Merhaba Ey Okuyucu! Bu elinde tuttuğun derginin tüm emektarları daha yürüyecek yolları olan, kuracak çok düşlerine gebe ve kendini her zaman yeniden yeniden üreten bu dünyaya Merhaba diyor ve bu dünyanın tüm güzellikleri sıcaklığında da siz okuyuculara merhaba diyor... Kim ola bu eşek sıpaları diyebilirsin. Biz kendimize dönüp bakınca kafası karışık, yorgun, kendi paydası kadar düşünen birkaç arızalı - defolu canlı görüyoruz... He sen gider başka bişe görürsün vallahi o da seni ilgilendirir, bizi hiç karıştırma deriz. Bu fanzini neden okuyayım diye soracak olursan "Her yaptığın şeyin sebebini soruyor musun yoksa bazı şeyleri öyle alıştığın, gördüğün, öğrendiğin için sebepsiz öyle mi yapıyorsun?" deriz ağır konuşuruz. "Kardeşim ben her şeyi tabi ki sorguluyorum, kafama yatanı yapıyorum" diyorsan işte sırf bu yüzden bu fanzini okumalısın. Çünkü bu fanzinde senin gibi adamlar-kadınlar yazıp çiziyorlar. Ey okuyucu! Sen annenin karnından geldin de biz gökten zembille inmedik, sen yaramaz çocuktun da biz hep seni hep kıyasladıkları komşunun o çok zeki - yenilmez piçi değildik. Aynı kampüsteyiz aynı derslere giriyoruz. Sen sınavlarla boğuşurken biz atomu falan parçalamıyoruz. Yok hani "İyi ki bi fanzin de yazıyorsunuz, iyice neticeniz kalktı" falan diyecek olursan ne olduğumuzu da biliyoruz. Ey okuyucu! Senin çocukken kurduğun hayalleri biz de kurduk ve onları hiç terketmedik. Bob Marley'i, Cem Karaca'yı hep sevdik, başımızın üzerinde taşıdık. Belki de tanışmışlardır dedik sohbetlerimizde. Çünkü bizce aynı umutların şarkılarını söyleyenler kesin tanırlardır birbirlerini. Tanışmadılarsa da ne farkeder? Gelecek uzun sürer belki de tanışırlar... Öldüler mi? Çok komiksin... Düş kuruyoruz kardeşim düşlere hudut çizilir mi? Ey okuyucu! Evet biraz gevezeyiz... Dedik ya Cem Karaca'yı ve Bob Marley'i severiz çünkü. Hatta onların şarkılarındaki umutları paylaştık şaraplı sohbetlerimizin sarhoşluğunda Can Yücel ile Turgut Uyar'la... Sonra Mandela çıktı ve bir festival düzenledi. "Irkçı beyaz kamçıdan kaçan siyah çıplak ayaklar"ın üstüne giydirdi düşlerimizi festivalde dans ederken... Ey okuyucu! Yazmak istersen sen de buyur yaz. Fanzinin tek kuralı hiçbir yazının kırpılmayacağı... Bunu bil de yaz, sev de yaşa ve kalbinin kan pompalak dışında da çok şey yapabildiğini unutma... Yazarlara,çizerlere,emek verenlere, okuyacaklara, Sevgiyle ve sonsuz umut ile arkadaşlarına önereceklere ve BirGün gazetesine Merhaba... teşekkürler...
Hafıza-i Beşer
Hazırlayan: Duygu Ertürk
1 Mart 1 847 -Tanzimat Edebiyatının ünlü şair ve yazarlarından Recaizade Mahmut Ekrem doğdu. 1 Mart 1 81 0 – Ünlü besteci Fredderic Chopin doğdu. 3 Mart 201 3- "Baba" lakaplı Arabesk müziğin imge ismi Müslüm Gürses ardında şarkılarını bırakarak aramızdan ayrıldı. 4 Mart 1 934- Ankara Radyosu yayına başladı. 5 Mart 1 827-Pili bulan İtalyan bilim adamı Alessandro Volta öldü. 5 Mart 1 928 - Kolombiyalı roman ve öykü yazarı Gabriel G. Mârquez doğdu. 5 Mart 1 953 - Sovyetler Birliği’nin lideri Stalin öldü. 5 Mart 201 3- Venezella devlet başkanı Hugo Chavez yaşamını yitirdi. 6 Mart 1 920- Cumhuriyet dönemi Türk öykücülüğünün önemli ismi Ömer Seyfettin öldü. 7 Mart 1 990 – Hürriyet gazetesi Yönetim Kurulu Üyesi ve yazarı Çetin Emeç, uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. 7 Mart 1 999 – ABD asıllı İngiliz sinema yönetmeni Stanley Kubrick öldü. 8 Mart 1 948- Ünlü tıp bilginimiz Profesör Hulusi Behçet öldü. Özellikle dünyada “Morbus Behçet” veya “Behçet Hastalığı” diye bilinen deri hastalığını ortaya çıkarmasıyla tanınmıştı. 1 0 Mart 1 876- Telefonun icadı ve ilk denemesinin yapılması. 1 0 Mart 1 937 – İlk Hollywood filmi olan ve D.W.Griffith’in yönettiği, “In Old California” (EskiKalifornia’da) gösterime girdi. 11 Mart 1 904- Ünlü İspanyol ressamı Salvador Dali doğdu. 1 4 Mart 1 883 - Alman filozof Karl Marx öldü. 1 5 Mart (MÖ 44)- Roma diktatörü Jul Sezar öldürüldü. 1 8 Mart 1 907-Ünlü ressam Şeker Ahmet Paşa öldü. 1 8 Mart 1 949- Savaş Örgütü NATO kuruldu. 1 8 Mart 1 965 – İnsanoğlu ilk kez uzayda yürüdü. Sovyet kozmonot Alexei Leonov, Dünya'dan 21 77 km yükseklikte, Voskhod II (Gündoğumu) adlı uzay aracından çıkarak 20 dakika boşlukta kaldı. 1 8 Mart 1 995 - Türk sinemasının ünlü oyuncularından Sadri Alışık öldü. 20 Mart 1 727- Bilim adamı Sir Isaac Newton öldü.
HAFIZA -İ BEŞER 21 Mart 1 971 -Yazar Falih Rıfkı Atay öldü. 21 Mart 1 973-Ünlü halk ozanı Âşık Veysel Şatıroğlu öldü. 22 Mart 1 892 - Roman ve oyun yazarı Nikolay Gogol öldü. 23 Mart 1 781 -Uranüs gezegeni keşfedildi. 23 Mart 1 925 - Sessiz sinema döneminin en pahalı filmi, (3.9 milyon dolar) “Ben Hur” gösterime girdi. 24 Mart 1 905 - Fransız yazar ve bilimkurgu edebiyatının öncülerinden Jules Verne öldü. 25 Mart 1 611 - Ünlü Türk gezgini Evliya Çelebi doğdu. 26 Mart 1 827-Müziğin büyük ustalarından Ludwig van Beethoven öldü. 26 Mart 1 973 - İstanbul’da iki kıta birleşti. Boğaz Köprüsü’nün 57. ünitesinin de yerine konulmasıyla şehrin Asya ve Avrupa yakaları birbirine bağlandı. 27 Mart 1 945-Yazar Halit Ziya Uşaklıgil öldü. 28 Mart 1 966 - Cevdet Sunay, cumhurbaşkanlığına seçildi. 29 Mart 1 931 - Türk çocuklarının ilk eğitimlerini Türk okullarında yapmalarını mecbur kılan kanun kabul edildi. 31 Mart 1 596-Fransız filozof ve matematikçi René Descartes doğdu. 31 Mart 1 889-Paris’teki Eyfel Kulesi açıldı.
Günlerden Bir Gün
Sabah ciğerlerime oksijeni tüketilmiş bir cephane deposu gibi doluyordu. Kıskıvrak yakalanmıştım cani hükümlerin ıslak kadavralarına. Yaşamı baki bulunmuş ve umudu azmettirdiğinden sonsuz sayıda ölümle cezalandırmıştı mahkeme şuurumu. Mahkemenin tavaf büyük elçiliğine bağlı, özgürlük baş konsolosluğunun genel ayin yönetmeni ithaf edilmiyordu oysa yalancılıkla.
Kamile Kutlu
kamilekutlu55@gmail.com
Kendine şüpheyle titreyen lambalar bile biliyordu, raydan çıkmıştı ok ve yaydan ses gelmiyordu bu kez. Anlayacağınız karışmıştı “her yer her yerde” nin şiir tadında bocalaması. Adliyeye doğru sürüklendi bedenim ruhumun emriyle.
Tanık masasına yerleşirken bekliyorduk milyonlarca sanığın egolarıyla Aperatif bir kaçış yolu bulamadan vedalaşmasını. Tüm gecemizi aldı cüretkar toparlayarak götürdüler beni. Dört yerden elvedalarını beklemek. Sonunda o an kuşatılmıştım, tam dört yara izim vardı. Her gelmişti. Şakaklarından alacaktık canlarını biri kendi isyanlarını somutlaştırdığı sığ hayatların ve müebbet umuda bayrağı öpmem için kolluyorlardı hapsedecektik suçlarının “keşke” zaaflarını. siperlerini.
Saatler ilerliyordu. Güneş tepemize dikilmiş muazzaf ordular komutanı gibi alıyordu rot balansları bozuk vücutlarından çürümüş et parçası yüreklerini. Hududa doğru koştum tüm hırsımla, tüm bahşedilmiş eklemlerimi yarış atıyla yarıştırırcasına. Açın dedim televizyonu, bakın dedim neler oluyor. Ben belgesel sevmiyordum oysa. Şaşkınlığımla debelenip kaçın dedim o kara kutunun ara bulucu kurumsallığından. İşte geliyordu yapbozun eksik kalan parçası.Kaçmıştı yelkovan akrepten ve uykuya dalan semtlerin karanlığında ilerliyordu gece.
Hakem düdüğü çaldı. Uzatmalara dayanan inancımızı söküp aldı şirret bir can havliyle. Eve elimizde kalan milyonda birle dönmek zorunda kaldık. Ve bir de baki bir umut daha kazandık. Neyse ki sabah ciğerlerime, oksijeni tüketilmiş bir cephane deposu gibi doluyordu yine…
Hak Etmesine Rağmen Oscar Kazanamayan 10 Film
Alkan Avcıoğlu alkanavcioglu@yahoo.com
Sinema dünyasının en önemli ödülleri olsa da Oscar Ödülleri sinemaseverler arasında gerçekten yılın en iyi filmini taçlandıran bir ödül olarak anılmaz. Özellikle de En İyi Film kategorisi şaşırtıcı ve skandal kararlarla doludur. Sinema tarihindeki pek çok klasik, En İyi Film dalında aday bile olamamıştır. Bunlar bir kenara, bu yılki Oscar Ödülleri yaklaşırken biz de Oscar tarihinde bir yolculuğa çıkıp aday olmasına rağmen ödülü kazanamayan 1 0 unutulmaz filmi hatırlayalım dedik. • 1939 Oz Büyücüsü / The Wizard of Oz
Sinema tarihinin ilham gücü ve etkisi en yüksek filmlerinden biri. ‘Oz Büyücüsü’ o sene ödülü gişe canavarı ‘Rüzgar Gibi Geçti / Gone With the Wind’e kaptırdı. Adaylar arasındaki ‘Bay Smith Washington’a Gidiyor / Mr. Smith Goes to Washington’ veya ‘Stagecoach’ kazansaydı acımız bu kadar büyük olmazdı. • 1941 Yurttaş Kane / Citizen Kane
Son 40 senedir sinemaya meraklı her genç şunu duyarak büyüyor: ‘Sinema tarihinin en iyi filmi Yurttaş Kane’. Peki ‘Yurttaş Kane’ En İyi Film Oscar’ını kazandı mı? Hayır. Peki kazanan, adaylar arasındaki ‘Malta Şahini / The Maltese Falcon’ ve ‘Şüphe / Suspicion’ gibi artık günümüzde klasik olarak anılan filmler miydi? Hayır. Kazanan ‘Vadim O Kadar Yeşildi Ki’ / How Green Was My Valley’di. Bilim adamları hala bunun nasıl olup da gerçekleştiğinin cevabını arıyor. • 1944 Çifte Tazminat / Double Indemnity
Sinema tarihinin en iyi kara filmlerinden biri bir filme kaybediyor, hani şu müzikal, adı neydi... Üzerinden geçen 70 senede Billy Wilder’in ‘Çifte Tazminat’ı dünyanın dört bir yanında sinemaseverler tarafından izlenmiş ve eleştirmenler tarafından önemi defalarca teslim edilmiştir. • 1967 Aşk Mevsimi / The Graduate
Ödülü kazanan ‘Gecenin Sıcağında / In the Heat of the Night’ iyi bir film evet. Mike Nichols’ın ‘Aşk Mevsimi’ ise Amerikan sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri. Yönetmenliği, çerçeveleri, kurgusu ve müzik kullanımıyla adeta bir ders kitabı gibi. Bu unutulmaz film, Oscar heykelciğini kazanandan daha fazla hak ediyordu. • 1973 Şeytan / The Exorcist
Bir korku filmi için En İyi Film adaylığı kazanmak bile bir mucize sayılabilir ve nitekim ‘Şeytan’ aday olan ilk korku filmiydi. Yine de bu durum ‘Şeytan’ın ödülü asıl hak eden film olduğu gerçeğini değiştirmiyor. O sene kazanan ‘Belalılar / The Sting’e bir lafımız yok ama William Friedkin’in filmi sadece sinema tarihinin en iyi korku filmlerinden biri değil, yönetmenlik ve atmosfer yaratımı olarak da bir zirveydi.
• 1979 Kıyamet / Apocalypse Now
Akademi’nin popülist tercihlerinin ve akıl tutulmalarının en meşhurlarından birisi. ‘Kıyamet’in kazanamamasını kabullenmek gerçekten güç. Francis Ford Coppola’nın katıksız başyapıtı, sinema tarihinin en eşsiz filmlerinden biri olan ‘Kıyamet’ o sene ödülü ‘Kramer Kramer’e Karşı / Kramer vs. Kramer’e kaybetti. Durum böyleyse biz de Akademi’ye karşıyız.
Yurttaş Kane/Citizen Kane
• 1980 Kızgın Boğa / Raging Bull
‘Kızgın Boğa’ bugün hala sinemada yönetmenlik sanatının en usta örneklerinden biri. Bu eskimeyen başyapıt defalarca kez yüzyılın en iyi filmleri arasında yerini aldı. Ödülü kaybettiği film ‘Büyük Ceza / Ordinary People’ çok iyi bir filmdi, bu yüzden belki de skandal bir karar değil ama ‘Kızgın Boğa’ ödülü fazlasıyla hak ediyordu. • 1990 Sıkı Dostlar / Goodfellas
‘Taksi Şoförü’ ve ‘Kızgın Boğa’nın ardından bir kez daha bir Martin Scorsese başyapıtına Oscar verilmemesini bir tek şekilde açıklayabiliriz: Paralel Akademi. Akademi’nin içinde paralel bir yapılanma olduğu kesin, yoksa Scorsese’nin sonuna kadar Oscar’ı hak eden ‘Sıkı Dostlar’ının ‘Kurtlarla Dans / Dance with Wolves’ gibi bir filme heykelciği kaptırmasını nasıl izah edebiliriz ki. • 1994 Ucuz Roman / Pulp Fiction
Ödülü kazanan ‘Forrest Gump’ şüphesiz ki kötü bir film değildi. Ancak Quentin Tarantino’nun filmi ‘Ucuz Roman / Pulp Fiction’ ödülü fazlasıyla hak eden yenilikçi ve yaratıcı bir filmdi. Bugün yakın sinema tarihinin kilometre taşlarından sayılan ‘Ucuz Roman’ hala Tarantino’nun en iyi filmlerinden biri. O yılın oylarının tekrar sayılmasını talep edebilir miyiz? • 1999 İnce Kırmızı Hat / Thin Red Line
Oscar tarihinin en fazla dalga geçilen En İyi Film kararı 1 999 yılına ait olsa gerek. Onca güçlü adayın arasından ‘Aşık Shakespeare’in ödülü kazanması neredeyse gülünç. Spielberg’in ‘Er Ryan’ı Kurtarmak / Saving Private Ryan’ı kuşkusuz ki yarışın asıl favorisiydi ama bizce ‘İnce
Ucuz Roman/Pulp Fiction
Anarşik Öyküler 1: Özgürlük Şeysi Hakan Havroğli hakanhavrogli@gmail.com
Uzun bir yolculuğun ardından sabaha karşı denizin üzerinden yansıyan güneşin doğum aydınlığına şehrin ışığının son demleri eşlik ediyordu... Ard arda üç tünel sonra görmüştü yaşadığı şehri ve dışarının ne kadar soğuk olduğunu lanet bir iç ürpermesiyle karşıladı... Ama küçük ve gri bu şehre vardığı için de içinde ufak bir mutluluk vardı. Ne kadar sevse de ona her daim birtakım telkinler veren ailesinden ve büyük adam olma baskısından uzakta kendisi olabileceği, saçını istediği gibi uzatıp sakalını istediği gibi keseceği ve sıradan muhabbetlerde içinden geldiği gibi ağız dolusu küfürler edip gülüşebileceği arkadaşlarının yanına da bir varıştı bu yolculuğun bittiği yer. Şimdi arabadan iner evine girer ve uzun uzun uyurdu. Yarın sabah uyandığında zaten ders kaçmış olurdu ki ders kimin umrundaydı.
Uyku hallerinde işlenen suçun suçlusu kimdi bilinmez. Kimi bilinçaltını suçlar, kimi uykunun ta kendisini kimi ise bu tartışma zırvalıktan farksızdır. Faili kim burda tartışmak yersiz ama bizimki de rüyalar alem inde geziniyordu ve rüyasında bir sokak köpeği yanına geliyordu. Bu sokak köpeğinin kaburgaları onlarca metre öteden bile sayılabilecek kadar belirgindi. Kendisi ise besili güçlü bir köpekti ve başını sokacak bir damı, önünde yemeği ve boynunda tasması vardı. Her hareketinde onu daha çok güçlühissettiren zincir sesi duyuluyordu. Sokak köpeğinde ise değişik biz özgüven ve küçümseyici bir bakış vardı. Bizim besili köpeği rahatsız edecek olmuş ki bu bakışlar o da sertçe baktı sokak köpeğinin kirli yüzüne ve için için güldü onun bu özgüvenine. Sonrasında ise sesine kulak verdi. "Sen" dedi sokak köpeği "Sen iyisin içini bilmesem. Bir eksiğin yok, Terminale vardığında sigarasını yaktı ve güçlü maşallah... Hani diğerleri özenir sana belki bir nefes aldı keyifle üfledi. İnsan içi titreyen insanlar sahip olmak da isterler sana... Bir soğukta ancak bir şeyden bu kadar keyif sahibin de var belli ki ve iyi de bakıyor sana... alabilirdi. Ağır çantasını sırtlayıp ağır ağır Söyle peki niye yemeğini veriyor sana? Çok koyuldu yola ve sonunda masasının üzerindeki sevdiğinden dersin sen malum; belki de küllükte 3 izmaritin yaklaşık dört aydır onu sevdiğine ikna etmek için beni neler söylersin beklediği çok dağınık ve az ışıklı odasına girince bana. Peki bir canlı öbür canlıyla paylaşıyorsa gülümsedi. Sadece montunu çıkartıp sıkıca yemeğini sevdiğinden midir... sarıldı yorgana ve televizyonu açtı. Televizyonda Hayır dostum hayır kimse sevdiğinin boynuna ne olduğu çok da umrunda değildi. Yarım açık tasma takmaz, sana teslim ettiğin bilinçle birkaç kanal değiştirdi ardından özgürlüğünün bedelini ödüyorlar... İnanır mısın uyuyakaldı. senin hayal bile edemediğin yerler gördüm, hisleri hissettim iliklerimde. Hemde bunu açken yaptım. Sen ise tok bir cahil kölesin". Birden
fırladı yatağından. Sağına soluna baktı sonra bir sigara yakıp perdeyi araladı. Islak sokaklarda hava yeniden aydınlık-karanlık arası geçişteydi. Az mı uyudu bilemedi saate baktı ve neredeyse akşam olmuştu. Küfretti içindeki huzursuzlukla güne mi sokak köpeğine mi bilinmez. Ama bu küfür rahatlatı bi nebze. Zira en boktan ruh hallerinde küfretmek rahatlatır insanları eğer başka birşey gelmiyorsa ellerinden. Bu Freud'un Hamlet'ine benzer. Hani bir hikaye boyunca Babasını öldürüp annesiyle evlenen ve krallığa kendisinin yerine oturan amcasına bir bok yapamayıp eylemsizliğin somut karşılığına dönüşmüş bir adamın öyküsü nasıl tüm dünyada en çok okunup izlenen eser olmuştur diye açıklamaya çabalamış ya Freud. Sonucunda da karar vermiş ki izleyici sonuna kadar süren eylemsizliği oturduğu yerden aşağılar ve acıyarak izler Hamlet'i .Çünkü kendi eylemsizliklerini bizim Hamlet'in eylemsizliğini aşağılayarak kamufle eder ve de hikayenin sonunda Hamlet'in amcasını öldürmesiyle ise nihayet deyip kendisi gibi korkak ve birşey yapamayan adamların da bir başarı elde etmesini gerçek bir takdirle alkışlayıp değişik bir keyif alır. Böyle ifade etmemiş ama böyle
düşünmüş işte usta. Bu yüzdendir insanların küfür terapi yöntemleri.
Bir yerden duydu veya okudu mu Freud'un Hamlet çözümlemesini yahut ne Hamlet'i ne de Freud'u bilmeden tamamen içsel olarak çözümledi mi bilinmez ama aklına da takıldı şu tok bir cahil köle olayı. "Yok lan olur mu öyle şey" dedi içten içe. " Benim hayatım gayet düzgün, bir ailem var onları da sevdiğimden katlanıyorum zaten sevmesem ohoooo". Sonra ağır ağır arkadaşlarının sesine doğru giderken masanın üzerindeki küllüğü alıp uzun holden salona doğru girdi. Pek sıcak bir sarılma faslının ardından köşedeki fıstık yeşili kotuğa bağdaj kurup oturdu. Biz dizinin üzerine küllüğü aldı bir elinde de arkadaşının ikram ettiği poğaça vardı. Poğaçayı tükettiğinde arkadaşlarının dışarıda çay içme teklifini reddedip için de pek fazla gençlik sancıları içeren müzik listesini açıp daldı düşünceye. Sevdiği kadını düşündü en baştan. O gülüşü, nazlı halleri, paylaştıkları güzel günleri ne kadar da "güzel" ya da "güzeldi". "Saçmalama" dedi içinden, "Herşey bu kadar güzeken bir rüya nasıl sorgulatır onu sana. Sıçtığım bir sokak köpeği mi değerli o kadın mı?". Aslında düşünmekte
pek haksız da değildi eskisi kadar gülmüyorlardı artık ve pek nazlı bi halleri de kalmamıştı. Paylaştıkları güzel şeyler de yerini klasik gelecek planlarına bırakmışlardı. Kredi çekip ev alıp çoluk çocuğa karışıp gündüz işe akşam eve falan filan... Eskisi kadar arkadaşlarıya da vakit geçiremez olmuştu ve "O kim" sorusu artık sevgi sözcüklerinden daha çok duyulur olmuştu. Esarete mi sürüklüyordu ilişkisi onu? Aslında işin gerçekliği bir kadın eline vardığında sadece bir erkeksindir ama bir kadın bir erkeği adam yapan başlıca şeydi. Ama yine öyle ki Özgür bir adam veya tutsak bir adamla beraber olmak da kadının çizdiği yön ile ilgiliydi. Ne hikmettir ki kadınlar genelde özgür bir erkeği tutsak bir adama dönüştürmeyi tercih ederdiler.
Fazla soru sormayan ama her sorulana cevap veren, fazla hayal kurmayan ama her kurduğu hayalini onaylayan, fazla özgür olmayan ama her istediğini yapmasına görünmez duvarlar örülen adamlar daha tercih edilirdi. Tam da bu isteklere muazzam derecede sahip ve üstüne üstük bu isteklerini de kendisine dayatmış bir kadınla beraber çok sahte bir mutluluk paylaşıyolardı artık ve bunu o kadar monoton paylaşıyorlardı ki
bazen ne yaptığıyla ilgili hiç düşünmeden günlük rutinini yerine getirebiliyordu. En acımasızı da bu tutsaklık ilişkisine ikisi de aşk ismini koymuşlardı. Belediyeye de gıcık oldu bir anda. Neredeydi o çok sevdiği eskici pazarı? Yerine büyük bir bina dikmişlerdi de ne olmuştu? Ara sıra en azından kafası atınca gider birkaç rozet, eski eşya bakar hiç olmadı bir iki plak alır bantla tutturduğu salondaki pikapta çalar deşarj olurdu. Onu alacak parası da olmadığı zamanlarda ise eskici esnafından adını hiçbir zaman sormadığı 60 yaşlarında uzun saçlı kirli sakallı o güzel amca ona sıcacık bir çay doldurur hiç anlamadığı ama kafa salladığı yazarlarlardan filozoflardan bahseder ve için için bir ah çekip konuyu Cem Karaca'ya getirirdi. Adını bilse bile ilk kez Eskici Amca sayesinde adamakılı dinlemişti Cem
Yapılcak birşey vardı. Okul denenecek istenmiyosa bırakılacak, babaya ve aileye ya beni kabul edin yada unutun denilecek, hepsinden önce sevdiği kadın aranacak; buluşulup tüm farkındalık onunla paylaşılacak ve katti suretle ayrılınacaktı. Bu esnada da eskici esnafından bi iki kişi bulabilirse Eskici Amca sorulup yanına gidilecek ve sıcacık bir çayı özgür bir adam olarak içilecekti. Hem böylesi Eskici Amca'yı daha anlaşılır kılabilirdi. Freud'un dediği Hamlet o değildi artık o çok özgür bir adamdı.
Çeketini giyip Merdivenleri hızlıca indi ve sevdiği kadını aradı.Sevdiği kadın da henüz uyanmadığı için onu aramadığını, uyandığına göre evine gelmesini söyledi. Bir an o gereksiz aşık triplerinin birinin içinde buldu kendisini ve"Çok düşünceli" dedi içinden. Sonrasında silkinip "Saçmalama bugün bu öykü bitiyor ve artık kendi öykümü yaşayacağım" diye sık sık tekrarlayarak hızlı hızlı yürüdü. Bu yürüyüş sonunda özgürlüğü ile arasındaki son duvara; kapıya gelmişti bile. Kapıyı sertçe üç kez tıkladı. Kadın kapıyı açar açmaz "Hoş geldin" diyerek sarıldı boynuna, içeri buyur etti. 4 aydır görüşmüyorlardı. Kararlı ama sakince girdi içeri ve "Senle konuşmam gerek" dedi. Kadın Karaca'yı... Belki Bob Dylan'ı, belki Bob Marley'i "Önce beni dinle, ailemle paylaştım bizi ve de... Peki bu güzel sohbetleri ve çayı asla seni çok sevdiler şimdiden, çok da merak bulamayacağı o büyük binayı niye o pazarı ediyorlar. Babam mırın kırın yaptı önce ama yıkarak dikmişti belediye oraya? Şehirde başka sonra ben anlattıkça aslan gibi çocukmuş, yer yoktu sanki bir de ne boka yarıyordu o yeni iyi bakın birbirinize dedi" diye söyledi. bina bilen bir kişi dahi yoktu şehirde. Sevdiği Ardından "Sana bunu telefonda söylemedim kadın da saçma sapan bir şekilde sevmemişti o tam iki aydır bekliyorum, içim kıpır kıpır" diye eskici pazarını ve babasıyla o Eskici Amca'yı ekledi. heyecanla tanıştırır tanıştırmaz niye "Bu adamlara özenip saçlarını uzatıyorsun, ne bu adamı gör ne de ben saçını uzun göreyim" diye tembihlemişti babası. "Babam, sevdiğim kadın ve belediye bir oldular bana karşı savaşıyorlar, olan da Eskici'ye oldu" diye saçma ama merkezine kendisini koyduğunda mantıklı bir cümle kurdu iç sesi ve O'da iç sesine gülerek cevap verdi. Ama bazı cümlelerde genele göre saçma, yaşanmışlıklara göre inanılmaz mantıklıydı tıpkı o cümlenin sahibi insanlar gibi.
Bir köleyi özgür hissettirmenin en kolay yolu ona birşeyi emanet etmek veya ettiğini söylemektir. Çünkü mülkiyetin önemli olduğu toplumlarda emanet ciddi bir mülk, mülk de ünvan demektir. Ve ünvanın ne kadar kabarık olursa o kadar özgür olduğunu düşünürsün ve hiçbir kölenin de mülke doğal olarak ünvana sahip olamayacağını da. Ve babasının kendisine emanet ettiğini düşündüğü bu kadın artık onun ünvanı, özgürlüğüydü.
Tüm düşündüğü şeyler bulut gibi dağılmıştı, belediye bile o kadar cani değildi belki. Arkadaşlarıyla varsın eskisi kadar görüşemesin, varsın kendisini birinin malı gibi hissettiren "O kim" sorusu yüzüne vurulsun. O yolunu çizmişti artık.
Kendisi bir köle değildi, çünkü emaneti vardı artık ve kredi çekip ev alıp çoluk çocuğa karışıp hergün işe gidip gelecek falan filandı hayatının özeti. Ve Hamlet'i hiç izledi mi bilmiyorum ama izlediğinde Hamlet'in eylemsizliğini en çok yargılayacak adam da olacaktı. Çünkü o da artık Freud'un Hamlet'i, çünkü oda artık eylemsizliğin somut karşılığıydı.O özgürleştiren, üreten değil tüketen bir ilişkiye aşk adını vermişti üstelik. Özgürlük ise yıkılmış bir eskici pazarında artık demlenmeyen bir sıcak çayın buharıydı...
AŞK'IN DİYALEKTİĞİ Bir Dilenci (Mail yok feys versem olmaz mı?) Aşka evrilebilecek bir sevgi ilk olarak iki kişi arasında var olacak kadar "arisokrat"tır ve bir üçüncü kişiyi kabul etmeyecek kadarda "muhafazakar"dır. Bazen sokakları bazende uykuları dar edecek kadar işkenceyi sever ve açık bir sömürüdür. "Sömürge tipi faşizmdir". Bu kısıtlamalar, baskılar eşiğinde bir özgürlük türküsü söylemek veya omuz omuza bir özgürlük mücadelesi vermek bu sevgiyi aşklaştıran olgudur. Bu iddiayı nereden aldığımı pekala soracak olanlar olacaktır veya katılmadığını söyleyenlerde. İddiamın aslında doğuşuda bu sorunun içinde gizli.
"Sana söyleyeceğim en güzel söz henüz söylenmemiş olandır". Büyük usta Nazım'ın mısralarıyla başladığım için öncelikle ondan affını isteyeceğim. Yazmak her ne kadar sıradansa bir o kadarda zordur ve post-modern sanatçılar gibi "aşk üzerine sanat bitmiştir, söylenebilecek herşey aşka dair söylenmiştir" düşüncesine katılmıyorum. Bununla birlikte aşk üzerine bu kadar yazı varken ilk kez ona dair bişeyler yazmanın hele hele tekrarlamadan yazmaya çalışmanın zorluğunu yaşacağım.
Özgürlük neyin özgürlüğü veya özgürlükten ne anlıyoruz? Özgrlük her nerede olursa olsun her ne şartta olursa olsun bir umut türküsünü söyleyebilmektir. Umutta zaten hayatı var eden olgunun ve yaşama arzusunun sadece temeli değil çimentosu,kumudurda. Ve "Özgürlük elbette gelecek ve bir insanı sevmekle başlayacak herşey" derken kastettiğimizde bu umuttur. Umut sevebilmektir. Yaşama karşı "aşk duymak", bir halka yada ne bileyim geleceğe dair bir "aşk duymak"tır. Esasen bu hususta umud ettiğimiz şey o özgürlük için sevmeye başlayacağımız kişiyle mutlu olabilmek umuduna dayanıyor çünkü insan her gün bir öncekinden daha mutlu yarın ise bu günden daha mutlu olmak ister,yaşamak umudunuda buradan alır. Nitekim başka bir deyişle geçmiş umudumuzdur ama gelecek daha uzun sürer yani gelecek için daha umutlu olmak için aşık oluruz. Çünkü mutlukta aşkın olmazsa olmazıdır.Aynı zamanda umuttan doğan özgürlük tek başına yaşanmaz yani tek başına özgürlük olmaz çünkü özgürlük bireysel değil toplumsal bir kavramdır.
Aşk nedir sorusuyla başlamayacağım çünkü herkesin hayalindeki veya yaşamakta olduğu aşk kavramı birbirinden farklı olduğu düşüncesindeyim. Zira herkes için aşk aynı şeye tekabül etse aşk çok sıradan ve sıkıcı bir katlanılmazlık diyebilirdik. Benim asıl iddiam aşkın inat, inadında özgürlük olduğudur. Nitekim Attila İlhan'ın mısralarıda bu sözlerimi dolaylamayıp direkt olarak ifade edeceksek güçlendirecek sanırım; hayalimdeki ve yüreğimdeki aşk özgürlüktür.
"Yalnızların en büyük sorunu Son olarak" "Ben,Sen,Biz"... "Ben" en tek başına özgürlük ne işe yarayacak çok "Sen"im ve "Sen" en çok "Ben"... Bir türlü çözemedikleri bu Her birimiz toplamımızda "Biz"iz... "Sen" ölü bir gezegenin soğuk tenhalığına eksik kaldığında eksik kalır her şey, Benzemesin diye sesi kesilir, algılanmaz. Herkesin "Ben" özgürlük mutlaka paylaşılacak bir sevgili olmaya çalıştığı bir dünyada ne zordur ile"... "Biz" olabilmek. "Biz" olmak yok olmak diyorlar. Yok olmayı seçemez misin? Severek sadece özgürlüğü elde etme başarısını Kendini boşluğa bırakamaz mısın? gösteren değil aynı zamanda onu paylaşabilme Yeryüzü ısınsın diye ateşi çalanları olgunluğunuda barındabilen bir insan, gerçekten düşün... Ateşi çalmaya var mısın?"
aşkla hoşbeş olmakla yetinmeyen onu aşabilen insandır. Tüm bireysel egoların ve zaafların yenilmesi, bir ömrün bir şarkı söyler gibi yaşanması için paylaşılması bir tırtıldan bir kelebeğe evrilen o güzelliğe şahit olmaktır. Nitekim kelebeklerde uçabilen, eşsiz güzelikte fakat bir o kadarda narindirler. Gereken hassasiyeti gördükleri kadar vardırlar. Tıpkı özgürlük gibi, tıpkı aşk gibi... Bir de kelebeklerin ömrü kısa olur derler ama kelebekleri çınarlaştırmanın ütopyasını hayal edebilirsek bunu başarabiliriz. Nitekim Aşk güzellik, güzellikte emek ister. Emek yorucudur ama saygıların en yücesine layıktır. Ve emek var oldukça hayat var olacaktır. Kelebeğin ömrüne aldanmadan onu bir çınarcasına görmek ve her bir ölen kelebeğin güzelliğini aşkımızın içinde var edebilmek hem o kelebeğin özgürlüğüyle uçabilmek hemse o özgürlüğün sürekliliğini sağlayabilmek için bizim kelebeklere vefa borcumuzdur. Şu an pencereden gelip bilgisayarıma yapışan kelebek bence Leyla'dır ve Mecnun'unu kaybettiği için böyle çırpınmaktadır. Ve bence Tahir'in elmayı sevmeside elmaya konan kelebektendir fakat elma(Zühre)nın onu sevmemesi üstüne konan kelebeği organizma olarak farkedememesidir. Zira kelebek özgürdür fakat elma dalından ağaca bağlıdır ve bağı koparsa çürür. Bence aşkta çürümeyi, yok olmayı göze alarak kendini özgürlüğe bırakabilmek cesaretini gösterenlerin yaşadığıdır. Aşık olmak özgürük hayali kurma özgürlüğünü yürekte tutabilmeyi gerektirir. Laf olsun diye değil, ölüme ve aynı zamanda ölümsüzlüğe isyan olsun diye...
(Bu kısmı fanzin yazarlarından Havroğli'nin eski bir yazısından çarptım. Kendisi yayında görecek haberi yok. Umarım bir dahaki sayıda yaşıyor olurum... sevgiler...)
Fanzini İfşa Ediyorum Fanzin'in agresifi: Sevil Yüce. Yoga yapıyor 5 yıldır. Nasıl boktan bir bünye varsa daha dizginleyemedi sinirlerini. Fanzin'in kurgu sorumlusu: Sevil Yüce Bunu paşa paşa koyacak buraya. Zira yazısı kırpıldığında dergi terkediyor ben de terkederim... Fanzin'in yazı işleri sorumlusu: Yok lan öyle birşey... Herkes yazdığından değil yazamadığından sorumludur buralarda. Fanzin'in emekçisi: Hakan Havroğli Adam yazın uluslararası boks maçına çıkacak, salon çalıştırıyor, işe gidip geliyor, derslerden takılmıyor bir de her işine yetişiyor fanzinin... Saygılar ona. Fanzin'in uzağı: Kamile Kutlu Ereğlide imiş. Yazısını sevdik ama tanışamadık. Bi Havroğli tanıştı. Sabırsızız. Fanzin'in Aşçısı: Hacı sözüm sana iki yumurta kır getir bana.. Fanzin'in Yakışıklısı: Tabiki benim ama anonim kalacağım hep çatlayın genç kadınlar. Bir Dilenci diye ağlayacaksınız. Öptüm :)
Paco da Öyleydi İşte, erayduzgunsoy@gmail.com İnsandı! Eray Düzgünsoy
Türkiye’de de konserler veren efsanevi İspanyol gitarist Paco de Lucia, 66 yaşında hayata gözlerini yumdu. “Neşet Ertaş gibi, Paco da öyleydi işte... İnsandı...” diyen gitarist ve besteci Eray Düzgünsoy Paco de Lucia’nın ardından yazdı...
Uzun uzun yazılacak yazıların pek bir önemi olmuyor, böyle durumlarda maalesef. Müziğe gerçekten gönül vermiş pekçok müzisyen için yeri hep özel olan gerçek bir ustanın ardından sözler de kalakalıyor... Francisco Sanchez Gomez adı ile doğdu Paco de Lucia. ‘Flamenkoyu dünya ile buluşturan adam, diyelim en popüler haliyle. Ama o, müziği ve bu kültürün doğru algılanması için neler yapmadı ki? Flamenko müzik kültürüne has terimler ile yazıyı anlaşılmaz hale getirmek niyetinde değilim. Fakat özellikle gitaristler için bir mihenk taşı durumunda olan ‘Bulerias’ ritmindeki özgünlüğü dillere destan oldu Paco’nun... Nota ile pek arasının iyi olmadığını bilenlerde her daim ‘Bak, notasız da olabiliyormuş’ fikrini alevlendirdi durdu. Ama zaten yüreği ile yaptığı
müzikte neye ihtiyacı var ki insanın? Buna rağmen nota ile ilişkisi olan müziklerde de (J. Rodrigo - Concerto Aranjuez) kendi imzasını taşıdı. Memleketimizin ise bu büyük ustayla tanışması dolayısıyla özellikle popüler müzik alanına nasıl etki ettiğini halen görüyoruz. Kişisel olarak müziğinden ziyade insanlığı hep ilgimi çekti ustanın. Her ne kadar flamenkonun kralı olsa da tevazu yaşamının özellikle son dönemlerinde Meksika’daki köy evinde yaşamı dinlemeyi tercih etti. Nihayetinde öğreniyoruz ki bu güzel insan çocuklarıyla oynarken 66 yaşında aramızdan ayrıldı.
Haberi öğrendiğimde sevdiğim dostlarla uzun
yıllarca bir araya gelerek dinlediğimiz eserlerinin bizde bıraktığı etkilerini hatırladım. ‘Entre Dos Aguas’lı yıllarda içine yüzeysel olarak girdiğimiz günler muhtemelen pekçok gitaristin de başından geçmiştir. Bu dinlemeler sonraki dönemlerde Sabicas, Pepe Marchena, El Borico, Antonio Macado gibi isimlerle tanıştırdı. Ve tabii ki saetalarla.... Evet saetalar, yani İspanyol roman milletinin ağıtları... Sonrasında ise kulağıma çarpan Paco’nun gitarı, o ağıtların yakarışını daha
içten duyurmaya başlamıştı. Hepsi için tekrar tekrar teşekkür etmek isterdim. Fakat ustanın yaşamı dinlediği bu dönemde, kim bilebilir neler duyduğunu. O bizim için sadece gitmiş oldu. Müzik dünyasının gerçek insanlarının bizlere bıraktığı gibi pek çok müziği kulaklarımızda... Neşet gibi, Paco da öyleydi işte; insandı...
ÇALIŞIRKEN YUMURTLADIKLARIMIZ * Havroğli: Şşşt ! Fenalardayım bugün hayatta çalışamam! Sevil : Ne oldu? Havroğli : Ne demek ne oldu! Dolap tam takır kalmış, dışarı çıkmak gerekli oldu.. Duygu : Nee rektör emekli mi oldu? Ekip : ?!?! Duygu : (Panikle) Bebek mi oldu ne oldu??? * Bir Dilenci: Olum ben varya 83 kiloyum Havroğli : Lan salak! Benden 1 0 cm kısasın bide zayıfsın ben 74 kiloyum nası matematik o? Bir Dilenci: Nası mühendissin sen? Benim özkütlem büyük bizde genetik olm bu! * Sevil Umut Sevil
: Bak lan bide sevgilim olcan... Bir Dilenciye bak adam hem ümitsiz vaka hem de aşkla ilgili ne yazı yazmış. Feyz al feyz! : Ümitsiz diye yazabiliyo zaten ben niye yazayım ben seni buldum ya daha iyisini mi bulacam. Yani öyle derken daha iyisi mi var? Yani şey.. Olsada ben istemem. : Harbiden tam köşeli öküzsün yavrum sen...
* Havroğli : (Kapıdan girer girmez) Aşklarım, bebeklerim. Hepinizi öperim, kalbinizi kırarım... (Evde Umut'un annesi olduğunu görünce) Sen hariç teyzeciğim, gideyim istersen? * Selin
: Ben güzel değilim aslında siz ablamı görün birde... Ben bile laf atıyom AT gibi.
* Bir Dilenci: Olum eritmeli sıfırlamalı falan şaka niye kimse yapmıyor bizde. Dergide birde hiciv falan yapmış olurduk. Dondurma yesin lan biri yaladık bitirdik, ne dil attık, sıfırladık falan derdik. Neyse beni hiç konuşmamış kabul edin . *Havroğli : (Herkesi uyandırır) Ben çok acayip rüya gördüm kalkın lan! Mehmet : Ne gördün! Yeni yattık zaten dua et uyandırmana değsin! Havroğli : Japonca konuşuyoduk olm dergiyi yaparken herkes Japonca konuşuyodu. Umut : Eee? Ne hakkında konuşuyoduk? Havroğli : Valla bi bok anlamadım Japoncam yok normalde... Bir Dilenci: Umut sen rüyasında bile Türkçe konuşmuşundur lan. Vizyonun dar senin! Umut : Hass... lan ordan . Ben çok pis Japonca konuşmuşumdur dimi Havroğli. Havroğli : Olm rüya boyunca bir kelime ettiysen şerefsizim. Valla bi kelime bile konuşmadın... Bir Dilenci : Olm ben dedim. Bu öküz Japonca konuşsa kabus olurdu zaten adam rüya dedi...
Evdeki Şiir Büyüdü! Artık Delikanlı Çağında Artık #ŞİİRSOKAKTA Sevil YÜCE
ilk kez orada karşılaştım bir ülkenin insanlarının duvarlara şiiri taşıyacak kadar naif ve kudretli olabilecekleri gerçeğine. Her köşe başında birisi çıkıyordu karşıma:Cemal Süreyya, Nazım Hikmet, Turgut Uyar, Marquez, Ahmet Telli, Can Yücel... Her duvar daha bir başka bakıyordu bana ve her söz ısıtıyordu biraz yüreğimi. Çok duygusal yazıyorum evet çünkü çok boktan bir ruh haliyle geziyordum. Canım sıkılmış, birtakım bunalımlar geçiyordum ve bir nefes umuduyla eziyordum İstiklal'in parkelerini. Sevdiğim adama kızmıştım ve belki 1 5 gündür açmıyordum telefonunu ama bir yandan da merak ediyordum bana ulaşamamasını nasıl karşıladığını. Mutlu muydu? Olamazdı ki... Benimle görüşmediği dönemde mutlu olacak bir adamsa çok kötü hesap sorardım zaten. Mutsuz Karadeniz'in şövanisti falan değilim açık muydu, üzülüyor muydu? O güzelim gözlerine olalım ama büyüdüğüm, ilk nefes aldığım ve bakınca ışık görmeye, sevgi görmeye alışkınım tamamen aynı şartlarda yetiştiğim, kader birliği ben, orada mutsuzluk saklanıyorsa içim yaptığım insanları da pek fazla severim. Bizim kaldırmaz... Ne yapsa olmaz, içim almaz yada. yöremizde günler gri geçmez. Ya dibin desindir Sahi ne yapıyordu? Çok merak ediyordum. karamsarlığın acının, ya en uç noktasında bulursun kendini ağız dolusu bir kahkahanın. Elimde fotoğraf makinam vardı ve her köşede Bir de oturmacalarımız vardır bizim çay kokan fotoğraf çeke çeke geziyordum. Kafamdakiler ev salonlarında yada sahilin kenarlarında öbek içimdekileri, içimdekiler kafamdakileri boğmaya öbek. Pek çok şarkı çalınır orda ya kahkahanın çalışıyordu ve sevmek bu kadar acımasız birşey en uç noktasının hazzında, ya da acının en olamazdı. Sevmemek miydi bu? Sevmemek acı dibinde. Karanlık duruma daha yakın bir vermezdi galiba. Ne enterasan değil mi dönemde denk geldiğim bir şarkının sonunda sevmenin acı verip sevmemenin vermemesi. Umay Umay'ın o naif sesinde duymuştum İnsanın en yüce hissi aynı zamanda sonsuz dilime pelenk olan o cümleyi... Bir Kazım sancılar da salıyordu içine. Kaotik yada yok yok Koyuncu şarkısıydı. Siz "Kalbim Acıdı" dersiniz paradoks bu... Yahut ne haltsa o işte. adına ben "Gyuli Çkimi(Benim Gülüm)"... Artık bedenim de ciddi ciddi yorulmaya Şiir sokadan bahsederken neden böyle bir başlamıştı. Bir mekana otururdum şimdi biraz giriş yaptım muhakkak sorarsınız içten içe. çerez falan yer bi soğuk bira içerdim ve kendimi Belki de bu şiir sokakta hadisesini benim gibi yeniler birkaç tur daha atardım. Hem o arada da siz de benzetmişsinizdir bu şarkının sonundaki çektiğim fotoğraflara bakar iyi çıkmayanları o cümleyle ve çoktan anladınız. Umay Umay'ın tekrar çekmeye giderdim. Sonuçta duvarlarda o naif sesle kurduğu cümle "Bir gün yolda ünlü şair Tosun'un eserleri dışında bu kadar yürüyordum, bir şarkı duydum; Kalbim acıdı" çok şiir, bu kadar çok mizah görmek için 90 idi. sene beklemiş bu ülke, kolay değil. 90 yıl Haziran'ın ateşisin ardından düştüm yola sandıkta bakmışız şiirlerimize, büyümüşler İstanbul'da İstiklal caddesinde "gezi" delikanlı çağına gelip sokağa çıkmışlar yapıyordum . Orada "Gezi"nin hakkını nihayet. Ve bu başlı başına festivaldi işte... verenlerin birkaç mirası kalmıştı duvarlarda ve
İstiklal'in yıllardır oturduğum tek barından içeri girdim. Sahnede saçma salak bir grup müzik yapıyordu, ben müzikten uzağa bahçeye geçtim. Tuzlu leblebi ile içecek birşeyler söyleyip düşünmeye devam ettim. Ne yapıyordu şimdi? Arasam mı diye düşündükçe iç sesimi bastırmak için içimden şarkı söylüyor, kendimi muazzam bir keyifle kandırıyordum. Sonra elim makinaya gitti. Çektiğim fotoğraflara bakmaya başladım. Cemal Süreyya'yı facebook duvarlarında bir mısra paylaşıp hiç anlamayan kişiler değildi duvarlara şiiri taşıyanlar. "Şimdi sen kalkıp gidiyorsun, git! Gözlerin de durur mu onlar da gidiyorlar; gitsinler... Oysa ben senin gözlerinsiz yapamam bilirsin" Büyülenmiştim... Hemen hemen üç dört fotoğrafta bir bu şiire geri dönüyordum. Hem yüzümü güldürüyor hem içimi acıtıyordu. "Çok yersiz bir zamandı bence yada yersiz olsa neden içimi acıtsın ki... Tam da vaktiydi! Saçmalama be Sevil, bu günün tadını çıkart." İlerledikçe Turgut Uyar'ı da daha çok seviyordum sanki. Göğe Bakma Durağı çok umutlu bir şiirdi belki ve belki de biz umutlarını duvarlara yazan o nesilden değildik. Yada artık onlara dönüşmüştük Haziran 'da. Ya da bunu boşverelim şimdi
ama açık söyleyeyim bu şiir duvarda daha umutlu geldi gözüme... Fotoğrafları ileri sardıkça sarı şiirler, yeşil şiirler, mavi şiirler artıyordu duvarlarda. Hani gökkuşağı ile düşkuşağı birbirine girmişti ve ortaya çıkan bu güzelliği "Bunlardan adam olmaz" kuşağı veya "Bizim zamanımızda" kuşağı değil bizim kuşak yapmıştı.
Son fotoğraflara bu renk ve düş cümbüşü içinde gelirken birden O'nun öncelerden çekilmiş bir fotoğrafına denk geldim. "Oysa ben onun gözleri olmadan yapamazdım, bilirdi". Çok güzel bakıyordu yine alıştığım gibi. Hasretini hissettim yüreğimde aniden ve çok sancılı oldu bu. Hemen geçtim fotoğrafı ve bir şiir çıktı karşıma... "Okyanusta boğulmaz insan da gider bir kaşık sevdada boğulur". Duygu işçileri kimdi? Bu şiirleri yazan şairler mi, yoksa bunları sokaklara taşıyan o gül yüzlü çocuklar mı? Bence her ikisi de. Hatta sokaklara taşıyanlar sendikasız işçi! Ne itibarları var ne hakları ve bir kolluk kuvvetinin denk gelmesi durumunda işten atılacak o kesin! Demokrasinin kılıcı çok keskindir biliriz. İki taraflıdır, içi de keser dışı da bunu da biliriz. Ama şiirlerimiz artık sokakta, onlar en delikanlı çağında. Dokunan da yanar dokunmayan da.