, felaketten, savaştan kâr sağlamak peşinde koşuyorlar. Oysa oyun bitti, kapitalizmin hesap verme vakti geldi. Hesabı soracak olanlar, işçiler, emekçiler, sade vatandaşlar, büyük insanlık. Kapitalizmin büyük ve uzatmalı krizi, büyük uyanışın ve mücadelenin, yeni bir dünya kurmanın başlangıcı olacak. 16

urun_32_29Agu.indd 16

01.09.2011 18:05:31


Ordu ve AKP

I Ordu Üst Yönetimi İstifa Etti Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Erdal Ceylanoğlu, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Eşref Uğur Yiğit ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hasan Aksay 29 Temmuz 2011’de istifa etti.

İstifalar, Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül arasında dün ve bugün art arda yapılan toplantıların ardından geldi. Toplantılarda, “Ergenekon” ve “Balyoz” davalarından tutuklu 43 general ve amirale ilişkin olarak 1 Ağustos 2011 17

urun_32_29Agu.indd 17

01.09.2011 18:05:32


günü başlayacak Yüksek Askerî Şura (YAŞ) toplantısında alınacak kararlarda uzlaşmaya varılamaması ve bugün “İnternet Andıcı” adı verilen davada Ege Ordu Komutanı Nusret Taşdeler de içinde olmak üzere birçok general ve amiral hakkında yakalama kararı verilmesi üzerine alındığı sanılıyor. Ordu üst yönetiminin öteki ismi Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Necdet Özel ise istifa etmedi. “Görünen o ki, AKP’yle işbirliği yapan paşalar döneminden doğrudan doğruya AKP paşaları dönemine giriyoruz” sonucuna varmıştı. AKP, artık egemen sınıf içinde yer alan öteki grupların kendisiyle işbirliği yapmasıyla yetinmiyor, mutlak iktidar peşinde koşuyor.

II Orgeneral Necdet Özel’in Hızlı Yükselişi Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner ve 3 ardından hızla hakuvvet komutanının istifasının ar rekete ggeçen AKP, istifa etmeyen Jandarma etme Genel Komutanı G Orgeneral Necdet O Özel’i, kara kuvvetÖz leri komutanlığına ler atadı ve genelkurmay başkanvekili olarak görevlend ird i. Necdet Özel’in bir iki gün içinde genelkurmay başkanı olarak atanması bekleniyor. Böylece Necdet Özel, olağan koşullarda ancak iki yıl sonra atanabileceği genelkurmay başkanlığına iki yıl önce getirilmiş oluyor. İstifa eden Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner yayınladığı veda mesajında, personelinin hak ve hukukunu koruma sorumluluğunu yerine getiremediği için görevinden ayrıldığını belirterek silahlı kuvvetler mensuplarına yönelik tutuklamaları eleştirdi, “yetkili makamlar”ı ve “yanlı medya”yı suçladı. Koşaner’in mesajı şöyle: 18

urun_32_29Agu.indd 18

01.09.2011 18:05:32


“Şu anda 173’ü muvazzaf, 77’si emekli olmak üzere 250 general-amiral, subay, astsubay ve uzman jandarma çavuş, hürriyetlerinden yoksun olarak tutuklu bulunmaktadır. Tutuklamaların evrensel hukuk kaidelerine, hakka, adalete ve vicdani değerlere uygun olarak yapıldığını kabul etmek, bir çok hukukçunun da ifade ettiği gibi, mümkün değildir. Bu durum, birçok defa yetkili makamlara iletilmesine, anlatılmasına ve takip edilmesine rağmen soruna yasal çerçevede bir çözüm bulunması mümkün olmamıştır. Haklarında henüz hiçbir kesin yargı kararı olmamasına rağmen tutuklu bulunan 14 general-amiral ile 58 albay, hürriyetlerinin tahdit edilmesinin yanı sıra mevcut yasalarımız gereğince bu yıl yapılacak Yüksek Askerî Şura’da değerlendirmeye girme hakkını kaybetmiş ve peşinen cezalandırılmıştır. Soruşturma ve uzun süreli tutuklamaların bir amacının da TSK’nın sürekli gündemde tutularak kamuoyunda bir suç teşkilatı olduğu izleniminin yaratılmaya çalışıldığı, bunu fırsat bilen yanlı medyanın da her türlü yalan haber, iftira ve suçlamalarla yüce ulusumuzu kendi silahlı kuvvetlerine karşı tavır almaya teşvik ettiği dikkatlerden kaçmamaktadır. Bu durumun önlenememesi ve yetkili makamlar nezdinde yapılan girişimlerin dikkate alınmaması Genelkurmay Başkanı olarak personelimin hak ve hukukunu koruma sorumluluğumu yerine getirmeme engel olduğundan, işgal ettiğim bu yüce makamda göreve devam etme imkânını ortadan kaldırmıştır. Şartlar ne olursa olsun TSK’nın kahraman mensuplarının kutsal görevlerinde bundan önce olduğu gibi bundan sonra da üstün disiplin, cesaret ve fedakârlıkla başarıya ulaşacaklarına olan kesin inancımı bir kez daha güvenle ifade ederken, TSK’nın tüm mensuplarına sağlık ve esenlikler dilerim.”

III AKP Hedefine Ulaşamadı Yüksek Askerî Şura’nın 1-4 Ağustos 2011 toplantısı sona erdi. Açıklanan kararlara göre, geçen hafta Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ile Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Erdal Ceylanoğlu, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Eşref Uğur Yiğit ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hasan Aksay’ın istifa etmesinden sonra kara kuvvetleri komutanlığına atanan ve genelkurmay başkan vekili olarak görevlendirilen Orgeneral Necdet Özel genelkurmay başkanı, 1. Ordu komutanı Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu kara kuvvetleri komutanı, donanma komutanı Oramiral Emin Murat Bilgel deniz kuvvetleri komutanı, Hava Lojistik komutanı Korgeneral Mehmet Erten 19

urun_32_29Agu.indd 19

01.09.2011 18:05:33


orgeneralliğe getirilerek hava kuvvetleri komutanı, kara kuvvetleri kurmay başkanı Orgeneral Bekir Kalyoncu jandarma genel komutanı oldu. Ergenekon ve Balyoz davaları nedeniyle tutuklu bulunan 14 general ve amiral, terfi sıraları geldiği hâlde, bulundukları rütbede kaldılar. Terfi ve atamalar topluca değerlendirildiğinde, AKP’nin ordunun olağan işleyişine göre, kara kuvvetleri komutanlığına getirilmesi gereken Orgeneral Saldıray Berk’i emekliye ayırarak, hava kuvvetleri komutanlığına getirilmesi gereken tutuklu Orgeneral Bilgin Balanlı’yı zaten üyesi olduğu Yüksek Askerî Şura üyesi sıfatıyla kızağa alarak tasfiye ettiği, ancak kuvvet komutanlıklarına yine hoşlanmadığı ve tasfiye etmek istediği komutanları getirmek zorunda kaldığı görülüyor. AKP, bütün çabasına rağmen, orduyu mutlak iktidarı altına alamadı; yine, kendisiyle işbirliği yapan ama biat etmeyen komutanlarla çalışmaya devam etmek zorunda kalacak. AKP’nin kazancı, Orgeneral Necdet Özel’i iki yıl önceden genelkurmay başkanlığına getirmesi, en istemediği isimleri tasfiye etmesi ve özel yetkili mahkemeler aracılığıyla saldığı dehşetle terfi ve atamaları sistemli olarak etkilemeye devam edeceğini göstererek biat etmeyen generallere bir kez daha gözdağı vermesi oldu. AKP’nin kaybı, kendisiyle işbirliğini sürdüren ama biat etmeyen ordu üst yönetiminin istifa ederek AKP’yi kamuoyu önünde suçlaması, buna rağmen yeni komuta kurulunu kendisini suçlayan çevreden olduğu belli komutanlardan oluşturmak zorunda kalması oldu. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde AKP’nin orduyu da mutlak iktidarının aleti durumuna getirme çabalarının devam edeceğini, orduya yönelik yeni suçlama, tutuklama ve tasfiye çabalarının gündeme geleceğini bekleyebiliriz. Daha iki yıl görevde kalabilecekken AKP’yi suçlayarak görevden ayrılan Işık Koşaner’in ve arkadaşlarının kamuoyuna verdiği mesajın yeni komuta kurulu ve bir bütün olarak silahlı kuvvetler tarafından ne kadar takip edileceği, kurumsal olarak AKP paşaları döneminin açılıp açılmayacağı veya ordu üst yönetiminin AKP’yle işbirliğinden vazgeçip geçmeyeceği sorularının yanıtlanmasında önemli bir paya sahip olacak. Tabii kapitalist iktidar bloku içerisindeki bu gelişmeleri, daha geniş bağlamda, ülkede işçi sınıfının, şehir ve köy emekçilerinin, başta Kürtler olmak üzere ezilen halk muhalefetinin mücadelesi, kapitalist ve emperyalist egemenler ile bölge ve dünya emekçi halkları arasındaki mücadelenin seyri belirleyecek. 20

urun_32_29Agu.indd 20

01.09.2011 18:05:33


Yanlış Tarih, Yanlış Politika

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, yanına geniş bir heyeti alarak 3 Temmuz 2011 akşamı Bingazi’ye gitti. Emperyalist saldırganların NATO uçakları, füzeleri, bombalarıyla sağladığı koruma altında Libya’nın Bingazi şehrini işgal eden işbirlikçi kuklaların oluşturduğu Ulusal Geçiş Konseyi’nin yetkilileriyle görüştü. Ahmet Davutoğlu, Türkiye’nin, Ulusal Geçiş Konseyi’ni Libya halkının tek temsilcisi olarak resmen tanıdığını, başkenti Trablus olan Libya’nın meşru hükümetiyle diplomatik ilişkileri toptan kestiğini açıkladı. Türkiye’nin Libyalı gericilere daha önce taahhüt ettiği 100 milyon dolarlık krediye ek olarak, 100 milyon dolar nakit kredi, 100 milyon dolar da proje kredisi vereceğini ilan etti. Emperyalist saldırıya karşı direnmeye devam eden Kaddafi’ye teslim olması için tekrar çağrı yaptı. Libya halkının emperyalizme karşı savaşan meşru hükümetine isyan eden gericileri pohpohlamak isteyen Ahmet Davutoğlu, Bingazi’yi Kurtuluş Savaşı sırasındaki Ankara’ya benzetti. Bununla da kalmadı; Batılı büyük devletlerin kuklalarını, “Ömer Muhtar’ın çocukları” diye selamladı. Ahmet Davutoğlu, tarihi ters yüz ediyor. Bingazi, Kurtuluş Savaşı sırasındaki Ankara’ya değil, aynı dönemde Yunan ordusunun işgaline uğrayan ve işgal güçlerinin karargâhına konaklık etmek zorunda kalan, zincire vurulmuş İzmir’e benzetilebilir ancak. Libya’nın büyük önderi Ömer Muhtar ise, hayatını İtalyan sömürgecilerine karşı savaşa adamış antiemperyalist bir kahramandı; sömürgecilerle işbirliği yapmaktansa idam sehpasında can vermeyi tercih etmişti. Bingazi bugün sömürgecilerin ve uşaklarının esiridir. Bu esaretten kurtulacağı güne kadar, bütün Libya halkıyla beraber, tıpkı İzmir halkının işgalcilere karşı yeraltından direnmesi gibi, çok zor koşullarda direnmeye devam edecektir. Ömer Muhtar’ın çocukları ise, Ömer Muhtar’ın yaptığı gibi, Batı emperyalizminin vahşi saldırısına karşı koyan Libyalı işçiler, köylüler, emek21

urun_32_29Agu.indd 21

01.09.2011 18:05:33


çiler, yurtseverlerdir. Kapitalist Haçlı ordularının vurucu gücü olarak kendi halklarına karşı savaşan hainler, Ömer Muhtar’ın çocukları değil, düşmanlarıdır. Siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler profesörü olan Ahmet Davutoğlu, Türkiye ulusal kurtuluş savaşının en temel gerçeklerini hatırlamıyor olamaz. İngiliz emperyalizminin kışkırtmasına kapılan Yunanistan egemenleri, hiç akıllarından çıkmayan “Büyük Yunanistan” hayaline nihayet kavuşacakları günün geldiğini sanarak 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal etmişler ve adım adım Batı Anadolu’nun geniş bölgelerini ele geçirmişlerdi. Bu başarıdan başı dönen Yunanistan Kralı Konstantin, 12 Haziran 1921’de İzmir’e gelmiş, tantanalı bir törenle karşılanmış ve Yunan askerlerini “Yunan ülküsü için” çarpışmaya ve Anadolu’nun daha da içlerine doğru ilerlemeye davet etmişti. 28 Temmuz 1921’de Kütahya’da Savaş Konseyi toplantısına başkanlık eden Kral Konstantin, Ankara’ya yürüme kararını çıkartmış, daha sonra Bursa’ya geçmiş ve 26 Eylül 1921’e kadar Bursa’da kalmıştı. Hikâyenin sonu biliniyor. Emperyalizmin hizmetinde yayılmacılık yapmak isteyen Yunanistan, tarihe Küçük Asya Felaketi olarak geçen ağır bir yenilgiye uğramış, halkını emperyalist-militarist hayaller uğruna felakete sürükleyen Kral Konstantin tahttan indirilmiş, yakın çevresi ise kurşuna dizilmişti. Bugün emperyalizmin kışkırtmasına kapılanlar, 1919’da Yunanistan egemenlerinin yaptığını yapıyorlar. AKP iktidarı, Libya ve Suriye’de emperyalist saldırıya ortak oluyor. Emperyalizmin emrinde savaşa katılırsa, hep hayalinde olan “Osmanlı imparatorluğunu yeniden canlandırma” ülküsüne kavuşabileceğini sanıyor. Kayıtsız şartsız halka ait olan egemenliği gasbeden işbirlikçi kapitalist holdinglerin ve bankaların yayılmacılığına hizmet eden bu boş hayal, Türkiye ve bölge halklarına sadece felaket getirir. Emperyalizme, İngiliz ordularına güvenen Kral Konstantin, işgal altındaki İzmir, Kütahya ve Bursa’ya giderken zafer sarhoşluğu içindeydi. Türkiye halklarının direnmesi, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye desteği, Yunan devrimcilerinin emperyalist maceraya karşı halklarımızla enternasyonalist dayanışması sonucunda, Kral Konstantin’in bu sarhoşluktan ayılması uzun sürmedi. Ayılınca, Türkiye ve Yunanistan halklarına yaşattığı ağır felaketin bedelini ödedi. Kral Konstantin’in hikâyesi, emperyalizme, NATO’ya güvenerek işgal altındaki Bingazi’ye gidip emperyalizmin kuklalarına övgü düzenlerin kulağına küpe olmalıdır. 22

urun_32_29Agu.indd 22

01.09.2011 18:05:33


Küresel Krizde Yeni Dönemeç* Çev: Sedat Satılmış

Bağımsız Avrupa düşünce kuruluşu LEAP/E2020’nin araştırmacıları, 2008’in eylül ayında Amerikan ekonomisine büyük bir darbe vuran şoku daha aynı yılın Şubat ayında öngörmüşlerdi. Bir yılı aşkın bir zaman önce aynı ekip 2011 yılının ikinci yarısında küresel sistem krizinin gelişiminde önemli bir dönem olacaktır öngörüsünde bulundu. Şu ana kadar bütün göstergeler krizin iki temel eğiliminin bir potada patlayıcı bir karışım hâline gelmek üzere olduğunu gösteriyor. Örneğin altın ve gümüş gibi piyasalardaki oynaklık (volatilite) artıyor ve en güçlü şirketler güç kaybediyorlar. Londra ve Washington kendi sorunlarını gizlemek için Yunanistan sorununu öne çıkarıyorlar ve Amerikan bankalarının merkezi olan Wall Street ile İngiliz bankalarının merkezi olan City, Avrupa Merkez Bankasını (ECB) kendi kontrolleri altına almak için son bir girişimde bulunuyorlar. *

GEAB ( Globale Europe Anticipation Bulletin) 55 nolu Basın Açıklaması (16 Mayıs 2011) Louis Wilms tarafından Hollandacaya çevrilmiş ve uyarlanmıştır. Kaynak http://www.leap2020.eu

23

urun_32_29Agu.indd 23

01.09.2011 18:05:33


Son aylarda dünya hemen hemen kesintisiz bir dizi jeopolitik, ekonomik ve mali şoklarla karşı karşıya kalmıştır. Bize göre bu şoklar travmatik sonuçları olacak bazı olayların ön işaretleridir. Aynı zamanda uluslararası sistem yapısal zayıflıklar dönemini geride bırakıp tümüyle genel bir çürüme dönemine girerken eski ittifaklar dağılmakta ve hızla yeni çıkar ortaklıkları oluşturulmaktadır. Son olarak, başta ABD olmak üzere en önemli batılı ülke ekonomilerinin borç yükü ilk kez, tarihsel olarak görülmemiş bir düzeye ulaşırken, küresel ekonomide gözle görülür ve kalıcı bir iyileşme ümidi de buharlaşmıştır. Bu arada uluslararası ödeme işlemleri için doların konumu çok önemli: dolar üzerinden yapılan hesaplamalara göre Çin ekonomisinin 2030’da veya 2040’ta, belki de 2050’de Amerikan ekonomisini geçeceği bekleniyordu fakat gelişmekte olan ülkelerin paralarındaki alımgücü değişimlerinden yola çıkılırsa, İMF ye göre bu tarih çok yakına gelebilir ve 2016 olabilir. Mevcut küresel sistem krizinde en az iki temel eğilim görebiliyoruz: küresel jeopolitik dengelerdeki bozulma ve küresel ekonomik ve mali kriz. Bu yılın ikinci yarısında, biz bu iki eğilimin patlayıcı bir karışım hâline geleceğine inanıyoruz. Bu süreçte uluslararası para sistemi, daha doğrusu, uluslararası para kaosu katalizör olacaktır. Japonya’da Mart ayında yaşanan son felaket ve ABD’nin büyük borç yükünü önemli ölçüde azaltmak için kısa vadede gerekli tedbirleri alacak kapasitede olmamasının görülmesinden dolayı bu olasılık önemli ölçüde artmış bulunmaktadır. Geçen Haziran ayında “parasal genişleme”nin –ABD merkez bankası FED kendi devlet tahvillerini satın aldı ve böylece dolaşıma daha fazla dolar getirdi– ikinci turu tamamlandı ve bu da “ABD para birimi doların değeri dünyanın geri kalanının sorunudur” anlayışı döneminin sonunu işaret etmektedir. Temmuz ayından itibaren ABD doları dünyanın geri kalanı ve ABD’nin kendisi için en önemli tehdittir. Geçen on sekiz yılda, avronun çöküşü hakkında gazete başlıkları konusunda uzmanlaşmış İngiliz ekonomi gazetesi Financial Times bile geçen ay (bir iç sayfada da olsa) bir makalede “dolar avrodan daha büyük bir tehlike” başlığını attı. Önümüzdeki aylarda FED’in yanlış kumar oynadığı görülecektir: ABD ekonomisi, ekonomiye pompalanan trilyonlarca dolara rağmen 2008 yılında girdiği çok derin resesyondan asla çıkamamıştır. ABD’de konut fiyatları 24

urun_32_29Agu.indd 24

01.09.2011 18:05:33


yeniden düşmektedir ve şu anda konut fiyatları 2009 yılında kırılan düşük konut fiyatı rekorunun da altına düşmüş bulunmaktadır. Sonuç olarak, yeniden on milyonlarca Amerikalı trajik bir ekonomik ve finansal durumla karşı karşıyadır. ABD ekonomisinin değeri gayrimenkul piyasası esas alınarak hesaplandığından dolayı konut fiyatlarındaki düşüş de bize resesyonun hâlâ sürdüğünü göstermektedir. Amerikalıların büyük çoğunluğu bunun farkında: halkın yüzde 80’i ekonominin hasta olduğuna inanıyor. FED uluslararası finansal piyasaların baskısı altında olduğu için “parasal genişleme”nin üçüncü turunu başlatacak durumda değildir; bu yüzden de, faizlerin nasıl yükseldiğini, patlayan ABD kamu borç maliyetini, dünyanın çok derin bir resesyona girişini, menkul kıymetler borsalarındaki çöküşü ve bütün bu gelişmelerin etkisiyle doların öngörülmesi mümkün olmayan bir değişkenlik gösterişini (ki bize göre bu değişkenlik %30’luk bir değer kaybıyla sonuçlanacaktır) çaresizce izlemekten başka bir şey yapamayacaktır. ABD devlet tahvillerinin en önemli alıcısı FED’in ani yokluğu bu pazarın çökmesine ve ABD devlet tahvillerinin dünyadaki en likit ödeme aracı olarak eşsiz konumunu kaybetmesine neden olacaktır. (Çünkü ABD devlet tahvilleri her zaman en hızlı şekilde paraya çevrilebiliyordu). Şimdi ABD devlet tahvilleri sahipleri bu tahvilleri hızla elden çıkarmak isteyeceklerinden dolara olan talep ilk başta artacak; buna paralel olarak da, doların değeri artacaktır. Ama dolar arzı dolar talebini geride bırakacağı için de dolar yeniden değer kaybedecektir. Bu iki gelişme 2011’in ikinci yarısında doların diğer önemli para birimleri ve altın karşısındaki durumunu belirleyecektir. Aynı zamanda avro bölgesi ülkeleri, BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) ve emtia (hammadde) üreten ülkeler, kendi aralarındaki işbirliğini güçlendirecek ve 1944 Bretton Woods anlaşmasıyla kurulan ve ABD/İngiltere ikilisinin kontrolünde olan uluslararası kurumları (örneğin İMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü WTO gibi) kurtarmak için tekrar bir girişimde bulunacaklardır. Bu kurtarma girişimi son bir girişim olacaktır, çünkü bugüne kadar uluslararası alanda güçlü bir izlenim bırakamayan Barack Obama’nın 2012 seçimleri öncesi birdenbire iç politika sorunlarında risk almaya cesaret eden bir devlet adamı oluvereceğini varsaymak gerçekçi değildir. 25

urun_32_29Agu.indd 25

01.09.2011 18:05:34


Gümrük duvarları, ticaret kısıtlamaları, ihracat ambargoları, döviz rezervlerinin çeşitlendirilmesi, hammadde avcılığı, genel enflasyon... yeni bir küresel ekonomik, sosyal ve jeopolitik şokun ön işaretleri: Çin son zamanlarda nakliyecilerin grev yapmasına yol açan yurtiçi akaryakıt fiyatlarındaki artışı durdurmak gerekçesiyle tüm dizel ihracatına son verdiğini duyurdu. Çin’in ihracatına bağımlı olan Asya ülkeleri bu sorunu nasıl çözeceklerini araştırmakta. Birkaç ay önce tahıl ihracatını durduran Rusya şimdi de, ülke içindeki sıkıntıları sona erdirmek ve fiyat artışlarını sınırlamak gerekçesiyle bazı petrol ürünleri ihracatını durdurdu. Bir yandan Suudi Arabistan’ın petrol rezervlerinin boyutları hakkında şüpheler ve üretimi artırması tartışılırken, diğer yandan, temel gıda fiyatlarının yükselmesine karşı tüm Arap dünyasındaki siyasi ve toplumsal istikrarsızlık devam etmektedir. ABD’de her anormal hava koşulu hemen meydana gelebilecek sıkıntı riskine sebep oluyor, son zamanlarda Mississippi’deki sel baskınında olduğu gibi. Görünüşe göre ABD’de üretim ve taşıma dağıtım sorunlarında esneklik yok, en ufak bir sorunda hemen stratejik rezervlere başvuruluyor. Bu arada benzinin litresi 1 doları geçince Amerikan halkı arabalarının deposunu doldurmak için gıda harcamalarını kıstı. Avrupa’da, sosyal güvenlikteki sınırlamalar ve İngiltere, Yunanistan, Portekiz, İspanya ve İrlanda’da aşırı tasarruf tedbirleri nedeniyle yoksul sayısı patlayarak artacak. Avrupa Birliği (AB), özellikle Asya’dan ithalatı yavaşlatmak için, kendi cephaneliğinde olan tüm gümrük silahlarını kullanıma hazır hâle getirdi. AB bütün gelişmekte olan ülkeler için tercihli tarife sistemini revize etti, özellikle de BRICS ülkelerini (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) dışlamak için. Ayrıca 2010 yılı sonunda anti-damping ve güvenlik tedbirlerinin uygulanmasını kolaylaştırmak için yasalar sessizce çıkarıldı: Şimdi bu yönde karar almak için üye devletlerin salt çoğunluğu yeterli, oysa önceden nitelikli çoğunluk gerekliydi. Bu arada, merkez bankaları dünya çapında altın satın almaya devam ediyorlar ve kendi rezervlerinin çeşitlendirilmesini hedeflediklerini az veya çok açıkça ilan ediyorlar. 26

urun_32_29Agu.indd 26

01.09.2011 18:05:34


ABD devlet tahvillerinden ve dolardan çekilerek doların bizce bu durumda kaçınılmaz olan devalüasyonunu ve ABD’nin ticari avantaj sağlamasını engellemeye uğraşıyorlar. 2008 ve 2010 arasında en önemli merkez bankalarının (FED, ECB, Japonya ve İngiltere Merkez Bankası) doğrudan küresel ekonomiye 5 trilyon dolardan fazla para pompalamalarından dolayı, dünya çapında enflasyon yükselmeye başladı. Merkez bankaları ne yapacaklarını bilmiyorlar gibi görünüyor: onlar giderek tutarsız ve tehlikeli tedbirleri almaktalar. Birçok ülkede ekonomi son derece zayıf ya da resesyondayken enflasyonla mücadele için faiz oranlarını artırıyorlar. Bu arada Asya’da 2008 Eylülü benzeri bir şoka karşı silahlanmak amacıyla ülkelerin kendi aralarında mali düzenlemeler yaptığını ve 2008 öncesi ABD güdümlü finansal sistemden uzaklaştığını görüyoruz. Ayrıca, bütün bölge Çin önderliğinde bölge ulaşım ağlarının da dahil olduğu bir entegrasyon süreciyle meşgul. Ve ABD tamamen yolunu kaybetmiş durumda: ülke sürdürülemez bir borç düzeyine sahipken, Washington’daki politikacılar bunu bir seçim malzemesi hâline getiriyorlar. Mayıs ayında, ulusal borç tavana ulaştı, bu yüzden tüm Amerikan hükümeti hiçbir şey yapamaz duruma gelmekle karşı karşıya ama buna rağmen Cumhuriyetçiler borç limitinin yükseltilmesi için hükümete yetki vermeyi reddediyorlar. Amerikan basınında ve uluslararası basında bol bol Clinton dönemiyle kıyaslamalar yapılıyor çünkü o dönemde de aynı problem vardı ve çok büyük sonuçlar doğurmamıştı. Ancak Amerikan bankerlerinin ve elit kesimin büyük bir bölümü 90’lı yılların tersine, ABD nin şu anda “dünyanın hasta adamı” olarak görüldüğünün farkında değiller. Herhangi bir zayıflık işareti veya tutarsızlık, kontrol edilemez bir paniğe yol açabilir (ve o zaman da artık Usame bin Ladin suikastı gibi son zamanlarda düzenlenen medya yutturmacası bile fayda etmeyebilir). Umutsuz merkez bankaları, hiçbir görüşü ya da planı olmayan dünya liderleri, resesyonda ya da depresyondaki ekonomileri, yükselen enflasyon, tehlikeli para birimleri, uçuşa geçmiş emtia fiyatları, batının kontrol edilemeyen borçları, rekor düzeyde işsizlik, baskı altındaki topluluklar ... hiç şüphesiz, tüm bu gelişmelerin patlayıcı birleşimi, 2011 yılının ikinci yarısının belirleyici olayları olacaklar! 27

urun_32_29Agu.indd 27

01.09.2011 18:05:34


BASINDAN

Koray Çalışkan ve Kültürel Nazizm* Erhan Kaplan

İnsanlık tarihinde faşizmin, ırkçılığın, şovenizmin, ötekileştirmenin binbir hâli görülmüştür. Bu hâllere dair dünyada sadece Nazilerden, ülkemizde ise sadece MHP'den bahsetmek işin kolayına kaçmak olur. Kafasını kazıtmış, saçlarından gamalı haç şekli yapmış iğrenç bakışlı dazlak ile sarkık bıyıklı, kurt başlı yüzük taşıyan ülkücüden ibaret değil faşizmin görünümleri. Bu tipten ırkçı yansımaları anlamak da, algılamak da, bunlara karşı mücadele etmek de görece kolaylık taşır. Ancak, faşizmin, ırkçılığın, şovenizmin çok daha tehlikelisi, çok daha incesi, alenen görünmez olanı, hatta hoş sözler ardına sığınılarak yapılanları da mevcuttur. Kültürel açıdan benzemezlikten yola çıkıp bir ulusu, bir halkı, bir mezhebi dışarıda tutan, böylesi bir toplulukta, onları diğer kalanların bütününden topyekün farklı kılacak olumsuz, kötü nitelikler olduğunu ima ve iddia eden yaklaşımlar çok daha yaygındır. Ki, genellikle bu hâl, atasözlerinin, deyimlerin arkasına sığındığı için fark edilmeyen bir “doğallık”, dolayısıyla “gerçeklik yanılsaması” da içerir. Irkçılığın görünümlerinden ilki en pespaye sokak ağzıyla konuşur. Küfürler eşlik eder. Daha rafine olan diğeri ise aynı pespayeliktedir, aynı müptezelliktedir, ama, daha akademik bir dile sahiptir. Birinci türdeki özelliklere sahip olanların binlercesi bir çırpıda sayılabilir. İkinci tür ise daha fazla zekâ gerektirir, sayısı diğerine göre azdır. Rafine ırkçıların dünyadaki sonuncu örneklerinden biri için, Almanya eski merkez bankası başkanı Thilo Sarrazin'e ve yazdığı Almanya Kendini Yok Ediyor isimli kitabına bakınız. O da kitabında “kültürleri buna genetik olarak izin vermediği için, yüksek niteliklere * http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=39229&ref=bm

28

urun_32_29Agu.indd 28

01.09.2011 18:05:34


sahip Alman toplumuna entegre olamayan” azınlıklardan ve multi-kulti'nin sona ermesinden bahsediyor. Türkiye'de yok mu bu müptezellerden? Olmaz mı; var, hem de dünyadaki örneklerine şapka çıkartacak kadar başarılı olanları da var. Gelelim Koray Çalışkan'a Türkiye'de kültürel ırkçılar eski dönemde çok fazla bulunmazdı. Türkiye'nin egemen ideolojisi, uluss olarak p olarak Türklükten, din olarak Müslümanlıktan ve mezhep n unsurSünnilikten beslenir. Bunların dışında kalan bütün en ideolar ise “zararlı” olarak nitelenir. Ayrıca, aynı egemen man loji felsefi olarak sosyalizme ve Marksizme de düşman iği olduğu ve onları da “kökü dışarıda” diye nitelediği iiçin, egemenler ilaveten daha güçlü şovenizme ihtiyaç duymuyordu. İçinde barındıramadığı Hıristiyanları, Yahudileri, Kürtleri, Alevileri de yok sayarak bugüne kadar gelmiş bir egemen ideolojiden bahsediyoruz. Yani, Türk-İslam-NATO sentezini bugüne kadar zor yoluyla uygulatmış bir ülkeden ve bu ideolojiyi “doğal” bulmaya başlamış, giderek içselleştirmiş aydınlardan, öğretim üyelerinden ve siyasetçilerden müteşekkil bir entelejansiyanın var olduğu iktidar ilişkilerinden bahsediyoruz. Koray Çalışkan, bu ilişkilere sahip ülkenin muhalif kanadında yer aldığını iddia ediyor. O da, ülkesinin otoriter uygulamalarına muhalif olduğunu, ülkesinin tam demokrasiyle yönetilmesi için uğraştığını iddia eden bir akademiya üyesi. Azınlık haklarıyla iştigal ediyor. Yeni bir sendikal dünyanın doğması için arayışlar içinde. Sinemayla uğraşıyor. Kooperatifçilik işine samimi olarak girmiş gibi bir izlenim veriyor. Hümanist olduğunu da önkabulle varsayarak hareket ediyoruz. Sosyalist olduğunu da kendisi iddia ediyor. Peki, onun 12 Ağustos 2011 tarihinde yazarı olduğu Radikal gazetesinde çıkan makalesini okudunuz mu? Lütfen ibretlik bir yazı olarak okuyunuz. Lütfen çevrenize de okutunuz. Kısacık bir yazıdan onlarca soru doğuyor. Nerede sosyalistlik? Nerede sosyalizme içkin hümanizm? Nerede azınlıklara saygı? Nerede farklılıkların zenginlik olduğunu söyleyen Marksist öğreti? Nerede araştırmacılık? Nerede emperyalist tekellerin elindeki medya araçlarının manipülasyonlarını deşif29

urun_32_29Agu.indd 29

01.09.2011 18:05:34


re edebilen akademisyen? Nerede dil bildiği için kaynak çeşitliliğinde zorluk çekmeyen, Vaşington-Londra hattının ötesine bakmayı becerebilen aydın tavrı? Yazıyı okuyunca, ne yazık ki insanlık adına olumlu özelliklerin hiçbirini göremedik. Koray Çalışkan'ın kendisine vehmettiği niteliklerin buharlaştığını gördük. Bir anda karşımızda kendi ülkesindeki kapitalist oligarşinin emperyalizmin maşası rolünü üstlenip huruç harekatına girişme ihtimali doğunca ağzının suyu akan bir insancık bulduk. Eski bir sosyalistin, cumhurbaşkanının uçağına binmesi onu bu kadar mı burjuva egemenlere yakınlaştırmalıydı. Eski bir dostumuzun halklar arasına (bilerek veya bilmeyerek) düşmanlık serpmesine karşı olma sorumluluğu ile kızgınlık içinde yazılmış bir yazı bu okuduğunuz. Koray Çalışkan'ı her şeye rağmen, örneğin Hakan Albayrak'tan, tüm o gerici faşist güruhtan ayırma ve onu gerçeklere davet etme kaygısıyla yazılmış bir yazıdır bu. Gelin yazdıklarını (dikkat edin, ağzından yanlışlıkla öylesine çıkıvermiş “söylediklerini” değil) birlikte değerlendirelim. Yazısının başlığı “Ne Şam'ın ordusu, ne Amerika'nın yüzü!” Koray Çalışkan, zekice bir hamle yapıyor daha yazısının başlangıcında. Yazısına, ülkemizin yok edilmesi gereken kültürel kodlarından birini kaşıyarak başlıyor. Doğrudan söylemiyor, okurunun izanına bırakıyor vurgulamak istediğini. “Ne Şam'ın şekeri, ne Arabın yüzü” sözündeki ırkçı küçümseyiciliği bile bile kaşımak hoşuna gitmişe benziyor. Suriye'den bahsediyor, ama oraya giden bizim saftakilerin hiçbirinin görmediklerini, ne hikmetse, görebiliyor. Bizimkiler Suriye'ye baktıklarında orada haymatlos devrimcilere yer veren, pasaport temin eden, faşizme karşı mücadele etmek isteyenlerin eğitim kampları kurmasına izin veren, oralara lojistik katkı sağlayan, Filistin davasının uzun yıllardır savunuculuğunu yapan, İsrail'in temel askerî stratejisinde “baş düşman” konumunda bulunan, ülke içinde kamucu, kapitalist tekellere izin vermeyen, laik, çocuk ve halk sağlığında Türkiye'den bile daha gelişkin, ilerici, sosyalist değil ama antiemperyalist milliyetçi bir rejim görüyorlar. Dünyanın en büyük emperyalisti ABD'nin yüz binlerce askerinin kuşatması altında var olmaya çalışan, Irak işgalinden kaçan 2 milyonun üzerindeki mülteciye evsahipliği yapıp yetersiz kaynaklarını onlarla paylaşan, sömürge 30

urun_32_29Agu.indd 30

01.09.2011 18:05:35


olmamak için binbir manevra yapan, emperyalizmden bağımsız bir ülke görüyorlar. Tabii ki sadece bunları görmüyorlar. Kuşkusuz, antiemperyalist olsa da milliyetçi olan ve özellikle dünya sosyalist sisteminin yıkılmasından sonra adım adım kapitalistleşen, özelleştirmelere başlayan, borsa kuran, emekçilerin haklarını bildik neoliberal politikalar doğrultusunda geri almaya çalışan, Kürt halkına ayrımcılık yapan bir yönetimi de görüyorlar. Buradakiler de oradaki komünistlerin, Kürt yurtseverlerinin, demokratların yaptığı gibi bu politikalara karşı çıkıyorlar; ama tıpkı bu kesimlerin yaptığı gibi, Suriye'yi ABD'ye ve Suriye'nin Golan bölgesini de hâlâ işgal altında tutan İsrail'e karşı savunmaya devam ediyorlar. Koray Çalışkan baktığında ise, Suriye'de “kaskatı kesilmiş kurumları, cellatları, içine kapalı sistemi, bir garip korku adası” görüyormuş. Bizimkiler Suriye'deki son eylemlere baktıklarında silahlı gerici faşist Müslüman Kardeşler adlı terör örgütünün emperyalist gizli servislerin yardımıyla başlattıkları isyan girişimini görüyorlar. Devrimlerle sonuçlanan anti emperyalist Arap Baharının, bu kez emperyalistler lehine tersyüz edilme girişimini görüyorlar. Koray Çalışkan ise Suriye'ye bakıyor ve eylemlerin başlama sebebi olarak “Dara'da çocuklar duvara sprey boyayla 2011 ayaklanmalarının ana sloganını yazdılar.” demeyi biliyor. Olayları çarpıtıyor, üstelik cahil de. Ne tarih bilgisi var, ne de olguları tarihsel bağlamda ele alabiliyor. Osmanlı döneminde en büyük kıyıma uğrayan Aleviler için “Osmanlı'dan beri Suriye, Alevilerin elit olduğu bir yerdir” diyebilecek kadar da tarihi ters yüz etmeye meraklı. Ayrıca aynı cehaletle, “Osmanlı emperyal sistemini yönettiği yerlerdeki azınlıklara siyasi güç vererek kurmuştu. Irak'ın Sünni, Suriye'nin Alevi bir azınlıkla yönetilmesinin nedeni bu tarihsel arka plandır.” diye bir cümle kurabiliyor. Bu söylenenlerin neresini düzeltelim. Bir, Suriye'de “Alevi azınlığın yönettiği” bir rejim yok. Bu son zamanlarda ısrarla vurgulanan bir iddiadan başka bir şey değil. Çünkü Baas rejiminin Alevi “karakteri” yok. En basit siyaset gerçeğini hatırlatalım. Bir örgütün, bir partinin, bir rejimin karakteri onu oluşturanların dinsel, cinsel veya etnik kimliğiyle anlaşılmaz. Baas partisinde ve rejiminde de Aleviliğe veya başka bir etnik unsura 31

urun_32_29Agu.indd 31

01.09.2011 18:05:35


dayanmak yoktur. Baas'ın açılımı Arap Sosyalist Diriliş Partisi'dir. Baas partisi, tüm Arap halkının partisi olduğunu iddia eder ve Suriyelilik kimliğini öne çıkartır. İçinde de gerçekten her etnik gruptan insanlar vardır. Elbette, diğerlerine göre daha az mı, daha çok mu bilinmiyor; ancak Aleviler de vardır. Esad ailesi de Arap Alevisidir. Beşşar Esad'ın eşi Esma Esad ise Suriye'nin en tanınmış Sünni ailelerinden birinin kızıdır. Bunları, Vikipedi düzeyindeki bilgilerden bile teyit etmek mümkün iken, hâlâ belirli odakların yalanını muhalif kimliğinle tekrar etmenin amacı nedir Koray Çalışkan? Kendi yüreğini mi ferahlatmaya çalışıyorsun? Yoksa Türkiye'deki şeriatçı faşistlerin fütuhatçı duygularını okşayarak onlara vicdani bir zemin mi hazırlıyorsun? Alevilerin Suriye'de elit olduklarını söylemek, Türkiye'deki Alevilerin hiç baskıya uğramadıklarını söylemek kadar cahilce ve yalandır. Hatta Suriye için o kadardır ki, 1930'lu yıllarda Fransız Mandasının sona ereceği anlaşıldıktan sonra, Alevi önde gelenleri, işgalci Fransa yönetimine “gerekli önlemler alınmaz ise Suriye toplumunda (Aleviler dahil) azınlıkları karanlık bir gelecek beklemektedir” diye mektup yazıp özerklik talebinde bulunmuşlardı. Basit bir Suriye haritasına baksanız, Suriye'deki, Akdeniz'e paralel bir bölgenin adının Cebel el Aleviyyin, yani Alevi Dağları olduğunu görürsünüz. Acaba, bu “Osmanlıdan beri elit Aleviler” niçin verimli ovaları bırakıp, aynen bizim ülkemizdeki gibi, dağların ücra köşelerine yerleşmiş olabilirler ki? Dersimli Alevilerle, Türkmen Alevilerle aynı tehditlere maruz kalmalarından olabilir mi acaba? Yavuz'un biçtiği, mallarına el konulan, canlarını zor kurtaran bütün Alevilerin ortak geliştirdikleri bir refleks olmasın dağlara yerleşme, egemenlerden alabildiğine uzak durma isteği? Hiç olmazsa biraz tarih oku. Hadi tarih okumuyorsun, bari İletişim'den çıkan Suriye'de İktidar Mücadelesi adlı kitabı oku. Buraya kadarki kısmı işin cehalet kısmıydı. Birkaç kitap, bir iki uygun makale okuyarak cehalet kısmı giderilir. Cehalet, eğer kişi ısrarcı değilse, hoş görülebilir. Peki, Koray Çalışkan'ın yaptığı şu bariz ırkçılık nasıl ele alınmalıdır: “[Suriye'de] Sünniler toplumun alt kesimini oluşturur. Suriye Alevisi denince akla Türk ve Kürt Aleviler gelmesin. Adı aynı bu iki mezhep farklı kültürel ve sosyal evrenlere aittir.” (abç) Koray Çalışkan sosyalist olduğunu söylüyor. Sosyalizm birbirlerine asla dokunamayacak “evrenler” olduğunu asla iddia etmez. Tam aksine, sosya32

urun_32_29Agu.indd 32

01.09.2011 18:05:35


lizm, bütün dışlayıcı, ötekileştirici ideolojilere karşı evrensel bir kültürün var olabileceğini, insanlığın tüm değerlerinin ortak kültürle yoğrulduğunu iddia eder. Böyle bir dünyayı savunur. Yeni insanlık da bu ortak evrensel kültürün yansıması olarak doğacaktır zaten. Koray Çalışkan'ın sadece ima edip adını anmadığı bu “Suriye Alevileri”, kendilerini onun dediği gibi “Suriye Alevisi” olarak değil, doğrudan “Alevi” veya “Arap Alevisi” olarak tanımlarlar. Bilmediği ise, Arap Alevileri sadece Suriye'de yaşamazlar, Lübnan'da da varlar mesela. Ülkemizde de Samandağ, Antakya, İskenderun, Adana, Tarsus, Mersin hattında da yüz binlerce Arap Alevisi yaşamaktadır. Koray Çalışkan, yazısının başlığında ima ettiği ırkçı “ne Şam'ın şekeri, ne Arabın yüzü” deyimiyle önce bütün Araplara hakaret ediyor. Yazının içinde ise hakaretlerine bu kez Aleviler için devam ediyor. Bunu da dürüstçe yapmıyor. Gizliyor. AKP'lilerin, Bülent Arınçların, Abdullah Güllerin eski yol arkadaşı Recai Kutan kadar dürüst olup “onlar Alevi değil ki, Nusayriler denen sapık bir mezhep” diye açıkça küfür etmeyi bile beceremiyor. “Alevinin malı ve canı helaldir” anlayışı Kısacık bir makale yazmış, içine her türden şovenizmi sığdırabilmiş. Ama, Suriye'de sırıtarak kameralara poz veren silahlı terör örgütü, şeriatçı faşist Müslüman Kardeşler üyelerinden bahsedilmemiş. Suriye güvenlik görevlilerini satırla doğrayıp Allah-ü Ekber nidalarıyla nehre atanlardan, bu marifetlerini sonra Facebook'a yükleyenlerden de bahsedilmemiş. Unutkanlık diyelim, yeri dar, sonra mutlaka bahsedecektir, diyelim. Ama o kısacık makalede başka şeyler var: Mesela, General Custer gibi bir soğukkanlılıkla, sözde Davutoğlu'nun, yani Türkiye'nin ağzından, Esad'a “seçime gir, [seçimi] kaybet, kaç, canını malını kurtar” denebilmiş. Yine aynı yerde, bütün Kızılderili'lerin yok edilmesini savunanlar gibi, eğer Esad, Koray Çalışkan'ın makalesini okur da “gözünü açabilirse”, kendi sözleriyle “demokrasiyi bir kenara bırakın, çok can kurtulur. Başta Esad'ınki” demeye yer bulunmuş. Çok bilmiş askerî stratejist edasıyla “Artık Suriye'de ok yaydan çıkmış durumda. Esad'ın iktidarda kalarak rejimi reforme etmesi mümkün değil.” diye ahkâm kesebiliyor. Ama, aynı yerde mesela Suriye'li yetkililerin defalarca yaptığı “isterseniz çatışma olduğu iddia edilen kentlere, buyrun medyayla birlikte gidelim” davetinin ısrarla duymazdan gelindiğine, gitmek zorunda kalan Türkiye büyükelçisinin aktardıklarının ise ana akım medyada haber dahi olamadığına dair bir bilgi okuyamıyoruz. 33

urun_32_29Agu.indd 33

01.09.2011 18:05:35


Kime Amerikan borazanı denir, kimlere denmesi gerekir bilinmeyebilir belki... Ama, kime hümanist denmeyeceği bilinir. Gevrek gevrek bir insanın katlinden bahsedenlere her şey denebileceğini, ama, asla hümanist, asla sosyalist denmeyeceği kesindir. Kimlerin ilkeleri bir kenara bırakıp reel politiker oldukları da bellidir. Kimlerin şeriatçı ideolojileriyle emperyalistlerle kol kola istilaya zemin hazırladıkları da aşikârdır. Niçin bu cevval demokrasi sevdası şeriatçı Suudi Arabistan için, şeriatçı Kuveyt için, Bahreyn için harekete geçmiyor? Niçin sadece emperyalizmin işaret ettiği yerlere demokrasi götürme sevdası içindesiniz? Emperyalizmin Kuveyt, Bahreyn, Arabistan'daki şeriatçı rejimlere değil de, tek tük kalmış laik ülkelere yönelmesi sizlerde niçin şüphe uyandırmıyor? Suriye halkı, tüm Suriye emekçileri, Suriye'nin anti emperyalist güçleri, Sünni, Alevi, Hıristiyan Araplar, Kürt halkı, İsmaililer, Dürziler, Türkmenler, Çerkezler, Ermeniler, Ortodoks Rumlar emperyalistlerin kendi ülkelerini işgal etme planlarını biliyorlar. Şeriatçı faşist İhvan-ı Müslimin teröristlerini mutlaka alt edecekler. İlerici, kamucu mevcut yönetimi umut ediyoruz ki daha da geliştirip sosyalizmi kuracaklardır. Türkiye'nin bütün ilerici güçleri de bu mücadelelerinde ilerici Suriye halkının yanında yer alacaktır. Ama, o gün geldiğinde, Suriye halkı düşmanlarının ne dediğini hatırlamayacak bile. Ama, “dostlarının” söylediklerini ve söylemediklerini asla ğ ni ile sürdü. ri unutmayacaklardır. Son olarak, her gün üzerimize Vaşington-Londra ‘Suriye li hattından boca edilen, rızamızı almak üzere masa 7 binin sayısı a başında imal edilen, sözde objektif, tam sayfaya ya- 䡵 ANKAR ltında’ A( huriye yılmış “Suriye'de katliam” haberleri arasına sıkış- Afet v t BürosuC) -ume Acil mış tek sütunluk bir haber vermek istiyoruz: “Afet Yönetimi B Durum aşk (A ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı, Türkiye'deki ki SFuAD) Türkiyaen’dl ğ riye eSuriye yurttaşlarının sayısının 7 binin altına düş- 6 bin 960’lia say s n n geriled ğini aç tüğünü, diğerlerinin kendi istekleriyle ülkelerine maya klad . Aç k ilagö döndüğünü açıkladı.” (Cumhuriyet, 15 Ağu. 2011) ye’deki Sruer, Türkiiye ta lar n n say yurt“Her gün yüzlerce insanın katledildiği” kent- binşin alt na d s n n 7 lerine beşer onar geri dönen mülteciler nerede kaydedilirke üştüğü n, 13-1 Ağusto 4 görülmüş bugüne kadar bilen var mı acaba? ye yu s’ta 153 Su

34

urun_32_29Agu.indd 34

rirtt isteğiy aş n n kendi le döndüğ ülkesine ise Tür ü, 10 kişinin yapt ğ kiye’ye giriş belirtild i.

Polisler

e

01.09.2011 18:05:35


Petkim Dersleri Fatih Aydın

I Petkim’de Direniş Türkiye’nin en büyük petro kimya tesisi Aliağa’da kurulu Petkim’de, işçiler 20 Temmuz 2011 Çarşamba gününden beri direnişteler. Petrol-İş sendikasının köklü işyerlerinden olan Petkim bilindiği gibi 2008 yılından bu yana özelleştirilmiş durumda. Sahibi ise Azerbaycanlı Socar şirketi. Petkim, diğer petro kimya tesislerinde olduğu gibi, 12 Eylül faşist cuntası tarafından çıkartılan yasalarca grev yasağı uygulanan yerlerden biri. Uzun süredir devam eden toplu sözleşme görüşmeleri işverenin taşeron uygulaması ve benzeri bir dizi sorunla birlikte, esas olarak çalışanlar ara-

35

urun_32_29Agu.indd 35

01.09.2011 18:05:39


sındaki ücret dengesizliğini giderme konusunda bir adım atmaması üzerine uyuşmazlıkla sonuçlandı. Yasalara göre de grev yasağı bulunan işyerlerindeki uyuşmazlıklar, ancak Yüksek Hakem Kuruluna başvurularak giderilebiliyor. YHK’dan da çıkacak kararın en fazla mevcut durumu devam ettirmesi ve ücretler için de ancak resmî enflasyon kadar bir artış öngörmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Petkim, yaklaşık kurulduğu günden beri mücadeleci bir işçi profiline sahiptir. Sade yurttaşlara tanıdık gelmeyen bir kuruluş olmasına rağmen, yaklaşık 300 ürünün hammaddesinin üretildiği bir tesis olması dolayısıyla, ilgili çevrelerde çok bilinen bir işletmemizdir. Plastik üreticilerinin, ilaç kapsüllerinin, gübre yan ürünlerinin ve benzeri yüzlerce farklı türde ürünün tek imalatçısı olan Petkim’de niçin grev yasağı uygulandığını anlamak bu nedenle daha kolaydır. Petkim, 2006 yılından bu yana yeni işçiler alıyor. Her yıl yaklaşık olarak 200-250 yeni işçinin alındığı işyerinde, eski işçilerle yeniler arasındaki denge yarıya yaklaştı. Şu anda yaklaşık olarak 2300 kişinin çalıştığı Petkim’de 1000 civarında işçi, yeni kuşağı temsil ediyor. Eskiler daha yüksek ücretli. Yeniler ise kimi zaman üçte bir oranında daha düşük ücret alıyorlar. Ama, eskiler ve yeniler arasındaki tek fark ücretten ibaret değil. Yeni ve eski kuşaklar arasında mücadeleye bakış, mücadele deneyimi, siyasal refleksler açısından da farklılıklar var. Eski kuşak işçiler, çok uzun yıllar boyunca özelleştirme karşıtı mücadele içinde yetişmişlerdi. İşyeri işgalinden, Ankara’da ihaleleri protesto etmeye varıncaya kadar bir seri eylem türü geliştiren bir kuşaktı. Farklı bölgelerdeki mitinglere topluca katılan, kollektif çabanın sonuçlarını alabilen bir anlayış geliştirmiş ve eylem içinde olgunlaşmış bir yapıları vardı. Özellikle işletmenin özelleştirilmesinden sonra işe alınan yeni kuşak işçiler ise, işveren tarafından olabildiğince seçmeye tabi tutulmuş ve eskiler gibi işyeri için “sorun” çıkartmayacakların alınmasına gayret edilmişti. Hatta, belli cemaatlerin etkisiyle alınan işçilerden bile bahsediliyordu. Tüm bunlar ise eskiler ile yeniler arasında bir kopuşa da yol açıyordu. Ayrıca, söz konusu kopuş, eskiler ile yeniler arasındaki ücret dengesizliği nedeniyle maddi bir zemin de buluyordu. İşte, Petkim, özelleştirme sonrası ilk kez bu kapsamda bir direniş yapıyor. Eskilerin çoğunun emekliliklerinin yaklaşması ve ücretlerin yüksek olması sendika için bir engel olarak görülüyordu. Yeni kuşak işçilerin eylem dene36

urun_32_29Agu.indd 36

01.09.2011 18:05:40


yimsizliği nedeniyle bu kapsamda bir mücadeleye uzak durmaları durumunda, yapılan çağrının ters etki yaratması gibi bir risk de taşıyan eylem şu ana kadar büyük bir başarıyla sürüyor. Tesisi terk etmeme eylemi için fabrikaya kapanan işçilerin talebi, “ücret” gibi görünmesine rağmen, asıl olarak Petkim’in mücadele deneyiminin yeni kuşak işçilerce de benimsenmesi gibi bir sonuç doğuracak.

Eskiler lojman hakkı için bazen yıllarca sıra beklerken, işveren yeni alınan işçilere daha kadroya alındıkları gün lojman vermişti. İşyerinin geleceği sizlersiniz diyerek yeni işçileri özel olarak “işyeri aidiyeti” ile donatmaya çalışmıştı. Farklı yönetim teknikleri kullanarak yenilerin sendikadan uzaklaşmasına ve esas olarak işverene bağlı olmalarına gayret etmişti. İşte, eyleme büyük bir disiplinle katılan, sendikanın çağrısına uyarak meşru direniş haklarını kullanan işçilere karşı işveren tüm bu silahları kullandı. Lojmanı, işe alınma biçimlerini hatırlatan ve sadece yeni kuşak işçileri muhatap alan mektuplar yazarak “diyet” imasında bulunması, ters etki yaratmış görünüyor. 22 Temmuz itibariyle hâlen devam eden eylemin sonucunda işçilerin taleplerinin yerine getirilip getirilmeyeceği henüz belli değil. Ancak, Petkim işçileri arasındaki yapay kuşak farkının ortadan kalkması ve eskilerle yenilerin aynı hedef için ortak mücadele içine girmeleri bile büyük bir başarı sayılacaktır. Daha önce pek çok başarılı yönetici yetiştiren, Tüpraş’la birlikte Aliağa’nın temel ekonomik gücünü oluşturan Petkim işçilerinin yeni dönemde de ser37

urun_32_29Agu.indd 37

01.09.2011 18:05:40


maye için uysal kuzu olmayacağının anlaşılması bile işçi sınıfı mücadelesi için başarıdır. İzmir’de, Aliağa’da bulunan tüm dostlarımızın Petkim işçilerinin mücadelesine katkı sunmasını bekliyoruz. Eylem öğretiyor. En pasif işçiye bile devrimci bir dönüşüm yaşatıyor. Patronların gerçek yüzünü açığa çıkartıyor. İşçi sınıfının disiplinini taşıyan öncü dostlarımızın işçilerle konuşması, işçilerle el ele davranması kişisel hayatlarında devrimci bir dönüşüm yaşayan Petkim’li işçilerin bu dönüşümü toplumsal hayata da yansıtmalarını hızlandıracaktır.

II Direnen Petkim İşçisi ç Yenilmez 20 Temmuz 2011 tarihinden beri direnişte şte bulunan Petkim işçileri, ri, toplu sözleşmelerinin n 2077 işçi için imzalan-masını sağladılar. Sen-dikanın ısrarla üzerinde durduğu, özellikle yeni işçilere daha fazla hak tanınması ve böylece ücret dengesizliğinin kısmen giderilmesi talebi 4 günlük kararlı bir direnişin ardından kazanıldı. Petkim’i özelleştirildikten sonra eline geçiren Socar şirketi uzun vadeli bir programla sendikayı yok etme, en azından etkisiz hâle getirme stratejisi geliştirmişti. Çok uzun yıllar boyunca özelleştirmeye karşı mücadele içinde yetişmiş ve özgüveni yüksek eski kuşak işçilerin önemli bir bölümünün emekliliği yaklaşmıştı. Ayrıca, eski işçilerin yüksek ücretlerinden dolayı da uzun süreli bir mücadeleye hayır diyecekleri bekleniyordu. Şirket de, sendikayı etkisizleştirme stratejisini, öncelikle eski işçilerin bu psikolojisine, sonra da doğrudan yöneticilerin aracılığıyla işe alınan ve yoğun bir propaganda eğitiminden geçirilip işletmeye bağlı hâle getirilen yeni kuşak işçileri gözeterek yürütüyordu. Yeni işçiler lojman sahibiydi; bu onları işverene karşı daha yumuşak yapar diye umuluyordu. Eskilere karşı sürekli bir kötüleme kampanyası yürütülüyordu. Böylece bir arada hareket edemezler sanılıyordu. Yenilerin cebinde yöneticilerin telefonları bulunuyordu. Sorunlarını temsilcileri değil, yöneticileri aracılığıyla çözmeleri teşvik ediliyordu. 38

urun_32_29Agu.indd 38

01.09.2011 18:05:40


Tüm bunların haricinde, Petkim, grev yasağı bulunan işyerlerinden biriydi. İşveren bu koşulları bütünüyle kendi lehine yorumlayıp toplu sözleşmede kendi koşullarını dayatmıştı. Sendikanın aldığı riskli “işyerini terk etmeme” kararı, bu nedenle bıçak sırtı bir nitelikteydi. Çünkü, eski kuşakların motivasyon eksikliği, yenilerin de radikal bir eylem türünden çekinip itiraz etmeleri durumunda oluşacak bir başarısızlık, sendikanın mevcudiyetinin bile sorgulanmasına yol açabilirdi. Fakat, işverenin bütün beklentileri boşa çıktı. Eskiler, geçmişteki heyecanla olmasa da sendikanın kararına bütünüyle uydular. Yeni kuşak işçiler arasındaki dindarı, sağcısı, siyasete ilgisiz olanı, işveren tarafından işe yerleştirilmiş bulunanı, cemaat ilişkisi ile iş bulmuş olanları dahil, eyleme ilk günden itirazsız katıldılar ve günler boyunca verilen görevleri yerine getirdiler. İşçilerin kararlılığı, grev yasağı olmasına rağmen üretimin fiilen durma noktasına getirilmesi, siyasi çevrelerin ve işçi örgütlerinin de Petkim işçisiyle dayanışma içine girmesi ve bu dayanışmanın giderek ivme kazanması işvereni sonunda pes ettirdi. İmzalanan sözleşme özellikle 2006 sonrası işe giren bine yakın işçinin durumunu düzeltiyor. İş değerlendirmesinin sendikanın istediği biçimde yapılması kabul ediliyor. İşyerinde eski ile yeni işçiler arasında büyük bir güvensizliğe yol açan ücret dengesizliği kısmen gideriliyor. Fakat, ücretlere veya sosyal haklara alınan maddi kazanımlardan çok daha önemli bir husus var: Eskisiyle yenisiyle bütün işçiler, mücadelenin kazanım sağladığını anladılar. Bir kısmı yeniden hatırladı. Bir kısmı öğrenmiş oldu. Bir kez daha kanıtlandı ki, mücadele özgüven sağlar. Eylem özgürleştirir. Önce ruhlarını, sonra beyinlerini özgürleştirir. Özgür insan boyun eğmez. Yeni kuşak işçiler, Petkim’de kuşaktan kuşağa oluşan mücadele birikimine kendi yaşadıklarını da katacaklar gibi görünüyor. Dünkü işveren yanlısı işçilerin yarınlarda birer işçi militanı gibi davranma potansiyeli taşıdıkları unutulmamalıdır. Petkim işçisi yalnız değildir, demiştik. Petkim işçilerini ve Türkiye’nin bütün emekçilerini işçi sınıfı partisi saflarına katmak görevi önümüzde duruyor. 39

urun_32_29Agu.indd 39

01.09.2011 18:05:40


AKP’nin Sendikalara Yeni Bir Hamlesi Ali Uğur

Bir yandan Kürt meselesinde çözümsüzlüğün gündeme getirilmesi, diğer yandan, Akit, Yeni Şafak gazetesi gibi sözde Müslüman kardeşliğini savunanların savaş tamtamları çalması, aynı anda hem içte legal siyaset alanına müdahale sinyalleri hem de Suriye'yi ele geçirme hevesleri arasında ortalık toz duman içinde. Siyaseten ortalığın bu kadar kızıştığı günlerde, sendikal dünyada da sessiz sedasız bir harekât yürüyor. Ateş düştüğü yeri yakar misali, kamu sendikalarında AKP'nin iktidara geldiğinden beri geçen yıllarda yürütülen operasyonlara, şimdi de işçi sendikaları eklendi. Düne kadar kapitalist iktidarların ve işveren örgütlerinin benimsedikleri sendikacı tipi, kendileriyle “uyumlu” çalışacak kişilerdi. Bugün ise AKP için tek başına “uyumun” yetmediği bir döneme girmiş gibi görünüyoruz. Artık, uyumun ötesinde sendikalarda “biat” ihtiyacı ortaya çıkmışa benziyor. AKP'ye doğrudan bağlı HAK-İŞ konfederasyonu, hiçbir kural, incelik, mutabakat aramadan, gücünün yettiği bütün sendikalara saldırmaya başladı. Tabii ki bu saldırılarını tek başına yapmaya imkânı yok. Sendikaları kendisine bağlamak için iktidarın ve elbette iktidarın gözbebeği işverenlerin desteğiyle hareket ediyor. Bu iktidar desteğini küçümsemeyiniz. Çünkü, siyasi iktidarın desteği, yerel düzeyde emniyet kuvvetlerinin de Hak-İş'e bağlı sendikaların yanında bir sosyal taraf gibi ortaya çıkmasına, öyle hareket etmelerine yol açıyor. Hak-İş, daha önce yetki ve baraj sorunu olmayan tarım ve ormancılık, avcılık ve balıkçılık işkolunda, kolay lokma olarak gördüğü Orman-İş'e saldır40

urun_32_29Agu.indd 40

01.09.2011 18:05:40


mıştı. Orman-İş üyelerinin zorla istifa ettirilip Öz Orman-İş'e üye kaydedilmesini sağlamışlardı. Daha sonra, Öz İplik-İş aracılığıyla, çoğunlukla işveren ve yargı ile anlaşıp işkolu değişikliği yaptırararak, Gaziantep'te Özuslu işyerinde Petrol-İş üyelerine, Yataş'ta Ağaç-İş'e saldırdılar. Öz İplik-İş, tekstil işkolunda da ayrıca Tekstil ile Teksif sendikalarına yönelik saldırgan tutumuna devam ediyor. Tek Gıda-İş sendikasının ÇayKur'daki örgütlülüğüne de Öz Gıda-İş aracılığıyla saldırmışlar ve işçilerin uzun müddet yaratılan ihtilaftan dolayı mağdur olmalarına yol açmışlardı. Sonradan akamete uğrasa da, petrol, kimya, lastik işkolunda Petrol-İş'in gücünü kırmak için Öz Petrol-İş sendikasını kurdurmuşlardı. Ama, o sendika çalıştırılamadı ve kapatmak zorunda kaldılar. Belediye işkolunda da özellikle İstanbul'da Belediye-İş sendikasının yetkisini düşürmek için yandaş sendika Hizmet-İş'in yaptıklarından dolayı taşıt işçilerinin yıllarca mağduriyet çektikleri de hatırlardadır. Bugünlerde yine AKP'li İstanbul belediye idarecileri tarafından işçilerin Belediye-İş'ten istifa edip Hizmet-İş'e geçmeleri yönünde baskı yapıldığı haberleri geliyor. Son olarak, Ankara'da çok uzun yıllardır (Melih Gökçek'e rağmen) Belediye-İş'te örgütlü bulunan EGO, ASKİ işyerlerinin şube yöneticileri ile Ankara 2 nolu şube yöneticilerinin Ağustos 2011'de Belediye-İş'ten istifa edip Hizmet-İş'e geçtikleri duyuldu. Hemen ardından da işçiler üzerinde Hizmet-İş'e geçmeleri için baskılar başladı. Daha önce benzer operasyonları İzmit'te ve başka kentlerde de yaşayan Belediye-İş'e destek olmak, Hak-İş'in gerçek yüzünü açığa çıkartmak görevimizdir. Tüm sendikalarda “Hak-İş'leştirme operasyonu tamamlanana kadar durmak yok” şiarıyla hareket eden bu işbirlikçi sendikal anlayışla mücadeleyi birinci öncelikli yapmak şarttır. Aksi, takdirde, dün çok eleştirdiğimiz siyasi iktidarlara ve sermayeye karşı “uyumlu” sendikacıları bile arar hale geleceğimizi unutmayalım. Bu arada, Hak-İşleştirme operasyonundan en büyük mağduriyeti yaşayan Türk-İş genel merkezinin, buna rağmen, Çalışma Bakanlığı ile yeni sendikalar yasasına dair yapılacak görüşmelerde, yüzde 10'luk işkolu barajının tamamen ortadan kalkmasına itiraz edeceğini belirttiğini de hatırlatalım. Türk-İş'in, ilkesel değil, güncel ihtiyaçlara göre hareket etmenin sonunun hüsran olacağını sendika olarak varlığı tümüyle ortadan kalkmadan anlamasını diliyoruz. 41

urun_32_29Agu.indd 41

01.09.2011 18:05:40


Kıdem Tazminatını Gasp Edemeyeceksiniz Ahmet Erhanlı

Çıktığı zaman “kölelik yasası” olarak nitelenen 4857 sayılı yeni iş kanunu 22 Mayıs 2003 tarihinden beri yürürlükte. Daha önceki 1475 nolu iş kanununda işverenleri rahatsız eden pek çok madde mevcuttu. Genel bir doğru olarak, “esnekliğin” patronlara, “katılığın” ise işçilere yaradığını söylemek mümkündür. Dolayısıyla, günümüzde televizyonlarda boy gösteren pek çok yorumcunun ağzındaki “esnek”, “çağa uygun” veya “katı” terimlerini duyduğumuzda bu genel doğruyu akılda tutmakta yarar vardır. Patronlar, her ne kadar 4857 ile talep ettiklerinin çoğunu elde etti iselerse de, kendileri için Aşilin topuğu “kıdem tazminatı” dokunulmaz olarak kalmıştı. Yıllardır çalışma hayatında yeni kanun geçerli olmasına rağmen, sadece kıdem tazminatının hesaplanmasında ve alınmasında eski kanun yürürlükte idi. Şimdi, dincisiyle, laikiyle, Müsiad’ı, Tuskon’u, Tüsiad’ı ile bütün patron örgütlerinin ortak talebi ile yine kıdem tazminatına göz dikildi. Kıdem ve ihbar tazminatları işçilerin işveren karşısında onu işten atma tehdidine karşı kısmi bir güvence sağlayan en önemli unsurdur. Caydırıcı bir etki yaratır. Şimdi bu tazminat hakkının geleceği ve kim tarafından yönetileceği belli olmayan bir fona devredilmesinin zemini hazırlanıyor. Çalışma bakanı gündemimizde yok diyor, Türk-İş başkanı biz böyle şey görüşmedik diyor, ama bütün medyada günlerdir kıdem tazminatından geçilmiyor. Bir yandan fon güzellemesi, diğer yandan kaçan işverenlerden dolayı mağdur olan işçi edebiyatı. İşçilerin en eski kazanımlarını gönüllü olarak terk etmeleri için akıllarını çelmeye çalışıyorlar. Bu noktada, kıdem tazminatının 20 yıl için 6 ay olacağına dair bir haber uçuruluyor. Bu haberin klasik bir ölümü gösterip sıtmaya razı etme taktiği olduğu o kadar aşikar ki. Bu tuzağa düşüp tartışmaya başlamak sendikalar, işçiler için sonun başlangıcı olacaktır. Kıdem tazminatı hakkının ülkemizdeki seyrine kısa bir bakış bile, bu hakkı işçi sınıfının nice zorluklarla ve adım adım örerek, nesilden nesile devrederek elde ettiğini anlamaya yeter.

42

urun_32_29Agu.indd 42

01.09.2011 18:05:40


Ülkemizdeki ilk kıdem hakkı, aynı zamanda ilk iş kanununun yürürlük tarihi olan 1936 yılında elde ediliyor. Bu tarihte, kıdem tazminatı alma hakkı en az 5 yıl kesintisiz kayıtlı olarak çalışanlara olmak üzere, beşinci yıldan sonraki her iş yılı için 15 günlük maaşı kadar hesap ediliyor. 1949 yılında kanuna, kıdem hakkı elde etmek için gereken sürenin beş yıldan üç yıla düşürülmesi eklendi. Ayrıca, askerlik dolayısıyla işi terk etmek zorunda kalanların da kıdem tazminatı alma hakkı tanındı. 1950 yılında aynı kanuna emeklilik nedeniyle iş akdini fesh etme hâlinde de kıdem tazminatı alma hakkı, yani günümüzdeki terimle emeklilik ikramiyesi alma hakkı tanındı. 1967 yılında, kanuna bu kez çalışanın ölümü hâlinde mirasçılarının kıdem tazminatını alma hakkı verildi. Son olarak 1975 yılında bu kez iki kazanım birden elde edildi. Öncelikle, kıdem tazminatı almak için gereken 3 yıllık çalışma şartı 1 yıla düşürüldü. 1 yıl kesintisiz çalışanlar tazminata hak kazandı. Ayrıca, her yıl için 15 günlük olan tazminat miktarı 30 güne çıkartıldı. Bu kazanımlardan sonra kıdem tazminatına ilk tırpan 12 Eylül faşist cuntası döneminde geldi. Darbenin hemen ardından gelen ikinci haftada kıdem tazminatına miktarı devletçe belirlenecek bir tavan getirildi. Hâlen, bu tavan yılda iki kez Ocak ve Temmuz aylarında ilan edilir. Yani faşist cuntanın bile kaldırmaya cesaret edemediği, en fazla tırpanlanmakla yetindiği bu hakkımızı şimdi “ileri demokrasi ve ustalık dönemi AKP’si” kaldırmaya çalışıyor. Görüldüğü gibi, kıdem tazminatı hakkı her kuşaktan işçinin bir önceki kuşağın elde ettiği haklara biraz daha eklemesiyle bugüne gelmiş 75 yıllık bir mücadele sürecidir. Havadan aldığımız, bizlere bahşedilmiş, lütfedilmiş hiçbir şey yoktur. En küçük hak için bile yıllarca mücadele edildiğini görüyoruz. Sendikalara, tüm emek örgütlerine, partilere, ilerici kuruluşlara çağrı yapıyoruz. Türk-İş genel kurul kararı olarak yıllardır ilan ediyor: Kıdem tazminatına karşı saldırı, kesin olarak genel grev sebebidir. DİSK aynı şekilde kıdem tazminatını tartışma konusu yapmayacağını belirtiyor. İşçiler, aydınlar, uzmanlar yıllardır uyarı görevini yerine getiriyor. Mevcut işçilerin haklarını koruyan ama yeni işçilerin elinden bu hakkı almak gibi rüşvetlerin de gerçek yüzünü açığa çıkartmak görevi önümüzde duruyor. Derhâl bu saldırıya karşı harekete geçilmelidir. Bir araya gelindiğinde bu saldırıyı püskürtmek elimizde. Bizler oluşturulacak bütün platform veya benzeri mücadele birimlerinde bütün gücümüzle yer alacağımızı şimdiden dost kuruluşlara ilan ediyoruz. Bu saldırıyı def etmenin yolu, her işkolunda, her bölgede işçiler, temsilciler, sendika şubeleri arasında dayanışmayı örmekten, devrimci emek odakları yaratmaktan geçiyor. Sendikalı sendikasız bütün işçileri hedefleyen, fabrika fabrika örgütlenmeyi hedefleyen bir tutum sonuç almamızı hızlandıracaktır. 43

urun_32_29Agu.indd 43

01.09.2011 18:05:41


Sendikalara Yaklaşımda Kafa Karışıklığı İbrahim Akseloğlu*

Emek çevreleri, sendikalarla/sendikalarda ne yapacağını yeniden tartışmaya başladı. Bu tartışmalar sadece Türkiye’ye özgü de değil. Değişik ülkelerde kapitalizm karşıtı ya da sendika aktivisti çevrelerde, sendikaların işleyişi ve günümüzdeki rolleri üzerine ciddiye alınması gereken tartışmalar sürdürülüyor. Tartışmaların ortaya çıkışında, • Üretimin küreselleşmesi, • Sermayenin ulus-üstü hâle gelmesi, • Reel sosyalizmin çözülüşüyle bu ülkelerin kapitalist pazara katılması, • İşçi sınıfı hareketinde yaşanan genel gerilemenin yarattığı moralsizlik, • Teknolojik gelişmelerin üretim alanlarındaki yeni uygulamaları, • Üretim alanlarının kent merkezlerinin dışına kaydırılması ve küçük birimlere bölünmesi, • Tarım alanlarında yaşanan tekelleşmenin finans sektörü ile birleşmesi, • Taşeronlaşma, • Sendika üye sayılarındaki düşüş gibi, ilk aşamada sayabileceğimiz nedenler etkili olmaktadır. Tüm bu nedenler ve sonuçlar, aslında yeni olmayan, işçi hareketinin doğduğu günlerde de sendikalara bakışta tartışmalara yol açmış bir dizi yaklaşımı yeniden gündeme getiriyor. Ana hatlarıyla ayıracak olursak bu yaklaşımlar; Yeni gelişmelerin yarattığı nedenlerle sendikal yapılar sınıfın örgütlenmesindeki rollerini tamamlamışlardır, sendikaların dışında yeni bir yapılanmaya ihtiyaç var, * Spor Emekçileri Sendikası (SPOR-SEN) Genel Sekreteri

44

urun_32_29Agu.indd 44

01.09.2011 18:05:41


1. Yeni sendikal arayışlar (Küresel sendikacılık, Meslek sendikacılığı (hekim-avukat), Anarko-sendikacılık ve sınıf uzlaşmacılığını savunan sendikal anlayışları (sarı sendikacılık, çağdaş sendikacılık, sosyal diyalog sendikacılığı… gibi) bu yazıda ele almayacağız. Ana hatlarıyla tanımlamaya çalıştığımız bu sendikal yaklaşımları biraz daha açarak ilerleyelim. Sendikaların toplumsal rolü tamamlandı Bunları yapamadılar diye, sendikaların yararsız olduklarını söylemek aklımızın ucundan bile geçmez. Tersine, diğer bütün sanayici ülkelerde olduğu gibi İngiltere’de de, sendikalar, sermayeye karşı mücadelelerinde emekçi sınıfların ihtiyaç duyduğu örgütlerdir. … Ücretleri yüksek tutma ve işgününü kısaltma mücadelesinde sendikaların büyük meziyeti, yaşama standardını da düşürmeyip, yükseltmeye çalışmalarıdır. (F. Engels — Labour Standard’tan makaleler, 1881)

Sendikaların işçi-emekçi örgütlenmesinde rolünü tamamladığını iddia edenleri iki kategoride incelemekte yarar var; • Biri net olarak sendikaların toplumsal rolünü reddederken, • Diğeri sendikaların içinde bulunduğu duruma vurgu yaparak dolaylı yoldan sendika karşıtlığı üreten bir tutum olarak karşımıza çıkıyor. • Sendikaların emek örgütlenmesinde rolünün bittiğini iddia edenler, ekonomik-politik ve teknolojik gelişmeler sonucu işçi sınıfının dönüşüm geçirdiğini dile getirirken, açıkçası daha da ileri giderek işçi sınıfının yok olma sürecine girdiğini söylemektedirler. Dolayısıyla proleterya ortadan kalktığına göre geleneksel örgütlenme araçlarının da tarihsel olarak rollerini tamamladığını savunmaktadırlar. Teknolojik gelişmelerin mücadeleyi küreselleştirdiğini, iletişimin gelişmesinin mücadele araçlarını değiştirdiğini, hatta “dijital devrimcilik” çağına girdiğimizi ilan etmektedirler. Sonuçta sivil toplumculuk (sivil toplum kuruluşları) diye tanımlayabileceğimiz mücadele araçlarını öne sürmektedirler. İkinci tutuma göre, sendikaların içinde bulunduğu durum öylesine bürokratik bir hâl almıştır ki, işçi sınıfının çıkarlarını korumak yerine engel durumdadır. Varolan yapıları dağıtmadan, yeni bir işçi hareketi örmek adeta imkânsızdır. Bunun yolu da sendikaların dışında işçi sınıfını politize edecek yeni yapılar örmekten geçer. Hatta bu fikri savunanlar arasında “sendika dışı sınıf örgütleri”ne ihtiyaç olduğunu dile getirenler de çıkmaktadır. İşçi sınıfının sendikal örgütlülüğü (dikey örgütlenmeler) ile sendika dışı araçları (işçi birlikleri, işçi kültür evleri, havza ya da bölge örgütlenmesi (yatay örgütlen45

urun_32_29Agu.indd 45

01.09.2011 18:05:41


meler) gibi…) birbirinin karşısına koyan bu anlayışlar, sonuçları açısından sendikaları reddeden bir yöne savrulmakta ve sınıf mücadelesini sekteye uğratan, zayıflatan pratiklerin önünü açmaktadır. Sendika karşıtı bu tutum ile işçi sınıfının ekonomik-politik mücadele araçlarını birbirlerinden koparmakta, sendikalar rolünü tamamladı diyenlerden daha fazla zarar vermektedir. Sonuçta her iki anlamda da bu tutumlar pratik sonuçları açısından işçi sınıfı mücadelesine düşmanlığa dönüşmektedir. Sendikalara ihtiyaç kalmadığını direkt ya da dolaylı yoldan dile getirenlere kısaca şunları anımsatalım; Üretim araçlarına sahip olmayan ve emeğini satarak geçinmek zorunda olanların tümünün işçi sınıfının bir üyesi olduğunu, işçi sınıfının yok olmak bir yana -tüm araştırmaların gösterdiği gibi- son yıllarda sayısının giderek arttığını belirtelim. 2000’li yılların başından itibaren işçi sınıfının sayısı önceki yıllara göre, yerkürenin toplamında 5 katı bir büyüklüğe ulaşmış durumda. Bunda, üretimin ucuz işgücü alanlarına kayışı ve birçok bölgede tarımın tasfiyesi öncelikli rol oynamıştır. Bu süreçte, üretimin emek yoğundan, teknoloji yoğun dönüşümü kafa ve kol emeği ayrımını da silikleştirmektedir. Ancak bu eğilim, üretim alanlarında eğitimli emeğin öne çıkmasını sağlamaktadır. Teknoloji yoğun ve eğitimli emeğe yönelim, aynı işletmede daha az çalışan ile üretimin yapılmasını kolaylaştırmaktadır. Bunun sonucu olarak da eğitimli ve eğitimsiz işsizlik artan sayılarda yoğunlaşmaktadır. Yeni sendikal anlayışlar Üretimin, sermayenin, küresel gelişmelerin sonucu yaşanan değişimler emek-sermaye çatışmasının/üretim araçlarının özel mülkiyetinin temel çelişkisinin de değiştiği şeklinde algılanmaktadır. Yeni sendikal arayışları dillendiren kesimler bu değişimlerden etkilenmekte, ancak temel çelişkinin değişmediğini göz ardı etmektedirler. İş alanlarında taşeronlaşmanın yoğunlaştığı, aynı işletmenin neredeyse her bölümünün ayrı taşeron şirkete bağlı hâle getirildiği bir iş yaşamı ile karşı karşıyayız. Bu durum, aynı işyerinde çalışan işçi-emekçilerin tek sendika çatısı altında örgütlenmelerini zorlaştırmaktadır. Sermaye, sınıfın örgütlenmesi önünde bu uygulamayı ısrarla ve sistemli bir şekilde yaygınlaştırmaktadır. Ayrıca, sendika karşısında sendika, sendika karşısında dernek kurma, aynı işkolunda “sol” iddialı birden fazla sendikanın birbirine rakip olma anlayışları hâlen sürmektedir. Oysa, sınıf sendikacılığını savunanların aynı işkolunda sendikal birlik için çalışmaları sınıf mücadelesinin olmazsa olmazıdır. 46

urun_32_29Agu.indd 46

01.09.2011 18:05:41


Bir örnek; Sağlık işkolunda tabiplerin sağlık sendikalarına üye olmaktan bile geri durduğu bir süreçteyiz. Oysa, aynı işkolunda temel örgütlerin yan yana gelişi ile taşeronlaşma, çalışma süreleri gibi güncel bir dizi sorunda haklar elde edildi. Bizim örnek alacağımız tutum bu olmalıdır. Dolayısıyla, işkolu ve işyeri temelli örgütlenme modeli günümüzde hâlen geçerliliğini korumaktadır. Sermayenin, böl-yönet taktiğine karşı işçi-emekçilerin birlik-dayanışması elimizdeki en önemli silahtır. İşçi ve emekçilerin kendilerinden başka güvenceleri yoktur. Sermaye tarafından, işçi ve emekçilerin her türlü yatay-dikey bölünmeye tabii tutulduğu günümüzde, “yeni arayışlar/anlayışlar” adı altında sınıfın yeni bölünmelere tahammülü kalmamıştır. Yeni sendikal arayışları/anlayışların zayıf noktası burada ortaya çıkmakta, güncel pratikte “yeni” adı altında sermayenin böl-yönet politikalarına eklemlenmektedirler. Sendikalara neden ihtiyacımız var? Alman Sollarının, komünistlerin gerici sendikalarda çalışmayacakları ve çalışmamaları gerektiği, böyle işleri reddetmek gerektiği, sendikalardan çekilmek, ve yepyeni ve lekesiz bir “İşçi Birliği” kurmak gerektiği, vb. vb. yolundaki çok sevimli (ve muhtemelen de çoğunlukla çok genç) komünistlerin buluşu olan tantanalı, pek bilgiççe ve pek devrimci sözleri de aynı oranda gülünç ve çocukça saçmalıklar olarak görmekten kendimizi alamıyoruz. (Lenin -Rus Sosyal-Demokratları tarafından bir protesto’dan, 1899)

Günümüzde emek-sermaye çatışmasında gelinen nokta, adeta işçi hareketinin doğduğu, sendikaların ortaya çıktığı tarihsel koşullara benzer özellikler göstermektedir. Büyük bedeller ödenerek elde edilen, sosyal güvence-sigorta hakkı, 8 saatlik işgünü, yıllık düzenli tatil vb. gibi temel haklar tek tek yitirilmiş durumdadır. “Sosyal devlet” anlayışı, kamucu uygulamalar ortadan kaldırılmakta, sigortasız çalışma, 12-14 saat çalışma, asgari ücretin altında çalıştırma giderek çalışma yaşamının olağan uygulamaları hâlini almaktadır. Kelimenin anlamıyla “çağdaş kölelik düzeni” çalışma yaşamına egemen olmuştur. Üretimin toplumsal karakteri ve emek-sermaye çelişkisi, sermaye karşısında işçilerin kendiliğinden hareketinin koşullarını yaratmaktadır. Sendikalar, bu kendiliğinden hareketi örgütlü hâle dönüştüren temel araçlardır. İşçi sınıfının, sermayeye karşı mücadelesinde sendikaların okul olma işlevi günümüzde hâlen geçerliliğini korumaktadır. Yakın zamanda yaşadığımız Tekel Direnişi, örgütlü oldukları sendika ve konfederasyonun tüm eksikliklerine rağmen haklarını savunmada örgütlü işçilerin neler yapabileceğinin 47

urun_32_29Agu.indd 47

01.09.2011 18:05:41


sıcak bir örneğidir. Sınıflar çatışmasında “En kötü örgütlülüğün, örgütsüzlükten iyi olduğu” gerçeği bir kez daha doğrulanmıştır… Sadece işçilerin değil, işsizlerin örgütlenmesinin de dayattığı şu günlerde Lenin’in şu sözlerini anımsayalım; “…Tek başına bu örgütlenmeyle burjuvaziye etki yapamazsınız; yeterli güçlü olamazsınız ve işsizler kendi başlarına işçi sınıfının tümünün çıkarları zemininde bu işi genişletemezler. …Şimdiden fabrikalar ve atölyelerde bu amaçla ajitasyona başlamalısınız ve derhâl bu temsilcilerin seçimlerini düzenlemelisiniz…” (Bolşevikler İşsizleri Nasıl Örgütledi? Sergey Malişov, Maya Yayınları) • Çalışan ya da işsiz, sendikalı ya da sendikasız, mavi ya da beyaz yakalı emekçilerin birbirinin rakibi değil, işçi sınıfının bileşeni olduğundan, işçi sınıfının her kesimine yönelen hak gasplarına, sendikal hak ve özgürlüklerin kullanılması nedeniyle uygulanan baskılara, işçi kıyımlarına karşı hiçbir ayrım yapmadan ortak bir mücadele sergilenmelidir, • Örgütlü yapıların güçlendirilmesi ve sendikalaşmanın önündeki engellerin kaldırılması, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, • İLO tarafından da savunulan, işçilerin iradesiyle belirlenen referandumun yasallaştırılması, • Baraj ve noter zorunluluğu kaldırılması, • Pek çok yasakla işlevsiz hâle getirilen grev hakkına işlerlik kazandırılması için grev yasaklarının ve grev hakkının kullanımını engelleyen bütün yasal düzenlemelerin kaldırılması. Dayanışma grevi, Hak grevi ve Genel grev hakkının sınırsız kullanılabilmesi, • Sendika içi demokrasiye, ortak-katılımcı-demokratik-üyelerin söz ve karar sahibi olduğu bir anlayış kazandırılması, • Emek güçleri arasındaki bölünmüşlük, parçalanmışlık ve ayrımcılığın ortak paydamız olan sınıf dayanışması ekseninde birleştirilmesi, • İşçi sınıfının işçi-kamu emekçisi ayrımına son verilmesi, tek sendikal yapılanma için mücadele edilmesi, • İşçi-kamu emekçisi sendikal yapıları, Meslek Odaları ile işçi sınıfının genişleyen sosyal yapısını anlayarak birlikte mücadele hattı oluşturulması, • Sermayeye karşı emeğin küresel düzeyde işbirliğinin ve enternasyonalist dayanışması sağlanmalı, proleterya enternasyonalizminin yaşama geçirilmesi için mücadele edilmesi… Emek ve insan merkezli, sömürüsüz-sınıfsız-sınırsız dünya hedefimiz doğrultusunda çalışacağız. Bunun için, birlik ve dayanışmasını yükselten emekçileri ve halkları hiçbir gücün yenemeyeceğini bir kez daha hatırlamak yeterlidir. Hedefimizi şaşırmayacak, yolumuzu kaybetmeyeceğiz. 48

urun_32_29Agu.indd 48

01.09.2011 18:05:41


Özellikle Kendiliğinden, (Sınıf) Bilinçli Değil! Anna İoannatou Çev.: Sedat Satılmış

Yunanistan’da askerî cuntanın devrildiği 1974’ten beri en büyük gösteriler, geçen yılın Mayıs ayında Atina ve diğer şehirlerde memoranduma (Yunanistan’ın borçlarını ödemesi için) tepki olarak gerçekleştirildi. Medyada neredeyse bu gösterilerden hiçbir şey yayınlanmadı. Bu gösterilerden birkaç gün önce komünistlerin inisiyatifiyle, üzerinde “Avrupa halkları, ayağa kalkın” yazılı bir pankart asıldı. Kurulu düzenin sözcüleri tarafından bu pankarta çok şiddetli tepki verildi. Skandal! Akropolis kirletildi! Komünistlerin yasallığı sorunu bile yeniden gündeme geldi. Sky adlı büyük özel TV kanalının ağababaları parlamentonun anayasada gerekli değişiklikleri yaparak gösterileri yasa dışı ilan etmesini bile önerdiler. Sonra, bu yılın Mayıs ayında İspanya halkı kitlesel gösterilere başladı ve bu gösterilerde aynı “Avrupa halkları, ayağa kalkın” yazılı pankart açıkça görülüyordu. Yunan medyası bu kez çok ilgiliydi ve bilinçli İspanyollar kendi aleyhlerine olan politikalara tepki göstermek için gösteri yapıyorlar dedi. Birkaç gün sonra 49

urun_32_29Agu.indd 49

01.09.2011 18:05:42


Yunanistan’da şimdi “öfkeliler hareketi” denen hareket başladı. Yunan basınına göre, Yunan halkı sonunda İspanyolları taklit ederek uyanıyor... Bu harekete “Meydan Hareketi” de denildi, çünkü göstericiler Atina’nın merkezinde Syntagma meydanında (Anayasa meydanı) toplanıyorlardı ki bu meydanda göstericilerin sık sık koro hâlinde “hırsızlar” ve “yalancılar” diye bağırdığı 300 üyesi ile Yunanistan Parlamentosu’nun binaları da bulunmaktadır. Başkaca sık sık duyulan sloganlar: “Aşağılık partiler, defolun” ve “Aşağılık sendikalar, defolun”. Bir kaç hafta boyunca çok insan orada toplandı, özellikle de öğleden sonraları (bilindiği gibi, bu, aslında dinlenme saatidir). Birkaç haftadır her gün, her kanalda bu gösteriler yayınlanıyor. Ama bununla birlikte Mayıs sonundaki çok yığınsal PAME (sınıf bilinçli “İşçi Mücadelesi Cephesi”) gösterisi, hemen hemen hiç yayınlanmadı; en fazlası, ondan kısaca söz edildi. Ancak, Meclis girişini kapatan öfkeli kalabalığı defalarca gösterdiler. 15 Haziran genel grevi ve PAME’nin yığınsal gösterileri de neredeyse tamamen sessizce geçiştirildi. Parlamentoda yeni önlemleri tartışacak milletvekilleri, polisin açtığı özel yoldan giriş yapabildiler. Kurulu (kapitalist) düzen ve onun siyasi partileri açıkça kendiliğinden hareketleri (sınıf) bilinçli hareketlere tercih ediyorlar. Ve aynı zamanda önemli ölçüde de teşvik ediyorlar. Öfkelilerin “arkadaşları” Sonunda bu kadar çok insanın evlerinde oturup TV’deki homurtuları dinlemeyi bırakıp sokaklara çıkması iyi bir şeydir. Bu açıdan ileri bir adımdan söz edebiliriz. Kurulu düzenin her iki büyük partisinin temsilcilerinin sözleri boşuna değildi: trafiği aksatan gösteriler (sokağa çıkma modası), grevler (özellikle PAME, ekonomi ve turizm için bir felaket), “sorumsuz”, “vatan düşmanı”, “bozguncu”, “yıkıcı” vs. vs. PAME ve ülkenin Komünist Partisi KKE’ye karşı her zaman açık imalardı. Siyasetin, yayın kuruluşlarının, kurulu düzenin medyasının halk protestolarına karşı tutumu buydu. Ve sonra olan oldu! Syntagma meydanında kitlesel gösteriler başladığından beri, sokak olaylarının eski muhalifleri, kendi politikalarının bir sonucu olan “öfkeliler hareketi”ne olan hayranlıklarını belirtme yarışına girdiler. Onlar da bu protestoların “içindeler”. Başbakan Papandreu: “Eğer işçi olsaydım ben de katılırdım”. Yorgos Petalotis, yakın zamana kadar, hükümet temsilcisi ve şimdi 50

urun_32_29Agu.indd 50

01.09.2011 18:05:42


Adalet Bakanlığı müsteşarlığına yükseltildi, “öfkeliler hareketini taparcasına sevdiğini” söyledi. Onlar, aslında, “meydanı”, kredinin beşinci bölümünü troykadan alabilmek için çok gerekli olan “ulusal uzlaşma sembolü” yapmak istiyorlardı. TV kanalı Sky, “tüm toplum meydanda, şirketler de meydanda” diye etrafa lanse etti. Sorunlu bir tohum “...kendiliğinden unsur, özünde, tohum hâlindeki bir bilinçlenmeden başka bir şey değildir” dedi Lenin 1901/1902 yıllarında Ne yapmalı? adlı eserinde (Eriş Yayınları, Birinci baskı, sayfa 34). Bu yüzden özenle, sürekli ve ısrarla işaret edilen, vurgulanan noktalar: “Meydan hareketi”nin nasıl kendiliğinden olduğu, partizan olmayışının ne kadar harika olduğu, bayraklar, pankartlar ve “bazı” partileri işaret eden kartvizitlerin yokluğuydu. Ne kadar mübarekti bu hareket. Hareket, kendiliğinden olmalıydı, örgütlenmiş değil (ama öbür taraftan da, her gece meydanda kimler tarafından olduğu anlatılmayan toplantılar yapılmaktaydı. Belki de “kendiliğindenlik” kontrollü bir kendiliğindenliktir... ya da örgütlüdür, ama örgütsüz gibi gösterilmekte midir?). Hayır, bunlar sadece tüm hükümet ve parlamentoyu evine göndermek istiyorlar, başka amaçları yok. Öfkeyi herhangi bir kurumdan uzak tutun. Örgütlü işçi hareketiyle muhtemel her bağı koparın. Aşırı sağcı Ortodoks Halk Hareketi lideri şöyle dedi: “Eğer bu hareket organize olmuş bir azınlıktan gelseydi... tanrı yardımcımız olsun, tanrı yardımcımız olsun, tanrı yardımcımız olsun ...” (Gerçekten o bunu üç defa söyledi.) Onun organize azınlıkla kimi kastettiğini anlamak için çok fazla bilgi gerekli değildir … Son yıllarda giderek daha koordinasyonlu hâle gelen PAME ve KKE’ye saldırılar doğru sonuç çıkarmanıza yardımcı olabilir. Her gün Syntagma meydanında dolaşan gazeteciler öfkeli insanların burunlarına mikrofonu dayıyorlar. İşsizlik, gelir kaybı, pahalı sağlık (ya da ucuz ve kötü), artık gidilemeyen herhangi bir tatil, daha pahalı eğitim (ya da ucuz ve kötü), genel umutsuzluk havası ile ilgili hüzünlü hikâyeler dışında, sanki KKE ve PAME yokmuş ve sanki bu korkunç ekonomik sistemin yıkıcı politikalarına karşı yıllardır tutarlı bir şekilde dişiyle tırnağıyla mücadele etmiyormuş gibi, tüm partilerin ve 300 milletvekilinin hepsinin kötü olduğunu söyleyenleri öne çıkarıyorlar ve devamlı bu noktaya yönelik vurgulamalar yapıyorlar. 51

urun_32_29Agu.indd 51

01.09.2011 18:05:42


Ama belki de insanları TV karşısından kaldırıp sokağa çıkarmak, tohum hâlinde de olsa, yıllar süren mücadelenin bir başarısı mı? PAME ve KKE’nin yıllardır vurguladığı sokaklara çıkma çağrılarının, her ne kadar bu çağrılar medya tarafından azar azar duyuruluyor olsa da, bir sonucu mu? Sonuçta PAME ve KKE’nin gösterileri büyüyor ama herkesin hemen (sınıf) bilincine ulaşmasını bekleyemezsiniz. PAME ve KKE’nin taktiği iki aşamada yankı bulacaktır: “tohumsal” (kendiliğinden, “partisizlerin partisi”) ve yetişkin bir çocuk (bilinçli). “Partisiz kal”ın tam karşıtı (Komünist) parti üyeliğidir, gerekiyorsa ara adım olarak PAME üyeliği. Bu siyasal sistemin bu durumla baş edemeyeceği kesindir. Bu yazıyı yazdığım anda durumu kurtarmak için senaryolar şunlardı: seçim (seçime komünistler de dahil olmak üzere bütün partiler taraftar, sadece iktidar partisi değil), bir geçici teknokratlar hükümeti, bütün bakanların yerine teknokratların atanması. Sonuçta sadece geçici olarak bakanlar kurulu içinde görevlerin değiştirilmesinden öte gidilemedi. Eğer yönetenler artık yönetemiyorsa, yönetilenler artık yönetilmek istemiyorlarsa ve güçlü bir öznel faktör (bilinçli halk ve güçlü bir komünist parti) varsa o zaman devrime yol açabilecek ulusal kriz için gerekli 3 şart oluşmuştur. Yunanistan da diğer Avrupa ülkelerinden daha fazla bu yöne doğru gitmektedir. Belki de kapitalist zincirin yeni bir zayıf halkasıyla karşı karşıyayız.

52

urun_32_29Agu.indd 52

01.09.2011 18:05:42


Despotizmden Sayfalar Hülya Kortun

Kürt halkının iradesi gasbedilemez Yüksek Seçim Kurulu 21 Haziran 2011 gecesi aldığı kararla Hatip Dicle’nin milletvekilliğini düşürdü. Bu karar, hukuk dışıdır ve gayrimeşrudur. Hatip Dicle, Diyarbakır halkının verdiği 77.700 oyu alarak bileğinin hakkıyla milletvekili seçilmiştir. Daha önce, BDP’nin başını çektiği Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun 7 adayının seçime katılamayacağı kararını veren; Kürt halkının ve sosyalist, demokratik örgütlerin büyük toplumsal tepkisi karşısında bu kararından geri dönen; seçime üç gün kala, Hatip Dicle’ye verilen hapis cezası bahanesiyle onun adaylığını engelleme komplosuna katılmama sağduyusunu gösteren Yüksek Seçim Kurulu, bu kez, üstelik yetkisinde olmayan çok daha ağır bir kararla, seçilmiş Hatip Dicle’nin milletvekilliğini düşürdü ve onun yerine AKP adayının milletvekili ilan edilmesinin yolunu açtı.

53

urun_32_29Agu.indd 53

01.09.2011 18:05:43


Hatip Dicle’ye verilen hapis cezası, düşünce ve ifade özgürlüğünün kullanılmasını cezalandıran despotizmin ürünüdür ve en asgari burjuva demokrasisiyle bile bağdaşmaz. Ayrıca, seçilmiş milletvekilleri konusundaki karar, artık Yüksek Seçim Kurulu’nun değil, yeni seçilen Meclis’in yetki alanındadır. Yüksek Seçim Kurulu, halk iradesine meydan okuyan kararını, yetkisini aşarak, kendini Meclis’in yerine koyarak almıştır. Yüksek Seçim Kurulu, Kürt halkının iradesini göz göre göre gasbetmiştir. Yüksek Seçim Kurulu, bu antidemokratik kararından derhâl geri dönmelidir. AKP iktidarı, gasp kararının sorumluluğundan kaçamaz. Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin gasbedilmesi, şovenist savaş ilanıdır. Kürt ve Türk halklarının şovenist savaşa değil, onurlu barışa ihtiyacı var. Hatip Dicle, hak ettiği şekilde, Diyarbakır milletvekili olarak Meclis’te yerini almalıdır. Milletvekili hırsızlığı Yüksek Seçim Kurulu, DEP genel başkanı ve milletvekili iken 2 Mart 1994’te bir komplo ile tutuklanan ve 10 yıl hapis yatırılan Hatip Dicle’nin milletvekilliğini yine düşürdü. Hatip Dicle, hapishaneden çıktıktan sonra da Kürt halkının eşitlik ve özgürlük mücadelesine katkı koymaya devam etmişti. En son Demokratik Toplum Kongresi eş başkanlığı yaparken 26 Aralık 2009’da KCK davası gerekçesiyle yeniden tutuklanmıştı. Hapiste iken Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun bağımsız milletvekili adayı yapılan Hatip Dicle, 12 Haziran 2011 genel seçimlerinde Diyarbakır’dan 77.700 oy alarak milletvekili seçilmişti. İşbirlikçi AKP iktidarı, oyları artmasına rağmen azalan milletvekili sayısını hukuk garabetleriyle yükseltmeye çalışıyor. Domuz bağı ile insanlarımızı öldüren şeriatçıları salıveren hukuk, halkın oylarıyla seçilenlere geldiğinde faşist yüzünü açığa çıkartmaktan çekinmiyor. Elleri kanlı katillerden oluşan Hizbullahçıların salıverilmesi karşısında dosya yoğunluğunu gerekçe gösterebilen Yargıtay, ne hikmetse Hatip Dicle’ye konuşmalarından dolayı verilen 1 yıl 8 aylık cezayı seçimlerden alt tarafı 3 gün önce apar topar onaylayabildi. Seçimden önce, Hatip Dicle’nin seçimlere sokulmaması doğrultusunda iktidara yakın kesimlerin yaptığı çağrılar YSK tarafından kabul edilmemişti. Biz de, Ürün olarak YSK’nın komploya alet olmamasını olumlu bulduğumuzu belirtmiştik. Ne var ki, bugün yapılan açıklamalar, şovenist bir komplonun uygula54

urun_32_29Agu.indd 54

01.09.2011 18:05:43


maya konulduğunu gösteriyor: Hatip Dicle seçimlere girecek, muhtemelen en yüksek oyu alacak, ardından milletvekilliği düşürülecek ve sıradaki AKP adayı milletvekili yapılacak. Yürütme ve yargının iç içeliğini gösteren başka bir delil aramaya gerek var mıdır bilmiyoruz? Ortada demokrasilerde olması gereken kuvvetler ayrılığının emaresi bile bulunmamaktadır. Hatip Dicle, Kürt halkının özgür iradesiyle seçilmiş bir milletvekilidir. Recep Tayyip Erdoğan veya Kemal Kılıçdaroğlu veya Devlet Bahçeli milletvekili olarak hangi haklara sahiplerse, Hatip Dicle de o kadar haklara sahiptir. Hatip Dicle’nin fikirlerini ifade ettiği için, AKP’nin asla değiştirmeyi düşünmediği faşist yasalarca verilen “cezalar” halkın milletvekillerinin parlamentoya girmesini engelleyemeyecek. Yurttaşların temel hakları arasında yer alan düşünce ve ifade özgürlüğünü kullandırtmayanlar bunun bedelini öderler. İşçi sınıfını, emekçileri, ezilen halkları zorla dilsiz ve örgütsüz bırakmaya çalışan, yurttaşlarını düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü kullandıkları için sistemli olarak cezalandıran rejimler, despotik ve faşist rejimlerdir. YSK’yı ve AKP’yi derhâl bu hukuksuz, adaletsiz ve faşist uygulamadan vazgeçmeye çağırıyoruz. İktidar mensupları “karar YSK’nın” diyerek kendilerini kurtaramazlar. Hatip Dicle bizim de milletvekilimizdir ve onu parlamentoda görmek istiyoruz. Çok öğretici bir gün: 23 Haziran 2011 Yüksek Seçim Kurulu, Diyarbakır milletvekili Hatip Dicle’nin milletvekilliğini düşüren kararın düzeltilmesi için yapılan başvuruyu reddetti; Dicle’nin milletvekilliğinin göz göre göre gasbedilmesi ve AKP’ye verilmesi kararında ısrar etti. Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi ve ondan alınacak milletvekilliğin AKP’ye verilmesi için AKP’nin daha önceden resmen YSK’ya başvurduğu ortaya çıktı. AKP adına basın toplantısı yapan Bekir Bozdağ, YSK kararını savundu ve karardan geri dönülmesinin söz konusu olamayacağını açıkladı. AKP, yüzde 10 barajıyla haksızca aldığı 51 milletvekili yetmiyormuş gibi, Hatip Dicle’den düpedüz çalınan milletvekilliğiyle Meclis’teki sayısını 327’ye çıkarmaktan gayet memnun. Ergenekon davasına bakan 13. Ağır Ceza Mahkemesi, bu davadan tutuklu iken CHP’den milletvekili seçilen Mustafa Balbay ve Mehmet Haberal’ın 55

urun_32_29Agu.indd 55

01.09.2011 18:05:43


tahliye edilmesi talebini reddetti. KCK davasından tutuklu iken BDP öncülüğündeki Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’ndan milletvekili seçilen Gülseren Yıldırım, Selma Irmak, Faysal Sarıyıldız, İbrahim Ayhan ve Kemal Aktaş ile Balyoz davasından tutuklu iken MHP’den milletvekili seçilen Engin Alan hâlâ serbest bırakılmadı. YÖK Genel Kurulu, Yükseköğretime Geçiş Sınavı’ndaki büyük yolsuzluk nedeniyle ÖSYM Başkanı Ali Demir’in soruşturulmasına izin vermedi. Tek bir güne sığan bu gelişmeler, egemen rejimin despotik ve faşist karakterini ortaya koyuyor. AKP, hiç kimsenin seçmediği 51+1 milletvekiliyle Meclis’te ezici çoğunluk sağlıyor. Aynı AKP, halkın oylarıyla seçilen 9 milletvekilini zorbalıkla hapiste tutuyor. Yine aynı AKP, atadığı yüksek memurun soruşturulmasına bile izin vermiyor. Görüldüğü gibi, kâğıt üzerinde bile olsa, demokrasi yok: Koskoca ülkeyi “demos”, yani halk değil; hiç kimsenin seçmediği bir avuç kapitalist şirket sahibi, hiç kimsenin seçmediği kişileri milletvekili yapan bir sistemle kurulmuş bir parlamento ve hükümet ile bu hükümetin atadığı yüksek memurlar yönetiyor. Ekonomik ve siyasal iktidar “demos”un değil, bir avuç azınlığın, yani “oligos”un elinde. Demokrasi değil, oligarşi var; halk yönetimi değil, azınlığın despotik yönetimi söz konusu. Halkın seçmediği, kendi kendilerini atamış ayrıcalıklı ve sorumsuz bir azınlık, kendilerine yardımcı atadıkları yüksek memurların halka yolsuzluk nedeniyle hesap vermesini bile engelleyecek yasal zırhlara sahip olarak, halkın iktidarını açık seçik gasbetmiş bulunuyor.

56

urun_32_29Agu.indd 56

01.09.2011 18:05:43


Oysa ekonomik iktidarı hiç kimsenin seçmediği kapitalistlerin eline bırakarak siyasal iktidarı çepeçevre kuşatan ve halk yönetimini daha baştan sakatlayan burjuva demokrasilerinde bile, siyasal iktidar halkın seçimiyle belirlenir. Halkın seçtikleri yönetir, halkın seçmedikleri yönetme hakkına sahip değildir. Siyasal yöneticiler temsil hakkını seçimle, halkın verdiği oylarla kazanırlar. Kısacası, bizzat halkın seçmediği kişiler, siyasal iktidar koltuğuna kurulup yöneticilik taslayamazlar. Halkın oylarıyla seçilenler ise, hapiste olsalar bile, derhâl serbest bırakılırlar ve demokratik temsil ilkesinin gerektirdiği şekilde halkın vekili olarak yasama ve yürütme etkinliklerine katılırlar. Üstelik, Türkiye’de hapisteyken milletvekili seçilenlerin derhâl serbest bırakılması ve Meclis’e gönderilmesi geleneği çok köklü. 1950’de Demokrat Parti’den seçilen Mümtaz Faik Fenik’ten 2007’de Demokratik Toplum Partisi’nden seçilen Sabahat Tuncel’e kadar yaşanan örnekler, AKP’nin zorbalığını daha da dayanılmaz kılıyor. Yerli ve yabancı kapitalist şirketlerden ve despotik seçim barajından aldığı güçle siyasal iktidarı tekeline geçiren AKP’nin sadece 23 Haziran Perşembe günü ortaya koyduğu icraat bile, demokratik meşruiyet ölçülerini her yönden ayaklar altına alıyor. Yetkisini halktan almayan, “demos”un iradesini yansıtmayan bir yönetim, gayrimeşrudur. Gayrimeşru yönetimler ayakta kalamazlar. Halkın iradesi eninde sonunda üstün gelir. Böyle gecenin hayr umulur mu seherinde?* Seçimin üzerinden daha iki hafta bile geçmedi. AKP’nin bu kısa süreye sığdırdığı icraata bakalım. BDP ağırlıklı Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku listesinden Diyarbakır milletvekili seçilen Hatip Dicle’nin milletvekilliği 21 Haziran 2011’de gasbedildi. CHP listesinden İzmir milletvekili seçilen Mustafa Balbay ile Zonguldak milletvekili seçilen Mehmet Haberal 23 Haziran’da verilen kararla hapiste bırakıldı. MHP listesinden İstanbul milletvekili seçilen Engin Alan’ın tutukluluğunun kaldırılması 24 Haziran’da reddedildi. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’ndan Şırnak milletvekili seçilen Selma Irmak ve Faysal Sarıyıldız ile Van milletvekili seçilen Kemal Aktaş’ın tutukluluğunun kaldırılması 25 Haziran’da reddedildi. Henüz haklarındaki karar verilmiş olmasa da, yine Blok listesinden Şanlıurfa milletvekili seçilen İbrahim Ayhan’ın ve Mardin milletvekili seçilen Gülser Yıldırım’ın da aynı şekilde hapiste tutulacağı anlaşılıyor. *

Ziya Paşa

57

urun_32_29Agu.indd 57

01.09.2011 18:05:43


Hiç kimsenin seçmediği 52 fazladan milletvekilini despotizmin harika formülü yüzde 10 seçim barajı sayesinde elde eden AKP, halkın oylarıyla seçilen 9 milletvekilini, birini düşürerek ve hapiste tutarak, sekizini hapisten çıkarmayarak siyaseten ölüme mahkûm ediyor. AKP, halk iradesini göstere göstere çiğniyor; temsilî demokrasinin en yerleşik kuralını ortadan kaldırıyor. AKP, halk iradesine karşı darbe yaparak iktidarını sürdürmeye çalışıyor. Halk iradesine karşı darbe yapmak en ağır suçtur, gayrimeşrudur ve asla kabul edilemez. Milyonlarca seçmen, kendi seçtikleri milletvekillerinin siyasal temsil yetkisinin gasbedilmesine, hiç kimsenin seçmediği 52 milletvekiline dayanarak AKP’nin bütün iktidarı tekeline almasına izin vermeyecektir. Milyonlarca insanın oyu çöpe atılamaz, özgür seçime dayanmayan bir zorbalık sistemiyle halk köleleştirilemez. Soğukkanlı bir planla halk iradesine karşı darbe yapan AKP, siyasal parti ve örgütlerin bu darbeye karşı seçmenlerin iradesi doğrultusunda harekete geçmesini, demokrasinin en temel kuralını demokratik kitle eylemleri yoluyla savunmasını engellemek için, kurnazlık yapıyor. “Yeni anayasa” zokasıyla siyasal parti ve örgütleri oltaya getirmeye çalışıyor. Oysa AKP, emperyalizmin emrinde dinci kapitalist düzenini despotizmle kuruyor. AKP, kendi anayasasını kendi icraatıyla yazıyor. AKP’nin icraatından halk yararına tek bir anayasa maddesi bile çıkmaz. AKP’nin bugüne kadar yaptıkları, yapacaklarının teminatıdır: Ziya Paşa’nın dediği gibi, böyle bir gecenin sabahından hayır gelmez. “Yeni anayasa” zokasını yutanlar, AKP’ye, onun temsil ettiği işbirlikçi kapitalist düzene yem olurlar. AKP’nin 9 yıllık bütün icraatının üstüne seçim sonrasında yaptığı darbe de bu kadar açık seçik ortaya çıkmışken, onun zokasını yutma gafletini gösterenler, işçi sınıfına, şehir ve köy emekçilerine, kadınlara, gençlere, Kürt halkına, Alevi halkına, bütün ezilen halk kesimlerine, bütün bölge halklarına, bütün dünya halklarına ihanet etmiş olurlar. Bu zorbalığa razı olacak mıyız? AKP, halk iradesine yönelik darbesine devam ediyor. BDP ağırlıklı Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku listesinden Şanlıurfa milletvekili seçilen İbrahim Ayhan’ın ve Mardin milletvekili seçilen Gülser Yıldırım’ın tutukluğunu kaldırma talebi de bugün (26 Haziran 2011) reddedildi.

58

urun_32_29Agu.indd 58

01.09.2011 18:05:44


AKP, muhalif milletvekillerini hapiste tutmak için elinden geleni yapıyor. Ülkeyi seçimle, halk oyuyla, demokratik yöntemle değil; sermayenin, devletin ve dinin seçimsiz gücüyle yönettiğini gözümüze sokuyor. Yönetim ilkesi, insanları açlıkla terbiye etmek, baskı ve terörle yıldırmak, beyinlerini dogmalarla uyuşturmak ve yalanlarla yıkamak. AKP, işçi sınıfını, emekçileri, Kürt halkını aşağılıyor, onların oylarını çöpe atıyor; onların seçtiği milletvekillerini, sözcülerini gözünü kırpmadan siyasal ölüme yolluyor. Ne var ki, halk iradesini katledenler, ne yaparlarsa yapsınlar, koskoca bir ülkeyi halk adına yönetemezler. Dünyanın hiçbir yerinde bu zorbalığa artık kimse razı olmaz. Tunus’tan ve Mısır’dan sonra, neoliberal karşıdevrimler döneminin ölü toprağını üzerinden atan ve hakkını sokaklarda, meydanlarda arayan işçilerin, emekçilerin, ezilen halkların yarattığı yeni devrimci dönemde, kapitalist oligarşilerin despotizmine kimse pabuç bırakmaz. Sadece sosyalizmin ve devrimci demokrasinin değil, burjuvazinin çıkarlarına göre kötürümleştirilmiş liberal demokrasinin bile en temel kuralını (egemenlik halka aittir; siyasal yönetim halka dayanır; kimse kaynağını halktan almayan bir yönetim yetkisi kullanamaz; seçilenler yönetir, seçilmeyenler yönetemez) paramparça etmekte hiçbir sakınca görmeyen AKP, üstelik, bu gayrimeşru davranışını protesto eden kitleleri, bugün Şişli’de yaptığı gibi, gazlıyor, milletvekillerini yerlerde süründürüyor, apaçık haksızlığa uğradığını söylemek isteyen halkın ağzına kilit vuruyor. Kısacası, 12 Eylül diktatörlüğünün mirasına konan ve bu mirası din dozunu gittikçe arttırarak geliştiren AKP rejiminde zulüm serbest, zulme uğradığını söylemek yasak. Ama işin tuhafı şu ki, irili ufaklı bütün AKP sözcüleri, bir de ileri demokratlık taslıyorlar. Kerameti kendinden menkul bu ileri demokratlar, milletvekillerini siyasal ölüme mahkûm ettikleri, zulüm uyguladıkları ve aşağıladıkları bütün partilerin ağzına yalancı meme veriyorlar; onlara, bütün yaptıklarımızı sineye çekin, çünkü yeni anayasa yapacağız ve sizi de bu sürece katacağız diyorlar. AKP, yaptıklarının üstüne tüy dikiyor, herkesi düpedüz aptal yerine koyuyor. AKP, kayıtsız şartsız halka ait olan egemenliği herkesin gözü önünde zor kullanarak gasbediyor. Dünyanın hiçbir yerinde kimsenin razı olmayacağı bu zorbalığa biz razı olacak mıyız?

59

urun_32_29Agu.indd 59

01.09.2011 18:05:44


Cengiz Çandar’ın Yeni Hedefi

Amerikan emperyalizminin ve İsrail siyonizminin sadık hizmetkârı Cengiz Çandar, Türkiye’yi Suriye’ye karşı savaşa kışkırtıyor. Suriye’de emperyalizmin ajanlığını yapan gerici-faşist Müslüman Kardeşler örgütünün ayaklanmasını bahane eden Çandar, bu uğursuz amacına ulaşmak için iktidardaki AKP’nin Alevi düşmanı zihniyet dünyasını kaşıyor, Suriye’de ve Türkiye’de bir mezhep savaşını körüklemeye çalışıyor. Cengiz Çandar, olayları tamamen çarpıtan bir yanıltmaca kampanyası yürütüyor. 18 Haziran 2011 günü Radikal’de ve Hürriyet’in internet sitesinde yayınlanan “Suriye ve Türkiye’nin Kürt ve Alevi sorunları” başlıklı yazısında şöyle yazıyor: Harita üzerinde bir çizgi çektiğiniz vakit, Türkiye’nin Hatay sınırından Kuzey Lübnan’a doğru inen hattın denize kadar kalan bölgesi, dağlık ve Cebel Nusayriyye ya da Cebel Aleviyye diye anılan, rejimin kitle tabanını oluşturan Alevi-Nusayri azınlığın yoğun olarak yaşadığı alan. Ülkenin temel ticari aksını ifade eden Halep-Şam karayolu, bu hatta paralel ve üzerinde Maaret Numan’dan sonra, Hama ve Hums’dan geçerek başkente ulaşıyor. Bu hattın tüm batısı, Akdeniz’e kadar olan alanın, her iki sınır boyunun (Türkiye-Hatay ve Lübnan) Sünni nüfustan arındırılması, Halep, Hama ve Hums gibi önemli ve büyük Sünni merkezlerin arasındaki 60

urun_32_29Agu.indd 60

01.09.2011 18:05:44


bağlantının kesilmesi gibi bir “stratejik hesap” dikkati çekiyor, Suriye ordusunun Devlet Başkanı Başşar Esad’ın kardeşi Mahir Esad komutasındaki Dördüncü Tümeni’nin saldırılarında. Bu uygulama, kimi gözlemcilerde, rejimin Suriye’nin dağılması ihtimaline karşı “Alevi-Nusayri heartland”ını sağlama alma ve Alevi-Nusayri azınlığı için hayati olan bölgede “Sünni nüfus temizliği” yapıldığı algılamasına yol açıyor. Bu uygulamanın Türkiye’ye gönderdiği “sinyaller”e dikkat etmekte yarar var. Suriye’nin resmî olarak üzerinde hak iddia etmekten vazgeçmediği Hatay ilinin tüm çevresinin Alevi-Nusayri azınlığı ile çevrelenmek istendiği göze çarpıyor. Sınırın Türkiye tarafında, Hatay ilimizde ise 300-400 bin olarak tahmin edilen Alevi-Nusayri vatandaşlarımız yaşıyor. Cengiz Çandar, üç çarpıtmaya birden başvuruyor. Birincisi, Suriye’nin laik yönetimini Alevi-Nusayri olarak tanımlıyor. İkincisi, kanlı bir ayaklanma düzenleyen gerici-faşist bir örgüte karşı güvenlik önlemleri alan Suriye yönetimini “Sünni nüfus temizliği” yapmakla suçluyor. Üçüncüsü, Suriye yönetiminin, Alevi-Nusayri halkının yaşadığı Hatay ilinin bütün çevresini Alevi-Nusayrilerle çevrelemek istediğini iddia ediyor. Böylece Türkiye egemenlerinin Sünni şovenist önyargılarını körüklüyor, Suriye ve Türkiye’de Alevi Araplara karşı bir mezhep savaşı başlatarak Türkiye’yi Amerika ve İsrail’in kör aleti durumuna düşürmek istiyor. Cengiz Çandar hem Suriye halkına karşı bir istila savaşını, hem de Hatay bölgesinde yeni bir Maraş katliamını kışkırtıyor. Bütün devrimci, ilerici, barışçı çevrelerin bu savaş ve katliam kışkırtıcılığını acil olarak teşhir etmesi gerekiyor. Çünkü, bu kışkırtıcılık, iktidarını sürdürmek için Amerikan savaş arabasına sıkı sıkıya bağlanmaya karar veren AKP’nin fetihçi damarlarını şimdiden kabartmış bulunuyor. 61

urun_32_29Agu.indd 61

01.09.2011 18:05:44


Suriye’yi fethetme hayalleri, kapitalist medyanın artık her kanadında kendine yer buluyor. Fakat bu savaş goygoycularının bir kısmı, fetihçiliğin emperyalizmin vurucu gücü olarak hareket etmek anlamına geldiğini Osmanlıcı ve İslamcı demagojiyle gizlemeye çalışıyor. AKP sözcüsü Yeni Şafak’ta Hakan Albayrak, 27 Haziran 2011 tarihli “Suriye’ye askerî müdahale” başlıklı yazısında, Cengiz Çandar’ın Amerikancı-İsrailci oyun planına sözüm ona “Batı karşıtı” bir kılığa bürünerek katılıyor: “Suriye bizim dışımız değil, biz de Suriye’nin dışı değiliz. Hükümetler ayrı olsa da biz iç içeyiz. Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi ABD yahut Fransa’nın müdahalesi gibi olmaz” dedikten sonra “Emperyalistler Suriye’ye müdahale kararı almadan evvel Türkiye bütün hazırlıklarını tamamlamalı ve onlar harekete geçmeden evvel Türkiye harekete geçmeli” çağrısını yapıyor. Cengiz Çandar’ın Suriye’ye karşı savaş kışkırtıcılığı, Amerikan emperyalizminin kiralık askeri olarak Arap ve İslam halklarına karşı ilk eylemi değil. Kısa bir süre önce, Türkiye’nin Libya’ya karşı sömürgeci savaşa tam boy katılması için canla başla uğraşıyor ve Başbakan Erdoğan’ın “NATO’nun Libya’da ne işi var?” sözünü şiddetle eleştiriyordu. Erdoğan bu sözünden çark ettikten ve Libya’ya karşı NATO saflarında savaşa katıldıktan sonra, derin bir nefes alarak Suriye’ye karşı savaş propagandasına başlayan Cengiz Çandar’ın eli, Irak savaşında ABD ve ortaklarının öldürdüğü, sakatladığı ve yaraladığı milyonlarca Iraklı’nın kanına da bulaşmıştır. 2002 ve 2003 yılı boyunca Türkiye’nin Amerikan saflarında Irak işgaline katılması için her yola başvuran Cengiz Çandar, savaş suçlusu Amerikan Savaş Bakanı Yardımcısı neocon Paul Wolfowitz’in gayriresmî Türkiye sözcüsü olarak hareket ediyordu. Hatta 1 Mart 2003’te savaş tezkeresinin reddedilmesi üzerine Amerika adına Türkiye devlet yöneticilerini tehdit etmekten bile çekinmemişti. Cengiz Çandar, Irak’ın başkenti Bağdat’ın Amerikan sömürgecilerinin pençesine düştüğü 9 Nisan gününü, Dünden Bugüne Tercüman gazetesindeki “Canım Bağdat’ta Olmak İstiyor” başlıklı ertesi günkü (10 Nisan 2003) yazısında şöyle kutluyordu: Bugün canım yazı yazmak istemiyor. Bu yazıyı dün kaleme almaktayken içimden geçen duygu buydu. Canım yazı yazmak istemediğine göre canım ne istiyordu? Canım Bağdat’ta olmak istiyordu. Ahh, dün 62

urun_32_29Agu.indd 62

01.09.2011 18:05:44


Bağdat’ta olabilseydim. ... Bizim bu kirli savaşta yerimiz yokmuş! Bu kirli savaş dedikleri, Irak’ta polis rejiminin yıkılması ve Irak halkının zalim diktatörden kurtarılması savaşı idi oysa. Bu savaş, onların savaşı olmadığı için, Irak halkının, başta Bağdat, dünkü zulümden kurtuluş kutlamalarını da yüreklerinde hissedemediler. Türkiye’nin yanıbaşındaki bir gaddar polis devletinin, yani faşist-Arap milliyetçisi Saddam rejiminin yıkılmasının, Türkiye ve geleceği ile ilgisini göremeyenler ise, iş bittikten sonra ayakta kalacak, yani masaya oturamayacaklar. ... Solculukla anti-Amerikan olmayı eş anlamlı zanneden, solculukla Stalincilik’i birbirine karıştıran ve dolayısıyla Saddam Hüseyin’e ve polis rejimine karşı hiçbir tepki duymamış olanlar da, dün, Irak halkıyla aynı duyguları paylaşamazdı. Bense, 1991 Ağustosunda Moskova’da darbenin çöküşünü ve heykellerin yıkılışını izlediğim gibi, 1989 Kasımında Berlin’de bir diktatörlüğün çöküşünü yaşadığım gibi, 1989 Aralık ayında Prag’da bir baskı rejimini deviren halkla birlikte bulunduğum gibi, dün Bağdat’ta olmayı çok isterdim. Canım bugün de Bağdat’ta olmak istiyor! Tarihin en büyük soykırımlarından birini Irak’ta gerçekleştiren Amerikan emperyalizmini böylesine savunabilen Cengiz Çandar, dünyanın her yerinde, sosyalizmin, bağımsızlığın, halk egemenliğinin ve insan onurunun düşmanı olduğunu bütün siciliyle ortaya koymuştur. O bir savaş suçlusudur. Savaş suçlusu Cengiz Çandar’ın yeni hedefi, Türkiye’yi Suriye halkına karşı savaşa sokmaktır. Cengiz Çandar’ın Amerika-İsrail adına yürüttüğü militarist kampanyayı teşhir etmek, her dürüst insanın kaçınılmaz görevidir.

63

urun_32_29Agu.indd 63

01.09.2011 18:05:44


Selamlaşma

Amerikan emperyalizmine yön veren dev kapitalist şirketlerin liberal karşıütopyası, bütün dünyayı serbestçe at koşturdukları tek bir alana çevirmektir. Bu dünyada Amerikan tüketimciliğini benimsemiş, kapitalist piyasaya iman etmiş ücretli köleler, kapitalist sömürüyü doğal görecek, dolar milyarderlerinin emrinde onların hayatına gıpta ederek yaşayacak, yoksul ve işsiz kaldıklarında bunun kendi kabahatleri ve beceriksizlikleri olduğunu düşünerek kaderlerine razı olacaklardır. Güçlü bir ordu, güçlü bir istihbarat örgütü, her yerde hazır ve nazır bir baskı ve kontrol sistemi, kitle aldatma silahına dönüştürülmüş bir medya düzeni, beyin yıkayan üniversiteler, beyinleri uyuşturan tapınma kurumları, beyinleri oyalayan eğlence sanayii, bu kapitalist karşıütopyanın başlıca gerekleri arasındadır. Sözü edilen karşıütopyaya ulaşmanın önemli bir ayağı, aydınları, devrim ve sosyalizm mücadelesinden uzaklaştırıp halkın acılarına ilgisiz, yurdunun ve dünyanın sorunlarını dert edinmeyen, tek gayesi mümkün olduğu kadar haz peşinde koşmak olan mülkiyetçi bireylere dönüştürmektir. Taraf gazetesi, liberal kapitalist karşıütopyanın gerçekleştirilmesi için sefer görev emri Türkiye’ye çıkmış kişilerin yönettiği bir Amerikan projesidir. Amerikan emperyalizminin güdümünde yayın yapan bir psikolojik savaş aygıtıdır. Amerikan militarizminin sesi olan Taraf, Amerika’nın bölgede hâkimiyet planları doğrultusunda sistemli olarak kontrgerillanın yanıltmaca kampanyalarını yürütür. Taraf antikomünisttir; devrime, sosyalizme, bağımsızlığa, halk egemenliğine, halkın kapitalizme ve emperyalizme karşı örgütlü mücadelesine düşmandır. Amacı ülke aydınlarını, üniversite gençliğini Ame64

urun_32_29Agu.indd 64

01.09.2011 18:05:44


rikan planlarına bağlamak, onları kapitalizmin gönüllü köleleri yapmaktır. Taraf, bu amaçla, komünizmden ve sosyalizmden dönmüş aydınları, devrimcilikten vazgeçmiş yazarları, komünizmle faşizmi bir tutan ekşimiş akademisyenleri, okurlarını ifsat etmek için kullanırken; kokuşmuş gericilere, görevli polislere, kulağı kesik istihbaratçılara, hiçbir etik kaygısı olmayan hırs küpü yeni yetmelere Amerikan savaş planları doğrultusunda nokta atışları yaptıran bir gazetedir. Bir sansasyon gazetesi olan Taraf, sol gösterip sağ vurabilmek için kendisine sözüm ona özgürlükçü bir görünüm vermeye de dikkat eder. Taraf, bu özgürlükçü cilayla sömürgeci savaşları özgürlük seferi olarak pazarlar; en utanmazca yalanları büyük bir ciddiyetle sunar, akı kara gösterir; en azgın iftiralara başvururken herkese ahlak dersi verir. Taraf, militarizme, darbelere, soykırımlara, katliamlara karşı olduğunu iddia eder, ama bu karşıtlık ilkesel değildir. Geçmişle veya artık Amerikan emperyalizminin hedef tahtasına oturttuğu çevrelerin eylemleriyle sınırlıdır. Taraf, Amerikan emperyalizminin savaşlarını, soykırımlarını, katliamlarını, işgallerini kural olarak eleştiri dışı bırakır; Amerika’ya karşı çıkan çevreleri ve yönetimleri ise her kötülüğün yaratıcısı kanlı diktatörler, faşistler, halk düşmanları olarak tasvir eder. Türkiye’yi Amerika’nın ve İsrail’in çıkarları için Arap ve İslam halklarıyla savaş noktasına getirmeye özel olarak ağırlık verir. ANF’nin 26 Haziran 2011’de verdiği bilgiye göre, Öcalan; Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Cengiz Çandar ve Hasan Cemal’e selamlarını iletti: “Ahmet Altan ve Yasemin Çongar’a selamlarımı iletiyorum. Ahmet Altan’ın yazılarını okuyorum. Özgürlükçü yanının güçlü olduğunu biliyorum. Onların Taraf gazetesiyle önemli bir özgürsel yol açtığını biliyorum. Bunu çok değerli ve önemli buluyorum. En değme solcudan daha yararlı ve cesur buluyorum. Taraf gazetesinde Türkiye’deki hegemonik yapıya eleştiriler yaparak özgürlüksel bir duruş sergilediler. Benim Taraf gazetesine eleştirilerim de var. Onları zaman zaman eleştirdim de. Ama benim bu eleştirilerim onların bu değerli, özgürsel yanını ortadan kaldırmaz. Eleştirilerim var ve bunu da anlasınlar. Zaten Kürt sorununa, toplumsal konulara da eleştirisel yaklaşmak gerekir. Yasemin Çongar’ın da yazılarını aynı çerçevede buluyorum. Değerlidir, özgürlük yanı gelişkindir. Onun edebi yanı da, yönü de var, gelişmiştir. Daha önce edebiyat üzerine yazdığı yazıları okuyordum. Son zamanlarda yazmıyor ya da ben alamıyorum. Cengiz Çandar ve Hasan Cemal’e selamlarımı iletiyorum.” 65

urun_32_29Agu.indd 65

01.09.2011 18:05:44


Taraf gazetesi de 27 Haziran günü bu selama, “Ve aleykümselam Apo!” diye karşılık verdi. Devrimciliğe ve sosyalizme duyduğu nefreti Sudaki İz romanından bu yana hiç eksiltmeden sürdüren Ahmet Altan, Taraf gazetesinin genel yayın yönetmenidir. Doğan Holding medya grubunun Vaşington muhabiri iken, Türkiye’yi Irak işgaline razı etmek için CİA’nın ve Pentagon’un ürettiği her yalanı gerçeğin ta kendisiymiş gibi Türkiye’ye boca eden Yasemin Çongar, Taraf ’ın genel yayın yönetmeni yardımcısıdır. Cengiz Çandar ve Hasan Cemal, Türkiye’nin Irak işgaline katılması için sistemli kampanya yürüten iki medyaşordur. Bu dörtlü, medya, diplomasi ve istihbarat çevrelerinde Amerikan elemanları olarak bilinir, “sahibinin sesi” olarak değerlendirilir. Bu takımın 2002-2003’lerde neler yaptığını hatırlamak isteyenler, Ürün Yayınları’nın çıkardığı Mahşerin Kapısında kitabına, özellikle de, “ABD’nin Kamuoyu Oluşturma Gücü” başlıklı makaleye bakabilirler. (s. 96-111). Öcalan’ın “En değme solcudan daha yararlı ve cesur buluyorum” dediği Taraf yöneticilerinin dünyada, bölgede ve Türkiye’de emperyalist-kapitalist hegemonyaya nasıl hizmet ettiklerini gösteren habercilik politikalarından sadece üç örnek verelim. Birinci örnek, emperyalistlerin Libya’ya savaş açması: Kaddafi zorbası bombalanıyor BM kararını hiçe sayıp Bingazi’de halkını katletmeyi sürdüren Kaddafi için dünya harekete geçti. Müdahale kararı sonrası ilk bombardımanı Fransız uçakları yaptı. Taraf - İstanbul - 20.03.2011 66

urun_32_29Agu.indd 66

01.09.2011 18:05:45


İkinci örnek, Reşadiye baskını: PKK iki halkın da düşmanı Kürtlerin de mesafeli yaklaşarak ‘provokasyon’ endişesi taşıdığı Tokat’taki katliamı üç gün sonra üstlenen PKK, barış sürecini sabote etti. Taraf - Faruk Balıkçı, Adem Tayan, Selim Kemaloğlu, Abdurrahman Ermiş, Mustafa Arısüt İstanbul - 11.12.2009 Üçüncü örnek, İran’ın füze denemesi: Anıtkabir’i vurabilirler G-20 Zirvesi’nde ikinci nükleer tesisinin varlığını açıklayan, ardından da kısa menzilli füze deneyen İran, dün iki bin 250 kilometre menzile sahip Şahab-3 füzelerini fırlattı. İsrail ve ABD’nin Körfez’deki üslerinin yanı sıra, başkent Ankara ve İstanbul da Şahab-3 füzelerinin menzili içinde bulunuyor. - BBC/AP - İstanbul - 29.09.2009 Emperyalizme ve kapitalizme karşı örgütlü bir halk hareketi yaratmaya çalışan çevreler, son yıllarda Amerika’nın Türkiye’ye ve bölgeye yönelik psikolojik savaşında kullandığı en yararlı medya organlarından biri olan Taraf ’ı teşhir edebilme ve böylece etkisini kırma başarısını elbirliğiyle gösterebilmişlerdi. Taraf ’a kefil olmak, onu övgülere boğmak ve aklamak, bu çevreler için kendi ayağına kurşun sıkmak demektir. Taraf ’a selam vermek, Amerikan emperyalizmine selam vermektir. Hukukun h’sinin geçerli olduğu bir dünyada savaş suçlusu olarak yargılanmaktan kurtulamayacak olan medyaşorlara bizim verecek selamımız yok.

67

urun_32_29Agu.indd 67

01.09.2011 18:05:45


BASINDAN

Taraf ve Baransu’nun “Yoldaş General” Asparagası

Taraf gazetesi Mehmet Baransu imzasıyla 29 Temmuz 2011 günü “Yoldaş General” başlığı ile Hasdal Cezaevinde tutuklu bulunan Korgeneral Ziya Güler’le ilgili iki MİT belgesi yayınladı. MİT tarafından savcılığa gönderilen belgeden birinde Korgeneral Ziya Güler’in 1972 yılında THKP-C mensubu olduğu, 1989’da ise TBKP (Türkiye Birleşik Komünist Partisi) yöneticisi olduğu iddia ediliyor. Böylece Ergenekon ile THKP-C ve TBKP arasında bağlantı kurulmaya çalışılıyor. Son dönemin flaş isimlerinden “önüne konanı yayar” gazeteci Mehmet Baransu imzasıyla yayınlanan haberde Ziya Güler’in binbaşı ya da yarbay rütbesiyle TBKP Polit Bürosuna yazdığı değerlendirme yazısı yer aldı. Mehmet Baransu’yu tebrik etmek gerekiyor. Türk Silahlı Kuvvetleri içinde açık açık komünist faaliyet sürdüren subayın TBKP’nin Polit Bürosuna yazdığı değerlendirmeyi bulup yayınlayarak büyük bir iş başarmış. Baksanıza 68

urun_32_29Agu.indd 68

01.09.2011 18:05:45


adını saklama gereği bile duymamış, oysa böyle raporların daima parti adıyla, müstear adla yazıldığını herkes bilir. Baransu keşke biraz daha araştırma yapsaydı da TSK mensubu Ziya Güler’in Avrupa’ nın çeşitli ülkelerinde yapılmış Komünist ve İşçi Partileri toplantılarına katıldığını da (yıllık izinlerini bu toplantılarda harcamayacağına göre mutlaka görevli gitmiştir. Alın size komünistlerle Ergenekon arasında bir bağlantı daha.) ve buralarda yaptığı konuşmaları da bulup yayınlayabilseydi. Böylece hem haber güçlenir, hem de Ergenekon’u sola, komünistlere bulaştırma çabası daha doyurucu, daha inandırıcı bir hâle gelirdi. Gazeteci sıfatı taşıyan ama gazeteciliğin en basit kurallarını es geçerek, önüne konan her belgeyi tereddütsüz doğru kabul eden Taraf bir kez daha faka bastı. Çünkü TBKP’li Ziya Güler’in Korgeneral Ziya Güler’le uzaktan yakından bir ilgisi yok. Ziya Güler, TBKP Merkez Komite üyesi ve Federal Almanya Yöre Sekreteri Feridun Gürgöz’ün parti adı. TBKP Polit Bürosuna Ziya Güler imzasıyla yazılan değerlendirme de ona ait. Feridun Gürgöz, TÜSTAV tarafından yayınlanan anılarında Ziya Güler adını kullandığını açıklamıştı.* (Feridun Gürgöz, Saat Geri Dönmüyor, TÜSTAV Sarı Defter Dizisi İstanbul, Nisan 2007) Taraf gazetesi önüne konan belgeleri “ulaşılan belge” anonslarıyla yayınlarken o belgeleri doğrulatma ihtiyacı duymuyor. Ya kendisine belge ulaştıranlara herkesten fazla güveniyor, ya da mesleğinin temel kurallarına bağlı kalarak gazetecilik yapmayı zahmetli bir iş olarak görüyorlar. “Ulaştırılan” bilginin doğruluğunu yanlışlığını araştırmak, başka bir kaynaktan doğrulatmak zor zahmetli olabilir; ama bu konuda kolayca başvurabileceği bir kaynağa başvurmamaları gerçekten düşündürücü. Haberi yazanlar, gazeteye koyanlar kendi gazetelerinde köşe yazarlığı yapan, TBKP eski Genel Sekreteri Nabi Yağcı’ya “Korgeneral Ziya Güler’in TBKP’nin üyesi, yöneticisi olup olmadığını” neden sormadılar acaba? Taraf Gazetesinin muhabirleri, editörleri “belge servisçilerine” kendi köşe yazarlarından daha fazla güveniyor olabilir mi? Taraf ve Baransu’nun bu haberi asparagas ve dezenformasyonun zirvesini oluşturuyor. Devrimcileri ve komünistleri karalamak için hiçbir fırsatı kaçırmayanlar, yine tongaya düştü. Taraf ’ın ve Baransu’nun MİT’çi “yoldaşları” onları fena yanılttı. Bakalım bu kez minareye nasıl bir kılıf uyduracaklar... 30 Temmuz 2011 Cumartesi, Birgün * Saat Geri Dönmüyor kitabını tanıtan yazı için bkz. Ürün Sosyalist Dergi sayı 25, Ocak 2009.

69

urun_32_29Agu.indd 69

01.09.2011 18:05:45


Despotizmle Uzlaşma Hayalleri İsmail Kaplan

Yeni pazarlık Dolar milyarderlerinden oluşan uluslararası kapitalist şebekenin Türkiye’deki ayaklarından biri olan Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı TESEV, aynı şebekenin Türkiye’deki bir başka ayağı olan Açık Toplum Vakfı’nın ve yine aynı şebekenin Amerika’daki ayaklarından biri olan Chrest Vakfı’nın desteğiyle Cengiz Çandar’a Dağdan İniş - PKK Nasıl Silah Bırakır? Kürt Sorunu’nun Şiddetten Arındırılması başlıklı bir araştırma yaptırdı. Bu araştırmanın sunumu 24 Haziran 2011’de Cengiz Çandar’ın, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku Van bağımsız milletvekili Aysel Tuğluk, CHP İstanbul milletvekili Sezgin Tanrıkulu ve AKP Diyarbakır milletvekili Galip Ensarioğlu ile birlikte katıldığı panelde yapıldı. 25 Haziranda Milliyet yazarı Hasan Cemal, köşeyazısında Cengiz Çandar’ın raporunu övdü ve iki gün sonra da kendisinin Kandil’de Murat Karayılan’la yaptığı röportajı art arda beş bölümlük yazı dizisi olarak yayınladı. 26 Haziranda ANF, Öcalan’ın Taraf gazetesi yöneticileri Ahmet Altan ve Yasemin Çongar ile Cengiz Çandar ve Hasan Cemal’e selamını duyurdu. 27 Haziran’da Taraf gazetesi Öcalan’ın selamına “Ve aleykümselam Apo!” diye karşılık verdiği gibi, Neşe Düzel’in Cengiz Çandar’la yaptığı röportajı yayınladı. Yine 27 Haziran günü, BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, Hürriyet yazarı Şükrü Küçükşahin’e verdiği demeç, yazarın Hürriyet gazetesindeki köşesinde çıktı. Selahattin Demirtaş, “Bu işler çözülecek, Türkiye bu tür şey70

urun_32_29Agu.indd 70

01.09.2011 18:05:46


lerden kurtulacak; kesinlikle şüphem yok. Ama herkes yöntemince mücadele etmeli. Bu da bizim mücadele tarzımız” diye tamamladığı demecinde, 12 Eylül 2010 anayasa referandumu sürecinde AKP’ye yaptıkları öneriyi açıkladı. AKP’ye, referandumda boykottan vazgeçip evet oyu kullanma önerisinde bulunduklarını ama olumlu cevap alamadıklarını söyledi: “AKP yönetimine gittik; Anayasa’nın 14’üncü maddesi ile Terörle Mücadele (TMK) ve Ceza Usul (CMK) yasalarında değişiklikler önerdik. Dosyamızı verdik. Dedik ki: ‘Bizde bu maddelerden yargılanmayan bulamazsınız. Bunlar siyaset yapmamız önünde engel. Suç işleyen varsa tamam; ama bakın bu yargılamaların hepsi söylenmiş sözlerle ilgili. Bu değişiklikleri yapın, biz de boykottan vazgeçip, referandumda ‘evet’ diyelim’. AKP, bizi umursamadı.” (Şükrü Küçükşahin, “Demirtaş: Bu işler çözülecek”, Hürriyet, 27 Haziran 2011). Bütün bu parçalar bir araya getirildiğinde, Kürt ulusal hareketinin üst yönetimi ile AKP arasında Amerika’nın arabuluculuğunda yeni bir pazarlık yapıldığı anlaşılıyor. TESEV, Açık Toplum Vakfı, Chrest Vakfı, Taraf gazetesi, Cengiz Çandar ve Hasan Cemal, en yumuşak deyişle söyleyelim, Amerikaperver, Avrupaperver ve İsrailperver nitelikleriyle temayüz eden kurum ve kişiler. Hepsi de, AKP iktidarının hararetli destekçisi. Cengiz Çandar ve Hasan Cemal, AKP’nin iki yıl önce büyük tantanayla başlattığı Kürt açılımının hiçbir sonuç vermemesini ve hatta yeni bir şovenist baskı dalgasına dönüşmesini, “Habur’daki yol kazası” olarak adlandırdıkları olaya bağlıyorlar. Onlara göre, AKP, yeni bir Kürt açılımı başlatabilir; bu nedenle de, Kürt ulusal hareketi AKP’nin işini kolaylaştırmalı ve “yeni bir anayasa için” AKP’yi desteklemelidir. Kürt ulusal hareketine yön veren kadroların da bu öneriye aklının yattığı anlaşılıyor. AKP’nin 12 Eylül rejiminin yeni efendisi olarak ortaya çıktığı; özel yetkili mahkemeleri, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay gibi üst mahkemeleri ve ilk kademe mahkemelerini tıpkı cezaevleri genel müdürlüğü gibi doğrudan hükümete bağlı birer idari daire durumuna getirerek yargı örgütünü toptan ele geçirdiği, Silahlı Kuvvetleri hallaç pamuğu gibi atarak kendine en ufak muhalefet belirtisi gösterebilecek bütün general ve amiralleri hapishaneye doldurduğu; parlamentoda tekel oluşturduğu; Terörle Mücadele Kanununu gerçek anayasa olarak işlettiği ve her türlü yasal muhalefeti bile suçlulaştırarak sindirmeye çalıştığı koşullarda, AKP’den demokratik anayasa beklemenin hikmetini okurlara bırakıyoruz. 71

urun_32_29Agu.indd 71

01.09.2011 18:05:46


Kürt ulusal yönetiminin düzen içi çözüm hayalleri bir kez daha testten geçecek. Devrimci teoriden kaçarak halk yararına pratik çözümlere ulaşmanın mümkün olmadığını hâlâ anlamak istemeyenler var. Gerçekçi politika adına Amerika’ya, dünya kapitalist sisteminin büyük efendilerinin hizmetindeki kurumlara, tescilli savaş suçlularına güvenerek nereye varılacağını bir kez daha yaşayarak göreceğiz. Üç parti ve demokrasi mücadelesi AKP, halkın oylarıyla seçilmiş 9 milletvekilini hapiste tutarak seçme ve seçilme hakkını bile tanımayacağını açıkça ortaya koydu. Bir milletvekili hapiste olan MHP, durumu sineye çekti ve hiçbir şey olmamış gibi yemin ederek parlamentoya katıldı. İki milletvekili hapiste olan CHP, tutuklu milletvekillerinin Meclis’e gelmelerinin yolu açılıncaya kadar yemin etmeyeceğini ve parlamento çalışmalarına katılmayacağını duyurdu. Altı milletvekili hapiste olan BDP, arkadaşlarının vekillik yapması sağlanana kadar yemin etmeyeceğini, parlamento çalışmalarına katılmayacağını ve grup toplantılarını Diyarbakır’da yapacağını açıkladı. Başbakan Erdoğan, “Biz CHP ve BDP olmadan da bu Meclis’i tıkır tıkır çalıştırırız” dedi. Yargıyı hükümete bağlı idari bir daireye dönüştürdüklerini bilmeyen birileri kalmış gibi, “Biz bağımsız yargının işine karışmayız, tutuklu milletvekillerinin Meclis’e gelmesi için yapacak bir şeyimiz yok; yemin etmeyenler, göreceksiniz, tükürdüklerini yalayacaklar” diye de ekledi. Başbakan Erdoğan’ın işaretiyle Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek Meclis Başkanı seçildi. Kapitalist medyanın her kanadında Cemil Çiçek rüzgârı esti. Milli Türk Talebe Birliği ve Yeniden Milli Mücadele dergisi günlerinden beri antikomünist, sağcı, mukaddesatçı-milliyetçi siyasi çizgisiyle her zaman gerici ve karşıdevrimci saflarda yer alan Çiçek’in ne kadar barışçı ve ılımlı bir kişi olduğu ballandıra ballandıra anlatıldı ve arabuluculuk için biçilmiş kaftan olduğu iddia edildi. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve İmralı da Cemil Çiçek’e güven duyduklarını açıkladılar. CHP ve BDP yetkilileri Cemil Çiçek’i ziyaret ettiler. Ziyaretlerden sonra, AKP ve CHP yetkilileri arasında görüşmeler yapıldı ve bir mutabakat metni imzalandı. Süslü laflarla dolu metinde şu iki cümle de yer alıyor: “Halkın egemenliği ve halkın iradesi, seçilmiş ve vekâlet verilmiş milletvekilleri aracılığı ile TBMM’de hayata geçirilir. Bu çerçevede, tüm siya72

urun_32_29Agu.indd 72

01.09.2011 18:05:46


si partilerin ve milletvekillerinin, milletimizin kendilerine verdiği bu onurlu görevi yerine getirmeleri için TBMM’de olmaları gerektiğine inanıyoruz.” CHP, AKP’nin bu iki cümleyi içeren metni imzalamasını yeterli saydı, tutuklu milletvekilleri hapiste gün doldurmaya devam ederken, yemin etti ve parlamento çalışmalarına katıldı. Tutuklu milletvekillerinin derhâl serbest bırakılmasını içermeyen, hadi ondan vazgeçtik, onların Meclis’e getirilmeleri için neler yapılacağını somut olarak ve takvime bağlayarak belirtmeyen ve dolayısıyla AKP açısında hiçbir bağlayıcılığı olmayan boş bir söze tutunarak, protestosuna son verdi. BDP Grubu Başkanı Selahattin Demirtaş, AKP ile CHP arasındaki mutabakattan dışlandıklarını belirterek durumdan yakındı: “Başından beri BDP bu sürecin dışında tutulmuştur. Bunun için özel gayret sarf edilmiştir. AKP ve CHP arasında bazı gizli görüşmeler yapılmıştır. Daha sonra Meclis başkanlığının çağrısı üzerine bu partiler bir araya gelmiştir. Hatta biz Meclis Başkanı ile görüştüğümüz saatlerde bile bu trafik sürmesine rağmen Meclis Başkanı bunu bizden saklı tutmuştur.” Selahattin Demirtaş şu andaki tutumlarını şöyle özetledi: “AKP ile BDP arasında benzer bir mutabakatla görüşme sağlanırsa dönebiliriz. Ama BDP’ye öteki muamelesi yapılırsa ve dışlanmaya devam edilirse bu doğru olmaz. Diyalog kapılarını açık tutacağız. Çözüm arayışımızı sürdüreceğiz. Çözüm konusunda samimi yaklaşım görürsek çözüm için adım atacağız.” İmralı’dan gelen, “Öyle hemen Dicle meselesi ve diğer meseleler çözülmeyebilir, öyle hemen serbest bırakma olmayabilir” telkininin BDP’nin tutumunu etkilediği görülüyor. Durum çok açık. AKP teoride ve pratikte demokratik meşruiyetin en temel normu olan seçme ve seçilme hakkını göstere göstere çiğniyor. Bu temel normun çiğnenmesiyle mağdur duruma düşen üç parti, oylarını aldıkları seçmenlere başvurarak bir demokrasi mücadelesi başlatma yolunu seçmiyor. Ya MHP gibi haksızlığı hemen sineye çekiyor, ya CHP gibi AKP’nin içi boş iki cümlesini gerekçe göstererek duruma boyun eğiyor, ya BDP gibi AKP’yle pazarlıktan medet umuyor. Meşru haklarını savunamayanlar kölelik zincirlerinden kurtulamazlar. Despotizme boyun eğmek, despotizmin sözüne güvenmek, despotizmle pazarlık yaparak halkın sorunlarına çözüm bulacağı hayaline kapılmak, demokrasi mücadelesiyle bağdaşmaz. Dünya, bölge ve ülke tarihi bu yalın gerçeğin sayısız kanıtıyla doludur. 73

urun_32_29Agu.indd 73

01.09.2011 18:05:46


Bir gün, üç olay Bugün AKP ile BDP arasında yapılan görüşmelerde, AKP, milletvekilliği düşürülen Hatip Dicle ile hapiste tutulan öbür beş BDP milletvekilinin durumuna çözüm getirme niyetinin belirtilmesini bile kabul etmeyince, bir anlaşmaya varılamadı. Diyarbakır’da toplanan Demokratik Toplum Kongresi, Kürt halkı adına demokratik özerklik ilan etti. 850 delegenin katıldığı kongrede kabul edilen Demokratik Özerklik İlan Belgesi’ni DTK Eş Başkanı ve Van milletvekili Aysel Tuğluk okudu. Belgede, “uluslararası insan hakları belgelerinin tanımladığı haklar ışığında, ortak vatan anlayışı temelinde, toprak bütünlüğü ve demokratik ulus perspektifi temelinde, Türkiye halklarının ulusal bütünlüğüne bağlı kalarak, Kürt halkı olarak Demokratik Özerkliğimizi ilan ediyoruz” denildi. Türk halkından dayanışma talebinin de dile getirildiği belgede bu konuda şöyle deniliyor: “Kardeş Türkiye halkına çağrımızdır; yüzyıllardır birlikte yaşam yanında tarihsel birliklerin vermiş olduğu güçle Kürt halkının özgürce yaşam özlemi temelinde ilan edilen Demokratik Özerkliğe karşı sorumluluğu gereği dayanışma içinde olmaya çağırıyoruz.” Diyarbakır Silvan kırsalında TSK ile HPG güçleri arasında çıkan çatışmada, 13 askerin ve 7 HPG’linin yaşamını yitirdiği, 2’si ağır olmak üzere 7 askerin de yaralandığı bildirildi. 14 Temmuz 2011 Perşembe gününe sığan bu üç olay, Amerika’nın ve işbirlikçi liberallerin arabuluculuğuyla AKP ile Kürt ulusal hareketinin üst yönetimi arasında yapılan son pazarlıkların barışa ve çözüme hizmet etmediğini, ters teptiğini gösteriyor. Türkiye halklarının Türk ve Kürt gençlerinin birbirini öldürmesine değil, tam eşitlik ve özgürlük temelinde onurlu barışa ve çözüme ihtiyacı var. Onurlu barışın ve çözümün anahtarı, düzenin efendileriyle uzlaşmada değil, emperyalizme ve kapitalizme karşı emekçi halkların ortak mücadelesinde. Kestirme yollar yok. Hepimizi şovenizme ve militarizme karşı uzun ve sabırlı bir mücadele bekliyor. 74

urun_32_29Agu.indd 74

01.09.2011 18:05:46


Silvan’dan sonra Başbakan Erdoğan, Diyarbakır Silvan’da çıkan çatışmada HPG’nin 13 askeri öldürmesi ve 7 askeri yaralaması sonrasında yaptığı konuşmada, “Kürt sorunu yok, PKK sorunu var; bundan sonraki süreç çok farklı olacak” dedi. Bu tehdit, çeyrek asrı geçen kanlı bir savaşa yol açarak Kürt sorununu kangrenleştiren şiddet politikasının sürdürüleceğini gösteriyor. Ülke yeniden şovenist bir dalganın pençesine teslim edildi. Aydın’da Kürt işçilerine saldırma, İstanbul Caz Festivali’nde Aynur’un Kürtçe şarkısına tahammülsüzlük, militarizmin yüceltilmesi, “Kürtlere haddini bildirmenin zamanı geldi” mesajının verildiği şovenist gösteriler, halkları birbirine kırdırma politikasının geçmişten hiç ders çıkarmadan kışkırtılması anlamına geliyor. Oysa AKP şiddet politikalarının iflas ettiğini belirterek Kürt açılımını başlattığını ilan etmişti. Ne var ki, açılımın içi doldurulmamış, ciddi bir barış projesine dönüştürülmemişti; ciddi bir barış politikasının gerektirdiği siyasal önlemler alınmamış, halk kitleleri barışa hazırlanmamıştı. Çünkü, AKP’nin açılımı, aslında barışçı çözüme niyeti olmayan kapitalist oligarşinin Amerika’nın telkiniyle gündeme getirdiği bir planın parçasıydı. Büyük sermaye ve devletteki uzantıları, İmralı, Kandil ve yasal Kürt partisini (DTP-BDP) birbirine karşı oynamayı, bir bütün olarak Kürt ulusal hareketini oyalamayı ve adım adım tasfiye etmeyi amaçlıyordu. Habur’da kapanıma dönüşen bu politika, referandum ve seçim döneminde yeniden canlandırıldı. Kürt ulusal hareketine çeşitli sözler verildi; çözümün çok yakın olduğu, biraz daha sabır gösterirlerse, İmralı’nın durumunun düzeltileceği, Kürt halkının statüsünün tanınacağı, dil ve kültür haklarının tanınacağı ima edildi. Kürt ulusal hareketi, AKP’nin vaatlerini ağırlıklı olarak ciddiye aldı ve uzlaşmacı bir yönelimi benimsedi. Bu uzlaşmacı yönelim, AKP’nin hegemonik tek parti diktatörlüğü yolunda köklü hamleler yapmasını sağlayan siyasi kampanyaları serbestçe yürütmesini sağladı. Ne var ki, AKP, birinci açılım döneminde olduğu gibi, ikinci açılım döneminde de, barışçı çözüm niyetinden uzaktı. Başlangıçtaki hedefleri aynen devam ediyordu. Amerikancı işbirlikçi liberallerin 12 Haziran seçiminden sonra daha da körüklediği temelsiz barış havası içinde, Kürt ulusal hareketinin AKP’nin yeni anayasa oyununa da herhangi bir kazanım sağlamadan, “sabrederek” katılması istendi. Üstelik, Kürt ulusal hareketi, sabrını, Hatip Dicle’nin ve tutuklu diğer 5 milletvekilinin en temel demokratik hakkının gasbedilmesine de boyun eğecek kadar geniş tutacaktı. 75

urun_32_29Agu.indd 75

01.09.2011 18:05:46


14 Temmuz günü sabır taşı çatladı. AKP’nin karşılığında herhangi bir şey vermeden almayı ve tasfiyeyi amaçlayan ikinci açılımı da çöktü. Kürt halkının en doğal eşitlik ve özgürlük özlemleri ile işbirlikçi büyük sermaye rejiminin vahşi sömürü ve baskı politikası arasındaki uçurumu, köklü bir düzen değişikliği yapmadan, denklemi bozmadan kapatmak imkânsız bir politikaydı; bu imkânsızlığı teorik olarak anlamak istemeyenler, bir kez daha, pratik olarak, yaşayarak görmek zorunda kaldılar. AKP, şimdi ikinci kapanımın diliyle konuşuyor, her şeyi sil baştan edeceği yolunda tehditler savuruyor. Sil baştan edilerek gelinecek yer bellidir. Gelinecek yer, büyük acılar, kıyımlar pahasına bugünkü çözümsüzlüktür. Savaş politikasına izin vermemek, kökeni ve dili ne olursa olsun bütün emekçilerin, sade yurttaşların boynunun borcudur. Söz konusu olan kendi geleceğimizdir, çocuklarımızın ve bebelerimizin dirliğidir, halklarımızın birliğidir. Çözüm bellidir: Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını tanımak, her halkın özgürlüğünü doğal hak saymak, dillerin ve kültürlerin tam eşitliğini kabul etmek. Hangi ulustan olurlarsa olsunlar kapitalistlerin işçilere, köylülere ve bütün emekçilere karşı birlikte davranmayı bildikleri gibi, kapitalizme ve emperyalizme karşı her halktan işçilerin, köylülerin ve bütün emekçilerin birlikte hareket etmesini sağlamak. Düzen içi kestirme çözüm arayışlarının beyhude olduğunu bilmek, uzlaşma fantezileri peşinde koşarken çıkmaza sürükleneceğini öngörmek. Kapitalist karşıdevrimler döneminin gerici ideolojik hegemonyasından artık kurtulmak ve kapitalizm, emperyalizm, sınıf, sınıf mücadelesi, devrim, sosyalizm, enternasyonalizm kavramlarını, dünyanın, bölgenin ve ülkenin yaşayan gerçekliğini yansıtan geçerli soyutlamalar olarak tekrar benimsemek. Devrimci teoriden vazgeçmenin devrimci pratikten vazgeçme sonucunu doğuracağını bilmek. İşçi sınıfının, şehir ve köy emekçilerinin, ezilen halkların aydınlık hakikatine dürüstçe ve alçak gönüllülükle bağlı kalmak. Özel yetkili mahkemeler ve liberal ayartma Devlet güvenlik mahkemelerinin devamı olan özel yetkili mahkemelerin kaldırılması yolunda toplumda genel bir kabul ortaya çıkmışken AKP İstanbul’da üç yeni özel yetkili mahkeme kurulmasını kararlaştırdı. Sosyalist ve devrimci demokratik muhalefet ile Kürt ulusal hareketinin 76

urun_32_29Agu.indd 76

01.09.2011 18:05:46


daha kuruluşundan beri kaldırılmasını istediği, CHP’nin kaldırılması için kanun teklifi verdiği özel yetkili mahkemeler, AKP’nin bütün iktidarı tekeline almasını sağlayan en önemli araçlardan biridir. AKP, hem işçi sınıfı ve halk muhalefetini, hem de egemen sınıf içerisindeki rakiplerini özel yetkili mahkemeler aracılığıyla sindiriyor ve suçlu ilan ediyor. Özel yetkili mahkemelerde AKP’ye ve Gülen hareketine bağlı olmayan tek tük savcı ve yargıçları da çeşitli gerekçelerle uzaklaştıran AKP, bu mahkemeleri AKP despotizminin kılıcı olarak kullanıyor. Özel yetkili mahkemeler, geleneksel olarak sosyalist ve devrimci demokratik yapıları ve Kürt ulusal hareketini biçmek için kullanılan Terörle Mücadele Kanununu artık AKP’ye biat etmeyen her çevreye, Kemalist ve ulusalcı-milliyetçi parti ve derneklere, Silahlı Kuvvetlere karşı da kullanıyor. AKP rejiminde Terörle Mücadele Kanunu gerçek anayasa, özel yetkili mahkemeler gerçek devlet olarak çalışıyor. İşbirlikçi kapitalist oligarşinin işçi sınıfı, şehir ve köy emekçileri, ezilen halklar üzerindeki diktatörlüğünü sağlamakta kritik bir rol oynayan bu iki kurum, egemen sınıf içindeki AKP karşıtı kanadı sindirmeye ve AKP’ye boyun eğdirmeye, boyun eğmeyenleri de cezalandırmaya ve yok etmeye yarıyor. Milletvekili seçildikleri hâlde tutuklulukları kaldırılmayan ve hapiste tutulan 9 milletvekili, bilindiği gibi, KCK (6 BDP milletvekili), Ergenekon (2 CHP milletvekili) ve Balyoz (1 MHP milletvekili) davalarında yargılanıyor. Bu davaların hepsi özel yetkili mahkemelerde görülüyor. 9 milletvekilinin serbest bırakılmasını reddeden mahkemelerde, bu kararların sadece biri oy çokluğuyla, diğerleri ise oy birliğiyle alındı. Red kararını oy birliğiyle değil de, oy çokluğuyla veren mahkeme, Ergenekon davasına bakan 13. Ağır Ceza Mahkemesiydi. Mahkemenin başkanı Köksal Şengün, CHP milletvekilleri Mustafa Balbay’ın ve Mehmet Haberal’ın serbest bırakılması yönünde oy kullanmıştı. Köksal Şengün bu kararının bedelini hemen ödedi ve rütbesi indirilerek Bolu’ya sürüldü. Bundan sonra bu mahkemede de kararların, AKP’nin istediği doğrultuda oy birliğiyle alınmasının yolu açıldı. AKP’nin tutuklu milletvekillerini serbest bırakacağını ve hatta demokratik bir anayasa yapacağını durmadan yayan işbirlikçi liberaller toplumsal muhalefeti aldatma işlevini görüyorlar. Tutuklu milletvekillerini bırakmak isteyen bir iktidar, bu kadar yargıç içinde milletvekillerini serbest bırakma yönünde oy kullanan tek yargıcı sürer miydi? 77

urun_32_29Agu.indd 77

01.09.2011 18:05:46


İşbirlikçi liberallerin ayartmasına uyarak AKP’nin yeni anayasa oyununa katılmak için hevesle bekleyenler, AKP’den demokratik bir anayasa umanlar kendilerini ve, daha da önemlisi, işçi sınıfını, emekçi kitleleri, ezilen halkları aldatıyorlar. İşbirlikçi liberallerin ayartmasına kapılanları, Orhan İyiler’in, Yunan mitolojisindeki “Siren”lerin rolünü hatırlatan sözleriyle bir kez daha uyarıyoruz: “Beni en çok üzen demokrasi sözcüğünün gizemine Marksistlerin yakalarını kaptırmaları... Onları ben Siren’lerin adasının önünden geçen gemicilere benzetirim. Siren’ler hayran olunası o güzel genç kız sesleriyle adalarının önünden geçen denizcileri ‘tüm uğradığınız kötülükleri biliyoruz... adamıza gel, bizimle birlikte ol... bizim şarkılarımızı dinledikten sonra daha mutlu, daha zengin ayrılacaksın adamızdan’ diye çağırıyorlardı. Bu baştan çıkarıcı çağrıya yakalarını kaptıranlar adaya çıkıyor, kendilerine mutluluk, zenginlik vaat eden genç kızlar yerine korkunç devlerle karşılaşıyorlardı. Ve devler onları parçalayıp yiyordu. Sen bu şarkıları dinle... Ama kendini tıpkı Odiseus gibi geminin direğine, yani bilimin ve teorinin doğrularına sımsıkı bağlayarak dinle... Yoksa bu çekici gizemli türkülere kapılıp gitmek işten değil...” Despotizmle yaşanmaz Millet Meclisi, yaz tatiline girdi. AKP’nin 9 milletvekilini hapiste tutma dayatması kırılamadığı için seçme ve seçilme hakkının gasbedilmesi hâlâ önlenemedi. 9 milletvekili, yasama organında seçmenlerinin vekâletini üstlenmekten yoksun bırakılmış durumda hapishane hücrelerinde gün dolduruyor. Oylarıyla onları vekil tayin eden seçmenler ise yasama organında vekilsiz bırakılmış durumda. MHP, kendi milletvekilinin hapiste tutulması dayatmasına en başından boyun eğdi. MHP’nin faşist geleneği ve özü, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi veren halka karşı düşmanlıkla dolu olduğu için; uzmanlık alanı, demokrasi mücadelesi veren halk kesimlerinin mücadelesini kırmak olduğu için, bu partiden, seçmenlerini demokrasi doğrultusunda harekete geçirmesi kuşkusuz beklenemezdi. CHP, kendi milletvekillerinin hapiste tutulmasına karşı yemin etmeme eylemi başlattı. Bu eylemini 13 gün sürdüren CHP, AKP’yle boş sözlerle dolu 78

urun_32_29Agu.indd 78

01.09.2011 18:05:46


bir metin imzalayınca yemin etti ve AKP’nin dayatmasını sineye çekti. CHP küçük ve orta burjuvazi ile emekçi tabakaların üst kesimine, okumuş meslek sahiplerine dayanan bir burjuva partisi olduğu için; buna bağlı olarak, bir yüzü işbirlikçi oligarşiye, bir yüzü emekçi katmanlara dönük olduğu için, bu partinin AKP dayatmasına karşı çıkmasına ama seçmenlerini seferber edecek bir demokrasi mücadelesi başlatmamasına ve yarı yoldan dönmesine şaşılmaz. BDP, kendi milletvekillerinin hapiste tutulmasına ve bir milletvekilliğinin düşürülmesine karşı yemin etmeme ve grup toplantılarını Diyarbakır’da yapma eylemi başlattı. AKP’nin dayatmasına karşı bazı kitle eylemleri düzenledi, AKP bu eylemleri bastırma yolunu seçti. BDP, AKP’yle bir şekilde uzlaşma umudunu taşıdığı için, kitle eylemlerini sistemli olarak sürdürmedi, sabırla bekledi. CHP’nin yemin etmesinden sonra, BDP de, AKP’yle uzlaşmaya çalıştı. AKP uzlaşmaya yanaşmadı. BDP’nin ağırlıklı olarak temsil edildiği Demokratik Toplum Kongresi, 14 Temmuz’da demokratik özerklik ilan etti. Aynı gün Silvan çatışmasında HPG’nin 13 askeri öldürmesiyle ülke çapında şovenizmin tırmandırılması bir oldu. BDP binaları saldırıya uğradı, BDP şu anda kendini savunmaya çalışıyor. Sonuçta, AKP’nin 9 milletvekilini hapiste tutup yasama organının dışında bırakma dayatması ortalık yerde duruyor. Bu dayatmaya karşı seçmenleri seferber edecek kitlesel bir demokrasi mücadelesi henüz verilmiş değil. Dünyanın hiçbir yerinde demokrasi iddiası taşıyan hiçbir rejimde kabul edilemeyecek bir gaspla yaşamaya devam ediyoruz. Vekillerimizi Meclise göndermeyi başaramazsak, seçme ve seçilme hakkımızı bile savunamazsak, despotizmin bu en ağır gayrimeşru uygulamasına boyun eğersek, başka hak kayıpları art arda gelecektir. Bakın, AKP, işçilerin kıdem tazminatına göz diktiğini hükümet programına yazdı. Kıdem tazminatının gaspını üstelik işçilere hak sağlayacak bir gelişmeymiş gibi gösteren sistemli bir yanıltmaca kampanyasını da başlattı bile. Kitlesel bir demokrasi mücadelesinin yerini hiçbir şey tutmaz. Çözüm, işçi sınıfına, şehir ve köy emekçilerine, ezilen halklara gitmekte, onları en meşru hakları için seferber etmekte.

79

urun_32_29Agu.indd 79

01.09.2011 18:05:46


Kemal Burkay Nereye?

12 Eylül 1980 faşist darbesinden kısa bir süre önce yurt dışına çıkan eski TKSP ve KSP Genel Sekreteri Kemal Burkay, 31 yıl sonra sürgünden döndü. Sosyalist bir insanın ülkesine dönmesi elbette sevindiricidir, Kemal Burkay’a hoş geldin diyoruz. Ne var ki, Kemal Burkay’ın ülkeye gelişi AKP ve Fethullah Gülen hareketi tarafından sosyalizme, devrime ve Kürt ulusal hareketine karşı büyük bir siyasal olaya dönüştürüldü. Gülen-Erdoğan medyasından Doğan, Ciner, Karamehmet, Şahenk, Karacan, Demirören medyasına kadar kapitalist medyanın her kanadı, Kemal Burkay’ın her adımını bir magazin yıldızını izler gibi izliyor. İstanbul Vali Yardımcısı’nın Burkay’ı hava alanında karşılamasının üstüne Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç twitter mesajı yayınlayarak Burkay’a hoş geldin dedi. Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış ile Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, sıcağı sıcağına Burkay’la buluştular ve onuruna yemek verdiler. Komünistlerden, sosyalistlerden, devrimcilerden, ilericilerden hiç hoşlanmadıklarını her davranışlarıyla belli eden her türden gerici ve karşıdevrimci şarlatan, şaşırtıcı bir şekilde, Kemal Burkay’ın sosyalist bilgeliğini alkışlıyor. 80

urun_32_29Agu.indd 80

01.09.2011 18:05:46


İnsanın, bunca yıl neredeydiniz, madem onu bu kadar çok seviyordunuz, neden yıllarca sürgünde kalmasına yol açan faşist ceza maddelerini iptal etmediniz diyesi geliyor ama daha bu düşünceyi dillendirmeden mesele anlaşılıyor. Çünkü, Kemal Burkay, tam bir işbirlikçi liberal gibi konuşuyor; sosyalistleri, devrimcileri, ilericileri geçmişte kalmakla, kendini yenilememekle suçluyor; onları, AKP’nin sözümona Kürt açılımını desteklemeye çağırıyor.

Burkay’a göre, “Solun bir kesimi kendisini yenileyemedi. Onları ben geçmişte kalanlar diye niteliyorum. Hâlâ tünelin öbür ucundalar. Öyle olunca sorunlara milliyetçi bir antiemperyalizm penceresinden bakıyorlar. Kendilerini bir bakıma anti-Amerikan otomatiğine bağlamışlar. Sol, milliyetçi bir yöne kaydı ülkemizde. AK Parti hükümetleri dönemindeki değişiklikleri de sol kavrayamadı. AK Parti’den çok fazla şey beklemeyebiliriz. Ben de beklemedim. Ama önyargılı da olmadım. Yaptıkları olumlu işleri destekledim. TRT Şeş açıldığı zaman destekledim. Bunun yanı sıra anayasa değişikliği referandumu, parti kapatılmasını bile zorlaştıran hükümler taşıyordu. AK Parti gibi bir partinin yaptığı reformları küçümsememek lazım. Solcular, Kürtlerin aktif kesimleri, Aleviler bu değişimi yeterince değerlendiremedi.” (Radikal, 31 Temmuz 2011). 81

urun_32_29Agu.indd 81

01.09.2011 18:05:47


AKP’ye, Fethullah Gülen hareketine, Amerika’ya bu kadar anlayışlı bir sosyalist bilgeyi kapitalist düzenin efendileri ve yatık medya desteklemeyip de ne yapsın? İşçi ve emekçileri ağzı var dili yok köle durumuna düşüren, yoksul köylüleri iflasa sürükleyen, kâr ve rant hırsıyla doğayı mahveden, gençlere ve kadınlara düşman, ezilen halklara düşman, bölge halklarına karşı Batı emperyalizminin koçbaşı olarak hareket eden, düşünce ve ifade özgürlüğünü, örgütlenme özgürlüğünü, toplantı ve gösteri hakkını, hatta, seçme ve seçilme özgürlüğünü sistemli olarak ayaklar altına alan, gerici-dogmatik, şovenist ve militarist bir despotik rejimi ve arkasındaki Amerikan ve Avrupa emperyalizmini “kendini yenilemek” adına destekleyen bir sosyalist, aslında sosyalizmden vazgeçmiş bir işbirlikçi liberaldir. Ülkemizde öncelikle TKP’ye musallat olan Gorbaçovcu “yeni politik düşünce” Nabi Yağcı’ları likidatör yaptı ve sonunda onları AKP’nin parti eğitmenine ve polis-tarikat-emperyalizm üçlüsünün halka karşı antikomünist psikolojik savaş aygıtında köşe yazarına dönüştürdü. Maalesef Kemal Burkay’ın da Gorbaçovculuk uğrağında piştikten sonra, Amerikan işgal güçleriyle işbirliği yapan Talabani-Barzani uğrağına geçtiği ve sonunda bugünkü işbirlikçi liberal platformuna savrulduğu, devrimci güçlere ve Kürt ulusal hareketine karşı büyük bir şiddet dalgasına hazırlanan iktidarın güzellemeciliğini yaparak kafaları karıştırma rolünü benimsediği anlaşılıyor. Ne yazık! Biz Kemal Burkay’ı hak mücadelesi veren işçilerin, yaşam mücadelesi veren köylülerin, YÖK’e ve geleceklerini çalan kapitalizme karşı yürüyen gençlerin, cins kırımına uğratılan emekçi kadınların, varlığını, dilini ve kültürünü savunan Kürtlerin, dinsel bağnazlığa karşı kültürüne ve özgürlüğüne sahip çıkan Alevilerin, bütün ezilen ve sömürülen halk kesimlerinin, emperyalist ve sömürgeci savaşlara karşı koyan enternasyonalistlerin yanında görmek isterdik. Bizim bildiğimiz, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin neferi olarak yetişen sosyalist bilgeler, oligarşinin zengin sofralarına tenezzül etmezler. Bir kedisi bile olmayan mülksüzlerin, yoksul halkın sofrasını yeğlerler, çünkü dolar milyarderlerinin zalim sömürü ve baskı düzeninin yarattığı kavurucu iklimi ancak emekçi halklar değiştirir, ancak emekçi halklar gülümsediğinde iklim Akdeniz olur. Kemal Burkay Nabi Yağcı’ların yolunda yürümemelidir.

82

urun_32_29Agu.indd 82

01.09.2011 18:05:47


ORTADOĞU’DAN

Libya Libya’ya Karşı Utanç Verici Karar Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), 27 Haziran 2011 günü utanç verici bir karar alarak, dünyanın ezilen halklarına karşı Batı emperyalizminin hukuk kılıfını kullanan vurucu gücü olduğunu bir kez daha kanıtladı. ABD’nin, AB’nin ve NATO’nun faşist sömürgeci saldırısına karşı vatanlarını savunan Libya lideri Muammer Kaddafi, oğlu Seyfülislam Kaddafi ve Libya istihbaratının başında bulunan Abdullah El Senussi hakkında insanlığa karşı suç işledikleri gerekçesiyle tutuklama kararı çıkardı. Hollanda’nın Lahey şehrinde bulunan UCM, soykırım, insanlığa karşı suç, savaş suçu ve henüz tanımı yapılmadığı için yürürlüğe girmemiş olsa da saldırı suçunu yargılamak için kurulmuş uluslararası bir mahkemedir. Bu suçların nitelikleri göz önüne alındığında, dürüst bir insan, UCM’den, petrolüne, bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne göz diktikleri Libya’ya karşı vahşi bir savaş başlatan ABD başkanı Obama, Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy, İngiltere başbakanı Cameron, İtalya başbakanı Berlusconi gibi emperyalist haydutlar hakkında tutuklama kararı çıkarmasını bekler. Oysa, UCM, tam tersini yaparak, bu zalimlerle birlik oluyor ve saldırıya uğrayan ülkelerini savunan Libya yöneticilerinin üzerine hukuk bayrağını sallayarak çullanıyor. UCM’nin ilk bakışta şaşırtıcı görünen bu davranışı, kuruluşunu sağlayan Roma Antlaşması’nın yürürlüğe girdiği 1 Temmuz 2002’den bu güne, sadece Afrikalıları soruşturduğunu ve yargıladığını öğrenince, anlam kazanıyor. UCM, soykırım, insanlığa karşı suç ve savaş suçunun sadece Uganda, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Sudan, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Kenya’da meydana gelen çatışmalarda söz konusu olabileceği kararına vardı. 2002’den 83

urun_32_29Agu.indd 83

01.09.2011 18:05:48


bu yana, Amerika’nın ve Avrupalı müttefiklerinin Irak’ta ve Afganistan’da milyonlarca insanın ölümüne, yaralanmasına, topraklarından sürülmesine yol açan işgallerini, İsrail’in ve baş destekçisi Amerika’nın Filistin’de ve Lübnan’da yüz binlerce insanı evsiz barksız bırakan saldırı ve işgallerini, her nedense soykırımın, insanlığa karşı suçun ve savaş suçunun işlendiği olaylar olarak görmedi, soruşturmadı ve yargılamadı. UCM, Batı emperyalizminin, insancıl hukuku, zayıf ülkelerin iç işlerine karışmak için kullanmalarını sağlayan bir maşadır; sömürgeci zorbalığın aletidir. UCM, zengin haydutların emrinde sadece yoksulları, zayıfları ve mazlumları kesen bir kılıçtır. Uluslararası adalete değil, dünyayı haraca bağlamış emperyalistlerin orman kanununa hizmet eden bir kurumdur. UCM, emperyalizme karşı direnen Libya yöneticileri hakkında tutuklama kararı vererek savaş suçu işlemiştir. Zalimin hizmetindeki kararlarıyla kendi kendini teşhir eden UCM, daha şimdiden halkların vicdanında mahkûm olmuştur. Fakat halkların vicdanında mahkûm olmanın devamı da gelecektir. Dünya işçi sınıflarının ve ezilen halkların devrimci mücadelesi sonucunda hukukun h’sinin geçerli olduğu bir dünya kurulduğunda, hiç kuşkunuz olmasın, bu utanç verici kararları talep eden savcılar ve bu gayrimeşru kararları veren yargıçlar, emperyalist efendileriyle birlikte, savaş suçlusu olarak yargılanacaklardır. Emperyalist Saldırganlar İstanbul’da Libya’ya karşı yağma savaşı başlatan emperyalist saldırganlar 15 Temmuz 2011 Cuma günü İstanbul’da Çırağan sarayında toplanıyor. Kendilerine Libya Temas Grubu adını veren emperyalist koalisyonun İstanbul toplantısına, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen de katılıyor. Toplantıda ABD ve NATO ile ev sahibi Türkiye’nin yanı sıra, Fransa, İngiltere, İtalya, Hollanda, Kanada, Polonya, Danimarka, Avustralya, Bulgaristan, Portekiz, Fas, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Malta egemen sınıfları da temsil ediliyor. Amerikan emperyalizminin yoğun baskısına boyun eğerek Türkiye’yi daha altı ay öncesine kadar “en yakın dost ülkeler” olarak tanımladığı Libya’yla savaş, Suriye’yle her an savaşa dönüşebilecek düşmanlık durumuna getiren AKP iktidarı, toplantıya Rusya ile Çin’i de davet etti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi oylamasında çekimser kalarak NATO saldırısının 84

urun_32_29Agu.indd 84

01.09.2011 18:05:48


yolunu açan Rusya ile Çin, bağımsız bir ülkeyi taş üstünde taş bırakmadan bombalayan NATO’nun açık suç ortağı olarak görünmek istemedikleri için, daveti reddettiler. AKP ise, Amerika’nın gözüne girmekten başı dönmüş bir şekilde, emperyalizmin bölge halklarına karşı kör aleti olarak hareket ediyor. Kuruluşunu emperyalist işgale karşı savaşa dayandıran bir devletin kamu görevlisi sıfatını taşıdıkları hâlde emperyalist işgalciler koalisyonuna katılan işbirlikçiler, bu ağır suçun hesabını eninde sonunda verecekler. Türkiye halkı, emperyalizmin vahşi saldırısına karşı aylardır direnen Libya halkının yanındadır. Clinton, Rasmussen ve diğer savaş suçluları, Türkiye’den defolun. Emperyalist Küstahlık Libya’ya savaş açan emperyalist koalisyon, 15 Temmuz 2011’de İstanbul’da Çırağan sarayında yaptığı toplantıda, küstahlıkta sınır tanımayan bir karar alarak, Libya’daki kuklası olan Ulusal Geçiş Konseyi’ni ülkenin meşru hükümeti olarak tanıdı. Soyguncu zorbalar kendi uşaklarını Libya’ya paşa tayin ediyorlar! Hiç kimse sömürgecilerin kiralık askerlerini, emperyalist saldırıya karşı vatanlarını, bağımsızlıklarını, doğal kaynaklarını ve onurlarını korumak için savaşan Libya halkına meşru hükümet olarak yutturamaz. Türkiye, bölge ve dünya halkları da bu yutturmacayı elinin tersiyle itecektir. Dev bankalarınız ve şirketleriniz, NATO’nuz, son teknoloji ürünü ölüm makineleriniz, yalan kusan medya şebekeleriniz, beyin yıkayan üniversite şebekeleriniz, kapitalizm dininin tanrısı Amerika’ya tapan gerici yönetimleriniz, bu kararı hayata geçirmeye yetmez. Padişah saraylarında toplanıp uğursuz planlarınızı kurabilirsiniz ama direnen halkların iradesi planlarınızı eninde sonunda paçavraya çevirir. Padişahların yerinde yeller esiyor. Hitler’in ve Mussoli’nin yerinde yeller esiyor. Sizin de yerinizde yeller esecek. Kaba kuvvet hak yaratmaz. Zorbalık, meşruiyet doğurmaz. Eşitlik, özgürlük ve adalete dayalı olmayan hiçbir düzen ayakta kalmaz. 85

urun_32_29Agu.indd 85

01.09.2011 18:05:48


Emperyalist koalisyon, ayrıca, Libya’ya karşı bombardımanın Ramazan ayında daha da yoğunlaştırılarak sürdürülmesini kararlaştırdı. Savaşın başını çeken ve Haçlı geleneğini sürdüren ırkçı, Batılı, beyaz, Hıristiyan kapitalist soyguncuların bu kararı gönül rahatlığıyla aldığı tahmin edilebilir. Ama gülücükler saçarak toplantıyı yöneten Türkiye ve Katar yöneticileri sıkı İslamcı geçinirler; İslam geleneğine bu kadar ters bir karara uçaklarını ve gemilerini tahsis ederken bakalım hangi yüzle oruç tutup namaz kılacaklar. Bir kez daha görülüyor ki, Arap ve İslam toplumlarının egemenleri, Batı emperyalizminin Arap ve İslam halklarına karşı kullandıkları piyonlardır. Ülke, bölge ve dünya halkları emperyalist koalisyonun planlarını boşa çıkarmak göreviyle karşı karşıya. Libya halkıyla dayanışmayı arttıralım. Sömürgeci barbarlığı hortlatan emperyalist koalisyona karşı kendi halklarımızı uyaralım. Libya’nın boğazlanmasına göz yummayalım. ABD’yle İyi İlişkilerin Bedeli Libya’ya karşı emperyalist koalisyonun toplantısına katılmak üzere Türkiye’ye gelen ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton; Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le Türkiye-ABD ilişkileri konusunda da görüşmeler yaptı. Clinton, Türkiye ile ABD arasında dış politikada geçen yıllarda görülen farklılıkların ortadan kalktığını, özellikle Libya, Suriye ve İran konusunda ortak çizgiye geldiklerini ve bundan büyük memnuniyet duyduklarını söyledi. Yabancı ülke yöneticilerini hizada tutmak isteyen Amerika’nın klasik yöntemi gereği (1953-1959 arası ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles’in o dönemdeki başkan Dwight Eisenhower’e, yabancı devlet yetkilileriyle ikili görüşmeler yaparken nasıl davranması gerektiği konusunda tavsiyede bulunurken dediği gibi, “Onları hafifçe okşayacaksınız ki sizin kendilerine sırılsıklam aşık olduğunuzu sansınlar”), AKP yöneticilerinin ağzına bir parmak bal çaldı ve “Türkiye’ye desteğimiz kaya gibi sarsılmazdır” dedi. 86

urun_32_29Agu.indd 86

01.09.2011 18:05:48


Clinton’un sözlerinden ağzı kulaklarına varan Ahmet Davutoğlu ise, “Türkiye-ABD ilişkilerinin modern dönemin en iyi yapılandırılmış, en köklü diplomatik ilişkileri arasında olduğunu” söyledi. “En yoğun görüştüğüm muhatap Clinton’dur” diye övündü. ABD-Türkiye ilişkilerinin bu kadar iyileşmesinin bedelinin ne olduğu konusuna girmek, “Ne pahasına?” sorusunu sormak, Clinton’a durmadan yağ çeken ve Davutoğlu’na çanak sorular yönelten kapitalist medya temsilcilerinin aklına tabii ki gelmedi. Türkiye, daha bu yılın başına kadar, Libya, Suriye ve İran’la mükemmel ilişkiler içinde olmakla övünüyor ve bu ilişkileri Davutoğlu’nun meşhur “komşularla sıfır sorun” politikasının başarısına kanıt olarak gösteriyordu. Başbakan Erdoğan, daha 29 Kasım 2010’da AB-Afrika Zirvesi için gittiği Libya’da “onur konuğu” olarak karşılanıyor ve “Kaddafi İnsan Hakları Ödülü”nü alıyordu. Ödül töreninde konuşurken, “Biz birbirimize sırtımızı dönemeyiz. Bizler bir vücudun parçaları gibiyiz” diyordu. Türkiye, şu anda Libya’yla savaş durumunda. “Bir vücudun parçaları gibi” olduğu Libya’yı, ABD’nin ve NATO’nun emrinde bombalıyor, abluka altında tutuyor ve ülkelerine ihanet eden gericileri destekliyor. Türkiye ile Suriye bakanları, daha 22 Aralık 2009’da ve 4 Ekim 2010’da ortak kabine toplantısı yapıyordu. Davutoğlu, ortak kabine toplantısını “Türkiye ve Suriye tarihinde önemli bir dönüm noktası” olarak tanımlıyor, “bu tür buluşmalar bölgeye ve dünyaya, bölgesel ve küresel barışa en önemli mesaj olacaktır” diyor ve sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Gerek Türkiye, gerekse Suriye tarafında son derece hissî anlar yaşadık. İki halkın birbirini bu kadar özlediği hepimizce malumdu ama bu kadar özlemle birbirlerini beklediklerini ve kucaklaşma arzusu içinde olduklarını bir kez daha müşahede ettik. Son derece hissî ve asırların getirdiği o kültürel harmanı yansıtan bir buluşma oldu.” Oysa bugün, Türkiye Suriye’yle savaşın eşiğinde; ABD, AB ve İsrail’in desteklediği gerici terör çetelerinin isyanını destekliyor ve bu gericilere yataklık yapıyor. Yıllarca İran-Türkiye dostluğundan asla taviz vermeyeceklerini vurgulayan AKP yönetimi, ABD’nin İran’a karşı Türkiye’ye yerleştirmek istediği füze 87

urun_32_29Agu.indd 87

01.09.2011 18:05:48


kalkanı projesine 19-20 Kasım 2010’da Lizbon’da yapılan NATO zirvesinde onay verdi ve Clinton’un bu ziyaretinde projeye ilişkin teknik düzenlemeler de görüşüldü. NATO üyeliği, İncirlik üssü, İncirlik üssünü ABD’nin Irak ve Afganistan işgallerine gık çıkarmadan tahsis etme, derken Libya’ya karşı savaş, Suriye’ye karşı savaş hazırlığı, İran’a karşı savaş ortamını hazırlayacak düşmanca eylem. ABD’yle iyi ilişkilerin bedeli işte bu: Türkiye’yi komşularımıza, dostlarımıza, bölge halklarına karşı Batı sömürgeciliğinin koçbaşı durumuna getirme. Amerikan ve Avrupa kapitalistlerinin modern Haçlı ordularına asker yazılma ve Hilal halklarının üzerine yürüme. Hem de İslam kültürüyle yetişmiş olmakla övünen, İslami görüntüyü siyasal sermaye olarak kullanan AKP’nin yönetiminde. Türkiye halkları, AKP’nin, milyonlarca insanı öldürme, sakatlama, yaralama, evsiz barksız bırakma, özgün uygarlıkları yok etme pahasına bölge halklarının doğal kaynaklarını talan eden sömürgeci soygunculara suç ortaklığı yaparak bu talandan pay kapmaya çalışmasını, komşu halkları boğazlayan emperyalist zorbalara yardakçılık yaparak bir avuç işbirlikçi dolar milyarderinin kârına kâr katmasını asla affetmeyecektir. Libyalı Karşıdevrimciler Birbirine Düştü Libyalı kukla güçlerin genelkurmay başkanı Abdülfettah Yunus ve iki yardımcısı, 28 Temmuz 2011 Perşembe sabahı, Kaddafi yönetimiyle gizli ilişkiler sürdürdükleri gerekçesiyle, kendi örgütü tarafından tutuklandıktan kısa bir süre sonra öldürüldü. Daha önce Libya hükümetinde içişleri bakanı olarak görev yapan Abdülfettah Yunus, Şubat ayında gerici isyancıların safına geçmiş ve kukla birliklerin başkomutanlığına getirilmişti. Abdülfettah Yunus’un ve iki yardımcısının kendi örgütü tarafından yargılanmadan öldürülmesi, dünya kapitalist sisteminin efendisi emperyalistlerin Ulusal Geçiş Konseyi adını taşıyan bu kukla örgütü saygınlaştırma ve Libya halkının meşru temsilcisi olarak tanıma ve tanıtma kampanyasının ne kadar çürük olduğunu gösteriyor. ABD, Avrupa Birliği ve işbirlikçi kapitalist hükümetlerin yoğun siyasal, askerî, diplomatik ve ekonomik yardımından yararlanan Libyalı kuklalar, NATO’nun Libyalı sivil halka yönelik acımasız bombardımanına, halkı aç ve ilaçsız bırakma amacını taşıyan vahşi ablukasına rağmen, bir türlü başarılı olamadılar. Libya halkı ve yönetimi vatanını, doğal kaynaklarını, sosyal ka88

urun_32_29Agu.indd 88

01.09.2011 18:05:48


zanımlarını ve onurunu korumak için aylardır direniyor. Emperyalist koalisyon Libya halkının iradesini kıramayınca, kukla güçler içindeki anlaşmazlıklar ve çatışmalar alevleniyor. Dünya kapitalist medyasının psikolojik desteği, genelkurmay başkanı ilan ettikleri Yunus’u ve yardımcılarını yargısız infazla yok eden kukla güçlerin daha da itibarsızlaşmasını engellemeye yetmeyecek. Libya lideri Muammer Kaddafi, karşıdevrimcilerin birbirine düştüğünü gösteren bu yargısız infazın bir gün öncesinde, Libya’nın işgal altında olmayan bütün bölgelerinde emperyalist saldırıya karşı meydanlara dökülen halkına radyodan yaptığı konuşmada, “NATO’dan korkmuyoruz. Kendi halklarına silah çeken kuklalardan korkmuyoruz. NATO’yu da, kuklalarını da yeneceğiz. Çünkü biz hepimiz, düşmanı yenmek için gereken her fedakârlığı göstermeye, vatanımızı korumak için kadın, çocuk demeden kendi canımızı vermeye hazırız” dedi. Yunus’un ve iki yardımcısının yargısız infazı, Ulusal Geçiş Konseyi adlı haydutlar çetesinin ipliğini iyice pazara çıkarmıştır. AKP hükümeti, kardeş Libya halkına yönelik emperyalist savaştan derhâl çekilmelidir. Ulusal Geçiş Konseyi’ni meşru hükümet olarak tanıma kararını derhâl iptal etmelidir. Türkiye, Arap ve İslam halklarına karşı sömürgecilerin kılıcı olmamalıdır. NATO’nun Faşist Sürüleri Trablus’ta Ajans haberlerine göre, ABD ve AB’nin birleşik savaş örgütü NATO kuvvetlerinin Libya mevzilerine ve sivil halka yönelik ağır bombardımanı ile koordinasyon içinde ilerleyen özel birlikler ve komuta ettikleri gerici-faşist çeteler, başkent Trablus’a girdi. Sokaklarda göğüs göğüse çatışma devam ediyor. Libya başkentinin emperyalizmin beşinci kolu gerici-faşist çetelerin eline düşmesi, Libya halkı, bütün Arap ve Afrika halkları ve bütün dünya halkları için acı haberdir. Libya’nın emperyalizmin eline geçmesi, öncelikle Tunus ve Mısır halk devrimlerine karşı dünya gericiliğinin sağlam bir mevzi kazanması, emperyalizmin Libya petrolüne el koyması, bağımsızlığını yitirmiş Libya’nın Arap dünyasında ve Afrika’da devrimci ve ilerici güçlere karşı Amerikan emperyalizminin, İngiliz ve Fransız emperyalizminin ve siyonist İsrail’in üssüne dönüşmesi demektir. Libya’nın başkenti Trablus’un emperyalizmin güdümündeki sürülerin eline düşmesi, İspanya İç Savaşı sonunda başkent Madrid’in 28 Mart 1939’da Franko önderliğindeki kralcı-faşist isyancıların eline düşmesine benzetilebilir. Alman ve İtalyan faşizminin koruyucu kanatları altında serbestçe hare89

urun_32_29Agu.indd 89

01.09.2011 18:05:48


ket eden, teslimiyetçi liberal kapitalist dünyanın kayıtsızlığını değerlendiren faşist güçlerin uğursuz zaferi, Almanya, İtalya ve Japonya’ya İkinci Dünya Savaşını başlatma cesaretini vermişti. İspanya İç Savaşında Cumhuriyetçi güçlerin boğazlanmasını boş gözlerle seyreden liberal kapitalist devletlerin bu aymazlığının bedelini, daha sonra bütün insanlık savaşa sürüklenerek ağır biçimde ödemişti. İspanya’nın faşizmin pençesine düşmesine seyirci kalan liberal kapitalist devletler de, İkinci Dünya Savaşında faşist devletlerin yıldırım savaşına hedef olmuşlardı. Libya’nın NATO’nun eline geçmesi, daha kapsamlı yeni savaşları başlatma konusunda emeperyalist güçlere cesaret verecektir. Tarihin en büyük savaş örgütüne karşı aylardır en elverişsiz koşullarda kahramanca direnen Libyalı yurtseverlere derin saygı duyuyoruz. Onların savaşı, İspanya’da “No pasaran” belgisiyle faşizme geçit vermemeye çalışan, gösterdikleri direnişle aslında bütün insanlığı korumaya çalışan İspanyol cumhuriyetçilerinin savaşı kadar yurtseverce ve enternasyonalisttir. Bu gerçeği anlamayan ve Libya halkının boğazlanmasına kayıtsız kalan bütün aymazlara acıyoruz. 22 Ağustos 2011

Suriye Suriye Halkı İhaneti Unutmaz Suriye’ye karşı Amerika, Avrupa Birliği ve İsrail’in başlattığı provokasyon şiddetlenerek sürüyor. Gerici-faşist silahlı terör çetelerinin düzenlediği kanlı saldırılarla Suriye’yi emperyalizme ve siyonizme boyun eğdirmek, Filistin’i ve Lübnan’ı desteksiz, İran’ı müttefiksiz bırakmak ve bütün Ortadoğu’yu kapitalist egemenler açısından dikensiz gül bahçesine çevirmek isteyen bu komploya bölgedeki işbirlikçi rejimler de hevesle katılıyor. ABD Başkanı Obama ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un gerici-faşist isyanı bastırmak için önlem alan Suriye’ye yönelik tehditlerine AB yöneticilerinin tehditleri eklendikten sonra, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 6 Ağustos 2011 Cumartesi gecesi yaptığı konuşmada Suriye’ye ultimatom verdi. Erdoğan şöyle dedi: “Bugüne kadar birçok şeyi acaba halledebilir miyiz, söylenenler yerini bulur mu diye çok sabrettik. Artık burada da sabrın son anlarına geldik. Bunun için de bu süreç içinde Salı günü Dışişleri Bakanımı Suriye’ye gönderiyorum. Kendileriyle gerekli olan görüşmeleri yapacaklar, mesajlarımız kendilerine kararlı bir şekilde iletilecek. Bundan sonraki süreç 90

urun_32_29Agu.indd 90

01.09.2011 18:05:48


verilecek cevap ve uygulamaya göre şekillenecek. Çünkü biz Suriye konusunu dış sorun olarak görmüyoruz. Suriye meselesi bizim bir iç meselemizdir. Çünkü Suriye ile 850 kilometre sınırımız var.” Erdoğan’a Suriye yönetimi ertesi gün, “Hiç kimseyi iç işlerimize karıştırmayız” yanıtını verdi. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın danışmanı Dr. Busina Şaban bu konuda şu değerlendirmeyi yaptı: “Eğer Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Suriye’ye sert bir mesaj iletecek olursa sivillere, ordu ve polis üyelerine karşı silahlı terörist grupların acımasız öldürmelerini ve cinayetlerini kınamayan Türkiye’nin tutumu konusunda daha kesin bir yanıt alır. Eğer Türkiye Suriye’nin meselelerini tarihî ve kültürel ilişkiler nedeniyle dış işleri sorunu olarak düşünmezse, Suriye dostlar arasında danışmayı her zaman hoş karşılar. Ancak, Suriye kesin olarak Suriye’nin içişlerine tüm bölgesel ve uluslararası müdahale girişimlerini reddetmiştir.” Türkiye’nin ultimatomuyla eş zamanlı olarak Suudi Arabistan ve Kuveyt Şam’daki büyükelçilerini geri çekti. Plan açık: ABD önderliğindeki emperyalizm ve işbirlikçiler cephesi Türkiye’yi Suriye’nin üzerine sürerek bölgede kanlı savaşlar ve parçalanmayla sonuçlanacak bir kan davası başlatmak istiyor. Bu plana karşı koymak, iki ülke halklarının olduğu kadar bütün bölge halklarının da yüksek menfaati gereğidir. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, AKP yönetiminin emperyalizmin uğursuz planına teşne olmasını eleştirerek Başbakan Erdoğan’ı suçladı. Hürriyet gazetesi muhabiri Onur Konuralp’e demeç veren Kılıçdaroğlu’nun sözleri şöyle: “Türkiye’yi Suriye’ye yönelik aktif müdahalede rol oynamaya zorlayacaklardır. Eğer bir Başbakan çıkıp da ‘Sabrın sonuna geldik’ diye bir söz söylüyorsa, bunun arkası askerî müdahaledir. Bu vurguyu yapıyor Başbakan. Askerî müdahaleyi hangi gerekçeyle yapacaksın. Batılı egemen güçler için mi yapacaksın? Dış politika ülkelerin çıkarları üzerine kurulur. Batılı egemen güçler bugün kavga ederler, yarın gider tokalaşırlar. Onlar Suriye’ye komşu değiller, bizim ise komşuluğumuz var. Suriye halkı ihaneti unutmaz. Türkiye askerî müdahalede rol üstlenmemeli. Birleşmiş Milletler’de Cezayir’in bağımsızlığını tanımadık, Batılı egemen güçlerin lehine oy kullandık. Cezayir bunu unutmadı, bu ülkenin Başbakanı (Turgut Özal) gitti, Cezayir’den özür diledi. “Tarihten ders almamız lazım. Hataları tekrarlamamamız lazım. Suriye’ye demokrasiyi, özgürlükleri götürelim, daha çağdaş bir ülke olmasına katkı ve91

urun_32_29Agu.indd 91

01.09.2011 18:05:49


relim, her türlü desteği sağlayalım. Ama Batılı egemen güçlerin oyuncağı, maşası olmayalım. Olası bir askerî müdahalede rol üstlenmeyelim. Suriye’ye olası bir müdahale olursa, bu, Batılı egemen güçlerin isteği üzerine olacak. Bunu herkes biliyor zaten. Tunus’ta başladı, nereye kadar gideceğini herkes biliyordu. Ancak Suriye Ortadoğu’da çok önemli bir ülkedir. Bir Irak’a benzemez. “Başbakan, Batılı egemen güçlerin Ortadoğu’daki taşeronudur. Bu egemen güçlerin her istediğini yapan konumdadır. Arada bir diklendi, dersini aldı vazgeçti. ‘Libya’da NATO’nun ne işi var’ dedi. Sonra gitti tıpış tıpış imzayı attı, NATO’nun Libya’ya müdahalesine kapı araladı. Bugün kutsal Ramazan’dayız. Sivillerin öldüğünü, Akdeniz’de binlerce Müslüman’ın öldüğünü biliyoruz. Bunların birinci sorumlusu Recep Tayyip Erdoğan’dır. Onay vermeseydi ya! Türkiye Libya’nın bölünmesine nasıl imza atar.” (Hürriyet, “Türkiye’yi sokma”, 8 Ağustos 2011). CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun daha önce emperyalizmin Libya’daki planlarını desteklediğini ve Türkiye’nin Libya’ya karşı NATO safında savaşa katılması için Meclis’te olumlu oy verdiğini hatırlıyoruz. CHP’nin, geçen süre içinde emperyalizmin Libya’yı bölmek istediğini kavramasını ve Suriye’ye dönük emperyalist planları teşhir etmesini, AKP iktidarına “Emperyalizmin planlarına alet olma!” uyarısında bulunmasını önemsiyor ve destekliyoruz. CHP’den bu değerlendirmenin arkasında durmasını, halk kitlelerini Suriye’yle savaş politikasına karşı seferber etmesini talep ediyoruz. Türkiye halkları, emperyalizmin kanlı komplosuna karşı Suriye halkının yanındadır. Dostluk kötü günde belli olur. Kemal Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi, “Suriye halkı ihaneti unutmaz”. AKP iktidarı, Suriye halkına karşı Batı emperyalizminin aleti olmamalıdır. 8 Ağustos 2011

CHP’nin Uyarıları CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun dün yaptığı “Türkiye Suriye’ye karşı Batılı egemen güçlerin oyuncağı, maşası olmamalıdır” uyarısından sonra, CHP Genel Başkan Yardımcısı Osman Korutürk, bugün verdiği demeçte, “Suriye’ye bir askerî müdahale olmaması için elimizden geleni yapmalıyız. Olursa da kesinlikle parçası olmamalıyız. Olası bir dış müdahale Türkiye’ye çok zarar verir. Bunu en son Irak örneğinde gördük. Türkiye, bölgesinde ABD’nin politikalarını uygulayan bir görüntü vermekten kaçınmalıdır” dedi. CHP’nin nihayet ABD’nin bütün Ortadoğu halklarını felakete sürükle92

urun_32_29Agu.indd 92

01.09.2011 18:05:49


yecek sömürgeci planlarına karşı uyanması ve tavır almaya başlaması anlamına gelen bu tepkilerine değer veriyoruz. CHP Adana Milletvekili Faruk Loğoğlu’nun bugünkü Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan aynı doğrultudaki yazısını okurlarımıza sunuyoruz. Loğoğlu, AKP yönetiminin savaş planlarında Fethullah Gülen hareketinin bölgede mezhep çatışmasını kışkırtan zihniyetinin rolü üzerinde duruyor ve uluslararası hukukun Türkiye’ye müdahale hakkı vermediğini vurguluyor. *** Suriye-Savaş Sesleri? Faruk Loğoğlu CHP Adana Milletvekili Türkiye, Suriye sorununu yanlış bir mecraya sokmakta ve iki komşu ülke arasında sıcak çatışma tehlikesini arttırmaktadır. AKP iktidarının bu kabul edilmez eğiliminin işaretleri nelerdir, altında yatan nedenler nedir ve sonuçları ne olabilir?.. Bu soruların yanıtları yaşamsal önem taşımaktadır. Üç önemli gelişme, AKP iktidarının Suriye’ye bakış açısının ipuçlarını vermektedir. Bülent Keneş’in Zaman’daki son “Suriye’de Yaşanan Katliamlarda İran’ın Rolü” yorumunda, İran-Suriye dayanışmasının bir Şii-Alevi ittifakı olduğu vurgulanmakta, Suriye olayları mezhep ayrışması ekseninde ele alınmakta, hem İran, hem Esad rejimi eleştirilmektedir. “Şii hilali”nin “Tahran açısından bozulmasına asla müsaade edilmeyecek stratejik bir değer niteliğinde” olduğundan söz edilmektedir. Burada önemli olan husus, yazarın Suriye’deki gelişmeleri içine İran’ı da katarak mezhep dayanışması/çelişkisi eksenine oturtmasıdır. Diğer bir deyişle, Türkiye’nin komşu Suriye’deki olaylara bölge seviyesinde bir Şii-Sünni karşıtlığı açısından bakılması önerilmektedir. Yazar ve gazetesinin günümüz Türkiye’sinde sahip olduğu ağırlık dikkate alınırsa, bu tahlil önemlidir. İkinci gelişme, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son açıklamasıdır. 6 Ağustos günü bir toplantıda basında yer alan haberlere göre, “Suriye konusunu dış sorun olarak görmüyoruz. Suriye meselesi bizim bir iç meselemizdir. Çünkü Suriye ile 850 kilometre sınırımız var. Akrabalık, tarih, kültür bağlarımız var. Dolayısıyla burada olanlar bitenler, asla bizim seyirci kalmamıza fırsat vermez. Tam aksine, oradaki sesleri duymak zorundayız, duyuyoruz ve gereğini yapmak zorundayız” demiştir. Başbakan Erdoğan bu sözleriyle uluslararası hukuk ve ilişkiler alanında yeni bir çığır açmıştır. Aynı şeyler bütün komşularımız için de söylenebilir. Ancak bu, “Sizde olanlar bizim de iç meselemizdir” deme hakkını Türkiye’ye vermez. Başbakan Erdoğan’ın bu çıkışı Türkiye’nin 93

urun_32_29Agu.indd 93

01.09.2011 18:05:49


Suriye’ye müdahale etme niyetinin işaretiyse, bu fevkalade yanlış, tehlikeli ve sonu ancak hüsranla bitebilecek bir yaklaşımdır. Son ve üçüncü gelişme Dışişleri Bakanı Prof. Davutoğlu’nun bugün Şam’a yapacağı ziyaretidir. Bu, Esad’ı muhalefetle görüşmeye ikna etmeye yönelik bir ziyaretse, olumlu ve yerinde bir karardır. Fakat ziyaret, olası bir Türkiye müdahalesi öncesi sıra savmak için yapılıyorsa, bu, çatışma ihtimalinin gündemde yukarı tırmanmakta olduğunu gösterecektir. Bu üç gelişme yan yana konulduğunda, ortaya acaba Suriye’ye müdahale mi gündemdedir, sorusu akla gelmektedir. AKP iktidarının bu yaklaşımının altında iki neden yatmaktadır. Biri, İslam dünyasına ağırlık ve öncelik veren AKP’nin dünya anlayış ve bakışındaki Sünni dayanışmasının sahip olduğu ayrıcalıklı yerdir. Şii-Sünni saflaşması, ABD ve İsrail’de kimi çevreler tarafından da özellikle İran’a karşı teşvikinin yararları irdelenen bir husustur. Oysa mezhep ayrışmasından yararlanmaya kalkışmak, bunun üzerine politika inşa etmek “insanlığa karşı suç” mertebesinde bir yanlıştır. Bu ancak, zaten kaynayan ve sorunlu Ortadoğu bölgesinin sonu, İslam dünyasının ise geri kalmışlığa mahkûmiyeti neticesini doğurur. İkinci neden ise AKP iktidarının “ustalık” döneminde ABD’nin de etkisi ve telkinleri doğrultusunda, Libya ve Mısır’dan sonra, İran ve Suriye’ye karşı da daha Batı yanlısı politikalar izleme eğilimidir. Batılıların dürtüsüyle, bu değişikliğin bölgesinde Türkiye’nin daha geniş bir rol oynama hevesiyle ilgisi olabilir. Böyle bir içgüdüyle hareket ediyorsa, AKP yine yanılmaktadır. İçerde kendi sorunlarını çözememiş olan bir Türkiye’nin bölgede lider ülke konumuna gelmesi mümkün değildir. Üstelik bölge ülkeleri ve Batılılar da buna zaten cevaz vermezler. Türkiye, Suriye’ye hangi gerekçeyle olursa olsun bir müdahale düşünüyorsa, bundan derhâl vazgeçmelidir. “En başarılı” bir müdahale dahi Türkiye’yi içinden yıllarca kurtulamayacağı bir bataklığa saplayacaktır. Uluslararası hukuk Türkiye’ye müdahale hakkı bahşetmemektedir. Suriye’de soydaş veya Türkiye’ye yönelik terör sorunu yoktur. Ankara, 1998’de Suriye’ye PKK konusunda rest çekmiş ve başarmıştı, çünkü bunun ulusal güvenliğimizi ilgilendiren bir sorun olduğunu iki taraf da biliyordu. Bu sefer durum farklıdır. İnsani mülahazalarla müdahale ise uluslararası toplumun müşterek sorumluluğudur, ancak bu bile kesinlikle Libya’daki çok hatalı yaklaşım paralelinde, yani askerî müdahale şeklinde öngörülmemelidir. Ayağımızı denk alalım. Komşu Suriye’nin iç sorunlarını çözmesi için yardımcı olalım ama tehlikeli ve ısmarlama atılımlara asla heves etmeyelim. 9 Ağustos 2011 94

urun_32_29Agu.indd 94

01.09.2011 18:05:49


15-16 Haziran

15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişinin 41. yılında Suphi’den Bilen’e Gelenek Yaşıyor Girişimi tarafından Kadıköy İskele Meydanı’nda 15 Haziran 2011 tarihinde bir basın açıklaması düzenlendi. “Yaşasın 15-16 Haziran Direnişimiz” ve “Yolumuz İşçi Sınıfının Yoludur” yazılı pankartlar eşliğinde yapılan basın açıklamasına o dönemi yaşayan işçilerin yanı sıra TÜM-İGD’li gençler de katıldı. Basın açıklamasında okunan metin aşağıdadır.

BASINA VE KAMUOYUNA 15 Haziran 2011 Değerli işçiler, emekçiler, yurttaşlar, Genel seçimleri bitirdik. Sağcı AKP yine en büyük parti oldu. Sağ iktidarlar emekçilerin, işçilerin haklarının en fazla yok edildiği iktidarlar demektir. Ama, Mecliste işçilerin çoğunluğu yok diye, bu hiçbir şey yapamayacağız anlamına gelmez. Asla gelmedi, gelmeyecek. Bizler, Türkiye’nin işçileri, Türkiye’nin zenginliklerini yaratanlar olarak her yerde varız, her şeyi biz üretiyoruz, her zenginliği kendimize de istiyoruz. Tarihimiz işçi sınıfının onurlu mücadelesi ile doludur. Tarihimizden öğreniyoruz. Bu ülkenin onuru işçiler ve emekçiler bundan tam 41 yıl önce ülke tarihine geçecek büyük bir destanı kahramanca yarattılar. 15-16 Haziran 1970’de binlerce işçi Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK’i kapatmak ve sendikal hareketi boğmak isteyen yerli ve yabancı patronları ve onların temsilcisi dönemin sağcı iktidarını durdurdu. 95

urun_32_29Agu.indd 95

01.09.2011 18:05:49


İşçiler binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce kişiyle sokaklara çıktı, haklarını istedi. İstanbul, Kocaeli, Gebze, İzmir ayaktaydı. En büyük yürüyüşler İstanbul’da olmuştu. Egemenler o kadar korkmuştu ki, işçiler birbirleriyle buluşmasınlar diye köprüler ayrıldı, yollar panzerlerle kapatıldı. Olaylar iki günden fazla sürdü. Sonunda burjuvazi sıkıyönetim ilan etti. Ama, yasayı da uygulayamadı. Geri aldı. Bir daha da gündeme getirmeye cesaret edemedi. Yasayı yırtıp atan o dönemin kahraman işçilerini, Kemal Türkler, Rıza Kuas, İbrahim Güzelce gibi cesur ve öncü sendika liderlerini saygıyla anıyoruz. Peki, egemenleri bu kadar korkutan neydi? İşte kardeşler: Ülkemizin ve dünyamızın bir avuç para babasının doymak bilmez açgözlülüğü yüzünden bir kez daha içine sürüklendiği kriz günlerinde, bu sorunun önemi daha da artmış durumda. Patronlar iyi biliyor ki ayaktakımı olarak niteledikleri işçi-emekçi kitleler bilinçlenirse, hakları, ekmekleri için örgütlenirse bu selin önünde durmak imkânsız olacaktır. Dünyaya şekil veren bu insanlar bir kez de kendi gelecekleri için mücadeleye karar verirse, işte o zaman birileri eskisi kadar kolay yönetemeyecektir. Birileri, yani doymak bilmez kapitalist zenginler rahat rahat sömüremeyecektir. İşte bu yüzden emekçi kitlelerin sesini boğmak ve onların en meşru, en haklı, en insancıl taleplerini bile yok saymak bu düzenin temel alışkanlığıdır. İçinden geçmekte olduğumuz bu zor günlerde aynı gerçeklere tekrar tanık oluyoruz. Japonya’da deprem oluyor, havamız kirleniyor. Yağmurlar bereket değil, radyasyon getiriyor. Sebebi kapitalizmin kâr hırsı, açgözlülüğü. Yiyeceklerimiz zehirli. Etlerimizden korkar olduk. Suyumuz zehirli, paralı. Yeter artık diyoruz. İşsizlik oranı tarihin en yüksek düzeyine çıkmış vaziyette. Patronlar kriz ortamından yarar sağlayarak, işçileri sokağa atıyorlar. İşçilerin tazminatını ve alacaklarını ödemek istemiyorlar. Sahte iflas oyunu oynuyorlar. Oysa biz biliyoruz ki, birçok patron işletmesi için iflas kararı aldırmadan önce bütün şirket varlıklarını şahsi mülkiyetine veya yakınlarının mülkiyetine geçiriyor. Patronların bu oyununa karşı Hükümet derhâl önlem almalıdır. Değişmez talebimizi yine ısrarla belirtiyoruz: Hükümet işten atmaların yasaklanmasını sağlamalıdır! Patronlar bununla da yetinmiyor, işsizlik sigortası fonunda emekçinin alın terinden kesilerek biriken paralara göz koymuş durumdalar. Bu fondaki paraların kendilerine ucuz, hatta bedava kredi olarak verilmesini istiyorlar. Mayıs 2011 itibariyle fonumuzda biriken 48 milyar 827 milyon liraya göz koy96

urun_32_29Agu.indd 96

01.09.2011 18:05:49


muşlar, kendileri almak istiyorlar. Hâlbuki işsizlik sigortası fonundan emekçilere daha yaygın, daha kolay ve daha uzun süreli işsizlik parası verilmelidir. Kapitalistlerin yarattığı bu krizin açmış olduğu yaralar bir nebze olsun dindirilmelidir! Diğer yandan, çoğunlukla sefalet düzeyinde olan ücretlerimiz kriz bahanesiyle daha da düşürülüyor. Patronlar ise utanmadan yine de şükretmemizi ve ürünlerinin satılması için alışveriş yapmamızı öğütlüyorlar. Akılları kendilerine kalsın! Önce onlar sırça köşklerinden, yalılarından bir çıksın, el yakan ev kiralarına, çarşı pazardaki fiyatlara bir baksın! Emekçinin üç kuruş parasının hesabını yapan patronlar bizleri bu kadar düşünüyorsa milyar dolarlık servetlerinden bir nebze olsun fedakârlık yapsınlar. Haydi patronlar, pamuk eller cebe diyoruz! Emekçiler ne kadar vergi ödüyorsa, servetinizin o kadarını, yani yüzde otuzunu millete iade edin! AKP iktidarı emekçiyi kurbanlık koyun olarak gördü. Seçimlerde milyarlar harcayanlar işçilere yalnızca 639 liralık asgari ücreti reva görüyorlar. Yeni dönemde iktidarın en büyük hedefi de kıdem tazminatı hakkımız olacak. Kalksın diyorlar. Ya da yıllık 15 güne indirelim diyorlar. Olmadı, bir fona devredelim diyorlar. O da olmazsa, bizim haklarımız kalsın da, genç işçiler için kıdem tazminatını kaldıralım diyorlar. Kapitalist egemenler, hükümeti kuracak olan işveren dostu milletvekilleri, bütün haklarımıza saldırmaya niyetliler. Haziran sonunda yürürlüğe girecek Torba Yasa’larla bizi oradan oraya atmaya çalışacaklar. Ancak işçi sınıfı bu oyunu bozacak! Bu sistemin gücü bize yetmeyecek. İşçi sınıfı uysal kuzu olmayacak. İşçi sınıfımız bu masalları yok edecek. Er ya da geç emekçiler bu insafsız talan düzenine son verecek; kardeşçe, eşit, özgür bir dünyayı el birliğiyle yaratacaklar. İşte bu inançla, 41 yıl önce bugün bu meydanlarda dosta düşmana gücünü gösteren işçi sınıfı neferlerini bir kez daha saygıyla anıyor; emekçiler olarak, Suphi’den Bilen’e Gelenek Yaşıyor Girişimi olarak, birlik, dayanışma ve mücadelemizi günden güne arttıracağımıza söz veriyoruz. Yaşasın Birliğimiz ve Dayanışmamız! Krizin Faturasını Ödemeyeceğiz! Zenginlerden Servet Vergisi Alınsın! İşten Atmak Yasaklansın! Her İşsiz İçin Yeterli ve İş Bulana Kadar İşsizlik Sigortası! Suphi’den Bilen’e Gelenek Yaşıyor Girişimi 97

urun_32_29Agu.indd 97

01.09.2011 18:05:49


15-16 Haziran 1970’in Derslerini Tartıştık

Suphi'den Bilen'e Gelenek Yaşıyor Girişimi tarafından düzenlenen 15-16 Haziran etkinliği, Türkiyeli komünistlerin yaşadığımız sürece müdahale yollarının tartışıldığı bir foruma dönüştü. 19 Haziran 2011 tarihinde, saat 14'te Şişli Haldun Dormen Sahnesi'nde yapılan etkinliğe Büyük İşçi Direnişinde yer alan canlı tanıklar, yeni kuşak işçiler, işçi temsilcileri, kamu çalışanları, sendikacılar, TKP Merkez Komitesi üyesi iki yoldaş ve ilerici gençler katıldılar. Tarihin gördüğü en devrimci sınıf olan Türkiye işçi sınıfının en karanlık dönemlerde gerçekleştirdikleri bugün de yolumuzu aydınlatıyor. 98

urun_32_29Agu.indd 98

01.09.2011 18:05:49


Etkinliğin panel bölümünde 3 konuşmacı yer aldı. Konuşma sırasıyla eski DİSK İzmir Bölge sorumlusu ve TKP MK üyesi Cemal Kıral, Birleşik Metal-İş eğitim uzmanı Gökhan Düren ve Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi İsmail Kaplan bu büyük işçi mücadelesinden elde edilebilecek dersleri tartıştılar. Konuşmacılarımızın aktardıklarından öne çıkan başlıklar şöyleydi: Cemal Kıral, 15-16 Haziran direnişinin öne çıkan iki boyutu olduğunu belirtti. Bunlardan birincisinin işçi sınıfının kendi gücünün farkına varması ve bu tarihten sonra giderek daha fazla toplumsal ve siyasal hayatta yer almaya başlaması olduğunu söyledi. Diğer boyutunun ise, o dönemin aydınları ile ilerici devrimci gençlerinin ana tartışma malzemesi olan “işçi sınıfı var mıdır, yok mudur” konusuna son noktayı koyması olduğunu belirtti. Gökhan Düren, tarihten gelerek günümüzdeki metal işçilerinin mücadelesinin nasıl benzerlikler içerdiğini aktardı. Yıllardır kader gibi süregelen Hükümet-Mess-Türk Metal kıskacının bu yıl nasıl kırılabildiğini anlattı. Çok farklı siyasi anlayışlara sahip genç işçi kitlesinin baskısı ile MESS'in dayatmalarının yok edilebildiğini ve çizilen çerçevenin iki katı hak elde edilebildiğini aktardı. Bu durumun, daha büyük yığınlarda mücadele edilirse başarı da geliyormuş duygusunu tetiklediğini söyledi. İsmail Kaplan, son genel seçimlerde AKP'nin aldığı yüzde 49.9'luk oy ile tarihte Demirel'in aldığı oylarla bağ kurduğu konuşmasında, seçimlerin devrimci mücadelenin toplumsal etkisini birebir yansıtmadığını gösterdi. 1965 ve 1969 seçimlerinde Adalet Partisi'nin aldığı oyların oranı yüzde elliye yaklaşmasına rağmen, DİSK'in kurulabildiğini, sosyalist fikir kulüplerinin yaygınlaşabildiğini, devrimci gençlerin etkisinin giderek arttığını anlattı. Bugünkü dünya işçilerinin pek çok ülkede yeniden haklarını aramaya başlamasının, yeniden devrimlere yönelmesinin etkilerinin mutlaka ülkemize geleceğini belirtti. Metal işçilerinin büyük başarılarının altında bu etkinin de aranması gerektiğini söyledi. Her üç konuşmacı da, katkı bölümlerinde, işçi sınıfının siyasal örgütünün mutlaka yeniden yaratılması konusunda hemfikir olduklarını belirttiler. Canlı tanıkların anlattıkları o dönemin işçilerin yaklaşımları konusunda çok net fikirler verdi. İşçilerin nasıl haklarını savundukları, DİSK üyesi olmayan işçilerin bile sınıf kardeşleri için sokaklara çıktıkları, yasaların nasıl da gerektiğinde yırtılıp atılabileceği canlı tanıkların ağzından aktarıldı. Son olarak ilerici gençliğin enerjisini yansıtan Güneşi Dünya müzik grubu, devrim türkülerini katılımcılarla paylaştı. 99

urun_32_29Agu.indd 99

01.09.2011 18:05:49


Norveç’te Faşist Katliam Cemile Vuslat

Norveç’in başkenti Oslo’da ve Ütöya adasında 22 Temmuz 2011 Cuma günü Anders Behring Breivik adlı bir faşistin soğukkanlı biçimde gerçekleştirdiği katliamda şu ana kadar 93 kişi öldü. Oslo’da hükümet binasına bomba koyan ve Ütöya adasında sosyal demokrat gençleri bir buçuk saat süren bir insan avıyla öldüren göçmen düşmanı, aşırı sağcı, koyu Hıristiyan ve ırkçı katil, katliamı “İslam halklarının istilasına uğrayan Batı’yı uyarmak için” yaptığını söyledi. Katliamdan hemen önce internette yayınladığı “Bir Avrupa Bağımsızlık Bildirgesi-2083” başlıklı bildirgesinde Marksizmi, hümanizmi ve İslamcılığı hedef gösteren katil, İslam istilasını alt etmek için “öncelikle, Batı’yı güçsüzleştiren” komünistlerin ve hümanistlerin kırımdan geçirilmesi gerektiğini savunuyor. “İslam istilasına karşı savaşta bir milyon kişinin öleceği” tahmininde bulunan katil, sosyal demokrat gençleri öldürerek bu savaşı başlattığını iddia ediyor. Emperyalist ve militarist ideolojiyle beyni yıkanan katil gerçekleri ters yüz ediyor. ABD ve Avrupa Birliği’nin tarifsiz acılar yaşattığı, en vahşi sömürgeci 100

urun_32_29Agu.indd 100

01.09.2011 18:05:50


işgallere uğrattığı, sömürdüğü ve ezdiği halklardan küçük bir kesimin göçmen olarak Norveç’e ve Avrupa’ya gelmesini “istila” olarak nitelendiriyor. Küçücük emperyalist Norveç’i yöneten kapitalist tekellerin uşaklığını yapan hükümetlerin Afganistan ve Irak işgaline katıldığını, şu anda NATO saflarında Libya halkını bombaladığını unutuyor. İstilacı olan Batılı ülkelerken, Batılı ülkelerin İslam halklarının istilasına uğradığını söyleyebiliyor. Zalimken mazlumluk taslıyor. Zalimin mazlumluk taslaması, katliam haberi duyulur duyulmaz, Norveç, Avrupa ve Amerikan medyasının olayı inceleyip araştırmadan, peşin peşin “İslami terör saldırısı” olarak sunmasıyla da kendini ele veriyor. Norveç’teki faşist katliam, yeryüzünü dolar milyarderlerinden oluşan kapitalist şebekenin uysal kölesi durumunda tutmak isteyen insanlık düşmanlarının işidir. Bu katliam, Irak’ı, Afganistan’ı istila eden, Libya’ya saldıran, Filistin’i işgal altında tutan, kendi ülkelerinde işçi ve emekçilerin en temel haklarını ve özgürlüklerini budayan kapitalist-emperyalist-militarist egemenlerin suç hanesine yazılmış yeni bir kötülüktür. Katil Anders Behring Breivik, bu egemenlerin zavallı ve kör bir aletidir. Evlatlarını yitiren Norveç halkının acısını paylaşıyoruz. Öldürülen sosyal demokrat gençlerin yasını onlarla birlikte tutuyoruz. Ülkelerini yabancı düşmanlığına, ırkçılığa ve faşizme teslim e t me ye c e k ler i ne , kendi temel hakları için mücadele ile hükümetlerinin suç ortağı olduğu emperyalist savaş ve işgallere karşı mücadeleyi birleştireceklerine inanıyoruz. 101

urun_32_29Agu.indd 101

01.09.2011 18:05:50


GÜNDEMDEN

Ülke ve dünya gündeminde yer alan önemli konulara ilişkin olarak Ürün’ün çeşitli tarihlerde yaptığı değerlendirme ve açıklamaları sunuyoruz.

Savaş ve faşizm yolunda dolu dizgin 19 Ağustos 2011

AKP, Libya’yla savaşıyor. Suriye’yle savaşa hazırlanıyor. Kandil’e hava harekâtı düzenliyor. Kürt illerinde operasyonları hızlandırdı. Vicdansız genel yayın yönetmenleri tutuklama listelerinde kaç kişi olduğu konusunda el arttırıyor. Her türlü muhalefet türlü gerekçelerle suç durumuna getiriliyor. 102

urun_32_29Agu.indd 102

01.09.2011 18:05:50


Bugün (19 Ağustos 2011) İşçi Partisi genel merkezi ile İstanbul il merkezine, Aydınlık gazetesine ve Ulusal Kanal’a baskın yapıldı. İşçi Partisi genel başkan yardımcıları Mehmet Bedri Gültekin, Erkan Önsel, Turan Özlü, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü araştırma görevlisi Mehmet Bora Perinçek, Aydınlık çalışanları Mehmet Bozkurt, Caner Taşpınar, Ruhsar Şenoğlu, Bülent Baş ile Ulusal Kanal muhabiri İlyas Gümrükçü gözaltına alındı. Bu baskın ve tutuklamalar, düşünce, basın ve örgütlenme özgürlüğünün ayaklar altına alınması, sırf AKP’ye muhalefet ediyor diye her yasal oluşumun suçlulaştırılması, emperyalizmin güdümünde savaş ve faşizm yolunda atılan sistemli adımların son halkasıdır. Baskıya uğrayanların “ulusal solcu” olması, sola ve Kürt ulusal hareketine karşı duruşları, işin özünü değiştirmez. AKP’nin baskını, izlediği savaş ve faşizm politikasının gereği olarak uygulanmıştır. Görüşleri bizim görüşlerimizden ne kadar farklı olursa olsun, baskıya uğrayanların en temel yurttaşlık haklarını savunmak, demokrasinin asgari gereğidir. Bu baskına ve gözaltılara karşı çıkmak, düşünce, basın ve örgütlenme özgürlüğünü savunmaktır. AKP hukuk dışı uygulamalarına son vermeli, gözaltına aldığı İşçi Partisi, Aydınlık ve Ulusal Kanal mensuplarını ve yakınlarını derhâl serbest bırakmalıdır.

İngiltere’den utanç verici ceza 19 Ağustos 2011 İngiltere’de Ağustos’un ikinci haftası içerisinde başlayan protestoları bahane eden İngiltere egemenleri işçilerin, yoksulların, dışlanmışların sistemin çürümüşlüğüne ve ikiyüzlülüğüne karşı başkaldırılarına yönelik baskılarını yoğunlaştırdı. Gösteriler bir polisin Londra’nın kuzeyindeki Tottenham semtinde 29 yaşında siyah bir genci öldürmesini protesto eden ve adalet isteyenlere polisin saldırısı ile başlamıştı. Polisin saldırısına karşı protesto eylemleri Londra’nın güneyindeki Lewisham, Peckham, Croydon, Woolwich, Clapham Junction, 103

urun_32_29Agu.indd 103

01.09.2011 18:05:50


doğusundaki Hackney ve Bethnal Green gibi semtlerin yanısıra kentin batısındaki varlıklı semtlerden Notting Hill ve Ealing’e de yayılmıştı. İngiltere egemenleri ezdikleri ve dışladıkları göçmenlerin ve yoksulların talepleri için sokağa çıkmasına hiç mi hiç tahammül edemediklerini bir kez daha gösterdiler. Polis, başkent Londra’ya çevre illerden takviye alarak meşru taleplerini dile getirenlere copla, tazyikli suyla, biber gazıyla saldırdı. Protestolar sırasında yüzlerce insan gözaltına alındı onlarca insan da tutuklandı. Gözaltında tutulanların büyük bir bölümü hakim karşısına çıkarıldı. Hakim karşısına çıkarılan 21 yaşındaki Jordan Blackshow ve 22 yaşındaki Perry Sutcliffe-Keenan facebooktan insanları protesto etmeye davet ettikleri nedeniyle 4 yıl hapse mahkum oldular.

Emperyalist kapitalist sistem her sıkıştığında demokrasi maskesini hemen sıyırabiliyor ve kitlelere gerçek yüzünü gösteriyor. Suriye’de sokağa çıkan gerici faşist Müslüman Kardeşler örgütü üyelerini gözaltına alan Suriye’yi insan haklarını ihlal etmekle suçlayan emperyalistler kendi ülkelerinde sanal medyadan sadece fikrini söyleyenleri 4 yıl hapse mahkûm ediyorlar. Emperyalistler başka ülkeleri insan haklarını ihlal etmekle suçlayacağına aynaya bakmalıdırlar. İngiltere’nin fikrini söyleyen 104

urun_32_29Agu.indd 104

01.09.2011 18:05:50


kendi yurttaşlarına neler yaptığını “Hunger” adlı filmden biliyoruz. Her istediği yere demokrasi ve insan hakları götürdüğünü iddia eden ABD emperyalizminin insan haklarına ne kadar önem verdiğini, işkencehaneye çevirdiği “Guantanamo Üssü’”nden biliyoruz. Demokrasi’nin beşiği(!) olarak bilinen İngiltere, diğer ülkeleri insan haklarını ihlal etmekle suçlayacağına kendi ülkesindeki insan hakları ihlallerine bir an önce son vermelidir. Sadece fikrini söylediği için insanları hapse atmaktan vazgeçmeli, yoksulların, ezilmişlerin, dışlanmışların sesine kulak vermelidir.

Kürt sorunu savaşla çözülmez 17 Ağustos 2011 Bu sabah (17 Ağustos 2011) Hakkâri Çukurca’da meydana gelen patlamada biri binbaşı 9 asker ve 1 korucu öldü, 11 asker yaralandı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Sabrımızın, sözün bittiği yerdeyiz. Ramazan ile ilgili sabrımız bitmiştir. Bundan sonrası konuşulmaz, uygulanır. Artık her şeyi olunca göreceğiz. Terörle arasına mesafe koymayanlar da bedelini ödeyecek. Teröristlere buraları asla teslim etmeyeceğiz” dedi. Televizyon ve radyoların verdiği haberlere göre, Türk savaş uçakları gece saatlerinde Kandil ve Zap bölgesini bombalamaya başladı. KDP’ye yakın Kürdistan TV, yerel saatle 21.00 sularında sınırı geçen Türk Hava Kuvvetleri’ne ait 15 kadar savaş uçağının bölge sınırları içerisinde yer alan Kandil, Qesrik, Sideka, Gilka, Zap, Haftanin, Xınere, Hakurk, Dola Şehidan, Metina, Kani Masi ve Yukarı Berwari alanlarını bombaladığını bildirdi. Hava operasyonlarında can kaybı olup olmadığı konusunda henüz net bir bilgi 105

urun_32_29Agu.indd 105

01.09.2011 18:05:51


elde edilemezken, bombalanan alanlarda yaşayan halkın büyük bir kaygı ve panik içinde olduğu belirtildi. Kürt sorununda yine savaş boruları çalıyor, çözümsüzlük derinleştiriliyor. Medyaya sızdırılan ve gafil genel yayın yönetmenlerinin ellerini oğuşturarak aktardığı bilgilere göre, hükümet KCK tutuklamalarını bütün DTK üyelerini kapsayacak şekilde genişletmeyi, Hakkâri ve Şırnak’ta özel yöntemler uygulamayı, aynı zamanda kapsamlı sınır ötesi harekât düzenlemeyi planlıyormuş. Bu yol, Türk ve Kürt halklarının kardeşliğine, birliğine ve dirliğine hizmet etmez. Kürt sorunu barışla, eşitlik ve özgürlük temelinde çözülmelidir. Kan dökülmesine derhâl son verilmelidir. Türk ve Kürt gençlerinin birbirlerini öldürmesine göz yumarak varılacak yer, karşılıklı yıkımdır. Daha fazla tutuklama, daha fazla bomba, daha fazla ölüm çözüme değil, çözümsüzlüğe götürür. Türk ve Kürt halklarının ortak çıkarı, sorunların anlaşarak, barışarak çözülmesidir.

Halklara savaş açma, barış yap 15 Ağustos 2011 Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Suriye’ye karşı kullandığı militarist emperyalist dili bu kez Kürt ulusal hareketine de yöneltti. AKP’nin 10. kuruluş yıldönümünde AKP Ankara il örgütünün Sincan’da düzenlediği iftarda yaptığı konuşmada, “mübarek Ramazan vesilesiyle sabrettiklerini, bıçağın kemiğe dayandığını, bölücü terör örgütü ve onların siyasi uzantılarına ağır fatura ödeteceklerini” söyledi. (Cumhuriyet, “Bıçak kemiğe dayandı”, 15 Ağustos 2011). Halklar arasında savaş tehditleri ve savaşla varılacak bir yer yoktur. Bugüne kadar süregelen savaş politikaları kitlesel ölümlere ve ağır yıkımlara yol açtı, savaşı sürdürmek ölümleri katlamak ve yıkımları çoğaltmaktan başka bir sonuç veremez. Kamu adına görev yapan herkese düşen sorumluluk, halklar arasındaki sorunları barışçı biçimde çözmek, halkların eşitliği ve özgürlüğü temelinde ölüme ve yıkıma son vermektir. 106

urun_32_29Agu.indd 106

01.09.2011 18:05:51


Biz Türk-Kürt savaşı da istemiyoruz, Türk-Arap savaşı da istemiyoruz. Aynı şekilde, Kürt-Fars, Kürt-Arap ve Arap-Fars savaşı da istemiyoruz. Bu savaşlar, sadece sömürgecilere, dolar milyarderlerine, halklarının kaderiyle hiçbir ilgileri kalmamış kapitalist kodamanlara hizmet eder. Türk, Kürt, Arap ve Fars halkları arasında eşitliğe ve özgürlüğe dayalı barışçı birlik, Ortadoğu’nun emperyalist ve siyonist güçler ile onların işbirlikçisi kapitalist oligarşilerin sömürü ve zulmünden kurtulması anlamına gelen büyük bir devrim olacaktır. Bu devrim ise, yeryüzünün kapitalizmin ilkelliğinden kurtulmuş yeni bir uygarlığın boy vereceği kardeşlik gezegeni olması yolunda kilit bir aşamanın müjdesini verecektir. Başbakan Erdoğan, politikalarını gözden geçirmeli, militarizmi ve savaşı değil, ülke içinde ve dışında halklar arasında barışı ve kardeşliği seçmelidir.

İngiltere’de yoksul göçmen isyanı 9 Ağustos 2011

4 Ağustos 2011 Perşembe akşama doğru saat 6’da Londra’nın en yoksul semtlerinden biri olan Tottenham’da yol çevirmesi yapan özel harekâtçı polis birliğine mensup bir polis, 29 yaşındaki Afrika kökenli Mark Duggan’ı arabadan indirip başından vurarak 107

urun_32_29Agu.indd 107

01.09.2011 18:05:51


öldürdü. 6 Ağustos Cumartesi günü Mark Duggan’ın ailesi ve yakınlarının içinde bulunduğu 300 kişi Tottenham’da polis karakolu önünde “Mark Duggan için adalet” sloganıyla bu ırkçı cinayeti protesto etti. Barışçı protesto gösterisinin dağıtılması üzerine yoksul göçmenlerin öfkesi isyana dönüştü. Karakola molotof kokteyli atıldı, polis arabaları ateşe verildi, mağazalar saldırıya uğradı. Olaylar Enfield, Edmonton, Walthamstow ve Brixton semtlerine yayıldı. Polisin şiddeti ve ilgili ilgisiz her genci döverek gözaltına alması, yoksul göçmenlerin öfkesini yoğunlaştırdı. Birmingham, Bristol, Manchester ve Liverpool’da da eylemler yapıldı. Olaylar sırasında bir grubun yağmacılığa başlamasını bahane eden polis ve medya, polis cinayetine karşı adalet isteyen, işsizliği ve yoksulluğu protesto eden yoksul göçmenleri vahşi serseriler olarak damgalıyor ve yerli halkı göçmenlere karşı kışkırtıyor. Yüzlerce kişi gözaltında. İçişleri Bakanı Theresa May, olayları başlatan polis cinayetini soruşturacağına ve halktan özür dileyeceğine, “Ayaklanma suçtur. Sorumlular yaptıklarının bedelini ödeyecekler” diye gürledi. Bankaların ve dev şirketlerin kârına dokunacak yerde kapitalist krizin yükünü emekçilerin sırtına yükleyen kemer sıkma programıyla Tottenham gibi semtlerdeki sosyal hizmetleri biçen muhafazakâr-liberal koalisyonun başı David Cameron, sessiz kalmakla yetiniyor. Bütün dünyada ekonomik kriz derinleşiyor. İşçi sınıfının, emekçilerin, işsiz ve yoksul kesimlerin, ezilen halkların tepkisi artıyor. Egemen sınıflar, kapitalizme karşı birleşik ve örgütlü muhalefeti etkisizleştirmek için, ırkçılığı, şovenizmi ve emperyalist savaşları körüklüyor. Çözüm bilinçli, örgütlü ve birleşik eylemde.

Kapitalizmin çöplüğü olmamak için 8 Ağustos 2011 AKP hükümeti Bayındırlık Bakanlığı eliyle 12 Haziran 2011 seçiminden hemen önce Hollanda’nın Royal Vopak şirketine Yalova’nın Taşköprü ilçesi sınırları içinde Laledere Deltasında 150 108

urun_32_29Agu.indd 108

01.09.2011 18:05:51


adet kimyasal tanktan oluşan depolama tesisi kurmak için izin verdi. Dünyanın çeşitli yerlerinden tehlikeli kimyasal atıklar getirilip bu tanklarda depolanacak. Deniz kıyısında 260 dönümlük (26 hektar) arazi üzerinde kurulacak tesise gemilerin yanaşması için bir de liman yapılacak. İnsanlara, bütün canlılara ve doğaya geri dönülmez zararlar verebilecek bu zehir çöplüğü, Kuzey Fay Hattı üzerinde bulunan ve 17 Ağustos 1999 depreminde ağır kayıplara uğrayan Yalova ve bütün Marmara bölgesinde yeni felaketlere yol açacak. Söz konusu depremde, Vopak arazisinin 200 metre yakınında bulunan Aksa fabrikasına ait kimyasal depolardan 6500 ton kimyasal atık sızıntısı olmuş, bütün çevre köyler yaşamsal tehlike nedeniyle boşaltılmıştı. Üstelik, bir kamu kurumu olan Maden Tetkik Arama Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan raporda, “Son deprem, Laledere Deltasında yüzey kırığı gelişebildiğini ortaya koymuştur. Laledere Deltası bölgede yapılaşma açısından sakıncalı alanlardan biri olarak değerlendirilmektedir” denilmişti. Aynı şekilde, Yalova Belediye Meclisi’nin 05.01.2011 tarih ve 20 No’lu kararı ile Yalova İl Genel Meclisi’nin 06.01.2011 tarih ve 10 No’lu kararı bu bölgelerde kimyasal atık depolarının kurulmasını yasaklıyor. İlgili kararlara göre, “1/25000 Ölçekli Yalova İli Çevre Düzeni Planı ve buna bağlı alt ölçekli imar planlarında, planlamaya alınan alanlarda, sanayi tesislerinin üretim sürecinde ihtiyaç duyacakları kimyasal maddeleri kendi arazileri üzerinde depolamaları hariç, ticari amaçla tehlikeli ve kimyasal maddelerin (sıvı, katı, gaz) depolanacağı terminaller oluşturulamaz, bu alanlarda kömür yakıtlı enerji üretim tesisleri ile kömür yakıtlı termik santrallar kurulamaz.” Bütün bu değerlendirme ve kararlara rağmen, AKP iktidarının ülkeyi dünya kapitalizminin her an patlayacak zehir çöplüğü durumuna getirecek bir izni verebilmesi, sırf para uğruna halka karşı komplo kurmaktan başka bir anlama gelmez. Sanayi atıklarının yarattığı tehlikenin farkına varan halkın tepkisi sonucu zengin ülkelerde depolanamayan zehirleri yoksul ül109

urun_32_29Agu.indd 109

01.09.2011 18:05:51


kelere boca etmek, dünya kapitalist sistemine egemen emperyalist efendilerin temel bir politikasıdır. Para hırsıyla kendi halklarının yaşamını fütursuzca tehlikeye atan yerli işbirlikçiler eliyle uygulanan bu insanlık dışı politikaya karşı mücadele etmek vazgeçilmez bir görevdir. AKP hükümeti Royal Vopak’a verdiği izni derhâl iptal etmelidir. Yalova, Marmara ve Türkiye halkı bu öldürücü tesisin kurulmaması için daha da kapsamlı biçimde harekete geçmelidir. Hollanda halkının da, kendi kapitalist şirketlerinin Türkiye’yi çöplüğe çevirecek bu uğursuz projeden derhâl vazgeçmesi için girişimde bulunmasını bekliyoruz.

İspanya’da halk tekrar Sol meydanında 7 Ağustos 2011 İspanya’da bankaların, kapitalist tekellerin, borsa vurguncularının yol açtığı büyük toplumsal felakete karşı işçi sınıfının, emekçilerin ve gençliğin mücadelesi sürüyor. Kendilerine “Öfkeliler” adını veren partisiz grupların 15 Mayıs 2011’de başkent Madrid’in Sol (Güneş) meydanında başlattığı kamp kurma eylemlerine on binlerce kişi katılmıştı. Yerel ve bölgesel seçimlerin yapıldığı 22 Mayıstan sonra da süren eyleme katılan grupların çoğu Haziran ortasında eylem tarzını değiştirerek meydanı boşaltmış ve ülkenin her tarafına dağılarak bölgelerden başkente yürüme eylemlerine başlamaya karar vermişti. Meydanda sadece küçük bir grup kalmıştı. Bölgelerden yürüyüş 19 Haziranda başlamış, yürüyüşe katılanlar geçtikleri köy, kasaba ve şehirlerde kapitalizme karşı sosyal adalet, herkese iş ve insanca ücret propagandası yapmışlardı. Yürüyüş kollarının Madrid’e yaklaştığı 1 Ağustos günü polis, Sol meydanında kalan gruba saldırarak meydanı boşaltmış ve 110

urun_32_29Agu.indd 110

01.09.2011 18:05:51


meydana protestocu girişine izin vermemişti. 4 Ağustosta polis güçleri ile bölgelerden gelen göstericiler arasında en az 20 kişinin yaralandığı çatışmalardan sonra 5 Ağustos Cuma günü göstericilerin sayısı daha da arttı. Polisler meydan etrafında kurdukları kordonu Cuma gecesi kaldırmak zorunda kaldı ve meydan binlerce göstericiyle doldu. İspanya’da işsizlik gerçek bir toplumsal afet boyutlarında. Genel işsizlik oranı yüzde 21. Gençler (18-25 yaş kesimi) arasındaki işsizlik oranı ise yüzde 45. İşi olanların ücret ve maaşları ise insanca yaşamaya yetmeyecek kadar düşük. Kapanma tehlikesi yaşayan işletmeler nedeniyle işsizliğin daha da artması bekleniyor. Komünist ve devrimci partiler, ilerici sendikalar, haklı bir tepkiyle yeni yeni sokaklara çıkan, kapitalist egemenlerin yayıp yerleştirdiği politika dışı durma anlayışına kapılarak partisizliği, örgütsüzlüğü bir meziyet sanan gençlik ve halk gruplarının, kendi deneyimleri çerçevesinde siyasal bilince kavuşması için, sabırla aydınlatma çalışmalarına devam ediyor.

Hiroşima soykırımının 66. yılı İkinci Dünya Savaşının son evresinde, Japon militarizminin yenildiği ve teslim olacağı iyice belli olduktan sonra, yani, hiçbir askerî gereklilik olmadığı hâlde, Amerika, 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya atom bombası atarak 140 bin kişiyi öldürmüş, Hiroşima’ya atom saldırısından 3 gün sonra 9 Ağustosta bu kez Nagazaki’ye attığı atom bombasıyla 80 bin kişiyi daha katletmişti. Bu en ağır insanlık suçunu soğukkanlı bir hesapla işleyen ABD yöneticilerinin asıl amacı, Japon halkını kobay olarak kullanarak sosyalist Sovyetler Birliği’ne ve devrim mücadelesine girişen bütün dünya halklarına gözdağı vermekti. ABD emperyalizmi, bütün dünyayı kendi kapitalist tekellerinin münhasır av sahası yapmak planını yürürlüğe koymak için elverişli zamanın geldiği sonucuna varmış, tam bir mafya babası mantığıyla, kendisine boyun eğmeyecek ve bağımsızlık peşinde koşacak her halka atom dehşeti salmanın planın başarısı için vazgeçilmez olduğuna hükmetmişti. 111

urun_32_29Agu.indd 111

01.09.2011 18:05:52


O günden bu yana Kore, Vietnam, Kamboçya ve Laos halklarının bağımsızlık ve devrim mücadelelerine tam kapsamlı soykırım ve işgallerle yanıt veren ABD, Küba’ya çıkarma yapmak, Suharto cuntası aracılığıyla Endonezya’da soykırım yapmak, İran, Brezilya, Şili ve Türkiye’de kanlı darbeler tezgâhlamak gibi insanlık suçlarını aralıksız işlemeye devam etti. Bugün ise, ABD emperyalizmi, Irak ve Afganistan’ı yıllardır işgal altında, Pakistan’ı yarı işgal altında tuttuğu gibi, Libya’yı vahşi biçimde bombalıyor, Somali ve Yemen’de askerî operasyonlar düzenliyor, Suriye’de ayaklanma yürütüyor, İran’a karşı gizli harekât gerçekleştiriyor ve savaş hazırlıyor, İsrail’e Filistin’i yutması için her türlü yardımı veriyor, dünyanın her yerinde işbirlikçi kapitalist oligarşileri destekliyor. Dünya kapitalist sisteminin elebaşı Amerikan emperyalizmi, bütün dünya halklarını dolar milyarderlerinin sömürü ve zulmü altında yoksulluğa, işsizliğe, yolsuzluğa, köleliğe, onursuzluğa mahkûm eden bu düzenin temel taşıdır. Hiroşima soykırımının 66. yılını, ABD emperyalizmini yenilgiye uğratmak, sömürü ve zulmü yeryüzünden silmek için mücadeleyi yükseltme irademizi pekiştirerek anıyor, atom soykırımının kurbanları önünde saygıyla eğiliyoruz.

Yunanistan ve İngiltere’de genel grev 30 Haziran 2011 Dev kapitalist şirketlerin ve bankaların yarattığı krizin faturasını kapitalistlere yükleyecek yerde, emekçi halkın sırtına yıkan devlet politikasını protesto eden kitlelerin çapı genişliyor. Yunanistan’da 28 Haziran 2011 Salı günü başlayan iki günlük genel greve neredeyse halkın bütünü katıldı. İngiltere’de bugün yaklaşık 750 bin kamu emekçisi bir günlük grev yapıyor. Yunanistan’da bütün hayatı etkileyen grevin yanısıra büyük yürüyüşler de yapıldı. Başta Atina olmak üzere 65 şehirde yapılan grev ve gösterilerde Yunanistan Komünist Partisi’nin desteklediği Tüm İşçilerin Militan Cephesi (PAME) büyük rol oynadı. Grevci112

urun_32_29Agu.indd 112

01.09.2011 18:05:52


ler, yabancı ve yerli sermayenin dayattığı ve hükümetin benimsediği beş yıllık 28,4 milyar avro tutarındaki tasarruf paketine tepki gösteriyor. Genel greve rağmen dün Parlamentoda kabul edilen tasarruf paketiyle binlerce kamu çalışanı işten atılacak, birçok işletme özelleştirilecek, maaşlar düşürülecek ve düşürüldükten sonra iki yıl dondurulacak, ikramiyeler iptal edilecek ve KDV arttırılacak. İşçilerin ve emekçilerin nafakasından yapılacak tasarrufla, kapitalist sınıfın ve devletin Alman ve Fransız bankalarına olan borçları ödenecek.

İngiltere’deki 30 Haziran Perşembe grevi, 1926 yılından bu yana ülkede yapılan en kapsamlı grev niteliğini taşıyor. Grevi dört sendika düzenliyor. Bu sendikalar kamu emekçilerinin yüzde yirmisini temsil ediyor. Ulusal Öğretmenler Sendikası (NUT) 220 bin, Öğretmenler ve Okutmanlar Birliği (ATL) 88 bin, Üniversite ve Yüksek Okullar Sendikası (UCU) 55 bin, Kamu ve Ticari Hizmetler Sendikası (PCS) 250 bin üyeye sahip. Grevin yanısıra Londra’da büyük bir gösteri yürüyüşü de yapılıyor.Yüzbinlerce emekçi Parlamento binasına yürüyor. Grevin amacı, emeklilik kesintilerini arttıran, emekli maaşını düşüren ve emeklilik yaşını uzatan yasa tasarısını protesto etmek.

113

urun_32_29Agu.indd 113

01.09.2011 18:05:52


AKP Futbol Dünyasında Ahmet Uyanmış

Sıra spor dünyasında Büyük medyayla, reklamcılık şirketleriyle, piyangoculukla, inşaat holdingleriyle, spor malzemesi üreten tekellerle, tıp şirketleriyle, mafyayla ve devletle iç içe geçmiş olan profesyonel spor sektörü, kapitalizmin yeniden üretiminde stratejik bir role sahiptir. Profesyonel spor, kârlı bir iş kolu olmakla kalmaz; halk kitlelerinin temel eğlencesini oluşturduğu için, onları kapitalizmin ideolojik hegemonyasına bağlamakta can alıcı bir işlev görür. Kapitalist şirketler ve devlet; kıyasıya rekabet, bireycilik, hiyerarşi, şovenizm, maçoluk, militarizm gibi kapitalizmin işleyişi açısından vazgeçilmez değerleri kitlelere benimsetmekte profesyonel sporu tepe tepe kullanırlar. Ona, emekçi kitleleri sömürü, yoksulluk, işsizlik gibi sosyal sorunlarından uzak tutacak bir oyalama aracı ve takım aşkıyla birbirlerine düşürecek bir bölme yöntemi işlevini de yüklerler. Aynı zamanda, profesyonel sporculuğu, emekçi kitlelere, kısa yoldan yoksulluktan kurtulmanın, sınıf atlamanın, hızla zenginleşmenin geçerli yolu olarak sunarlar. 114

urun_32_29Agu.indd 114

01.09.2011 18:05:53


Kapitalizm açısından böylesine işlevsel bir rol üstlenen profesyonel spor, kapitalizmin bütün çürümüşlüğünü, yolsuzluklarını ve kötülüklerini içinde barındırır. Kapitalizm bütün renkleri aynı hızla kirletir. Dolayısıyla, profesyonel spor dünyasında şike, rüşvet, baskı, hile, oyuncu ve hakem satın alma oyunun asli kuralıdır; sistemli olarak uygulanır; herkesin bildiği bir sır olarak varlığını örtülü biçimde sürdürür. Artık üzeri örtülemez hâle geldiğinde, hamamın namusunu kurtarmak üzere, seçilen kurbanlar feda edilir. Sonra, kapitalizmin işleyişi gereği, yeniden asli kurala dönülür. Şikeden söz edildiğinde şaşırma numarası yapan profesyonellerin ikiyüzlülüğüne karnımız tok. Futbolda şike soruşturması adı verilen operasyon herkesin bildiği bu sırrı açığa çıkardı. Fenerbahçe kulübünün başkanı Aziz Yıldırım’ın ve kulüp yetkililerinin tutuklanması, Trabzonspor başkanı Sadri Şener’in ve eski Futbol Federasyonu başkanı Mahmut Özgener’in gözaltına alınması futbolda temizliği başlatacak büyük bir atılım olarak sunuluyor. Oysa, en iyi koşullarda bile, göstermelik ve geçici bir girişimden öteye geçemeyecek olan bu adım, günümüz bağlamında bambaşka bir niteliğe bürünüyor. Uzun süredir telefonları dinlenen ve takip edilen sanıkların özel yetkili mahkemelere sevk edilmesi, peşin olarak suçlu ilan edilmesi, medyada yargısız infaza uğratılması, avukatlara verilmeyen sözüm ona gizli belgelerin medyada sayfa sayfa yayınlanması, sorgulamaların işkenceye dönüştürülmesi, tutuklu yargılamanın kural hâline getirilmesi gibi sanık haklarını sistemli biçimde çiğneyen bildik yöntemler, operasyonun zamanlamasıyla birleşince, futbolda şike operasyonu başka bir anlam kazanıyor. Amaç temizlik değil, geniş kitlelere hitap eden kârlı bir stratejik sektörün AKP hegemonyası altına alınması. Hegemonik tek parti diktatörlüğünü kurma yolunda sistemli hamleler yapan AKP, medyayı, üniversiteleri, yargıyı, orduyu hallettikten sonra profesyonel spor dünyasını, özellikle de profesyonel futbol dünyasını tamamen kendi kontrolü altına alıyor. AKP ve Fethullah Gülen hareketiyle uzun süredir işbirliği yapan spor dünyasının egemenlerine, artık işbirliğinin yeterli olmadığı, AKP’ye mutlak itaat etmeleri gerektiği mesajı veriliyor. 115

urun_32_29Agu.indd 115

01.09.2011 18:05:53


Amerikan ve NATO üslerinin müteahhidi tipik bir kapitalist egemen olan Aziz Yıldırım’a ve benzerlerine hiçbir sempati duymuyoruz. Onların kapitalist ilişkilerin sarmalında nasıl bir çürümüşlüğün temsilcisi olduğunu gayet iyi biliyoruz. Yine de, söylemeliyiz ki, 12 Eylül rejiminin yeni efendisi olarak siyasal iktidarı tekeline alan AKP, profesyonel spor dünyasını da tekeline almak için hamle yapıyor. Çürümüşlüğe son vermek söz konusu bile değil; hedef, çürümüşlüğün tek patronu olmak. 11 Temmuz 2011 Şike fiyaskosu Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Mehmet Ali Aydınlar, 15 Ağustos 2011 günü yaptığı açıklamada şike konusunda aldıkları kararı duyurdu. Bu aşamada, hiçbir takıma ligden düşürme, puan silme, kupasını geri alma, Avrupa kupalarına katılmama gibi bir ceza vermeyeceklerini, şikeye adı karışan tutuklu ve tutuksuz 52 futbolcu, antrenör ve yöneticiden 17'sini tedbirli, diğerlerini tedbirsiz olarak disiplin kuruluna sevketmekle yetineceklerini, liglerin hiçbir şey olmamış gibi devam edeceğini bildirdi. Mehmet Ali Aydınlar, gelen sorular üzerine, bu kararı, İstanbul Özel Yetkili Mahkeme Savcılığı'nın gönderdiği bilgi ve belgeleri inceleyen Etik Kurulu'nun, ilgili dosyada şike konusunda suç işlendiğini gösteren yeterli delil bulunmadığına ilişkin raporuna dayanarak verdiklerini ekledi. Mehmet Ali Aydınlar, aldıkları kararla, tedbirli olarak disiplin kuruluna sevkedilen yöneticilerin temsil haklarını kaybettiklerini, artık bu kişilerin hiçbir yetkilerinin kalmadığını da söyledi. Böylece, örneğin, Fenerbahçe kulübünün başkanı Aziz Yıldırım'ın başkanlığı da sona ermiş oluyor.

116

urun_32_29Agu.indd 116

01.09.2011 18:05:53


Türkiye Futbol Federasyonu'nun aldığı karar, “Futbolda büyük temizlik”, “Spor düzeni kökten değişiyor”, “Sporda yolsuzluk yapanlara ağır ceza” manşetleriyle yaratılan beklentilerin hiçbirini karşılamıyor. Bu fiyasko, iki noktayı açıklığa kavuşturuyor: Birincisi, şike soruşturmasının hedefi, futbolda çürümüşlüğe son vermek değil, AKP'yi tepeden tırnağa çürümüş futbol düzenin tek patronu yapmaktı. Kapitalizmin stratejik sektörlerinden biri olan ve sömürü düzeninin yeniden üretilmesinde büyük rol oynayan futbolda işler aynen eskisi gibi devam edecek. Spora yön veren kapitalist şirketlerin büyük medya ve devletle iç içe oluşturdukları bu kârlı iş kolu, seçilen kurbanların feda edilmesiyle, yeni bir skandala kadar, kapitalizmin dayattığı kurallarla işlemeyi sürdürecek. Bütün renkler yine aynı hızla kirlenecek. İkincisi, Etik Kurulu ve Türkiye Futbol Federasyonu, özel yetkili mahkemelerde insanları tutuklamaya ve yargısız infaza uğratmaya yeterli bulunan delilleri, delil olarak görmediklerini açıklayarak, özel yetkili mahkemelerin siyasal iktidarın emrinde evrensel hukuka aykırı baskı kararları üreten organlar olduğunu istemeden de olsa itiraf etmiş oldular. Üstelik, kâğıt üstünde yazılı kurallara bakacak olursak, özel yetkili mahkemeler, mahkeme sıfatıyla, şüpheye değil, delile göre karar verir; buna karşılık, Etik Kurul ve Türkiye Futbol Federasyonu, şike konusunda, salt şüpheye dayanarak karar verme yetkisine sahiptir. Yani, Etik Kurul ve Federasyon, özel yetkili mahkemenin delil saydığı belge, görüntü ve telefon dinleme kayıtlarını, şüphe için bile yeterli bulmamıştır. Özel yetkili mahkemelerin, evrensel hukuk kurallarına bütünüyle aykırı güdümlü kuruluşlar olduğu gerçeğini artık resmî kurumlar bile kabul etmek zorunda kalıyor. Futbolu kapitalizmin çürümüşlüğünden arındırıp halkın masum eğlencesi durumuna getirmek için mücadele sürecek. Özel yetkili mahkemeleri hukuk sisteminden çıkarma mücadelesini hızlandırma gereği ise apaçık ortada. 16 Ağustos 2011

117

urun_32_29Agu.indd 117

01.09.2011 18:05:53


İktidar İkiliği Üzerine V. İ. Lenin Çev.: M. Ardos

Her devrimin temel sorunu, iktidar sorunudur. Bu sorun aydınlatılmadıkça devrimde kendi rolünü bilinçli bir biçimde oynamak ve hele devrimi yönetmek söz konusu olamaz. Devrimimizin bir iktidar ikiliği yaratmış bulunmak gibi büyük bir özgünlüğü var. Önemi her şeyden önce kavranması gereken bir olgu bu: onu anlamadan ileri gitmek olanaksız. Eski “formül”leri, örneğin bolşevizmin eski formüllerini tamamlayıp düzeltmesini bilmek gerek; çünkü onlar her ne kadar genellikle doğru çıkmışlarsa da, somut uygulamaları farklı olmuştur. Bir iktidar ikiliğini eskiden kimse ne düşünür, ne de düşünebilirdi. İktidar ikiliği neye dayanıyor? Geçici hükümetin, burjuvazi hükümetinin yanında, henüz güçsüz, tohum durumunda, ama gene de gerçek, söz götürmez ve büyüyen bir varlığı olan bir başka hükümetin, işçi ve asker vekilleri Sovyetlerinin kurulmuş bulunmasına. Bu ikinci hükümetin sınıf bileşimi nedir? Proletarya ile (asker üniforması altındaki) köylülük. Siyasal niteliği nedir? Devrimci bir diktatörlük, yani merkezî bir devlet iktidarı tarafından yayınlanan bir yasaya değil, ama doğrudan doğruya devrimci bir zorlamaya, halk yığınlarının aşağıdan gelen dolaysız girişkenliğine dayanan bir iktidar. Bu iktidar, alışılmış tipteki parlamenter burjuva demokratik bir cumhuriyette genellikle var olan ve ileri Avrupa ve Amerika ülkelerinde şimdiye değin üstün gelen iktidardan bambaşkadır. İşin özü burada olmakla birlikte, çoğu kez unutulan, yeterince düşünülmeyen bir şeydir bu. Bu iktidar, 1871 Paris Komünü ile aynı tipte bir iktidardır ve başlıca belirtici özellikleri de şunlardır: 118

urun_32_29Agu.indd 118

01.09.2011 18:05:54


1) İktidar kaynağı, bir parlamento tarafından daha önce tartışılmış ve onaylanmış bir yasa değil, ama halk yığınlarının dolaysız, yerel, aşağıdan gelen girişkenliği, yaygın bir deyimi kullanmak gerekirse, dolaysız bir “zorlama”dır. 2) Halktan ayrı ve halka karşı kurumlar olan polis ve ordunun yerine, tüm halkın doğrudan silahlanması geçmiştir; bu iktidar altında, kamu düzeninin korunmasını silahlı işçiler ve köylüler, silahlı halk, kendileri gözetirler. 3) Memurlar topluluğu da, bürokrasi de, halkın dolaysız iktidarı ile değiştirilmiş, ya da hiç değilse özel bir denetim altına konmuştur; yalnızca görevler seçimle gelinen görevler olmakla kalmaz, ama basit vekiller (mandataires) durumuna getirilmiş görevliler (titulaires) de, halkın ilk isteği üzerine görevden alınabilir (révocable) durumdadırlar; bunlar, yüksek maaşlı “arpalıklar”dan yararlanan ayrıcalıklı, burjuva bir topluluk olmaktan çıkıp, maaşları iyi bir işçinin alışılmış ücretini geçmeyen “özel bir sınıf ” işçi durumuna gelirler. Özel bir devlet tipi olarak Paris Komününün özü işte burada, ve yalnızca buradadır. Plehanov’lar (Marksizme ihanet etmiş bulunan mahut şovenler), Kautsky’ler (“merkez”ciler, yani şovenizm ile Marksizm arasında bocalayan kişiler), ve genel olarak bugün egemen olan bütün sosyal-demokratlar, sosyalist-devrimciler ve benzerleri, işte bu özü unutmuşlardır. Bunlar işin içinden boş sözlerle çıkar, susku içine kapanır, sıvışır, devrim nedeniyle birbirlerini bin kez kutlarlar, ama işçi ve asker vekilleri Sovyetlerinin ne olduklarını düşünmek istemezler. Bu Sovyetlerin var oldukları kadarıyla, onların iktidar oldukları kadarıyla, Rusya’da Paris Komünü tipinde bir devletin var olduğu apaçık gerçeğini görmek istemezler. “Kadarıyla” dedim. Çünkü bu tohum durumunda bir iktidardan başka bir şey değil: burjuva geçici hükümet ile doğrudan bir uzlaşma aracıyla, ve çeşitli edimsel ödünler aracıyla, bu iktidar, kendi konumlarını, burjuvaziye kendisi teslim etti ve buna devam ediyor. Neden? Çheydze, Çereteli, Steklov ve hempaları bir “yanlışlık” yaptıkları için mi? Yok canım! Bir ham kafa bunu düşünebilir, ama bir Marksist değil. Bunun nedeni, proleterler ile köylülerin yetersiz bilinç derecesidir. Bu önderlerin “yanlışlık”ı, küçük-burjuva konumlarıdır, işçilerin bilincini aydınlatacak yerde karartmalarıdır, küçük-burjuva yanılsamaları çürütecek yerde yaymalarıdır, yığınları burjuvazi etkisinden kurtaracak yerde, yığınlar üzerindeki burjuvazi etkisini pekiştirmeleridir. Bu, bizim arkadaşların da, “yalnızca”; Geçici Hükümeti hemen devirmek 119

urun_32_29Agu.indd 119

01.09.2011 18:05:54


gerekli mi? sorusunu sorarken, neden o kadar çok yanlışlık yaptıklarını anlatmaya yetmiş olmalı. Yanıtlıyorum: 1) Devirmek gerekli, çünkü bu hükümet, ne barış, ne ekmek, ne de tam özgürlük verebilecek, oligarşik, burjuva ve halka dayalı olmayan bir hükümettir. 2) Bu hükümet şu sırada devrilemez, çünkü o, işçi vekilleri Sovyetleri ile, ve en başta da en önemli sovyet olan Petrograd Sovyeti ile dolaysız ve dolaylı, açık ve gerçek bir uzlaşmaya dayanıyor. 3) Bu hükümet, genel olarak, alışılmış yöntemle devrilemez, çünkü ikinci hükümet tarafından, işçi vekilleri Sovyeti tarafından burjuvaziye sağlanan “destek”ten yararlanıyor: oysa, bu ikinci hükümet, işçi ve köylü çoğunluğunun bilinç ve istencini doğrudan doğruya dışa vuran, olanaklı tek devrimci hükümettir. İşçi, tarım ücretlileri, köylü ve asker vekilleri sovyetlerinden daha yüksek ve daha iyi bir hükümet tipini insanlık daha hazırlamadı, ve biz de bugüne değin görmedik. İktidar durumuna gelmek için, bilinçli işçiler çoğunluğu kazanmalıdırlar: yığınlar üzerinde hiç bir zor uygulanmadığı sürece, iktidara geçmenin başka yolu yoktur. Biz Blankici, yani iktidarın bir azınlık tarafından alınması yandaşları değiliz. Biz Marksizm, yani proleter sınıf savaşı yandaşlarıyız; küçük-burjuva coşkunluklara karşıyız, sonuna değin şovenizme, söz ebeliğine, burjuvazi kuyrukçuluğuna karşıyız biz. Proleter komünist bir parti kuralım; bolşevizmin en iyi yandaşları bu partinin öğelerini daha önce yaratmış bulunuyorlar; bir proleter sınıf eylemi için bir araya gelelim, ve proleterler, yoksul köylüler, gitgide artan sayılarla bize katılacaklardır. Çünkü yaşam, “sosyal-demokratlar”ın, Çheydze, Çereteli, Steklov ve başkalarının, “sosyalist-devrimciler”in, daha da “arı” küçük-burjuvaların vb., vb. küçük-burjuva kuruntularını, her gün daha çok dağıtacaktır. Burjuvazi, burjuvazinin tek bir iktidarından yanadır. Bilinçli işçiler, işçi, tarım ücretlisi, köylü ve asker vekilleri Sovyetlerinin tek bir iktidarından, serüvenlerle değil, ama proletaryanın bilincini aydınlatarak, onu burjuvazinin etkisinden kurtararak hazırlanmış tek bir iktidardan yanadırlar. Küçük-burjuvazi –“sosyal-demokratlar”, sosyalist-devrimciler, vb., vb.– duraksamaları ile bu aydınlatmayı, bu kurtuluşu engelliyor. Karşı karşıya bulunan sınıflar arasındaki gerçek güçler ilişkisi işte böyledir. Görevlerimizi belirleyen de işte bu ilişkidir. Pravda, sayı 28, 9 Nisan 1917. 120

urun_32_29Agu.indd 120

01.09.2011 18:05:54


UNUTMA

Mihri Belli Yaşamını Yitirdi

Türkiye komünist hareketinin eski önderlerinden Mihri Belli, bugün (16 Ağustos 2011 Salı) saat 16:00'da İstanbul Göztepe'deki evinde yaşamını yitirdi. 1940'ta Türkiye Komünist Partisi üyesi olan, 1942 sonlarında Merkez Komite üyeliğine getirilen Mihri Belli, İkinci Dünya Savaşı döneminde faşizme karşı kahramanca mücadele eden İleri Gençler Birliği'nin kuruluşuna ve örgütlenmesine katıldı. 1944'te tutuklandı, iki yıl hapis ve sürgün cezasına çarptırıldı. 1946'da Yunanistan devrimcilerinin safında Yunanistan İç Savaşına katıldı. 1951 TKP davasında, diğer parti yöneticileriyle birlikte tekrar tutuklandı ve 7 yıl hapis, 2 yıl 4 ay mecburi ikamet cezasına mahkûm edildi. 1951 davası sürecinde hapishanede komünistler arasında hizipleşme ve bölünme meydana geldi. Parti yöneticileri cezalarını tamamlayıp

serbest bırakılınca, TKP'nin yurtdışı kadroları, onlara, yurtdışında yapılacak bir parti konferansında bir araya gelme ve aralarındaki sorunları giderme çağrısını yaptı. Mihri Belli bu davete uymadı. Davete uyarak Ağustos 1961'de yurt dışına giden Zeki Baştımar'ın yönetiminde oluşturulan TKP Dış Bürosu'nun çalışmalarıyla TKP yaralarını sarmaya başlarken, Mihri Belli yolunu TKP'den ayırdı, partiden ayrı çalışma yürütmeye başladı. 1967'de Türk Solu dergisinin, 1968'de Aydınlık Sosyalist Dergi'nin çıkarılmasına öncülük eden Mihri Belli, Milli Demokratik Devrim (MDD) hareketini başlattı. Özellikle üniversite gençliği arasında etkili olan MDD hareketi, sonradan Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) adını alan Fikir Kulüpleri Federasyonu aracılığıyla yurt çapında önemli bir toplumsal güç sağladı. Ne var ki, TKP'ye karşıt bir platform oluşturan, Kemalizmle sosyalizmi eklektik olarak birleştiren, işçi sınıfının devrime önderlik edecek güçten yoksun olduğunu, öncülüğün “asker-sivil aydın zümre” tarafından yürütüleceğini iddia eden MDD hareketi, felsefi ve teorik olarak yanlış, siyasal ve örgütsel pratik olarak kü-

121

urun_32_29Agu.indd 121

01.09.2011 18:05:54


çük burjuva milliyetçisi ve cuntacı bir niteliğe sahipti. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK'in öncülüğünde düzenlenen 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Eylemi, MDD hareketinin tezlerine ağır bir darbe vurdu. Mihri Belli'nin çevresindeki gençlik önderleri onu terketti. 12 Mart 1971 faşist darbesinden sonra tutuklanmamak için yurt dışına çıkan Mihri Belli, 1974 Af Yasasından sonra ülkeye döndü ve Türkiye Emekçi Partisi'ni kurdu. Anayasa Mahkemesi, TEP'i Kürt haklarını savunduğu için bölücülük suçunu işlediği gerekçesiyle kapattı. 1979'da faşist katillerin saldırısına uğrayan Mihri Belli, bu suikastten ağır yaralı olarak kurtuldu.

12 Eylül 1980 faşist darbesinden sonra yeniden yurt dışına çıkan ve İsveç'e yerleşen Mihri Belli, 1992'de döndü. 1996'da Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP), 2002'de Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP), 2008'de İşçilerin Sosyalist Partisi (Sosyalist Parti) kurucusu oldu. TKP üyesi ve yöneticisi olarak başladığı siyasal yaşamına daha sonra TKP dışında çeşitli sosyalist partilerde devam eden Mihri Belli, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesine bağlılığını sürdürdü. Komünist ve sosyalist mücadelesi boyunca burjuvazinin ağır zulmüne uğrayan Mihri Belli'nin yaşamını yitirmesi dolayısıyla ailesine, Sosyalist Partili yoldaşlarına ve bütün devrimcilere başsağlığı diliyoruz.

Canan Can Yoldaşımızı Kaybettik İGD'nin özverili militanı Canan Can'ı 16 Ağustos 2011 günü kaybettik. Canan bir süredir akciğer kanseri tedavisi görüyordu. Kısa süre önce fenalaşarak İzmir Tepecik Göğüs hastalıkları hastanesine kaldırıldı. Tedavisine yoğun bakımda devam edilirken ne yazık ki yaşam savaşını kaybetti. Ankara öğrenci hareketinde İGD saflarının yaşam sevinciyle dolu, çalışkan, yiğit militanı olarak aklımız-

da hep kalacak Canan. 80 darbesi TKP tutuklamaları ertesinde Mamak zindanında, kadınlar koğuşunda yoldaşlarıyla beraber direnmekten hiç vazgeçmedi, onurunu çiğnetmedi. Canan cezaevi sonrası eğitimini tamamladı, doktor oldu. Yüreği yaşamı boyunca yoksul emekçiler için attı. Cenazesi yarın (18 Ağustos 2011 Perşembe) saat 14'te Alanya'daki evinden kaldırılacaktır. Yoldaşlarının başı sağolsun

122

urun_32_29Agu.indd 122

01.09.2011 18:05:54


Harun Karadeniz’i Anıyoruz mli devrimci 1960'ların görkemli yükseliş döneminin sosyalist n Harun gençlik önderlerinden Karadeniz'i anıyoruz. 1942 yılında Giresun'un Alucra ilçesine bağlı Armutlu iftçi köyünde yoksul bir çift ak ailesinin çocuğu olarak edoğan Harun Karadeniz 1962'de İstanbull Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi'ne girdi. Antiemperyalist, devrimci ve sosyalist düşüncelerle tanıştı. “Gençliği ülke sorunları ile ilgilenmeyen bir ulusun sonu gelmiş demektir” görüşünü benimseyen Harun Karadeniz, eğitim görme olanağını bulan öğrenci gençliğin sadece kendi geleceği için değil, işçilerin ve köylülerin sömürü ve yoksulluktan kurtulması için de çalışması gerektiği sonucuna vardı. Düşünsel ve eylemsel olarak bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesine katıldı. Fikir Kulüpleri Federasyonu ve Türkiye İşçi Partisi üyesi oldu, Türkiye Komünist Partisi'nin çizgisini benimsedi. İTÜ İnşaat Fakültesi Talebe Cemiyeti başkanlığı ve İTÜ Talebe Birliği yönetim kurulu üyeliği ve başkanlığı yaptı. Kapitalizme hiz-

met eden eğitim e sisteminin halk yararına yara değitirilmesi için kapsamlı kap çalışmalarda bulundu. bulun 1967 yılında Devletleşti“Özel Okullar Ok rilmelidir” kampanyasının rilmelidi başında yer aldı. “İlkobaşın kullardan Üniversikul teye Dek Eğitim ve te Devrim” sloganıyD lla İTÜ'nün işgali eylemini başlattı. Amerikan emperyalizmini ve vurucu gücü 6. Filo'yu protesto eylemlerinde öncülük yaptı. Ekonomik bağımsızlık olmadan ülkenin sömürgelikten kurtulmuş olmayacağı anlayışıyla “Onlar Ortak, Biz Pazar, İşte Size Ortak Pazar” kampanyasını yürüttü. İşçi grevlerini destekledi. Öğrenci gençliğin işçi ve köylü kitleleriyle birleşmeden tek başına devrim yapamayacağı düşüncesini savundu. Harun Karadeniz 1967-1968 İTÜ Arı Yıllığı’nda yer alan yazısında şöyle diyordu: “Öğrenciliği bitirip meslek hayatına atılacak olan biz mühendisler için iki yol vardır. Bu yollardan biri, kim için ve ne için üretim yaptığını düşünmeksizin egemen sınıfların yararına üretim yapmaktır. Kısaca, ne-

123

urun_32_29Agu.indd 123

01.09.2011 18:05:54


den ve niçinini düşünmeksizin, bir miktar karşılığında üretim yapmak, yani robotlaşmak. “İkinci yol ise, kim için ve ne için çalıştığını bilerek, emekçi halkın yararına üretim yapma olanaklarını aramaktır. Bir başka deyişle, ikinci yol küçük bir azınlığın yararına robotlaşmak değil, büyük çoğunluğun, yani toplumun yararına çalışarak insanlaşmak yoludur.” Harun Karadeniz düşünceleri ve eylemleri nedeniyle kapitalist egemenlerin zulmüne uğradı, gözaltına alındı, tutuklandı, hapishaneye atıl-

dı. 12 Mart 1971 faşizmi döneminde TKP ve Dev-Genç davalarından yargılandı. Hapishanede sağlığı bozuldu, düzgün biçimde tedavisine uzun süre izin verilmedi. Sonunda tedavisi için yurt dışına gitmesine izin verildiğinde artık çok geçti, kolu kesildi. Türkiye'ye döndükten bir süre sonra 15 Ağustos 1975'te yaşamını yitirdi. Eğitim Üretim İçindir, Kapitalsiz Kapitalistler, Olaylı Yıllar ve Gençlik gibi eserler veren Harun Karadeniz, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi içinde yaşamaya devam ediyor.

Unutma, Unutturma 2 Temmuz 1993’te kontrgerillanın yönlendirdiği gerici-faşist çeteler tarafından Sivas’ta Madımak Oteli’nde yakılan devrimci ve ilerici insanlarımızı saygıyla anıyoruz. Sivas katliamını tezgâhlayan güçler, emperyalizme bağımlı kapitalist düzeni sürdürmek için solu bastırmak, Alevi halkını susturmak, laikliğe bütünüyle son vermek istiyorlardı. Ülkeyi mezhep kavgasına sürüklemeyi, iktidarı dinci gericiliğe teslim etmenin sağlam yolu olarak görüyorlardı. Madımak katliamının üzerinden 18 yıl geçti. Bugün iktidar, İslam-Türk-NATO Sentezcilerinin elinde. Dincilik dozu gittikçe artan işbirlikçi kapitalist rejim, zorunlu din dersini kaldırmayı reddediyor,

Alevileri yok saymaya devam ediyor, Madımak’ın utanç müzesi yapılmasını kabul etmediği gibi Madımak önünde anma yapılmasını bile engellemek istiyor. Emperyalizmin emrinde fetih rüyası gören gericiler, Hatay’da ve Suriye’de Alevilere karşı yeni katliamlar için kışkırtma yapıyor. Sivas’ta yakılan insanlarımızı bugün hakkıyla anmak için, gericiliğe ve faşizme karşı mücadeleyi yükseltmeli, Alevi katliamını kışkırtan savaş suçlularını teşhir etmeli, halkların ve kültürlerin eşitlik ve özgürlük temelinde birliğini savunmalı, kapitalizme ve emperyalizme karşı tavır almalıyız. Sivas katliamını unutmayacağız, unutturmayacağız.

124

urun_32_29Agu.indd 124

01.09.2011 18:05:55


Kemal Türkler Yaşıyor, Savaşıyor! Sosyalist sendikacı önder Kemal Türkler kapitalizmin maşası faşistlerce katledilmesinin 31. yılında Topkapı Mezarlığı'nda anılacak. Yaşamı boyunca sınıf ve kitle sendikacılığını savunan, işçiler arasında sosyalist düşüncenin hakim olması için çalışan Kemal Türkler 22 Temmuz 1980 yılında, evinin önünde pusuya düşürülmüş ve ailesinin önünde katledilmişti. Açığa çıkan ve önce şahitlerce sonra da yargı kararıyla cinayeti işlediği tescillenen katillerden Ünal Osmanağaoğlu, davası, binbir türlü hukuk oyunu sonucu, "zaman aşımı" gerekçesiyle düşürülerek cezasız kaldı. Kemal Türkler, sömürünün ve savaşın olmadığı, emeğin özgürleştiği bir dünya yaratma mücadelesini bugünlere taşıyan isimlerden biriydi. Başta komünistler olmak üzere bu ülkede emek mücadelesi yürüten tüm ilericiler sosyalizm meşalesini daha yükseklere taşıyanları unutmadı, unutmayacak. Kemal Türkler kimdir? Kemal Türkler; işçiliğe ve sendika yöneticiliğine 1950'li yıllarda başladı. Grevlerin yasak olduğu, toplu sözleşmelerin ise var olmadığı bir dönemde sendika yöneticiliği yapıyordu. Kemal Türkler, 1961 Anayasası ile elde edilen fakat yasalarca kabul edilmeyen "grev hakkı" için Kavel'de yürüttüğü "kanunu olmayan grev" ile sendikacılıkta devrimci yöntemin ne olduğunu öğretti. Devrimci yaratıcılığın hangi alanlarda kullanılabileceği onun yaklaşımlarıyla görüldü. "Yasadışı ama Anayasa içi" gibi bir yaklaşımla burjuva hukukunun bile gerektiğinde işçiler için kullanılabileceğini kanıtladı. Kemal Türkler çalışma hayatına haksızlıklara boyun eğmeyen, insani yanı ağır basan dürüst bir işçi olarak başladı. İşçi sınıfını ve sermayedarları tanıdıkça emeğin kurtuluşunun ancak kapitalizmin yok edilmesiyle mümkün olabileceğini anladı. Bu nedenle öldüğü güne dek komünistlerle ve işçi sınıfı partisi militanlarıyla iç içe bir yaşam sürdü. Kemal Türkler, tüm yaşamı boyunca demokratik sınıf ve kitle sendikacılığı düşüncesine bağlı kaldı ve sosyalist düşüncenin sendikal hareket içinde hakim olabilmesi için çok büyük çaba harcadı. 1960'lı yıllarda sınıflar ve partiler üstü sendikacılık anlayışını reddetti. Daha sonra, sermayenin çıkarlarına hizmet eder bir sendikal politika izleyen Türk-İş'ten koparak 1967 yılında Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nu (DİSK)'i kurdu. DİSK'in politikası sermayeden bağımsız, işçi sınıfının ve sendikacıların doğrudan siyasette 125

urun_32_29Agu.indd 125

01.09.2011 18:05:55


yer aldığı bir yöne doğru ilerledi. Kemal Türkler 15-16 Haziran gibi büyük işçi eylemlerinde de en ön safta işçilerin liderliğini yaparak Türkiye'de demokrasinin ancak işçi sınıfı öncülüğünde var olabileceğini kanıtladı. 1977'ye kadar DİSK'in başkanlığını yapan Kemal Türkler 1 Mayısların yeniden kutlanabilmesi için büyük mücadeleler verdi. 51 yıldır yasaklı 1 Mayıs'ın 1976 yılında kutlanmasına önayak oldu. Bugün de özü muhafaza edilip ismi değiştirilen Özel Yetkili Mahkeme'lerin, yani eski adıyla DGM'lerin ortadan kalkması için yapılan direnişlerde hem kendisi hem konfederasyonu DİSK hem de sendikası Maden-İş en ön saflarda yer aldı. Yaygın işçi eğitimleri başlattı. İşçi sınıfı öncülerinin bütün fabrikalarda yer almasını teşvik etti. 1980 öncesinde yükselen devrimci dalgaya karşı sivil faşist çeteler bir terör kampanyası başlattılar. İlericilere, aydınlara, sendikal önderlere suikastlar düzenlediler. Bu faşist terör işçi sınıfının korkusuz önderi Kemal Türkler'e de yöneldi. Son olarak Maden-iş sendikasının genel başkanlığını yapan Kemal Türkler, 22 Temmuz 1980'de, bugün hepsinin de isimleri açığa çıkan faşistlerce katledildi. Kemal Türkler gibi işçi sınıfı önderlerini katleden 12 Eylül'cüler işçilerin uğrunda ölümleri göze aldıkları tüm demokratik hakları ellerinden aldı. Burjuvazinin ve faşist çetelerin yaptıkları bu saldırıları unutmayan işçi sınıfımız geçmişinden ders çıkarıyor. Kemal Türkler'in aydınlattığı yolda artık daha emin adımlarla yürüyor. Türkiyeli işçiler ve emekçiler sıra yoldaşları Kemal Türkleri unutmadı, unutmayacak ve unutturmayacak. Çünkü onlar biliyorlar ki bugüne gelene kadar elde edilen haklar kolay elde edilmedi. Bir çok işçi bu uğurda canlarını ortaya koydular. Şimdi zaman Kemal Türkler'in mücadele ışığını yeniden yükseltme zamanıdır. Komünistler, Suphi'den Bilen'e Gelenek Yaşıyor Girişimi olarak, Kemal Türkler anmasında yer alacaklar. Toplanma yeri 10:30'da Topkapı Kaleiçi Anma 11.00'de Topkapı Mezarlığında Kemal Türkler Yaşıyor, Savaşıyor! Yaşasın Demokratik Sınıf ve Kitle Sendikacılığı! Yaşasın Türkiye İşçi Sınıfının Birliği! Suphi'den Bilen'e Gelenek Yaşıyor Girişimi 126

urun_32_29Agu.indd 126

01.09.2011 18:05:55


Kemal Türkler’i Andık Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK'in kurucu genel başkanı ve Türkiye Maden-İş sendikası genel başkanı Kemal Türkler, işbirlikçi burjuvazinin ajanı faşist çeteler tarafından 22 Temmuz 1980'de katledilmesinin 31. yılında Topkapı Mezarlığı'nda anıldı. TKP dostu sosyalist sendikacı Kemal Türkler 12 Eylül 1980 faşist darbesinin yolunu açmak için hedef seçilerek öldürülmüştü. İşçilerin, devrimci ve ilerici gençlerin yoğun biçimde katıldığı anma törenine Suphi'den Bilen'e Gelenek Yaşıyor Girişimi pankartıyla katılan komünistler, Kemal Türkler'in şahsında TKP'ye, sosyalizm ve devrim mücadelesine, sınıf ve kitle sendikacılığına, işçi sınıfı ile bütün emekçilerin ve ezilen halkların birliğine sahip çıktılar. Kemal Türkler'in mezarı başında yapılan konuşmalarda, onun mücadelesinin bugüne de ışık tuttuğu vurgulandı. Kızı Nilgün Soydan, Kemal Türkler'in katillerinin cezalandırılması için verilen mücadelenin çeşitli hukuksuzluklarla nasıl engellendiğini anlattı. Birleşik Metal-İş sendikası genel başkanı Adnan Serdaroğlu, metal işçilerinin MESS'in grup sözleşmesi dayatması-

na karşı verdiği mücadelenin Kemal Türkler'in azminden örnek alarak başarıya ulaştığını belirtti. DİSK genel sekreteri Tayfun Görgün, işçilerin kıdem tazminatına göz diken burjuvazinin AKP hükümeti eliyle gerçekleştirmeye çalıştığı saldırıya karşı direneceklerini söyledi. Kemal Türkler'in önderliğinde harekete geçen işçi sınıfının DİSK'i ortadan kaldırmaya yönelik saldırıya karşı 15-16 Haziran 1970'de verdiği mücadeleyi, MESS'e, DGM'lere, faşizme karşı eylemleri, büyük grevleri, her türlü baskıya rağmen gerçekleştirilen kitlesel 1 Mayıs'ları hatırlattı. Görüldüğü gibi, Kemal Türkler, ölümünün 31. yılında da yaşıyor. Kemal Türkler, komünistlerin, sosyalistlerin, devrimcilerin, grevci işçilerin, ilerici gençlerin, ilerici sendikacıların arasında sömürü ve baskıya karşı mücadelenin içinde olmaya devam ediyor.

127

urun_32_29Agu.indd 127

01.09.2011 18:05:55


Dünden bugüne, bugünden yarına

TKP BELGELERİ ilk 5 cilt (1974-1978)

ÇIKTI “Ülkemizin en köklü devrimci muhalefet damarını oluşturan Türkiye Komünist Partisi’nin 90. yıldönümünde yayımladığımız Atılım dizisi, Türkiye’nin sosyal devrim olasılığına en çok yaklaştığı 1974-1980 döneminin temel kaynağıdır. Yakın tarihimizi anlamak isteyen bütün okurlar ve sosyal bilimciler açısından paha biçilmez değerde bir belgedir.“

2. Baskı

TKP PROGRAMLARI VE MUSTAFA SUPHİ TEZLERİ kollektif 245 272 sayfa 2. baskı

SİP’İN KORKU VE İHANETİ Muhsin Salihoğlu, Cemal Toprak, Fatih Aydın 112 sayfa

YOLDAŞLARIN ATEŞLE İMTİHANI 1920’den Günümüze TKP Muhsin Salihoğlu, Y. Bagirov, Deniz Özgür, Hülya Kortun 80 sayfa

TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ 5. KONGRE BELGELERİ kollektif 160 sayfa

Sıraselviler Caddesi Billurcu Sokak Ocaklı Han Kat:3 Daire No:6 Taksim-İSTANBUL 0212 - 245 28 11 / posta@urundergisi.com

urun_32_29Agu.indd 128

01.09.2011 18:05:55


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.