2017 / Ä°LKBAHAR
81
2017 / Ä°LKBAHAR
83
Değerli meslektaşlarım, Dünyadaki ekonomik ve siyasi gelişmelere paralel olarak ülkemizde de bu alanlarda hareketli günler geçirdik. Döviz kurlarının halen yüksek seyrediyor olması ekonomiye zarar verse de, ileriki günlerde bu anlamda olumlu gelişmelerin yaşanacağını umut ediyoruz. Yaz mevsiminin yaklaşmasıyla beraber canlanacak olan turizm sektörü de ülke ekonomimize önemli katkıda bulunacaktır. Nevzat Ecza Deposu 1962 yılında kurulduğundan bu yana eczacılara en iyi şekilde hizmet vermeye çalışmaktadır. Bu yıl 55. yılımızı yaşamanın mutluluğuna başka bir mutluluk daha eklendi. Türkiye’nin güzide üniversitelerinden Gazi Üniversitesi’nin Eczacılık Fakültesi içerisine bir müze eczane yapıldı. Eczacılık tarihini yaşatmak üzere oluşturulan bu müze eczaneye Ecz. Nevzat Karpuzcu’nun adı verildi. Nevzat Ecza Deposu Kurucusu ve Yönetim Kurulu Onursal Başkanı Sayın Ecz. Nevzat Karpuzcu, 64 yıldır aktif olarak eczacılık sektörünün içinde yer almış ve eczacılığın hemen her alanında çalışmıştır. Uzun yıllardır Türk ilaç ve eczacılık sektörüne sayısız katkılar yapmakta olan Ecz. Nevzat Karpuzcu’nun isminin bu eczaneye verilmesi hem şirketimiz hem de ailemiz için gurur kaynağı olmuştur. Geçtiğimiz Mart ayında Gazi Üniversitesi Eczacılık Fakültesinin 35. kuruluş yıldönümü kutlamaları kapsamında açılışı yapılan Nevzat Karpuzcu Eczanesi müze alanında; değerli eczacılık hocalarının
bağışladığı tarihi eczacılık objeleri ve preparatlar sergilenecek, eczacılık öğrencilerinin eğitimlerine ışık tutacaktır. Kurumsal yayınımız farmaNED’in bu sayısında, dünyada en sık görülen genetik bozukluk olan “Down sendromunu” özel dosyamızda ele alıyoruz. Tüm dünyada yaklaşık 800 doğumdan birinde görülen Down sendromu; esasen tedavi edilebilir bir hastalık değil, bireyde +1 kromozom fazlalığına sebep olan bir genetik bozukluktur. Down sendromu anne karnındayken anlaşılabilir mi, belirgin özellikleri nelerdir, Down sendromlu bireylere doğumdan itibaren nasıl yaklaşılmalı, ne gibi eğitimler verilmeli, ülkemizde bu bireyler için sunulan imkanlar nelerdir vb. sorularımızı çok değerli uzmanlar yanıtlıyor. Mayıs ayı bildiğiniz gibi biz eczacılar için özel bir ay. Bilimsel eczacılığın 178. yılını kutladığımız bu ayda, eczacıların toplum sağlığındaki yeri ve öneminin daha iyi anlaşılması için ülke çapında eczacı odaları tarafından pek çok çalışma yürütülmekte. Serbest eczacılarımızın gerek ekonomik sıkıntılarının giderilmesi gerekse meslek hakkı taleplerinin karşılanması için bu çalışmaların önemi çok büyük. Ben de bu vesileyle tüm meslektaşlarımın 14 Mayıs Eczacılık Bayramını kutluyor, ülkemizde eczacılık mesleğinin hak ettiği noktaya bir an önce gelmesini temenni ediyorum. Saygılarımla, Ecz. Emin KARPUZCU Nevzat Ecza Deposu Yönetim Kurulu Başkanı
Sayı: 16 / Mayıs 2017 Yaygın süreli yayın. www.farmaned.com İmtiyaz Sahibi Nevzat Ecza Deposu Tic. ve San. A.Ş. adına Emin Karpuzcu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Harika Karpuzcu Dilik
04
09
Novo Nordisk Dr. Burak Cem
İLAÇ SANAYİ
FAKÜLTE
20
AİLE
24
İnönü Üniversitesi Eczacılık Fakültesi
Evlilik Nedir, Ne Değildir?
Down Sendromu
Yayın Yönetim Yeri Nevzat Ecza Deposu Tic. ve San. A.Ş. Oğuzlar Mah. 1370. Sok. No:7/1 Balgat / ANKARA T: (0312) 287 74 04 www.nevzatecza.com.tr farmaned@nevzatecza.com
ÖZEL DOSYA
Editör Elif Baysal Görsel Tasarım Çağrı Durtaş
38
50
Prematüre Bebekler
Büşra Ün
ÇOCUK
60
GEZİ REHBERİ
SPOR
Saint Petersburg
76 HOBİ
Örgü Oyuncaklar (Amigurumi)
Sektörden Haberler
8
Teknisyen Köşesi
56
Kadın: Çikolata Kistleri
22
Bitkilerle Sağlık: Çarkıfelek
58
Kanserle İlgili Doğru Bilinen Yanlışlar
37
Yurt Rehberi: Edirne
68
Beslenme: Hazır Gıdalar Beynimizi Ele Geçiriyor!
42
Mutfak: Trakya Mutfağı
74
Eczacım
44
Moda: Hayatınızı Renklendirmeye Tarzınızdan Başlayın
78
Herkes İçin Sağlık: Kemik Erimesi
54
Kültür Sanat
80
Yapım Ajans Branda Meksika Cad. Design Plaza No: 49 Ümitköy / ANKARA T: (0312) 236 65 00 www.ajansbranda.com info@ajansbranda.com
Baskı Başak Matbaa Ltd. Şti. Anadolu Bulvarı Meka Plaza No:5/15 Gimat - Yenimahalle ANKARA T: 0 (312) 397 16 17 www.basakmatbaa.com Baskı Tarihi: Mayıs 2017
farmaNED’de yayınlanan yazı, fotoğraf ve reklamların tüm yasal sorumluluğu sahibi olan firmalara aittir. farmaNED’de yayınlanan yazılar ve fotoğraflar hiç bir şekilde kopyalanamaz, çoğaltılamaz; izin alınmadan alıntı yapılamaz.
İLAÇ SANAYİ
Sayın Cem, uzun süredir görev yaptığınız Novo Nordisk’te kısa bir süre önce Türkiye Genel Müdürü ve Başkan Yardımcısı olarak atandınız. Bu çerçevede kısaca sizi tanıyabilir miyiz?
94 yıl önce Danimarka’da doğup bugün tüm dünyada adından söz ettiren, 77 ülkede 42 bin çalışanıyla başta diyabet olmak üzere birçok kronik hastalığa çözüm üreten dünya ilaç devlerinden Novo Nordisk Türkiye’nin Başkan Yardımcısı ve Genel Müdürü Dr. Burak Cem ile sohbet ettik.
4
1969 Ankara doğumluyum. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun olduktan sonra bir süre hekimlik yaptım. Novo Nordisk’e 2002 yılında Ürün Müdürü olarak katıldım ve 2003 yılında Diyabet Pazarlama Direktörü oldum. 2005-2009 yılları arasında Diyabet Satış Direktörü olarak görev yaptım. 2009 yılında Novo Nordisk Danimarka merkez ofis ekibine katılarak 2011 yılına kadar Global Pazarlama Direktörü görevini yürüttüm. 2011-2014 yılları arasında 66 ülkeden sorumlu Stratejik Operasyonlar Direktörü olarak çalıştım. Bu, tüm Afrika, Hindistan ve körfez ülkelerinin içinde bulunduğu neredeyse 2 kıtayı içeren bir sorumluluktu. Sonrasında bölgenin ikiye bölünmesi ile 2016 yılına kadar Stratejik Operasyonlar Direktörü olarak Novo Nordisk Körfez, Hindistan ve Mısır Bölgesi’nde görev yaptım. Ocak 2016 tarihi itibariyle Novo Nordisk Türkiye Başkan Yardımcısı ve Genel Müdürü görevini sürdürüyorum. Evli ve 3 çocuk babasıyım.
Novo Nordisk’in 90 yılı aşkın bir süre önce Danimarka’da başlayan serüveninden ve bugüne kadar dünya pazarında kat edilen yoldan bahseder misiniz? Novo Nordisk, 1923 yılından beri diyabet tedavisi için yapılan araştırmalar ve başarılarla dolu bir geçmişe sahip global bir sağlık şirketidir. 90 yılı aşkın süredir Novo Nordisk terapötik proteinler üzerine uzmanlaşarak diyabet ile ilgili birçok yeni tedavinin geliştirilmesinde öncülük etmiş, diyabetli ve nadir kanama bozukluğu olan kişiler için hayat kurtarıcı tedaviler sağlamıştır. Diyabet bugün en önemli odağımızı oluşturmaktadır ve dünya çapında yaklaşık 23 milyon kişi Novo Nordisk’in enjekte edilebilir diyabet tedavi ürünlerini kullanmaktadır. Bu tecrübe ve uzmanlık Novo Nordisk’i farklı kılmaktadır. Novo Nordisk, portföyünde bulunan yeni geliştirdiği ürünlerle 2020 yılına kadar neredeyse her yıl 2 yeni ürünü değişik terapötik alanlarda piyasaya verebilecek düzeydedir. Novo Nordisk, 42.000 çalışanı ve 77 ülkede sürdürdüğü faaliyetleriyle İskandinavya’nın en büyük şirketi ve dünyanın en büyük 15. ilaç şirketidir. İlaç pazarındaki yükselişiniz insülin preparatlarıyla oldu. Diyabet hastalığına odaklanma sebebiniz neydi? Bugün tanıdığımız Novo Nordisk’in ardında 90 yıl önceye uzanan heyecan verici bir hikâye yatmaktadır. Diyabete olan odağımız da bu hikâyeyle başladı: Nordisk Insulinlaboratorium’un hikâyesi 1922 yılı sonbaharında, August ve Marie çiftinin deniz yoluyla Amerika’ya gitmesiyle başlar. August Krogh, Kopenhag Üniversitesi'nde görev yapmakta olan ve 1920 yılında fizyoloji alanında Nobel Ödülü alan bir profesördür. Çift, August Krogh’un medikal araştırmaları konusunda bir konuşma yapması için Yale Üniversitesi araştırmacıları tarafından Amerika’ya davet edilir.
August ve Marie Krogh
Bu seyahatleri esnasında, 1921 yılında Banting ve Best adında iki Kanadalı bilim adamı tarafından keşfedilen bir hormon olan ve insülin adı verilen bir ilaçla diyabet hastalarının tedavi olduklarını duyarlar. Marie Krogh özellikle bu tedavi ile yakından ilgilenir. Kendisi de bir hekim olan Marie, 1914 yılında hekimlik alanında doktorasını alan dördüncü Danimarkalı kadın olmuştur. Kendi alanında araştırmalar yapan Marie’nin takip ettiği birkaç Tip 1 diyabetli hastası da vardır. Aynı zamanda Marie Krogh’un kendisi de Tip 2 diyabet hastasıdır. Marie, kocasını ikna ederek hayat kurtaran insülinin üretildiği Toronto Üniversitesi ile temasa geçmesini sağlar. Amerika seyahati esansında, August Krogh Toronto Üniversitesi başhekimi olan Profesör Macleod’a bir mektup yazar. Mektubuna hızlıca yanıt gelir ve birkaç görüşmenin ardından 1922 yılının Aralık ayında Marie ve August çifti hayati önem taşıyan insülini İskandinavya’da üretmek ve satmak için gerekli izinleri alarak Kopenhag’a dönerler. August Krogh, Danimarkalı hekim Hans Christian Hagedorn ve finansal destek aldığı Danimarkalı eczacı August Kongsted ile birlikte Nordisk Insulinlaboratorium’u kurar. Böylece, hayat kurtaran insülin İskandinavya’da üretilmeye başlanır. 1923 yılında kurulan Nordisk Insulinlaboratorium’u 1925 yılında kurulan Novo Terapeutisk Laboratorium firması izler ve bu iki küçük Danimarka firması Kanadalı bilim adamları tarafından yeni keşfedilen, devrim niteliğindeki insülin ilacını üretmeye başlarlar. İlk faaliyete geçtikleri günden itibaren Nordisk Insulinlaboratorium ve Novo Terapeutisk Laboratorium firmalarının her ikisi de diyabetlilerin yararlanacağı ürünler geliştirmeye odaklanırlar. Kendi aralarında yoğun rekabet içerisinde olan bu iki firma zamanla alanlarının en iyi firmaları olur. Sonunda bu iki firma, 1989 yılında birleşme kararı alarak diyabet, hemofili, büyüme hormonu ve hormon replasman tedavisi alanlarında lider pozisyona sahip olan ve süratle büyümeye devam eden Novo Nordisk’i oluştururlar. Yıllar boyu süren bu yolculukla edinilen deneyimler ile Novo Nordisk bugün hem dünyada hem de Türkiye’de diyabet alanında lider firmadır.
2017 / İLKBAHAR
5
İLAÇ SANAYİ
Global pazardaki yapılanmanızdan bahseder misiniz? Bu yapı içinde Türkiye’nin rolü ve önemi nedir?
Türkiye pazarına giriş hikâyenizden ve bugün geldiğiniz noktadan bahseder misiniz?
Novo Nordisk çalışanlarının %20’si Araştırma ve Geliştirme alanında görev yapmakta olup %32’si üretim, %36’sı satış ve pazarlama ve %12’si de yönetimsel işlerde çalışmaktadır. Novo Nordisk Türkiye; Yakın Doğu, Rusya ve Bağımsız Devletler Topluluğu’ndan oluşan 22 ülkenin yer aldığı geniş bir coğrafi bölge içerisinde faaliyet göstermektedir. Türkiye, artan nüfusu ve diyabet sıklığı nedeniyle diyabetle yoğun mücadele eden ülkelerin başında yer almaktadır. Her 100 kişiden 14’ünün diyabetli olduğu Türkiye, Avrupa’da en yüksek diyabet görülme sıklığına sahip ülkedir. 7 milyon diyabet hastasının olduğu öngörülen ülkemizde son 10 yılda diyabet hastalığı görülme sıklığı iki kat artmıştır. Stratejik konumu ve diyabetle mücadelede örnek girişimleri ile Türkiye, firmamız için bölge üssü konumundadır. Yakın Doğu, Rusya ve Bağımsız Devletler Topluluğu’ndan oluşan 22 ülkenin operasyonları, İstanbul’da bulunan bölge ofisimizden yönetilmektedir.
Nordisk insülinleri Türkiye’ye ilk kez 1974 yılında gelmiştir. O dönem yerel bir firma tarafından yürütülen ithalat ve dağıtım faaliyetleri, iki Danimarkalı şirket birleştikten sonra 1995 yılında Novo Nordisk Sağlık Ürünleri olarak devam etmiştir.
İnsülin dışında portföyünüzde başka hangi ürünler bulunuyor? Diyabet tedavisinde insülinin yeri ve önemi oldukça fazladır. Ancak son dönemdeki gelişmeleri bir tek insülinle sınırlamamak gerekir. Diyabetin tedavisinde son dönemde insülin dışı tedaviler keşfedilmiştir. Novo Nordisk’in geliştirip pazara sunduğu GLP-1 analoğu bunlardan bir tanesidir. Yine son dönemlerde Novo Nordisk’in geliştirdiği tedavi ile obezite hastalarının tedavisi için önemli adımlar atılmıştır. Tüm bunlara ek olarak Novo Nordisk; hemofili tedavisi, büyüme hormonu tedavisi ve hormon replasman tedavisi konularında da öncüdür.
6
İstanbul ve Ankara olmak üzere iki ofiste yaklaşık 300 çalışanımızla faaliyet göstermekteyiz. Diyabet bugün en önemli odağımızı oluşturuyor. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de diyabet alanında lider firmayız. İnsülin portföyümüz ile Türkiye’de yaklaşık 650.000 hastaya hizmet sunuyoruz. Diyabet dışında, büyüme hormonu eksikliği tedavisi, hemofili, hormon replasman tedavisi alanlarında da öncü firma olarak çalışmalarımızı sürdürmekteyiz. Türkiye pazarında gelecekteki hedefleriniz nelerdir? Novo Nordisk olarak en büyük amacımız; diyabetin erken tanısı konusunda hasta ve hekimleri bilgilendirerek daha fazla hastanın tedaviye erişimini sağlamaktır. Diyabet önlenebilir ve tedavi edilebilir bir hastalıktır. Diyabetin erken evrede tedavi edilmesi, sonrasında oluşabilecek komplikasyonların önüne geçilebilmesi için önemlidir. Bizim temel görevimiz, daha fazla hastaya ulaşarak, kullanımı kolay ve hasta uyumu yüksek tedavilere erişimlerini sağlamaktır. Türkiye’de geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi klinik çalışmalara destek vermeye ve Ar-Ge’ye katkıda bulunmaya devam edeceğiz.
Novo Nordisk’in “Temel Üçgen” prensibinden bahseder misiniz? Novo Nordisk, “Temel Üçgen” prensibi ile yönetilmektedir. Bu, yaptığımız işi finansal, sosyal ve çevresel sorumluluk bilinci ile yönettiğimiz anlamına gelmektedir. Şirket içerisindeki kararların alınmasında Temel Üçgen prensibi bir mercek görevi görmektedir. Stratejik olarak şirketin sürdürülebilirliğine olan adanmışlığımız, paydaşların bağlılığı ve yüksek kalitede hizmetlerimiz sayesinde Novo Nordisk, Corporate Knight’ın dünyanın sürdürülebilir en iyi 100 firmasını seçtiği Global 100 listesinde, farmakoloji ve biyoteknoloji endüstri grubunda en üst sıralarda yer almaktadır. Her sektörde olduğu gibi ilaç sektöründe de geçmişten geleceğe hızlı bir değişim söz konusu. Uzun süredir sektörde olan birisi olarak siz bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz? Ülkemizde sağlık politikaları oldukça gelişti. Son yıllarda hastaların hekime erişimleri kolaylaştı ve alınan hizmet kalitesi de arttı. Diyabet tedavisi özelinde bakıldığında, hastalar mevcut ilaçlarına kolaylıkla erişebilmekteler. Ancak ne var ki ülkemizde yeni ilaçların piyasaya verilmesinde bir yavaşlama oldu. Ruhsat sürelerinin uzunluğu, fiyatlandırma ve geri ödeme süreçleri yeni ilaçların ülkemize getirilmesinde gecikmelere neden oldu. İlerleyen süreçte karşılıklı anlayış ve işbirliği sonucu bu sorunların giderilmesiyle ilaç sektörü için çok daha sürdürülebilir bir ortam olacağını düşünüyorum. Tüm dünyada ve ülkemizde yaşam süreleri uzadı. Bu da beraberinde kronik hastalıklarda artışa neden oldu. Özellikle kronik hastaların tedavisinin ilaç sektörü açısından daha da önem kazanacağını ve bu alanda yatırımların artacağını düşünüyorum. İleri teknoloji kullanılarak geliştirilen ve hastaların yaşam kalitesini artırmayı hedefleyen ‘akıllı moleküller’ sektörün gelişimine katkı sağlayacak.
İlaç sanayinin olmazsa olmazlarından biri de Ar-Ge. Sizin Ar-Ge’ye yönelik yatırımlarınız nelerdir? Global olarak değerlendirildiğinde, Novo Nordisk dünyanın en büyük farmasötik Ar-Ge yatırımcı firmaları arasında ilk 15’de yer almaktadır. Dünya genelinde Novo Nordisk bünyesinde ArGe’de yaklaşık 7000 kişi çalışmaktadır. 50’den fazla ülkede klinik araştırma yapılmaktadır. 2016 yılında Novo Nordisk kazancının %13’ünü Ar-Ge’ye ayırmış, dünyada 125 klinik çalışma yaklaşık 5100 merkezde ve 25.300 gönüllünün katılımı ile gerçekleştirilmiştir. Verilen sayılara sadece diyabet, hemofili ve büyüme hormonu eksikliği alanlarında faaliyet gösteren bir firma için baktığımızı düşününce, firmanın Ar-Ge’ye verdiği önem daha da ön plana çıkıyor. Novo Nordisk, diyabet ve diğer ciddi kronik hastalıkların tedavisi için yıllardır araştırma ve geliştirme yapmakta ve Türkiye de bu araştırmalarda önemli bir rol üstlenmektedir. Toplam yürütülen klinik çalışma sayısı olarak değerlendirildiğinde Novo Nordisk, Türkiye’de ilk beş ilaç firması arasında yer almaktadır. Novo Nordisk sadece klinik çalışmaya verdiği önemle değil, ArGe işbirliklerine verdiği önemle de ayrışmaktadır. Bunun önemli bir göstergesi olarak Novo Nordisk ve Kocaeli Üniversitesi diyabetle mücadele konusunda güçlerini birleştirmek üzere bir anlaşma imzaladı. 3 yıl boyunca devam eden bu işbirliği sürecinde; diyabet farkındalığını artırmak için toplumsal projeler oluşturmak, inovatif tüm araştırmalara destek sağlamak, ülkemizde diyabet ile ilgili bilimsel ve sosyal ihtiyaçlara yönelik çözümler bulmak ve hastaların bakım kalitesini artıracak ortak çalışmalar yürütmek şeklinde birçok faaliyet gerçekleştirildi. Son olarak, bu yoğun iş temposu özel hayatınızı nasıl etkiliyor? İş ve aile dengesini nasıl kuruyorsunuz? Novo Nordisk’te çalışırken farklı görevlerde bulundum ve neredeyse her 2 yılda bir pozisyon değiştirdim. Her değişim sonrası iş ve ev hayatı dengesi 3-6 ay bozuldu ama sonunda dengeyi bulmayı hep başardım.
2017 / İLKBAHAR
7
2017 / Ä°LKBAHAR
9
Prof. Dr. Yılmaz Çiğremiş İnönü Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı
Lisans: İnönü Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü - 1994 Yüksek Lisans: İnönü Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Biyoloji Ana Bilim Dalı - 1997 Doktora: İnönü Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Biyoloji Ana Bilim Dalı - 2003 Yardımcı Doçent: Kafkas Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Moleküler Biyoloji Ana Bilim Dalı - 2004 Doçent: İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Temel Tıp Bilimleri Bölümü Tıbbi Biyoloji ve Genetik Ana Bilim Dalı - 2010 Profesör: İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Temel Tıp Bilimleri Bölümü Tıbbi Biyoloji ve Genetik Ana Bilim Dalı – 2015
Sayın Çiğremiş, sizi biraz tanıyabilir miyiz? 1972 yılında Kayseri’de doğdum. İlk, orta ve lise öğrenimimi Kayseri’de tamamladım. 1990 yılında İnönü Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümünü kazandım. Aynı bölümden 1994 yılında mezun olduktan sonra Kafkas Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümünde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladım. Kafkas Üniversitesi adına, İnönü Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Biyoloji Bölümünde yüksek lisans ve doktora eğitimimi tamamladım. 2004 yılında Kafkas Üniversitesi Biyoloji Bölümü Moleküler Biyoloji Ana Bilim Dalına yardımcı doçent doktor olarak atandım. 2009 yılında İnönü Üniversitesine döndüm. 2010 yılında Tıbbi Biyoloji alanında doçent oldum. 2015 yılında profesörlüğe atandım. 2016 yılı Ağustos ayından beri de İnönü Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı olarak görev yapmaktayım. Araştırma konularım hastalıkların moleküler temeli, gen ifadeleri, serbest radikaller üzerinedir.
10
İnönü Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Anadolu’daki eczacılık fakülteleri arasında yaklaşık 15 yıllık geçmişiyle öne çıkan bir eğitim yuvası. Fakültenizin akademik olanaklarından bahseder misiniz? Öğrencileri nasıl bir altyapı ile karşılıyorsunuz? Fakültemiz; açıldığı günden bu yana akademik personel eksikliğimizin tamamlanması için çeşitli üniversitelerle bilimsel iş birlikleri kurarak (İstanbul, Hacettepe, Gazi, Marmara ve Ankara Üniversiteleri gibi) fakültemizin lisans düzeyinde ders ve altyapısını geliştirmeye çalışmıştır. Bu konuda destek almış olduğumuz üniversitelerimizin hepsinin çok kıymetli yönetici ve öğretim üyelerine teşekkürü bir borç biliriz. Hâlen fakültemizde 2 profesör, 5 doçent, 8 yardımcı doçent, 1 öğretim görevlisi, 7 araştırma görevlisi, 1 uzman, 3 teknisyen görev yapmaktadır. Fakültemizde 21 farklı araştırma laboratuvarı ve 2 merkezi araştırma laboratuvarımız bulunmaktadır. Ayrıca öğrencilerimize yönelik 6 laboratuvarımız mevcut olup bu laboratuvarlarda analitik kimya, biyokimya, botanik, farmakognozi, farma-
sötik toksikoloji, farmasötik kimya, farmasötik teknoloji, mikrobiyoloji derslerinin pratik uygulamaları gerçekleştirilmektedir. Bunların yanı sıra herbaryum ve tablet basım ve kontrol laboratuvarlarımız bulunmakta olup bu laboratuvarlarımız da öğrencilerimizin eğitimine katkı sağlamaktadır. Fakültemizde her biri yaklaşık 80 öğrenci kapasiteli 5 derslik, 150 öğrenci kapasiteli 2 amfi ve yaklaşık 250 kişi kapasiteli bir konferans salonumuz da mevcuttur. Şu anda bütün mevcut ana bilim dallarımızda en az bir öğretim elemanımız bulunmaktadır. Fakültemizde; eczane eczacılığı, endüstriyel eczacılık, ilaçta Ar-Ge, hastane eczacılığı ve klinik eczacılık eğitimleri konusunda altyapı kurulmuş olup, yeni projelerle de hâlâ geliştirilmektedir. Bunun yanı sıra Gazi ve Ankara Üniversiteleri ile ortak lisansüstü programlar yürütülmektedir. Fakültemizin Temel Eczacılık Bilimleri Bölümü kapsamında da doktora programımız mevcuttur. Fakültemiz; ilacın sentez, üretim, kalite-kontrol, formülasyon geliştirme, hastaya ulaştırılması, hasta eğitimi ve ilaç izlemi safhaları ile ilgili bütün teknik ve laboratuvar altyapılarına sahiptir. Öğrencilerimiz fakültemizden sadece eczane eczacılığı alanında değil, aynı zamanda ülkemiz için de stratejik öneme sahip ilaç Ar-Ge'sinin bütün basamaklarında görev alacak donanıma sahip olarak mezun olmaktadırlar. Fakültemizden mezun olan öğrencilerimiz bu bilgi birikiminin vermiş olduğu özgüvenle sektörde çok kolaylıkla yer bulabilme şansına sahiptirler. Örnek vermek gerekirse, fakülte mezunlarımızdan bazıları çok uluslu ilaç firmalarında kendilerine önemli pozisyonlarda iş bulmuşlardır. Ayrıca fakültemizde eczacılıkta uzmanlık eğitimi ile ilgili hazırlıklara devam edilmektedir. Hâlen 5 öğretim üyemiz, her iki uzmanlık alanı için (klinik eczacılık ve fitofarmasi) eğitici onayını almış bulunmaktadır. İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi ile eczacılıkta uzmanlık eğitimi konusunda iş birliği sağlanmıştır.
Öğrencilerimiz sadece eczane eczacılığı alanında değil, ilaç Ar-Ge'sinin bütün basamaklarında görev alacak donanıma sahip olarak mezun olmaktadırlar. Öğrencilerinizin kariyer gelişimi açısından ne gibi çalışmalar yürütüyorsunuz? Öğrencilerimizi, farklı sektörlerden iş hayatında çarpıcı başarı öyküsü olan gerek akademisyen gerekse iş dünyasının değerli kişileriyle buluşturarak ufuklarını açıyoruz. Bu bağlamda "Kariyer Günleri" adı altında seminerler dizisi düzenliyoruz. Öğrencilerimizin Ar-Ge faaliyetlerini ve ilaç üretim merkezlerini yerinde görmeleri için teknik geziler gerçekleştiriyoruz. Öğrenci stajı kapsamında İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi, Malatya Eczacı Odası, Malatya Sosyal Güvenlik Kurumu ve ilaç firmaları ile iş birliği içerisinde çalışmaktayız. Kendilerine bizlere verdikleri destek için de ayrıca teşekkür ediyoruz.
11
Sosyal açıdan öğrencilerinizi nasıl bir kampüs hayatı bekliyor? Yeni fakülte binanızdan söz eder misiniz? İnönü Üniversitesi yerleşkemiz kendini yeşil alanlarıyla göstermektedir. Yerleşkemiz öğrencilerimizin hoşça zaman geçirebileceği birçok imkâna da sahiptir. Öğrencilerimiz yerleşkeden çıkmadan gün boyu tüm ihtiyaçlarını karşılayabilmektedirler. Üniversite yerleşkemiz öğrencilerimizin etkin sportif faaliyet yapabilecekleri oldukça geniş imkânlara sahiptir. Örneğin; 2 adet kapalı spor salonu, 1 adet sağlıklı yaşam merkezi, 1 adet jimnastik salonu, 1 adet kapalı tenis sahası, 1 adet kapalı yarı olimpik yüzme havuzu, 2 adet kapalı halı saha olmak üzere toplamda yaklaşık 12.000 m2 kapalı spor tesisimiz mevcuttur. Ayrıca açık spor alanları olarak; 2 adet basketbol sahası, 7 adet tenis sahası, 1 çim futbol sahası, 2 futbol halı sahası, 1 plaj voleybolu sahası, 1 yüzme havuzu olmak üzere yaklaşık 20.000 m2 açık spor tesisleri bulunmaktadır. Bununla birlikte Sağlık, Kültür, Spor Dairesine bağlı 80 adet öğrenci kulübü mevcut olup, bu kulüplerden bir tanesi de fakültemiz öğrencileri
12
tarafından kurulmuştur (İlaç Topluluğu). Ayrıca ilerleyen zamanlarda yerleşke içerisinde sağlıklı yaşam ve çevre bilincinin de farkındalığını yaratmak amacıyla bütün personel ve öğrencilerimizin bisikletle ulaşımlarını sağlayabilecekleri bisiklet yolları açılacaktır. Yeni fakülte binamıza 2015 yılı Temmuz ayında taşındık. Yeni binamız; başta öğrencilerimizin güvenli bir şekilde eğitim-öğretim yapabilecekleri, sosyal imkânlardan en yüksek şekilde yararlanabilecekleri ve aynı zamanda akademik ihtiyaçlara cevap verebilecek bir planda yapıldı. Binamızın tasarımında iş güvenliği ile ilgili en yüksek tedbirler alındı. Özellikle olası laboratuvar kazaları ve bina ile ilgili bütün güvenlik önlemlerine dikkat edildi. Örneğin iş kazaları ile ilgili olarak, bütün bina içerisinde acil müdahale sistemleri ve her laboratuvar içerisinde iş kazalarında acil müdahalede bulunabilecek ekip ve ekipmanlar mevcuttur. Ayrıca bina içerisinde öğrencilerimizin dinlenebilecekleri yaklaşık 100 kişi kapasiteli bir dinlenme salonu, satranç odası, bir okuma salonu, bir kütüphane ve bir de konferans salonu yer almaktadır.
Son yıllarda ülkemizde sayısı hızla artan eczacılık fakülteleri arasından sizi ayrıştıran özellikleriniz nelerdir? En büyük avantajımız; sağlık alanında ülkemizde oldukça önemli bir yere sahip olan ve köklü bir geçmişi bulunan üniversitemiz ve bizi her alanda destekleyen üniversite yönetimimizdir. Yine fakültemizin bilimsel araştırma altyapısı ve imkânlarının oldukça iyi olması diğer özelliklerimiz arasındadır. Her ana bilim dalımızda en az bir öğretim üyesi bulunması, lisans düzeyinde hâlihazırda dışarıdan bir destek alınmaması, lisans pratik altyapımızın güncel müfredata uygun ve eksiksiz olması, araştırma altyapımızın üniversitemizden ve diğer kurumlardan aldığımız proje destekleri ile her gün yenileniyor ve gelişiyor olması fakültemizin tercih edilmesinde diğer önemli etkenler olarak göze çarpmaktadır. Fakültemiz kurulduğu günden beri klinik eczacılık eğitimine önem veren bir fakülte olmuştur. Önceleri Hacettepe Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi tarafından verilen klinik eczacılık eğitimiyle ilgili dersler, son yıllarda fakültemiz sorumluluğunda yürütülebilmektedir. Fakültemiz öğrencileri; Doğu Anadolu Bölgesi’nin en gelişmiş hastanesi olan İnönü Üniversitesi Turgut Özal Tıp Merkezi’nde pediatri, gastroenteroloji, nefroloji, endokrinoloji servislerinde lisans eğitimi uygulamaları yapmakta, öğrencilerin gerçek bir hasta ile muhatap olması ve hasta eğitimi sorumluluğunu üstlenmesi sağlanmaktadır. Ayrıca "Klinik Eczacılık Ana Bilim Dalı Yaz Stajı" adı altında bu servislere ilave olarak kardiyoloji ve iç hastalıkları ile de iş birliği yapılmakta, stajyer öğrencilerimizin bir ay boyunca aynı serviste tam zamanlı görev alması sağlanmakta ve öğrenciler kendilerini servisin bir parçası olarak hissetmektedirler. Turgut Özal Tıp Merkezi ile Eczacılıkta Uzmanlık Eğitimi için protokol imza aşamasına gelinmiştir. Yakın gelecekte Eczacılıkta Uzmanlık Eğitimi fakültemizde verilebilecektir. Uzmanlık öğrencileri çekirdek eğitim müfredatına uygun olarak 9 farklı klinikte rotasyon yapacaklardır. Bunların yanı sıra, Malatya ilimizin birçok endemik bitki türüne sahip olması fakültemizi ayrı bir cazibe merkezi yapmaktadır. Tıbbi ve Aromatik Bitki Bahçemiz eczacılık fakülteleri arasında bir ilk olup, eğitim-öğretim için fakültemize gelen öğrencilerimizden bu alana ilgi duyanlara ilerleyen zamanlarda yapacakları araştırmalar için geniş imkânlar sağlamaktadır.
Fakültemiz kurulduğu günden beri klinik eczacılık eğitimine önem veren bir fakülte olmuştur.
2017 / İLKBAHAR
13
Birçok fakültede rastlamadığımız Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Bahçesi hangi amaçla kuruldu ve hayata geçmesi sürecinde neler yaşandı? Bahçemizin kuruluş amaçları arasında; bilimsel araştırmalar, lisansüstü tezler ve araştırma projeleri için materyal sağlanması, etkisi bilinen ve ilaç olarak kullanılan etken maddelerin elde edilmesi, fitoterapide kullanılacak drogların sağlanması, tıbbi bitkilerin araştırılması, üretilmesi, tanıtılması, bitki çeşitliliğinin korunup geliştirilmesine katkıda bulunulması, tıbbi bitkilerin kültür altına alınmasının özendirilmesi, tıbbi bitkilerin etkin ve güvenli kullanımlarının teşvik edilmesi sayılabilir. 20 dönümlük bir alan üzerinde yer alan bahçemizde 100 civarında otsu, 20 kadar da odunsu bitki türü bulunmaktadır. Otsu bitkilerin tamamı tohumların tarafımızdan çimlendirilmesi ile elde edilmiştir. Tohumlar ise ülkemizde bulunan bazı tıbbi ve aromatik bitki bahçeleri ile botanik bahçelerinden temin edilmiştir. Bahçemizde biri üretim, diğeri tropikal olmak üzere iki adet sera bulunmaktadır. Bitkiler bahçemizde; antienflamatuar, dermatolojik, gastrointestinal,
14
immün, kardiyovasküler, respiratuar, sinir ve ürogenital sistemler üzerindeki farmakolojik etkilerine göre sınıflandırılarak yetiştirilmektedirler. Ayrıca bahçemiz; üniversitemiz bünyesinde kurulmuş olan Geleneksel Halk İlaçları Araştırma Merkezi’nin faaliyetleri için materyal sağlayan bir birim olarak da görev yapmaktadır. Yeni kurulan birçok fakültenin en büyük sorunu kadro eksikleri. Sizce bu durumun önüne nasıl geçilebilir? Öğretim üyelerinin fakülteleri tercih etmeleri arasındaki sebeplere bakıldığında; üniversitelerin bilimsel politikaları, bilimsel bakış açıları, bilimsel ve fiziksel altyapıları ve sunacakları sosyal imkânlar olarak sıralanabilir. Bir üniversite bu alanlarda ne kadar çok imkân sunar ise öğretim üyelerinin o üniversiteleri tercih etmelerinde pozitif bir etki yaratacağı kesindir. Liyakat ve takdire önem verilmesi de diğer önemli sebepler arasındadır. İbn-i Sina’nın dediği gibi “Bilim ve sanat takdir edilmediği yerden göç eder.” Bu açılardan bakıldığında İnönü Üniversitesi kıymetli bilim insanlarımıza bunları fazlası ile sunan bir potansiyele sahiptir. Fakültemizin önümüzdeki yıllarda alanında başarılı birçok öğretim üyesine kavuşacağını ümit etmekteyiz. Bu noktada emeği geçen ve geçmekte olan bütün yöneticilerimize teşekkür ederiz. Genç, dinamik ve bilimsel altyapısı oldukça kuvvetli olan eczacılık fakültemizi, alanında başarılı bilim insanlarımızın tercih etmeleri için bekliyoruz.
Eczacılık mesleği birçok iş koluna doğru genişledi. Bu bakımdan mesleğin geleceğini siz nasıl görüyorsunuz?
Son olarak eczacılık mesleğini tercih edecek öğrencilere neler tavsiye edersiniz?
Sağlık politikalarındaki değişimler ve eczane açmayla ilgili yapılan yeni düzenlemeler sonucunda, eczacılık fakültesi mezunları artık eczane eczacılığı dışındaki eczacılık alanlarını da değerlendirmeye başlamışlardır. Şu an 4. sınıfta olan öğrencilerimiz mezun olduktan sonra eczane açmayla ilgili yeni getirilen sınırlamalara tabi olduklarından, kendilerinin farklı alanlara olan taleplerinin yıldan yıla artacağını düşünmekteyim. Mesleğin genişleyeceği alanları önceden kestirip stratejik planlarını ve yapılanmalarını buna göre düzenleyen fakültelerin mezunları ön plana çıkacaktır. Biz de fakülte olarak yaptığımız her düzenlemede bu durumu göz önüne alarak çalışıyoruz. Görünen o ki yakın gelecekte eczane eczacılığı iş alanı olarak nispeten daralacak, diğer eczacılık alanlarındaki istihdam artacaktır.
Öğrencilerimiz öncelikle aldıkları eczacılık eğitiminin sadece eczane eczacılığından ibaret olmadığını, aynı zamanda birçok bilim alanını da kapsadığını bilerek, eğitimini aldıkları her alanda görev yapabilecekleri bilinciyle hareket etmeliler. Sağlık sektöründe önemli bir yeri olan eczacılık mesleğini icra edecek meslek adaylarının daha şefkatli, empati gücü yüksek, dürüst, sorumluluk ve vicdan sahibi olmaları oldukça önem taşımaktadır. Bilimsel gelişmelerin sürekli devam ettiği eczacılık mesleği tercih edilirken unutulmaması gereken; ömür boyu meslek içi eğitimlerin devam edeceği ve eczacının bilimsel bilgilerini daima güncel tutması gerektiğidir. Bu nedenle, eczacılıkla ilgili dünyadaki bilimsel gelişmelerin takip edilebilmesi için yabancı dil bilgisinin de geliştirilmesi gerekmektedir.
2017 / İLKBAHAR
15
Harun Uslu Farmasötik Kimya Ana Bilim Dalı Araştırma Görevlisi En Sevdiği Ders: Farmasötik Kimya En Etkilendiği Hoca: Prof. Dr. Kadriye Benkli
kampüs yapısı ve güzelliği, Malatya'nın yaşam kolaylığı beni cezbeden diğer konular olarak sıralanabilir. Akademisyen olmaya nasıl karar verdiniz? Eczacılık mesleğinin kamu eczacılığı, eczane eczacılığı, akademisyenlik gibi birçok çalışma alanı var ve bu çalışma alanlarının her birinin ayrı ayrı güzellikleri var. Hangisini yapacak olursam olayım yapım gereği hepsinde de aktif rol almaya çalışacaktım, ben de sürekli daha aktif çalışma ve kendini geliştirme gerektiren akademisyenliği tercih ettim. Sizce ideal bir eczacı nasıl olmalıdır? Eczacılığı hangi alanda icra ediyorsak edelim, bir eczacı için en önemli parametre insan sağlığıdır. Bunun gereklerini yerine getirebilmek için de bir eczacının teorik ve pratik açıdan yeterli bilgi birikimine sahip olması, kendini geliştirmiş olması ve daha fazla geliştirmeye açık olması gerekir. Eczacılığın bugün geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eczacılığı hangi alanda icra ediyorsak edelim, bir eczacı için en önemli parametre insan sağlığıdır. Eczacı olmaya nasıl karar verdiniz? Her ne kadar ailem tıp fakültesini kazanmamı istese de üniversite sınavlarına hazırlık yıllarımda hep eczacı olmayı hayal etmiştim. Aldığım puan o yıllarda tıp fakültesi için yetersiz kalınca tercih sıralaması yaparken asıl hayalim olan eczacılık fakültelerini üst sıralara yerleştirdim. Hasta odaklı bir mesleğin içinde olmaktan, bir sağlıkçı olmaktan, bir eczacı olmaktan son derece mutluyum. İnönü Üniversitesi Eczacılık Fakültesini tercih etme sebebiniz nedir? Hayalim olan eczacılık fakültelerini tercih sıralamasında ilk sıralara yerleştirdim ve bu eczacılık fakülteleri içerisinde ilk tercihim İnönü Üniversitesi Eczacılık Fakültesi oldu. Ortak program gereği derslerin birçoğunun Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi ile beraber yürütülüyor olması, o dönemde ailemden uzak kalmama gerek kalmadan lisans eğitimimi tamamlayabileceğim anlamına geliyordu ve hayatıma bu şekilde yön verdim. Üniversite ve fakültenin imkânları,
16
Eczacılık mesleğinin yeryüzündeki en köklü, en eski mesleklerden biri oluşu, mesleğimizi sağlam bir temele oturtmuş, gelişimini de bu sağlam temel üzerinden inşa etmiştir. Son yıllarda artan eczacılık fakültesi sayısıyla beraber fakültelerin başarı ve kalite oranlarında azalma yaşansa da mesleğimizin sağlam temelleri sarsılmamıştır. Teknolojide, fakülte veya üniversitelerin imkânlarında, bilgiye erişimde vb. kolaylık ve gelişmeler akademisyenleri, eczacıları ve öğrencileri daha da bilinçli hale getirmiştir. Artık tüm eczacılar, maddi getirileriyle hayatın geri kalanında rahat edilecek bir meslek olarak tercih edilen bir alan olmaktan çıktığının bilincindedir. Bu bölümü tercih etmek isteyen öğrencilere neler tavsiye edersiniz? Her meslekte olması gerektiği gibi bu bölümü tercih edecek öğrencilerin de eczacılık mesleğini seviyor olması gerekir. Öğrencilere, bölümü tercih etmeden mevcut fakültelerin ders programlarını incelemelerini tavsiye ediyorum. Derslerin birçoğunun laboratuvarda gerçekleştirildiğini göreceklerdir, böylelikle kendilerine uygun olup olmadığına karar vermek daha kolay olacaktır. Eczacılık mesleği; kendini geliştirmeye açık, el becerisi ve pratiğini geliştirmeye yatkın, laboratuvar ortamında vakit geçirmeyi seven ve mesleği daha ileriye taşıyarak mesleğine katkıda bulunabilecek öğrencilere ihtiyaç duymaktadır.
Aybüke Başer Eczacılık Fakültesi - 3. sınıf öğrencisi En Sevdiği Ders: Farmasötik Teknoloji Laboratuvarı En Etkilendiği Hocalar: Doç. Dr. Arzu Karakurt ve Prof. Dr. Göknur Aktay
laboratuvarlarımızda bireysel olarak pratiğe dökerek eczacılığı mutfağında öğrenme imkânı buluyoruz. Ayrıca ortaöğretim dönemimde İnönü Üniversitesi Devlet Konservatuvarında yarı zamanlı keman eğitimi almış ve şu anda da hocamla piyano eğitimine başlayacak olmam da tercihimi etkiledi. Mezuniyet sonrası kariyer planınızdan bahseder misiniz? Bunun için henüz karar veremedim çünkü mesleğimizde çalışma alanı açısından seçeneğimiz oldukça fazla. Sorumluluklarının bilincinde olarak yetiştirildiğimden ötürü mesleki sorumluluklarımın da gerekliliklerini aynı şekilde yerine getirmek öncelikli hedefim. Her zaman bir basamak daha ileri gidilmesi gerekiyor ve bunun ilk basamağını akademisyenliğin oluşturduğunu düşünüyorum. Sizce ideal bir eczacı nasıl olmalıdır?
Bana göre eczacılık insanlığa hizmet eden kutsal bir meslek.
Eczacı hangi alanda çalışıyor olursa olsun öncelikle dikkati ve sabrı yüksek, yeterli mesleki birikime sahip bir kişi olmalı. Bununla sınırlı kalmayıp kendini her konuda yetiştirebilmeli. Mesela eczane eczacısı başta hoşgörülü ve samimi bir yaklaşıma sahip olmakla birlikte hasta ve personel ilişkisini sağlam kurabilmeli. Bunun dışında ilaç sanayisi ve laboratuvarlar gibi diğer çalışma alanlarında görev alıyorsa analiz gücü yüksek olmalı. Akademik anlamda ise her türlü yeniliğe açık ve araştırmacı bir ruha sahip olmalı. Eczacılığın bugün geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz ?
Eczacı olmaya nasıl karar verdiniz? Eczacılıktan önce ilgi ve yeteneklerime en uygun meslek olarak mimarlığı düşünüyordum. Ancak tercih zamanı eczacılığı daha geniş çaplı araştırdığımda çalışma ortamları, hedeflerim ve geleceğim açısından bu bölümün bana daha uygun olduğuna karar verdim. Bana göre eczacılık insanlığa hizmet eden kutsal bir meslek. Bunun da tercihlerimde önemi büyük. Bu bölümü seçtiğim için mutluyum. İnönü Üniversitesi Eczacılık Fakültesini tercih etme sebebiniz nedir? Eczacılık eğitimime ilk olarak Erciyes Üniversitesi'nde başladım. Sonrasında ailemin Malatya'da yaşamasının derslerime katacağı avantajı düşünerek İnönü Üniversitesi Eczacılık Fakültesini araştırdım. Güçlü bir akademik kadro, ihtiyaçlarımızı tam olarak karşılayan yeni bir bina bununla beraber laboratuvarların, cihaz ve ekipmanların yeterli sayıda ve yeni bir donanıma sahip olduğunu gördüm. Benim için önemli olan yalnızca teorik dersler değildi. Eczacılık mesleği arka planında bir mutfak da gerektiriyor ve biz bu dersleri
Eczane açma konusunda getirilen sınırlamanın, TEB'in de yeterli desteği ile yeni çözümler getirilmesi durumunda, sanıldığı kadar yanlış bir uygulama olmayacağını düşünüyorum. Eczacıların yalnızca eczanelerde çalışmakta olduğu algısının yıkılabilmesi açısından bence bu bir basamak. Eczaneyi, eczacılığın vitrini olarak kabul edersek içine girdiğimizde ilaç sanayi gibi farklı sektörlerdeki çalışma alanlarının da bu mesleğin atölyesini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Eczacılık geniş çaplı, evrensel bir meslek olduğundan insanoğlu var olduğu sürece eczacılık mesleğine ihtiyaç duyulmaya da devam edilecektir. Bu bölümü tercih etmek isteyen öğrencilere neler tavsiye edersiniz? Eczacılığın sadece eczane eczacılığından ibaret olduğunu düşünerek bu bölümü tercih etmesinler. Eczacılık, çalışma açısından geniş bir yelpazeye sahip. Bunun yanı sıra derslerimiz arasında kimya ağırlıklı tıp dersleri de yer alıyor. Bunu da göz önünde bulundurarak tercihte bulunmalarını tavsiye ederim.
2017 / İLKBAHAR
17
Enes Özbakan Eczacılık Fakültesi - 4. sınıf öğrencisi En Sevdiği Dersler: Farmasötik Teknoloji Laboratuvarı, Farmakoloji En Etkilendiği Hocalar: Yrd. Doç. Dr. Selami Günal, Yrd. Doç. Dr. İsmet Yılmaz
Mezuniyet sonrası kariyer planınızdan bahseder misiniz? Aslında aldığım eğitim eczacılığın her dalında çalışabilmem için gerekli altyapıyı oluşturuyor. İlgim ve hedeflerim doğrultusunda önce yurt dışında yüksek lisans yapıp sonrasında bir ecza deposu açmak istiyorum. Bunun için de kongrelere katılıp gerekli bilgileri edinip kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Ailemin ve hocalarımın desteğiyle ideallerimin gerçekleşeceğine inanıyorum. Sizce ideal bir eczacı nasıl olmalıdır? İdeal bir eczacı; tam donanımlı, kendini geliştiren, yeniliklere açık biri olmalıdır. Bence eczacı sadece jenerik ilaçları satan değil; gerektiğinde majistral ilaç da yapabilen birisidir. Ayrıca ilaç sektöründe fabrikalarda ya da kalite kontrol laboratuvarlarında yer alarak kendi bilgilerini paslandırmadan, yeni öğrendiği bilgilerle faydalı olup hastalarla iyi iletişim kuran sağlık uzmanıdır. Eczacılığın bugün geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eczacılık çok kıymetli bir sağlık alanıdır. Eczacı olmaya nasıl karar verdiniz? Küçükken eczacılığa ve ilaçlara olan ilgim eczacılığı seçmeme neden oldu. Başlangıçta kararsızdım çünkü üniversite sınavına hazırlanırken mühendislik de hedeflerimin arasındaydı. Araştırmalarım sonucunda sağlık alanında daha fazla faydalı olacağımı düşündüm, ailemin desteklemesi de bu kararı almamda yardımcı oldu. İnönü Üniversitesi Eczacılık Fakültesini tercih etme sebebiniz nedir? İnönü Üniversitesi Eczacılık Fakültesi 2002’den beri eğitim veren ve sağlık alanında kendi adını duyurmuş köklü bir fakülte. Araştırmalarım sonucunda kaliteli öğretim kadrosuyla oturmuş bir sisteme sahip olduğunu gördüm. Fakültenin fiziki her türlü imkâna sahip olması, gerekli laboratuvarlar ve malzemelerin eksiksiz bir şekilde bulunması tercih etmemin başlıca sebepleridir.
18
Eczacılık çok kıymetli bir sağlık alanıdır, zamanın değişmesi mesleğimizin kıymetini değiştirmeyecektir. Fakat bazı sebeplerden dolayı halkın gözünde hak ettiğimiz itibarı görememekten dolayı üzgünüz. Biz eczacı adayları olarak, kıymetli eczacılarımızın bu konuda gerekli çalışmaları yapması sonucu hak ettiğimiz itibarı yeniden göreceğimizden eminiz. Bu bölümü tercih etmek isteyen öğrencilere neler tavsiye edersiniz? Yüksek tempolu ve disiplinli şekilde ders çalışmaya hazırlıklı olmalarını, insan sağlığıyla yakından ilgilenecekleri için kendilerini bir danışman olarak yetiştirmelerini, ayrıca öğrenecekleri bilgileri daha sonra her an kullanabilecekleri şekilde taze tutmalarını tavsiye ederim. Çünkü son dönemde alınan kararlar eczacılığın etki alanını genişletti. Özellikle serbest eczacılık için bu bölüme gelen öğrencilerin farklı birçok alanda çalışabileceklerini önceden bilmeleri kendi çıkarlarına olacaktır. Yeni alınan kararlar onların gözünü korkutmasın, çünkü alacağımız eğitim farklı alanlarda çalışmamızı desteklemektedir. Derslerimiz sadece teorikte kalmamakta, aynı zamanda uygulamalı olan laboratuvar derslerimiz eğlenceli ve ilgi çekici geçmektedir. Disiplinli çalışıp bu alanı seven bir öğrenci için bu temponun yorucu olmayacağını düşünüyorum. Bundan dolayı da eczacılık fakültesi gönül rahatlığıyla tercih edilebilir.
Müge Ateş Farmasötik Teknoloji Ana Bilim Dalı Araştırma Görevlisi En Sevdiği Ders: Farmasötik Teknoloji En Etkilendiği Hoca: Prof. Dr. Selma Şahin
Akademisyen olmaya nasıl karar verdiniz? Eczacılık eğitimi süresince yapmış olduğum eczane stajları sonucunda eczane eczacılığının bana uygun olmadığına karar verdim. Bunun yanı sıra Malatya’da kalmak istediğim için kamu ve endüstride çalışmayı da düşünmedim. Eczacılık eğitimimin son yıllarında almış olduğum eczacılık meslek dersleri, bende akademisyen olma arzusunu uyandırdı. Böylece hem mesleki alanlarda kendimi geliştireceğim hem de kendimi mutlu hissedeceğim işi yapma kararı aldım. Sizce ideal bir eczacı nasıl olmalıdır? Aslında bu soru eczacının çalıştığı her alana göre ayrı cevabı olan bir soru. Eczane eczacılığı, hastane eczacılığı veya akademisyenlik olsun bir eczacı görev aldığı kurumlara göre farklı donanımlara sahip olmalı. Ancak temelde eczacı, hastanın en yakın sağlık danışmanıdır ve bundan dolayı yeterli bilgi birikimine ve iyi bir iletişim yeteneğine sahip, yeniliklere açık olmalıdır. Eczacılığın bugün geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eczacı, hastanın en yakın sağlık danışmanıdır. Eczacı olmaya nasıl karar verdiniz? Babamın eczacı olması beni bu mesleğe yönelten asıl sebeptir. Bunun yanı sıra ben de eczacılık mesleğini lise yıllarımdan bu yana çok seviyordum. İnönü Üniversitesi Eczacılık Fakültesini tercih etme sebebiniz nedir? Malatyalı olduğum ve kendi memleketimde sevdiğim bölümü okumak istediğim için bu fakülteyi tercih ettim.
Yeni yasal düzenlemelerle birlikte eczacılık mezunlarının eczane açmalarına gelen sınırlama, bir anlamda kamu ve endüstrideki önemli bir sorun olan eczacı sayısındaki eksiği de giderecektir. Eczacılık mezunu olan birçok kişi doğrudan eczane açmaya yöneliyor. Bu nedenle özellikle endüstride personel açığı başka meslek grupları tarafından dolduruluyor. Eczacının almış olduğu eğitim gereği bulunması gereken asıl yerlerdeki ihtiyacın mezun olan öğrencilerin bu alanlara yönelmesi ile karşılanacağına inanıyorum. Bu bölümü tercih etmek isteyen öğrencilere neler tavsiye edersiniz? Eczacılık bölümünü isteyen öğrencilere tek tavsiyem bu mesleği gerçekten seviyorlarsa tercih etmeleri. Çünkü mezuniyet sonrası çalışma alanları çok çeşitli olmasına rağmen eczacılık eğitimi gerçekten zor bir eğitim. Dolayısıyla ilgi duymayan kişilerin bu eğitim sürecinde başarılı olmaları zor.
2017 / İLKBAHAR
19
AİLE
Evlilik Nedir, Ne Değildir
Banu Kaplan Eğitim Uzmanı ve Aile Danışmanı
Sağlıklı bir evlilik oluşturmak için neler yapılmalı, eş seçiminde nelere dikkat edilmelidir? Öncelikle kişinin kendi özelliklerini tanıması, “Ben kimim? Nasıl bir yaşam istiyorum? Güçlü ve zayıf yanlarım neler? Hayatta önceliğim olan şeyler neler? Neler beni mutlu ediyor, nelerden hoşlanıyorum?” şeklindeki sorulara yanıtlar araması gerekir. Aynı zamanda karşı tarafın özellikleri de tanınmalıdır. Ayrıca kişilerin evlenme kararı alırken evlilikten beklentilerini belirlemeleri aile olunduğunda hayal kırıklıkları yaşamalarını azaltacaktır. Karşısındaki kişiyi çok sevdiği halde sevgililikte sorun yaşayan çiftlerin bu sorunları, evlenince de devam edecektir. Bu sebeple var olan bir problem varsa bu evlilik öncesi çözümlenmeli, evlenince çözüleceği umudu beslenmemelidir.
“Eş seçmek kitap seçmeye benzer; iyi tasarlanmış bir kapak ve cilt ilginizi çekebilir ama içeriği sağlam olmadıkça sonunu getirmek zordur.”
Evlilik, iki kişinin aile olmak üzere kanunların kabul ettiği şekilde ömür boyu beraber yaşamaya karar vermelerini tanımlar. Bu beraberlik içerisinde; birbirini hep sevmek, saygı duymak, mutlu zamanlar yaşamak ve genellikle çocuk sahibi olmak vardır. Evlilik durumunu sakin bir denizde kayıkla yolculuğa çıkan iki kişiye benzetebiliriz. Bu yolculuk her zaman için aynı şekilde ve şartlarda geçmez. Bazen büyük aşklarla başlayan ilişkiler masal gibi düğünlerle evliliğe dönüşüp sonrasında hüsranla sonuçlanabilir. Sadece sevginin yeterli olacağını düşünerek alınan evlilik kararı her zaman yolunda gitmeyebilir.
20
Mutlu bir evlilik çiftler arasında oluşan ilk etkileşimin bir ömür boyu devam etmesiyle oluşur. Karşımızdaki kişinin ilk olarak neyinden etkilendiğimizi unutmayarak o özelliğe sahip çıkmalı, sahip olmadığı özellikleri de ondan beklememeliyiz. Albert Einstein’ın söylediği gibi “Kadınlar erkekler ile değişeceklerini ümit ederek, erkekler ise kadınlar ile değişmeyeceklerini ümit ederek evlenirler. Böylece her biri kaçınılmaz hüsrana uğrar”. İşte bu söz, evliliklerin neden mutsuz gittiğini bize açıklar. Tabi ki insanlar değişir. Kadınlar evlilik sonrasında ev işleri, çocuk bakımı, iş hayatı gibi nedenlerle kendilerine özen göstermeyi azaltabilirler. Aynı davranışları erkekler de gösterebilir. Evlenmeden önce yaşanan ilişkinin evli iken yaşanması pek mümkün değildir. Özellikle çocuk olduktan sonra eşler arasındaki ilişki daha da değişmeye başlar. Bazen kadın tamamen bebeğe yönelir, erkek kendini dışlanmış hisseder. Bebek büyütmeye çalışırken eşler birbirleri ile ilgilenmeyi unutabilirler. Eşler sevgili olmayı unuturlarsa evlilik sadece çocuk yetiştirme odaklı olacaktır.
Mutlu evliliğin sırları
Eşinize isteklerinizi, duygularınızı anlatmak ve açık iletişim kurmak ilişkinizi geliştirecektir.
Sağlıklı tüm ilişkilerin temeli olan saygıyı korumak çok önemlidir.
Kök aileler evliliğe çok karıştırılmamalı; aynı zamanda tamamen dışarıda da bırakılmamalıdır. Bizim ülkemizde kişilerin birbirlerinin ebeveynlerine saygılı davranması çok önemlidir. Ancak evliliğe müdahale etmeleri konusunda sınırlar belli olmalıdır.
Çözümlenemeyen kavgalar yaşadığında her zaman kullandığınız yöntem dışında başka bir yöntem uygulamayı deneyin.
Evlilik de hayat gibidir, bazen sıkıcı bazen çok heyecanlı… İçinde birçok duygu barındırır. Evliliğinizin her zaman aynı gitmeyeceğinin farkında olmak bu süreçleri sağlıklı yaşamanıza destek olacaktır.
Her problemde ayrılığı düşünmek ilişkiyi tamir etmek yerine güvenin azalmasına neden olur.
Sevgi, saygı gibi evliliğin temelini oluşturan bir diğer konu da cinselliktir. Cinselliğin silah olarak kullanılması ilişkiyi yıpratabilir.
Cinsel hayatında problem olan çiftlerin mutlu bir evlilik sürdürmesi pek mümkün değildir. Çiftlerin çözemeyeceği bir problem söz konusu olduğunda bir uzmandan yardım alınmalıdır.
İlişki içerisinde birbirine zaman ayırmanın önemi kadar kişinin bireysel zamana ihtiyacı olduğu da akılda tutulmalıdır.
Problemlerin yaşandığı an konuşulması daha hızlı çözülmelerini sağlar. Aksi halde sorunlar birikerek yığılır ve çözüm yolları zorlaşarak duyguların uçlarda yaşanmasına sebep olur. Bu da eşleri yıpratıcı bir süreçtir.
Çocuk yapma kararını birlikte almak önemlidir. Hazır olunmadığı halde eşi çok istiyor diye çocuk sahibi olmak daha sonraları sorunlara yol açabilir.
Çocuklarla ilgili kararları beraber almak tutarlı ebeveyn tutumu göstermek açısından önemlidir.
Aile bireyleri arasında iş bölümü, hoşgörü ve dayanışma olmalıdır.
Son yıllarda artan aşırı teknoloji kullanımı eşlerin birbirine ayırdığı zamanı azaltır. Telefonların, tabletlerin ve bilgisayarların en azından bir saat için başka bir odaya bırakılması, eşlerin bölünmeden sohbet etmesini sağlar.
Eşlerin geçmişteki gibi birlikte romantik zamanlar geçirmesi ve bu zamanlarda ilişkilerinin başlarına, tanışmalarına ve birbirlerine dair sohbet etmeleri ilişkiyi daima taze tutar. Unutmayalım ki ilişkilerin başı genellikle heyecanlı ve mutludur. O günlerden bahsetmek sizi o zamanlara götürerek birbirinize karşı ilginizin taze kalmasını sağlar.
mini bilenin evlilik ye Kızılderili bir ka ız; sın ıslanmayacak Artık yağmurda ınak olacaksınız diğeriniz için sığ iz rin bi r he ü nk Çü eceksiniz; Artık hiç üşümey aklık olacaksınız diğeriniz için sıc iz rin bi r he ü nk Çü çekmeyeceksiniz; Artık hiç yalnızlık olacaksınız. iz diğerine yoldaş Çünkü her birin iniz; Artık bir bedens tek hayat var. de Çünkü önünüz ize şahit olacak gidin, birlikteliğin Şimdi yuvanıza . günlere başlayın
2017 / İLKBAHAR
21
KADIN
ÇİKOLATA
Uzm. Opr. Dr. Özgür Kan Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı
KİSTLERİ
Endometriozis nedir? Endometriozis, rahim iç duvarını kaplayan endometrium adı verilen tabakanın olması gereken yerden göç ederek rahim dışında bulunması durumudur. Özellikle üreme çağındaki kadınlarda bulgu verir ve sıklıkla regl dönemlerinde belirginleşen ağrı ve kramplarla karakterize önemli bir jinekolojik hastalıktır. Endometrioma ise (çikolata kisti), yukarıda bahsedilen rahim iç dokusu olan endometrium dokusunun yumurtalıklar üzerinde yerleşerek oluşturduğu kist yapısına verilen isimdir. Bahsedilen bu dokular, yumurtalık üzerinde yerleştiğinde, tıpkı rahim içerisindeki normal yerleşimlerindeki gibi davranarak regl dönemlerinde kistin içinde kanamaya neden olurlar. Erimiş çikolata benzeri kıvamı ve rengi nedeniyle bu kistik oluşumlara çikolata kisti denilmektedir.
Üreme çağındaki kadınların yaklaşık %8-15’inde görülen ve halk arasında çikolata kisti olarak bilinen endometriomanın nasıl oluştuğu, hangi hastalıklara yol açtığı, kendini nasıl gösterdiği, tanı ve tedavi yöntemleri gibi konular hakkında uzmanımızdan bilgi aldık.
22
Sıklığı farklı kaynaklarda değişkenlik göstermekle beraber, üreme çağındaki kadınların yaklaşık %8-15'ini etkilemektedir. Özellikle infertilite (kısırlık) tedavisi gören kadınlarda bu oranlar artarak, %25-30 seviyelerine kadar yükselebilir. Kadınlarda yarattığı olumsuz etkiler, karın içi yerleşimli organlarda yapışıklıklar oluşturarak ağrıya sebep olması ve yumurtalık kalitesini azaltarak üreme fonksiyonlarını bozması şeklinde özetlenebilir.
Endometriozis nasıl oluşur? Oluşum nedeni hakkında net bir bilgi yoktur. Dolayısıyla altta yatan mekanizma ile ilgili farklı teoriler üretilmiştir. En çok kabul gören teori, her regl döneminde bir miktar kanın ve rahim iç dokusunun ters akım yoluyla tüplerden geçerek, karın boşluğuna döküldüğü ve çevre dokularda iltihabi bir süreç başlattıkları şeklindedir. Bahsedilen bu iltihabi sürecin de gerek tüplerde gerek karın içinde oluşan yapışıklıklara ve yumurtalıklar üzerinde oluşan çikolata kistlerine neden olduğu düşünülmektedir. Ailesinde çikolata kisti öyküsü olan hastalarda hastalığın gelişme riski daha yüksektir. Bu nedenle bazı genetik faktörlerin de bu hastalıkta rol oynadığı düşünülmektedir.
Belirti ve bulguları nelerdir? Çikolata kistleri sıklıkla bulgu vermemektedir. En sık karşılaşılan belirtileri arasında; özellikle regl dönemi öncesi başlayan ve sonrasında azalma eğiliminde olan ve kasık bölgesinde hissedilen 'dismenore' adı verilen şiddetli ağrı, cinsel ilişki sırasında hissedilen yoğun kramplar ve infertilitedir (çocuk sahibi olamama, kısırlık). Nadiren bu kistik yapılar belli bir büyüklüğe ulaştıklarında rüptüre olabilir yani patlayabilir. Bu durumda şiddetli karın ağrısı, mide bulantısı ve kusma gibi bulgular izlenebilir. Sıklıkla tek bir yumurtalıkta gözlenen bu hastalık, kısıtlı bir hasta grubunda her iki yumurtalığı da etkileyebilir.
Endometriozis tanısı nasıl konur? Kesin tanı ameliyatla çıkarılan kist dokusunun ve şüpheli alanlardan alınan biyopsi örneklerinin patolojik incelenmesi ile konur. Ancak detaylı bir öykü alınması ve jinekolojik muayeneye ek olarak ultrasonografik değerlendirme ile endometrioma kisti tanısı tecrübeli hekimler tarafından konulabilir. Her endometriozis ve çikolata kisti olan hastanın ameliyat edilmesi gerektiği görüşünden son yıllarda yapılan çalışmalar sonucunda vazgeçilmiştir. Tanı konulduktan sonra her hastalıkta olduğu gibi hastalığın şiddeti ve ön planda olan bulgulara göre tedavi bireyselleştirilerek planlanır.
Tedavi yöntemleri nelerdir? Endometriozis hastalarında tedavi planı, hastalığın şiddetine ve baskın olan yakınmanın ağrı veya infertilite (çocuk sahibi olma istemi) oluşuna göre belirlenmektedir. Hastalığın tedavisi iki planda değerlendirilir. İlk tedavi seçeneği medikal tedavidir ve bu yöntemde ağrı kesiciler, doğum kontrol hapları, rahim içi sistemler (spiral) ve hormon içeren ilaçlar kullanılmaktadır. Bu tedavideki amaç rahim dışında yerleşen tüm ektopik rahim dokusunun inaktif hale getirilmesidir. Diğer tedavi seçeneği ise cerrahidir ve genellikle laparoskopik olarak yani kapalı sistem ile gerçekleştirilir. Bu tedavi planındaki amaç ise karın içerisinde gözlenen tüm hastalık odaklarının temizlenmesi, varsa yapışıklıkların açılması ve çikolata kistlerinin çıkarılmasıdır.
Çikolata kisti olanların doğal olduğu iddia edilen bitkisel ilaçlar, otlar ve kürler gibi yiyecek ve içeceklerden kaçınmaları ve böyle tedavileri denememeleri gerekmektedir. Bahsedilen bu ürünlerin tedaviye fayda sağlamadığı gibi kimi durumlarda ciddi yan etkileri de olabilir.
Çikolata kistlerinden kanser gelişme ihtimali var mıdır? Çikolata kistlerinin çok büyük bölümü iyi huyludur ve kanserleşme oranı (malign gelişim) kaynaklarda farklılık gösterse de yaklaşık olarak % 0.1'dir. Bahsedilen bu oran nedeniyle hastalara rutin olarak ameliyat önerilmemektedir. Ancak belirli aralıklarla jinekolojik muayene ile kistin takibi uygundur.
Ameliyat sonrası kistler tekrar gelişebilir mi? Çikolata kistlerinin cerrahi tedavisinde birincil amaç, kistin oluştuğu bölgede sağlam yumurtalık dokusuna zarar vermeden kistin tamamının çıkarılmasıdır. Ancak geride kalan yumurtalık dokusunda farklı bölgelerden yeni kistler zamanla gelişebilir ve hastalar yeniden çikolata kisti belirtilerine maruz kalabilir. Sıklıkla tek bir ameliyat ile kistin çıkarılması sonucunda tedavi sağlanabilirken, nadiren kısıtlı bir hasta grubunda birden fazla ameliyat gerekebilmektedir.
2017 / İLKBAHAR
23
ÖZEL DOSYA
24
PROF. DR. FAİK ACAR KOÇ Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Ana bilim Dalı Perinatoloji Öğretim Üyesi
Hamilelik yaşının Down sendromu üzerinde etkisi var mıdır?
Down sendromu nedir? Down sendromu insanlarda en sık görülen kromozomal bir hastalıktır. Diğer ismi Trizomi 21’dir. Bilindiği gibi insanlar 46 kromozomlu canlılardır. Kromozomlar hücre çekirdeği içerisinde bulunurlar ve birbirinin aynı büyüklük ve yapıda 23 çift halindedirler. Üreme fizyolojisi gereği kadının yumurtasında bu 23 çift kromozom bölünerek 23 tek kromozom olur. Aynı durum erkeğin sperminde de geçerlidir. Anneden gelen 23 kromozom ile babadan gelen 23 kromozom birleşince yeniden 23 çift haline gelir ve yeni bir insan hücresi ortaya çıkar. İşte bu bölünmeler sırasında bazen bir kromozom fazlalığı olursa trizomi denilen kromozomal hastalıklar ortaya çıkar. Trizominin hangi kromozom çiftini ilgilendirdiği çok önemlidir. Çünkü çoğu trizomilerde gebelik oluşamaz ve çok erken dönemde hasta cenin yok olur. Ancak bazı kromozomların 2 yerine 3 adet olması gebeliğin oluşup devamına engel değildir. İşte Down sendromu da 21. kromozomun 2 yerine 3 kromozomdan oluşması halidir. 100 tane Down sendromlu gebelikten yaklaşık 65 tanesi başlangıçtan sona kadar ulaşır ve doğarlar. Diğer 35’i genellikle erken gebelikte kendiliğinden düşükle sonlanırlar. Ülkemizde Down sendromu görülme sıklığı nedir? Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de aynı oranda görülen bir patolojidir. Toplum açısından değerlendirildiğinde görülme sıklığı 700 doğumda 1’dir. Ülkemizde her yıl yaklaşık 1.400.000 kadın gebe kalmakta ve 1.100.000 civarında doğum olmaktadır. Kaba bir hesapla her yıl yaklaşık 2000 civarında Down sendromlu bebeğin doğması beklenir. Türkiye’de kesin bir veri olmamakla birlikte yaklaşık 70.000 Down sendromlu vatandaşımız olduğu tahmin edilmektedir.
Evet, Down sendromu annenin gebe kaldığı yaş ile yakın ilişkilidir. Anne yaşı arttıkça çoğu kromozomal anomali gibi Down sendromu görülme sıklığı da artar. Toplumumuzda yaygın olarak bilinen konu 35 yaşından sonra sakat doğumların görülme olasılığının arttığı yönündedir. Bu büyük oranda doğrudur, ancak her 35 yaş üstü gebe mutlaka sakat çocuk sahibi olacak diye bir şey yoktur. Kabaca söylemek gerekirse; 20 yaşında bir kadının Down sendromlu bebek sahibi olma riski 1600’de 1 iken, 25 yaşında 1200’de 1, 30 yaşında 1000’de 1 olur. Otuz beş yaşına ulaşıldığında risk 350’de birdir. Bu oran 40 yaşında 100’de bire ve 45 yaşında 30’da bire kadar yükselir. Yaşla Down sendromu arasındaki ilişki annenin yumurtasındaki bölünme sırasında 21. kromozomun ayrılamaması ve cenine 2 adet 21. kromozom geçmesi sonucunda babadan gelen bir kromozomun da eklenmesiyle ceninde 3 adet 21. kromozom olması halidir. Bir başka deyişle Down sendromunda anne yaşının önemi vardır. Baba yaşının etkisi çok araştırılmış ama bu konuda kesin bir bulgu elde edilememiştir. Bebek henüz anne karnındayken Down sendromlu olduğu anlaşılabilir mi? Bunun için yapılan tarama testleri ne ölçüde güvenilirdir? Down sendromu tanısı bebek henüz anne karnındayken ve hatta çok erken gebelik haftalarında bile konulabilir. Günümüzde tıp alanındaki gelişmeler bu imkânı vermektedir. Bu konu kadın doğum hekimlerinin tümünü ilgilendirmekle beraber anne karnındaki çocuğun sağlığı ve yüksek riskli gebelikler konusu ile ilgilenen Perinatoloji uzmanlarının temel ilgi alanındadır. Her şeyden önce ailelerin Down sendromunun yanı sıra, gebelik boyunca kendi sağlıkları ve anne karnındaki çocuğun sağlığı ile ilgili bilgilendirilmesi gerekir. Çünkü bazı aileler gerek inançları gerekse sosyokültürel anlayışları nedeniyle her ne olursa olsun çocuklarının dünyaya gelmesini istemektedirler. Bir kısım aile ise doğacak çocuklarının Down sendromlu olmasından çok korkmakta ve böyle bir çocuğu istemeyeceklerini söylemektedirler. Bu noktada her iki görüş de saygıyla karşılanmalı ve gerekli bütün bilgilendirmeyi yaptıktan sonra ailenin isteğine göre davranılmalıdır. Eğer aile Down sendromu taramalarının yapılmasını istiyorsa gebeliğin farklı haftalarında yapılabilecek çeşitli tarama testlerinin uygulanması gerekir. Tarama testlerinde Down sendromlu bebek olma riskinin arttığı durumlarda yine aile ile konuşulmalı ve gerekli her türlü bilgi verildikten sonra tanı testleri uygulanmalıdır.
2017 / İLKBAHAR
25
ÖZEL DOSYA
Tarama testleri; toplumda yaygın görülen hastalıklardan korunma veya erken tanısını koyabilmek amacıyla bir gruba veya topluma uygulanan testlerdir. Tarama testleri sonucunda taranan hastalık açısından riski yüksek olanlar daha detaylı incelemelere veya tanı testlerine yönlendirilirler. Yani tarama testi sonucunda artmış bir risk her zaman hastalığı göstermez. Down sendromunda da riskli grubu belirleyebilmek açısından bazı tarama testleri vardır. Bunlardan en basiti annenin yaşını sormaktır. 35 yaş üstünde olmak Down sendromu açısından riski artırdığından, bu gibi anne adaylarına bu yönde bilgilendirme yapmak gerekir. Ancak ileri anne yaşı güvenilecek bir tarama testi değildir ve diğer parametrelerle birleştirildiğinde önemli hale gelir. Down sendromunda kullandığımız tarama testleri gebelik haftasına göre değişmektedir. Gebeliğin ilk üç ayı olan 1. trimesterde kullanılan ikili tarama testi anne yaşı, ultrasonografik bulgular ve anne kanında yapılan biyokimyasal test sonuçlarının kombine edilmesi ile yapılır. Bu amaçla gebeliğin 11-14 haftaları arasında ultrasonografi ile fetüs değerlendirilir. Bu değerlendirmede fetüsün baş-popo mesafesi, ense saydamlığı, burun kemiği gibi birtakım parametrelere bakılır. Baş-popo mesafesi ile son adet tarihine göre olan gebelik haftasının uyumlu olup olmadığı araştırılır. Fetüsün bu dönemde ensesinde görülen saydamlık ölçülür. Bu saydamlığın 2,5 mm’den daha fazla olması Down sendromunun yanı sıra başka kromozomal ve yapısal anomaliler için de uyarıcı olur. Ayrıca bu aşamada yararlandığımız daha birçok ultrasonografik bulgu vardır. Bundan sonra annenin kanından alınan örnekte iki hormon değeri ölçülür. Bu hormonlar PAPP-A ve serbest betaHCG’dir. Kısaca söylemek gerekirse Down sendromunda PAPP-A değeri düşük, serbest betaHCG değeri yüksek bulunur. Sonuçta laboratuvardan kadın doğum hekimine bir sonuç gelir. Bu sonuca göre hekim hastasına danışmanlık verir. Bir örnek verelim; tarama sonucunda Down sendromu riski 1/50 gelsin. Bu bizim için yüksek riskli bir hastadır ama çocuğun Down sendromlu olduğu anlamına gelmez. Çünkü aynı değerlere sahip
26
50 kadından sadece biri hasta çocuk doğuracak, 49’unun çocuğu sağlıklı olacaktır. Tam tersine düşük risk olarak kabul ettiğimiz 1/2000 sonucunda da çocuk sağlıklı demek olanak dışıdır. Sadece risk azalmıştır. Çünkü bu sonuca sahip 2000 kadından biri Down sendromlu çocuk doğururken, 1999 kadın sağlıklı çocuk doğuracaktır. Yani bu test sadece tarama testidir, tanıya götürmez. Üstelik hastalığı yakalama oranı yaklaşık %93-95 olup, yanlış pozitiflik oranı %5’tir. Bunu şöyle de diyebiliriz; bu test Down sendromlu 100 çocuktan 93-95 tanesini yakalamakta ama hasta olan 3-7 tanesini yakalayamamaktadır. Öte yandan sağlıklı 100 çocuktan 5’inde de yanlışlıkla riski artmış olarak verir. Yine de günümüzde en yaygın kullanılan ve önerilen tarama testi budur. Gebe kadına ve ailesine bu testin hangi amaçla yapıldığı anlatılmalı ve bu tür bir taramayı isteyip istemediği sorulmalıdır. İsteyenlere bu test uygulanmalıdır. Buna benzer olarak 16-20. gebelik haftalarında uygulanılabilen üçlü veya dörtlü biyokimyasal tarama testlerimiz vardır. Bu testlerin hastalığı yakalama oranları ilk üç ay taramasına göre çok daha düşüktür. Bu nedenle modern uygulamada bu testler ancak ilk üç ay taraması yapılmamış hastalar için veya bazı özel durumlarda istenmelidir. 2010 yılından sonra tıbba girmiş ve son zamanlarda halk tarafından da farkındalığı olan bir başka tarama testi vardır. Bu da anne kanında fetal DNA taramasıdır. Tüm dünyada bu teste “NIPT” veya “cell free fetal DNA” testi denmektedir. Unutulmaması gereken en önemli konu bu testin de bir tarama testi olduğudur ve asla tanı testi değildir. Bu testin Down sendromunu yakalama oranı %99’un üstündedir. Ama asıl önemli ve iyi yanı yanlış pozitiflik oranının %0.1’in altında olmasıdır. Yani sağlıklı olan çocuklarda hastalık riskinin yanlışlıkla artmış çıkma olasılığı oldukça düşüktür. Kısacası bu test günümüzdeki en güvenilir tarama testi olup 10. gebelik haftasından sonra uygulanabilir ancak oldukça pahalıdır. Bugünkü uygulamamızda öncelikli olarak ilk üç ay taraması yapmaktayız. Bunun sonucuna göre bu testi istiyoruz. Günün birinde bu test de ikili test kadar ucuzlarsa doğal olarak bu test rutin kullanıma girecektir. Özetlemek gerekirse; tarama testleri hastalık riskinin artıp artmadığını gösterirler ve tanı testi değillerdir. Aile Down sendromu için tarama isteyebilir, sonucunda invaziv bir tanı testi isteyebilir veya bunların hepsini reddedebilir. Bütün bu konular hekim ve ailenin birlikte hareket etmesini gerektirir.
Bebekte Down sendromu şüphesi varsa kesin tanı koymak için ne tür tetkikler yapılmakta? Bugün için Down sendromunun tanısı diğer kromozomal anomalilerde de olduğu gibi invaziv yani girişimsel yöntemler uygulanılarak konulmaktadır. Bu tetkikler kendi içerisinde birtakım riskler de getirmektedir. • Gebeliğin 11-14. haftaları arasında koryon villus örneklemesi (CVS) yapılabilir. Bu işlem için anne karnından girilerek ultrasonografi eşliğinde bebeğin plasentasından örnek alınabilir. Bu örnek bir besiyeri içerisinde genetik laboratuvarına yollanır ve orada yapılacak inceleme ile bebeğin kromozom sayısı ve kromozomların yapısı ortaya konulur. Sonuç için ortalama 2-3 haftalık bir süre gereklidir. CVS işlemi tecrübeli doktorlar veya perinatologlar tarafından yapılırsa gebelik kayıp oranları çok azdır ve % 0.1 – 0.5 civarındadır. • Gebeliğin 16-20. haftaları arasında amniyosentez (AS) denilen ve halk arasında bebekten su alma olarak adlandırılan bir girişim daha vardır. Burada da anne karnından ultrasonografi eşliğinde girilerek bebeğin içinde bulunduğu sıvıdan 20 ml. kadar örnek alınır. Alınan örnek yine genetik laboratuvarına yollanır ve örnek içerisinde bulunan çocuğa ait hücreler çoğaltılıp kromozomların sayı ve yapısı ortaya konulur. Bu işlemde de sonuç yaklaşık 2-3 hafta içerisinde alınır. Bu işleme bağlı gebelik kayıp oranları ortalama % 01 – 0.2 arasındadır. • Geç başvuran veya ileri gebelik haftalarında şüphelenilen durumlarda ise kordosentez denilen invaziv bir tanı yöntemi daha vardır. Bu genellikle çok fazla uygulanmamaktadır. Çünkü bugünkü tarama testleri ve ultrasonografik muayenelerle çoğu vakanın erken dönemde değerlendirilebilme şansı vardır. Bu yöntemde yine ultrasonografi eşliğinde anne karnından bir iğne ile girilerek çocuğun göbek bağından 1-2 ml kan örneği alınır. Örnek yine genetik laboratuvarında incelenir ve yaklaşık 10-15 günde sonuç alınır. Bugün için kesin tanı yöntemlerimiz bu saydığımız invaziv girişimlerdir. Ancak tıp alanındaki baş döndürücü gelişmeler yakın bir gelecekte bu tür invaziv girişimlere gerek kalmadan tanı için olanak sağlayacaktır. Doğacak bebeğinde Down sendromu olduğunu öğrenen bir anne adayı için ne gibi seçenekler mevcuttur? Doğacak bebeğinde Down sendromu olduğunu öğrenen bir anne ve ailesi öncelikle çok üzülür ve yıkılır. Bu aşamada çok değişik davranış biçimleriyle karşılaşmaktayız. Bu farklılıkların ailenin eğitiminden, sosyokültürel durumundan ve inançlarından bağımsız olduğunu da söylemeliyim. Sıklıkla ilk tepki testlerde bir yanlışlık olup olmadığını sorgulamak olur. Zaman içerisinde bir grup durumu kabullenir ve gebeliğe devam eder ama büyük bir
grup gebeliğin sonlandırılmasını ister. Gebelik sonlandırması yasal olarak mümkündür ve bu hak 1983’te çıkan “2827 Sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanun” ve onun yürütülmesi ile ilgili çıkarılan yönetmeliklerle düzenlenmiştir. İlgili branşlardan 3 hekimin düzenleyeceği bir raporla gebelik yaşına bakmadan sonlandırma işlemi yapılabilir. Ancak kadın doğum hekimleri yaşam sınırı olan 24. gebelik haftasından önce bu tür tarama ve kesin tanı işlemlerini bitirip ailenin kararı doğrultusunda hareket etmeyi tercih ederler. Çünkü bu haftadan sonra çocuk canlı doğar. Bu da çok dramatik bir durum yaratır. Daha önce değindiğimiz gibi bir grup hasta da duruma razı olur ve gebeliği sürdürür. Bu durumda önemli olan konu Down sendromlu doğacak çocukları nelerin beklediğini, nasıl bir yaşam süreceklerini ve nasıl eğitim alması gerektiğinin aile tarafından bilinmesidir. Down sendromlu çocuklar için ülkemizde çok özverili çalışmalar yapan dernekler var. Gebeliğini sürdürecek ailelerin bu kurumlarla iletişime geçmesi ve bu konuda eğitim alması çok ama çok önemlidir. Çok net olarak biliyoruz ki eğer Down sendromlu bebek ve ailesi uygun bir şekilde eğitilirse hasta çocuğun yaşam kalitesi çok artmaktadır. Down sendromlu bireyler çocuk sahibi olabilir mi? Down sendromlu bireylerin diğerlerinden çok farklı olmadığını söylemek ve bilmek gerekir. Duygusal yönden kendi yaşıtlarının duygularına benzer davranışlar gösterirler. Üzülürler, sevinirler, mutlu olurlar veya ağlarlar. Tabii bu davranışlarda sosyal iletişim, otokontrol ve hangi durumda nasıl tepki vermek gerektiği konusunda problem yaşarlar. Down sendromlu çocuklar diğer çocuklar gibi olmasa da daha geç dönemde ergenliğe ulaşırlar. Down sendromlu kızların çoğu düzenli adet görürler ancak hipertiroidizm gibi ek hastalıklar ortaya çıkarsa düzen bozulur. Yine Down sendromlu kızların yarısında ovulasyon normaldir ve gebe kalabilirler. Doğacak çocuklarda Down sendromu veya diğer gelişimsel anomalilerin görülme olasılığı ise %35-50 arasındadır. Erkek Down sendromluların fertilitesi hakkında yeterli bilimsel veri yoktur. Bazı yayınlarda düşük oranda olsa da erkek Down sendromluların baba olabileceği bildirilmiştir.
2017 / İLKBAHAR
27
ÖZEL DOSYA
PROF. DR. YASEMİN ALANAY Acıbadem hastanesi ÇOCUK GENETİK HASTALIKL ARI UZMANI
daha çok zorlanırlar. Down sendromlu çocukların gelişmelerini diğer çocuklarla kıyaslamaktan kaçınmak gerekir. Down sendromlu çocuklara özel belirlenmiş büyüme ve gelişme basamakları kullanılmalıdır. Ergenlik dönemine yaklaşan Down sendromlu çocuklar mevcut sınırlarının daha fazla farkına varacaklardır. Bu yaşlarda duygusal problemler görülebilir. Çocuğun duygusal sağlığını desteklemenin en iyi yolu onu evdeki, okuldaki ve toplum içindeki aktivitelerin mümkün olduğunca içinde tutmaktır. Down sendromu tanısı konan çocukları bekleyen sağlık sorunları nelerdir? Down sendromu nedir, nasıl tanımlanır? Down sendromu (DS) kromozom hastalıkları arasında en sık görülenidir. Tüm dünyada her 650 ila 1000 canlı doğumda bir rastlanır. İnsan vücudundaki hücrelerin tamamına yakınında genler 23 çift kromozom (toplam 46 kromozom) üzerinde yer almaktadır. Down sendromlu çocuklarda bu kromozomlardan birinden (21 numaralı) bir fazla kopya mevcuttur. Down sendromlu çocukların çoğunda (%95) bu kromozomdan iki yerine üç adet vardır, yani toplam 47 kromozomları vardır. Bazen de (%3-4) ekstra 21 numaralı kromozom başka bir kromozoma yapışıktır (translokasyon tip DS). Çok daha nadir olarak normal ve fazla kromozom sayısına sahip hücreler mozaik şekilde bir arada yer alabilir (mozaik tip DS). Gebelik dönemindeki tetkiklerde tanı konmadıysa genelde bebeğin doğumundan kısa bir süre sonra ilk muayenesi sırasında tanı konur. Down sendromu tanısı nasıl konur? Tanı genelde bu sendroma ait fiziksel özelliklere dayanarak konur. Gözler sıklıkla yukarıya doğru çekiktir ve göz aralığının iç kısmında bir cilt katlantısı vardır. Ağız açık, dil hafif dışarıdadır. Kasların gücü azalmış, kollar ve bacaklar gevşektir. Down sendromu tanısı konan çocukların büyüme ve gelişmesi nasıl olur? Her çocuğun büyümesi ve gelişmesi ona özgüdür. Çocuklar yürümeyi, koşmayı, ellerini ve gözlerini kullanmayı, konuşulan dili anlamayı, konuşmayı, düşünmeyi ve farklı problemleri çözmeyi öğrenirler. Bunların hepsini Down sendromlu çocuklar da diğer çocuklar gibi yaparlar. Ancak, Down sendromlu çocuklar genelde boy ve ağırlık açısından daha yavaş büyürler, daha yavaş öğrenirler, problem çözmede ve karar vermede diğer çocuklardan
28
1920’lerde ortalama ömrü 9 yıl olan Down sendromlu çocukların artık rahatlıkla 50’li 60’lı yaşlarına ulaşabildiklerini biliyoruz. Aradan geçen 80 yılda yaşam sürelerindeki bu müthiş artışı kalp cerrahisindeki ilerlemelere ve diğer sağlık problemlerinin çözülebilmesine borçluyuz. Down sendromlu çocuklarda çeşitli sağlık sorunları olabilir. Bazılarının doğuştan kalple ilgili sorunları varken bazılarında sonradan kalple ilgili problemler çıkar. Çocuk büyüdükçe görme, işitme, hormonlar, eklemler ya da dişleriyle ilgili sorunları olabilir. Bu problemler nedeniyle Down sendromu tanı konan bir çocuğun mevcut potansiyelinin tümünü kullanabilmesi için özel tıbbi takibe ve eğitim desteğine ihtiyacı vardır.
• Beslenme
Anne sütü ile emzirme genelde başarılıdır ve enfeksiyonlarla savaşmalarına yardımcı olur.
Down sendromlu çocukların ağızları küçük, dilleri pürüzsüz ve yassıdır. Bu nedenle sıvılar ağız kenarından akabilir. Bu sorun bebeklik döneminde dil kontrolünü artması ile kaybolur.
Bebeğin beslenmeden önce tam olarak uyanmış olduğundan emin olunmalıdır. Beslerken omuzlarının altına bir yastık konabilir.
• Kalbin Değerlendirilmesi
Down sendromlu çocuklarda kalp sorunları (%40-60) sık görüldüğü için doğumdan hemen sonra bir pediatrik kardiyolog tarafından muayene edilmelidir. Ekokardiyografi adı verilen, ses dalgalarıyla kalbi görüntüleyen bir test yapılması önerilir.
• Tiroid Taraması
Yenidoğan dönemi ile 6. ve 12. aylarda, daha sonra yılda bir kez tarama yapılmalıdır.
• İşitme
Down sendromlu çocuklardaki işitme probleminin nedeni sık kulak iltihabı geçirmeleri ya da orta kulakta sıvı olmasıdır. Başka nedenleri de olabilir. Geçici ya da kalıcı olabilir. İşitmenin sağlanması çocuğun aldığı eğitimden faydalanabilmesi ve dil gelişimi için çok önemlidir.
• Görme
Görme ile ilgili sorunlar toplumdakinden biraz daha sık görülür. Down sendromlu 10 çocuktan 7’sinin gözlük kullanması gerekir. Şaşılık da sık görülür ve tedavi edilmesi gerekir.
• Ağız ve Diş Sağlığı
Down sendromlu çocukların dişlerinin çıkması gecikebilir. İlk diş genelde 12 ile 48 ay arasında çıkar. Çocukların %50’sinde bir ya da birden fazla diş eksiktir. Dişlerde eğrilik ve dizilmede bozukluk olabilir. Bilinmeyen bir şekilde diş çürükleri daha azdır. Diş eti hastalıkları sıktır. Diş ve diş eti bakımına dikkat edilmelidir. Doğuştan kalp hastası olan çocuklara dişle ilgili girişimler öncesinde koruyucu antibiyotik vermek gerekebilir.
• Soluk Alma ve Uyku Apnesi (Solunumun Durması)
Burun, ağız ve göğüs kafesindeki havayolları diğer çocuklarınkinden daha dardır. Bu darlık sonucu ağızdan soluk alıp verme diş problemlerine neden olabilir. Horlama dar hava yolunun işareti olabilir. Bu daralma bazen havayolunun tıkanmasına, hava geçişinin durmasına neden olur. Bu problem uyku apnesi olarak bilinir. Çok ve yüksek sesle horlamayı takiben ani bir sessizlik, sonrasında bir horultu, yarı uyanıklık ve tekrar horlamanın devam etmesi söz konusu ise doktora danışılmalıdır.
Down sendromlu çocuklar için tedavi ve terapi olanakları nelerdir? Down sendromunun ortaya çıkış mekanizması tam olarak aydınlatılamasa da bugün bu çocukları bekleyen tıbbi soruları çok iyi bilmekteyiz. Bu sorunları oluşmadan fark etmek ve zamanında müdahale edebilmenin anahtarı düzenli takiptir. Bu amaçla geliştirilmiş farklı izlem çizelgeleri vardır. Down sendromlu bir çocuk mevcut potansiyelini ortaya çıkarabilmesini sağlayacak, onu hayata hazırlayacak özel desteğe gereksinim duyar. Ailelerin ve bu çocuklarla ilgilenen uzmanların mümkün olan en erken zamanda bu desteği başlatmaları ve devamını sağlamaları önemlidir. Tıbbi bakımın ve takibin iyileşmesi, ailelerin eğitimi ve bu çocukların sosyal yaşamda kabul edilirliklerinin artmış olması sayesinde; Down sendromlu çocuklar günümüzde daha önceki yıllara kıyasla daha becerikli ve donanımlıdırlar. Türkiye’de son yıllarda aile organizasyonları ve Down Türkiye Derneği gibi dernekler eskiye oranla çok daha etkinler. Aileler artık yalnız değiller. Ülkemizde özel eğitim ve fiziksel rehabilitasyon kurumlarının yaygınlaşması ve sosyal güvenlik kapsamında yer almaları nedeniyle Down sendromlu çocuklar bu olanaklardan geçmiş yıllara kıyasla daha erken yararlanmaktadırlar. Günümüzde Down sendromlu çocuklar için çözüm öneren yararlılığı kanıtlanmamış pek çok tedavi şekli vardır. Bu tedaviler megavitamin terapisinden yüz cerrahisine kadar değişik uygulamalar içerir. Bunların çoğunun faydası kanıtlanmamıştır, bazıları ise zararlıdır. Doktorlara danışılmadan bu tedavilerin denenmemesi önerilir. Down sendromlu bir çocuğun ailesinin onun için yapacağı en faydalı eylem yıllık takiplerini düzenli yaptırıp, eğitim desteği sağlamaktır. Bu sayede hayatın getirdiklerini geriden izleyen ve diğer insanların onları farklı algılamalarını da aşmak zorunda kalan Down sendromlu çocuklar üretken, dolu hayatlar yaşayabilirler.
2017 / İLKBAHAR
29
ÖZEL DOSYA
YRD. DOÇ. DR. AYTEN UYSAL DÜZKANTAR Anadolu üniversitesi Engelliler araştırma enstitüsü Özel eğitim uzmanı
odaklanılmalı. Özel eğitimden önce bebeğimizin hangi farklılıklara sahip olduğunun belirlenmesi gerekir. Çünkü bu farklılıkların derecesi bazen çok acil tıbbi müdahaleyi gerektirebilir. Örneğin, kalbinde sorun olan bebek emme işlemini yapamaz ve bu onun gelişimini ilk günden itibaren ciddi boyutta etkiler. Gelişimsel açıdan Down sendromlu bebeklerle normal bebeklerin arasında ne gibi farklılıklar söz konusudur?
Down sendromunun genetik mirasla bir ilgisi var mı? Down sendromu, tıbbi adıyla trizomi 21, genetik bir bozukluk olarak tanımlanır. Anne ve babadan gelen kromozomlarla yeni yapı oluşurken 21. kromozom çiftinde fazladan bir kromozomun oluşmasıyla ortaya çıkar. Ebeveynlere genetik dediğimizde bazen “Olamaz, ikimizin de sülalesinde böyle bir durum yok” itirazıyla karşılaşırız. Burada bahsedilen durum hücresel bölünme sırasında oluşan bir düzensizlik nedeniyle bebeğin 47 kromozomla doğmasıdır. Bildiğiniz gibi hepimiz 46 kromozoma sahibiz. Farklı sayıdaki kromozom, bu bebeklerde gözlenebilir (yüz, el, göz, ayak, vb.) farklılıkların yanı sıra iç organ yapı ve işleyişlerinde de (kalp, mide, kulak, tiroit, vb.) bazı farklılıklara yol açabilir. Bu farklılıkları 1866 yılında ilk fark eden İngiliz J.L. Down’dan dolayı Down sendromu adını almıştır. Down sendromu, insanlığın varlığından beri vardır, dünyanın her yerinde ve tüm insan ırklarında görülebilen bir durumdur. Down sendromlu bireyler için neden özel eğitim gerekiyor ve öncesinde nelere dikkat etmek gerekir? Özel eğitimin amacı genel eğitimden farklı değil. Eğitim; bireyin gelişimini kendi yaşantıları yoluyla sağlamaya yönelik girişimleri başlatması için ona sunulan sistematik yapılandırılmış bir süreç. Özel eğitim ise; gelişimi etkileyen bazı etkenlere rağmen bireyin kendini geliştirmesini sürdürmesine yönelik uyarlama ya da düzenlemeleri de içeren planlı sistematik bir süreç olarak tanımlanabilir. Down sendromu az önce söylediğimiz ifadeyle gelişimi etkileyen doğum öncesi etmenlerden birisi. Gelişimi hangi nedenle olursa olsun etkilenen bireyler için de özel eğitim gerekli. Burada konuştuğumuz neden, anne karnında iken oluşmuş ve engellenemez bir durum. Burada Down sendromunun nedeninin anne-baba olmadığını söylemek yerinde olur. Bebek artık doğmuştur ve bir özelliğe sahiptir. Bu andan sonra; “Ne yapılabilirdi, neden yapılmadı, nasıl yapılmaz…” tarzı pek çok soru yerine “şimdi ne yapmalı” sorusuna
30
Az önce söylediğimiz gibi Down sendromlu bebeklerle normal bebeklerin arasında gözlenebilen ve gözlenemeyen farklılıklar tanımlanmıştır. Bu farklılıkların hepsi tüm Down sendromlu bireylerde görülmez. Gözlenebilen farklılıklar, çocuğa verilmesi gereken eğitimin kapsamına ilişkin ipuçları olarak değerlendirilmelidir. Örneğin, tipik özelliklerden biri olarak sayılan Down sendromlu bebeklerde dilin büyük ve sarkık olması, bu bebekte dil morfolojisi görülebileceği anlamında değerlendirilmelidir. Bu dil yapısı için tıbbi olarak yapılacak müdahalenin ardından dile yönelik çalışmaların planlanması gerekir. Özel eğitim uzmanı bireysel eğitim planında dil ve konuşma terapisti ile birlikte yapılacak çalışmaları planlayabilir. Bir kez daha tıbbi olarak detaylı değerlendirilmenin yapılması gereğinin altını çizmek istiyorum. Önce sağlıklı olması için sorunsuz beslenmenin garanti altına alınması gerekir. Sağlıklı beslenebilen, fiziksel olarak gelişebilen, yaşayabilen bir bebeğin eğitimi için yeterli zamanımız var demektir. Kalp sorunu, reflü sorunu, bağırsak sorunu, uyku apnesi gibi sorunların iyi bir tıbbi takip ve kontrolle izlenmesi, fiziksel gelişimi etkileyecek durumların kontrol altında tutulması gerekir. Bundan sonrası özel eğitimin kapsamındadır. Down sendromlu bebeklerde gözlenebilir farklılıklar arasında sayılan bir diğer durum, kas tonusu veya eklem yapısı farklılıklarıdır. Bu farklılık çocuğun duyu-devin öğrenme girişimlerini sınırlandırır. Bu durumda fizyoterapist ile birlikte çalışacak özel eğitimci, çocuğun her iki sınırlılığının birlikte aşılmasını sağlayacak etkileşimleri ekip yaklaşımına dayalı olarak ele alabilir. Down sendromlu bebeklerle normal bebeklerin arasındaki farklılığı yaratan en önemli unsur bilişsel ve dil gelişimi alanlarında farklılıktır. Zekâ seviyesindeki farklılığın derecesine bağlı olarak dil ediniminde oluşan fark giderek belirginleşir. Bunun yanı sıra Down sendromlu çocuk öğrenmesi gereken pek çok şeyi zihinsel yetersizliği nedeniyle öğrenemiyor ya da öğrenip kısa sürede unutuyor olabilir. Down sendromlu çocuklar arasında bile zihinsel kapasite farklılıkları gözlenebilir. Bu durumda bilişsel gelişimi destekleme bağlamında daha yoğun özel eğitim alması planlanmalıdır.
Down sendromlu bireylerin eğitimine ne zaman başlanması gerekiyor? Down sendromlu bireylerin eğitimine doğar doğmaz başlanmalıdır. Bebeklerin tüm alanlarındaki gelişimleri doğar doğmaz başlar. Kendilerini geliştirme girişimlerini başlatmada sınırlılığı olacağı bilinen Down sendromlu bebeklerin eğitimi olabilecek en erken dönemde başlatılmalıdır. “Erkenlik” ilkesi özel eğitimin en önemli ilkelerinden biridir. Down sendromlu bebekler eğitime başlama bağlamında avantajlı bir gruptur. Doğar doğmaz tanılandıkları için özel eğitim hemen başlatılabilir. Ancak bazen sağlıkla ilgili öncelikler de çıkabilir. Yine de, pek çok gruptan daha önce tanı alarak eğitime yönlendirilebilirler. İlk yılda yapılan anne odaklı eğitimden sonra, ikinci yıl anne eğitimi sürdürülürken çocuğa da doğal eğitim yaklaşımlarına dayalı destek eğitim verilmeye başlanır. Üçüncü yıldan itibaren çocuğa verilen eğitimin süresi ve niteliğinde farklılıklar planlanarak devam edilir. Down sendromlu bir birey çocukluk çağından yetişkinliğe kadar nasıl bir eğitime tabi tutulur ve nasıl bir gelişim ivmesine sahiptir? 3-6 yaş okul öncesi dönemde kurumsal eğitimi başlatılırken bilişsel ve dil gelişim alanlarında bireysel eğitimle desteklenmeye devam edilir. Edinimleri yaşıtlarıyla aynı hızda ve oranda olamıyorsa kaynaştırma kararı aldırılarak yaşıtlarının arasında kalması sürdürülebilir. Bu eğitimin hedefi normal akranlarıyla kaynaştırma eğitiminin okul döneminde de sürmesini sağlamaktır. Okul öncesi eğitimin son aşamasında okula geçiş becerileri planlı bir şekilde çalışılmaya başlanmalıdır. Okula başlama yaşı geldiğinde diğer çocuklar gibi kayıt kabul yasası gereğince ilkokula kaydı yaptırılır. Erken çocukluk döneminde sistematik eğitim almış Down sendromlu çocukların ilkokul deneyimlerinde çok fazla sorun yaşandığı söylenemez. İlkokulda sınıf ortalamasının biraz altında olmakla birlikte eğitimlerini sürdürebilirler. Akademik becerilerin öğrenilmesinde yaşıtlarıyla aynı öğrenme hızına sahip olamayabilirler. Bu durumda çocuğa sağlanan özel eğitim süresi arttırılarak ya da kaynaştırma kararı alınarak olabildiğince normal çocuklarla eğitimi sürdürülmeye çalışılır. Ancak bilişsel düzeyi yaşıtlarından belirgin farklılık gösteren çocuklar için birinci sınıfın ikinci tekrarından sonra özel sınıfta eğitimin sürdürülmesine de karar verilebilir. Özel eğitimde her zaman hedeflenen, çocuğun yaşıtlarıyla arasında gelişimsel fark makasının açılmamasını sağlamaktır. Bireysel eğitim planı, çocuğun performansını kendisini geliştirmek üzere en verimli şekilde kullanmayı sağlamak üzere yapılandırılır. Dolayısı
ile gelişimsel ivmesi çocuğun performansına dayalı olmak koşulu ile hep ileriye ve iyiye doğrudur. Down sendromlu bireylerde iyi yapılandırılmış bir eğitim süreci sonrasında geriye dönüşe neden olacak durumlar çok fazla gözlenmez. Ergenlik döneminden önce yeme alışkanlıkları ve kilo kontrolü ile ilgili kararlı bir uygulama yapılmış ise obezite ve buna dayalı hareket ve kalp sorunu ile karşılaşılmaz. Erken çocukluktan itibaren aile özel eğitim uzmanıyla iyi bir işbirliği yapmış ve önerileri dikkate almış ise çocuğuyla birlikte sağlıklı ve uyumlu yaşayacağı ergenlik ve yetişkinlik dönemlerine geçiş yaparlar. Down sendromlu bir çocuğa hangi alanlarda eğitim veriyorsunuz? Bu bireylerin en çok hangi alanlarda desteğe ihtiyacı oluyor? Özel eğitim çocuğun tüm gelişim alanlarını bir bütün olarak kabul eder ve gelişim alanlarının birbirine olabildiğince paralel gelişmesini hedefler. Çok kapsamlı bu program Bireyselleştirilmiş Eğitim Programı (BEP) olarak isimlendirilir. Bu program; çocuğun tıbbi takibini yapan doktorun öneri ve uyarıları, konuşma terapisi ve fizyoterapide yapılan çalışmalara ilişkin bilgi ve açıklamalar ile özel eğitim öğretmeninin yapacağı çalışmaların tüm bunları kapsayıcı olmasını sağlayacak yönlendirmeleri içerir. Çocuğun eğitim planlamasını yapan ve kontrol eden Özel Eğitim Uzmanı, çocukla çalışan tüm alan uzmanlarıyla etkileşerek bu planlamayı yapar. Özel Eğitim Uzmanı çocuğun var olan durumu ile ilerde içinde bulunacağı durumları bağdaştıran işlevsel beceri gereksinimlerini belirler ve bunların öğretimini planlar. Down sendromlu çocuklar da normal çocuklar gibi birbirinden farklı özelliklere sahiptir. Bu nedenle eğitim gereksinimleri konusunda genellemeler yapılamaz. Normal yaşıtlarının öğrenmesi gereken her şey onların da öğrenmesi gereken şeylerdir. Sadece öğrenmeleri ve unutmamalarını garantilemek üzere kalıcı öğrenmeyi sağlayacak özel eğitim yöntemleriyle öğretim yapılması gerekir. Down sendromlu çocuklar ile normal çocuklar arasındaki en büyük farkın Down sendromlu çocukların yaşıtlarına göre kötü niyetli davranışları zamanında algılayamayarak kendilerini korumayı zamanında başaramıyor olmaları diyebilirim. Dolayısıyla da kendilerini koruma konusunda da yaşıtlarına nazaran daha geç kalabiliyorlar. Çocukluklarında da yetişkinlik dönemlerinde de çok sevgi dolular ve sosyal yakınlık anlamında kişileri çok fazla sınıflandıramıyorlar. Bu bağlamda taciz edilmemelerini sağlamak üzere bazı korunma becerilerinin zamanında öğretilmesi gerekiyor. Erken çocukluk döneminden itibaren mahremiyet davranışlarının edindirilmesi, kurumsal eğitim almaya başladıkları andan itibaren kişisel alan algısı geliştirme, beden dokunulmazlığı, izinsiz fiziksel teması reddetme, iyi ve kötü dokunmayı ayırt etme, uygun olmayan dokunmayı reddetme ve rapor etme gibi becerilerini geliştirmek yerinde olur.
2017 / İLKBAHAR
31
ÖZEL DOSYA
Down sendromlu çocuklara eğitim örgün öğretim kurumlarında mı yoksa özel merkezlerde mi veriliyor? Özel Eğitim Uzmanı öğrencinin performansını değerlendirerek onun için en az kısıtlayıcı eğitim ortamında eğitim almasını planlayabilir. Daha sonraki hayatında da olacağı gibi normal akranlarıyla daha fazla etkileşeceği eğitim düzenlemeleri tercih edilebilir. Çocuk için daha iyi olacağı düşünüldüğünde birebir eğitim düzenlemesinden de yeteri kadar yararlanmasını sağlayacak planlamalar yapılır.
Sezgin Kartal Psikolog Özel Eğitim Uzmanı
Örgün eğitimde yaşıtlarıyla yan yana olması farklı desteklerle sağlanırken, çocuğun yaşına paralel sosyal gelişimi öncelikli hedef olarak düşünülebilir. Ancak akademik becerilerin kazandırılmasında daha spesifik düzenleme ve uyarlamalar için özel merkezlerden de destek alınabilir. Çocuğun durumuna ve gereksinimlerine göre özel eğitim uzmanı tarafından öneriler geliştirilir ve ailenin görüşüne sunulur. Son karar yasal olarak çocuğun vasisi olan aileye aittir. Bazen örgün eğitim içinde yer almayan eğitimler için özel merkezler tercih edilebilir. Sanat, spor ya da özellikle talep edilmiş bir mesleki becerinin kazandırılması için de özel merkezlerden alınacak eğitime yönelmek gerekebilir. Eğitim almış Down sendromlu bir birey neleri yapabilir hale gelir? Erken çocukluk döneminden itibaren çok iyi iş birliği içinde çalıştığımız aileler ile normal sınıf içinde kaynaştırma kararı ile orta öğretimi bitirmiş, hatta iki yıllık meslek yüksekokulunu okuyabilmiş Down sendromlu çocuklarımız var. Bunun yanında erken dönemde eğitime başladığı halde zaman zaman ara vermiş, ergenlik sonrasında davranış kontrolünü yitirmiş, çok ciddi sorunları olan çocuklarımız da var. Mesleki eğitimi yapılmış Down sendromlu yetişkin bireyler düzenli çalışma alışkanlıklarını sürdürüyor ve bundan mutlu oluyorlar. Bu bağlamda iş sahibi olan ve ekonomik bağımsızlığa sahip normal bireylerden çok da farklı değiller. Down sendromlu bir bireyi eğitmek çok uzun soluklu bir çalışma. Bu süreçte aileler bizlerle iletişimi sürdürdüğü sürece planlama konusunda onlara yol göstermeye devam ediyoruz. Ancak 10-20 -30 yıl süresince bunu sürdürebilme kararlılığı gösteren ebeveyn sayısı çok değil. Bazı öğrencilerimizin bilişsel performanslarındaki sınırlılık nedeniyle öğretilmiş olsa da bazı temel becerileri bile sürdürmekten vazgeçtiklerini gözlemliyoruz. Örneğin; 9 yaşında bağımsız duş almayı öğrettiğimiz çocuğumuz 28 yaşına geldiğinde yıkanmama ve temiz giysilerini giymeme gibi davranışlar geliştirebiliyor. Down sendromlu bireyin eğitimi yaşam boyu eğitim anlayışıyla sürdürüldüğünde çok olumlu örneklerin oluşturulması mümkün. Bu bağlamda belki ileri yaşlarda yorgunluğa düşen veliler için devlet tarafından bir sosyal hizmet uzmanı desteği sağlanması yerinde olabilir. Ailesini kaybeden Down sendromlu yetişkin bireyler için bağımsız yaşam becerilerinde yönlendirme desteği sağlayacak bir sistemin de oluşturulması gerekir.
32
Dünyada Down sendromu görülme sıklığı demografik özelliklere ve yaşa göre değişkenlik gösteriyor mu? Down sendromu, genetik düzensizlik sonucu insanın 21. kromozom çiftinde fazladan bir kromozom olması durumu ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan genetik bir bozukluktur. Her ırk ve millette görülebilir. Her 800 doğumda bir oranında görülür. İstatistikler anne yaşının artışıyla bu oranın yükseldiğini göstermektedir. 20’li yaşlarda bir annenin dünyaya Down sendromlu bebek getirme oranı 1/800 iken, 40’lı yaşlarda bir annenin dünyaya Down sendromlu bir bebek getirme olasılığı 1/80’dir.
Her çocuk doğduğu andan itibaren koşulsuz kabul edilmeye, sevilmeye, ilgi ve saygı görmeye ihtiyaç duyar. Bebeklik dönemindeki erken müdahaleden kastedilen nedir? Her çocuk doğduğu andan itibaren koşulsuz kabul edilmeye, sevilmeye, ilgi ve saygı görmeye ihtiyaç duyar. Önce buradan başlamak gerekiyor. Çocuğun karşılıksız kabul ve sevgi görmesi en öncelikli durum. Ama biliyoruz ki Down sendromlu bebekler maalesef çeşitli ek sağlık problemleri ile dünyaya geliyorlar. Bu sağlık problemlerinin başında kalp ve tiroid problemleri yer alıyor. Bunun yanında tipotoni denilen kasların gevşek ve bağışıklık sisteminin zayıf olması gibi durumlar da sık görülen problemler arasında. Anne-babaların bu konularda hassasiyet gösterip düzenli bir sağlık takibi yaptırmaları gerekiyor. Bunun yanında Down sendromlu bebekler farklı düzeylerde gelişimsel gerilikler de yaşıyorlar. Bu nedenlerle anne babalar bebek için gerekli olan fizyoterapi, özel eğitim ve konuşma terapilerini erkenden başlatmalılar.
Down sendromlu bireylerin zekâ gelişimleri arasında farklılıklar söz konusu mudur? Normal gelişim gösteren bireyler gibi, Down sendromlu bireyler de farklı seviyelerde zekâ skorlarına sahipler. Fakat bu bizim çalışma alanımız için çok önemli bir konu değil. Zekâ yerine topluma uyum becerileri daha önceliklidir. Bireyin mutlu olması, arkadaşları ile uyumlu olması bizim için daha değerli. Down sendromlu bir çocuğun eğitim hayatı nasıl organize ediliyor? Bebek doğar doğmaz ailenin bilgilendirilmesi çok önemli. Anne-babanın bebeğe erken ve doğru uyarımları yapması gerekiyor. Eğitim buradan başlıyor. Daha sonra fizyoterapi ve erken özel eğitim devreye giriyor. Fizyoterapide kaba motor gelişiminin takibi yapılırken özel eğitim çalışmalarında bilişsel gelişim, sosyal gelişim ve ince motor gelişim beceri basamaklarının hedefleri bebeğe kazandırılmaya çalışılıyor. Bunlara daha sonra konuşma terapistlerinin verdiği dil gelişimi hedefleri ekleniyor. 0-3 yaşta çocukların bakım ve eğitimleri evde yürütülürken, 3-4 yaşlarda sırasıyla kreş ve anaokulu dönemi başlıyor, ardından ilköğretim çağı geliyor. Gördüğünüz gibi bu süreçler normal gelişim gösteren çocukların eğitim süreçleri ile aynı. Biz eğitimciler, Down sendromlu bireylerin tüm eğitim hayatları boyunca kaynaştırma ortamlarında akranları ile birlikte eğitim almalarını istiyoruz. Yönlendirme ve hazırlıklarımızı ona göre yapıyoruz.
Down sendromlu bir bireyin topluma adaptasyonu sürecinde neler yapılmalı? Aslında toplumun Down sendromuna adaptasyonu nasıl olmalıdır diye düzeltme yapmak lazım. Dünya tatlısı çocuklar ve çok mutlular. Eğitime erken başlayan çocuk, zaten toplumun bir parçası olmaya o günden itibaren başlıyor. Onlara göre böyle bir sorun yok. Sorunu, başarı takıntısı olan ve mükemmeliyetçi yetişkinler yaşıyor. Bizim gibi başarıya aç bazı toplumlar eğitimdeki başarısızlığın sebeplerini engelli/farklı çocukların eğitim sistemi içinde öğretmeni yavaşlatması olarak görüyor. Bunun sonucu olarak Down sendromlu çocuklar okullarda çokça problem yaşıyorlar. Toplumsal farkındalık çalışmaları ile bu sorunları aşmaya çalışıyoruz. Ama maalesef daha çok yolumuz var. Down sendromlu çocuk sahibi olan ailelere neler önerirsiniz? Öncelikle çocuklarını çok sevmelerini… Bütün çocuklar değerlidir. Değerli ve biricik olduklarını onlara hissettirmemiz gerekir. Anne babaya düşen en büyük görev; çocuğunu kendine özgü bir dünyası olan, bağımsız bir birey olarak kabul etmektir. Anne babalar bu davranışla topluma da örnek olacaktır. Ülkemizde anne-babaları strese sokan birçok durum bulunuyor. Sokakta, hastanede, okulda, iş hayatında aileleri sıkıntıya sokan ve mücadele etmelerini gerektiren birçok durum var maalesef. Bunlarla mücadele etmek için azim gerekiyor. Güçlü durmalarını ve çocuklarının gelecekleri için mücadele etmelerini öneriyorum.
2017 / İLKBAHAR
33
ÖZEL DOSYA
Gün Bilgin Down Türkiye Down Sendromu Derneği Başkanı nük bir destek programı hazırlamanız çok önemlidir. Hipotoni'nin az veya fazla olmasına göre bazı bebekler uzun süre başlarını bile tutmakta zorlanabilirler ama fizyoterapi desteği ile gelişim basamaklarını kendi hızlarında tamamlarlar. Down sendromlu bireyler bazı rahatsızlıklara daha yatkın olabilirler. Bu yüzden sağlık kontrollerinin aksatılmadan ve zamanında yapılması, doğru sağlık danışmanlığının alınması hayati önem taşır.
Down sendromu nedir? Ülkemizde görülme sıklığı nedir? Down sendromu; genetik bir farklılık, bir kromozom anomalisidir. En basit anlatımı ile sıradan bir insan vücudunda bulunan kromozom sayısı 46 iken Down sendromlu bireylerde bu sayı üç adet 21. kromozom olması nedeniyle 47 olmaktadır. Down sendromu tedavi edilmesi gereken bir hastalık değil, genetik bir farklılıktır. Hücre bölünmesi sırasında yanlış bölünme sonucu 21. kromozom çiftinde fazladan bir kromozom yer alması ile meydana gelir. Hafif veya orta seviye zihinsel ve fiziksel gelişim geriliğine sebep olur. Ülke, milliyet, sosyo-ekonomik statü farkı yoktur. Ortalama her 800 doğumda bir görülür. Tüm dünyada 6 milyon civarında Down sendromlu birey yaşamaktadır. Türkiye'de tam bir veri yok ama yaklaşık 70.000 Down sendromlu kişi olduğu tahmin ediliyor. Down sendromlu bir bireyin taşıdığı özellikler nelerdir? Down sendromlularda görülen bazı fiziksel özellikler; çekik küçük gözler, basık burun, kısa parmaklar, kıvrık serçe parmak, kalın ense, avuç içindeki tek çizgi, ayak başparmağının diğer parmaklardan daha açık olmasıdır. Bu özelliklerin hepsi veya birkaçı görülebilir. Down sendromlu bebekler istisnalar olmakla beraber yaşıtlarından daha yavaş büyürler. Zihinsel gelişimleri geriden gelir. Bu gerilik yaş büyüdükçe daha belirgin olarak gözükmekte, ama uygun eğitim programları ile Down sendromlu çocuklar da pek çok başarıya imza atmakta ve toplum içinde anlamlı hayatlar kurabilmektedirler. Burada düzenli ve disiplinli bir eğitim programı ve bol tekrar en önemli faktördür. Down sendromlu bireyler genel olarak yaşıtlarından daha kısa boylu olurlar ve metabolizmalarının yavaş çalışması nedeni ile doğru beslenme alışkanlığı edinmezlerse ileri yaşlarda kilo problemi yaşayabilirler. Farklı derecelerde olmak üzere kas gevşekliği (Hipotoni) nedeni ile fizyoterapi desteğine ihtiyaç duyarlar. Bebeğiniz doğar doğmaz biz fizyoterapist ile görüşerek bilgi almanız ve ileriye dö-
34
Her çocuk gibi Down sendromlu çocuklar da farklı zekâ seviyesine, yetenek ve kişiliğe sahiptirler. Burada kilit nokta çocuğunuzun kapasitesini maksimum düzeyde kullanabilmesi için zamanında ve doğru desteği alabilmesidir. Erken eğitim programları, fizyoterapi, dil terapisi, alternatif terapiler, oyun grupları gibi seçenekler aileler tarafından iyice değerlendirilmeli ve doğru kaynaklara ulaşılarak karar verilmelidir. Eskiden okuyamaz bile denilen bu bireyler artık lise, hatta üniversite bitirebilmekte, ikinci bir dil öğrenebilmekte, çalışabilmekte, bağımsız veya yarı bağımsız hayatlar sürebilmektedirler. Bu yüzden hayallerimize sınır koymamalıyız ama hayallerimiz sınırsız da olsa çocuğumuzu doğru değerlendirerek ayakları yere basan, gerçekçi gelecek planları yapmanın onun mutluluğunun anahtarı olduğunu unutmamalıyız. Zihinsel engelli olmak duygusal engelli olmak demek değildir. Down sendromlu bebekler her şeyden önce bebektirler. Beslenme, temizlenme, sevilme ihtiyacı duyan, acıkınca, sıkılınca ağlayan, kızan, küsen, gülen, geceleri sizi uyutmayan bebekler. Down sendromlu gençler de cinsel kimlikleri bulunan, ergenlik bunalımı yaşayan, aşık olan, kalbi kırılan, kardeşi ile kavga eden, kapıları vurup bangır bangır müzik dinleyen, gülen, dans eden gençlerdir. Bizler gibi onlar da tüm duyguları yaşarlar. Down sendromlu bireyler eğitim hayatında ve sosyal yaşamda ne gibi zorluklarla karşılaşıyor? Ülkemizde Down sendromlu bebeklerin, ücreti devlet tarafından karşılanan erken eğitim ve rehabilitasyon hizmetinden yararlanabilmesi için engelli sağlık kurulu raporu alınması gerekiyor. Maalesef bu raporu hastaneler 1- 2 hatta 3 yaşından evvel vermemekte, bu konuda eğitim verilemeyeceğine inanan doktorlar aileleri yanlış yönlendirmektedir. Dolayısı ile henüz 1 aylıkken eğitime başlaması gereken çocuklar eğitim hakkından vaktinde yararlanamamaktadır.
Zihinsel engelli olmak duygusal engelli olmak demek değildir.
Eğitime geç başlamanın yanı sıra bir problem de kreş ve okullara kabul edilmemeleridir. Down sendromlu çocukların kreşten başlayarak tüm okul hayatı boyunca diğer çocuklarla bir arada, yani kaynaştırma öğrencisi olarak toplumla bütünleşen bir şekilde eğitim hayatına devam etmeleri gerekir. Dünyadaki uygulamalar bu yöndedir. Bizde ise kanunlarda düzenlemeler olmasına rağmen çocuklar okullara kabul edilmemektedir. Bu durum bazen müdürün, bazen sınıf öğretmeninin, bazen rehberlik öğretmeninin, bazen de diğer ailelerin hükmüne bırakılmış vaziyettedir. Okul hayatı bitince de bu gençlerin toplumsal hayata uyumu, bağımsız yaşama becerilerinin geliştirilmesi ve iş hayatında var olmaları için gerekli eğitimler veya uygulanmakta olan bir devlet politikası yoktur. Down sendromlu bireylerin çocukluk döneminde ulaşabildikleri sağlık hizmetleri, yaşları büyüyüp de 18 yaşını aştıkları noktada sekteye uğrayabilmektedir. 18 yaşından sonra hâlâ çocuk doktorlarına yönlendirilen Down sendromlu yetişkinler vardır. Türkiye’de Down sendromu ile ilgili bilimsel çalışmaların ve araştırmaların çok yetersiz olması bu tarz hatalara yol açmaktadır. Down sendromlu kişiler hep çocuk kalmazlar, büyürler ve birer yetişkin olurlar. Hormonları fiziksel yaşlarına uygun gelişir. Bir cinsel kimlikleri, bu yönde beklenti ve ihtiyaçları vardır. Hep mutlu değildirler. Bizler gibi insani duygulara sahip, yeri geldiğinde kızan, yeri geldiğinde kıskanan, yeri geldiğinde gülen, ağlayan, küsen insanlardır. Toplumun bunu anlaması ve onları birey olarak kabul etmesi sanırım sorunların büyük kısmını aşabilmede bize yardımcı olacaktır.
oluyor. Down sendromlu ve diğer engelli bireyler için uzun ve zorlu bir raporlama sürecinin sorasında belirlenen engellilik oranına göre ayda 8-12 saat ücretsiz özel eğitim ve rehabilitasyon alma hakkı var. Ancak belirttiğim gibi, bu oldukça uzun ve zorlu bir süreç ve ne yazık ki her yıl yenilenmesi gerekiyor. Önce tam teşekküllü bir hastaneden heyet raporu olarak alınıyor. Akabinde Rehberlik Araştırma Merkezlerinde yapılan testlerle verilecek olan özel eğitimin alt basamakları ve süresi belirleniyor. Down sendromunda eğitimin doğar doğmaz başlaması gerektiği biliniyor. Buna rağmen bebeklerine rapor alamayan aileler ve belli bir yaştan sonra eğitimin artık işe yaramayacağı kanaatiyle raporları iptal edilen gençlerimizle maalesef karşılaşıyoruz. Aynı zamanda ailenin veya 18 yaşından büyükse engellinin gelirinin muhtaçlık kategorisinde sınıflandırılması durumunda maddi yardımlar da yapılıyor.
Ülkemizde bu çocukların eğitimini sağlayan yeteri kadar kurum var mı?
Dernek olarak toplumu Down sendromu hakkında bilinçlendirmek adına ne gibi çalışmalar yürütüyorsunuz?
Hayır yok. Sayı olarak kurumlar olsa bile, içerik ve yeterlilik olarak kesinlikle yeterli kurum yok. Zaten ayrı kurumlara değil, herkesin eğitim aldığı kurumlar içerisinde bireyselleştirilmiş eğitim planlarına ihtiyaçları var. Ayrıca erken çocukluk döneminde fizyoterapi, dil terapisi, bireysel eğitim gibi özelleştirilmiş eğitime ihtiyaçları var.
Yürüyüşler, sergiler gibi farkındalık çalışmaları yapıyoruz. Ayrıca her sene üniversitelere, okullara gidip Down sendromunu anlatıyoruz. Farklı şehirlerde seminerler düzenliyor, kampanyalar yapıyoruz. Mesela 2016 yılında 1600 kişiye bilgilendirme seminerleri yaptık, iş yerlerinde Down sendromlu çalışanlarla ilgili farkındalık oluşturmak için 405 personele eğitim verdik. Bunların dışında kaynak kitaplar çıkartarak hem ailelere hem de üniversitelere ücretsiz olarak yolluyoruz.
Çalışma hayatında yer alan Down sendromlu bireyler var mı? Evet, artık var. Derneğimizin başlattığı İş Koçu Destekli İstihdam Modeli ile 2012 yılından beri 13 şehirde 11 şirkette 45 genci işe yerleştirdik ve %88 oranında istihdam sürekliliği sağladık. Bunun bir devlet politikası haline dönüşmesini istiyoruz. Devlet, engelli kotalarında zihinsel engelli bireyler için de ayrı bir kota koymalı ve İş Koçu Destekli İstihdam Modelini bu kişilerin istihdamı için bir politika olarak uygulamalı. Down sendromlu bireyler için devletimiz ne gibi destekler sağlıyor? Tüm engelli bireyler için sağlanan desteklerin aynısını sağlıyor. Farklı bir uygulama yok. Engelli bireylere sağlanan desteklerde engel türleri değil, engellilik oranları ve ailenin maddi durumu belirleyici
Dünyayla kıyasladığımızda ülkemizde Down sendromu hakkında toplumsal açıdan ne kadar yol alındı? Hâlâ yapılması gereken çok şey var ama yasal düzenlemeler açısından oldukça yol kat ettik. En azından Engelli Hakları Sözleşmesini imzaladık. Sıra buradaki yükümlülüklerimizin hayata geçirilmesinde. Maalesef uygulamada sıkıntılarımız var. Avrupa’nın veya Amerika’nın 50 yıl önce başladığı çalışmalara biz daha yeni başlıyoruz. Bu sebeple daha gerideyiz ama şansımız onların doğruyu bulmak için kaybettiği zamanı kaybetmeden iyi uygulamalarını alıp uyarlama imkânımızın olması. Bu şekilde arayı hızla kapatabiliriz. Yeter ki bunu sadece STK’lar değil devlet de istesin ve yapsın.
2017 / İLKBAHAR
35
ÖZEL DOSYA
Bu üç yıllık süreçte hayatınızı nasıl şekillendirdiniz? Hayatımızda hiçbir şey değişmedi. Aynen rutine devam ettik. “Beren için neler yapabiliriz?” sorusuna kenetlenip elimizden geleni yaptık. Şanslıydık, sağlık problemimiz olmadığı için süreç daha kolay geçti. Beren nasıl bir eğitim sürecinden geçiyor ve şu an neleri başarabiliyor? Beren ilk olarak fizik tedaviyle başladı. Buna bireysel eğitim eklendi. Yaklaşık 6 aydan beri de konuşma ve dil terapistinden eğitim alıyor. Neler yapabildiğine gelirsem, yürüyebiliyor. Kulağa basit gelebilir ama bunu yaşayan bilir, bizim için çok önemli bir adım. Çok sosyal, çok mutlu bir çocuk... Bugün onu size bıraksam bütün bir günü çok gülerek eğlenerek geçirebileceğiniz hiç sorun yaşamayacağınız bir bal. Hemen hemen yaşının oynadığı tüm oyunları oynayabiliyor. Konuşabiliyor mu derseniz, henüz tek tek sınırlı sayıda kelime söylüyor ama sadece bize değil herkese her istediğini mutlaka anlatabiliyor.
Nevper Ünlü
Beren’in Annesi Nevper Hanım, öncelikle kısaca sizi tanıyabilir miyiz? 1975 İstanbul doğumluyum. İstanbul Çekmeköy’de yaşıyoruz. Babam astsubay, annem ev hanımı. Bir erkek bir kız kardeşim var. Turizm mezunuyum ve uzun yıllar turizm acentelerinde ticketing ve operasyon bölümlerinde çalıştım. 1997 yılında evlendim. İlk çocuğum 2003 yılında dünyaya geldi. Ardamız bu sene TEOG sınavlarına hazırlanıyor. 2014 yılında da küçük fındığımız Berenimiz aramıza katıldı. Down sendromlu bir bebeğinizin olacağını öğrendiğinizde neler hissettiniz? İlk olarak şok oldum. Gebelik döneminde yapılan dörtlü testte belli oldu. Aslında o testi öylesine yaptırmıştık. Diğerlerinde bir şey çıkmamıştı. Sonra amniyosentezde durum netleşti. Çok ağladım tabi ki çünkü ne ile karşı karşıya olduğumu bile bilmiyordum. Çok okudum, çok araştırdım. Down sendromlu çocukların seminer ve toplantılarına katıldım. Doktorumuz gebeliğin sonlandırılabileceğini söyledi. Bu fikir bu durumdan daha zor gelmişti bana, çünkü daha önce 5 aylık bir bebeğim karnımda ölmüş ve onu normal doğumla doğurmak zorunda kalmıştım. O zaman da çok farklı duygular yaşıyorsunuz. Beren’i dünyaya getirme kararını verirken neler yaşadınız? Tabi kabul edilmesi zor bir süreç... Büyük bir şaşkınlık ve üzüntü yaşıyorsunuz. Herkesten ayrı ayrı şeyler duyuyorsunuz. Ama biz birbirine çok bağlı ve paylaşımcı bir aileyiz. Bu sebeple daha kolay atlattık. Eşimle çok konuştuk ve üzülmek yerine ne yapabiliriz dedik. Birkaç doktora gittik. Kalp rahatsızlığı olup olmadığına baktırdık. Yakın bir arkadaşımız doktordu ve bize çok yardımcı oldu. Bir gün ultrasonda bebeğimizi gördük, her şeyi normal gözüküyordu. Eşimle aynı anda birbirimize bakıp bu çocuğu aldırmayacağımıza karar verdik. Yaşı küçük kalbi büyük oğluma da danıştık. “Anne onu öldüremeyiz, bakarız” dedi. Maneviyatı çok yüksek bir dönem geçirdik.
36
Toplumun Down sendromlu bireylere bakış açısı hakkında neler söylemek istersiniz? Birçok kişi bu konuda bilgi sahibi değil. Onlara kızamıyorum, ben de dâhil olmadan önce bilmiyordum bu kadar detayı. Yaşayabileceğim sorunlara karşı şöyle çözüm buldum. Garip bakışlar ve sorulara maruz kalmadan önce ben durumu anlatıyorum ve onların da bilgi sahibi olmasını sağlıyorum. Böylece sıcak ve samimi ilişkiler kuruyorum. Beren’i daha çabuk içlerine dâhil ediyorum. Ama okul sürecinin zor olacağını biliyorum. Okullarda bu çocuklara sunulan imkânlar maalesef kısıtlı. Down sendromu farkındalığını yaratmak için toplumsal açıdan sizce neler yapılmalı? Her yerde bu çocuklara imkân verilmeli. Daha çok göz önünde olmaları sağlanmalı. Eğer göz alışırsa normal gelir, normal gelirse daha çok kabul edilirler. En azından olumsuz olaylarla karşılaşmazlar. Kızınızla birlikte tüm zorluklara yılmadan göğüs geriyorsunuz. Bunu bizzat deneyimleyen bir kişi olarak benzer ailelere neler söylemek istersiniz? Bize bu melekler geldiği için çok şanslıyız. Diğer aileler bu çocuklarla yaşamanın mutluluğunu hiçbir zaman tadamayacaklar. Her şey zor ama bir o kadar da mutluluk verici değil mi? Biz aileler istersek her şeyi başarabiliriz çünkü elimizde şekillendirmesi zor ama ışık saçan bir hamur var. Onlar için yılmadan elimizden geleni yapalım.
DOĞRU BİLİNEN YANLIŞLAR
Kanser, dünyada ölüm nedenleri arasında ilk sırada bulunuyor. Bu kadar yaygın bir hastalık hakkında gerek çevremizde gerekse basılı ve dijital medyada birçok bilgi dolaşıyor. Abdi İbrahim Medikal Direktörlüğü; sağlıksız beslenme, sigara ve hava kirliliği gibi farklı sebeplerle görülme riski her gün artan kansere karşı doğru bilinen yanlışlar konusunda uyarıyor.
Yanlış: Kanserin belirti ve bulguları yoktur. Doğru: Erken tanı tartışılmaz düzeyde yararlıdır. Birçok kanser türü, erken dönemde uyarıcı belirti ve bulgular gösterir. Yanlış: Çoğu kanser ailesel geçişlidir, eğer ailende kanser öyküsü yok ise risk altında değilsin. Doğru: Kanserin ailesel ilişkisi sadece yüzde 5-10 civarındadır, seyrek görülür ve çoğunlukla aile ilişkisi yoktur.
Yanlış: Ne yaparsan yap kanser olacağın varsa olursun, kanser kaderindir.
Yanlış: Tümörlü dokuya biyopsi yapmak kanserin yayılmasına neden olur.
Doğru: Tüm yeni kanser vakalarının en az yarısı önlenebilir veya tarama ile erken yakalanabilir. Örneğin sigara tek başına tüm kanser ölümlerinin yüzde 30'unu kapsar.
Doğru: Tümör biyopsisi yapmanın kanserli hücrelerin yayılmasına neden olduğuyla ilgili bilimsel kanıt yoktur
Yanlış: Kansersen şeker yememelisin.
Yanlış: Bazı kanser türleri bulaşıcıdır. Doğru: Kanserin hiçbir çeşidi bulaşıcı değildir. Bununla birlikte bilinen bulaşıcı virüsler kansere neden olabilir.
Doğru: Şeker yemenin kanser hücresinin gelişimine veya hızlı yayılmasına sebep olduğuna ilişkin bilimsel kanıt yoktur. Normal hücrede olduğu gibi kanserli hücrenin de büyüme ve normal fonksiyonlarını görmek için şekere ihtiyacı vardır. Şekeri kısmanın kanser büyümesini yavaşlatmayacağı gibi şekeri artırmak da kanserli hücrenin büyümesini hızlandırmaz.
2017 / İLKBAHAR
37
ÇOCUK
MİNİK KALPLERDE BÜYÜYEN KOCAMAN BİR SEVGİ:
prematüre bebekler
Prof. Dr. Tansu Sipahi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Çocuk Hematolojisi Uzmanı
Bebek sahibi olmak birçok ailenin hayali… Aileye katılacak yeni üyenin haberiyle zorlu ama bir o kadar da heyecanlı bir süreç anne babaları bekliyor. Her şey yolunda giderken minik misafirin erken doğmaya karar vermesi ise aileleri yeni bir maceranın içine sürüklüyor. Son 10 yılda tıpta ve teknolojik alandaki gelişmeler erken doğan bebeklerin sağlıklı yaşam şansını önemli oranda artırmıştır. Daha önceki yıllarda 34-35 haftadan küçük çok az sayıda bebek hayatta kalabilirken, son yıllarda 27-28. haftadan sonra ve 1000 gramın üzerinde doğan bebeklerin artık %90’ından fazlası hayatta kalabilmekte ve yaşamını sürdürebilmektedir. Ancak erken doğan bebekleri doğum haftaları ve anne karnındaki gelişimlerine bağlı olarak birçok sağlık sorunu bekliyor olabilir. Gelişmiş ülkelerde düşük doğum ağırlıklı yeni doğanların %70’ini prematüre yeni doğanlar oluşturur. Erken doğan bebeklerin ölüm riskleri çok fazla olduğu için takipleri bebek ve anne açısından çok kritiktir ve büyük öneme sahiptir.
Prematüre Bebek Nedir? Normal gebelik süresi, annenin son reglisinin ilk gününden doğuma kadar geçen süredir. Bu süre normalde 40 haftadır; ancak 38 ile 42 hafta arasında değişebilir. Term ya da miadında doğan yeni doğanlar bu süreyi tamamlayarak dünyaya gelmiş olan bebeklerdir. 37 haftadan önce doğanlar preterm veya prematüre, 42 haftadan sonra doğanlar ise postterm veya postmatüre olarak kabul edilir. Prematüre bebekler gebelik yaşına göre veya doğum ağırlığına göre gruplara ayrılır.
38
Gebelik yaşına göre 3 gruba ayrılırlar:
1. 2. 3.
İleri derece prematüre: 24-31 hafta Orta derece prematüre: 32-35 hafta Sınırda prematüre: 36-37 hafta
Doğum ağırlığına göre 3 gruba ayrılırlar:
1.
Düşük doğum ağırlığı: Bebeğin doğum ağırlığının 2500 gramdan az olması
2.
Çok düşük doğum ağırlığı: Bebeğin doğum ağırlığının 1500 gramdan az olması
3.
Aşırı düşük doğum ağırlığı: Bebeğin doğum ağırlığının 1000 gramdan az olması
En ideal gebelik yaşı 20-35 arası dönemdir. Prematüre bebeklerin fiziksel özellikleri Pretermde fizyolojik bir hipotoni vardır. Başın gövdeye oranı normal yeni doğana göre büyüktür. Fontanel (bıngıldak) geniş, göğüs duvarı yumuşak, karın gergindir. Cilt ince, jelatinöz görünümdedir. Derialtı yağ dokusu azdır. Vücut yüzeyi ağırlığına göre geniştir. Bu nedenle prematürelerde ısı kaybı ve gizli su kayıpları fazla olur. Çok küçük prematürelerde alt ekstremitelerde, el sırtında, göz kapaklarında ödem gelişebilir. Kulak kıkırdağının yapısı yumuşaktır. Kulak kepçesinde kıkırdağın oluşumu 35-36. haftadan sonra hızlandığı için daha erken doğan bebeklerde kepçe deri kıvrımı gibidir ve kıvrım sayısı azdır.
Prematüre Doğumun Nedenleri Anne karnındaki bebek (fetüs) rahim içindeki sıvı (amnion mayisi) içinde büyür ve bütün besinsel ihtiyaçları gebelik eşi (plasenta) ile karşılanır. Annenin kan dolaşımı, plasentanın ve dolayısıyla fetüsün beslenmesi için çok önemlidir. Kan dolaşımındaki sorunlar, annenin kronik bir hastalığının veya enfeksiyonunun olması, rahimdeki bazı problemler, fetüsün kendisine ait hastalıkları veya anormallikleri zamanından önce yani erken doğuma neden olabilir.
Anneye ait nedenler: 1. Annenin yaşı: 17 yaş öncesi ve 35 yaş sonrası gebelikler risklidir; en ideal gebelik yaşı 20-35 arası dönemdir. Erken yaştaki gebeliklerde tansiyon yüksekliği ve gebelik zehirlenmesi; ileri yaş gebeliklerinde ise Mongol bebek (Down sendromu) gibi bozukluklar görülebilmektedir.
2. Sık doğum: İki gebelik arasındaki sürenin en az 2 yıl olması annenin hem beden ve ruh sağlığı açısından hem de sağlıklı bir bebek doğurması için gereklidir.
3. Kronik hastalıklar: Annede kalp, akciğer, böbrek ve damar hastalıklarının varlığı, prematüre bebek doğum riskini artırır. 4. Enfeksiyon hastalıkları rahim kasılmasına yol açıp erken doğuma neden olabilir.
5. Annenin sigara veya uyuşturucu kullanması da erken doğum açısından önemli bir risk faktörü oluşturur.
6. Yetersiz beslenme, sosyoekonomik düzeyin düşük olması ve yetersiz bakım da prematüre bebek doğurma riskini artırır.
2017 / İLKBAHAR
39
ÇOCUK
Prematüre Bebeklerin Bakımında İlkeler Genel ilkeler, normal yeni doğanın bakım ilkeleriyle aynı olmakla birlikte prematüre bebekler olumsuz koşullardan etkilenmeye daha yatkındır; özellikle çok erken doğanlarda tedavi ve özel bakım gerektiren önemli sorunlar gelişebilmektedir.
Prematüre bebekleri bekleyen sorunlar: Erken doğan bebekleri doğum haftalarına ve anne karnındaki gelişimlerine göre bekleyen birçok sağlık sorunu olabilir. Özellikle doğuma kadar hangi organ yeterince gelişmediyse o organda sıkıntı görülmesi olası hale gelir. Bununla birlikte solunum sıkıntısı, kalp sorunları, beyin kanaması, böbrek ve bağırsak sorunları erken dönemde en sık görülen sorunlardır. İleriki dönemde ise duyma ve görme sıkıntıları, nörolojik sorunlar ve fizyoterapi uygulanmasını gerektiren kas iskelet sistemi sorunları görülebilir.
Düzeltilmiş Yaş Prematüre bebeklerin sağlığını değerlendirmek için düzeltilmiş yaş önemlidir. Prematüre bebekler her zaman düzeltilmiş yaşlarına kıyaslanarak değerlendirilmelidir. Normal gebelik süresi 40 hafta kabul edilirse bebeğin doğum haftası ile 40 hafta arasındaki fark, bebeğin takvim yaşından çıkarılarak düzeltilmiş yaş bulunur. Örneğin; 32 haftalık doğan bir bebeğin düzeltilmiş yaşı, 40-32=8 hafta gibi bir hesaplamayla 8 hafta erken doğduğu için takvim yaşından 8 hafta geri hesaplanır. Böyle bir bebeğin takvim yaşı 4 aylıkken, 2 aylık bebeklerin boy, kilo ve nörolojik gelişimini göstermesi yeterli olur. Erken doğan bebeklerin vücut ölçüleri belli bir süre içerisinde normal bir şekilde ve zamanında doğan bebekleri yakalasa da nörolojik gelişimlerindeki farkın kapanması 2-3 yaşına kadar sürebilmektedir. Erken doğan bebekler 35. haftada; destek almadan kendi başlarına nefes alıp vermeye, vücut sıcaklıklarını kuvöz dışında giysileriyle kendi başlarına koruyabilmeye, emme, yutma ve nefes alma koordinasyonunu kendi başlarına yapabilmeye başlayana kadar sürekli doktor kontrolünde olmalıdır. Hastaneden taburcu olduktan sonra önceleri haftalık daha sonra aylık kontrolleri yapılmalıdır. Bebeklerde ortalama tartı artışı sağlandıktan sonra aylık muayenelere geçilir. Prematüre bebekler ilk aylarda yakalama büyümesi adı verilen hızlı büyüme döneminde günde 40-60 gr tartı artışı gösterebilir. Bu dönemde aşırı beslenme de az beslenme kadar bebeğe zarar verir.
Prematüre bebeklerin sağlığını değerlendirmek için düzeltilmiş yaş önemlidir.
40
Prematüre bebeklerde aralıklarla metabolik değerlendirmeler ve kan testleri yapılmalıdır. Nörolojik sorunları olan bebekler fizyoterapi için uygun merkezlerde izlenmelidir. Prematüre bebeklerin spastisite hastalığına yakalanmamaları, kalça çıkıkları ve eklemlerinde kısıtlılıklar olmaması için erken fizyoterapiye başlanması ve düzgün takipleri önemlidir. 32 haftalıktan erken doğan bebeklerin en geç 34 haftalık olana kadar ilk göz muayenesinden geçirilmesi ve sonra retina gelişimi tamamlanıncaya kadar takibe devam edilmesi gerekir. Prematüre retinopatisi körlüğe yol açabilen önemli bir sorun olduğu için bebeklerin eve çıkış sonrasına kadar göz kontrollerinin atlanmaması önem taşımaktadır.
Erken doğan ve özellikle yoğun bakım süreçleri geçiren bebekler işitme açısından da risk altındadır. Bebeğin dış kulak yolu büyüklüğü uygun hale gelince bir işitme testinin ve normal bebeğin sosyal, dil, ince ve kaba motor olarak tanımlanan gelişim basamaklarının iyi bilinerek nörolojik muayenesinin yapılması gerekir. Gerekirse beyin elektrosu, beyin ve/veya omurilik MR görüntülemesi gibi yöntemlerden ve gelişim testlerinden yararlanılmalıdır. 0-2 yaş arasındaki çocukların beyin gelişimi, en hızlı evrededir. Bu yüzden riskler erken saptanarak gerekli tedavi yapıldığında uzun vadeli ve başarılı sonuçların alınma olasılığı yükselir.
Prematüre Anne
Prematüre bebeklerde rutin D vitamini desteği yanında demir desteğine de normal bebeklerden önce başlanması gerekir.
Prematüre bir bebek sahibi olmuş anne-baba ve aileler gerçekten çok büyük zorlukları yenmiş demektir ama bu aileler bu büyük sorunlarla mücadele ederken birçok ünlünün ve dâhinin de prematüre doğduğunu unutmamalılar. Örneğin önemli fizikçi Albert Einstein da erken doğmuştu. Ünlü bilim adamları Darwin ve Newton, ünlü İngiliz Başbakanı Churchill, meşhur yazarlar Mark Twain ve Victor Hugo, dünyaca ünlü balerin Anna Pavlova da prematüre doğan ünlülerdendir. Prematüre doğsa da dünyayı etkileyecek gücü olan bu bebekleri yaşama kazandırmak bu yüzden çok önemlidir ve bu yüzden biz çocuk hekimlerine çok önemli sorumluluklar yüklenmektedir. Bizler de bu bebeklere ve özellikle annelerine çok özel ilgi ve psikolojik destek göstermeliyiz.
Eve gelen ziyaretçiler: Günlerce hatta haftalarca hastanede kalmış küçük bir bebeğin mikropsuz bir ortama ihtiyacı vardır. Bu nedenle uzunca bir süre eve misafir kabul etmekten kaçınılmalıdır. Küçük bebeklerin çok fazla ellenmesi, zıplatılması, sallanması ve onlarla aşırı konuşulması stres yaratıcı olabilir. Ancak ailesi olarak bebekle sevgi bağı kurulması çok önemlidir.
Prematüre doğsa da dünyayı etkileyecek gücü olan bu bebekleri yaşama kazandırmak çok önemlidir.
Prematüre bebeklerin anneleri de çoğunlukla hazırlıksız olarak bu erken doğum sürecine yakalanmış olurlar. Bu nedenle onlara da prematüre anneler denmektedir. Diğer anneler gibi bebeklerini hemen yanlarına alamamaları onlarda anksiete ve psikolojik sorunlara yol açabilir. Bu durum sütlerinin azalmasına neden olabilir. Bu nedenle prematüre doğum yapan anneleri psikolojik olarak da desteklemek ve tıbbi bir engel olmadıkça tüm bebeklerin anne sütü ile beslenmelerini sağlamak çok önemlidir.
Bebeğinizle beraber sağlıklı ve mutlu güzel günler diliyorum.
2017 / İLKBAHAR
41
BESLENME
Hazır Gıdalar Kevser Başkara Beslenme ve Diyet Uzmanı şekerli suda, diğer yiyecekleri de bitkisel karışımlar ve baharatların içerisinde korumuşlardır. FDA’nın (Food and Drug Association) veri bankasında her ürüne eklenen şeker, pişirme sodası, tuz, vanilya, maya, baharat ve renklendiriciler vb. dahil 3000’in üzerinde katkı maddesi mevcut ve biz bunları her gün evimizde kullanıyoruz. Katkı maddelerinin gıdaların raf ömrünü uzatmak için kullanılması zorunlu olabilir ancak bunun yanı sıra kilo vermek ve sağlıklı yemek bazen gerçekten imkânsız hale gelebiliyor. Siz sağlıklı beslenmeye niyet edersiniz, sağlıksız yiyecekler gelir sizi bulur, onların ne kadar sağlıksız olduğunu bile bile yersiniz.
Özellikle metropollerde hayat hızla akıyor… Birçoğumuz da bu koşturma içerisinde beslenmemize gerekli zamanı ayırmadığımız için pratik çözümlere yöneliyoruz. Alışkanlıklarımız bizi hazır gıdalara yönlendirirken “Bu gıdalarda neler var da vazgeçilmezler, vücudumuza nasıl etki ediyorlar?” sorusunu uzmanımız yanıtlıyor.
Gıda Katkı Maddeleri Nüfus artış hızı böyle giderse gıda katkı maddeleri evrimlerini korkunç bir şekilde hızlandıracaklar. Hızla akan hayat, bizleri hazır ürünleri tüketmeye yönlendiriyor. Markette gördüğünüz her ürünün içinde bulunan katkı maddeleri hayatımızın bir parçası haline gelmiş durumda. Şu anda 8 binin üzerinde gıda katkı maddesi sayabiliyoruz. Gıda katkı maddelerinin hayatımıza son yıllarda girdiğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. MÖ 3000 yıllarında yiyeceklere bir tür tuz olan nitritin maddesi eklenerek bozulmalarının engellendiğini biliyoruz. Atalarımız gıdaları korumak için salamura, sirke gibi yöntemleri kullanmıştır. Salatalıkları sirkeli solüsyonda, meyveleri
42
Katkı maddeleri burada ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkıyor ve biz onları kontrol edemiyoruz. Çünkü katkı maddelerinin etkileri tüm beyninizi yönetiyor. Özellikle abur cuburların içindeki katkı maddeleri uyuşturucularla aynı şekilde etki gösteriyor. Siz kontrolü sağlayamazsanız daha fazlasını yersiniz ve yeme bağımlılığı, şişmanlık, tip 2 şeker hastalığı, kalp hastalıkları, kanser, alzheimer, romatoid artrit ve depresyon başta olmak üzere kendinizi birçok ciddi problemle boğuşurken bulabilirsiniz. Hazır gıdalardaki katkı maddeleri sadece bunlara neden olmakla kalmaz, günümüzde sıklıkla görülen bulumia, takıntılı derecede çok yeme hastalığı gibi yeme davranışı bozukluklarına da neden olurlar. Aslına bakarsanız katkı maddeleri bir irade eksikliği değildir, bu maddeler beynimizin biyokimyasında korsanlık yapar. Bugün mevcut birçok çalışma da bunu kanıtlar niteliktedir.
Özellikle abur cuburların içindeki katkı maddeleri uyuşturucularla aynı şekilde etki gösteriyor.
Hazır Gıdalara Katkı Maddeleri Eklenme Nedenleri: • Güvenlik ve tazeliği devam ettirmek • Hava, küf, bakteri, mantar ve mayadan kaynaklı bozulmaları önlemek • Botilizm gibi gıda kaynaklı hastalıkları önlemek • Besinsel değerlerini korumak • Vitamin, mineral ve posanın eklenmesiyle besinsel yetersizliklerin önlenmesi • Tat, doku, görünüşü geliştirmek • Emülsifiyer, stabilizer, kıvam artırıcı ile yapı ve doku uyumu sağlamak • Kabartma ajanlarıyla pişirme sırasında daha iyi sonuçlar elde etmek • Asit-baz dengesini sabit tutmak.
Gıda Bağımlılığı Nedir? Abur cuburlar dopamin benzeri bir madde salgılatarak beyindeki ödül merkezini harekete geçirir. Siz o yiyeceği yedikçe daha fazla yemek istersiniz, işte bazı katkı maddeleri bize bunları yapar, beynimizi yönetir. Siz bir dopamin bağımlısı olur çıkarsınız. Gıda bağımlılığı ve uyuşturucu bağımlılığı süreçleri tamamen aynıdır. Eğer besin bağımlığı tedavi edilemezse hayatı mahvedebilir. Bu yüzden bağımlılık yapıcı maddenin o maddeye bağımlılığı olan bir kişi tarafından bir kez dahi alınması, o madde üzerine kimyasal bağımlılığın yeniden kendini göstermesine ve bağımlılığın devam etmesine sebep olacaktır. Özetle; bir bağımlılığa karşı yapılması gereken en önemli şey, ondan tamamen yoksun kalmaktır. Bu kaçınılmaz bir gerçektir! Ilımlı bir tavsiye pekiyi olmayacaktır. Bağımlılığı durdurmak için o maddeyi tamamen hayatınızdan çıkarmanız gerekir. Şüphesiz hayatta kalmak için sağlıklı gıdalara ihtiyacımız var, ancak asla şekere ya da abur cubura ihtiyacımız yok, bunları bizden isteyen bedenimiz değil zihnimizdir. Eğer tetikleyici yiyecekleri azaltmayı yönetebilirseniz ve sonrasında sağlıklı yiyeceklere yönelirseniz kilo vermeye de başlarsınız. Eğer bir yiyeceğe veya bir ürüne bağımlılığınız varsa ve bırakmaya karar verdiyseniz kendinize şunları söyleyin: “Kilo vereceğim, daha uzun yaşayacağım, daha enerjik hissedeceğim. Kendi seçimlerimi kendim yönetebilirim.”
1. Doyduktan sonra ve besleyici bir yemek yedikten sonra dahi sıklıkla bazı ürünlere karşı aşırı yeme isteği. 2. Bir yiyeceği aşırı istekle yemeye başladığınızda kendinizi planladığınız miktardan çok daha fazlasını yemiş halde bulmak. 3. İstekle yemeye başladıktan sonra kendinizi tıkanmış hissetmek. 4. Belirli yiyecekleri yedikten sonra suçluluk duymak ancak kendinizi kısa bir süre sonra yine aynı yiyeceği yerken bulmak. 5. Özlem duyduğunuz bir şeyi yemek için bahaneler üretmek. 6. Belirli yiyecekleri (beyninizi aldatan şeyler) yemeyi bırakmaya defalarca karar verip başarısız olmak. 7. Sağlıksız şeyler yediğinizi insanlardan saklamak ve bu yiyecekleri genelde tek başınıza yemek. 8. Sağlıksız yiyeceklerin size zarar vereceğini ve kilo aldıracağını bildiğiniz halde bunlara karşı kendinizi aciz hissetmek ve karşı koyamamak.
2017 / İLKBAHAR
43
ECZACIM
DOĞA ECZANESİ / ARAKLI - TRABZON
Ecz. Oğuzhan Bacı girdiğim bölümümü okurken daha da çok sevdim ve hâlâ da mesleğimi severek yapıyorum. Serbest eczacılığı artı ve eksileriyle değerlendirir misiniz? İnsanlarla birebir iletişimde olunan meslekler en zorlarıdır. Eczacılığın meslek alanları arasında insanlarla en çok iletişimde olunan, serbest eczacılıktır. Bu iletişimin güzel yanları da kötü yanları da var. Her gün başımıza en az iki üç olay geliyor. Yaşanılan bu olaylardan dolayı çoğu zaman sinirleniriz, üzülürüz, moralimiz bozulur ama bunu kimseye yansıtmamaya, hep güler yüzlü olmaya çalışırız. Bu mesleği severek yapmamızı sağlayan en önemli şey; insanların güzel bir sözü ve duası. Bunları da her gün görüyoruz. Bizi ayakta tutan, her zaman güler yüzlü olmamızı sağlayan bu güzellikler. İdeal bir eczacıda bulunması gereken özellikler nelerdir?
İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi 2011 yılı mezunu. Eczanenizi ne zaman açtınız? Eczanemi 5 Aralık 2011 tarihinde açtım. Eczacı olmaya nasıl karar verdiniz? Eczacılığı, lise 1’de kimya öğretmenimin bana bu mesleği yakıştırmasıyla düşünmeye ve araştırmaya başladım. Zaten severek
44
Eczaneler 1. basamak sağlık merkezleridir. Eczacılar da en yakın sağlık danışmanlarıdır. Bu yüzden ideal bir eczacı; bilgilerini sürekli tazelemeli, yeni bilgiler edinmeli, yeni çıkan ürünleri tanıyıp tavsiye edebilmelidir. Güler yüzlü, sabırlı, düşünceli ve anlayışlı olmalıdır. En önemlisi de ideal bir eczacı, mezun olduğunda ettiği yemini en doğru şekilde tutmalıdır. Ülkemizdeki değişen sağlık politikaları hakkında neler düşünüyorsunuz? Sürekli değişen sağlık politikaları nedeniyle eczacılar bir sağlık danışmanı olarak hizmet sunamaz hale geldi. Beş yıllık ağır bir eğitim alan eczacılar, ilacın yalnızca sunucusu konumuna getirilmiş durumda. Eczacıların, aldıkları eğitimle doğru orantılı bir sağlık danışmanı rolüne kavuşturulması gerekiyor.
AHSEN ECZANESİ / GİRESUN
Ecz. Ahsen Türk talar, anlayışsız ve saygısız insanlar yüzünden yaşadığım olumsuzluklar ise benim için mesleğin eksi tarafı. Diğer yandan hastaların karşılarına çıkan sürpriz muayene ücretleri, değişen fiyat farkları ve mesleğimizle ilgili olmayan nice durumlar, her zaman bizi ve hastaları zor durumda bırakıyor. İdeal bir eczacıda bulunması gereken özellikler nelerdir? İdeal bir eczacı öncelikle tüm hastalarını kendi evladı gibi görüp onlara son derece titiz davranmalı. İnsanların sağlık sorunlarına yardımcı olurken, yakınları için onların da çok önemli olduğunu unutmamalı. Eczacı için eczaneye adımını atan herkes eşit olmalı ve sağlık danışmanlığını en iyi şekilde almalı. Bunun için ideal bir eczacı her zaman mesleki bilgilerini güncel tutmalı ve bunu hastalarına yansıtabilmeli. Bu konuda son zamanlarda yapılan Smart Eczane Uygulamalarını çok faydalı buluyorum. Ülkemizdeki değişen sağlık politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi 2012 yılı mezunu.
Değişen sağlık politikalarının tüm sağlık kurumları arasında eş zamanlı uygulanmaması sebebiyle çıkan birçok problem, zaman kaybına ve mesleğin verimsiz icra edilmesine neden oluyor. Hastanın sağlık problemleriyle ilgilenilmesi gereken süre, reçetenin tebliğe uygun olup olmadığı konusu üzerine harcanıyor. Bu durum da maalesef çoğu zaman bizleri mesleğimizden soğutuyor.
Eczanenizi ne zaman açtınız? Eczanemi 6 Ocak 2014 tarihinde açtım. Eczacı olmaya nasıl karar verdiniz? Ben üniversiteye hazırlanırken ablam (Ecz. Gökçe Bölük Karaman), fakülteyi bitirmiş ve eczanesini açıyordu. Eczane açılışı ve çalışma hayatı sırasında ablamla iç içeydim. Ablamın hastalara olan saygısı ve ilgisi bende merak uyandırmış ve mesleğine verdiği değer beni gerçekten etkilemişti. Onunla meslektaş olmak artık benim için kaçınılmaz olmuştu. Serbest eczacılığı artı ve eksileriyle değerlendirir misiniz? Benim için eczacılığın en büyük artısı, her zaman en yakın sağlık danışmanı olabilmemiz. İnsanlara bir şekilde faydalı olabilmek ve bunu ne zaman ihtiyaçları olursa olsun yapabilmek eczacılık mesleğinin değerini fazlasıyla artırıyor. Eczanemi açmadan önce yaklaşık bir sene ablamın yanında çalıştım. Bu süre zarfında farkında olmadan birçok insanla çok güzel bağlar kurmuşuz. Yani aslında icra ettiğimiz mesleğin bu sosyal yanı benim gibi insan ilişkilerini sevenler için gerçekten büyük bir artı. Bununla beraber insanlara karşı almış olduğumuz büyük sorumluluklar da göz ardı edilmemeli. Bu yakaladığımız güzel enerjiyi kötüye kullanan has-
2017 / İLKBAHAR
45
ECZACIM
SULAR ECZANESİ / ADANA
Ecz. Arzum Topuz Berme İdeal bir eczacıda bulunması gereken özellikler nelerdir? Güler yüzlü ve samimi olmalı. Ayrıca danışmanlık hizmetini en iyi şekilde hastaya aktarabilen ve kendisini mesleki açıdan geliştirebilen eczacı bence ideal bir eczacıdır. Ülkemizdeki değişen sağlık politikaları hakkında neler düşünüyorsunuz? Her gün değişen SGK mevzuatları bizi ve hastalarımızı zor duruma sokuyor. Birçok devlet kurumu tarafından sürekli denetimden geçiriliyoruz. SGK’nın hastaların ilaçlarını eczanelere yönlendirmesi bize artı bir kazanç getirmişken ilaç fiyatlarındaki ani düşüşler bizi zor duruma sokuyor. Hem hastaları hem de biz eczacıları maddi olarak zor duruma sokmamak için çözümler bulunmalı, biz eczacıları kalkındırmak için ek çözümler getirilmeli.
Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi 1999 yılı mezunu. Eczanenizi ne zaman açtınız? Eczanemi 28 Eylül 1999 tarihinde Adana Gazipaşa Bulvarı Sular Caddesi’nde açtım. Eczacı olmaya nasıl karar verdiniz? Annemin eczacı olması ve bu nedenle çocukluğumun eczanede geçmesi, eczacı olmak istememin en büyük sebebi. Serbest eczacılığı artı ve eksileriyle değerlendirir misiniz? Şu andaki eczacıların en büyük sorunlarından en önemlileri devletin belirlemiş olduğu ve hasta ile karşı karşıya gelmemize yol açan muayene ücretlerinin bizim tarafımızdan tahsil edilmesi ve fiyat farklarının hastadan talep edilmesidir. Her geçen gün eczanelerimizin masrafları artarken ciro ve kârlılık oranlarımız düşüyor. Buna rağmen; hastalar eskiye nazaran ilaca daha kolay ulaşabiliyorlar ve bizler elimizden geldiğince hastalarımıza kaliteli bir danışmanlık hizmeti sunmaya çalışıyoruz.
46
DÜZGÜN ECZANESİ / MURATPAŞA - ANTALYA
Ecz. Salim Dikilitaş Eczanenizi ne zaman açtınız? Eczanemi 2016 yılı Ağustos ayında Antalya'da açtım. Eczacı olmaya nasıl karar verdiniz? Beni en çok etkileyen faktörlerden birisi babamın da eczacı olması. Ancak eczacılığı seçmemdeki en önemli sebep, bu mesleği çok seviyor olmam. Bu kararımdan dolayı da çok memnunum. Serbest eczacılığı artı ve eksileriyle değerlendirir misiniz? Serbest eczacılık, toplumun her noktasında bulunmaya ve her türlü hasta profilini tanıyarak onların sağlık sorunlarına çözüm bulmaya olanak sağlıyor. İlaca erişebilirliğin kolaylaştırılmasında en etken rol serbest eczanelere ait. İdeal bir eczacıda bulunması gereken özellikler nelerdir? İdeal bir eczacının mesleğe olan sevgisi ve saygısı ön planda olmalıdır. Gelen her hastasının memnun şekilde eczaneden ayrılmasını sağlamalıdır. Eczacı, iyi bir sırdaş ve arkadaş olmalıdır. Ülkemizdeki değişen sağlık politikaları hakkında neler düşünüyorsunuz?
Bulgaristan Sofya Medical Üniversitesi Eczacılık Fakültesi 2014 yılı mezunu.
Sağlıkta yapılan düzenlemelerin daha da ileri götürülmesi ve standartların en iyi şekilde yakalanması sağlık politikalarının en başında gelmelidir. Çünkü sağlık, her şeyden önce gelir.
2017 / İLKBAHAR
47
ECZACIM
DİLEK BAHAR ECZANESİ / ANKARA
Ecz. Kaan Burak Sorgunlu Serbest eczacılığı artı ve eksileriyle değerlendirir misiniz? Mezun olduğumda aklımda serbest eczacılık dışında hiçbir düşünce yoktu. Başkaları için çalışmaktansa kendi işimi kurma fikri bende hep ağır bastı. 2012 yılında Ankara Eczacı Odası Gençlik Komisyonuna katıldım. Oradaki eczacı büyüklerimle pek çok kez konuşma fırsatım oldu. Onlar her ne kadar serbest eczacılığın eskisi gibi olmadığını söyleseler de ben bu alana yönelmeyi tercih ettim. Eczaneniz sizin kendi yeriniz ve aidiyet duygusu çalışma performansınızı artırıyor. Tüm mesai saati boyunca büyük bir istekle işinizi yapıyorsunuz. Ayrıca kimseye hesap vermek zorunda değilsiniz, kendi düşüncelerinizi hayata geçirme, kendi kararlarınızı alıp uygulama şansınız oluyor. Bunun yanı sıra; eliniz sürekli eczanenizin üzerinde olmak zorunda. Kendinize zaman ayıramıyorsunuz. Bir yandan hastalarla ilgileniyorsunuz diğer yandan ödemeler, faturalar, reçete kontrolleriyle uğraşıyorsunuz. Yani kısacası sabah 08.30’dan akşam 19.00’a kadar sürekli hızlı düşünmek ve doğru karar almak zorundasınız. İdeal bir eczacıda bulunması gereken özellikler nelerdir?
Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi 2015 yılı mezunu. Eczanenizi ne zaman açtınız? Eczanemi 1 Nisan 2016 tarihinde açtım. Eczacı olmaya nasıl karar verdiniz? Liseye başladığım sıra abim mühendislik bölümünü kazanmış ve Konya’ya yerleşmişti. Bu nedenle benim de aklımda hep inşaat mühendisliği vardı. Zaman ilerledi; üniversiteye giriş sınavı yaklaştı. Bu sırada abim mezun olmuş ve bir firmada işe başlamıştı ama halinden hiç memnun değildi çünkü şehir şehir geziyor ve şantiye şartlarında yaşıyordu. Onun etkisiyle mühendislik aklımdan tamamen çıktı. Babam ise doktor ya da eczacı olmamı istiyordu. Tercihlerimi yaptım ve sonuç olarak 2010 yılında Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesini kazandım. Açıkçası başlangıçta istemediğim bir bölümdü ama sonra iyi ki bu okula girmişim dedim.
48
İdeal bir eczacının iletişim becerisi yüksek olmalı. Ayrıca mesleki donanımlara sahip olmalı, kendisini sürekli geliştirmeli, gelişen sağlık sektörünü ve politikalarını takip etmeli, yeniliklere açık olmalı. Ülkemizdeki değişen sağlık politikaları hakkında neler düşünüyorsunuz? Günümüzde eczacıların en çok sıkıntı yaşadığı konulardan birisi sürekli değişen sağlık politikalarıdır. Hükümetler kuşkusuz sağlık düzeyini yükseltmek istiyorlar ancak istemek başka şey, yapmak ve yapmak için harekete geçmek başka bir şey. Politik karar verme yetkisi olanlar yapılması istenen birçok iş arasında sağlığa değil, diğer konulara öncelik vermeyi tercih ediyorlar. Herkes gibi, politikacılar da kendileri veya yakınları hastalanınca sağlığın önemini anlıyorlar. Değişen sağlık politikalarından en çok etkilenen kesim bana göre serbest eczacılar. Çünkü nerdeyse 2 ayda bir ilaç fiyatları ve SUT kuralları değişiyor. Bu nedenle eczacı rafında ne tutacağını artık şaşırır durumda. Bunun bir son bulabilmesi için uzun süre geçerli olabilecek, tutarlı politikalar izlenmeli.
Zeynep Eczanesi / Konya
Ecz. Nuray Koca İdeal bir eczacı da bulunması gereken özellikler nelerdir? İdeal bir eczacı sadece mesleki açıdan değil, her yönü ile donanımlı olmalı. Öyle ki, insanlar bize her konuda danışabiliyor. Eczaneye gelip de çocuğu için hangi okulu tercih etmesi gerektiğini bile bize soran hastalarımız var. Eczacı eczanesinin başında olmalı. Eczaneye birkaç saat uğrayarak bu iş olmaz, hem de hiçbir yönüyle olmaz. Bu şekilde ne mesleki boyutta ne de ticari boyutta bir çizgi tutturulamaz. Bu mesleğe sadece para kazanmak açısından yaklaşılmamalı. Eczacılık eğitimi kolay bir eğitim değil. Bu eğitim boyunca öğrendiklerimizi aktarabileceğimiz ortamları yaratmamız lazım. Mesleğimizi doğru ve tatminkâr icra edebilmemiz için bizi temsil edenlere çok iş düşüyor. Ülkemizde değişen sağlık politikaları hakkında neler düşünüyorsunuz?
Gazi Üniversitesi Eczacılık Fakültesi 1992 yılı mezunu.
Sağlık, bir toplumun mutluluğu için en önemli koşuldur. Toplum sağlığını iyileştirmek ve düzeyini arttırmak için elbette sağlık politikaları geliştirmek gerekiyor. Sağlıklı toplum için gerekli sağlık politikalarını geliştirmek de siyasal otoritenin görevi. Ülkemizde sağlık alanında son yıllarda birçok değişiklik hayata geçiriliyor. Uzun yıllar alışık olduğumuz birçok şeyin değişmesi elbette kolay değil. Herkesin üstüne düşeni yapması gerekiyor. Dikkat edilmesi gereken en önemli şey, en azından bizim için mesleki haklarımızın korunması, kırmadan, dökmeden geliştirmek. Umarım ülkem ve ülkemdeki tüm insanlar için gelecek çok daha iyi olur. Umarım yarınlar çocuklarımız için çok daha güzel olur.
Eczanenizi ne zaman açtınız? Eczanemi 2009 yılında Konya Merkez’de açtım. Eczacı olmaya nasıl karar verdiniz? Eczacılığa başlamam tamamen tesadüf eseri oldu. Fakat oldum olası eczanedeki ilaç kokusuna bayılırdım. Serbest eczacılığı artı ve eksileriyle değerlendirir misiniz? Serbest eczacılığın elbette birçok avantajı var. En başta kendinizin patronusunuz. Fakat bu da birçok problemi beraberinde getiriyor. Şu anki sıkıntılarımızın en başında bence kalifiye eleman bulamamak geliyor. Elemanların mesai saatleri de bizim için büyük bir sorun. Mesai saatlerini ayarlayabilmek için belki daha fazla eleman çalıştırmak lazım. Ama bu sefer de zaten çok fazla artmış olan masraflarımız daha da katlanıyor. Mesleğimize duyulan saygının neredeyse bitmiş olması da en büyük sorunlardan biri. Özellikle bu konu ile ilgili gerek odalarımız olsun gerekse TEB olsun gayret göstermeli. Nasıl olacak bilmiyorum ama hak ettiğimiz saygınlığın yeniden kazanılması gerekiyor. Bu konuda kamu spotlarının etkili olacağını düşünüyorum.
2017 / İLKBAHAR
49
SPOR
50
Büşra Hanım, öncelikle kısaca sizi tanıyabilir miyiz? 19 Mayıs 1994 doğumluyum. 6,5 aylık iken ailem ayaklarımı hissetmediğimi fark etmiş. Hastanede yapılan tetkikler sonucunda vücudumun sağ batınında kötü huylu tümör (nöroblastoma) olduğu tespit edilmiş. 1,5 yıllık kemoterapi tedavisi ve 2 ameliyat sonrasında tümör yok edilmiş. Ancak tedavi sürecinde tümörün sinirlerime vermiş olduğu hasardan dolayı paraplejik (belden aşağı felçli) durumdayım. Tekerlekli sandalye ile yaşamımı sürdürüyorum. Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu Spor Yöneticiliği Bölümü son sınıf öğrencisiyim. Tenise nasıl başladınız? Engellilerin tenis oynayabildiğini bilmiyordum. Ben de diğer engelli bireyler gibi beden eğitimi derslerini kenardan arkadaşlarımı izleyerek geçiriyordum. Bu durumdan sıkıldığım için bazen duvara karşı bazen arkadaşlarımla masa tenisi oynamaya başladım. Bir gün ailemle birlikte bir tenis kulübüne denk geldik. Engellilere masa tenisi dersi verip vermediklerini öğrenmek için içeriye girdik. Engelliler için masa tenisi değil, tenis dersi verdiklerini söylediler. Bu şekilde tenise başladım. 2009 yılından beri de bu sporu yapmaya devam ediyorum. Paralimpik Oyunları'ndan bahseder misiniz? Hangi spor dallarını kapsıyor? Paralimpik Oyunlar, çeşitli engel gruplarından sporcuların katıldığı çok sporlu etkinlik olarak özetlenebilir. Paralimpik Oyunlar da Olimpiyat Oyunları gibi Yaz ve Kış Oyunları olmak üzere ikiye ayrılır. Yaz ve Kış Paralimpik Oyunları o dönemki Olimpiyatların hemen ardından yapılır. Tüm Paralimpik Oyunları Uluslararası Paralimpik Komitesi tarafından yönetilir. Yaz Oyunları'nda; ağırlık kaldırma, atletizm, atıcılık, tekerlekli sandalye basketbolu, binicilik, bisiklet, boccia, çim bowlingi, dalış, eskrim, futbol, goalball, halter, judo, masa tenisi, tenis, okçuluk, tekerlekli sandalye rugby, voleybol, yelken, yüzme branşları yer alır. Kış Oyunları'nda ise; Alp disiplini, biatlon, kayaklı koşu, tekerlekli sandalye körlingi, kızaklı buz hokeyini sayabiliriz. Paralimpik Oyunları'na katılmanın her engelli sporcunun hayali olduğunu söyleyebilirim. Çünkü oraya katılan sporcuların hepsi kendi branşlarında dünyanın en iyileri olmuş kişiler. 2016 yılında Brezilya’nın Rio kentinde gerçekleşen Paralimpik Oyunları'na katılarak, bu oyunlara katılmış ilk Türk kadın tenisçi unvanını aldım. Bundan dolayı çok mutluyum. Dileğim 2020’de Tokyo’da gerçekleştirilecek Paralimpik Oyunları'na da katılıp ülkeme madalya ile dönmek.
Engellilere acımak yerine onlara da diğer bireylerle aynı fırsatların sunulması gerekiyor.
Paralimpik tenisin kurallarında ne gibi farklılıklar söz konusu? Tekerlekli sandalye tenisinin normal tenisten tek farkı topun iki kere sekebiliyor olması. Bunun dışında kullanılan spor malzemeleri, saha ölçüleri vb. her şey aynı. Ama engellilerde diğer branşlara göre tenisin biraz adaletsiz olduğunu düşünüyorum. Diğer branşların birçoğunda engel durumuna göre sınıflandırmalar mevcutken teniste böyle bir sınıflandırma söz konusu değil. Rio’ya ilk 32 içinde 30 numara olarak gittim. Rio’ya giden paralimpik tenisçiler arasında engeli benim kadar ağır olan ve 10 numara olarak giden sadece İngiliz bir tenisçi vardı. Benim ve onun dışında geriye kalan tüm tenisçiler ya yürüyebiliyor ya da ayaklarını hissedebiliyorlardı. Ben belimi hissetmediğim için hiçbir zaman onlar kadar hızlı sandalye süremeyeceğim. Ayrıca tüm yük omzuma bindiği için maalesef onlardan daha çabuk yoruluyorum. Sakatlanma riskim daha yüksek. Bu nedenle benim engelim belden aşağısını hissetmemekken rakibimin engeli dizindeki rahatsızlık olabiliyor. Bunun da adil rekabeti engelleyen bir faktör olduğunu düşünüyorum. 2016 Rio Paralimpik Oyunları'na katılarak ülkemiz adına tarihi bir başarıya imza attınız. Rio’ya giden yolda neler yaşadınız? 2016 yılında ülkemizden Paralimpik Oyunları'na katılan ilk Türk kadın sporcu oldum. Bu benim için büyük bir onur. Sistemimize ve imkânlarımıza göre 2016 yılı için en büyük hedefim dünyada ilk 32’ye girerek Paramlimpik Oyunlarına katılabilmekti. Çok zorlu bir süreç geçirdim ama sonunda bu hedefimi başardım. Haftada 3 saat gönüllü antrenörümle oynayabiliyor, kalan zamanlarda duvarla antrenman yapabiliyorum. Çünkü antrenman ücretleri çok pahalı ve zaman zaman bunu karşılamakta sıkıntılar çekiyorum. Ankara merkezli bir sigorta firması sponsorluğumu üstlendi ama hem turnuva hem de antrenman masrafları olduğu için onu
2017 / İLKBAHAR
51
SPOR
Ülkemizde Paralimpik Oyunları'na ilgi ve destek nasıl? Paralimpik Oyunları'na destek ve ilgi elbette ki Olimpiyat Oyunlarından daha az. Özellikle bizim medyada daha fazla yer bulmamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ne kadar çok sesimizi duyurursak o kadar çok engelli bireye ulaşırız. Bu da yeni sporcular, yeni madalyalar anlamına gelir. Ben bireysel olarak sosyal medya hesaplarımda yaptığım paylaşımlar ve canlı yayınlarla sesimi duyurmaya çalıştım ve tek başıma da olsam bir farkındalık yaratmaya başladığımı düşünüyorum. Umarım bireysel çabaların ötesinde daha geniş kitlelere sesimizi duyurup daha fazla ilgi ve destek görürüz.
da idareli kullanmak durumundayım. Haftada 3 saat antrenörle çalışırken Rio döneminde Spor Fedarasyonu’nun da desteğiyle kendimi birden günde dört saat antrenman yaparken buldum. Bu da bana biraz pahalıya mâl oldu, şu an omzum sakat ve yoğun olarak onun tedavisiyle uğraşıyorum. Sağlık her zaman önce gelir ama aynı zamanda planlarımı sıraya koydum, adım adım gerçekleştirmeye çalışıyorum. Bir süre sonra omzumdaki sakatlık da geçince eski formuma geri dönüp daha iyi dereceler elde etmeyi diliyorum. Genç yaşta birçok başarı elde ettiniz. Bize gelecek hedeflerinizden de bahseder misiniz? Hedefim öncelikle daha fazla madalya kazanmak. Her zaman için yaptığım işte en iyi olmak için çabalarım. Bırakacaksam da en iyi olarak bırakmak isterim. Diliyorum ki ülkemi bu alanda çok daha iyi bir şekilde temsil edebileyim. Akademik açıdan da üniversite sonrası yüksek lisans yapmak istiyorum. Spor Yöneticiliği okumamdaki en büyük amaç; engelli sporculara tecrübelerimi aktarmak istemem. İşin içinde olduğum için engelli sporcuların ne gibi zorluklar ve hayal kırıklıkları yaşayabileceklerini, nasıl sorunlarla karşılaşabileceklerini, koydukları hedefe ulaşmak için nasıl adımlar izlemeleri gerektiğini bilen bir kişi olarak gelecek hedefim onların yanında ve onlara destek olabilmek. Umarım spor yöneticiliği alanında gelecekte iyi bir kariyere sahip olurum.
52
Beni en çok üzen şey, bizlere profesyonel sporcu gözüyle bakılmaması. Paralimpik sporcularımızın yaşadığı zorluklar nelerdir? Kendi branşımdan örneklemem gerekirse; özellikle tenis gibi masraflı branşlar söz konusu olduğunda yaşadığımız en büyük sorun sponsor bulamıyor olmamız. Bunun dışında genel yargı engellilerin spor yapamayacağına yönelik. Sporu profesyonel olarak değil, sadece vakit geçirme aracı olarak yaptığımızı düşünüyorlar. Bunu sadece aktivite olarak yapan engelli bireyler de olabilir ancak benim gibi sporu profesyonelce yapmaya çalışan engelli bireylere bu bakış açısıyla yaklaşmanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle de yapılan destekler sosyal sorumluluk adı altında geçtiği için tek seferlik oluyor ve devamlılığı olmuyor. Sağlıklı bir sporcuya sosyal sorumluluk adı altında destek vereceğinizi söylerseniz tepkiyle karşılaşırsınız ama bizde durum hep bu şekilde algılanıyor.
Beni en çok üzen şey bizlere profesyonel sporcu gözüyle bakılmaması. Bu bakış açısının sebebini anlayamıyorum, hâlbuki normale nazaran daha zor bir şeyi başarıyoruz. Kısıtlı gelen destekleri de oradan buradan kısarak kullanmak zorunda kalıyoruz. Bizlere profesyonel sporcu gözüyle bakılmadığından spor kulüplerinde sağlıklı sporcularla aynı imkânlara sahip olamıyoruz. Örneğin bir milli sporcu her gittiği yerde antrenman yapma hakkına sahip ama engelli bir sporcu eğer ücretsiz oynamak istiyorsa sağlıklı sporcuların antrenmanlarının bitmesini beklemek zorunda. Hatta ilk başladığım zamanlarda kortu çizeriz diye bize kortlarını açmak istemeyen kulüpler de olmuştu. Bunu en çok İstanbul’daki arkadaşlarım yaşadı. Hâlbuki tekerleklerimiz korta hiçbir zarar vermiyor. Tekerleklerin bıraktığı izin ayakkabı izinden hiçbir farkı yok. Sonuç olarak en temel problemimiz sağlıklı sporcularla aynı kefeye konmuyor oluşumuz. Ülkemizde engelli bireylerin yaşam kalitesini artırmak için sizce neler yapılmalı? Bu çok kapsamlı bir soru. Söyleyebileceklerim öncelikle eğitimden başlamalı. Ben şu an 23 yaşındayım ve işaret dili bilmediğim için utanıyorum. Eğitim sistemine bunun yerleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Engelli bireyler sadece tekerlekli sandalyedeki bireyler değil. Bu konuda gelişmekte olan bir ülkeyiz, her geçen gün engelli bireyler için daha güzel projeler yapılıyor ama engelli bireylerin yaşam kalitesinin artırılabilmesi için daha fazla çalışma yapılması, toplumun daha fazla bilinçlendirilmesi gerekiyor. Bunun da ilk ve temel şartı eğitim. Sırf sınıfımın aşağı taşınmasını talep ettiğim için okuldan gönderilmeye çalışıldım. Hemen hemen tüm okul kademelerimde de buna benzer problemler yaşadım. Bu nedenle bu bilincin tek yolu eğitimden geçiyor. Engellilere acımak yerine onlara da diğer bireylerle aynı fırsatların sunulması gerektiğini düşünüyorum. Engelli bir bireyin cebine harçlık koymak yerine, çalışması ve birşeyler için çabalaması yönünde onu teşvik etmek gerekiyor. Kendi başına yapabileceği ve başarabileceği şeylerin farkına bu şekilde varabileceğini ve özgüveninin bu şekilde gelişeceğini düşünüyorum. Sporun engel tanımadığını gösteren en önemli isimlerdensiniz. Engelli gençlerimize neler tavsiye edersiniz? Kendilerini eve kapatmasınlar, evlerinden çıksınlar. Çünkü bu durumları utanılacak birşey değil. Özellikle benim için saç rengi, boy uzunluğu gibi fiziksel bir farklılık. Dışarı çıksınlar, topluma karışsınlar, yapabileceklerinin farkına varsınlar. Mutlaka geliştirebilecekleri bir yetenekleri vardır. Kendilerine inansınlar. Ben tenis sayesinde şunu öğrendim, kimse sizi sizden daha fazla önemsemiyor. Birşeyi elde etmek istiyorsanız onu kendi başınıza halletmek zorundasınız. İş başa düşüyor yani, bu nedenle kendilerini kapamasınlar. İstedikleri hedeflerin peşinden koşsunlar.
2017 / İLKBAHAR
53
Kemik erimesi sadece kadınları değil,
erkekleri de tehdit ediyor.
Prof. Dr. Dilşad Sindel İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi
Dünya genelinde 200 milyon osteoporoz hastası, kemik kaybına bağlı kırık tehdidiyle karşı karşıya. Kırıklar oluşuncaya kadar belirgin bir ağrıya neden olmadığı için sinsi ilerleyen hastalık, bilinenin aksine sadece kadınları değil, erkekleri de tehdit ediyor. Bugün dünyada 50 yaş üzeri her 5 erkekten 1’i osteoporozdan etkilenirken, 2050 yılında erkeklerde bu hastalığa bağlı kalça kırığı riskinde % 310’luk bir artış bekleniyor.
Osteoporoza bağlı kırıkların çoğu düşme sonucu oluşuyor Kadınlarda kemik kaybı menopoz sonrası hızlanırken erkeklerde ise 50’li yaşlarda başlıyor. Menopozun tüm kadınlar için geçerli olmasına karşın erkeklerin sadece %20-35’inde yaşlanmaya bağlı androjen eksikliği tablosu gelişiyor. Osteoporoz, kadınlarda daha çok görülmekle birlikte ileri yaşlarda erkeklerde de sık karşılaşılan bir hastalık. Östrojen, testosterona göre kemik mineral yoğunluğu ile daha güçlü ilişki içinde. Erkek osteoporozunda aşırı alkol alımı, kortizon kullanımı, hormon eksikliği gibi ikincil nedenler daha sık görülüyor. Erkeklerde hastalık konusunda yeterli farkındalığın sağlanmamış olması tedaviye uyumu ve başarısını da doğal olarak engelliyor. 65 yaş üzeri her üç kişiden biri düşerken, osteoporoza bağlı kırıklarının %90’ı da düşmeler sonucu oluşuyor. Osteoporoza bağlı üst kol kırıklarının %75’i, el bileği kırıklarının %95’i ve omurga kırıklarının ise %25’i düşmeler sonucu ortaya çıkıyor. Düşmelerin yaklaşık yarısı evde gerçekleşiyor ve bunların çoğunluğu banyoda ve merdivende meydana geliyor.
Kalça kırığı ölüme yol açıyor
Halk arasında “kemik erimesi” olarak da bilinen osteoporoz, dünyada en yaygın görülen iskelet sistemi hastalığı. İnsan ömrünün uzamasına bağlı olarak yaşlı nüfusun artışı osteoporoz hastalığına yakalananların da sayısını hızla yükseltiyor.
54
Osteoporoza bağlı kırıklar sıklıkla omurga, kaburga, kalça ve el bileğinde meydana geliyor. Omurga kırıklarına bağlı olarak kamburluk, sırt ağrısı, solunum problemleri ve günlük aktivitelerde kısıtlanma yaşanıyor. En ciddi osteoporotik kırık ise kalçada meydana geliyor. Dünya nüfusunun yaşlanmasıyla osteoporoza bağlı kalça kırıklarının sıklığında da büyük oranda artış yaşanıyor. Kalça kırıkları sonrası ilk yıl içinde yaklaşık %10-20 oranında ölüm görülüyor, hayatta kalanların ise %30’unda kalıcı sakatlık ortaya çıkıyor. El bileği kırıkları ise genel olarak daha az işlev kaybına yol açmakla birlikte, günlük yaşam aktivitelerini kalça veya vertebra kırıklarıyla aynı ölçüde olumsuz etkiliyor.
Türkiye’de 50 yaş üzerindeki 4 kişiden biri osteoporoz Yapılan araştırmalar sonucunda Türkiye’de 50 yaş ve üzerindeki bireylerin %50'sinde düşük kemik yoğunluğu (osteopeni), %25'inde ise osteoporoz görülüyor. Ülkemizde 50 yaşında yaşam boyu kalça kırığı geçirme olasılığı kadınlarda %14,6 iken erkeklerde %3,5. Türkiye’de kentleşme ile birlikte artan yaşlı nüfusta, gelecekte kalça kırıkları giderek artan bir problem olmaya devam edecek gibi görünüyor.
Kemik kaybı 40’lı yaşlarda başlıyor Kemik kaybı genellikle 40’lı yaşlardan sonra başlıyor ve kaybedilen kemikler kadar yerine yenisi konamıyor. Hem kemik oluşumunda hem de osteoporoz gelişiminde genetik faktörler büyük öneme sahip. Doruk Kemik Kütlesi (DKK), normal büyümenin sonucunda elde edilen ve kemik kaybı başlamadan önce kişinin sahip olduğu en yüksek kemik kütlesini ifade ediyor. DKK'ye erişme yaşı ise en erken 17-18, en geç ise 35 yaş. Çocukluktan itibaren DKK artırılmaya çalışılmalı ve bu amaçla kalsiyum ve D vitamini alımı yanında dengeli beslenme ve hormon yetersizlikleri de erken dönemde tanımlanmalı.
Osteoporozdan korunma anne karnında başlamalı Bebeğin anne karnındaki beslenmesi kemik sağlığını yakından etkiliyor. Bu nedenle; rafine gıdaların tüketiminden, fast-food tarzı beslenmeden, fosforik asit içeriği yüksek gazlı içeceklerden çocukluk çağından itibaren kaçınılması, çocukların uzun saatler bilgisayar karşısında zaman geçirmeleri yerine basketbol, voleybol, ip atlamak, zıplamak ve dans etmek gibi kemik yoğunluğunu artırıcı fiziksel aktivite ve egzersizleri yapmasının teşvik edilmesi gerekiyor.
Tedavi ile kırık riski azalıyor Osteoporoz, önlenebilen ve tedavisi mümkün olan bir hastalıktır. Genel olarak, medikal tedavi ile kırık riski %30-70 arasında azalmaktadır. Medikal tedavide kullanılan ilaçların omurga ve omurga dışı bölgelerdeki etkinlikleri arasındaki farklılıklar, uygulama şekilleri ve hastanın tedaviye uyumu gibi özellikler göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak osteoporoz tedavisi uzun süreli bir tedavidir. İlaçtan beklenen yararın sağlanabilmesi için hekim tarafından önerildiği şekilde ve sürede alınması gerekmektedir. Ayrıca yeterli kalsiyum ve D vitaminin alınması, güneş ışığından yararlanılması, düzenli egzersiz ve fiziksel aktiviteler ile birlikte düşmelerden korunulması da gerekmektedir.
Kimler risk grubunda? Ufak tefek ve ince vücutlu olanlar Ailede osteoporoz öyküsü olanlar Erken menopoza girenler Yaşlılar Beyaz ya da Asya ırkından olanlar Düzensiz regl olanlar Hareketsiz yaşam sürenler Uzun süreli kortizon kullananlar Tiroid hormonu çok çalışanlar Sigara içenler Aşırı miktarda alkol, kafein ve tuz tüketenler Protein ağırlıklı beslenenler
2017 / İLKBAHAR
55
TEKNİSYEN KÖŞESİ
Mehmet Evcim
Kadir Batmaz
Eczane teknisyeni olarak 15.06.2004 tarihinde Başaran Eczanesi’nde çalışmaya başladım. İyi bir eczane teknisyeni olmak için öncelikle her meslekte olduğu gibi işinizi severek yapmanız, samimi ve güler yüzlü olmanız çok önemli. Eczane teknisyenleri hasta ilişkilerinin ne kadar önemli olduğunu bilip kendilerini o yönde yetiştirmeliler. Her gün değişime uğrayan SUT uygulama durumları bizleri çok düşündürüyor. Devlet ilaç politikalarındaki belirsizlik doğal olarak bizim kazancımıza ve motivasyonumuza yansıyor. Teknisyen arkadaşlarımın yaptıkları işe büyük önem ve özen göstermelerini, sağlık ve ilaç bilgileri hakkında kendilerini güncel tutmalarını ve hasta ile olan ilişkilerinde sabırlı bir şekilde saygıyı eksik etmemelerini diliyorum.
Meslek hayatıma başlangıcım ilkokul çağında çırak olarak yine Büyük Eczanesi’nde oldu, hâlen de devam ediyorum. İdeal bir eczane teknisyeninin öncelikle kendine saygısı olması gerekiyor. Eczane teknisyeni dürüst, hastalara karşı hoşgörülü, iyi ve bilgili bir kişi olmalı. Mesleğe yeni başlayan teknisyenlerin ilk dikkat etmeleri gereken husus tabi ki saygı… Sonrasında ise ilaç konusunda iyi bir eğitim almalılar ve meraklı olup tüm ilaçların muhteviyatını araştırarak öğrenmeliler. Bugünlerde bizleri en çok düşündüren konuların başında kurumların yanlış ilaç politikası, bazı ilaçların zor bulunuyor olması ve bu yüzden hastaların mağduriyetinin geldiğini söyleyebilirim. Eczane teknisyeni arkadaşlarıma yeni bilgilere çabuk ulaşıp, mesleki hayatlarına uygulamalarını tavsiye ederim. Hastalara en iyi şekilde hizmet etmeliler ve onların memnuniyetini öncelikli tutmalılar.
Süleyman Türkoğulları Eczane teknisyenliğine 1989 yılında Yener Eczanesi’nde başladım. Eczacı teknisyenliğinin kutsal bir görev olduğunu düşünüyorum. Teknisyenlerin ilaç firmaları ve ecza depolarının düzenlemekte olduğu eğitim seminerlerine katılıp kendilerini günümüz şartlarına adapte etmeleri gerekiyor. Yeni başlayan eczane teknisyenleri öncelikle hasta ilişkilerinde güler yüzlü ve sevecen olmalılar. Bütçe uygulama talimatında sürekli yaşanan değişimler hasta ve eczane arasında sık sık sorun yaşanmasına neden oluyor. Bu değişimlerin hastaya anlatılması zor olabiliyor. Eczane teknisyenlerinin ise bu gibi değişiklikleri yakından takip etmek, hasta ve hasta yakınlarına bu değişiklikleri daha detaylı anlatmak konusunda sorun yaşadığını düşünüyorum. Buradan tüm teknisyen arkadaşlarıma yaptığımız işin hizmet işi olduğunu hatırlatıp, hastalara daha iyi hizmet verebilmek için kendilerini devamlı güncel bilgilerle donatmalarını tavsiye ederim.
56
Kazım Aktepe
1992 yılında Ankara Ecza Koop’da depo sorumlusu olarak başladığım görevime 2002 yılında ablam olan Eczacı Edibe Aktepe’nin yanında devam ettim. Bu mesleğe çok değerli bir eczacının yanında başladım ve işi orada öğrendim. Şu an yine çok kıymetli bir eczacının yanında, İncirli Eczanesi’nde, eczacı teknisyenliği görevime devam ediyorum ve bundan gurur duyuyorum. İyi bir teknisyen mesleği ile ilgili her yeni gelişmeyi yakından takip etmeli ve günlük iş hayatında bunu uygulamalıdır. Bu işe gönül vererek başlayan yeni teknisyen arkadaşlar ilk olarak kendilerini hasta iletişimi konusunda geliştirmelidir. Bu meslekte sunulan hizmet sadece ilaç alış verişi değildir. Verilen hizmet kalitesi bilgi ve güvene dayalıdır. Son dönemlerde sıklıkla değişen mevzuatlar ve yasalar yarınlarımızı görmemiz ve eczanelerin devamlılığı konusunda bizleri endişeye düşürmektedir. Bu nedenle işimize dört elle sahip çıkmalı ve her konuyu yakından takip etmeliyiz. Yoğun iş temposundan dolayı kendimize zaman ayıramadığımızı belirtmek istiyorum. Eczacılarımızın bu konu ile ilgili daha duyarlı olmalarını bekliyorum. Meslektaşlarıma diyeceğim odur ki; her zaman güler yüzlü, sabırlı, kendilerine ve işlerine saygılı olsunlar ve mesleklerini bu doğrultuda sürdürsünler. Üzerimizde emekleri büyük olan eczacılarımıza buradan teşekkürlerimi iletirim.
Salim Yılmaz
Eczane teknisyenliğine ilk olarak 2010 yılında Devlet Eczanesi’nde çalışarak başladım. İyi bir eczane teknisyeni; eczane prosedürüne, SUT’a, BUT’a hâkim olmalı, hastaları doğru yönlendirerek ve güler yüzle karşılayarak daha verimli çalışmalıdır. Mesleğe yeni başlayanlar; ilk olarak ilaçlara hâkim olmalı, hangi ilacın hangi rahatsızlığa daha iyi geleceğini kavramalı ve SUT bilgisini çok iyi takip ederek hastaları doğru bilinçlendirmelidir. Son zamanlarda Medula sisteminin sık arıza vermesi nedeniyle hastalarımıza çok düzenli bir hizmet sunamamaktayız. Bu arıza süresinin ne kadar daha süreceği biz teknisyenleri en çok düşündüren konulardan birisi. Buradan tüm meslektaşlarıma; mesleklerine sahip çıkmalarını, hastalarımıza daha çok ilgi göstermelerini, güler yüzlü olmalarını ve kendilerini her daim gelişime açık tutup daha çok bilgi sahibi olmalarını önerir; saygı, sevgi ve selamlarımı sunarım.
2017 / İLKBAHAR
57
BİTKİLERLE SAĞLIK
Prof. Dr. Ekrem Sezik Fitoterapi Derneği Başkanı
Passiflora türleri sarılıcı ve tırmanıcı bitkilerdir. Vatanı Kuzey Amerika’dır ve dünyaya buradan yayılmıştır. Ülkemizde değişik türleri süs için Marmara, Ege ve Akdeniz Bölgelerinde bahçelerde yetişir. Güzel ve büyük çiçeklerinden dolayı Türkçede “Çarkıfelek” olarak adlandırılmıştır. İşte bu türlerden bilimsel adı Passiflora incarnata olanı eczacılıkta kullanılır.
Hangi kısımları kullanılıyor? Passiflora incarnata’nın çiçek ve meyvelerini de taşıyabilen yapraklı toprak üstü kısımları toplanır, kesilir ve kurutulur. Bu kısımlar ya doğrudan ya da bu kısımların alkolle ekstre edilmesiyle elde edilen çözeltileri ve değişik organik çözücülerle ekstre edilmesi sonucu elde edilen çözeltilerin kuruluğa kadar uçurulması ile elde edilen kuru ekstre(özüt)leri değişik bitkisel ürünlerin hazırlanmasında kullanılmaktadır.
Uykusuzluk, adet görme ve menopoz dönemindeki ruhsal sıkıntı ve gerginlik gibi şikâyetleri olan kişiler, sentetiklerden önce passiflorayı kullanabilir!
58
Kullanılışı • Avrupa İlaç Kurumu passiflorayı “Geleneksel Bitkisel Tıbbi Ürün“ olarak kabul etmiş ve kullanım amacını şu ifadelerle vermiştir: “Stresin hafif belirtilerine ve uyku düzenini sağlamaya yardımcı olma” • T.C. Sağlık Bakanlığı, passiflora preparatlarının prospektüslerinde “Huzursuzluk, endişe, adet görme ve menopoz dönemindeki ruhsal sıkıntı ve gerginlikte, uykusuzluk gibi şikâyetlerin giderilmesinde destekleyici olarak kullanılır” ifadesini kullanarak satışa sunulmasını kabul etmiştir. • Etkisi zaman içinde görülmektedir. • Menopoz (Adetten kesilme) ve adet dönemindeki kişiyi rahatsız eden belirtileri hafifletmede kullanılabileceğini gösteren çalışmalar da bulunmaktadır. Passiflora ya tek başına veya valeriyan, melisa, şerbetçi otu ile karışımları halinde çay olarak kullanılmasının yanında, eliksir, şurup, tablet gibi formları halinde geleneksel bitkisel tıbbi ürün veya takviye edici gıda olarak da piyasada bulunmaktadır.
Kullanım miktarı Çay: 1-2 g bitki kısmı üzerine 150 ml sıcak su ilâve edilip 10 dakika beklendikten sonra elde edilen çayın günde 1-4 defa içilmesi tavsiye edilmektedir. Piyasada satılan ve Sağlık Bakanlığından izinli ürünlerde de 3 yaş üzerindeki çocuklar için uygun kullanım dozları bulunmaktadır. Sıvı ekstrakt, şurup ve tablet gibi ürünlerde, ürünün prospektüsünde verilen miktarlarda kullanılmalıdır.
Passifloranın kullanımında tüketici için önemli hususlar şunlardır: • Kullanım için süre kısıtlaması yoktur. • Yüksek dozda kullanıldığında herhangi bir zararlı etki bildirilmemiştir. • Fare ve sıçanlarda yapılan değişik zehirlilik deneylerinde zararlı etki bulunmamıştır. • Diğer ilaçlarla etkileşimi hakkında herhangi bir bildirim yoktur. • İstenmeyen etki çok nadirdir. Bu hususlar, hasta veya tüketiciye passiflora kullanımı bakımından önemli bir rahatlık sağlamaktadır.
Tavsiye Piyasada eliksir, şurup ve kapsüllerinin yanında Tarım Bakanlığından gıda olarak izinli valeriyan ve melisa veya şerbetçi otu ile olan karışım poşet çayları da bulunmaktadır. Passiflora preparatları, yukarıda belirtilen amaçlar için kullanıldığında iyi sonuçlar alınmaktadır. Sağlık ve mutluluk dileklerimle...
2017 / İLKBAHAR
59
GEZİ REHBERİ
60
61
GEZİ REHBERİ
Peterhof Sarayı
Nevski Bulvarı
64
Voskresenia Khristova Kilisesi
Peter ve Paul Kalesi
Kazan Katedrali
2017 / Ä°LKBAHAR
65
GEZİ REHBERİ
Rus Devlet Müzesi
Tatar Camisi
Dostoyevski Evi
66
Not Defteri • Rusya’nın para birimi Ruble, resmi dili Rusçadır. • İstanbul üzerinden direkt uçuşlarla yaklaşık üç buçuk saatlik bir yolculuk sonrası Saint Petersburg’a ulaşabilirsiniz. • Şehirde konaklamak için Nevski Bulvarı üzerindeki bir oteli tercih ederseniz hem ziyaret etmek istediğiniz birçok rotaya kolayca ulaşabilir hem de şehrin hareketli anlarına tanık olabilirsiniz. Aleksandr Nevski Katedrali
• Şehir içinde ulaşım için kullanabileceğiniz en uygun alternatif hemen hemen şehrin tüm noktalarına ulaşabileceğiniz metro. • Tatil planınızı Beyaz Geceler olarak adlandırılan Mayıs-Temmuz aralığına denk getirirseniz unutulmaz bir deneyim yaşarsınız. • Saint Petersburg’ta yapılacak en keyifli aktivitelerden birisi de size şehri karadan göremeyeceğiniz farklı açılardan sunan Neva Nehri Turu. • Üç savaş geçiren ve “Devrim Gemisi” olarak isimlendirilen Aurora Kruvazörü’nü mutlaka ziyaret listenize alın.
2017 / İLKBAHAR
67
YURT REHBERÄ°
68
2017 / Ä°LKBAHAR
69
YURT REHBERİ
Selimiye Cami
Edirne, Marmara Bölgesi’nin Trakya yakasında yer alıyor. Şehir; Selimiye Cami doğuda Kırklareli ve Tekirdağ, güneyde Çanakkale ve Ege Denizi, batıda Evros (Yunanistan) ve kuzeyde Haskovo (Bulgaristan) ile çevrili. İlkçağlarda Orta Asya’dan göçerek bu bölgeye yerleşen Traklar tarafından kurulan şehir, Yunanistan ve Bulgaristan’la olan sınır komşuluğuyla Türkiye’nin de Avrupa’ya açılan kapısı. 4. yüzyılda 1. Murat tarafından fethedilip, Osmanlı İmparatorluğu’nun taht şehri olana kadar birçok uygarlık tarafından el değiştiren şehir, bu açılardan yoğun bir tarihî geçmişe de sahip.
Mimar Sinan’ın Osmanlı Padişahı Sultan II. Selim adına yaptığı ve “ustalık eserim” olarak nitelendirdiği Selimiye Cami, gerek Mimar Sinan'ın gerek Osmanlı mimarisinin en önemli yapıtlarından biri. Türk-İslam mimari örnekleri arasında bir şaheser olarak nitelendirilen Selimiye Cami ve Külliyesi, 2000'de UNESCO tarafından Dünya Mirası Geçici Listesi'ne girmiş, 2011'de ise Dünya Mirası olarak tescil edilmiş.
1453 yılında İstanbul fethedilinceye kadar 92 yıl payitaht (başkent) olarak kalan Edirne, bu yıllar içinde tarihinin en görkemli günlerini yaşar. 17. yüzyılda dünyanın en büyük birkaç şehrinden biri haline gelen kent, 18. yüzyılda gerileme dönemine girerek özellikle 1745 ve 1751 yıllarında çıkan iki büyük yangınla tamamen harap olur. Çalkantılı bir tarihi geçmiş içinde şehir, 1887’de Rusların, 1913’te Bulgarların, 1920’de Yunanlıların işgallerine sahne olur. Şehir son olarak 1922 yılında düşman işgalinden kurtarılarak Türk topraklarına katılır.
1568 - 1574 yıllarında tamamlanan Selimiye Cami’nin, üçer şerefeli dört minaresi var. Kesme taştan yapılan cami, mimarlık tarihinde en geniş mekâna kurulmuş yapı olarak nitelendiriliyor. Cami, mimari özelliklerinin yanı sıra taş, mermer, çini, ahşap, sedef gibi süsleme özellikleriyle de insanı büyülüyor. Mermerden yapılmış minber; işçiliğindeki incelik, yükseklik, büyüklük ve güzellik bakımından bu grubun diğer şaheserlerini gölgede bırakarak başyapıt olarak nitelendiriliyor. Selimiye Camisi'nin taş duvarlarla çevrili geniş dış avlusunda Darül-Sübyan, Darül-Kur'a ve Darül-Hadis yapıları bulunuyor. Avluya giren kapıların en görkemlisi batı yönüne açılıyor. Buradaki kapıdan girildiğinde beyaz mermerden çatısız ve çanak şeklinde bir şadırvan karşınıza çıkıyor. Bu altıgen şadırvan Osmanlı Mimarisi Klasik Dönemi’nin en güzel tasarımlarından birisi olarak kabul ediliyor.
Tarihi ve kültürel açıdan çok zengin olan bu coğrafya özellikle Osmanlı Türk sanatını yansıtan sayısız eser ve yapıyla kültür turizminin de en önemli temsilcilerinden. Bunun yanı sıra Edirne’nin ilçelerinden olan Keşan ve Enez, sahilleri ve doğal güzellikleriyle de ziyaretçilerin uğrak yerlerinden. Şimdi, hep birlikte Edirne’yi daha yakından tanıyalım.
70
Üç Şerefeli Cami
Üç Şerefeli Cami Üç Şerefeli Cami, yerli ve yabancı turistler için oldukça ilgi çekici bir yapı. Osmanlı sanatının erken ve klasik dönem üslubu arasında yar alan, 1433-1447 yılları arasında 2. Murat'ın yaptırdığı cami; 24 m çapındaki büyük merkezi kubbe, ikisi paye, dördü duvar paye olmak üzere altı dayanağa oturan yapısıyla döneminde ilk kez uygulanan mimari bir özelliğe sahip. Yanında daha küçük ikişer kubbe ile örtülü kare bölümler yer alıyor. Osmanlı mimarisinde görülen revaklı avlunun ilk örneği de bu camide kullanılmış. Bu özellikleriyle sonraki camilere öncü olan anıtsal bir yapı niteliği taşıyan caminin avlusunun dört köşesine minareler yerleştirilmiş. Revak kubbelerindeki özgün kalem işleri Osmanlı camilerindeki en eski örneklerden. Camiye adını veren üç şerefeli anıtsal minarede her şerefeye ayrı yollardan çıkılıyor olması da caminin dikkat çeken bir diğer özelliği.
2. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi
2. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi
Rüstempaşa Kervansarayı
Rüstempaşa Kervansarayı Kanuni Sultan Süleyman'ın Sadrazamı Rüstem Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan kervansaray, klasik Osmanlı mimarisinin en ilginç örneklerinden birisidir. Osmanlı’nın yükseliş dönemi olarak tarihe geçen Kanuni döneminin en görkemli yapılarından olan Kervansaray, avlulu hanlar şeklinde hayat buluyor. Dikdörtgen avlunun çevresine iki katlı odalar yerleştirilmiş. Revakların arkasında ocaklı ve nişli odalar bulunuyor. Üst kat pencere ve kapı kemerlerinde tuğla süslemeler dikkat çekiyor. Kesme taş ve tuğladan örülmüş duvarların yapıya anıtsal bir görüntü kazandırdığı görülüyor. Rüstem Paşa Kervansarayı, 1972 yılında restore edilerek otel haline getirilmiş ve başarılı görülen bu restorasyonla 1980 yılında Ağa Han Mimarlık ödülünü almış.
Fatih Sultan Mehmet’in oğlu 2. Bayezid’in Edirne’yi bir darüşşifaya kavuşturmak amacıyla hayata geçirdiği Külliye, dört yıllık bir çalışmanın ardından 1488 yılında hizmete açılmış. Hastane hizmetinin yanı sıra sosyal, kültürel ve dini nitelikli yapıları da barındıran Külliye, bu yönüyle dönemin sağlık ve sosyal yardım anlayışını da gözler önüne seriyor. Külliyenin önemli bir bölümünü oluşturan Tıp Medresesi, medrese ve şifahane bölümlerinden oluşuyor. 1993 yılında Darrüşşifa’nın Trakya Üniversitesi bünyesinde Sağlık Müzesi’ne dönüştürülme çalışmaları başlamış, 1997 yılında Kültür Bakanlığının da onayıyla müze olarak resmileşmiş. Psikiyatri Tarihi Bölümü olarak düzenlenen Şifahane kısmı, tarihine uygun bir şekilde mankenlerle canlandırılarak dönemin bütün özelliklerini yansıtan kostüm ve aksesuarlarla donatılmış. Müzenin birinci avlusundaki odalarda; Sultan 2. Bayezid Darrüşşifası, Eczacılık ve Şifalı Bitkiler, Darrüşifalarımız, Bulaşıcı Hastalıklar, 15. yüzyılda Osmanlılarda Cerrahi ve Hekimliğin Gelişim Tarihi tablolarla anlatılıyor. Bu avlunun bir odası yakın tarihin mutfak malzemelerinin sergilendiği Şurup Odası olarak düzenlenmiş. Aynı zamanda odalardan birinde “Mimar Sinan Eserleri Sürekli Fotoğraf Sergisi” bulunuyor. İkinci avludaki iki oda ise araştırmaları ve kitaplarıyla Edirne'nin kültür-sanat ve tıp tarihine büyük katkıları olan Tosyavizade Dr. Rıfat Osman Bey ile Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver anısına düzenlenmiş.
2017 / İLKBAHAR
71
YURT REHBERİ
Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi Edirne’nin geçmişine ışık tutan müzeyi Arkeoloji ve Etnografya olarak iki kısımda ele alabiliriz. Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde Roma dönemine ait lahitler, dolmen ve menhirler; hemen arkasında Osmanlı Dönemi’ne ait mezar taşları sergileniyor. Helenistik, Roma ve Doğu Roma dönemlerine ait sütun başlıkları, heykeller ve Osmanlı dönemine ait su kültürü ile ilgili olan Edirne’nin balıklı havuzları ve kuşlukları da yine bahçede görülebilecek eserler arasında. Arkeoloji bölümünde sergileme Paleontolojik döneme ait fosillerle başlıyor. Müzenin bahçesinde sergilenen Hacılar Dolmeni kazısında bulunan eserler, Lalapaşa Arpalık Dolmeni ve Taşlıcabayır Tümülüs’ü kurtarma kazılarında bulunan törensel kaplar; MÖ 1400-800 yıllarında Son Tunç-Demir Çağı başlarına ait kültürün belgeleri olarak ziyaretçilere sunuluyor. Mermer heykeller ve steller arasında bölgenin yerli halkı olan Traklara ait tanrılaştırılmış Trak Süvarisi tasvirli mezar stelleri de müzede sergilenen bölgesel eserler arasında yer alıyor. Etnografya Bölümü, bir asır boyunca Osmanlıya başkentlik yapan Edirne’nin kültürel yansımalarını ziyaretçilerine sunuyor. Salonda sergilenen tombak ibrikler, buhurdanlıklar, gülabdanlar dikkati çekici eserlerden. Balkanlara has yöresel kıyafetler kentin etnografik kimliğine ışık tutacak nitelikte. Hat sanatının değişik örnekleriyle temsil edildiği salonda ayrıca Ulu Önder Atatürk’ün Edirne’ye yaptığı ziyaret sırasında kullandığı bazı özel eşyalar da sergileniyor. Etnografya Müzesinin girişinde ziyaretçileri halı-kilim galerisi karşılıyor. Büyük salonda; Edirnekâri yüklük, Edirne gelin odası, hamam köşesi, Edirne oturma odası, Şarköy kilimleri, Edirne evleri keten sıva örneği, çeşitli işleme ve kıyafetler ile takılar, oyalar, şahısların hediye ettiği eserler yer alıyor. Gemi tasvirleriyle süslü ahşap sandık, fermanlar, hat levhaları ve Edirnekâri süsleme tekniğinin özgün örnekleri de bu bölümde sergilenen dikkat çekici eserler arasında.
Türk ve İslam Eserleri Müzesi
Türk ve İslam Eserleri Müzesi Selimiye Cami’nin güney doğusunda, 1925 yılından bu yana Türk ve İslam Eserleri Müzesi olarak kullanılan Dar-ül Tedris Medresesi; ana dershane odası, öğrenci odaları ve revaklı avludan oluşuyor. Anıt ağaç niteliğindeki porsuk ağacının bulunduğu avluda 15. yüzyıla ait mezar taşları ile yeniçeri mezar taşları sergileniyor. Osmanlı Dönemi yapılarından kalan kitabeler, Osmanlı su kültürünü yansıtan bölümü ile Balkan Harbi’nde kullanılan yemek arabaları, top ve gülleler de bahçede sergilenen diğer eserler arasında yer alıyor. Müze ziyareti ilk olarak Mimar Sinan’a saygı odasıyla başlıyor. Mimar Sinan’ın heykelinin bulunduğu odada Selimiye Cami Elyazmaları Kütüphanesi’nin onarımı esnasında alınan Kâbe tasvirli duvar resmi, kalem işi ve alçı bezeme örnekleri görülebilir. Müze, sergilenen eserlere göre farklı farklı odalardan oluşuyor. Bunlar; Hat Odası, Kesici-Delici Silah Odası, Cam-Deri Eşyalar Odası, Çini Odası, Kıyafet Odası, Sünnet Odası, Dokumacı Odası ile Saray-ı Cedit Odası, Saraç ve Ayakkabıcı Odası, Mutfak Eşyaları Odası, Kırkpınar Odası ve Tekke Eşyaları Odası. Kültürel açıdan ziyaretçileri zaman yolculuğuna çıkaran müze, Edirne gezisinin vazgeçilmezleri arasında yer alıyor.
Şükrü Paşa Anıtı ve Balkan Savaşı Müzesi Anıt, tarihe adı "Edirne Müdafii" olarak geçen, Balkan Savaşları sırasında Edirne savunmasında üstün bir mücadele gösteren Mehmet Şükrü Paşa’nın adına yapılmış. Anıt tamamlandıktan sonra Şükrü Paşa’nın İstanbul’da bulunan naaşı bu anıt mezara nakledilmiş. Anıtın arkasında yer alan Kıyık Tabya, günümüzde Balkan Savaşları’nı anlatan ve Edirne halkının elinde bulunan o döneme ait eşyalardan oluşan Balkan Savaşları Müzesi olarak ziyarete açılmış. Edirne’nin savunulmasında önemli rol oynayan 30 tabyadan biri olan Kıyık Tabya’nın içinde yer alan müze; o günün şartlarını ve verilen mücadeleyi canlı canlı gözler önüne sererek ziyaretçilerini derinden etkileyen bir atmosfere sahip. Müzede; ordunun yemek odaları, askerlerin istirahat ettiği koğuşlar, cephane hazırlayan kadınlar ve savaş planları yapılan salonlar yer alıyor. Ayrıca savaş topları, yemek listeleri, çeşitli resim ve fotoğraflarla, konu mankenleri ve ses efektleriyle zenginleştirilen müzede ziyaretiniz sırasında o döneme tanıklık edeceksiniz.
72
Ulu Cami
Edirne Sarayı
Ulu Cami
Edirne Sarayı
Osmanlılardan günümüze ulaşmış en eski anıtsal yapı olan Ulu Cami (Eski Cami), zamanımıza ulaşmış ilk orijinal abidevi yapı olarak da biliniyor. Konyalı Hacı Alaaddin tarafından 1403’te Sultan 1. Süleyman zamanında yapımına başlanıp 1414'te Çelebi Sultan Mehmet zamanında bitirilmiş. Kubbeli camiler grubuna giren yapı, merkezi kubbeyi taşıyan dört paye ile dört duvar üzerine dokuz kubbeli olarak hayata geçirilmiş. İç mekânda yalnızca dört paye oluşu yapıya ferah bir görünüm veriyor. Camide süsleme yönünden en önemli bölüm ise minber. Cami, 5 kemerli son cemaat yeri ve biri tek öbürü iki şerefeli olmak üzere iki minareye sahip. 2. Murat döneminde Edirne'ye gelen ve camiye girerek vaaz verdiği Söylenen Hacı Bayram Veli'nin anısına duyulan saygı nedeniyle vaaz kürsüsü imamlarca kullanılamıyor. Ayrıca Kâbe’den getirildiği rivayet edilen ve mihrabın sağında bulunan Kâbe Taşı, özel bir ziyaret noktası. Ulu Cami, Edirne'de duaların kabul edildiği dört yerden biri olarak kabul ediliyor.
Şehrin kuzeyinde, Tunca Nehri kenarında geniş bir alana kurulmuş olan sarayın yapımına 1450'de 2. Murat zamanında başlanmış, 1475’te Fatih Sultan Mehmet zamanında tamamlanmış. Saraya sonraki padişahlar tarafından sürekli yeni yapılar eklenmiş. 1718 yılından 1768 yılına kadar hiçbir padişahın Edirne'ye gitmemesi sonucu boş kalan ve tahrip olmaya başlayan saray, 1752'deki büyük deprem ve 1776 yılındaki yangınla büyük hasar almış. 1870'li yıllarda sarayın mahzenleri cephane depolamada kullanılmaya başlanmış. 93 Harbi sırasında Rusların Edirne'ye yaklaşması üzerine Vali Cemil Paşa ve Müşir Ahmet Eyüp Paşa'nın emirleriyle saray havaya uçurulmuş. Bu nedenlerle saray alanında yer alan bazı yapılar dışında saraydan geriye çok fazla yapı ne yazık ki günümüze ulaşamamış.
Enez Kalesi
Enez Kalesi Kalenin yapım tarihi kesin olmamakla birlikte, duvarlarındaki devşirme yapı malzemeleri Bizans öncesi dönemde yapıldığına işaret ediyor. Ana girişi kuzeyde olan kale, doğu-batı doğrultusunda uzanarak güneyinde sur duvarı ile birleşiyor. Denize bakan tarafta iki tane çok köşeli kule yer alırken sağdaki kule yıkıldığı için günümüze sadece tek kule ulaşabilmiş. Batıdan uzanan sur duvarı içeriye doğru bir eğimle güneyden gelen duvarla birleşerek Meriç Nehri’nden gelecek tehlikelere karşı yarım kubbeli biçimiyle savunmayı güçlendirmek üzere tasarlanmış. Kalenin içerisinde Enez’in simgesi özelliğini taşıyan Enez Ayasofyası, mozaik döşemeli küçük bir kilise ve bir de şapel olarak kullanılmış bir mağara yer alıyor. Kalenin anıtsal giriş kapısı yanındaki duvarda, beyaz mermerden bir Trak süvarisinin tasviri dikkat çekiyor. Ayrıca kale içerisindeki sivri Osmanlı kemeri de yapının Türkler tarafından kullanıldığına işaret ediyor.
Savaş sonrasında ise Vali Rauf Paşa'nın izniyle sağlam kalan yerlerden sökülen çiniler ve değerli eşyalar yabancı ülke yöneticilerine hediye edilmiş. Has oda, yediler odası, Sancak-ı Şerif dairesi, kütüphane-i hümayun (saray kütüphanesi) ve sancak-ı şerif mescidi ve dairelerden meydana gelen ve Fatih Sultan Mehmet tarafından inşa ettirilen Cem Sultan’ın doğduğu Cihannüma Kasrı (Taht-ı Hümayun) sarayın ana yapısını oluşturuyor. Saray alanında yapılan kazı ve temizleme çalışmaları sonucu ziyaret edilebilecek yapılar ise; Fatih Sultan Mehmet zamanında yapılan Kum Kasrı Hamamı, Matbah-ı Amire, Su Maksemi, sarayın sağlam kalan tek yapısı olan ve 1562 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan Adalet Kasrı, Namazgâh, Kanuni Köprüsü ve 4. Mehmet Av Köşkü.
Haziran sonunda başlayan ve UNESCO’nun “İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası” lis tesinde yer alan Kırkpınar Yağlı Güreşleri’ni izleyin.
Meriç Nehri üzerine inşa edilen tarihî Meriç Köprüsü üzerinde doğayla iç içe yürüyüş yapın.
Her yıl Mayıs ayında Edirne’de yaşayan Romanlar
tarafından düzenlenen Kakava Şenliklerine katılın. Tarihî Ali Paşa Çarşısı’nda alışveriş yapın. Edirne yöresel lezzetlerinden beyaz peynirin, deva-i misk
şekerinin, badem ezmesinin ve ciğer tavanın tadına bakın.
2017 / İLKBAHAR
73
MUTFAK
74
Ciğer Sarma Malzemeler: • • • • •
Bir takım kuzu ciğeri Körpe kuzu gömleği Büyük bir baş kuru soğan 1,5 su bardağı pirinç 2 baş taze soğanın yeşil yaprak kısımları • 1 yemek kaşığı kıyılmış dereotu • Yarım çay bardağı kuş üzümü
• Yarım çay bardağı dolmalık fıstık • 1 çay kaşığı kuru nane • 1 yumurta sarısı • Yarım çay bardağı sıvı yağ • Tuz, karabiber • Kaynar su
Tekirdağ Köftesi Malzemeler: • • • • • • •
Yapılışı: Kuzu gömleğini bir tepsiye alıp üzerine sıcak su koyarak çözülmesini bekleyin. Derince bir tavaya sıvı yağ koyup dolmalık fıstıklarla ince kıyılmış soğanları pembeleşinceye kadar yağda çevirin. Kuşbaşı şeklinde doğranmış ciğerleri de ekleyip sürekli çevirerek pişirmeye devam edin. Ardından yıkanıp nişastası süzülmüş pirinçleri de tavadaki karışıma katın. İçine ince kıyılmış taze soğan yaprakları, kuş üzümü, kuru nane, dereotu, tuz ve karabiberi de ekleyerek bir kez daha çevirip kaynar su ekleyin. İç pilav piştikten sonra demlenmeye bırakın. Çözülmüş kuzu gömleğini kare şeklinde keserek ortalarına bolca iç harç koyun. Kuzu gömleğini iç harç taşmayacak şekilde sıkıca sarıp, sarılan taraf alta gelecek şekilde fırın tepsisine dizin. Üzerine yumurta sarısı sürüp 180-200 derecedeki fırında nar gibi oluncaya kadar pişirin. Sıcak veya ılık olarak servis edebilirsiniz.
1 kg yağsız dana eti 2-3 dilim bayat ekmek içi 1 baş kuru soğan 1 diş sarımsak Yarım çorba kaşığı kimyon Yarım çorba kaşığı taze çekilmiş karabiber Yarım çorba kaşığı tuz
Yapılışı Sinirleri alınmış parça etleri soğan, sarımsak ve bayat ekmeklerle birlikte kıyma makinesinden geçirin. Bu işlemi birkaç kez daha tekrarlayın. İçine baharatları ve tuzu ekleyerek bütün malzemeler eşit özleşecek şekilde iyice yoğurun. Yoğurduğunuz kıymayı 12-18 saat buzdolabında bekleterek dinlenmeye alın. Ertesi gün kıymayı parmak şeklinde köfteler haline getirin. Kızgın yağda köftelerin her tarafı eşit kızaracak şekilde sürekli çevirerek pişirin. Kızaran köfteleri bol yağlı ve limonlu piyaz, soğan, ızgarada pişirilmiş biber ve domates ile servis edebilirsiniz.
Hayrabolu Tatlısı Malzemeler Hamuru için
Şerbeti için
Süslemesi için
• Yarım kg tuzsuz taze peynir • 3 su bardağı şeker • Dövülmüş ceviz • 4 yumurta • 4 su bardağı su • Tahin (iki tanesinin beyazı ayrılır) • Yarım limonun suyu • Yarım su bardağı un • Yarım su bardağı irmik • 1 çay kaşığı karbonat
Yapılışı Taze tuzsuz peyniri ellerinizle yumuşatarak iyice ezin. Dört yumurtadan iki yumurtanın sadece sarısını ekleyin, beyazını sonrası için ayırın. Peynirle birlikte yumurtaları iyice karıştırın. Diğer malzemeleri de ekleyip kulak memesi kıvamında bir hamur elde edin. Elde edilen hamurdan ceviz büyüklüğünde parçalar kopartıp şişkince bir kurabiye şekli verin. Altı yağlanmış orta hararetli bir fırın tepsisinde 45 dakika kadar fırınlayın. Diğer bir kapta, şeker, su ve limon suyuyla iyi bir kıvam elde edecek şekilde tatlının şerbetini hazırlayın. Kurabiyeler soğuduktan sonra bu şerbete atıp yarım saat şerbette bekleterek servis tabağına alın. Üzerini tahin ve dövülmüş cevizle süsleyerek servis edin.
2017 / İLKBAHAR
75
HOBİ
Örgü Oyuncaklarla Örgü oyuncakların rengârenk ve eğlenceli dünyasında hayallerinin peşinden koşan, içindeki çocuğu ilmek ilmek yarattığı oyuncaklarla yaşatan, el emeği göz nuru dostlarına aşkla bağlı birisi Nuran Kabakcı…
Nuran Hanım, öncelikle kısaca sizi tanıyabilir miyiz? 1959 Ankara doğumluyum. Evliyim, ikiz erkek çocuklarım var. Oğlumun evlenmesiyle şimdi 2 erkek 1 kız annesiyim. İş hayatıma 1979 yılında memuriyetle başladım. Sadece verilen görevi yapıp kendimden bir şeyler katamadığımı görerek, kendimi geliştiremediğimi düşündüm ve 1986 yılında memuriyeti bırakıp özel sektöre geçtim. Sekreter olarak başladığım görevimi satış müdürü olarak mutlu ve başarılarla sürdürüp 2011 yılında emekli oldum. Şimdi hobim sayesinde sevdiği işi kazanca dönüştürmüş, hayallerine adım adım yürüyen mutlu bir anneyim. El işlerine her zaman merakınız var mıydı yoksa bu sevda sonradan mı ortaya çıktı? Çocukluğumdan beri el işlerine meraklıyımdır. Çalışmama ve ikiz çocuk annesi olmama rağmen her zaman bir uğraşım vardı. Yeni hobiler öğrenmekten hiç vazgeçmedim. Emekli olup, daha çok zamanım olunca hobilerim “İyi ki varlar” dediğim yeni insanlar tanımama vesile oldu. Her gün böyle güzel hobilerim olduğu için şükrediyorum. Hayalleri ilmek ilmek hayata geçiriyorsunuz. Örgü oyuncaklarla tanışmanız nasıl oldu? Emekli olduktan sonra fark ettim ki sadece ev kadını olmak bana yetmiyor. Kendimi geliştirmek için örgüye dair ne varsa örüp eşe dosta hediyeler hazırlarken yenilik arayışımdan da hiç vazgeçmedim. Bir gün internette gezerken örgü oyuncaklarla (amigurumi) tanıştım. Biraz araştırdıktan sonra arkadaşımın çocuğu için bir bebek örmeye karar verdim. Hiç kolay olmadı, epey uğraştım ancak hiç pişman olmadım, pes etmedim. Bittiğinde benim için dünyanın en güzel bebeğiydi. Örerken farklı bir şey üretmenin mutluluğu, bebeğime bakıp gizliden gururlanma hissi, kısacası severek bir şeyler üretmenin sonucu benim için çokça mutluluk oldu. İtiraf etmeliyim ki o bebeği arkadaşıma vermedim, daha doğrusu veremedim, ayrılmak çok zor geldi. Bebeğimle bir nevi aşk yaşıyordum.
Bizi hayata sımsıkı bağlayan hayallerimiz ve hobilerimiz…
76
Nunu Hayal Dünyası nasıl hayat buldu? İlham kaynağınız nedir? Aşkla örüyor, ördükçe mutlu oluyor, mutlu oldukça da daha çok örüyor ve çevremdekilere hediye ediyordum. Beğenilip takdir edilmesi çok gurur vericiydi, motivasyonumu artırıyordu. Doğal, sağlıklı ve %100 sevgiyle ürettiğim bu oyuncakları daha çok çocuğa ulaştırmalıydım. Ne yapabilirim diye araştırırken gelinimin de teşvik ve desteğiyle Nunu Hayal Dünyası (@nunuhayaldunyasi) hayat buldu. Örgünün bir nevi terapi olduğu söylenir. Siz nasıl bir anlam yüklüyorsunuz? Örgü örmek insanın ruhunu da bedenini de dinlendiren bir hobi. Örgü oyuncaklar ise çok daha fazlası. Her yaptığım oyuncakta içimdeki çocuğun mutluluğunu, heyecanını, sevinç çığlıklarını duymak, çocuk gibi hissetmek bambaşka bir duygu. Biten oyuncağı günlerce seyredip doyamamak, ayrılmaya kıyamamak... İşte tam olarak yaşadığım duygu bu. Benim için örgü oyuncak örmek hobiden öte, yaşamak demek. Bu işin püf noktaları var mı? Amigurumi (örgü oyuncak); tığ ve şişle yapılmış, içi doldurulmuş oyuncak anlamına gelen Japon kökenli bir kelime. Kuralları olmayan, basit malzemelerle yapılan, çalışırken fazla yer işgal etmeyen, çok fazla beceri gerektirmeyen, renkli, eğlenceli, keyifli bir hobi. İplikler tığ yardımıyla belli şablonlara uygun olarak örülüp, elyafla içi doldurularak şekil veriliyor. Sık iğne tekniğiyle şirin bebekler, hayvanlar, karakterize edilen cansız nesneler, komik, tuhaf hatta korkunç yaratıklar üretilebiliyor. Bu işin tek püf noktası; biraz hayal gücü, biraz yetenek, çokça sevgi diyebilirim. Örgü oyuncaklar dışında hayata geçirdiğiniz ürünler neler? Nişan, kına, düğün organizasyonu ve bebek hazırlıkları da en sevdiklerimden. Oğlum evlenirken bütün organizasyonu kendimiz yaptık. Söz tepsisi, çikolata kutusu, nişan bohçası, kına tepsisi, kına tacı, kına hediyelikleri, gelin buketi, nedime bileklikleri ve nikâh şekeri gibi tüm ayrıntıların hepsini ellerimizle yapmanın hazzı bambaşkaydı.
Özellikle yurt dışında el işleri çok ilgi ve değer görüyor. Sizce ülkemizdeki durum nasıl? Evet, gerçekten de öyle. İngiltere, Fransa, Hollanda’ya gönderdiğim siparişler oldu. Bu müşterilerden duyduğum övgüler beni tarifsiz mutlu etti. Asla pazarlık yapmadan, emeğime değer biçmeden siparişlerini verdiler. Hem maddi hem de manevi olarak çok doyurucu bir deneyimdi. Ülkemizde de böyle insanlar var tabii, her kesimden insan örgü oyuncaklara karşı ilgili, beğenisini açıkça dile getiriyor. Ancak iş maddi boyuta gelince maalesef emeğin değeri pek bilinmiyor. Emeğin pazarlık konusu yapıldığı anlar oluyor ki bu beni çok yaralıyor. Daha çok kimler sipariş veriyor, başka bir deyişle kimler hayallerinize ortak olmak istiyor? Anne adayları ve küçük çocuğu olan annelerle hayallerimiz ortak. Bu anneler örgü oyuncakların ne kadar sağlıklı olduğunun, çocuklarının gelişimi için ne denli önemli olduğunun bilincindeler. Genellikle siparişlerini benim hayal gücüme, zevkime bıraksalar da ortak hayallerde buluşuyoruz. Nasıl tasarlarsak tasarlayalım, sonuçta her geçen gün daha çok çocuk Çin malı, plastik ve kimyasal içerikli oyuncaklardan kurtuluyor. Doğal, tüylenmeyen, kirlenince makinada yıkanıp yine ilk günkü haline dönen, kendi çocuklarına bırakabilecekleri, tabiri caizse evladiyelik oyuncaklara kavuşuyorlar. Böylece benim hayalim de gerçekleşmiş oluyor. Üretkenliğin yaşı ve sınırı yok. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Yaşı, cinsiyeti, mesleği ne olursa olsun herkesin bir hobisi olmalı diye düşünüyorum. Herşey sevmekle başlıyor, sevdikçe hayat güzelleşiyor ve kolaylaşıyor. Bizi hayata sımsıkı bağlayan hayallerimiz ve hobilerimiz…
Bu işin tek püf noktası; biraz hayal gücü, biraz yetenek, çokça sevgi…
2017 / İLKBAHAR
77
MODA
Zeynep Çatal Baturalp Moda Tasarımcısı
Mavi Beyaz Çizgililer Aslında birkaç sezondur rol oynayan mavi beyaz çizgiler bu sezon en hit dönemine giriyor diyebiliriz. Alışılagelmiş marine çizgisinden daha farklı kombinlerle karşımıza çıkan bu akım, bu sezonun en kullanışlı parçalarından olacak.
Bol Kesimli Pantolonlar ve Görkemli Şapkalar
New York, Paris ve Londra moda haftaları yapıldı. Değişen dünyayla birlikte moda da gitgide daha doğal ve sürdürülebilir bir sürece girdi. Podyum yıldızlarına bakılırsa 2017 İlkbahar - Yaz sezonu, bir hayli cüretkâr ama aynı zamanda da rahat ve salaş parçalarla geçecek gibi görünüyor. İşte öne çıkan renkler ve trendler…
78
Aksesuarlardan sonra kıyafetler de büyük boy (oversize) kalıplardan payını alıyor. Her zaman yeri olan bu bol kesimleri hem minimal hem de asimetrik olarak küçük ve basic trikolarla ve büyük çantalarla ister gece ister gündüz kombinleyebilirsiniz. Bol paça pantolon modellerinin geçmişi 1920’li -30’lu yıllara kadar gidiyor. Elbise ve eteklerin kadınlar için oldukça önemli olduğu o dönemlerde Coco Chanel, Katherine Hepburn ve Marlene Dietrich gibi 3 kadın ciddi eleştiriler alsalar da bol paça pantolon modellerinden vazgeçmemişler. O günlerden bugünlere kadar zaman zaman kendisini farklı modeller halinde hatırlatmış olan bol paça pantolon modelleri için şu aralar hit parçalardan diyebiliriz.
Rengârenk Nakışlar ve Parlak İşlemeler Kumaşların üstüne boyut kazandıran süslemeler bu sezon oldukça iddialı. Aslında her sezon ufak ufak ucundan kıyısından bu akımdan söz ediyoruz. Kim gösterişli güzel elbiseler istemez ki? Parlak işlemeler vücudumuzun eksik kısımlarını kapatarak daha ışıltılı ve mükemmel görünmesini sağlar. Ayrıca parlak elbiseler daha çekici görünmemize yardımcı olur. 2017 ilkbahar ve yaz sezonunda sıklıkla bu stil elbiseleri göreceğimizi söyleyebilirim. Bu sezon düz, sade krep veya koton kumaş elbiselerin ve ceketlerin üzerlerinde renkli taşlarla bezenmiş üç boyutlu nakışların göz önünde olacağı aşikâr. Reem Acra, Gucci, Marchesa gibi pek çok ünlü marka ve tasarımcı bu trendi transparan tül kumaşları hareketlendirmek ve boyutlandırmak için kullandılar. Ulaşılabilir markaların koleksiyonlarında da benzer kumaş üstüne işlemeli olanların yanında düz kumaş üstüne de işlenmiş alternatifler mevcut. Özellikle siyah renk üstüne işlendikleri için çok fazla göz yormayıp bir yandan tarz ve modaya uygun bir hava yaratıyor.
Gömlek Kombinleri 2017 yılının bahar aylarında gömlek kombinlerine büyük bir eğilim olacak. Gömlekleri birçok giyim parçası ile eşleştirmek bu yıl çok popüler. Etek, pantolon ve diğer giyim stilleri ile gömlek kombinleri kullanılacak. Gömleklerinizi eşleştirecek parçaları şimdiden ayarlayın. 2017 beyaz gömlek modelleri, şık model seçenekleri ile dolabınızın zamansız parçaları olarak dört mevsim sizlere kolaylık ve modern bir hava kazandıracak, sokak modasının en başında yer alacaktır.
Modern Bohem
Metalik Renkler Giyimde en iddialı parçaların başında metalik olanlar geliyor. Birkaç sezondur moda dünyasında yerini kimseye kaptırmayan metalik renkler, 2017 yazında da moda olmaya devam edecek. Metalik renk elbiseler, bluzlar ya da etekler artık son derece tercih ediliyor. Gösterişi ön planda tutan giyim tarzında çekicilik ve iddialı olma en önemli özelliktir. Metal parçalar tek başına oldukça etkili olduğu için onunla kombinleyeceğiniz ürünlerin sade olmasına dikkat etmelisiniz. Bu açıdan ürünü giyiminizde kullanırken mümkün olduğunca sade parçalar ile kombininizi tamamlamaya çalışın. Böylece metal görünümü ön plana çıkararak ideal görünümü elde edebilirsiniz.
Herkes gibi olmaktan uzak duran, kendi kendine yetebilen, her daim farklı olmak isteyen insanlar her dönemde karşımıza çıkar. İşte bu insanlar farklılıklardan yeniliklerin doğmasını sağlamayı başarabilirler. Bohem tarz da farklı olmayı seven insanların oluşturduğu bir akımdır. Antik giyim tarzı olan bohem tarz, farklı stillerle kendini gösterir. Bu stillerin en çok öne çıkanları ise çingene stili ve kızıl derili stilidir. Moda değişse de bohem tarz hep aynı kalır. Kendine özgü takı ve kıyafetlerle farklı olabilir, farkınızı net bir şekilde ortaya koyabilirsiniz. Dale Carnegie'den bir alıntı yaparak yazımı sonlandırmak istiyorum. “Bir kadının yüzündeki ifade, üzerindeki giysiden çok daha önemlidir.” Hepinize mutlu yazlar...
2017 / İLKBAHAR
79
KÜLTÜR & SANAT
SİNEMA Fethiye Reggae Festivali
Örümcek Adam: Eve Dönüş
21-22-23 Temmuz 2017 Aksazlar Camping, Muğla
Vizyon Tarihi: 7 Temmuz 2017 Tür: Aile, Aksiyon, Fantastik, Macera Yönetmen: Jon Watts Oyuncular: : Tom Holland, Robert Downey Jr., Michael Keaton, Marisa Tomei, Zendaya Coleman Ülke: ABD
Geçen yıl Çeşme'de düzenlenen Reggae Festivali, bu sene "Fethiye Reggae Fest" adıyla 21-22-23 Temmuz tarihlerinde Fethiye Aksazlar Koyu'nda reggae sevenleri bekliyor. "Reggae" müziğinin yetenekli sanatçılarını buluşturan ve 3 gün boyunca kamplı olarak gerçekleşecek festivalde konserlerin yanı sıra canlı gruplar, Dj performansları, perküsyon atölyesi ve yarışmalar da yer alacak. Akdeniz’in muhteşem atmosferinde Kınay Production tarafından düzenlenen bu harika festivali sakın kaçırmayın!
Dünyayı kasıp kavuran Örümcek Adam çizgi romanından beyazperdeye uyarlanan sevilen film serisinin bu yeni bölümünde; Yenilmezler ile yaşadığı maceranın büyüsüne kapılan genç Peter, kendini kanıtlama isteğiyle dolup taşmaktadır. Okul hayatına alışmaya ve sıradan bir genç gibi yaşamaya çalışan Peter'ın aklında suçla savaşmak ve dünyayı daha güvenli bir hale getirmek vardır. May halasıyla yaşayan genç Peter, Vulture’nin şehre yeni bir düşman göndermesiyle kendini yeni bir maceranın içinde bulur.
gösteri Anadolu Ateşi 15. Yıl Özel Gösterisi 17 Haziran 2017 ODTÜ MD Vişnelik, Ankara Kurulduğu günden bu yana gerek ülkemizde gerekse dünya çapında ses getiren sahne şovlarına imza atan Anadolu Ateşi, 15. yılını unutulmaz bir performansla taçlandırıyor. 1999 yılından beri 98 ülke, 285 şehirde gerçekleştirdiği 4760 canlı performans ile 40 milyon izleyiciye ulaşan Anadolu Ateşi, 15. yıl etkinlikleri çerçevesinde daha geniş bir kadro ile 3 kuşağı bir araya getirerek muhteşem bir gösteriyle Ankaralı hayranlarıyla buluşuyor.
KONSER Hındı Zahra & Fatoumata Dıawara 17 Temmuz 2017 The Grand Tarabya Panorama Terrace, İstanbul 24. İstanbul Caz Festivali etkinlikleri kapsamında tekrar İstanbullu sevenleriyle buluşacak olan Hindi Zahra’ya bu kez, Damon Albarn’dan Herbie Hancock’a kadar sayısız isme eşlik eden Afrika müziğinin son yıldızı Fatoumata Diawara eşlik ediyor. Caz ve dünya müziğini benzersiz bir biçimde harmanlayan ikili, caz dolu bir İstanbul gecesinde müzikseverleri büyüleyecek bir performans sergileyecek. Sıcak ve ritmik bir caz ve dünya müziği için “Olympic Cafe Tour” projeleri kapsamındaki bu muhteşem müzik ziyafetini sakın kaçırmayın.
80
84
82