# ŞİRAZE # Muharrem Anıl
NE KADAR ÇOK ÜMİT
Yaslandığım çerçeveye hapsedilen günü, görebilirdin ruhum kambur bir şairi taşımasaydı eğer… Belki bahar mevsimi adını sayamayacağım çiçekler derer, mutlu çocuk fotoğraflarından albümler biriktirirdik. Telvelere akseder ve birlikte uçardık dilek balonlarında… Ah nazar boncuğu kadınım, zor değil mi bakir toprak susamışlığı da? Hem Ne kadar ihtiyaç zaman… Ne kadar çok ümit…
ÖZLEMEK
Özlemek ne garip şey? Pencere önünde bir saksı fesleğen, sahil yolunda yosun yeşili, yahut gün batımı uzak bir şehrin tepelerinde… Özlemek sen gibi bir şey. Bir solukta adımlayan sokakları vakitsizce… Adamın tekinin kuluncunda kalmış sıcak bir el sızısı… Solmuş çocuk isimleri takvim yapraklarında … Terminal soğuğunda bekleyen bavul ve bir martı telaşı Eminönü’nde… Özlemek ben gibi bir şey. Yarılanmış bir müsvedde defteri, bir demlik çay ve biraz da hatıralar işte… Fazla söze gerek yok. Özlemek, şiir gibi bir şey…
GEÇİMSİZLİK Öyle çok anlaşamazdık ki seninle, doğacak çocuklarımızın hep iki isimleri olurdu.
TEHDİT Mısralar; çocuk öldüremez, hükumet deviremez, oy kullanamaz... Sadece duyguları yüklenirler... Şiirden korkunuz efendiler...
SABIRSIZLIK Bak burada çıplak bir ay var Mermer bir musalla, boş bir karaf Şimdi Üşümüş bir kırlangıç kanat çırpıyor göğsümde Senli saatler kurduğum geleceğe kalan Bilemezsin Çok çok kirpiklerinden öperim Aylak utanmazlıklar uçururum sarı yapraklardan Saçlarından bir dilek tutar terkedilmiş gecenin Arnavut kaldırımlarında sürüklerim Ter, ses, nefes, kan Unutulmuş bir kutsal kitaptan Ahlaksız ayetler anımsatır azalan mesafeler Kuytularda bin asırlık bir yılkı şahlanır zaman zaman Hınzır kurtçuklar deşer kadınlık yaralarını İki damla süzülür dudaklardan Biri bana kalır Öteki sonsuz uzar gider Ellerin seramik anıtlar diker itinayla Metropollerin en nadide meydanlarına Çocuklar uyumuş Kalabalıklar kendi savaşında Açılalım biz de kendi maceramıza Ne duruyoruz Şiraze? Sutyenler fora
# EŞŞOLEŞŞEK # Sanrı
Bugün rüyamda Kendi çocukluğumu gördüm Mahalle arasında top oynuyordum Ve yine ben koca bir adam olmuştum İş çıkışı eve giderken Bana soru soran çocukluğuma Katlanamadım… Kolundan tuttum önce sıktım… Sonra bir şey göstereceğim dedim Kandırdım… Tenhaya götürdüm sessizce Eşek sudan gelinceye kadar dövdüm Bana mısın demedi Eşşoleşşek.
# HARFLERİN MAVZERLERİ # ŞizoŞems
Ruhum kırık bir suyun yüzünde öyle dalgın öyle yorgun yürürken şehrin derin iskeletlerini ürkütmeden izbelerde uğuldayan kavrulmaları dinleyerek içimde solan çiçekleri yeniden diriltmek için ürkekliğimi bir başka denize döküp çığlıklarımı kuraklığa bıraktım Uykularıma sürülmüş kurşunları AŞK’ınla eritip umutlar sarıp anamın beyaz tülbentine gözlerindeki çıvgınlarda ıslandım. güz geceleri soğuk, okşarken sokak çocuklarını, harflerin mavzerleriyle dizginliyorum suskunluğumun ardında büyüttüğüm isyanları…
SENLE SICAK
Bir düşlemde görürken gözlerinin ışıklarını titrek ve de renkli sesinin tınısıyla tatlı bir irkiliş duyarım içimde. Ve ısıtır yüzünü düşlemek suların aynasında üşüyen ellerimi…
Gün, turuncu kumaşını şehre ağır aheste sererken kavruk tenime çarparken sabahın yeli kokusuyla beni dirilten leylak büklümleri misali; gördüm; yüreğinde ışıltısını Aşk’ın, daha ani daha sâri…
# GÜZELLİK # Frida
Bir duygu keşfi daha... Kötü olanlardan hani... Ak bir bakışla açılan bir sayfanın daha siyah silgi tozları... Gerçekleri bilmek istemiyor insan bazen... Ah! Renk cümbüşü göğü şenlendiren, aşkın zarif dansçıları… Hüznün kokusunu delen narin sığırcık kuşları… Sizin kadar güzel ve görkemli olsak! Fena mı? Fenalıklar sizsiniz. Tanrım! Ne fenasınız... Yok. Olmadım ben bu kadar... En kötüye bile parlayan gözlerimle iyi olabilme şansı verdim. Güzellikler hiç kaçmasın istedim. Oysa elimde olan güzellikleri de acımadan yakıp yıkıyorsunuz ben gidene kadar. Bu denli vicdanımı da unutmadım ki ben hiç bir zaman... Ey güzellik !!! Neredesin? Gel bul beni... Zaman kavramını çiğne geç... Güneşi ez geç. Doğ üstüme! Oysa ben geçerdim güneşi... Zamanı... Koşarak gelirdim hep sana. Ey güzellik !!! Evlat edin beni... Öldür kollarında... Yok et sana bir şeyler katabileceksem... Beni de ez geç eğer gözyaşlarımdaysan... Ah sizler ne fenasınız. Siz doğanın bana hediye ettiği gözyaşlarımı çalıyorsunuz... Lütfen! Lütfen gözlerimin ışıltısına kıymayınız...
EJDERHA YAVRUSU Onun sözlerinden bana doğru yüreğimi ortadan ikiye bölen yıldırımlar düşüyordu. Sözlerin gücünden değil güçsüz kalbimin titrek büyüklüğündendi. Başka kimsenin sözleri böylesine yaralamıyordu. Bu bir aşk meselesi değil, bu bir kardeş meselesiydi. Barışa açılan her kapıda yüzümü haykırırcasına gelen kasırgalar dövüyordu. Gözlerimi linç eden ateşler salıyordu mavi ejderha yavrusu. Sonra derin okyanuslardan sular içiyor büyüyordu… Su içtikçe ağlıyordu, Su içtikçe sönüyordu…
# SEN SÖYLEMEDEN ÖNCE # Kalyopi
Masasına oturdu, artık bir şeyler yazması gerekiyordu. Fakat nasıl? Ne diyebilirdi? Nasıl anlatabilirdi? Kafası yine karışmıştı. Bir an önce önündeki mektubu yazıp göndermeliydi. Bir de bu telaş eklenmişti ya üstüne, iyice gerilmeye başlamıştı. Kendini çok zorluyordu, fakat çıkmıyordu kelimeler kaleminden. 'Ahh' dedi, vurdu kafasını masaya. Tekrar bir ahh dedi, bu sefer acısından. Mektup göndermenin gerekliliğini düşündü, bilmeseydi karşıdaki anlatmak istediklerini, ne olurdu? Çok şey olmazdı elbet, ama kendini biliyordu, yazıp göndermezse karşıdakinin durumunu düşünür,kendini yerdi bu yüzden. 30'lu yaşların başında bir gazeteci idi. Mezun olduğu günden bu yana bir çok haber bulmuş, onları ilgi çekici cümleler ile bir çok insana sunmuş, çoğu insan tarafından tebrik edilmişti. Şimdi kendisinden haber bekleyen bir kadına mektup yazamıyor oluşu zoruna gidiyordu. Garip duygular içerisindeydi, hayatında ilk defaydı bu yaşadığı. Kitaplığına baktı, daha önce okumuş olduğu mektup-kitapları irdeledi. Yoğun duygu içeriyor diye, geri koydu yerlerine. Yoğun şeyler yazmak, artık laçkalaşmış cümlelerle boğmak istemiyordu. Sade ve naif olmalıydı göndereceği mektup. Anlatmak istediğini de katacaktı, naifliğin arasına. Aldı kalemi tekrar eline: "değerli ..." yok, olmadı. "sevgili..." hoş durmadı, sonuna bir harf daha ekledi "sevgilim.." Bu da olmazdı, sevgilisi değildi artık. Ayrılacağını söyleyeceği bir mektup, neden sevgilim ile başlasındı ki? Ayrılmak istiyordu ya, yine de vazgeçemiyordu, ona güzel şeyler söyleme isteğinden. Naif olmak istiyordu ayrılırken bile, o seviyor diye. Olmayacaktı, biliyordu. Bir yazmaya başlasa, mektup sonuna kadar fikri değişir yahut duyguları ile mantığı çelişir kendini zor durumda bırakırdı. Bıraktı her şeyi, yazmayacaktı. Böyle bitsindi, ne yapabilirdi. Üzgündü, yazmadığı için ileride pişmanlık duyacaktı ama yazmama kararından vazgeçmedi. İçerisinde kalacak olan bir 'bekletmeseydim' duygusu ve -belki de geçici- bir burukluk ile yaşamına devam edecekti. Son olarak uyumaya karar verdi. Önemli bir yazı dizisi ile uğraşıyordu, ertesi sabah gidip bugünü bir kenara bırakacak, sadece gazeteci olacaktı. Uyudu. Ertesi sabah erkenden uyandı, iyi uyuduğu da söylenemezdi. İşe gitmek için hazırlandı, evden çıktı. Kapıdan çıktığında bir mektup buldu. Şaşkınlıkla baktı; bekleyen kadın'dandı mektup. Açmaya cesaret edemedi. Ayrılık kararından bihaber olan kadın, ne de güzel yazmıştır şimdi. Ne aşk dolu, özlem dolu cümleler kurmuştur dedi kendine. Utanç duydu kendinden. Evin önünde oturdu, cesaretini toplayıp mektubu açtı. Bir şaşkınlık daha yaşadı. Mektupta yalnızca bir şiir vardı, kadının en sevdiklerinden. "Seziyorum ki kaçacaksın.. Yalvaramam koşamam ... ... Ayrımsıyorum ki unutacaksın Acı kurşun bir okyanus Ama tadını bırak bende Nasıl olsa gideceksin Hakkım yok durdurmaya Ama kendini bırak bende"
# MEDOUSA # ŞizoŞems
Sen susunca sözcüklerim yarım, imgelerim sağır..Gece, içinden çıkılmayan girdabında dolaşıp kavrulduğum ve çırpındıkça battığım koca bir dehliz…Hiç beklemediğim, hiç ummadığım bir anda geldin..Gözlerindeki gülücükler,yanağındaki pembe çiçekler tâ içimde açtı..Sardım,sakladım kokladım onları..Yüreğime perçinledim..Umutlarımla buketledim ve demet demet hayallerimin başucuna koydum. Bir yaz günü…Yağmur yağmış..Nerdeyiz? Kumsalda…Birlikte bir akşam yürüyüşü yapmışız, hava azıcık serin..Rüzgara kapılan saçların deniz gibi dalga dalga köpürüyor..Gözlerim seviniyor gözlerinin gülümseyişine. Birden imgelemimde sahilin şahitliğiyle geçmişe gidip yalnızlığın çok çirkin olduğunu ev ödevi gibi yazmalıyım diyorum.Çocukluğuma dönüp, ‘’çok çirkin yalnızlık’’ diye… O kadar saf ve masum gülüyorsun ki bu alacalık epriyen bir sonbahar yaprağının suskun titreyişinde saklı ancak…O da ne? Ansızın bastıran bir yaz sağnağı…Hızlanıyoruz…Koşmaya başlıyoruz ama yağmurun içine içine yol alıyoruz…Ansızın durup sarıyorum bedenini..Gözler..İşte bu gözler..Eriminde görkemin,rüyanın ve tansığın resmini buluyorum..Şimdi daha aheste seyir ediyoruz..Yakınlarda bir dalgakıran çarpıyor gözümüze..Orada bir yer bulup deniz fenerinin kıyıya yayılan ışığını takibediyoruz..’’Heeey..Biz burdayız bizi mi arıyorsun’’ diye bağırıyoruz sesimiz neşeli..Ellerim ellerinde…Ellerim yanıyor..Ellerim soğuk..Ellerin ne güzel… Dalgakıranın aşağısına kıvrılıp dönen bir yol var…’’Hadi!’’ diyorsun ‘’inelim’’..Sanki birazdan göreceklerimiz anlatılsa da inanılmayacak güzellikte..Öyle heyecanlı, öyle hızlı atıyorsun ki adımlarını elimi bir ceylanın yavrusunu şefkatle dolaması gibicesine sıkı tutuyorsun. Aman Allah’ım nasıl bir güzellik bu..Sayısız denizanası kıyıya vurmuş ve masmavi bir renk cümbüşüyle uzanmış yatıyor..Dalga vurdukça usulca titriyor…Sabaha dek bu inanılmaz manzarayı seyre dalıyoruz.. Çın sabahta gözlerin uykunun sularına durgun, usulca koyveriyor kendini. Güçlü kollarımla seni kıyılar boyunca taşıyor ve yatağına yatırıyorum. .Sonra üzerini örtüyor, alnına usulca bir buse kondurup uykudaki güzelliğini seyre başlıyorum…Bu seyir hiç bitmesin istiyorum..Hiç bitmesin…
# EROZYON # Sanrı
Yüzyıllar geçtikçe insanlık olarak daha iyi bir noktaya mı gidiyoruz? Yoksa sanılanın aksine daha kötüye mi? Bu konuda müthiş bir kararsızlık içerisindeyim. Sosyal alandaki gelişmeler, yaşam standartları bakımından geçmişe göre oldukça iyi bir yerdeyiz. Fakat dikkatinizi bambaşka bir yere çekmek istiyorum. Geçtiğimiz yüzyıllar mevzu bahis olunca imparatorluklar, krallıklar diktatörlükler ve daha neler neler hepsi kafamda sıralanıyor. Bu son dönemse ise bir yandan globallesmeye bir yandan da ulusal kimliğini korumaya çalışan fakat ikisini de beceremeyen devletler revaçta ve yanılmıyorsam bu ülkelerin en renklisinden birinde yaşamaya çalışıyoruz. Bu karmaşa döneminde belki de geçiş döneminde inanılmaz bir kültür erozyonu yaşanılması da kaçınılmaz kuskusuz. Kimilerimiz bu erozyonda inatla tutunacak yer arıyor ve yaptıklarını öze sadık kalmak olarak nitelendiriyor. Bazılarımızda kendini salıvermiş, akıntıya boyun eğip(onaylamadığını söylese de) var olan konjoktüre ayak uyduruyor. Sizleri temin ederim bu insanların sayısı tahminlerinizden kat kat fazla. Elbette ben inatçı kesimdenim elimden geldiğince öze sadık kalınmasının gerekliğine inanıyorum. Gerçek özün ne olduğu konusunu ayrı tabi. Ama kısaca özetlemek gerekirse bizden gelen, bizim olan, özümüzdür ya da tam tersi; Geldiğimiz yer, ait olduğumuz. Yalnızca kendinden şüphe etmeyenler için bu genelleme geçerlidir elbet. Nihayet asıl değinmek istediğim noktaya geliyorum. Şöyle bir yaşam tarzımızı düşünmenizi istiyorum özden geriye ne kaldı! Cicili biçili telefonlar, tabletler, bilgisayarlar. Yok yok yaşlı geri kafalı bunaklardan sanmayın beni ben de sizler gibi teknoloji kullanıyorum. Ve her gün buna mecbur olduğum yalanını kendime söylüyorum. Yahu eyvallah bu aletler bizim yaşamımızı kolaylaştırıyor güzelleştiriyor hadi kültür erozyonunu boş ver değişim oluyor diyelim. Ama Allah aşkına güzel kardeşim bu hak etmediğin teknolojiyi kullanmaya devam etmek için satacak neyimiz kaldı. Üretimini yapamadığımız teknolojileri deli gibi kullanıyoruz. Bu yetmezmiş gibi pahalı telefon almayı ya da bunların isimlerini bilmeyi ne bileyim iki üç uygulamayı öğrenmeyi teknoloji bilmek olarak sanan çağdaşlarımız var. Top sakallı amcaların(liberaller) yüzünde bir sırıtmaya yol açmış olabilirim. Çünkü onların yeni dünya düzeni dedikleri şeye ben tarihin tekerrürün farklı bir versiyonu diyorum. ‘Ama daha kötü bir şey oluyor. Açlığa ve mutsuzluğa yol açıyorsa en iyi elbise de bile hiçbir güzellik yoktur. İkincisi bağımsızlık için ona layık olduğumuzu kanıtlamalıyız daima birlik içinde olmalıyız paryalığı kalplerimizden ve yaşamımızdan çıkarmalıyız üçüncüsü İngilizlere baş kaldırmalıyız. İsteklerini alevlendirecek şiddetle değil gözlerini açacak kararlılıkla İngiliz fabrikaları bizi fakir yapan kuması üretiyor. İngilizlerin anlamasını isteyenler üstündeki Manchester ve Leeds malı elbiseleri getirin. Delhi den ve Londra dan görünecek bir ateş yakalım ve eğirerek yapılmış tek parçayla kalırsanız onu gururla giyin.’ Gandi bunları söylerken tabiri caizse yarı çıplaktı. Çünkü Gandi’nin Gandi olması için üzerindeki tüm gereksiz şeyleri atması gerekti, geriye sadece kendi elleriyle eğirdiği bir parça kumaş, gözlüğü ve de uğruna savaştığı düşünceleri kaldı. Bu rağmen dünya tarihinin en büyük pasif direnişine imza atıyor. Bizlerin de gerçekten(ülke olarak) biz olması için üzerimizdeki gereksiz, şeyleri atmamız lazım. Biliyorum çoğumuz Gandi kadar şanslı olmayacak ama başka şansımız yok. Hapishaneye düşmüş siyasi mahkumlar gibi feleğe sövüp içimden ama sonra aklıma <<kabahat senin — demeğe de dilim varmıyor ama — canım kardeşim!>> dizesi geliyor. Dayanamıyorum yine de sövüyorum…
bize ait olmayan özümüze dönmek için saymak geliyor kabahatın çoğu senin,
# MÜHENDİS AVUNTUSU # Gaws
Düşünüyorum! ...Bir eyleyici olarak, işlediğimiz yahut işlemekli olduğumuz amellerin sonucu, hayır mıdır, şer mi? Derdim: Neyin ne olacağını kestirememenin felaketi! Kaybolmuş, üç beş sene... Ey Mühendis, senin varlığının tüm sonuçlarından iğrenirken ben, nasıl olmuşsa olmuş bir şeyi gözden kaçırmışım! bir Niyet! Edebiyat, felsefe,din, sanat ısıtırken içimi, oyalarken düşüncelerimi fark edemediğim bir soğuk gerçek, olması gerek bir sebebim varmış.. Adı: Niyeeeeet! Şimdi hidrolik aşığı oldum, pnömatik manyağı oldum da ne?Makinelere artık farklı bakan bir son sınıf talebesi için geç kalınmış gerçekler bokuna, bir lakaid var ortada.. eşşoğlu bir lakaid! Kim bu, kim? Ben farklıyım! Sadiden öyleyim! Mesela, Ömrün ne kadar diye sorsalar 60 yıl, 70 yıl kadar deyip sallamam! Dörde bölüp, çocukluk gençlık olgunluk yaşlılık deyip de bölmem... Ömrün ne kadar deseler: Elimi kalbime koyar,her atışını sayar, sayıyor olduğum kadarını cevaplarım.. Ölüme bir kala,ölüme iki kala,ölüme üç... Ve şimdi, "kim?" ya da "ne?" suçludur.Bu boşa harcanmış nefeslerden.. Edebiyat bir zevk, eşşeklerinkinden! Kandırma, oyalama, başlı başına zırvalık.. Nereye düşeceğini, nereye isabet edeceğini bilmediği bir taşı atmaz,yahut bir sözü etmez mühendis! Ben kimsenin ruhu üzerinde saltanat kuramam… Mürşidim yoksa,beyhude! Öyle bir işe de kalkışmam.... Edebiyatçı,ancak mastürbasyon yaptırabilir birilerine, anlık, yahut bir zaman aralık... Ben insanın yanlız bedeni, görülebileni; kısaca; ölçülebileni,seçilebileni üzerinde saltanat kurabilirim. Çünkü ben bir mühendisim. Gözlerim kapalıyken, aklım tutulmuşken bir hiçim...
Ahh be lanet! Kim tuttu
aklımı,Kim kapattı gözlerimi?
Oysa ne kadar da körmüşüm, ne kadar da aptal.. Şimdi sadece, geride kalmış boş beleş günlerim var! Heyhaaaat! pek zeval!
# KİŞİLİK ÜZERİNE # Doğa
Ego, samimiyet, kişilik birbirine bağlı üç ayrı niteliktir. Samimiyet, insanı, hayatı sevmek aynı zamanda egoyu düşürmek ve idealist birey olarak sürekli çalışmak ve üretmekten geçer. Samimi kişilik bireyin kendi idealleri ve yetenekleri doğrultusunda şekillenmektedir. Ego ise kendi yeteneklerini keşfedememiş ve hayatta nasıl mutlu olabileceğini bilemeyen bireyin, doğal olarak kendini maddiyata yönlendirmesiyle oluşur. Ego, samimiyeti, mütevaziliği, çalışkanlığı ve yaratıcılığı öldürür; bireyi ve insani değerleri küçültür. Eğer bireyin, toplum, aile ve devlet tarafından bilinçli veya bilinçsiz olarak sadece maddiyata değer vermesi isteniyorsa, bugün ki insan ilişkilerindeki ikiyüzlülüğün sebebini burada aramak gerekir. Aslında her birey işlenmeyi bekleyen farklı ve özel niteliklere sahip birer hazinedir. Yeter ki bu hazinenin ne kadar değerli olduğunun bilincinde olalım. O zaman bu koca yorgunluğu üzerimizden atabilecek ve güneşe farklı bir gözle bakabileceğiz.
# CHARLES BAUDELAIRE #
Baudelaire, Nisan 1821’de, Paris’te doğdu. Sıkıntılı ve karmaşık çocukluk ve gençlik dönemleri geçiren bu şair için belki de, doğduğu kent olan, ‚Paris’in şairi‛ demek yanlış olmaz. Baudelaire şiirlerinde Paris’in o gösterişli, kalabalık, kasvetli ancak bir o kadar da vazgeçilmez çizgilerini buluruz hep. Şeytani, erotik ve melankolik… Şiirlerinin yasaklanmasına neden olacak kadar gerçekliğin içinde ve ancak kuralların dışındadır Baudelaire. Çalkantılı hayatı 46 yaşındayken yine Paris’te sonlandığında, geriye Kötülük Çiçekleri ve Paris Sıkıntısı gibi Fransız ve dünya edebiyatı için olağanüstü sayılacak eserler bırakırken Rimbaud, Mallarme gibi dev isimlere de kendisini takip edebileceği bir yol açmıştır… Ölümünden 150 yıl sonra dahi bugün, Baudelaire’in nefesi karamsar ruhlar için davetkar bir sığınaktır…
DÜNYANIN DIŞINDA OLSUN DA NERESİ OLURSA OLSUN Bu yaşam her hastası yatak değiştirme saplantısına kapılmış bir hastanedir. Kimi soba karşısında çekmek ister acısını, kimi pencere yanında iyileşeceğine inanır. Bana da hep bulunmadığım yerde rahat ederim gibi gelir, ruhumla durmadan tartıştığım bir sorundur bu göç sorunu. "De bana, ruhum, zavallı soğumuş ruh, Lizbon'da yaşamaya ne dersin? Orası sıcaktır herhalde şimdi, bir kertenkele gibi canlanırdın orada. Bu kent su kıyısındadır; mermerden yapıldığını söylerler, halk da bitkilere öyle bir kin beslemiş ki, tüm ağaçları söküp atarmış. Tam senin gönlüne göre bir görünüm işte; ışıkla madenden yapılmış bir görünüm, bunları yansıtmak için de su!" Ruhum yanıt vermiyor. "Devinmeyi izleyerek dinlenmeyi böylesine sevdiğine göre, Hollanda'da, o mutluluk veren toprakta oturmak ister misin? Müzelerde resmine sık sık hayran kaldığın bu ülkede sıkıntın dağılır belki de. Seren ormanlarını, evlerinin yanı başına demirlemiş gemileri seversin sen, Rotterdam'a ne dersin?" Hiç ses çıkmıyor ruhumdan. "Yoksa Batavia'dan daha çok mu hoşlanırsın? Orada tropikal güzellikle kaynaşmış Avrupa ruhunu da bulurduk." Tek sözcük yok.ruhum ölmüş olmasın? "Yoksa yalnız kendi acın içinde rahat edecek ölçüde uyuştun mu? Öyleyse ölüm'ün eşi olan ülkelere doğru kaçalım. Ben bilirim yapacağımızı, zavallı ruh! Tornéo'ya gitmek üzere toplarız pılı pırtıyı. Daha da ötelere, Baltık'ın en ucuna gidelim; olanak varsa yaşamdan da öteye; kutba yerleşelim. Orada güneş yeryüzünü ancak eğrilemesine sıyırıp geçer, ışıkla gecenin birbirlerini çok ağırdan kovalamaları çeşitliliği siler, tekdüzeliği, yani hiçliğin öbür yarısını çoğaltır. Kuzey şafakları bizi eğlendirmek için zaman zaman Cehennem'in hava fişeklerinin parıltıları gibi pembe demetler yollarken, karanlıkta uzun uzun yunabiliriz orada." En sonunda patlıyor ruhum, sonra da bilgece haykırıyor: "Dünyanın dışında olsun da neresi olursa olsun!"
Charles Baudelaire
ALBATROS Tayfalar sık sık yakalar, iş olsun diye, Koca deniz kuşlarını, albatrosları, Keskin çukurlar üstünden kayan gemiye Eşlik eden o kaygı bilmez dostları. Ama bırakıldılar mı güvertelere, O gök kralları ne sünepe, ne sarsak Seriverir koca kanatlarını yere, Yanlarında sürünen kürekler gibi, ak. O kanatlı yolcu ne miskin, ne sümsüktür! Ne çirkin, ne gülünçtür o güzel kuş şimdi! Topallar kimi, uçan sakata öykünür, Bir pipoyla gagasını dürtükler kimi! O bulutlar prensine benzer Ozan da, Fırtınayla senlibenli, yaylara gülen; Yere sürülmüştür yuhalar arasında, Yürüyemez devce kanatları yüzünden.
Charles Baudelaire