ÖN OKUMA
ROBERT GALBRAITH
PEGASUS YAYINLARI
Karlar düşerken doğacağına Guguk kuşları öterken doğsaydın ya Veya yeşerirken üzümler Ya da kırlangıçlar göç etmek için havalandığında Uzun bir yolculuk bekler onları Yaz bitmeye yüz tuttuğunda Kuzular kırpılırken öleceğine Elmalar dökülürken ölseydin ya Çekirgenin hesap verme vakti geldiğinde Tarlalar olgun başaklarla süslendiğinde Ve iç çekerken rüzgârlar Lütufların yitiminde Christina G. Rosetti, Ağıt.
Giriş
Is demum miser est, cuius nobilitas miserias nobilitat. Bahtsızlıklarının namı alıp gitmiş adama denir, mutsuz diye... Lucius Accius Telephus
Sokaktan gelen gürültüler sineklerin vızıltısını andırıyordu. Polislerin başında nöbet tuttuğu güvenlik şeridinin arkasında toplanan gazetecilerin solukları buhar misali gökyüzüne yükseliyordu. Aralıksız devam eden kar yağışıyla uçuşan beyaz tanecikler şapkalara ve omuzlara yapışıyor, eldivenli parmakları düzenli olarak objektifleri temizlemeye zorluyordu. Bir şeyler görmek umuduyla etrafta toplanan kalabalık, yola kurulan beyaz çadırın, çadırın arkasındaki kızıl tuğla binanın girişinin ve cesedin düştüğü üst kat balkonunun fotoğrafını çekerek vakit öldürmekteydi. Fotoğraf makinelerinin deklanşörlerinden de rastgele şak şak şak sesleri yükseliyordu. Güvenlik şeridinin dibine doluşmuş paparazzilerin arkasında, üstlerinde uydu antenleriyle yayına hazır bekleyen beyaz minibüsler vardı ve sesçiler kafalarında kulaklıklarıyla etrafta koştururken aralarında yabancı dilde konuşanların da yer aldığı muhabirler, izleyicilere son gelişmeleri bildiriyordu. Ne zaman yayından çıkacak olsalar ayaklarını sertçe yere vurup ısınmaya çalışıyor veya birkaç sokak ötedeki gazeteci kaynayan kafeden alınan termoslar dolusu kahvenin buharıyla ellerini ısıtıyorlardı. Yün şapkalı kameramanlar vakit öldürmek için fotoğrafçıların sırtlarını, balkonu ve cesedi saklayan çadırı çekiyordu. Ve sonra bir boşluk bulduklarına inandıklarında kameralarını beyaz mermer sütunlu girişleri siyah kapıları ve düzgün budanmış çalılarıyla karlı Mayfair Sokağı boyunca uzanan evlere çeviriyor, olay mahallini saran kaosu geniş açıyla çekebilmek için pozisyon değiştiriyorlardı. On sekiz numaranın kapısına kalın bir bant çekilmişti. Beyaz önlüklerinden, bir kısmının adli tıp
uzmanı olduğu anlaşılan polis memurları, bandın diğer tarafında kalan holü ve koridoru inceliyordu. Televizyon kanalları haberi vermeye başlayalı saatler olmuştu. Sokağın iki ucundaki kalabalık gittikçe artmış, polis insanları kontrol altına almakta güçlük çekmeye başlamıştı. Bazıları özellikle olay yerine bakmak için oraya gelen mahalle sakinleriydi, diğerleri ise yoldan geçerken ne olduğunu merak edip duraksayan sıradan vatandaşlardı. Çoğu yollarına devam etmeden önce fotoğraf çekebilmek için cep telefonlarını çıkarmıştı. Bahsi geçen balkonun hangisi olduğunu bilmeyen genç bir adam sırayla bütün balkonların, hatta önü ve üç tarafı çiçeklerle kaplı olduğu için haliyle bir insanın içine sığmasına imkân olmayan balkonun fotoğrafını bile çekmişti. Ellerinde çiçeklerle bir grup genç kız olay yerine gelmiş ve polisler çiçekleri ne yapacaklarını bilmeseler de kameraların her saniyeyi takip ettiğinin bilincinde olduklarından kendilerine verilen çiçekleri polis aracının arkasına bırakmış, kameralar da bu sahneyi kare kare izleyicilere aktarmıştı. Yirmi dört saat haber yayını yapan kanalların görevlendirdiği muhabirler ellerine geçen birkaç sansasyonel bilgiyi evirip çevirerek varsayımlar üretiyor ve yorumlarıyla seyircilerin ekran başında kalmasını sağlıyorlardı. "... polise binanın güvenlik görevlisi haber vermiş. Sabah iki sularında çatı katındaki dairesinden..." "... henüz cesedi kaldırmak için herhangi bir girişimde bulunulmadı, bu da bazı spekülasyonlara..." "... düştüğünde yalnız olup olmadığı hakkında henüz bir bilgi verilmedi..." "... polis ekipleri binaya girdi, kapsamlı araştırma bütün hızıyla devam ediyor." Çadırın içi ürpertici bir ışıkla aydınlandı. Cesedin yanına çömelen iki görevli, onu ceset torbasına kaldırmaya hazırlanıyordu. Genç kadının kafasından akan kanlar karlara karışmış, ezilen yüzü şişmiş, bir gözü morarmıştı. Diğer gözü de öylesine şişmişti ki göz kapağının altında kalan incecik bir çizgiye dönmüştü. Bluzunun pulları fenerin ışığı yön değiştirdikçe parlıyor ve insanda hareket ettiği izlenimi uyandırıyordu. Sanki her an derin bir nefes alacak, silkinip ayağa kalkacaktı. Görevliler huzursuzca cesedi taşımaya hazırlanırken kar taneleri kumaşa dokunan parmaklarınkini andıran sesler çıkararak çadırın üstüne yağmaya devam ediyordu. "Kahrolası ambulans nerede kaldı?"
Komiser Roy Carver'ın öfkesi her saniye biraz daha artıyordu. Ne zaman baksanız gömleğinin koltuk altlarındaki ter lekelerini görebileceğiniz kırmızı suratlı, koca göbekli bir adam olan komiserin sabrının son kırıntıları saatler önce tükenmişti. Ceset bulunduğundan beri olay mahallindeydi. Ayakları o kadar üşümüştü ki artık hiçbir şey hissetmiyordu ve açlıktan başı dönüyordu. Komiser Yardımcısı Eric Wardle kulağında telefonuyla çadırdan girerken amirinin sorusuna cevap verdiğinin farkında olmaksızın, "Ambulans iki dakika sonra buradaymış," dedi. "Park yeri ayarlamaya çalışıyordum." Carver homurdandı. Wardle'ın fotoğrafçıların burada olmasından heyecanlandığına inandığı için öfkesi daha da şiddetlendiriyordu. Ona sorarsanız bebeksi yakışıklılığı ve kar tanelerinin süslediği kahverengi, gür, dalgalı saçlarıyla Wardle'ın, çadırın dışına toplanan gazetecilerle geçirdiği vaktin affı olmazdı. Wardle fotoğrafçılara bakmayı sürdürerek, "Ceset götürüldüğünde en azından kalabalıktan kurtulacağız," dedi. Carver da onu, "Buraya cinayet mahalli muamelesi yaptığımız sürece bir yere gitmezler," diye tersledi. Wardle bunun bir tür meydan okuma olduğunu fark ettiyse de tepki vermemeyi seçti ama Carver öfkesini kusmaya devam ediyordu. "Zavallı kız aşağı atlamış. Yukarıda başka kimse yoktu. Senin şahit dediğin herif, kızın..." Wardle, "Ambulans geliyor," diye araya girdi ve Carver'ın kötü bakışlarına aldırmadan ambulansı beklemek için çadırdan çıktı. Kameralar her yerdeydi. Bu haber savaş, felaket ve politikayla ilgili bütün haberleri gölgede bıraktı. Ne kadar kanal varsa ölen genç kadının kusursuz yüzünün ve heykel gibi vücudunun fotoğraflarını yayınlıyordu. Birkaç saat içinde o ana kadar doğrulanan az sayıdaki bilgi, hızla yayılan bir salgın hastalık gibi milyonlarca insana ulaşmıştı: Meşhur erkek arkadaşıyla herkesin ortasında kavga etmesi, tek başına eve dönmesi, sokaktan duyulan çığlık ve sonunu getiren ölümcül düşüşü... Bahsi geçen erkek arkadaş bir rehabilitasyon merkezine saklanmıştı ama polis bu konuda yorum yapmaktan kaçınıyordu. Ölümünden önceki gece kızın yanında olan kişilerin peşine düşüldü, onlarca gazeteden binlerce köşe yazarı makalelerini bu konuya ayırdı, kanallar yüzlerce saat ondan bahsetti. Kızın düşmeden önce biriyle tartıştığına şahitlik eden kadın bile kısa süreliğine şöhrete
kavuştu. Aldığı büyük ödülse vefat eden güzeller güzeli kızın görüntülerinin yanında onun da küçük bir fotoğrafının yer almasıydı. Ancak şahidin yalan söylediğinin ispatlanmasıyla ortaya çıkan hayal kırıklığı öylesine güçlüydü ki olayı takip eden herkesin aynı anda iç çektiğini duyabilirdiniz. Gerçekler ortaya çıktığında bu kez yalancı şahit rehabilitasyon merkezine saklanırken bir numaralı cinayet zanlısı, yani kızın sevgilisi olan meşhur herif kendini kameraların önünde buldu. Sanki hava durumunu da haber veren eski tip mekanik saatlere yerleştirilmiş iki biblo gibilerdi. Ne zaman hava değiştirip çarklar dönse biri dışarı çıkıyor, diğeri içeri girip gözden kayboluyordu. Onca gürültü patırtıya rağmen bunun bir intihar olduğuna karar verildi ve bir anlık şaşkınlığın ardından hikâye ikinci kez alevlenir gibi oldu. Kızın ne kadar dengesiz olduğu yazılıp çizildi ve değişken, başına buyruk doğasıyla top modelliğe hiç uygun olmadığı konuşuldu. Güzelliği ona pahalıya patlamış, ahlaksız zenginlerin arasına düşen genç kadının kırılgan kişiliği şan şöhretle gelen yozlaşmaya dayanamamıştı. Sonunda bu olay aslında başkalarının acılarından keyif alma esasına dayanan bir ahlak dersine dönüştü ve hatta genç kadın, Private Eye dergisindeki bir köşe yazısında kibrine yenik düşüp güneşe çok yakın uçtuğu için ölen İkarus'a benzetildi. Derken gün geldi, haber kendi kendini tüketti ve en yaratıcı gazetecilerin bile uyduracak sözü kalmadı. Ama o an geldiğinde zaten gereğinden fazla şey yazılıp çizilmişti.
ÜÇ AY SONRA
BİRİNCİ BÖLÜM Nam in ömni adversitae fortuane infelicissimum est genus infortunii, fuisse felicem.
Feleğin sillesini yiyip mutsuzluğu tadanlar arasında en şanssız olanlar, öncesinde mutluluğun tadına bakmış kişilerdir. Boethius, Felsefenin Tesellisi.
1
Robin Ellacott, yirmi beş yıllık hayatında bir ömre yetecek kadar dram ve karakolluk hadise görse de bu zamana kadar kendisini bekleyen günü hayatı boyunca unutmayacağını bilerek uyandığı hiç olmamıştı...
...
Online Sipariş İçin: kitapyurdu - okuoku - ilknokta - D&R - idefix