KARANLIK VARDİYA- 90'lı Yılların Politik Arşivi

Page 1


Karanlık Vardiya 90’lı Yılların Politik Arşivi

P A T İ K İR N T A K Ğ E O D RN Ö


P A T İ K İR N T A K Ğ E O D RN Ö KARANLIK VARDİYA 90’lı Yılların Politik Arşivi

Ya­zan: Ali Yılmaz

Ya­yın hak­la­rı: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş. Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz. 1. bas­kı / Mayıs 2015 / ISBN 978-605-09-2672-9 Sertifika no: 11940

Ka­pak ta­sa­rı­mı: Geray Gençer Baskı: Kitap Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. Davutpaşa Cad. No: 123 Kat:3 Topkapı - İSTANBUL Tel: (0212) 482 99 10 (pbx) Fax: 0212 482 99 78 Sertifika no: 16053

Doğan Eg­mont Ya­yın­cı­lık ve Ya­pım­cı­lık Tic. A.Ş. 19 Ma­yıs Cad. Gol­den Pla­za No. 1 Kat 10, 34360 Şiş­li - İS­TAN­BUL Tel. (212) 373 77 00 / Faks (212) 355 83 16 www.do­gan­ki­tap.com.tr / edi­tor@do­gan­ki­tap.com.tr / sa­tis@do­gan­ki­tap.com.tr


Karanlık Vardiya 90’lı Yılların Politik Arşivi

P A T İ K İR N T A K Ğ E O D RN Ö Ali Yılmaz


İçindekiler Önsöz............................................................................................. 13 I. bölüm / Hememonk devlet kuramı...........................................21 II. bölüm / 90’lara doğru toplumsal muhalefet...........................35 Kamu çalışanları................................................................................ 36 İşçiler.................................................................................................. 38 Öğrenciler........................................................................................... 42 Kürt coğrafyasında muhalefet......................................................... 49 Sol gruplar.......................................................................................... 57

P A T İ K İR N T A K Ğ E O D RN Ö III. bölüm / 1990’ların karanlık vardiyası...................................69 Düşman, tehdit ve güvenliğin kullanımı......................................... 71 Türkiye’de milli güvenlik siyaseti........................................................ 73 Savaş, istisnai durum ve milli güvenlik ilişkisi.............................. 80 Güvenlik soruşturmaları.................................................................. 88 Şiddet....................................................................................................... 93 IV. bölüm / 90’larda devlet aygıtı.................................................99 Rıza üretme aygıtları.............................................................................. 99 Resmi ideolojinin yenilenmesi...................................................... 102 İnsan imalathanesi: Eğitim ........................................................... 107 Din..................................................................................................... 115 Hukuk............................................................................................... 121 Medya............................................................................................... 128 Değerlendirme................................................................................. 143 Tahakküm aygıtları.............................................................................. 147 Emniyet teşkilatı............................................................................. 147 Asker................................................................................................. 200 Koruculuk........................................................................................ 236 JİTEM............................................................................................... 263 Tahakküm pratikleri............................................................................ 301 Faili meçhuller................................................................................. 301 Yargısız infazlar ve kayıplar........................................................... 355 Köy boşaltma................................................................................... 374 Kent tahribatı ve kitlesel kıyım..................................................... 391

Sonuç yerine................................................................................427 Notlar...........................................................................................431 Kaynakça.....................................................................................467


P A T İ K İR N T A K Ğ E O D RN Ö (Milliyet gazetesi, 16 Mart 1995)


KISALTMALAR ADD: Atatürkçü Düşünce Derneği AİHM: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ANAP: Anavatan Partisi CHP: Cumhuriyet Halk Partisi ÇYDD: Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği DEHAP: Demokratik Halk Partisi. 1997’de kuruldu ve 2005 yılında kendini feshetti. DEP: Demokrasi Partisi. Mayıs 1993’te kuruldu, Haziran 1994’te kapatıldı. DGM: Devlet Güvenlik Mahkemesi DHKP/C: Devrimci Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi, Devrimci Sol‘un ardılı olarak 1994’te kurulan yasadışı parti. DİSK: Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DSP: Demokratik Sol Parti DYP: Doğru Yol Partisi EMEP: Emek Partisi HADEP: Halkın Demokrasi Partisi. Mayıs 1994’te kuruldu. Mart 2003’te kapatıldı. HEP: Halkın Emek Partisi. Haziran 1990’da kuruldu, Temmuz 2003’te kapatıldı. İHD: İnsan Hakları Derneği JİTEM: Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele. Terörle mücadele için Jandarma Genel Komutanlığı‘nın inisiyatifiyle kurulup faaliyet gösterdiği söylenen yasadışı oluşum. KESK: Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu MİT: Milli İstihbarat Teşkilatı MGK: Milli Güvenlik Kurulu MEB: Milli Eğitim Bakanlığı MHP: Milliyetçi Hareket Partisi OHAL: Olağanüstü Hal ÖDP: Özgürlük ve Dayanışma Partisi PKK: (Partiya Karkeren Kurdistane) Kürdistan İşçi Partisi RP: Refah Partisi SHP: Sosyal Demokrat Halkçı Parti TKP: Türkiye Komünist Partisi TSK: Türk Silahlı Kuvvetleri TDKP: Türkiye Devrimci Komünist Partisi. 1980’de kurulan yasadışı parti. TİHV: Türkiye İnsan Hakları Vakfı TKP/ML: Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist. 1972’de kurulan yasadışı parti. TİKKO: Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu. TKP/ML’nin askeri kolu. YÖK: Yükseköğretim Kurulu TBMM: Türkiye Büyük Millet Meclisi TESK: Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu TİSK: Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu TMMOB: Türkiye Mimarlar Mühendisler Odaları Birliği TOBB: Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği TÜRK-İŞ: Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu TÜSİAD: Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği

P A T İ K İR N T A K Ğ E O D RN Ö


Önsöz

P A T İ K İR N T A K Ğ E O D RN Ö Yaşanmış bir diyalogda, Mersin’de yasadışı eylemlerde polise taş ve molotofkokteyli attığı iddiasıyla tutuklandıktan sonra Pozantı M Tipi Çocuk Cezaevi’ne konulan, burada şiddet ve tecavüze maruz kalan, yaşları 13-17 arasındaki 7 çocuğun haberleri kamuoyuna yansıdığında, bir öğretmenin bu konuyla ilgili, “Onlar da polise taş atmasalardı” sözü çok düşündürücüdür. Çocuklara olumlu değerler kazandırmak üzere görev almış, toplumun bilgi, görgü ve değer aktarıcısı bir öğretmen neden böyle düşünmektedir? Hangi olaylar, etkiler, gerekçeler ve nedenler 13 yaşındaki çocuklara tecavüz edilmesini olumlayacak insanlar yetiştirmiştir? Yapılan çeşitli araştırmalar, Türkiye insanının buna benzer düşünceleri hatırı sayılır bir oranda paylaştığını gösteriyor. Örneğin, eskiden beri zanlılara, suçu kabul etmesi için işkence yapılmasını toplumun büyük bir bölümü destekliyor. Eline bir iğne batsa can acısıyla içlenen bu insanları, başkalarının işkenceyle sorgulanmasını savunacak hale getiren değerler sistemi nasıl kurulabilmiştir? Ya da biraz daha sosyo-ekonomik bir örnek vermek gerekirse; bir ay boyunca neredeyse her gününün 12 saatini çalışarak geçiren ve bunun karşılığında karnını doyuracak geliri zor kazanan milyonlarca insan, bu parayı lüks bir restoranda sadece bir öğünlük yemek için harcayan başka insanları gördüğünde gelir adaletiyle ilgili neden bir ilişki kuramamaktadır? İki basit olay arasında benzerliklere dayanarak basit bir genellemeye ulaşmalarına mani olan nasıl bir amiller dizisi bulunmaktadır? Hatta bu insanlar iki olay arasında ilişki kurmayı bırakın, adaletsizliğin olağan bir durum olduğunu iddia eden özgeçici bir fikre bile sahip olabilirler. Daha karmaşık, kavramsallaştırmayı gerektirecek değerlendirmeler yapmalarının beklenemeyeceği bu durumu kim, nasıl ve ne za-


14

man yaratmış olabilir? Hangi güç, insan kitlelerinin kendini ve çevresini yanılsama içinde algılamasını sağlıyor? Bu çalışma, Türkiye’de 1990’lı yıllarda üst düzeye çıkan ve sonraki yıllarda da toplumun geneline hâkim olan “algının” nasıl olanaklı olduğunu kuramsal bir zemin üzerinden arşiv taramaları ve tanıklıklar yardımıyla anlama çabasıdır. Türkiye’nin 1990’lı yıllarının politik bir tasviri yapılacak olsa herhalde yargısız infazlar, faili meçhuller, kayıplar, cezaevi direnişleri, açlık grevleri ve ölüm oruçları anahtar kavramlar olarak kullanılmalıdır. Tüm bir politik tasvir bu kavramlar temel alınıp açımlanabilir. Bu dönem, Türkiye’de önceki yıllarda yaşanan pek çok kritik dönemden oldukça farklı iktidar hamlelerinin, işleyişinin, taktiklerinin ve derin şiddetin çeşitlenmiş biçimlerine sahne oldu. 12 Mart ve 12 Eylül’ün yol açtığı şiddetten hem nitelik olarak hem de nicelik olarak çok daha fazlası uygulandı. Yargısız infazlar, kaybetmeler, faili meçhuller, cezaevinde ölümler, köy yakmalar, açlık grevleri ve ölüm oruçlarıyla oluşan kayıp rakamları önceki dönemlerle kıyaslanamayacak kadar büyük oldu, adeta kitlesel kıyım denebilecek boyutlara ulaştı. Bu dönemde uzmanlaşmış örgütlenmelerin oluşturulması, hukuk sisteminin buna adapte edilmesiyle apayrı bir devlet aygıtı kuruldu. Kamuoyunun desteğinin de başarıyla sağlandığı bu dönemde en vahşi uygulamalar bile uluorta yapılabilir hale geldi. Zira öldürülen insanların başlarının, kulaklarının kesilerek; parçalanmış cesetlerin üzerine basılarak çekilen asker fotoğrafları bile rahatlıkla basında yayınlanıyor ve övgü alabiliyordu. Ölüm mangalarının kontrolsüz ve vahşice yaptıkları cinayetler basına sızıp kamuoyunun önüne serildiğinde bile bir öfkeye değil, kahramanlığa dönüşüyordu. Şehrin merkezinde canlı yayınla gerçekleşen infazlar, etrafta biriken kalabalıkların eşliğinde havaya ateş açılarak kutlanıyor ve bazen bakanların katıldığı operasyonlar gerçekleştiriliyordu. Devlet görevlileri ve onların icraatlarını destekleyen büyük bir kesim, 90’larda yapılanların hâlâ ihlal olduğunun, işkence sayıldığının, hatta insanlık suçu mahiyetinde olduğunun ayrımında değil. Ülkenin en çok hak ihlallerinin yapıldığı dönemlerinde İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, İstanbul Emniyet Müdürlüğü gibi devletin pek çok güvenlik bürokrasisinde yer almış, yetki sahibi olmuş ve ihlallerin tertipleyiciliğinde bulunmuş muktedir bir bürokratın, o dönemdeki yasadışı şiddetinin eleştirilmesine karşı verdiği cevap, bu özel yasadışı yöntemleri savunmak ol-

P A T İ K İR N T A K Ğ E O D RN Ö


15

muş ve “Filitle* mi temizleseydik?” demişti. 90’larda milliyetçilik ve dinsel argümanların birleştirici gücü güvenlik jargonuyla ve şiddetle birleştiğinde totalitarizmin yolunu açtı. Krize karşı egemenliğin kurulma önceliği, hukuk yönetimini ortadan kaldırırken, tüm ahlaki ve siyasal alan, sembolik şiddetin hâkimiyetiyle şekillenmeye başladı. Yasal olarak onaylanmış “milliyetçi” söylemler, rahat manipüle edilebilir bir yandaş imali yaratırken, otoriterleşen rejimin meşruiyet garantisi de oldu. Kurulan bu ağın tanziminde, baskıcı bir ortamın oluşmasında ve şiddetin kullanılmasında egemenlik krizinin büyük etkisi olduğu açıktır. 90’larda yaşananların nasıl olduğuna dair bu açıklamayla beraber, ilerde anlatılacaklara teorik bir zemin oluşturmak için ne olduğuna dair birkaç şey söylemek gereklidir. Milyon­ larca insanın katılımına dayanan şiddeti destekleme hali, o kitleyi oluşturan insanların düşünce kalıbı ve alışkanlıklarındaki deği­ şimlerle olur. Bunu yaratan güç ise iktidarın pek çok mikro iktidar ilişkilerini kendi lehine dönüştüren ideolojik yönlendirme becerisidir. Ötekinin kurulumuyla yaratılan “biz” duygusu, bireylerde kendinden geçişi sağlayan bir afyon gibi kitleleri birleştirmiş ve imtiyaz duygusu yaratmıştır. Tüm haklar iktidar tarafından onaylanmış bu kitleye aitmiş gibi görülmeye başlanmıştır. Empati ve merhametin kaybolduğu bu kopma hali, kitleyi düşmanlık dünyasına hapsetmiştir. Artık ideolojik çerçevenin onayladığı milli hassasiyeti paylaşmayan tüm unsurlar aşağılanmaya ve yok edilmeyi hak eden bir mertebeye indirilmişti. İstendiği gibi manipüle edilebi­len kitlenin oluşumu şiddeti onaylayan, bunu her derecede kullanan iktidarı meşrulaştıran ahlaki bir kayıtsızlık içindeki yeni değerler yaratmıştı. Bu yapay ayrımlarla kurulan ağ, fanatik coşkuların ve vecd halinin kör ettiği kitleleri, komşuları işkenceden geçirilip öldürülürken, bunu yapanları alkışlamaya itti. Dönemin Cumhurbaşkanı’nın, “Devlet halin icabına göre hareket eder. Her zaman rutini takip etmek mecburiyetinde değildir. Yüksek menfaatleri –ki bunu takdir etmek hükümetlere aittir– icap ettirdiği zaman devlet rutinin dışına çıkabilir”** sözleri, bu debdebeli karanlık dönemin sicil kaydında ortaya çıkan muammalı bilançonun iktidarca algılanışını belirtiyordu. Subay, asker, itirafçılar, seçme polis, korucu ve Hizbullahçılardan oluşan birliklerin yol açtığı yargısız infazlar, kaybetmeler, fa-

P A T İ K İR N T A K Ğ E O D RN Ö * Milliyet gazetesi, 23 Ocak 1998; Filit: Böcek ilacı markası. ** Hürriyet gazetesi, 13 Şubat 2000.


16

ili meçhullerin ise tam rakamları bilinemiyor. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) bu döneme ilişkin kayıtlarında geçen rakamlar dönemin korkunçluğunu gösteriyor. 1990’lı yıllarda yapılan hak ihlallerinin resmi sayısı bile bunu ispatlıyor. Karartılmış kanıtların koyu gölgesinde kesin rakamların bilinebilmesi ise neredeyse imkânsız. Çünkü kimselerin duymadığı, bilmediği köhne noktalarda yargılanmadan öldürülüp çatışma hanesine ne kadar ismin yazıldığı belki de hiçbir zaman bilinemeyecek. Hasbelkader yakalanıp hapishanelere düşenlere uygulanan şiddet ise nispeten daha somut rakam ve delillere dayanıyor. Kimlerin ne şekilde öldükleri hakkında şahitlikler, resimler, resmi kayıtlar vasıtasıyla daha net bilgiler sağlanabiliyor. Yaşanan acılarıyla ortaya dökülmüş acıklı hikâyeler ve verilerle bir literatürün oluşmasına katkıda bulunmak ve bu sayede hâlâ evrensel ilke ve değerlerden uzak, pespaye değerlendirmelerle olayları yorumlayanlara karşı bir vicdan çağrısı yapmak bu çalışmanın bir amacı. Meclis raporlarında, mahkeme tutanaklarında, savcılık iddianamelerinde, insan hakları kurumlarının kayıtlarında, gazete haber ve röportajlarında, vicdana gelen itirafçıların sayfalara dökülmüş kitaplarında; kimi zaman bir subaydan, kimi zaman da dile gelmiş bürokrat, itirafçı, asker, milletvekili, vali, kaymakam gibi devlet görevlilerinden öğrendiğimiz ya da mağdurlardan gelen onca ihlal beyanının hangi iktidar diyalektiği ve perspektifiyle yapıldığının bilinmesi ve bunlardan genel sonuçlara varılması da önemli. Bu çalışmanın bir diğer amacı da bu. Bir belgesellik izleği içinde, yayımlanmış belgelere dayanarak dönemin kanlı arşivinin gözler önüne serilmesinin yanı sıra bu araştırma karmaşık ve karanlık bir dönem olan 1990-2000 yılları arasında Türkiye’de olan biteni politik argümanlar eşliğinde incelemeyi hedefliyor ve konuyu açıklamaya dönük en sağlam ve karakteristik örnekleri kullanıyor. Konunun hassasiyeti ve geniş bağlantılarının olması vesilesiyle gerek merak duyanlara, gerekse inceleme yapacak olanlara daha fazla bilgi sağlayacağı umuduyla kullanılan her bilginin referansı özellikle veriliyor. Bunu yaparken üç bölüme ayrılan çalışmanın birinci bölümü, olayları değerlendirmeyi sağlayacak Gramscigil iktidar ve devlet kuramının genel çerçevesini vermeyi amaçlayan teorik öncülleri içeren “Hegemonik İktidar Kuramı İle Düşünmek” adını taşıyor. İkinci bölüm ise “90’lara doğru toplumsal muhalefet” hareketlerinin genel bir gelişimini ortaya koyuyor. Üçüncü bölüm ise çalışmanın asıl hedefini oluşturuyor. 90’lara krizlerle giren Türkiye’nin

P A T İ K İR N T A K Ğ E O D RN Ö


17

devlet aygıtı içindeki bloğun dağılışını, onay mekanizmalarının etkinliğini yitirmesini ve baskı aygıtlarının bu boşluğu doldurmak üzere gelişimini ele alıyor. “90’ların Karanlık Vardiyası” adlı bu bölümde güvenlik ve şiddet üzerine yol alan devlet iktidarının değerlendirilmesi yapıldıktan sonra konu üç kısımda değerlendiriliyor. İlk kısımda rıza üretme aygıtları, ikinci kısımda tahakküm aygıtları ve üçüncü kısımda ise tahakküm pratikleri işleniyor. Çalışmayla ilgili okuyucu için konunun hassasiyeti nedeniyle bazı hatırlatmalar yapmak gerekirse; birincisi, bu çalışmanın bir tarih kitabı olmadığıdır. Bu nedenle tüm olay ve süreçleri burada anma iddiası taşımıyor. Çalışmanın öne çıkardığı şiddet pratikleri nedeniyle devlet karşıtı güçlerin hiçbir şey yapmamış gibi algılanmasının bu çalışmanın temasıyla ilgili olduğunu da belirtmek gerekir. Zira çalışma Gramscigil iktidar teorisi geleneğinin izinde devletin hegemonik (ideolojik) yönü ile zor (baskı) yönünü esas alarak 90 sürecini incelemeyi hedef alıyor. Temel amacı, kabaca özetlenirse, “ideolojik aygıtlarla yöneten devletin, 90’lardaki gibi iktidar krizine girdiğinde devletin zor aygıtlarını niçin ve nasıl devreye soktuğunu somut tarihsel verilere dayandırarak ortaya koymaya” çalışmaktır. Doğal olarak bu amaca uygun veriler ve tarihsel kaynaklar kullanılmıştır. Elbette “devlet”, “iktidar” ve “baskı aygıtları”nın işlendiği bir çalışmada devletin fiilleri anlatılmaktadır ve devlet kaynaklı şiddetin pratikleri öne çıkmaktadır. Bu çalışma, ellerinde silahlarla birbirleriyle mücadele edenlerden birinin tarafını tutacak yazılara yer vermediği gibi kullanılan verilerin tamamı yayımlanmış belge niteliğindedir. Hassas konularla ilgili kaynak doğrulaması yapılmış ve çoğunlukla TBMM raporları, İHD verileri, savcılık iddianameleri ve mahkeme tutanakları referans alınmıştır. Söz konusu bu tarafsızlığın, insanlık suçu ve savaş suçu kapsamına giren konularda ya da masum halka karşı yapılmış fiillerde sürdürülebilecek bir şey olmadığını da vurgulamak gereklidir. Bu tür çalışmalara yöneltilebilecek “Karşı taraf da yaptı” iddiaları bu çalışmanın alan sınırlarında olmayan başka bir araştırmanın konusudur ve zaten bununla ilgili resmi ya da özel pek çok kurumun epeyce çalışması mevcuttur. Burada şiddetin aritmetik mukayesesini yaparak şiddetin her tarafta yol açtığı gayriinsani sonuçları örtmeye çalışmak, insanlık yolculuğunda ortaya çıkmış erdemlere haksızlıktır. Canlı varlığın en değerli hakkını elinden alan şiddet, kimin elinden çıkıyor olursa olsun açık bir zihne, insanlık değerlerinden nasibini almış bir vicdana sahip hiç kimse

P A T İ K İR N T A K Ğ E O D RN Ö


18

tarafından onaylanamaz. Bu çalışmada ortaya çıkan sert vurguların asıl kastı, gerçekliği gözlerimizi kaçıramayacağımız kadar anlatıp zihinleri temizlemek, evrensel insani değerlerin neden savunulması gerektiğini anlatmaktır. Vahşice insan öldürmenin doğası analiz edilirken pek çok unsur ortaya çıkarılabilir. Ancak bunlar içinde “empati” duygusunun özel bir yere sahip olduğunu düşündürtecek sayısız gerekçe vardır. Bir insanı başka bir insanı zalimce eziyet edip öldürtecek duruma getiren çok güçlü siyasi nedenler olabileceği halde, bir insanın “empati” duygusuna sahip olmamasının bu vahşetin faili olmasında büyük etkiye sahip olması gerekli. Zira her insanın ister müphem isterse derinlemesine analizini yapıp sahip olduğu “yaşamak” edimi, akıl sağlığı yerinde olduğu müddetçe vazgeçemeyeceği kadar yücedir. Bu duyguya sahip olan her insanın “yaşamaya” tanıyacağı kutsallık ona yönelik bir ihlali önleyecektir. Kimse kendinde bulduğu “yaşamanın değerli olduğu” fikrinden vazgeçemez. Bu fikre sahip herkesin de başkalarının “yaşama”sı­ nın emsalsiz değerini bilmesi gereklidir. Kişinin kendi değerleriyle kuracağı bu doğal empati duygusunun devreden çıkarılması başlı başına insanlık sorunudur. Bir insanın, günler süren zalimane işkencelerden sonra öldürülen birine duyarsız kalması zihinsel paradoksunu gösteriyor olmalı. Eskiden beri tüm bilgelerin vaaz ettiği “kendini bil” ilkesi, bir insanın tüm olumlu duygularının gelişmesini sağlayacak empatinin temel koşulu olsa gerek. Ve herhalde insanın demokrat olması, merhametli olması veya olumlu duygu, tutum ve davranışlar geliştirmesi –eğer insanoğlunun bu konuda genetik bir engeli yoksa– bunlara bağlı olacak. Yazılırken büyük vicdani zorlanmalarla karşılaşılan bu çalışmanın okunurken de aynı etkiye sahip olduğu tahmin edilebilir. Çok üzücü bir panoramayı yansıtmaya çalışan bu çalışmanın içeriğinde geçenlerin binlerce insan tarafından yaşadığını unutulmamalıdır. Azgınca şahlanan şovenist toplumsal dalgaların ve ölümcül bir öteki düşmanlığının kasıp kavurduğu bu coğrafyanın ruhsuzluğu, belki okumaya bile utandığımız trajedilerin bilinmesiyle biraz olsun azalır.

P A T İ K İR N T A K Ğ E O D RN Ö Çalışma esnasında veri sağlayan Diyarbakır ve Bartın EğitimSen yöneticilerine; değerli katkılarından dolayı Huriye Sultan Yılmaz’a, İsmet İpçi’ye ve Mustafa Özdemir’e teşekkürlerimi bir borç bilirim.


19

Gerçeği ne kadar anlatırsak o kadar iyi; ne kadar insan olursak o kadar iyi. Bu kitabı yazmaktan dolayı çok üzgünüm. Ama Foucault’nun dediği gibi, “Kitaplarımı yazma nedenim, üze­rinde düşünmeyi çok istediğim bir şey hakkında hâlâ ne düşündüğümü tam olarak bilemediğim içindir; kitap, beni ve düşüncelerimi dönüştürür.” Şubat 2015 karaarsiv@hotmail.com

P A T İ K İR N T A K Ğ E O D RN Ö


P A T İ K İR N T A K Ğ E O D RN Ö


I. bölüm Hegemonik devlet kuramı

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Hangi güç, insanların kendini ve çevresini yanılsama içinde algılamasını sağlıyor? Çocuklarına karşı merhametli bir babayı acımasız bir işkenceciye, yardımsever bir kadını katilleri savunacak duruma ne getiriyor? Dünyanın her yerinde insanlar kendi çıkarlarına zarar verecek ekonomik, politik, sosyal ve kültürel söylemleri canı gönülden nasıl destekleyebiliyor? Yeryüzünün toplumsal tarihine bakıldığında, çeşitli dönem ve yerlerde ortaya çıkan kitlesel kendinden geçişlerin gelişigüzel, kontrolsüz ve irrasyonel biçimde gerçekleşmediği; tersine, bir benzerlik, düzenlilik, rasyonellik ve iradilik taşıdığı görülüyor. Zira bu tür durumlarda toplumda bir denetim ağının kurulduğu, bunun şiddet aygıtlarınca korunduğu, manipülasyon nesnesine dönüşmüş toplumsal nesnelerin çelik bir kafes gibi toplumsal tahakküm içine alındığı görülüyor. Kitlelerin kendinden geçmişçesine şiddet sarmalına girmesi, şiddeti desteklemesi ve bizzat şiddetin içinde yer almasının en kapsamlı hali İkinci Dünya Savaşı’nda 25 milyonu asker, 47,5 milyonu sivil, toplam 72,7 milyon kişinin ölmesiydi.1 Bu büyük kıyımı Alman devletinin başındaki kısa boylu Hitler’in kompleksleriyle ve ihtiraslarıyla açıklamaktan daha gerçekçi açıklamalar bulunuyor. Kabaca üzerinde uzlaşılan açıklama, bu savaşın dünya çapındaki ekonomik mücadele içinde olan emperyal sermaye güçlerinin devletleri kullanarak, halklarını da seferber ederek bir ekonomik paylaşım savaşına girdiği şeklindedir. Bu savaşın kanlı bilançosunun ardından yeryüzünde yaşanan ve milyonlarca insanın kıyımına neden olan toplumsal mücadelelerin arkasından benzer nedenlerin çıkması çok şaşırtıcı değil. İktidarların halkı seferber ederek savaş hali kumpasıyla yasal dü-


22

zenlemeleri devreye sokması; polisiye önlemler, kovuşturmalar ve psikolojik savaş teknikleri kullanması; yaptıklarını milliyetçi ve dinsel sembollerle gizlenmeye çalışması, pek çok farklı coğrafyada benzer biçimde uygulanmıştır. Latin Amerika, Afrika ve Uzakdoğu ülkelerinde uygulanan ve sonuç veren pek çok kurumsallaşmış strateji ve taktik, kriz durumu yaşayan devletlerce sistemli olarak hayata geçirecekleri bir öğreti haline gelmiştir. Buna göre devletin kendini koruma kaygısı içinde meşru silah ve güç kullanma yetkisi, kriz durumlarında onu hukuki sınırlar dışında güç kullanmaya sevk etti. Bu durumda gayrimeşru bir düzen ve gruplar da işin içine sokuldu. Devletin bir parçası olarak yasadışı şekilde ve el altından gizlice işleyen faaliyetler devreye girdi. Yasalar ve onun yol açacağı soruşturma, delil toplama, yargılama, ceza veya hapsetme sürecinin yerine daha hızlı ve etkili bir mekanizma ikame edildi. Krizin düzeyine göre genelleştirilen, dozu artan bir şiddete başvuruldu. Mevcut hukuki sistemi aşan, meşru olmadığı için devlet tarafından üstlenilmeyen ve gizlenen bu faaliyetler, kabul edilmiş evrensel ilke ve normlara aykırılık taşıdığı ve uluslararası suç teşkil edeceği için münferit ve kişisel ihlaller olarak değerlendirilen bir resmi açıklama kılıfına sokuldu. Devletin neyin suç olup olmadığını tanımlayabilme keyfiyeti ve gücü, aynı zamanda karanlık güçlerin gün yüzüne çıkmasını engelleyen bir sis perdesi de oluşturabiliyordu. Toplumlar bu şekilde derin devlet veya kontrgerilla taktiklerinin ve pratiklerinin devreye sokulduğu inanılmaz bir şiddetin oluştuğu koca bir tarihe sahip oldu. Latin Amerika’da, Afrika’da, Uzakdoğu’da uygulanan bu taktiklerle ülkeler, askeri darbeler yoluyla baskıcı bir rejime dönüştürüldü; ölüm mangaları, kırsal alanda ve şehirlerde hiç kimseye hesap vermeden insan avına çıktı. Binlerce insan kaçırılıp sokak ortalarında, evlerinde ya da kuytu köşelerde işkenceye uğradı, sorgulandı ve tanınmayacak hale getirilecek şekilde uzuvları tahrip edilerek infaz edildi. Özel yetiştirilmiş işkenceci polis ve askerler, ülkelerinin dört bir yanında spor salonlarını, depoları, kışlaları, gözden uzak binaları işkenceli sorgu mekânlarına dönüştürdüler. Buralarda muhalifleri, aylar süren işkenceli sorgulara aldılar, mahkemelere çıkarmadan hücrelerde yıllarca tuttular ya da öldürüp kuyulara, denizlere veya yol kenarlarına attılar. İnsan çiftliklerine döndürdükleri bu mekânlarda inanılmaz uygulamalar yapıldı. Bazı sayılar bu vahşetin boyutlarını çok iyi gösterecektir: Bolivya’da 1947-1952 yılları arasında çoğu madenci ve tarım işçisi

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


23

30 bin kişi cunta tarafından öldürüldü. Bolivya’da 1980 yılına kadar 189 askeri darbe olmuştu. Darbeler sonucunda öldürülen muhalif sayısının, yüz binleri bulduğu düşünülmekle beraber, bu karanlık dönemde öldürülenlerin tam sayısı hiçbir zaman öğrenilemedi. Kolombiya’da 1948’de Devlet Başkanı Gaitan’ın öldürülmesiyle cuntalar dönemi başladı. 1948-1957 arasındaki cuntalar sırasında 300 bin kişi, 1957-1963 arasında ise 20 binden fazla insan öldürüldü. Guatemala da bütün tarihi boyunca askeri darbelerle yönetilmiş bir ülkedir. 1931 yılında ülkede 30 bin köylüye karşı girişilen büyük bir kıyım yaşandı. 1954 yılında seçimle işbaşına gelen Jacobo Arbenz Hükümeti, askeri darbeyle devrildi. Başa gelen askeri cuntalar ve büyük şirketlerce oluşturulan paralı ölüm mangaları 200 binden fazla insanı katletti. Sadece 1966-1976 yılları arasında 20 bin muhalif, 1986 yılı içinde 18 bin işçi ve köylü öldürüldü. 1976-77 döneminde 20 bin kişi kayboldu ve gizli mezarlıklara gömüldü. Bugün bile Guatemala’nın Plata Irmağı’nın kıyılarındaki bataklıkta, Pacaya Yanardağı yakınlarındaki mağaralarda çürümüş cesetler ile kemik yığınları bulunduğu söylenmektedir. Küba’da ise 1956-59 yılları arasında diktatör Batista’nın ölüm mangaları 60 bin kişiyi katletti. Brezilya’da 1964 seçimle iktidara gelen Joao Goulart Hükümeti askeri darbeyle devrildi, askeri darbeden sonra kurulan “Ölüm Filoları” 2000’den fazla kişiyi öldürdü. Dominik Cumhuriyeti’nde kurulmuş Bosch Hükümeti’ni devirmek isteyen ABD; Brezilya, Paraguay, Honduras ve Nikaragua’daki diktatörlük yönetimlerinin de desteğini alarak ülkeyi işgal etti, işgalde 10 bin Dominikli katledildi. Şili’de 1973 yılında seçilmiş Allende’yi deviren General Augusto Pinochet yönetimindeki askeri cunta, Şili’yi toplama kampına çevirdi. Santiago Ulusal Stadı siyasi suçluların sorgulandığı dev bir hapishaneye dönüştürüldü. 1990 yılına kadar 35 bin kişi işkence ya da infazlar yoluyla öldürüldü, binlerce insan kaybedildi. El Salvador’da 1931-1944 arasındaki yerli ayaklanmaları sırasında diktatör Maximiliano Hernández Martínez’in emriyle 15 binden fazla insan katledildi. 1979 yılından sonra faşist ARENA partisiyle birlikte oluşturulan ölüm mangaları, içlerinde çocukların da olduğu toplam 70 bin insanı öldürdü. Haiti’de 1959 yılında ülkenin başına geçen diktatör Duvalier, “Tonton Makut” adlı bir polis gücü kurarak 100 bin kişiyi katletti. Nikaragua’da 1936’da başa gelen diktatör Somoza, 1981 yılında solcu Sandinistlere karşı eğitilen ve sayıları 12 bine varan kontr­

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


24

gerilla ile 1990 yılına kadar 50 bin kişinin ölümüne neden oldu. Arjantin’de 1976 yılında gerçekleşen askeri darbeden sonra kurulan devlet güdümlü çeteler ise 30 binin üzerinde insanın öldürülüp kaybolmasına neden oldu. Kurulan antikomünist polisasker şebekeleri, gözaltına aldıkları insanları gizledi, kurdukları sorgu mekânlarının hücrelerinde aylarca sorguladıktan sonra öldürdüler. Askeri cuntanın işkence merkezi olarak nam salmış “Mayıs Kampı” olarak bilinen merkezde sorgulanan siyasi mahkûmların sadece birkaçının canlı çıkabildiği biliniyor. Kurbanların büyük bölümü uçaklarla Atlantik Okyanusu’na atıldı. Arjantin’de kurban cesetlerinden bazıları Cordoba’da, San Roque Gölü’nün dibinden taşlarla birlikte su yüzüne çıkmıştır. Kayıp durumda olan hâlâ binlerce insan bulunmaktadır. Uruguay’da da 1969 Dan Mitrione döneminde binlerce insan işkenceye maruz kaldı ve öldürüldü. 1973 yılında ise askeri darbeyle tam bir karanlık dönem yaşandı. Askeri darbe yıllarının cunta lideri Juan Maria Bordaberry, 1985 yılına kadar darbe yönetimi uyguladı. Bu dönemde işkence ve katliama maruz kalan insanların sayısı bilinmiyor. Ekvador’da 1963’te yapılan ihtilalle bir cunta kuruldu, 1966’da yeni bir askeri darbe oldu; 1968’de başkan seçilen J. M. Valisco anayasayı kaldırarak ülkeyi diktatörlükle idare etmeye başladı. 1972’de o da devrildi, ülke sivil idareye ancak 1978 yılında kavuşabildi. Bu dönemde kontrgerilla taktikleriyle yüzlerce insan öldürüldü, binlercesi işkenceden geçirildi ve sakat bırakıldı. Latin Amerika ülkelerinde laboratuvar gibi geliştirilen ve yıllarca muhalif güçlere karşı uygulanan taktiklerden Uzakdoğu ve Afrika ülkeleri de nasibini fazlasıyla almıştır. Zira Endonezya’da 1965’te başa gelen Suharto yönetimince düzenlenen büyük kıyımda 3 milyona yaklaşan üyesiyle Komünist Parti’ye karşı katliama girişildi. Yeterli örgütlenme ve direniş gösteremeyen komünistlere, sempatizanlarına, akrabalarına ve onlara yardım edenlere karşı aylarca süren ve rakamın 1,5 milyon olarak telaffuz edildiği toplu katliam yapıldı. Vietnam’da ise sosyalist isyancılara karşı ABD’nin ve Vietnam hükümetlerinin 1956-1975 yılları arasında yürüttüğü savaşta halkın üzerine 638 bin ton bomba atıldı. Bu savaşta, 5 milyon insan köylerinden sürüldü, milyonlarca insan işkenceden geçirildi. 5 milyon Vietnamlı yaralandı, on binlerce kadının ırzına geçildi, 2 milyonun üzerinde insan öldü. Vietnam’ın kentleri, tarım arazileri ve ormanlarının üçte ikisi kimyasal silahlar, bombalar ve yangın-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


25

lar sebebiyle enkaza döndü. Bu bölgedeki Kamboçya ve Laos’ta 1970-1975 yılları arasında yine ABD ve kukla hükümetlerin sosyalist isyancılara karşı yürüttüğü savaşta 1 milyon insan öldürüldü. Afrika ülkesi Angola’da da durum çok benzerdi. Portekiz sömürgeciliğine karşı mücadele veren MPLA (Angola’nın Kurtuluşu İçin Halk Hareketi) 1956’da kuruldu ve 1961-1975 yılları arasında silahlı mücadele verdi. Portekiz birlikleri saldırılarda napalm bombası kullandı; kafaları kesilmiş MPLA militanlarının resimleri sansüre rağmen dünya gazetelerinde yayımlandı. Agostinho Neto (1922-1979) önderliğindeki MPLA 1975’te Angola Halk Cumhuriyeti’ni kurduğunda çekilen Portekiz birliklerinden geriye on binlerce ölümün olduğu bir ülke kaldı.2 Kurulan sosyalist devlete karşı ABD ve Portekiz’in desteklediği kontrgerilla güçleri UNITA (Angola’nın Tam Bağımsızlığı İçin Ulusal Birlik) ve FNLA (Kuzey Angola Halk Birliği) 1975-1995 yılları arasında 300 bin Angolalının ölümüne, 80 bin insanın sakatlanmasına, 50 bin çocuğun yetim kalmasına yol açan bir iç savaş başlattılar.3 Bu pratiklerin ortak özellikleri; hukuk dışı davranmaları, kontrolsüz gruplara yasal boşluklar yaratmaları, milis güçlerini kullanmalarıydı. Bunun sonucunda köy boşaltmalar, kaybetmeler, yargılamadan infazlar ve faili belirsiz on binlerce ölüm ortaya çıktı. Tıpkı 1990-2000 yılları arasında Türkiye’de olduğu gibi. Bu sıklık, benzerlik ve türdeşliğin anlamlandırılması için sosyal bilimlerde çeşitli teoriler ortaya çıkmıştır. Konunun başlangıcına dönersek, “Hangi güç, insanların kendini ve çevresini yanılsama içinde algılamasını sağlıyor? Çocuklarına karşı merhametli babayı acımasız bir işkenceciye, yardımsever bir kadını katilleri savunacak duruma ne getiriyor? Dünyanın her yerinde insanlar kendi çıkarlarına zarar verecek ekonomik, politik, sosyal ve kültürel söylemleri4 canı gönülden nasıl destekleyebiliyor?” sorularını biraz daha genelleştirerek sormaya kalktığımızda, yani “devlet-iktidar ve birey ilişkileri”ni anlamak üzere genişlettiğimizde, bu konuyu anlamlandırmaya çalışan ciddi bir sosyolojik-felsefi literatürün olduğunu görüyoruz. Toplumların egemenlik ilişkilerini, devletin zora başvurmadan kitleleri yönetebilme becerilerini anlamaya dönük felsefi ve sosyolojik çabalar özellikle 20. yüzyılın kuramsal problemlerinden biriydi. Marx’ın bu konuda dile getirdiği saptamaların üzerinde sonradan çokça çalışılmıştır. Marx, devletlerin egemen sınıfın baskı aracı olduğunu belirtiyordu. Egemen sınıf diğer sınıfları devlet aygıtını kullanarak baskılarken, ideolojik olarak da ege-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


26

men sınıfın çıkarlarını, tabi olan sınıfın çıkarları gibi gösteriyordu. Çoğunluğu oluşturan toplumsal sınıflar, yanılsama veya yanlış bilinçle egemen azınlığın hükümranlığını sürdürecek şekilde düşünmeye ve yaşamaya başlıyorlardı. Marx, bunun toplumsal pratiğin yanılsamalı bilgisi olan ideolojiyle mümkün olduğunu söylüyordu. Marx’tan sonra gelen pek çok ardılı, bu düşünceleri geliştirerek daha kapsamlı bir analiz yöntemine dönüştürdü. Hegemonik ideoloji kuramı olarak değerlendirebileceğimiz ve başta Gramsci’nin katkılarıyla gelişen, Althusser ve Poulantzas gibi düşünürler tarafından genişletilen bu analiz yöntemi, Marksizm’e önemli katkılarda bulundu. Marksizm’in yanılsama bağlamında ele aldığı ideoloji kavramını daha nötr bir anlamla değerlendirdiler.5 Marksizm’in ideolojiyi üstyapısal özellik ve yanlış bilinçlilik olarak gören anlayışına farklı bir yorum getirdiler.6 Örneğin Gramsci, ideolojinin maddi pratik içinden çıktığını ve yaşanan bir ilişki olduğunu vurgulamıştır. Bu önemli vurgu, tüm Gramscigil geleneğe damgasını vuracaktır. Buna göre ideoloji, ekonomik konumlanışla sınıflara ayrılmış kolektif öznelerin, maddi pratik içinde konumlarını tanıdıkları, bu doğrultuda yaptıkları etkinliklerde ve mücadelede, bireysel ya da kolektif olarak kurdukları bilinç hali ve dünya görüşüydü. Yani ideoloji, maddi pratiklerden doğan, tüm yaşam etkinliklerinde açık veya örtük kendini gösteren ve toplumsal yapının bütünlüğünü sağlayan bilinç formlarıydı. Ve bu durum toplumsallığın kurulması ve devamı için zorunlu bir yapısal gereklilikti. Ayrıca Gramsci için ideoloji, öznelerin, kimliklerin hegemonya mücadeleleriyle kurulduğu bir alandı.7 Dolayısıyla ideoloji, bir kültürel değerler sistemi olarak, bir fikir sisteminden ziyade somut tutumlar içeren, sistemin sürekliliğini sağlayan, ana yapılar arasında olduğu kadar dönemler arasında da bağlantıyı kuran harç ve dokudur. Gramsci’ye göre ideoloji, hâkim sınıfın hegemonyasının sağlanmasında, sürdürülmesinde ve durmaksızın yeniden üretilmesinde temel bir işlev görür. Bir sınıf öteki sınıf üzerindeki hegemonyasını ideoloji içinde ve ideoloji yoluyla sağlar. İnsanlar ve onların gerçek varoluş koşulları arasındaki imgesel bir ilişkinin ifadeleri sayılan ideoloji, burada yanlış tanımaya dayanan bir tahakküm biçimi olarak insanlara, dünyaya ve toplumdaki konumlarına dair inançlar ve bakış biçimleri sunar.8 Zira herkesin dünyayı egemen sınıfın gözünden görmesini sağlayıcı bir düzenek oluşturur.9 İdeoloji her zaman bir aygıtta ve onun pratiklerinde var olur. Maddi olan bu varoluştur, fakat buradaki mad-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


27

dilik bir eşyanın maddiliğiyle aynı tarzda değildir.10 Bu görüşle beraber Gramscigil devlet kuramı, geleneksel Marksizm’e bir katkıda daha bulunmuş, Marksizm’in ekonomik belirlenimci sosyolojik analizini geliştirmiştir. Buna göre Gramsci’de toplum sadece ekonomik unsurlara indirgenerek açıklanmıyordu. Ekonomik altyapı belirleyici bir unsur olmakla beraber üstyapı kurumları dediğimiz kültürel ve ideolojik yapılar da görece özerk yapılar olarak toplumsal hayatın belirlenmesinde rol oynuyordu. Toplum içindeki sınıflar da, birbirleri üzerlerindeki hegemonyalarını ideoloji yoluyla kuruyorlardı. Gramsci’ye göre, yönetici sınıf bu pratiklerle oluşmuş kendi ideolojilerini bütün topluma yaymaya ve kendi çıkarına uygun kararlı bir toplumsal düzen oluşturmaya çalışır. Egemen sınıfın bu konuda avantajları bulunmaktadır. Çünkü yönetici sınıfların ideolojileri, toplumsal katmanlarda var olan halk kültüründeki çeşitli ideolojik eğilimlerden daha bütünlüklü, işlenmiş ve rafinedir. Bu haliyle yaygınlaştırılmaya ve esnek bir stratejiyle empoze edilmeye daha müsaittir. Aynı zamanda egemen sınıfın elinde bulundurduğu devlet aygıtının baskı ve ikna araçları bu ideolojiyi koruma, geliştirme ve yayma yolunda egemen sınıflara avantajlar sağlar. Böylelikle sistem sadece devletin zor kullanma gücüyle ayakta kalmaz. Devlet aygıtının kararlı ve dayanıklı yapısının altında egemen sı­nıfın çıkarlarının tüm topluma yayılmasını sağlayacak bir rıza mekanizmasının olduğu savunulmuştur. Gramsci’ye göre her devlet, Marksizm’in iddia ettiği gibi daima bir sınıfın egemenliğini tesis eden kurumdu. Buna göre her devlet bir sınıf devletiydi ve egemen olan sınıfın çıkarlarına hizmet eden bir araçsallığa sahipti. Gramsci, “Devletin belli bir grubun organı olarak görüldüğü ve bu grubun azami genişlemesi için uygun koşulları yaratmak için tayin edildiği doğrudur. Ancak, bu belli grubun gelişmesi ve genişlemesi evrensel bir genişlemenin, tüm ulusal enerjilerin gelişmesinin motor gücü olarak tasavvur edilir ve sunulur”11 derken devletin Marksist algılanışını devam ettiriyordu. Ancak Gramsci, Marx’ın, iktidarı elinde tutan egemen sınıfın, diğer toplumsal sınıflar üzerinde uyguladığı baskı aracı olarak tanımlanan devlet kuramına önemli bir katkı yaparak daha açıklayıcı bir kuramsal çerçeveye büründürmüştür.12 Bu katkı, salt ekonomik altyapı üzerine yoğunlaşarak yapılan iktidar analizine ek olarak üstyapı dediğimiz kurumların ve ideolojinin düzenleyici gücünün de özerk yanının analiz edilip öğretiye katılmasıydı. Buna göre Gramsci, devletin zora başvurmadan nasıl yönetebil-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


28

diğini açıklamak için “hegemonya” kavramını ortaya koymuştur. Gramsci, toplumsal biçimlenişin üstyapısal olarak, poli­tik toplum ve sivil toplumun organik bütünlüğünden meydana geldiğini belirtmiştir. Buna göre egemen sınıfın toplumun geri kalan kesimini yönlendirmesi, üretici güçler haline dönüştürmesi ve toplumun tümü üzerindeki siyasal ve kültürel egemenlik kurmasını sağlayan devlet, “bu anlamda baskı araçları ile ikna araçlarını beraber” kullanıyordu. Gramsci bunu “devlet = siyasal toplum + sivil toplum, yani zorlayıcı bir güce bürünmüş hegemon­ya” şeklinde formüle etmiştir.13 Gramsci’ye göre devlet, sınıf ve fraksiyonların devreye soktuğu bir baskı aygıtı, aynı zamanda toplumu ideoloji vasıtasıyla yöneten ve bu ideolojiyi toplumu oluşturan bireylerin çoğunluğunda içselleştirilmiş değerlere dönüştüren rıza üretme aygıtıdır. Yani devlet, baskı aracılığıyla politik iktidar egemenliği sağlamanın yanı sıra, kültürel iktidarı aracılığıyla ideolojik bir hegemonya da kurar. Egemen sınıf, kitleler üzerindeki kontrolünü kaba kuvvet ya da ekonomik güç dışında birtakım başka yollarla devam ettirir. Bunun için ülkedeki temel kurum olan devlete, onun organlarına ve kitle iletişim araçlarına sahip olan egemen azınlık, kendi değer ve söylemlerini geniş bir kesime empoze eder. Toplumdaki sınıflar ve gruplar arasındaki ilişkiler bütününün üstyapısal kurumsallaşması olarak görülen devlet, politik ve sivil toplumun toplamıdır. Devletin “politik toplum” olarak adlandırılan kısmı, egemenlik, hükü­met, yönetim kurumları, ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler vb. gibi araçlarla doğrudan ya da zor yoluyla gerçekleşir. Başka bir deyişle Gramsci’ye göre, “politik toplum”, egemen sınıfın diğer toplumsal katmanlara, yürür­lükte olan üretim modeline uygun davranması için uyguladığı zor veya baskı aygıtlarıdır; özellikle kriz zamanlarında devlet ile sınıf ilişkilerinin yeniden üretim koşulları bu yolla güvence altına alınır. Toplumsal kendiliğinden bütünleşmenin yok olduğu, eksik olduğu ya da egemenlik krizi diye adlandırılan aşa­malarda egemen sınıf, egemenliği sağlamak için devlet aracılığıyla toplumun bütününe karşı zor kullanır. Gramsci’nin ifadesine göre, “Eğer yönetici sınıf onayı yitirmişse, yani artık ‘yöneten’ değil, yalnızca ‘egemen’ ise, yalnız cebir, güç kullanıyorsa, kesin olarak bu demektir ki, büyük kitleler geleneksel ideolojilerden kopmuşlardır ve eskiden inandıkları şeye inanmamaktadırlar”.14 Bu an­lamda politik toplum; var olan düzeni, sistemi zor yoluyla sür­dürme işlevine sahiptir. Gramsci’nin bu belirlemeleri, devlet aygıtının sürekli zorlama yaparak devam etmediğini, aslen kendi meşruiyetini toplumdan

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


29

onay alarak sürdürdüğünü belirtir. “Sivil toplum” diye adlandırılan din, okul, aile, hukuk, siyasal partiler, sendikalar, iletişim aygıtları, kültürel (edebiyat, spor, güzel sanatlar gibi) alanlarda kurulan ideolojik egemenlik rıza yoluyla gerçekleşir ve devletin meşruiyetini sağlamlaştırır. “Devlet, yalnızca hükümet aygıtı olarak kavranamaz; o, aynı zamanda ‘hegemonyanın ya da sivil toplumun “özel” aygıtlarıdır”15 şeklindeki açıklamasıyla devlette “politik toplum” ile “sivil toplum” ayrımı yapan Gramsci, bunun ontolojik bir ayrım değil anlamaya dönük kuramsal bir ayrım olduğunu “Fiili gerçeklikte sivil toplum ile devlet16 bir ve aynıdır”17 sözleriyle belirtir.18 Devletin baskı aygıtı tek olup tümüyle kamusal alanda yer alırken devletin birden çok ideolojik aygıtı vardır. Bunlar görünüşte dağınık olmakla birlikte, büyük ölçüde özel alanda toplanmışladır ve egemen sınıfın ideolojisi altında tüm çeşitliliğe ve çelişkilere karşın bir birliğe sahiptirler. Althusser’in deyişiyle “eğer ilke olarak egemen sınıfın devlet iktidarını elinde tuttuğunu (tek başına ya da çoklukla olduğu gibi sınıf fraksiyonları ya da sınıf ittifakları ile), dolayısıyla devletin (baskı) aygıtını elinde bulundurduğunu düşünürsek, egemen sınıfın devletin ideolojik aygıtlarında da etkin olduğunu kabul etmemiz gerekir –çünkü DİA’larda gerçekleşen de, bütün çelişkileriyle birlikte, sonuçta, egemen sınıf ideolojisinin ta kendisidir.”19 Poulantzas da baskı aygıtının, ideolojik aygıtın işleyişine karışmamakla birlikte bunların gerisinde sürekli hazır beklediğine vurdu yaptığını belirtir. Devlet tekelleştirdiği fiziksel zorla, rızanın temelini oluşturur. Zira ordu ve polis olmadan rıza aygıtlarının hükümlerinin olamayacağını iddia eder. Bir toplumda kitlelerin devleti elinde bulunduran sınıf ve fraksiyonların egemenliğini nasıl onayladığını Gramsci, “hegemonya” kavramıyla açıklar; devleti elinde bulunduran egemen sınıfın kendi çıkarına uygun biçimde diğer bağımlı sınıfları sisteme ekleme stratejilerini gösterir. Hegemonya, rı­zanın örgütlendiği, bağımlı bilinç biçimlerinin şiddet ya da zora başvurulmadan inşa edildiği süreçlerdir. Yani hegemonya ideolojik bir süreçtir. Başka bir deyişle hegemonya, dünyaya ve yaşama ilişkin algılara, anlamlara ve değerlere yönelik ve onları şekillendiren pratikler ve uygulamalar bütünüdür; iktidardaki egemenlerin yönettiği insanların onayını kazanmak üzere başvurduğu stratejiler alanıdır ve toplumun rızasının örgütlendiği, şiddet ya da zora başvurulmadan inşa edildiği süreçtir. Gramsci’ye göre ege­men blok, sadece siyasal alanda değil toplumun bütününde etkili olur.20 Tüm siyasal sınıf mücadelelerinin devlet çevresinde, yani dev-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


30

let iktidarının herhan­gi bir sınıf ya da sınıf fraksiyonları ittifakı ta­rafından elde edilmesi, elde tutulması ve korunması çevresinde döndüğünü belirtmiştik. Bu minvalde egemen olmak isteyen sınıf ve fraksiyonlar, kendi dar “ekonomik-toplu” çıkarlarının ötesinde davranarak değişik güçlerle ittifak ve uzlaşmalar gerçekleştirerek sosyal güçlerin birliği olan “tarihsel blok”u kurarlar.21 Hegemonik iktidar kuramcılarında “tarihsel blok” anlayışı, yekpare bir devlet erkinden ziyade daha karmaşık bir devlet yapısını ifade etmektedir.22 Toplumsal yapıda bir hegemonyanın oluşması için “tarihsel blok” denilen maddi güçler, çeşitli kurumlar ve birbirinden farklı özelliklere sahip kesimlerin oluşturduğu ideolojiler arasında bir uyumun sağlanması gerekmektedir. Bir sınıf tek başına salt kendi çıkarlarını gözeterek tüm toplumda hegemonya kuramaz, çünkü bunu sağlamak için sürekli baskı araçlarını kullanmak zorunda kalır. Devleti bir egemenlik krizine sokacak bu tipten bir durum, iktidarın ittifaklar kurularak oluşmasıyla ve tarihsel blokların kurulmasıyla aşılır ve baskı yerine rızanın hâkim olduğu daha kararlı bir toplumsal yapı ortaya çıkar. Hegemonya, bir sınıfın çıkarlarının yönetilen sınıflara empoze edilmesinden daha fazla bir anlam içerir. Hegemonya, temel sınıfın, ittifak kurabileceği diğer sınıf ve fraksiyonları da yanına alarak, ideolojik bir sentez yapması ve bu sayede kendilerine tabi olacak sınıf ve kesimlere ulaşması anlamına gelir. Bu sentez birbirinden farklı çıkarlara sahip sınıf ve fraksiyonların oluşturduğu yeni bir ortak iradedir ve bunun içinde yer alan yeni ideolojik özneler yaratır. Ancak farklı sınıfların ideolojilerinin ortak iradeye dönüştüğü bu sentez, yani hegemonik ideoloji, asli sınıfın ekonomik maddi çıkarlarının gözetildiği bir görüş ve egemen sınıfın kültürel ve moral stratejik önderliğinde gerçekleşir. Ancak hegemonya projesine önderlik eden sınıf, öteki sınıfların ve fraksiyonların çıkarlarına ve isteklerine uygun tavizler verir. Devlet, geniş kitlelerin algılama süreçlerinin biçimlendiği ideolojik aşamada da düzenleyici bir rol oynar. Parlamento, seçimler, hukuk devleti gibi burjuva egemenliğinin gizemlileştirilmesine katkıda bulunur. “Siyasal özgürlük” ve “halkın yönetimi” gibi bakış açıları yaygınlaştırılarak verili iktidar ilişkileri yeniden üretilir. Gramsci’ye göre, bunda bürokrasinin ve aydınların işlevi büyüktür.23 Zira bürokrasi, düzenin hegemonik üstünlük koşullarının sürmesini sağlar. Devlet-toplum ilişkilerinde bağlantı görevini yerine getiren bir hegemonya aygıtı olarak çalışır. Yönetici sınıfların içsel birliğinin korunmasıyla ilgilenir. Dışlanan sınıfsal

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


31

oluşumların, iktidar blokunun siyasal-toplumsal stratejilerine eklemlenmesini sağlayan süreçlerinin yönetimini üstlenir. Hegemonik projenin gerçekleşmesinde, toplumsal rızanın inşasında aydınların rolü büyüktür. Aydınlar, egemen sınıfın vekilleridir. Aydınlar sadece konuşmacılar değil, eğitim ve medya gibi ideolojik aygıtlarla toplum inşasına ve egemenlik üretilmesine yardımcı olan yöneticiler ve düzenleyicilerdir. Aydınlar, egemen sınıfın fikirlerini gündelik dil aracılığıyla topluma yayarlar. Bu fikirler, toplumun geniş kesimleri tarafından benimsenip sağduyu gibi algılanmaya başlanır. Hegemonik sınıfın aydınları, tarihsel bloku bütünleştirmeye yardım eden ve uyumu sağlayan hegemonik ideolojiyi ve onu çevreleyen kavram, yaklaşım ve kuramları somut ve tutarlı biçimde dile getirirler. Tarihsel blokun üyelerini ortak bir kimlik içinde bir arada tutan zihinsel imajları, teknolojileri ve örgütleri geliştirme ve sürdürme işlevi görürler. Aydınlar gerektiğinde hâkim sınıfın ideolojisini yeniden formüle etme ve değiştirme işlevini de yerine getirirler. Dolayısıyla aydınlar sağlanan hegemonyada omurga işlevi görürler. Aydınlar sayesinde bir toplumun altyapısı üstyapısına bağlanır ve “tarihi blok”a egemenliği garanti eder. Egemen sınıf kendi dünya görüşünü, felsefesini, bilimini, kültürel ve ahlaki değerlerini topluma mal ederek rızanın ve iknanın imkânını sağlar. “Bürokrasi, yani zorlayıcı gücünü kullanan ve belli bir noktada kast haline dönüşen yönetici personel” de aydınlar kapsamına girer. Zira avukatlar, noterler, imamlar, öğretmenler, hekimler, fabrika teknisyenleri, yerel politikacılar, devlet memurları, sanatçılar, yazarlar, üniversite hocaları, ideologlar, gazeteciler, yargıçlar ve subaylar gibi aydın ve bürokrasi kesimleri doğrudan halk kitleleriyle temas halinde bulunup egemen sınıfın “hegemonyası”nı yayma, koruma ve sürdürme gibi ideolojik üretimi sağlarlar. Görüleceği gibi, hegemonyanın olabilecek en uç noktalara kadar uzanmasına imkân veren araçların başında aydınlar gelir. Egemen sınıfa kendi rolünün bilincini veren, ideolojisini hazırlayan ve bu ideolojiyi bütün toplumsal gövdenin içine işleyen “dünya görüşü” durumuna dönüştürenler onlardır. İdeolojiyi yayma düzeyinde sivil toplum örgütleri (din, öğretim sistemi, sendikalar, partiler vs.) ve onları yayma gereçleri (iletişim kanalları) içinde, egemen sınıfın ideolojik yapısını hareketlendirmek ve çekip çevirmekle görevli olanlar aydınlardır. Bu anlamda aydınlar, egemen sınıfın hem toplumsal hegemonyasının, hem de siyasal yönetiminin yani üstyapının “uygulama memurları”dır.24

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


32

Hegemonik iktidar kuramının bu çalışmaya yön verecek olan en temel görüşü “kriz” analizidir. Kurama göre, yönetici sınıfın hegemonya bunalımı ya da “devletin bütünlüğünün bunalımı” ortaya çıktığında “ortaya çıkan durum nazik ve tehlikelidir, çünkü meydan, karizmatik ‘kaderin adamı’yla temsil edilen bilinmeyen güçlerin faaliyetleri için, zora dayanan çözümler için açıktır”.25 “Bunalım ani olarak tehlikeli durumlar yaratır, çünkü halkın değişik tabakaları hızla yol bulma ve aynı hızla yeniden örgütlenme yeteneğine sahip değildir. Eğitilmiş, kalabalık bir personele sahip geleneksel yönetici sınıf, alt-bağımlı sınıflarda olduğundan daha büyük bir hızla kişileri ve programları değiştirir, elinden kaçırmak üzere olduğu denetimi yeniden sağlar, belki özverilerde bulunur, belki demagojik vaatlerle karanlık bir geleceğe atılır, ama iktidarı elinde tutar. O moment için iktidarını güçlendirir ve hasmını ezmek, onun pek kalabalık ve eğitilmiş olmayan yönetici personelini dağıtmak için iktidarından yararlanır.”26 Bununla birlikte örgütlü olsun olmasın bunalım süresince siyasal-kolektif bilinçleri yükselmiş olan alt sınıfları denetim altına almak için politik toplumun güçlerinden yararlanılır. Kısaca, krizin çözümü yardımcı ve bağlaşık sınıflara karşı hegemonya, karşı grubu oluşturan alt sınıflara karşı zor kullanımını gerektirir. Birinin ya da diğerinin üstün gelmesine göre sistem ya hegemonik kalır ya da diktatoryal olur. Sivil toplumun yeniden yapılandırılmasının mümkün olmadığı durumlarda iki temel sınıf arasında hakemlik rolünü oynayacak bir kişinin ya da grubun yöneticiliği altında uzlaşmaya varılır.27

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Değerlendirme

Hegemonik iktidar kuramcıları, ideoloji ve hegemonya kavramları üzerinde önemle dururlar. İdeolojiler, toplumsal yapıyı ve işleyişini anlamlandırmayı olanaklı kılan ve maddi pratik içinde her sınıf ve toplumsal grup için farklılık arz eden zihinsel çerçeveler, paradigmalar veya kodlamalar olarak anlaşılabilecek türden bir kavrama işaret eder. Hegemonya ise egemen sınıf tarafından tayin edilmiş dünya tarifinin yönetilen kesimlere benimsetildiği stratejiler alanı, pratikler ve uygulamalar bütünüdür. Egemen sınıf bunu geçekleştirirken kendi önderliğinde yakın sınıf ve fraksiyonlarla ittifak kurar; onları kolektif bir irade etrafında yeni bir ideolojik sentezle birleştirir. İdeolojiler arasında bir uyumun sağlanması denebilecek bu durum “tarihsel blok”un ku-


33

rulmasıdır. Bu blok, devlet aygıtının iki bileşenini; a) ordu, hükümet, mahkemeler cezaevleri, güvenlik güçleri gibi baskı aygıtlarını ve b) eğitim, medya, din kurumları, kültür gibi alanları rıza üreten mekanizmaları kullanarak toplum üzerinde rızaya dayanan bir iktidar tesis eder. O halde devlet iktidarının kurulması, devam etmesi ve kararlı hale gelmesi egemen sınıfın devlet aygıtını baskı ve rıza üretecek biçimde kullanmasından doğar. Ya da tersten söylenirse, dünyanın pek çok yerinde insanların kendi çıkarlarına zarar verecek söylemleri canı gönülden desteklenmesinin sebebi, bir iktidar stratejisi bağlamında yürümektedir. Ve sonuçta;

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

1. Kurulan tarihsel blok bir ideolojik önderlik oluşturur ve ortaya çıkan ideolojiyi tüm sınıflara yayar. 2. Bu süreçte eğitim, medya, din, sanat vb. rıza üretme mekanizmalarıyla kültürel bir egemenlik kurulur, geniş bir kesim bu ideolojik projeyi benimser. Ve böylece egemen sınıf ve fraksiyonların ideolojik projesi geniş bir alana yayılarak hegemonya kurulur. Bu sayede karşıt sınıfların gönüllü biçimde yönetilmesi olanaklı olur. 3. Bu projenin içinde yer almayan, yönetici sınıfın ihmal ettiği ve bu yönüyle değerleri, gelenekleri, konuşma biçimleri, ritüelleri ile karşı-hegemonyanın ku­rulma alanında yer alan kesimler ise doğrudan şiddet yoluyla egemenlik altına alınır. 4. Ya da güçlü baskı aygıtlarının tehdidiyle gönüllü olarak dayatılan ideolojiyi içselleştiremeseler bile başkaldırı olanağı bulunmadığından bu ideolojiye razı olurlar. 5. Hegemonik projeye karşı doğrudan ideolojik mücadeleye giren kesimler ise yok edilmeye varan engellemelerle karşılaşırlar. Hegemonik bir projede aydınların da önemli görevleri bulunur. Egemen bloğun içinden çıkan organik aydınların yanı sıra başka sınıflardan devşirilen diğer aydınlar hegemonyanın kurulmasının önemli aktörleridir. Çünkü egemen sınıfın dünya görüşünü, felsefesini, kültürel ve ahlaki değerlerini entelektüel bir bağlam içinde, tutarlı biçimde topluma mal ederek yaygınlaştırma, benimsetme ve bu sayede rıza ve iknayı gerçekleştirme aydınlar tarafından yapılır. Gramsci’nin krizlere ilişkin görüşleri, toplumsal yapıda meydana gelen birtakım olağanüstü değişiklikleri anlamak açısından da büyük önem taşır. Çünkü politik düzlemde devletin rıza ve baskı aygıtlarının kullanım stratejilerini ve ortaya çıkan top-


34

lumsal olayları olağanüstü biçimde etkileyen bu kriz dönemleridir. İktidar bloğunda bloğu meydana getiren unsurlar arasındaki çıkar çatışmaları, savaş ve ekonomik kriz, alt sınıfların etkin toplumsal mücadeleleri, reel uygulamaların hegemonya oluşturacak kapsama varamaması sonucunda ortaya çıkan krizler, toplumsal yapıların tamamını etkileyecek biçimde uyumun bozulmasına ve çatışmaların artmasına yol açar. Yönetici sınıf siyasal, ekonomik ve kültürel işlevlerini yerine getiremez. Hegemonyayı tesis etmek üzere kurulan blok ittifakı dağılma eğilimine girer. Bloğun ideolojisiyle ikna olmuş geniş kitleleri onay içinde tutacak aydınlar ve çeşitli aygıtlar bu dağınıklık içinde bütünlüklü işlerliğini yitirirler. Zincirleme etkiyle oluşan organik, hegemonik ve otorite krizleri egemen sınıflar ile tabi sınıfların kapasite ve becerileri oranında yeni bir politik organizasyonla sonuçlanır. Bir karşı hegemonyanın kurulabilmesi, tarihsel blok arasında organik bir krizin çıkmasıyla ilişkilidir. Ama iyi işleyen bir devlet aygıtı, karşı hegemonyaların oluşmasının önünde en büyük engeldir. Zira siyasal, kültürel ve eğitsel kurumlar, sendikalar, dini kurumlar, okullar, yayınevleri, gazeteler gibi eğitim ve kültür bileşenleriyle oluşturulan rıza üretme mekanizmaları ve baskı aygıtlarının saldırıları karşısında karşı hegemonyaların oluşma dinamikleri devamlı zedelenir. Bir kriz ortaya çıktığında ise siyasal ve ideolojik örgütlenmesini gerçekleştirme becerisine sahip olan güçler krizden çıkma önderliğini üstlenirler. Bu da genellikle devlet aygıtını elinde bulunduran ve daha iyi organize olmuş egemen güçlerin insan ve program değiştirerek becerdiği bir şeydir. Çünkü çoğu kez alt sınıfların siyasal ve ideolojik örgütlenmesi önderlik yapabilecek nitelikten uzaktır. Sistemin egemen sınıf ve fraksiyonları lehine yenilenmesi bir dizi stratejik değişikliği devreye sokar. Devlet aygıtının egemen ideolojinin çıkarlarını korumak üzere seferber ettiği baskı ve rıza mekanizmalarının arasında organik bir denge vardır. Bu alanlarda ortaya çıkan herhangi bir güç kaybında diğeri ortaya çıkan boşluğu doldurur. Zira rıza mekanizmalarının onay üretmede zorluk çektiği dönemlerde pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de paramiliter örgütler ortaya çıkmıştır. Bu denge içinde krizi çözümlemek üzere ittifak kuran sınıflar ve fraksiyonlar yeni bir sentez içinde hegemonik olarak örgütlenirken, karşıt grupların tamamına karşı zor aygıtları devreye girer. Bu türden bir yeniden yapılandırmanın olmadığı durumlarda ise, kriz ya iktidara el koyan bir kişinin ya da grubunun yöneticiliğinde çözülür ya da alt sınıfın iktidarı ele geçirdiği devrimler olabilir.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


II. bölüm 90’lara doğru toplumsal muhalefet

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

1980’de askeri cuntayla ağır darbeler yiyen toplumsal muhalefet, 1980 yılının ilk yarısı boyunca zor şartlar altında kaldı. Askeri yönetimin baskı aygıtları karşısında günden güne yapı ve kadrolarını kaybetti. Organize polis güçlerinin ustalaşan operasyonları, acımasız sorgulama yöntemleri, mahkemelerin devlete karşı suçlarda gösterdiği toleranssız tutumu ve cezaevlerinin kapatma, ıslah etme ve yok etme uygulamaları toplumsal muhalefetin varlığını sürdürmesini güçleştirdi. 1980’li yılların son dönemine kadar muhalif örgütler, sendikalar, partiler, dernekler vb. yasal olsun ya da olmasın, askeri yönetimin yaratmış olduğu ortamın etkisinde güçten düştü. Toplumun dokusunu bozan bu süreçte muhalif avını sürdüren baskı aygıtlarının başarısının yanı sıra cuntacıların ideolojik üstünlüğü de sağlandı. Eğitim kurumları, kültürel araçlar, medya, dinsel kurumlar, siyasal kurumlar yaratılan ortamın sürdürülmesi için adeta yeniden ihdas edildi. Hegemonik üstünlük en üst düzeyde yaşanmaya başlandı. Sol/sosyalist grupların bu dönemde geliştirebildiği cılız söylemler, iktidar hegemonyasını kırmaktan öte, kendi yaşamsal varlıklarına dönük mücadeleleri dile getirebiliyordu. Karşı duruşlar genellikle cezaevlerinde uygulanan baskıları ortadan kaldırmak için yapılan tutuklu ve mahkûm eylemleri ile bunu destekleyen organize olmuş mahkûm yakınlarından ibaretti. Bunun elbette anlamı ileri politik kitlenin cezaevlerine kapatılmış olmasıydı. Bu kitle, ülkeyi dönüştüren güçlerle ne fiziki ne de propaganda gücüyle mücadele edebilecek durumdaydı. Yalnızca kapatıldığı alanda ortaya çıkan acil sorunlarıyla ilgili mücadele edebiliyordu. Ancak 1984 yılında Kürt bölgelerini etkileyen silahlı bir mücadele başlamıştı. Bu durum, devletin o zamana kadar zor yoluyla


36

kurduğu ve açılan alanlarda yarattığı rıza mekanizmalarıyla güçlendirdiği toplumsal yapıyı kısa süre içinde tehdit eder oldu. Askeri yönetimin neredeyse bir yıl içinde zor yoluyla ezip geçtiği ülke muhalefetine göre daha cılız ve dar bölgede hareketlenen bu asi grup, iki yıl gibi kısa bir sürede büyüdü. İlk önce eşkıya, şaki gibi hafife alma adlandırmalarına maruz kalan Kürt silahlı hareketi, zor yoluyla bastırılamadığı gibi devletin kurduğu rıza mekanizmalarını da aksatmaya ve kendi söylemini yaygınlaştırmaya başladı. 1984 yılından itibaren yeniden başlayan parlamenter hayatla beraber biraz rahatlayan politik alanın etkisi ve hızla yükselen Kürt silahlı mücadelesine yönelen ilgi, batıda da muhalif güçlerin yükselmesine yol açtı.1 Kürt coğrafyasında sürekli artan çatışmaların yanında Türki­ ye’nin batısında ileri politik mahkûmların salıverilmeye başlandığı 1980’lerin ikinci yarısında büyük oranda aleyhlerine değiştirilmiş bir ortamla karşılaşan siyasi muhalifler, Türkiye’nin batısında eski yapılarını toparlama işine giriştiler. Cezaevinden çıkıp savrulmuş ve yaşam mücadelesi veren taraftarlarını belirli bir oranda bir araya getirmeleri, eski ilişkileri ve yapılarını korunmaları sayesinde çok zor olmadı.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Kamu çalışanları

1990’lı yıllara doğru ilerlerken toplumsal muhalefet birçok alanda nicel birikim içindeydi. Özellikle üniversitelerde 1980 öncesi muhalif düşüncenin etkisiyle büyüyen zinde bir kitle bulunuyordu. Yine sendikal mücadele geleneğine sahip işçi ve öğretmen kesimi bu dönemde örgütlenmeyle ilgili nicel gelişme göstermeye başladı. 1986 yılında Ankara’da örgütlü öğretmen geleneğinden gelen insanlar tarafından Abece adıyla çıkarılmaya başlanan dergi, ilerde gelişecek kamu çalışanlarının örgütlenmesinde mihenk taşlarından birini oluşturacaktı. Dergi etrafında çeşitli illerde düzenlenen panel, söyleşi ve etkinlikler eğitimcilerin bir araya gelmesine ve Şubat 1988’de Eğit-Der’in kurulmasına yol açtı. Eğit-Der, eğitim çalışanlarının sendikalaşmasındaki süreci oluşturdu; Mayıs 1990’da Eğitim-İş ve Kasım 1990’da Eğit-Sen kuruldu.2 1987 yılından itibaren sendikal örgütlenme için uğraşan milliyetçi kanatta yer alan memurlar da konferans, seminer, bilgilendirme toplantıları gibi pasif düzeydeki çalışmalara başlamıştı. Memurlara sendika kurma hakkı olmadığı için gayriresmi örgütlülüklerini bir vakıf olarak biçimlendirerek 6 Mart 1989


37

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Geçmiş birikimlerini baskı ortamında bir dergi etrafında birleşerek kullanmaya başlayan memur mücadelesi önce dernekleşti, sonra da sendikalaştı.

tarihinde Türkiye Kamu Çalışanları Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı’nı (TÜRKAV) kurdular. Yasal zeminin oluşmasıyla da 24 Haziran 1992’de Türkiye Kamu-Sen Konfederasyonu’nu oluşturdular. Mücadeleler sonucunda alınan haklar çerçevesinde daha dindar memurların oluşturduğu memur sendikaları ise 9 Haziran 1995 tarihinde Memur Sen adıyla konfederasyon kurdu. Memurların oluşturduğu sendikal mücadele ve toplumsal muhalefet, örgütlü gücüne ve görece biçimsel haline ancak 1990’lı yılların başında gelse de toplumun iki dinamik kesimi olan işçi ve öğrenciler 1986 yılından itibaren ilk tepkilerini göstermişlerdi. 90’lı yıllara gelmeden ülkedeki en önemli muhalefet odakları onlar olmuştu. 12 Eylül’ün büyük oranda üzerine oynadığı ve büyük hak kayıplarına uğrattığı işçi sınıfının, darbe sonrasındaki baskı ortamında 1980 öncesi 5.721.074 olan sendikalı işçi sayısı, 1985’te 1.711.254’e düşmüştü. 1979’da bir işçinin 8,4 dolar olan ortalama günlük ücre-


38

ti ise 1985’te 4 dolara gerilemişti. 1980’de 16,2 milyar dolar olan dış borç yükü, 1987’de 36 milyar dolara yükselmişti.3 Hükümete dayandırılarak verilen haberlerde, işçi aleyhine bu durum istatistiksel olarak şu şekilde belirtiliyordu: “1984-1987 dönemini kapsayan dört yılda kamu kesimi ücretleri yüzde 26,6 oranında gerilemiştir. Aynı dönemde emek verimliliği ise sürekli artmıştır.”4 1980 darbesinin işçi üzerindeki etkisi bunlarla sınırlı değildi. Gelir dağılımında adaletsizliği işçinin aleyhine sürekli artırıyordu. Tabloda da görülebileceği gibi en zengin yüzde 20’lik kesimin milli gelirden aldığı pay artarken, buna koşut olarak diğer kesimlerin payı azalıyordu. Örneğin, 1979 yılında en yoksul yüzde 40’lık dilim gelirin yüzde 13,6’sını alırken, en zengin yüzde 40’lık kesim yüzde 71,8’ini alıyordu. 1983’te bu oran yüzde 77,3’e, 1986’da yüzde 75,1’e yükselmişti.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Gelir Dağılımının 1980’li Yıllardaki Dağılımı

Yıl

En yoksul % 20

En zengin 2. % 20

En zengin % 20

1979

4.7

25.3

46.5

1983

2.6

21.4

55.9

1986

3.9

19.2

55.9

1987

5.2

21.2

49.9

1988

3.1

16.6

59.1

Kaynak: Kongar, 1998, s.637

İşçiler

1980’li yılların başında yürürlükteki yasal düzenlemeler, hükümetteki ANAP’ın greve karşı aldığı olumsuz tutumlar, işveren kesimini temsil eden Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyo­nu’nun (TİSK) grevdeki işyerlerine sağladığı mali destek, greve çıkmış işçileri o zamana kadar yenilgiye uğratmıştı. 1984 yılında greve çıkan Dok Gemi-İş Sendikası’nın ilk iki grevinden biri yargı kararıyla yasadışı ilan edilmiş, diğeri ise yenilgiyle sonuçlanan bir sözleşmeyle nihayetlenmişti. İşçi çıkarma yasağının kaldırıldığı 1984’ten itibaren ise tazminatlar bile verilmeden işçi kıyımı yaşanmaya başlandı. Örneğin, Tuzla özel tersanelerinde sendikalı işçilerin neredeyse tamamı işten atılarak işler taşeron şirketlere devredildi. Hükümet, yasanın kendisine tanıdığı hakkı kullanarak Ağaç-İş, Petrol-iş, Deri-


39

İş, Öz Maden-İş, Öz Gıda-İş gibi pek çok sendikanın grev kararını düşürdü ya da erteledi. Yüksek Hakem Kurulu (YHK) takdir hakkını kullanarak birçok işyerini grev yasağı kapsamına aldı veya grev kararını uygulatmadı. Yaşanan ortam işçiler için tam bir “grev korkusu” oluşturmuştu. Grev kararı alınsa bile başarısız olunacağı düşünülerek işçilere oylama yaptırılıp “hayır” oyu çıkarılıyordu. Ve bunu sendika yönetimi telkinle yaptırıyordu. Sendikalar grev kararı aldıktan sonra 60 gün boyunca onu uygulamak yerine bunu yeni bir toplusözleşme pazarlığı devresi gibi kullanıyordu. Sonunda da 30 bin kişiyi ilgilendiren Sümerbank ve 11 bin kişiyi ilgilendiren SEKA sözleşmelerinde olduğu gibi işveren ne verirse kabul ediliyordu. İşvereni ekonomik bir zarara uğratma olanağının olmadığı dişleri sökülmüş grev hakkıyla girilen toplusözleşmeler, sonunda işverenin istediği gibi bir anlaşmayla sonuçlanıyordu. Türk Metalİş’in Aydın Aysan’daki grevinin sürdüğü sırada fabrikanın genel müdür yardımcısının söylediği sözler, o dönemde işverenin neler yapabileceği konusunda iyi bir fikir veriyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Elimizde gereği kadar stok var. Bizden zincir bekleyen müşterileri sıkıntıya sokmayacak durumdayız. Greve gidenler isterlerse 10 ay grev yapsınlar, hiçbir taviz vermeyeceğiz. Şu an, işi yürütebilecek bir vardiyalı işçi greve gitmeyecek, çalışacak.

Fabrika müdür yardımcısının dediği gibi oldu. Aysan grevi grev kırılarak yenilgiye uğradı. Kaynayan işçilerin ilk sokak eylemi miting olarak yaklaşık 5 bin kişinin katılımıyla 8 Şubat 1986 tarihinde Balıkesir’de yapıldı. Cılız giden işçi mücadelesinde ilk büyük grev kıvılcımının atıldığı işyeri Netaş’tı. 12 Eylül darbesinden sonra yapılan ilk büyük grev olan Netaş grevi, toplusözleşmedeki anlaşmazlık nedeniyle 18 Kasım 1986’da başladı. 93 gün süren ve 3150 işçinin katıldığı grev, ekonomik ve sosyal koşulların iyileştirilmesiyle 18 Şubat 1987’de kazanımla sonuçlandı. Yarattığı etkiler, çeşitli kesimlerden gelen destek ve dayanışma nedeniyle oldukça etkili bir grev olmuştu. Netaş’ın başarıyla sonuçlanan grevi bitmişti ki 18 Mart 1987’de Petrol-İş Sendikası çeşitli illerde yaklaşık 4 bin işçiyle grev kararı aldı. Bundan sonra peş peşe gelen grev dalgası, 1987 yılından başlayarak 90’lara varan domino taşını oynatmış gibi oldu. 12 Mayıs’ta 723 kişiyi kapsayan Kale Kilit ve Kale Vida grevi, 24 Haziran’da 1500 işçinin katıldığı Deri-İş grevi, 30 Haziran’da 6100 işçiyle Seydişehir Alüminyum Fabrikası grevi başladı.


40

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

12 Eylül sonrası Netaş grevi kazanımla sonuçlanması bakımından en önemli işçi direnişi oldu.

Darbeyle uyum sağlayarak varlığını koruyan güdümlü sendikaların 6 yıl boyunca sürdürdüğü işçiyi dizginleme işlevi, alttan gelen işçi dalgalarıyla büyük işçi hareketlerine dönüştü. 1987 yılının başından itibaren başlayan ve yaklaşık 12 bin işçiyi kapsayan grevler aynı yılın Temmuzunda 40 bini demiryolu işçisi olmak üzere 52 bin işçinin daha grev kararı almasıyla kitlesel bir düzeye ulaştı. 1988 yılının Ekim ayına gelindiğinde ise 410 bine yakın işçi toplusözleşme görüşmesi içindeydi. Bunlar içinde 14 bininin grevi sürerken, 9 bin işçi daha grev kararı aldı. Uzlaşmazlıkta olanlarla birlikte 128 bin işçi ise toplusözleşme görüşmelerini sürdürüyordu. 1989 yılında ise büyük grevler içinde 131 gün süren SEKA grevi Ocak ayında anlaşmayla sonuçlanırken daha büyük bir grev başladı. Mart ayında Karabük Demir Çelik Fabrikası’nda iş yavaşYıl

Grev Sayısı

İşyeri Sayısı

Katılan İşçi

1985

21

21

2.410

1986

21

28

7.926

1987

307

346

29.734

1988

156

266

30.057

1989

171

325

39.435

1990

458

861

166.306

1991

398

686

164.968

Kaynak: DİE, 1997, S.291 alınan; (Kongar, 1998, s. 632)


41

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö 1987’den sonra işçi mücadelesinde suskunluk bozuldu ve grevlerde patlama yaşandı.

latma ve pasif direnişle başlayarak greve gitmeden sözleşme için baskı eylemleri başlamıştı. 4 Mayıs 1989’da başta Karabük, İskenderun ve Ereğli’de olmak üzere 24 bin demir çelik işçisi greve çıktı. 18 Eylül’de sonuçlanan grevde hükümet, “çelik ithali” yapması nedeniyle işçi sendikalarınca çok eleştirildi. Sendikalara göre, hükümete yakın işadamları çelik ithal ederek zengin edilmiş ve bu nedenle işveren ile hükümet grevi bitirmemek için uzlaşmaz davranmışlardı. Anadolu tarihinin en büyük işçi eylemliliklerinin başlangıcı olan “1989 Bahar Eylemleri” bahar ayında başlayıp 325 işyerinde tüm yıl boyunca devam etti. 1990’lı yıllarda ise kitlesel eylemlere aşama aşama gelindi. 80 sonrası grev süresince uğradıkları mağduriyetler nedeniyle grevden korkan işçiler, 1990’lara girilirken yandaki tabloda da görüldüğü gibi artan hızda işçi hareketi fırtınası doğurdular.


42

Öğrenciler Dinamik ikinci güç olan öğrenci hareketi ise 1985’li yıllarda başlayıp 1990’larda tıpkı işçi hareketi gibi güçlenerek gelişti. Öğrencilerin kasvetli, ağır darbe havasına ilk karşı çıkışları örgütlenme, dernekleşme çalışmalarıyla başladı. 1983 yılının Ekim ayında yeni Dernekler Kanunu’nun yürürlüğe girip ardından seçimlerin yapılıp ANAP’ın iktidara gelmesiyle, 1984 yılında üniversite öğrencileri dernekleşmek için adımlar atmaya başladılar. İlk çalışmaları yapan öğrenciler, eski örgütlü yapılarına dayanan İGD VE TİP taraftarlarıydı. Yarın ve Gün dergileri etrafında örgütlenme mücadelesini hem tartışmaya açtılar, hem de hedef oluşturarak çalışmalar yürüttüler. Mücadelelerinin odaklandığı bu nokta doğrultusunda Kasım 1984’te ilk dernek kurma başvurusu Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencileri tarafından yapıldı. Bu başlangıçtan sonra birçok üniversiteden dernek başvuruları yapılmaya başlandı. Ancak dönemin baskıcı ve demokratik haklara karşı isteksiz iktidar ortamında ağır aksak ilerleyen bu süreç bir yıl sonra sonuç verdi. Zira dernek için gerekli sayıyı bulup Emniyet Müdürlüğü’ne başvuran öğrenciler tehdit, gözaltı ve işkenceye maruz kalıyorlardı. Bu nedenle başvurudan hemen sonra korunmak için bir süre saklanmak zorunda kalıyorlardı. İlk öğrenci derneği Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneği (HFÖD) 1 Ekim 1985 tarihinde kuruldu. 1986 yılı boyunca dernek girişimleri, başvuruları ve kuruluşları ile yaygınlaşan hareketlilik, dernekler kurulsa da kurulmasa da

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Öğrencilerin dernekleşmeyle başlayan mücadeleleri parlamenter yaşama adım atılmasının hemen ardından ivme kazanmaya başlamıştı.


43

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Darbe sonrası akademik haklar çerçevesinde başlayan öğrenci hareketleri hızla kitleselleşti.

önemli bir örgütlülük ve sinerjiye yol açmıştı. Faaliyet içinde yakınlaşan, temposu artan ve kitleselleşen bir öğrenci hareketi doğdu. Öğrenci mücadelesi 1986 yılından itibaren görece merkezileşip bir platform düzeyinde temsil edilmeye başladı. Bu platformlar siyasi mücadeleden ziyade YÖK’e karşı, okuldan atılmalara karşı veya yemek, barınma sorunları gibi akademik-demokratik hak arama mücadelesi veriyorlardı. Rutin baskılara rağmen imza kampanyası, yemek boykotu, okul toplantıları gibi eylemliliklerle büyüyen öğrenci mücadelesinin kısa sürede ulaştığı kitlesellik ve etki düzeyi baskı düzeyinin de artmasına neden oldu. Tehdit olarak algılanmaya başlanan dernekler kapatıldı, üye ve yöneticilerine karşı soruşturma açıldı, gözaltılar ve muhbirleştirme teklifleri arttı.


44

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Yürüyüş ve açlık grevleriyle yürütülen öğrenci mücadeleleri.

1986 yılının sonuna doğru iktidar için tehdit oluşturabilecek niteliğe bürünen üniversiteler için bir dizi kararlar alındı. Disiplin yönetmeliği değiştirilip ağırlaştırıldı. Sağ tandanslı öğrencileri elimine etmek için türban da dahil giyim kuşamı belirleyen maddeler konuldu. Sonra, kurulmuş veya kurulmakta olan üniversite derneklerini etkisizleştirmek için YÖK’ün 59. maddesini değiştirecek “Tek Tip Öğrenci Derneği” yasa tasarısı Meclis’e getirildi. Bu yasaya göre, her üniversitede rektör tarafından denetlenecek tek bir dernek kurulacaktı. Üniversiteye kayıt yaptıran her öğrencinin doğal üye sayılacağı dernekten çıkmak isteyen öğrenci dilekçe verecek ve bu dilekçe kabul edilirse üyelik düşebilecekti. Öğrencilerin ders geçme ve okuluyla ilişkisini kesme şartlarını belirleyen YÖK’ün 44. maddesine uzun zamandır karşı eylem yapan öğrenciler, 26 Ekim 1986’da Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi İsa Tanrıverdi’nin bu madde gereği okuldan atılacak duruma gelip intihar etmesiyle eylemlerini iyice artırdılar.


45

Böylece 1980 sonrasının en geniş ve en kitlesel eylemleri başlamış oldu. Öğrenciler 6 Kasım 1986’da ölen İsa Tanrıverdi’nin imzasının da bulunduğu imzaları uzun bir yürüyüş eylemiyle Ankara’ya götürdü ve TBMM Başkanlığı’na verdiler. 6 Kasım günü dernek temsilcileri YÖK’ün önüne siyah çelenk bıraktı. Ardından “Atılmalara son, YÖK kaldırılsın” talebiyle süreli açlık grevi yaptılar. Ancak her eylemden sonra toplu gözaltılarla karşılaştılar. 1986 yılının sonbaharında İsa Tanrıverdi’nin ölümüyle birleşen 44. madde eylemleri 1987 yılında İstanbul’da atılmalara karşı başlatılan açlık greviyle sürdü. Her eylemde şiddeti artıran polisin müdahalelerine rağmen basın toplantısı, yürüyüşler, açlık grevleri, yemek boykotları gibi eylemler tüm üniversitelere yayıldı. 1987 yılının ilk aylarında üniversitelerdeki disiplin yönetmeliğine bir madde eklenerek “YÖK’ün getirdiği hüküm uyarınca, çağdaş görünüm ve kıyafet dışında olanlar, kıyafet yönetmeliğine aykırı davrananlar için okuldan atılmaya kadar gidileceği”5 açık-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Sertleşen müdahaleler sonucunda neredeyse her öğrenci eylemi gözaltı ve tutuklamamalarla sonuçlanıyordu.


46

landı. Üniversitelere türbanla girişin kesin olarak yasaklanması anlamına gelen bu karar, dindar öğrencilerin şiddetli tepkilerine neden oldu. Türkiye’nin birçok şehrinde aylar boyunca süren yürüyüş, basın açıklaması, imza kampanyası, sınav boykotu, telgraf çekme, uzun oturma, açlık grevi, fakültelere bayrak ve türban asma gibi kitlesel eylemler yapıldı. Ancak gerek kolluk güçleri gerekse üniversite yönetimleri, eylemlere sert karşılıklar vermeye başladılar. YÖK Başkanı’na, Cumhurbaşkanı’na telgraf çeken öğrencilere okuldan uzaklaştırma cezası verildi. Yüzlerce kişi gözaltına alındı, davalar açıldı. Konya’da düzenlenen eylemlere katılan 14 kişi tutuklandı. Üniversitelerde soruşturmalar başlatıldı. 1987’de ikinci kitlesel eylemler ise Nisan ayında “tek tip dernekleşme” yasasına karşı başladı. Nisan 1987 tarihinde altı şehirde başlayan protesto yürüyüşlerinde 73 öğrenci gözaltına alındı. Pek çok ilde eşgüdümlü ve kitlesel olarak yapılan eylemler sonucu tek tip dernek yasası Meclis’ten geri çekildi.6 Ancak bu kez gözaltına alınan öğrenciler için protestolar yine devam etti. Ankara’da 212, İzmir’de 172 olmak üzere Nisan ayı boyunca 600’den fazla kişi gözaltına alındı ve haklarında dava açıldı. Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne çıkarılan öğrencilerden bazıları kendilerine işkence yapılarak sorgulandıklarını söylediler. Ankara’da 65, İstanbul’da 31 olmak üzere 150’nin üzerinde öğrenci tutuklandı. Gözaltı ve tutuklamalara karşı ilk olarak İzmir’de 60 kişiyle başlayan açlık grevleri Ankara, İstanbul, Trabzon, Sivas, Adana ve Bursa gibi illere de yayıldı. Açlık grevi yapan öğrenci sayısı kısa sürede 300’ü aştı. Yemek boykotları, toplu telgraf çekme, basın açıklamasıyla tepkilerini gösteren öğrencilerin eylemleri Nisan ayı boyunca hiç kesilmeden devam etti. Bir yıllık kısa bir süre öğrenci hareketinde gelişmeye yol açmıştı. 1988 yılında üniversitelerde Kürt hareketinin yükselişine ve Türk solunun da bu evrede görece toparlanmasına paralel olarak akademik-demokratik öğrenci taleplerinin dışında daha politize olmuş eylemler görülmeye başlandı. İstanbul’da 2000 öğrencinin katıldığı “16 Mart” anması yapıldı. Üniversiteleri kontrol altına alan ve kitleselleşen sol tandanslı gruplara karşı milliyetçiülkücü öğrencilerin güç savaşları ve polis baskısı da artmaya başladı. Anadolu Üniversitesi’nde İİBF kantininde Mart ayının başında yapılan saldırıda 4 solcu öğrenci yaralandı. 9 öğrenci gözaltına alındı. Mart’ın ortasında ise Hacettepe Üniversitesi yurdunu basan jandarma, örgütlerle ilişkisi olduğu gerekçesiyle 40 öğrenciyi gözaltına aldı.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


47

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö 1989 yılı 1 Mayısı iyice politikleşen üniversite öğrencilerinin de yoğunlukla katılım gösterdiği çatışmalı günlerden biriydi.

Cumhurbaşkanı Evren’in öncesinde “Değerli öğrencilerimizi maşa olarak kullanıyorlar” dediği 1988 1 Mayısında öğrencilerin destek verdiği kutlamalar yapıldı. İzmir’de 1 Mayıs kutlamalarını yasaklayan valiliğe siyah çelenk bırakan 9 öğrenci gözaltına alındı. Türkiye’de pek çoğu öğrenci olan 81 kişi gözaltına alındı. 1989 yılında öğrenci hareketi ivmesini yitirmemişti. Şubat’ın ilk günlerinde Yıldız Teknik Üniversitesi’nde yeni ders geçme yönetmeliğini protesto eden öğrenciler polisle çatıştı. Polisin silah kullanıp öğrencilere ateş açtığı olaylar yatışacağına artarak de-


48

vam etti. Mart ayında ise dindar öğrencilerin türban eylemleri başladı. Artık rutin anma gününe dönüşen ve her seferinde çatışmalara sahne olan “16 Mart” anması yine büyük şehir üniversitelerin tamamında polisle çatışma yaşanarak ve 16 gözaltıyla gerçekleşti. Öğrenci kitlesinin de yoğun olarak destek verdiği 1989 1 Mayısı ise darbe sonrası en kanlı çatışmalara sahne oldu. 1000’in üzerinde gözaltının olduğu eylemlerde polisin hedef alarak ateş açması sonucu 19 yaşındaki Mehmet Ali Dalcı adlı işçi genç öldü. 9’u tabancayla olmak üzere 50 kişi yaralandı. Adana’da forum yapan öğrencilerden 50’si jandarma tarafından dipçik ve tekmelerle gözaltına alındı. İzmir’de belediye işçilerinin yakalarına taktıkları karanfil, polisler tarafından zorla sökülerek toplandı. 1989 1 Mayısında kan dökülmesi, 9 kişinin silahla yaralanması ve polisin uyguladığı şiddetin basında tüm çıplaklığıyla yayımlanması tüm kesimlerde galeyan derecesinde tepkiye yol açtı. İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun, “Polisimize ateş açıldı” açıklamasına karşılık Vali Cahit Bayar’ın çelişen “Tabanca bulunmadı” açıklamaları altında TBMM’de dahil günlerce tartışılan olaylara en kitlesel tepkiyi üniversiteler verdi. Yıldız Teknik öğrencileri okulda görevli polis odasının kapısını kırarak talan ettiler. Odada bulunan porno dergileri basına “sapık polis” sloganlarıyla teşhir ettiler. Yolu kestikten sonra müdahale için gelen polis otolarını taşladılar. İstanbul, Mimar Sinan ve Trakya Üniversitesi öğrencileri forumlar ve yürüyüşler yaptılar. Polise yönelen öğrenci eylemleri Mayıs ayında devam etti. 17 Mayıs’ta İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi önünde toplanan bir grup öğrenci polis kulübesini tahrip ederek polis şapkası yaktı. 1988-1989 yıllarında üniversite gençliğinin mücadelesi kitleselleşti ve eylemliliklerini daha radikal ve politik bir zemine doğru kaydı. Kontrol edilmesi güçleşen üniversite hareketine karşı 1989’dan başlayarak kademe kademe zora dayanan taktik ve uygulamalar hayata geçirilmeye başlandı. 90’lara hızlı, dinamik ve kitlesel bir durumla giren üniversiteler, karanlık bir kumpasın en açık oyun alanına dönüştürülecekti. Disiplin soruşturmalarının yoğunlaştırılması, polis-idare-sivil güçlerin işbirliğiyle öğrenci muhalefetine saldırılar, sağcı grupların yoğun olarak saldırılara başlaması, gözaltılar ve burada işkencelerin yoğunlaşması, öğrencilerin gözaltında kaybedilmesi, sokak infazlarının uygulanması öğrenci hareketinin artmasına koşut olarak devreye sokuldu. Uygulananlara yenileri eklenerek şiddetin dozu artırıldı.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


49

Kürt coğrafyasında muhalefet 1980 darbesinden sonra siyasi örgütlerin tamamı büyük darbeler yemişti. Özellikle silahlı sol gruplar darbeden fiziki olarak en çok etkilenen kesimlerdi. Askeri cuntanın yüksek derecedeki şiddetinden en çok onlar nasibini almıştı. Zira 1980-1989 döneminde gözaltında veya cezaevlerinde ölümler ve siyasal nedenlerle zorla kaybedilen 297 kişinin tamamına yakını politik kişilerden oluşuyordu. Bu devrimci silahlı sol gruplar 12 Eylül’den sonra etkinliklerini azaltarak da olsa direnişlerini sürdürdüler. Darbe sonrası çoğu 1981-1983 yılları arasında gerçekleşen 1985 yılının sonuna kadar 1005’i silahlı saldırı olmak üzere 8654 siyasi eylem gerçekleştirildi. Bu olaylarda 972 kişi ölürken 994 kişi yaralandı. Devlet güçleri sürdürülen bu mücadele esnasında 782.865 tabanca, 101.657 uzun namlulu silah, 26 roketatar, 2 havan topu ele geçirdi. 5624 kişi aranır durumdaydı. İki yıl içinde devrimci silahlı sol grupların tamamının ileri kadroları yakalanmış, örgütleri çökertilmiş, kalanlar da savunma durumunda ricat durumuna geçmişti. 1985 yılı sonuna kadar 15 bin 897 dosya için 44 bin 256 kişiye mahkûmiyet kararı verilmişti. 22 bin 912 kişi 0-1 yıl, 10 bin 783 kişi 1-5 yıl, 6 bin 166 kişi 5-10 yıl, 2 bin 396 kişi 10-20 yıl, 939 kişi 20 yıldan fazla, 630 kişi ömür boyu ve 429 kişi idam cezası almıştı.7 1983 yılının sonlarına gelindiğinde tek politik olay, cezaevlerinde yatan mahkûmların huzursuzlukları ve mahkemede çıkardıkları olaylardı. Toplumsal muhalefeti tam anlamıyla ezdiğini düşünen cunta artık seçimlerin yapılıp parlamenter hayata ge-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Darbeden sonra PKK’nin ilk eylemi olan 1984 Eruh ve Şemdinli baskını basına böyle yansımıştı.


50

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

çilmesine karar vermişti. Cunta başının cumhurbaşkanı olup yeni düzene hamiliğine başladığı bu dönemde sessizliği bozan eylem 15 Ağustos 1984 tarihinde geldi. 12 Eylül döneminde Suriye’nin himayesindeki Bekaa Vadisi’ne yerleşip burada toparlanma ve eğitim çalışmaları yapan PKK (Partiya Karkerên Kurdistan) örgütü, eşzamanlı olarak iki ilçeye birden bombalı ve silahlı saldırıda bulundu. Siirt’in Eruh ilçesindeki Jandarma Karakolu’na yapılan saldırıda 1 jandarma eri öldü, 6 er ve 3 sivil yaralandı. Hakkâri ili Şemdinli ilçesinde de jandarma subay açık hava gazinosu, subay lojmanları ve İlçe Jandarma Karakolu’na düzenlenen saldırıda ise 1 subay, 1 astsubay ve 1 er yaralandı. Bu PKK’nin büyük ölçekli ilk silahlı eylemi oldu. Olayın akabinde bölgede büyük askeri operasyonlar düzenlendi. Resmi rakamlara göre 361 gerilla yakalandı, 102’si öldürüldü. Bunun yanında bölgede büyük çatışmalar yaşanmaya başlandı. Açıklamalarında hükümet ve Genelkurmay’ın hafife aldığı “eşkıyalar” bir yıl boyunca resmi rakamlara göre 73 kişinin ölümüne neden oldu. İlk önce 16 Eylül 1984’te Hakkâri Çukurca’nın Sorti Çayı’nda 8 asker öldürüldü. 4 Nisan 1985’te Şırnak Kırıkkuyu köyünden dönen konvoya saldırıda 1 asker, 1 polis ve 4 memur öldü. 28 Nisan 1985’te Bitlis Mutki’deki çatışmada 5 asker, 11 Mayıs 1985’te 3 asker, 3 Ağustos 1985’te Sason’da 5 asker, 25 Eylül 1985’te Diyarbakır Lice’de 5 asker öldürüldü. 25 Ekim 1985’te Hakkâri Serin Karakolu’na yapılan baskında 9 askerin öldürülme-


51

si, bölgenin sıcak çatışma alanı olacağının ilk sinyallerini vermişti. 1986 yılı bittiğinde ise PKK 433 silahlı eylemde bulunmuş; 133’ü asker-polis, 211 sivil ve 242 gerilla ölmüş; 531 gerilla ise sağ yakalanmıştı.8 SHP Genel Başkan Yardımcısı Vecihi Ataklı o zamana kadarki söylemlerin tersine ilk ciddi açıklamayı 27 Mart 1986 tarihinde, “Hükümetin olaylara bir eşkıya baskını olarak bakması yanlıştır. Bu olaylar düzenli bir gerilla hareketidir. Önlem kaynakta alınmalıdır” şeklinde yapıyordu. 1987 yılına gelindiğinde ise sivillerin öldürülmesi, süren iç çatışmalarda öne çıkan eylemler oldu. 22 Ocak 1987’de Hakkâri’nin Uludere ilçesi Ortabağ köyünde bacanın içinden atılan bombalarla 8 kişi öldü. Ertesi gün 23 Ocak’ta ise yine Mardin Midyat Gündükkörte mezrasında iki ayrı eve baskın düzenlendi ve 7’si çocuk 10 kişi öldü. Sivil hedeflere yönelik saldırılar 1987 yılında sürek-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


52

Olay Sayısı Silahlı

Ölü

Yaralı

Kaynak

1980-1985

8.654

1.005

972

994

Genelkurmay açıklaması 1.1.1986

1980-1987

41.103

10.110

4.053

11.441

Genelkurmay açıklaması 19.2.1988

li devam etti ve bu korumasız hedeflerin her biri büyük sayılarda ölümlerle sonuçlandı. 9 Mart 1987’de Mardin Nusaybin Açıkyol köyünde 6’sı çocuk 8 kişi öldürüldü. 20 Haziran 1987’de ise çok tartışılan Mardin ili Ömerli ilçesi Pınarcık köyü katliamı gerçekleştirildi. Asker elbiseli kişilerce basılan korucu köyünde 16 çocuk, 6 kadın, 8 erkek, toplam 30 kişi öldürüldü.9 10 Temmuz’da Mardin ve Hakkâri’de 4 ayrı eylemde 19’u çocuk 31 kişi öldürüldü. 23 Eylül 1987’de Cumhurbaşkanı Evren’in güneydoğu gezisi esnasında ise çeşitli illerde eylemler yapıldı. En kanlı eylem, Şırnak Güneyce köyünde 3 evin basılarak 11 kişinin öldürülmesiydi. 12 Ekim’de Şırnak’ın bu kez Meşeci köyü basılarak 13 kişi öldürüldü. 1987, sivillerin en çok öldüğü yıl olmuştu. 71 asker ile polis, 237 sivil ve 95 gerilla öldü. 68 kişi de yakalandı veya teslim oldu. 1987 yılı ve bu yıla gelene kadar iktidar cephesinde de bazı değişiklikler olmaya başlamıştı. 12 Eylül’e kadar 19 ilde uygulanan sıkıyönetim, darbeden sonra tüm illerde uygulamaya konulmuştu. Devlet düzenine yönelik şiddet hareketlerine karşı uygulanan ve yetkilerin askeri otoritede olduğu sıkıyönetim, tehlikenin ortadan kalktığı illerde 19 Mart 1984 tarihinden itibaren tedricen kaldırılmaya başlandı. 19 Temmuz 1987 tarihine kadar tüm illerden kaldırıldı. Ancak onun yerine aynı uygulamaların mülki amirler tarafından yürütüldüğü Olağanüstü Hal başlatıldı. Bölge, kurulan Olağanüstü Hal Bölge Valiliği ile yönetilmeye başlandı.10 İlk Olağanüstü Hal Bölge Valisi Hayri Kozakçıoğlu 4,5 yıl görev yaptı. OHAL bölgesi, Bingöl, Diyarbakır, Elazığ, Hakkâri, Mardin, Siirt, Tunceli ve Van’ı; ayrıca Başbakanlık onayıyla aynı kanunla “mücavir il” (komşu il) olarak tanımlanan Ağrı, Adıyaman, Bitlis ve Muş’u da kapsayan 11 ilden oluşuyordu. Batman ve Şırnak’ın 6 Mayıs 1990’da il olmalarıyla OHAL kapsamındaki il sayısı 13’e yükseldi. Mücavir il olan Bitlis 9 Mart 1994 tarihinde Olağanüstü Hal’e geçirildi. 30 Kasım 2002 tarihinde OHAL’in tamamen sona erdiği Diyarbakır, Hakkâri ve Tunceli gibi iller, sıkıyönetim dönemiyle birlikte hesaplandığında aralıksız 23

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


53

yıl olağanüstü yönetim altında kalmıştı. Sıkıyönetim, Olağanüstü Hal ve Olağanüstü Hal Valiliği’nin tarihsel değişimi bölge illerinde şu şekilde oluşmuştu. Sosyo-ekonomik panorama bakımından tam bir adaletsizliğin yaşandığı Türkiye’de 1987’de bölgesel gelir dağılımında Marmara ve Ege yüzde 37’lik hane halkıyla yüzde 45’lik bir pay alırken, Doğu ve Güneydoğu yüzde 14,7’lik hane halkıyla yüzde 13,9’lik bir pay alıyordu. Geçmişten beri devam eden bu dengesizlik sonraki yıllarda da devam etti. Hatta 1994 yılına gelindiğinde bölgesel gelir dağılımından Marmara ve Ege 42,3’lük hane halkı yüzdesiyle yüzde 52,2’lik bir pay alırken, Doğu ve Güneydoğu 14,5’lik hane halkı yüzdesiyle yüzde 10,2’lik bir paya gerilemişti.11 Böyle bir ortamda, topluca devlet araçlarının yakıldığı, korucu köylerine baskınların yapıldığı, köylülerin kaçırıldığı 1987 yılından 1988’e geçildiğinde ilk çatışma yılbaşı günü geldi. Şırnak Karaboyun köyünde 4 asker, 4 gerilla öldü. 19 Mart’ta askerle işbirliği yaptığı gerekçesiyle Siirt’in Eruh ilçesi Yağızoymak köyünde 7 köylü boğularak, 2 köylü vurularak öldürüldü. 7 Mayıs’ta bu kez Şırnak’ın dokuz kez basılan Dereler köyü yine basılarak 11 köylü öldürüldü. Bir gün sonra Mardin Nusaybin’de Taşköyü Beh-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö İl

Adıyaman Ağrı Batman Bingöl Bitlis Diyarbakır Elazığ Erzincan Hakkâri Kahramanmaraş Kars Malatya Mardin Şanlıurfa Siirt Şırnak Tunceli

Sıkıyönetim İlanı

26.04.1979 20.04.1980 İlçe 26.12.1978 12.09.1980 26.04.1979 26.12.1978 26.12.1978 26.04.1979 26.12.1978 26.12.1978 26.12.1978 26.04.1979 26.12.1978 26.04.1979 İlçe 26.04.1979

Sıkıyönetim Sonu

19.11.1985 19.11.1985 İlçe 19.03.1986 19.03.1984 19.07.1987 19.03.1986 19.07.1985 19.07.1987 19.11.1984 19.11.1985 19.11.1984 19.07.1987 19.03.1986 19.07.1987 İlçe 19.03.1986

Olağanüstü Hal İlanı

19.11.1985 19.11.1985 06.06.1990 19.03.1986 09.03.1994 19.07.1987 19.03.1986 19.07.1985 19.07.1987 19.03.1985 19.11.1985 19.03.1985 19.07.1987 19.03.1986 19.07.1987 06.05.1990 19.03.1986

Olağanüstü Hal Sonu

19.03.1986 19.03.1987 06.10.1997 06.10.1997 06.10.1997 30.11.2002 19.03.1993 19.11.1985 30.07.2002 19.11.1985 19.11.1986 19.03.1986 30.11.1996 19.03.1987 30.11.1999 30.11.2002 30.07.2002


54

menin mezrası baskınında 15 kişi öldürüldü. 6 Eylül 1988’de ise Erzincan’ın Dereköy civarında 8 asker pusuda öldürüldü. 1988’in infiale yol açan trajik olayı 5 Kasım’da Mardin Dargeçit’te 3 öğretmenin öldürülmesi oldu. Yıl biterken 5 Aralık’ta Cudi Dağı çevresinde devriye gezen askerlere kurulan pusuda 8 asker öldürüldü. 1988, 123 gerillanın öldürüldüğü, 95’inin yakalandığı veya teslim olduğu bir yıldı. 54 asker ve polis ile 109 sivil öldürülmüştü. 1989 yılının en kitlesel ölümüne neden olan olay 21 Haziran’da geldi. Şırnak’ta devriyeye yapılan pusuda 11 asker öldürüldü. 18 Ağustos’ta Van Bahçesaray ilçesi basıldı. Civar köylerden 50 köylü kaçırıldı. Ölüm olayının olmadığı olaylarda korucu evleri ve okullar yakıldı. Yıl bitmeden Hakkâri ili Yüksekova ilçesine bağlı İkiyaka köyüne 26 Kasım 1989’da baskın yapıldı; 21 kişi öldürüldü, 9 kişi kaçırıldı. 1989 yılı ise 179 PKK’linin öldürüldüğü, 275’inin yakalandığı veya teslim olduğu bir yıl oldu. 153 asker ve polis ile 178 sivil öldürülmüştü. 1989 yılında artık rutinleşen köy baskınları, pusu, araç yakma, şantiye baskınları ve çatışmaların yanında 17 Mart 1989’da kayda değer önemli bir olay gerçekleşti. Bir çatışmada öldürülen PKK gerillası için Mardin’in Savur ilçesinde yapılan cenaze töreni sırasında kalabalık bir grup, PKK lehine gösteri yaparak kitlesel eylemlerin ilkini gerçekleştirdi. 19 Eylül 1989 tarihinde ise Silopi ilçesinde 2 bin kişilik gösterici grubu Derebaşı köyünde operasyonda öldürülen 9 kişinin 6’sının terörist değil köylü olduğunu söyleyerek cenazeleri almak istedi. Sloganlarla hükümet binasına yürüyüp binayı taşlayan gruba ilçedeki asker ve polisler engel olamadı. Yardıma çağrılan Özel Harekât timi panzerlerle gelip havaya ateş açtı, grubu dağıttı ve çok sayıda kişiyi de gözaltına aldı. Halk ilçede kepenkleri kapatıp hayatı durdurdu. Devlet güçleri ile halk arasındaki kopuşun açık göstergesi olan bu türden kitlesel olaylar artık bölgenin ileriki yıllarda eylem tarzı haline dönüşecekti. 1980’li yılların bitip 1990’lara başlanırken altı yıllık süreçte Türkiye tarihinin en kanlı bilançolarından biri Kürtlerin yaşadığı coğrafyada ortaya çıkmıştı. Bu dönemde Kürt silahlı hareketiyle mücadele eden devlet güçleri dünyada uygulanan kontrgerilla faaliyetlerini de tedricen uygulamaya koymaya başlamıştı. İlk kez 1967’de Guatemala’da uygulanan “köy koruculuğu” sistemi, karşı gerilla faaliyeti olarak Kürt coğrafyasında da uygulanmaya başlandı. Olaylarının yoğunlaşması üzerine 26 Mart 1985 tarihinde, 442 Sayılı Köy Kanunu’nun 74. maddesinde değişiklik ya-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


55

pıldı. Böylece köy koruculuğu idari bakımdan mülki idare amire, görevlerinin ifası bakımından ise bağlı olduğu Jandarma karakol komutanına bağlandı.12 Propaganda faaliyetlerine önem verildi. Helikopterlerden köylere atılan bildirilerin yanında il ve ilçelerde propagandaya dönük afişler asıldı. Türkiye’nin tek televizyon kanalı olan TRT’de özel programlar yaptırıldı. 1980’den sonra “Haberden Habere” adıyla yapılan manipülatif program, 1987’de “Perde Arkası” adını alıp, operasyonları, itirafçıları, yakalananları, köylüleri gösteren günün koşullarına uygun güncel tehditleri gündemine alan programlara dönüştürüldü. Gerilla ile halk kontağını kopartmak için kırsal alan insansızlaştırılmaya, köy ve mezralar kitleler halinde boşaltılıp kullanılamaz hale getirilmeye başlandı. 1980 askeri darbesinden sonra Türkiye’deki politik kitleye uygulanan psikolojik ve ideolojik taktikler13 uygulanmaya başlandı. Örgütün dağıldığına, büyük operasyonlar yapılıp dağıtılıp yok edildiğine dair medyada sürekli haberler yaptırıldı. Genelkurmay, Olağanüstü Hal Valiliği ve İçişleri Bakanlığı nezdinde hazırlanan haber bültenleriyle örgütün anlaşmazlıkları, örgüt üyelerinin teslim oldukları, aralarında anlaşmazlıkların çıktığı, önemli liderlerinin öldürüldüğü türünden alelade olan tek tip haberler geçildi. Örgüt ile halk bağını kesmek için yürütülen propaganda çalışmaları 1986’lara kadar belli oranda sonuçlar veriyordu. Harekete geçen Kürt silahlı hareketini güçlenmeden ezmek ve

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

1990’lara girilirken Kürt silahlı militanlarının “birkaç eşkıya” olmadığı anlaşılmış, devletin yerleşik yapılanmasını yeniden organize etmesine neden olmuştu.


56

“isyancı kuvveti etkisiz hale getirmek”14 için uluslararası düzeyde başarı görmüş tüm askeri faaliyetler yürütüldü. Büyük operasyonlar düzenlendi. Sayısal olarak binlerce askerin katıldığı sürek avları başlatıldı. Tespit edilen gerilla noktalarına defalarca kez hava saldırıları düzenlendi. İsyancıların ve oluşturdukları taraftarların sempatisini ve moral desteğini kırmak için başlangıçtan itibaren yüksek düzeyde askeri bir refleks verildi. Öldürülen, yakalanan veya teslim olan örgüt üyelerinin sayısına bakıldığında gösterilen askeri reaksiyonun belli oranda örgüte kayıp verdiği ve büyük bir kırımın yaşandığı söylenebilir. Alınan önlemler, yapılan psikolojik savaş taktikleri, propagandalar, askeri operasyonlar vb. Kürt silahlı hareketini bastıramadı. Tersine bumerang etkisi yaratıp hareketin daha da kitleselleşmesine, bölgede yaygınlaşmasına ve halkla önemli bağlar kurmasına yol açtı. Yükselen Kürt hareketine karşı dünyanın pek çok yerinde başarılı olmuş “gayrinizami harp” teknikleri Kürt coğrafyasında devreye sokulduğunda ise Kürt siyasi hareketi benzin dökülen ateş gibi artarak yayıldı. 1983 yılında kurulan “Özel Harekât Şube Müdürlüğü” ve “Özel Harekât Grup Amirlikleri” 1987’de Terörle Mücadele ve Harekât Dairesi Başkanlığı bünyesinde “Özel Hareket Şube Müdürlüğü” olarak faaliyet göstermeye başlayıp “gayrinizami harp” için de büyük oranda Kürt coğrafyasında kullanılmaya başlandı. Bunun yanında 27 Ağustos 1987 tarihinde Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Başkanlığı’na bağlı olarak kurulan “Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Grup Komutanlığı (JİTEM)”15 bölgede oluşturduğu timlerle daha karanlık metotlar uygulayarak devreye girdi. İktidar “kalpleri ve zihinleri kazanmak”, rızayı üretmek için kullanacağı mekanizmaları kaldırmaya başlamıştı. Böylece 1990’larda korkunç bir iktidar vahşetinin sergileneceği amil ve aktörler 80’li yıllarda toplumsal arenada baş gösterdi.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Kürt silahlı militanları Yıllar 1984 1985 1986 1987 1988 1989

Ölü ele geçen 28 201 74 95 123 179

Yaralı 15 18 8 2 8 17

Sağ 42 136 41 14 49 80

Sivil Asker, polis ve korucusu Teslim olan 31 31 20 2 48 51

Jandarma Genel Komutanlığı 2009 Faaliyet Raporundan alınmıştır.

Ölen 43 141 133 237 109 178

Ölen 26 58 51 71 54 153


57

Sol gruplar Türkiye muhalif hareketinde önemli yer tutan yasal sosyalist/ sol partilerin 12 Eylül darbesinden sonra kurulması 1987’yi bulmuştu. Kurulan Türkiye Komünist Partisi (TKP) ile Türkiye İşçi Partisi (TİP), 8 Ekim 1987 tarihinde Brüksel’de yaptıkları bir açıklamayla, Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) adı altında birleşmeye karar verdiklerini ilan ettiler. TBKP’yi yasal olarak kurmak üzere 17 Kasım 1987’de Türkiye’ye gelen Nihat Sargın ile Nabi Yağcı uçaktan iner inmez gözaltına alındılar. Günlerce işkence gördükten sonra tutuklanıp iki buçuk yıl hapis yattılar. Kutlu ve Sargın, tahliyeleri, komünist partinin yasalaşması ve 141., 142. ve 163. maddelerin kaldırılması için 6 Nisan 1990 tarihinde açlık grevine başladılar. İki liderin Türkiye’ye dönüp gözaltına alınmaları, sorguda işkence görmeleri, yargılanmaları ve ce-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

TKP, SP ve HEP’in yürütmeye çalıştığı yasal mücadele oldukça zorlu bir süreçten geçmişti. Pek çok politikacı tutuklandı, işkence gördü ve taraftarları yargılandı.


58

zaevinde açlık grevlerine başlamaları süreci dış ülkelerde ve ülke içinde yasaklara karşı büyük kamuoyunun oluşmasına neden oldu. Ülke içinde bu süreçte yürüyüşler ve çeşitli kampanyalarla başlatılan mücadele, polis baskınları, sokak müdahaleleri ve gözaltılarla karşılık gördü. Kutlu ve Sargın, 4 Mayıs 1990 tarihinde serbest bırakıldı. Parti resmen 4 Haziran 1990’da kuruldu. Ancak Anayasa Mahkemesi partiyi isminde “komünist” kelimesi geçtiği gerekçesiyle bir yıl sonra kapattı.16 Daha sonra başkanlığına Doğu Perinçek’in geleceği Sosyalist Parti, Avukat Nusret Senem başkanlığında 1 Şubat 1988 tarihinde kuruldu. 1992 Temmuzunda da kapatıldı. Kürt tandanslı Halkın Emek Partisi’nin (HEP) kuruluşu ise 1990’da oldu. Ancak bu partinin de temelleri 1989 yılında atılmaya başlanmıştı. Ekim 1989’da Paris’te toplanan Kürt Konferan­ sı’na katılan SHP’li yedi milletvekili partiden atıldı. Bunu protesto eden 11 milletvekili daha SHP’den istifa etti. SHP Diyarbakır örgütündeki toplu istifalarla devam eden bu süreç, SHP içinde politika yapan Kürt politikacıların artık ayrı bir örgütlenme içine gireceği bir noktaya ulaşmıştı. İstifacı 10 milletvekilinin de bulunduğu eski SHP’liler 7 Haziran 1990’da, anadilde eğitim ve yayın; Kürt sorununun özgürce tartışılacağı demokratik ortam; OHAL’in kaldırılması; özel tim, kontrgerilla faaliyetlerinin, köy koruculuğunun, antiterör yasalarının kaldırılması; köye dönüşlerin sağlanması; toplu sözleşmeli grev hakkı gibi talepleri dile getiren Halkın Emek Partisi’ni kurdular. Sadun Aren’in önderlik ettiği Sosyalist Birlik Partisi’nin kuruluşu ise 15 Ocak 1991’i bulmuştu. Bu partilerin çoğu Anayasa Mahkemesi’nin engeline takıldı.17 Zaten seçimlere katılabilenler ise önemli bir etki yaratmaktan uzaktı. Zira ilk davada kapatılmaktan kurtulup 20 Ekim 1991 yılı seçimlerine katılabilen Sosyalist Parti, 30 milyon kayıtlı seçmenden 108 bininin oyunu yani toplam oyların yüzde 0,14’ünü alabildi.18 12 Eylül darbesi sonrası siyasal ve toplumsal alanda meydana gelen köklü değişiklikler içinde en olumsuz etkiyi şüphesiz Türkiye’nin sol/sosyalist hareketleri gördü. Darbe öncesinin en önemli muhalefet odaklarını oluşturan yasal veya yasal olmayan sol/sosyalist gruplar, uygulanan fiziki şiddet ve hukuki önlemler nedeniyle yok oluş noktasına gelmişti. Yasal partilerin tümü kapatılmıştı. Yasadışı örgütlenmelere ölümcül bir sürek avı uygulanmıştı. Bu süreçte bölük parça halinde 1980 darbesine yakalanmış irili ufaklı örgütlenmeye sahip silahlı sol grup-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


59

ların birçoğu 1985 yılının sonuna kadar bine yakını silahlı olmak üzere toplam 10 bine yakın siyasi eylem gerçekleştirmişti. 1000’e yakın militanını çatışmalarda kaybederek giriştiği direnişleri etkili olmamış ve örgütsel ilişkilerini yitirmişlerdi. Ayakta kalabilenler cılız ve kitle desteğinden yoksun bir tarzda bir süre mücadeleye devam ettiler. Ancak geri çekilme, pozisyonu koruma kararları nedeniyle etkili bir direnişe giremediler. Birkaç sene içinde sosyalist örgütlerin yönetim kadrolarının büyük bölümü yakalandı. Taraftar ve sempatizan düzeyindeki kitleleri dağıldı. Yakalanmayan ya da kırsal alanda kalan militanlar geri çekildi, eylemlerini askıya aldı ya da olanak bulanlar yurtdışına kaçtı. Darbe sonrası yurtdışında siyasi mülteci sayısı 30 bini bulmuştu. Avrupa’ya sığınanlar, yakalanmayıp kaçak hayatı yaşayanlar haricinde sosyalist solun ileri politik kadroları hapishanelere doldurulmuştu. 1980 yılının sonlarına kadar sosyalist solun varlığı büyük bir kapatmanın yaşandığı cezaevlerinde görülebildi. Mücadelelerini hapsedildikleri cezaevinde sürdürmeye çalıştılar. Ancak bu mücadelelerin hiçbiri örgütlenme nedenleri olan toplumsal sınıf mücadelesine veya siyasi gündeme ilişkin olamadı. Örneğin, 12 Eylül Anayasası’na, gelişen işçi hareketine, Kürt politikalarına, öğrenci örgütlenmelerine ya da memur direnişlerine dönük değildi. 1980-1990 yılları arasında yaygın olarak yapılan yedi büyük açlık grevi ve lokal olarak cezaevlerinde yapılan açlık grevlerinin tamamı, cezaevi yönetiminin ya da Adalet Bakanlığı’nın tutuklu ve mahkûmlara karşı yürüttüğü disiplin kurallarına ve şiddetine karşı gerçekleştirilmişti.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Örgüt adı

Yakalanan

Kalan

Toplam

Kalan %

Dev-Yol

7.124

30.471

37.595

81.05

TDKP

3.384

14.481

17.865

81.05

PKK

4.036

13.751

17.787

77.31

TKP

2.209

8.693

10.902

79.74

Dev-Sol

3.069

6.574

9.643

68.17

TKP/ML TİKKO

2.167

4.709

6.876

68.48

Terör ve Terörle Mücadelede Durum Değerlendirmesi, Başbakanlık Yayınları, Ankara, 1983, s.169’dan aktaran (Ersan, 2013)


60

Kapatılan, dar bir alana sıkıştırılan ileri politik kitle kendi gerçekliği ve kendi gündemi içinde iktidar mücadelesini sürdürdü. Bu nedenle radikal sol grupların 1988 yılına kadar yürüttüğü muhalefet eylemleri, daha çok cezaevi disiplin kurallarına karşı çeşitli direnişler, açlık grevleri, ölüm oruçları ve mahkeme savunmalarıyla sınırlı kaldı. Özetle, silahlı sol grupların büyük bölümü 1982 yılına kadar faaliyetlerini sürdüremeyecek derecede darbe aldılar. Birçoğu bir daha asla toparlanamayacak şekilde dağıtıldı.19 Sol/sosyalist grupların sürüp giden yüzlerce dava ve cezaevi direnişleri içinde geçen yılları 1980’lerin ikinci yarısında bazı değişikliklere uğramaya başladı. Cezaevine kapatılan ileri politik mahkûmların bir bölümü “örgüt üyeliğinden” aldıkları cezaları 1985’te bitirip dışarı çıkmaya başladılar. Bir dizi büyük firarlar hem kadroların dışarı çıkmasını sağladı, hem de sosyalist örgütlerin kamuoyunda prestijini artırdı. 1987 yılının 6 Haziranında Erzincan Cezaevi’nden Dev-Yol davasından 5’i idam, 3’ü müebbetle yargılanan 8 kişi kazdıkları tünelle cezaevi kanalizasyonuna ulaştı, oradan da açık araziye varıp firar ettiler. Ardından 25 Mart 1988’de büyük sansasyon yaratan Türkiye’nin en büyük toplu kaçışı olan Metris firarı gerçekleşti. 1982 yılında yüksek güvenlikli olarak yapılan ve kimsenin kaçamayacağı örnek cezaevi olarak görülen Metris’ten çoğu TİKKO üyesi 29 tutuklu ve mahkûm 60 metre tünel kazarak kaçtı. Kamuoyunun günlerce konuştuğu ve polisi teyakkuza geçiren bu eylem sol örgütler için büyük prestij kaynağı oldu. Ardından ise 17 Eylül 1988’de Kırşehir Cezaevi’nden 18 kişinin firar haberi geldi. 118 metre uzunluğundaki tünel için basında yapılan “mimarlık harikası” yorumları eşliğinde sol örgütler yıllardan sonra bütün kamuoyunca görünür olmayı başardılar. 24 Nisan 1989’da TDKP lideri Abdülkadir Konuk cezaevinden firar etti. 25 Ekim 1989’da ise iki Dev-Sol lideri Bedri Yağan ve Dursun Karataş hiçbir zaman bilinemeyen bir yolla firar ettiler. Örgütün diğer lideri Sinan Kukul ise 2 Ocak 1990’da açık görüş esnasında yerine kuzenini bırakıp kaçtı. Bayrampaşa Cezaevi’nden 1990’ın Şubat ayında Cemal Keser, Haziran ayında ise aralarında Dev-Sol liderlerinden Aslan Tayfun Özkök ve İbrahim Erdoğan ile TİKKO lideri Baba Erdoğan’ın bulunduğu 6 kişi firar etti. Firar furyasında başarısız girişimler de olmuştu. Bunlardan ikisi Diyarbakır ve İstanbul’da oldu. Ekim 1988’de Diyarbakır Cezaevi’ndeki firar girişimi, 74 metre kazılarak bitme aşamasına gelen tünelin 17 kişi ilerlerken çıkışının çökmesi sonucu

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


61

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Darbeden sonra politik mahkûmlarla dolan cezaevleri politik mücadelenin sürdüğü alanlardı. Firar ise bu mücadelenin kritik eylemlerinden biriydi.

başarısızlıkla sonuçlandı. 2 Ekim 1989’da ise İstanbul Bayrampaşa Cezaevi’nde 18 metrelik tünel bitirilemeden yakalandı. Firar dizisi irili ufaklı ve farklı metotlarla 1980’ler boyunca devam etti. 1990’lara gelindiğinde 1640 kişi cezaevlerinden firar etmişti.20 Cezaevi merkezli açlık grevleri ve ölüm oruçları politik tutuklu ve mahkûmların 1980 darbesinden sonraki baskı dönemlerinde sıkça kullandıkları direniş araçlarından biriydi. 12 Eylül sonrasında ilk olarak ağır işkencelerin yapıldığı Diyarbakır Cezaevi’nde 4 Mart 1981’de 14 kişiyle başlayan ölüm orucu Kemal Pir’in 7 Eylül, M. Hayri Durmuş’un 12 Eylül, Akif Yılmaz’ın 15 Eylül, Ali Çiçek’in 17 Eylül tarihinde yaşamını yitirmesiyle sonuçlanmış ve herhangi bir hak alınamamıştı. Ancak 1 Eylül 1983 günü başlatılan ölüm orucu, 27 Eylül 1983’te kazanımlarla sonuçlandı. Diyarbakır Cezaevi’nde önemli bir kazanım olan bu direnişle tutuklu ve mahkûmlar sadece cezaevi sorumlusu içeri girdiğinde ayağa kalkmayı kabul ettiler, tüm şiddet içeren kurallar kaldırıldı. Ancak bu anlaşma “tek tip elbise” uygulamasıyla sona erecekti. Diyarbakır’da tek tip elbiseye karşı 14 Ocak 1984’te ölüm orucu başlatıldı. Ölüm orucu esnasında koğuşlara düzenlenen bir operasyon sırasında 24 Ocak’ta Necmettin Büyükkaya, ölüm oruçlarında ise 2 Mart’ta Orhan Keskin, 5 Mart’ta da Cemal Arat yaşamlarını yitirdiler. 49 gün süren direniş, tutuklu ve mahkûmların tek tip elbise giymesiyle başarısızlıkla sonuçlandı. Aynı tarihlerde bu kez tek tip elbise uygulamasına karşı İstanbul cezaevlerinde 11 Nisan 1984’te açlık grevi başlatıldı. 400


62

mahkûmun katıldığı bu grev 45. günden sonra ölüm orucuna dönüştü. Ölüm orucunda Abdullah Meral 63. günde, Haydar Başbağ ve Fatih Öktülmüş 66. günde, Hasan Telci ise 72. günde yaşamını kaybetti. Ölüm oruçları sonuç alınamadan bitirildi. Uzun bir aradan sonra kitlesel açlık grevleri 1987’de Sağmalcılar Cezaevi’nde 50 tutuklu ve mahkûm tarafından başlatıldı. Grev kısa sürede Anadolu’daki diğer cezaevlerine de yayıldı. Aynı tarihlerde ise Diyarbakır Cezaevi’nde süren açlık grevlerinde Mehmet Emin Yavuz 19 Şubat 1988’de yaşamını yitirdi. Aynı gün beş yıldan beri binlerce tutuklu ve mahkûmun bedenlerini ortaya koyarak karşı çıktıkları “tek tip elbise” uygulamasına son verildi. Ancak dönemin Adalet Bakanı Mehmet Topaç tarafından beş ay sonra 1 Ağustos’ta yürürlüğe girmek üzere yayınlanan 7/7/1988 tarihli Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Genelgesi 1980’lerin en büyük açlık grevi ve eylem dalgasını doğurdu. Bu genelgeyle “tek tip elbise zorunlu hale getirilecek”, “ziyaret ve avukat görüşleri kısıtlanacak”, “havalandırma saatleri azaltılacak”, “mektuplara sınırlama getirilecek” ve “dışarıdan yiyecek alımı, içeride tüp, ocak, ısıtıcı vb. kullanımı; saç, sakal, bıyık bırakmak; radyo, teyp, daktilo, müzik ve resim aletleri yasaklanacak; dergi, kitap alımına büyük kısıtlamalar getirilecekti”. Ayrıca genelgeyle cezaevlerinde açlık grevi yapma, slogan atma, marş söyleme, sessiz direniş gibi her türlü eyleme disiplin cezası getiriliyordu. “1 Ağustos Genelgesi” adı verilen uygulamalara karşı başlatılan cezaevi direnişleri, darbenin ilk yıllarındaki duvarların içine sıkışmış cezaevi direnişleri gibi olmadı. Kamuoyu desteğiyle de oldukça kitlesel direnişler başladı. Daha görünür olan sosyalist gruplar, bir yıl boyunca aydınların, tutuklu yakınlarının, öğrencilerin desteğini alarak etkili eylemler yaptılar. Eskişehir Özel Tip Cezaevi’nde 280 tutuklu ve mahkûm açlık grevine başladı. Tutuklu ve mahkûm yakınları İHD Şubesi’nde destek için açlık grevine girdi. Ceyhan, Ergani ve Çanakkale cezaevlerinde tutuklu ve hükümlüler Eskişehir’deki açlık grevini, süresiz açlık greviyle desteklemeye başladılar. Nazilli, Malatya, Diyarbakır, Sağmalcılar, Bursa, Amasya ve Gaziantep cezaevlerinde birkaç günlük destek grevleri yapıldı. Adana İHD Şubesi’nde Ceyhan ve Adana’dan 34 aile, Samsun’da 6 aile, Ankara’da 13 kişi açlık greviyle cezaevlerine destek verdiler.21 Eylemciler pek çok kez oturma eylemleri, basın açıklaması ve yürüyüşler yaptılar; polis müdahalesi ve gözaltlarıyla karşılaştılar. Sonunda 80’li yılların bu büyük eylem dizisi 19 Ağustos 1989’da eylemcilerin isteklerinin kabul edilmesiyle sonuçlandı.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


63

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

1980 yılı ile 1990 yılları arasındaki açlık grevleri ve ölüm oruçlarında, 1981’de 1, 1982’de 4, 1984’te 6, 1988’de 1, 1989’da 2 kişi yaşamını yitirdi.22

1980 darbesiyle karşılaştığında nicelik olarak 5000 kişiyi aşmış kitleye sahip 16 radikal sol örgüt bulunuyordu. 1980 darbesinden sonra ayakta kalabilen yine bu örgütler olmuştu. Özellikle 1986’dan itibaren yükselen bir hızla eski kadrolarının deneyimine dayanarak örgütlenmeye başlamışlardı. Dev-Yol ve TKP daha ılımlı bir çizgiyi benimseyerek silahtan uzak, öğrenci ve memur tabanı içinde mücadelelerini sürdürdüler. Yeni kuşak genç devrimcilerin çoğalıp işçi ve öğrenci hareketlerinin darbe öncesi iklime benzer bir ortama evrildiği günlerde görece kitleselleşme yolunda adımlar attılar. Örneğin, 1988 yılından başlayarak 1 Mayıs’ı kutlamak için İstanbul’da sokak eylemlerine girişen kitle içinde “Devrimci Sol Güçler” beş bine yakın kişiyle polisle çatışmalara girmişti.


64

1980 darbesinden sonra kapatılan, yöneticileri tutuklanıp, tüm malvarlığına el konulan Halkevleri de 1987 yılında İstanbul’da 18, Ankara’da 6 şube olmak üzere toplam 24 şubeyle çalışmalarına başladı. Kitleyle bağ kurmak üzere pek çok devrimcinin destek verip büyütmeye çalıştığı Halkevleri, sol grupların toplandığı, çalışmalar yaptığı bir muhalefet odağı haline geldi. Silahlı sol gruplar ise toparlanmalarını, esas aldıkları şiddet yoluyla yapmaya çalışıyorlardı. Bu amaçla 1988’e kadar soygun, bombalama, pankart asma ve bildiri dağıtma eylemleri gerçekleştirdiler. Ancak süren baskı dönemi nedeniyle operasyonlarda toplu yakalanma veya çatışmalarla karşılaşıyorlardı. Zira 1980 darbesinin sessizliği içinde 1987 Şubat ayında ilk önemli olaylardan biri olan İstanbul Fındıkzade’deki soygunda, banka şubesini soyup 20 milyon lirayı alıp kaçan üç kişi polisle çatışıp bir polisi yaraladılar. Aynı ay içinde Kadıköy’de parti binasını bombalayan üç kişinin kaldığı hücre evine baskın düzenlenerek biri yaralı üç kişi yakalandı. Ardından düzenlenen operasyonlarda 15 kişi yakalandı. 27 Ekim 1987’de ise sokakta araç gasp etmeye çalışan iki kişiden biri öldürüldü. Sansasyonel silahlı eylemlerle sessizliklerini bozmaya çalışan silahlı sol grupların günlerce tartışılacak eylemi 10 Ocak 1988’de geldi. Kocaeli Kandıra’da 197. Piyade Alayı’nın deposunu basan 10 kişilik grup, depodan silah ve mühimmat alarak kaçtı. Ardından ilgili ilgisiz büyük bir operasyon düzenlenerek 25’in üzerinde ev baskını yapıldı. Polis, baskını yapan örgütle geçmişte ilişkili yüzlerce kişiyi gözaltına aldı. On gün gibi kısa süre içinde failler yakalandı. İstanbul Emniyet Müdürü Ünal Erkan, “Basın olarak bizi çok silkelediniz. Ama böyle bir olayın faillerini on gün gibi kısa bir sürede yakalayabilen polis, dünyada yoktur” açıklamasını yaptı. Türkiye’nin batısında uzun zamandan beri radikal sol gruplara misilleme olarak yapılan operasyon, gözaltı ve tutuklamaların yerini alacak olan ve 90’lı yıllar boyunca bir misilleme biçimi ve politik taktik olarak uygulanacak “yargısız infaz”ların büyüyerek geri gelmesi bu olay zincirinden sonra oldu. Zira Kandıra baskınında yer alan Ermeni asılı Manuel Demir bu eylemin ardından başlatılan operasyonlarda öldürüldü. “Kaçarken öldürüldü” açıklaması yapılan olayla ilgili olarak Manuel Demir’in yakınları, görgü tanıkları ve Adli Tıp raporuna dayanarak 4 polis hakkında dava açtı. Zira pusu kurulan evin yakınında oturan komşu tanıklıkları Manuel Demir’in eve sağ olarak girdiğine dairdi. Baskınla il-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


65

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö 90’lı yıllara damgasını vuracak yargısız infazların miladı sayılabilecek iki sembolik olay Manuel Demir’in öldürülmesi ve Tuzla operasyonuydu.

gili tutuklanan arkadaşları ise ölümünden sonra teşhis için Adli Tıp’a gittiklerinde Manuel Demir’in yüzünde ve vücudunda ağır işkencelerden geçirilmiş şekilde yaralar ve morluklar bulunduğunu belirttiler. Dava avukatları bu ifadeleri birleştirerek Manuel Demir’in 24 Ocak 1988’de Sefaköy’de bir evde kurulan pusuda yakalandığını, evde yoğun işkencelere tabi tutulduğunu, sonra boş bir arsaya götürülüp kurşuna dizildiğini iddia ettiler. Sokak infazları ya da yargısız infaz olarak adlandırılacak ilk büyük olay ise yine Kandıra baskınını yapan örgüte dönük 7 Ekim 1988’de İstanbul Tuzla Köprüsü’nde yapıldı. Geniş bir güvenlik çemberinin oluşturulduğu ve 45-50 siyasi polisin katılığı mahalde 274 kurşunla delik deşik olan araçta bulunan 4 kişi öldürüldü. Kürt coğrafyasında şiddetin artmasına, olayların kontrol


66

altına alınmasında zorluklar çıkmasına paralel olarak devreye sokulan şiddet ve hukuk dışı uygulamalar, batıda da tedricen devreye girmeye başlıyordu. 1980’lerde büyük bölümü Kürt coğrafyasında ve gerillalara karşı ya da ileri politik militanlara karşı uygulanmaya başlanan kanunsuz öldürmeler 90’lara gelindiğinde sendikacı, aydın, öğrenci, militan, gazeteci, memur ayrımı yapmadan tüm ülkeye yayılacak ve iktidarı koruma aracı gibi görülecekti. Aşağıdaki tabloda verilen 1980-1990 dönemi hukuk dışı infazlar nedeniyle tespit edilebilen ölüm sayıları 90’lı yıllarda hesaplanamayacak kadar inanılmaz boyutlara çıkacaktı. DÖNEMSEL ÖLÜM SAYILARI1

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö ÖLÜM NEDENİ

Yargısız infaz

OLASI FAİL

1980-1984

1984-1990

TOPLAM

Kolluk

31

19

50

11

11

11

28

Korucu

“Dur” ihtarı

Kolluk

Topluma ateş

Kolluk

Ev baskını

Kolluk

Köy baskını

Faili meçhul

Mayın

Faili meçhul

Genel toplam

17 22

6

6

6

28

45

45

1

42

43

71

140

211

Radikal sol grupların kamuoyu yaratmak için başvurduğu her silahlı ve bombalı eylemden sonra başlatılan büyük operasyonlara rağmen 1988 ve 1989 yıllarında eylemleri artarak devam etti. Parti binaları, büyük işverenler, işveren sendikaları büroları bombalandı. Bombalı pankart eylemleri arttı. 1987 Aralık ayında Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) İstanbul Gümüşsuyu’ndaki bürosuna silahlı baskın düzenleyen altı kişi duvarlara yazı yazıp bomba süsü verilmiş paket koydu. 1 Mayıs 1988’de yoğun bildiri dağıtımının dışında bombalı pankartlar asıldı. Arçelik binası bombalandı. Aynı gün polisle çatışmaya giren üç kişi yakalandı, bir kişi evde çıkan yangında öldü. Haziran ayında ise İstanbul merkezli olaylarda pek çok yere asılan bombalı pankartı indirmeye çalışan bir polis öldü, üç polis yaralandı. 1987 Temmuzunda ise kuyumcu soygunundan sonra kaçamayan dört kişi, beş kişiyi rehin alarak zırhlı araç istediler. Olay, dört eylemcinin de teslim olmasıyla sonuçlandı. 1989 yılında yine bombalı pankart ve bombalama eylemleri devam etti. Ocak ayında İstanbul’da Türk-ABD İşadamları Derneği ve İktisadi Kalkın-


67

ma Vakfı ile Ankara’da Türkiye Sanayiciler Sendikası aynı anda basılarak bombalandı; Ankara OSTİM Bankası Macunköy Şubesi basılarak 50 milyon gasp edildi. Karşılık olarak ertesi gün Ankara, İzmir ve İstanbul’da 30 kişinin gözaltına alındığı bir operasyon düzenlendi. İşverenlere ve işveren örgütlerine karşı yapılan eylemler 1989 yılında da devam etti. Nisan ayında aynı gece ENKA, ESKA ve Sabancı Holding binaları bombalandı. Haziran ayında Petrol Ofisi Bölge Müdürlüğü basılıp engel olmak isteyen bekçisi öldürüldü. 80’li yıllar biterken Gümüşhane’nin Şiran ilçesi Kozağaç Jan-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


68

darma Karakolu’nu 15 Ağustos 1989’da basan TİKKO’cular 8 askeri öldürdüler. Erzincan’da ise üç polisi yaraladılar. Eylül ayında ise Mersin’de polis karakolunu bombaladılar. İşçiler, memurlar, öğrenciler, sendikalar, radikal grupların izinde anlatılan 1980 dönemi toplumsal muhalefetinin genel panoraması, Türkiye ve dünya tarihinde izler bırakan iktidar mücadelesinin, manevralarının olduğu 1990’lı yılların Türkiyesi’ne gelirken bu şekilde oluşuyordu. 90’larda bütün olup bitenlerin emareleri 80 döneminde ortaya çıkarken temelleri de bu dönemde atılmış oluyordu. Münferit olan, aynı türden ilişkiler olup kurumsallaştı. Lokal olan genelleşti. İktidarın hegemonyasının krize girdiği ve bundan çıkabilmek için kademe kademe vahşi araçların devreye girdiği kanlı bir arena oluştu. Karanlık bir vardiya başladı; devlet, egemenliğini korumak için gittikçe sertleşen aygıtları, grupları ve kişileri sırayla devreye soktu. Karanlık bir mekanizmayı işbölümü içinde hayata geçirdi.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


III. bölüm 1990’ların karanlık vardiyası

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Daha önce de belirtildiği gibi, Marx’ın ortaya koyduğu devlet teorisinden beri, devletin egemen sınıfların çıkarlarına uygun olarak halk yığınlarını, ekonomik gelişmeye ve değişmeye paralel olarak belli bir kültürel ve etik biçime sokma işlevini üstlendiği söylenegelmiştir. Gramsci ise bu biçimlendirmenin gerek devletin sahip olduğu aygıtlar, gerekse devlet içinde yer alan kesimlerin “özel” kurum ve aygıtları tarafından sağlandığı ayrımını yapmıştır. Bu anlamda egemenlik kurma, zor ile onayın bir bileşimidir. Eğitim, din, aile, medya araçları, siyasi partiler, sendikalar, dernekler gibi onay üreten mekanizmalar ile hükümet, polis, ordu, mahkemeler, hapishane gibi zorlama ve şiddet kullanan mekanizmaların birleşik bir egemenlik sağlama özelliği vardır. Devlet ve içindeki etkin güçler, iktidarını kalıcı biçimde sürdürebilmek ve toplumda egemenlik kurabilmek için bu zor ile onay mekanizmalarını kullanmak durumundadır. Bu egemenlik tesisinde, onayı sağlayan mekanizmalar aynı zamanda gizli, sembolik veya açık biçimde zor tekniklerini de kullanır. Örneğin, okul bir ikna-onay üretme aygıtı olmakla beraber, orada uygulanan disiplin cezaları, yönetmeliklerle düzenlenmiş şekillendirme teknikleri ile zorlamayı da içerir. Tersine, tamamen baskıya dayanan bir aygıt da yoktur; tüm sistemin yeniden üretimi için devletin tüm aygıtları işlemektedir. Gramscigil Althusser’in deyişiyle; “Bu olguyu daha bilimsel biçimde dile getirmek istersek, emek-gücünün yeniden-üretiminin yalnızca nitelikliliğinin yeniden-üretimini değil, kurulu düzenin kurallarına boyun eğmesinin de yeniden-üretimini, yani egemen ideolojinin ve sömürü ve baskı görevlileri için yönetici sınıfın egemenliğini ‘söz ile’ sağlasınlar diye egemen ideolojiyi düzgün kullanma yete-


70

neğinin yeniden-üretimini de gerektirir diyeceğiz.”1 Başka bir açıklamayla, “Devletin her aygıtı hem baskı, hem de ideoloji ile işler (...) Devletin (Baskı) Aygıtının, öncelikle baskıya (fizik baskı dahil) ağırlık vererek işlemesi, ancak ikincil olarak da ideoloji kullanarak işlemesidir. Bütünüyle baskıya dayanan aygıt yoktur. (Örnekler: Ordu ve polis hem kendi içlerindeki dayanışıklığı, hem de yeniden-üretimlerini sağlamak için, dışarıya sundukları “değerler” ile birlikte ideolojiyi kullanarak işlerler) (...) Devletin İdeolojik Aygıtlarının da, öncelikle ideolojiye ağırlık vererek işlediği, ikincil anlamda da, (...) hafifletilmiş, gizlenmiş, hatta simgeleşmiş bile olsa, baskı kullanarak işlediğini söylemek gerekir.”2 Önceki bölümlerde Türkiye’de 80 darbesinden itibaren kurulmaya çalışılan resmi ideolojinin tarihsel kayıtlarını açıkça görmek mümkündür. Cuntayla beraber daha önce alınmış neoliberal kararların uygulanması planı etrafında birlik oluşturmuş sermaye sınıfının farklı kesimleri, radikal sol dışındaki milliyetçi, İslamcı, liberal ve sosyal demokratlardan oluşan tüm toplumsal gruplara “ortak bir kültür” içinde egemen olma projesi geliştirmişlerdi. Sermaye sınıfının çıkarlarını tüm toplumsal kesimlerin “kolektif çıkarı” olarak göstermeyi amaçlayan ekonomik, politik ve toplumsal değişimi sağlamak amacıyla devlet aygıtının zor ve ikna mekanizmaları aktif şekilde kullanılmıştı. 1990’lara gelindiğinde, egemenliğin kurulması ve devamı için devletin bürokrasisi, örgütlenme şekli ve uygulamaları, bir araya getirilmek istenen veya onların dışında kalarak baskı aygıtlarıyla denetim altında tutulmaya çalışılan kesimler üzerinde, gelişen farklı güç ilişkileri nedeniyle egemenlik sorunları yaşamaya başlamıştı. Devletin, politik, ekonomik ve toplumsal bütünlüğü sağlayamadığı bu yıllarda ideolojik blokta ciddi bir yarılmayla beraber karşıt egemenlik iddiaları oluşmaya başladı. Otorite krizi denilebilecek bu durumda “durum derhal nazikleşmiş ve tehlikeli bir hal” almaya başlamıştı.”3 Zira 1990’lı yıllarda devletin bu farklı kesimlere karşı aynı anda hem rıza aygıtını, hem de zor aygıtını işlettiği görülmüştür. Weberyen gelenekten beri siyaset kuramında, “Bir babanın oğlunu disipline sokma hakkı herkesçe kabul edilir ve modern devletin de bir baba gibi vatandaşları üzerinde gücü tekelinde tutarak yargılama, eylem ve işlemlerine uymaya zorlama yetkisi vardır”4 şeklinde formüle edilen, devlete tanınan, şiddetin yegâne meşru kullanıcısı hakkı bu yıllarda her yönüyle görünür olmuştu.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


71

Önceki bölümlerde kendi bağrında büyüyen dinsel bloğa karşı iktidarın uyguladığı zorlama ve rıza aygıtının işletilme biçimi sunulmuştu. Devlet aygıtı, 1990’lı yılların başlarından itibaren kendi karşısında oluşmakta olan ve iktidarı ciddi biçimde tehdit eden Kürt siyasi hareketi ve bağlaşığı radikal sol gruplara karşı baskı araçlarını en üst düzeyde devreye soktu. Aynı zamanda ideolojik kontrol mekanizmalarını (eğitim, medya, din vb.) etkili ve yoğun biçimde kullanarak oluşmakta olan karşıt söylemi ezmeye çalıştı. Zaten sayısı çok olmayan karşıt güçlerin tecrübesiz yöneticilerini dağıtarak aklını etkisizleştirmeye çalıştı.5 1990’lı yıllarda bir krizin ortasına düşen Türkiye zor aygıtlarını öne çıkardığında ve bu taktikleri birer birer uyguladığında sonuç farklı olmadı. Tahakküm aygıtları ya da araçları diyeceğimiz bu yapılar, zor/baskı/güç/cebir/şiddet/tahakküm diye anacağımız ortaklaştıkları uygulamaları yaparken bir dizi tahakküm pratiklerini yöntem ve teknik olarak devreye soktular. Şiddet, düşman/tehdit/güvenlik algısı, hukukun kullanımı, katalizör bir bölme söylemi, medya manipülasyonu, nüfus yönetimi, sembolik şiddet, istihbarat gibi çoğu kez birbirine geçmiş yöntemler ve her birinin içinde çeşitlenmiş üretken teknikler kullandılar. Bu kuramsal ayrımlar bağlamında bazı önemli kavramları kullanarak 90’ların politik arşivini okumaya çalıştığımızda diğer tüm yöntemlere kurgusal zemin kazandıracak tehdit/güvenlik kavramını öne çıkarmak yararlı olacaktır. Ardından diğer yöntemlerin ve tekniklerin kullanım pratiklerinin doğrulamasına göz atılacak.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Düşman, tehdit ve güvenliğin kullanımı

Savaş, tehdit ve güvenlik kavramlarının dayandığı “emniyetsiz bir dünyada yaşadığımız” fikri, hem tarihi verilerde hem de siyasi felsefede işlenmiş bir konudur. Toplumlarda tebaanın korunması maksadıyla kurulmuş ordular ve surlarla çevrili mimari yapılar bu kavramların toplumlar açısından yeni bir şey olmadığını gösteriyor. Yine siyaset felsefesinde Aydınlanma’dan beri derli toplu biçimde tehdit ve güvenliğin büyük filozoflar tarafından politikaya argüman oluşturacak biçimde işlendiğini biliyoruz. Hatta İbni Haldun’un toplumu “beslenmek ve güvenlik nedeniyle toplumsallaşmış varlıklar” olarak tanımlaması 14. yüzyıla dayanır. Haldun’a göre, toplum halinde yaşayan insanlar bir süre sonra diğer insanların tehdidiyle karşı karşıya kalırlar. İşte bu durumda insanların güvenliğini sağlamak üzere siyasi yönetimi grup gücü (asabiye)


72

yüksek olan bir kesim elde eder. Devletin egemeni olan bu grup, insanlardan sağladığı haraç karşılığı onların yaşama güvenliklerini korur. 17. yüzyılda ise Avrupa Aydınlanmacılarından Thomas Hobbes, doğası gereği kötü ve bencil bir varlık olarak gördüğü insanları “İnsan insanın kurdudur” diye tanımlar. Bir toplum oluşturmadan önce, doğal durumdayken “herkesin herkesle savaş” halinde yaşadığını, bu durumun herkes için bir güvenlik sorunu ortaya çıkardığını belirtir. Herkesin herkesle savaşına son vermek üzere bir araya gelip “toplumsal sözleşme” oluşturan “homo homini lupus”, bir güvenlik sağlamak üzere herkesin bütün haklarını tarafsız bir egemene devretmiş, böylece devlet kurulmuştur. John Locke ise, uygar toplumdan önce bir doğa durumunun var olduğunu ve doğa yasalarının geçerli olduğu doğal durumda insanların birçok hakka sahip olduğunu söyler. Ancak bazı insanların doğa yasalarını ihlal etmeye başlamasıyla insanların güvenliği ve toplumun varlığı tehlikeye düşmeye başlamıştır. Bu durumda toplumsal varlığı tehdit eden güçlere karşı, caydırıcı, koruyucu, yasa koyucu, yargılayıcı ve karar verici bir egemen güç olan devlete ihtiyaç duyulmuştur. İnsanlar doğa durumundan çift bir sözleşmeyle devleti oluşturmuşlar ve uygar toplum düzeyine geçmişlerdir. İlk sözleşme, insanların birbirlerine zarar vermeyecekleri taahhüdüne dayanır. İkinci sözleşme ise, yöneticilerin görev sınırlarını, halka karşı sorumluluğunu ve halk iradesini dile getirir. Yine Jean-Jacques Rousseau, ilkel toplumların doğal halini yücelten bir bakışla, doğal durumdaki insanların, eşitlik, özgürlük ve sömürüsüz bir şekilde yaşadığını; ancak zekâya, yaşa bağlı önemsiz eşitsizlikler olduğunu belirtir. Bu eşitliğin, mülkiyetle bozulduğunu ve savaş durumuna geçilerek uygar toplumun kurulduğunu belirtir. Bu geçişi kendinden önceki Hobbes ve Locke gibi toplum sözleşmesine bağlar. Bu temel kuramcılar da dahil olmak üzere günümüz pek çok güvenlik kuramcısında da görülebilecek ortak düşünce, bu egemenliğin, herkesin tüm haklarını devrettiği ve böylece genel iradenin oluştuğu bir egemenlik olduğudur. Egemen devlet, tehdit altındaki hakları, özgürlükleri korumak, kargaşaya son vermek ve güvenliği sağlamak üzere genel iradeyi yansıtır. Devletin meşruluğunu temellendiren bu ve buna benzer postulatlar devlete şiddet kullanma hakkı verdiği gibi, özgürlüklerle de güvenliğin mübadelesine yol açmıştır.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


Türkiye’de milli güvenlik siyaseti

“Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” ve “Türkiye’nin dört tarafı düşmanlarla çevrilidir” sözlerindeki anlayış, yabancıya karşı ağır bir kuşku oluşturmuş, eskiden beri Türk milli kültürüne derin bir şekilde işlemiş ve Türk milli kimliğinin inşası sürecinin önemli yapıtaşlarından biri olmuştu. Türkiye’de her zaman iç siyasete müdahil olan ordunun, saptadığı iç düşmanlar da mevcuttu.6 Ama Türk Silahlı Kuvvetleri 90’lı yıllara kadar iç düşmana göre değil, dış tehdit algılamasına göre konuşlanmıştı ve kendisi gibi konvansiyonel bir orduyla karşılaşmak üzere yapılandırılmıştı. 90’larda artan PKK tehdidi ile Türk ordusunun temel tehdit algısının odağında da kayma meydana geldi. Doğu blokunun yıkılmasıyla tehdit iyice iç düşmana doğru kaydı. Bunu Türk politikasını belirleyenlerin sarf ettiği sözlerden de takip etmek mümkündü. Genel­k urmay Başkanı Doğan Güreş, 1993’te “Türk Silahlı Kuvvetleri’ne eskisin­den çok daha önem arz eden görevler düş­ mektedir” diyerek Türkiye’nin kritik bir dönemden geçtiğini ve “asıl tehlikenin terör örgütleri, işbirlikçileri ve bunların sözlü ve yazılı destekçilerinden”7 olduğunu belirterek bu önceliği işaret ediyordu. MGK 1992’de kaleme aldığı bildirilerinde olduğu gibi sık sık “bazı kitle örgütleri ile kitle iletişim araçlarının dolaylı ve dolaysız ülke bütünlüğüne” zarar verdiğini ve “PKK’ya sağlanan dış destek karşısında milli birliğin önemini”8 dile getirip “bölünmez bütünlüğünün korunması için bütün kurumların birleşmesi” gerektiğini vurguluyordu. Bu vurgu ise tüm devlet kurumlarının kurucu önermesi gibi dolaşıma sokuluyor, her an hatırlanacak birleştirici bir ilke olarak kullanılıyordu. 1984’ten beri Kürt coğrafyasında sürdürülen ve diğer toplumsal kesimlerin tümüne de şekil veren savaş, aynı zamanda demokratik sayılabilecek yasaları hükümsüz kılıyordu. Var olan yasaların yanına eklenen kararname ve OHAL yasaları, bölge için hazırlanmış istisnai ve özel yasalardan oluşuyordu. Terörle mücadele etmek, güvenliği sağlamak üzere 25 Ekim 1983 tarihinde kabul edilen Olağanüstü Hal Kanunu ile 19 Temmuz 1987 tarihin-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


74

de büyük yetkilerle donatılmış Olağanüstü Hal Valiliği’nin hayata geçirilmesi, devlet idaresinin teyakkuz halinde yönetildiğini gösteriyordu. 1978’den beri Sıkıyönetim Kanunu’yla, 1983’ten sonra Olağanüstü Hal Kanunu’yla ve 1987’den itibaren ise Olağanüstü Hal Valiliği’nce yönetilen Kürt coğrafyasında olağanüstü hal her 4 ayda bir 46 kez uzatılarak 30 Kasım 2002 tarihine kadar devam etmişti. Bu kanunun 11. maddesinde belirtilen hükümlerden “Sokağa çıkmayı sınırlamak veya yasaklamak, belli yerlerde veya belli saatlerde kişilerin dolaşmalarını ve toplanmalarını, araçların seyirlerini yasaklamak; kişilerin üstünü, araçlarını, eşyalarını aratmak ve bulunacak suç eşyası ve delil niteliğinde olanlarına el koymak; olağanüstü hal ilan edilen bölge sakinleri ile bu bölgeye hariçten girecek kişiler için kimlik belirleyici belge taşıma mecburiyeti koymak; gazete, dergi, broşür, kitap, el ve duvar ilanı ve benzerlerinin basılmasını, çoğaltılmasını, yayımlanmasını ve dağıtılmasını, bunlardan Olağanüstü Hal Bölgesi dışında basılmış veya çoğaltılmış olanların bölgeye sokulmasını ve dağıtılmasını yasaklamak veya izne bağlamak; basılması ve neşri yasaklanan kitap, dergi, gazete, broşür, afiş ve benzeri matbuayı toplatmak; söz, yazı, resmi, film, plak, ses ve görüntü bantlarını ve sesle yapılan her türlü yayını denetlemek, gerektiğinde kayıtlamak veya yasaklamak; hassasiyet taşıyan kamuya veya kişilere ait kuruluşlara ve bankalara, kendi iç güvenliklerini sağlamak için özel koruma tedbirleri aldırmak veya bunların artırılmasını istemek; her nevi sahne oyunlarını ve gösterilen filmleri denetlemek, gerektiğinde durdurmak veya yasaklamak; kamu düzeni veya kamu güvenini bozabileceği kanısını uyandıran kişi ve toplulukların bölgeye girişini yasaklamak, bölge dışına çıkarmak veya bölge içerisinde belirli yerlere girmesini veya yerleşmesini yasaklamak; bölge dahilinde güvenliklerinin sağlanması gerekli görülen tesis veya teşekküllerin bulunduğu alanlara giriş ve çıkışı düzenlemek, kayıtlamak veya yasaklamak; kapalı ve açık yerlerde yapılacak toplantı ve gösteri yürüyüşlerini yasaklamak, ertelemek, izne bağlamak veya toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yapılacağı yer ve zamanı tayin, tespit ve tahsis etmek, izne bağladığı her türlü toplantıyı izletmek, gözetim altında tutmak veya gerekiyorsa dağıtmak; dernek faaliyetlerini her dernek hakkında ayrı karar almak ve üç ayı geçmemek kaydıyla durdurmak” gibi hak ve özgürlükleri sınırlayanlardan her biri fiilen yaygın olarak yasallığı da aşacak biçimde uygulandı. Olağanüstü Hal Bölge Valisi’nin doğrudan karar verdiği bu hükümler ihtiyaca binaen 1990’lı yıl-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


75

lara kadar beş kez değiştirildi. Ancak toplumsal muhalefetin ve Kürt siyasi hareketinin 90’larda aldığı boyutla beraber Milli Güvenlik Kurulu ve ona tabi hükümetlerin aldığı güvenlik kararları gereği altı kez daha değiştirildi.9 1980 darbesiyle düzeltilmeye çalışılan devlet krizi, 1990’lı yılların başına gelindiğinde yeni bir hegemonik krizin işaretini veriyordu. Ciddi bir hegemonya, hatta meşruiyet sorununu yaşayan devlet iktidarı ve bileşenleri, şiddet aygıtlarını yeniden organize edecek biçimde yasal düzenleme ve kriz önleme taktiklerini güncelleştiriyorlardı. Yine de 1990’lara başlandığında önceki bölümlerde anlatıldığı gibi Kürt silahlı hareketi ile radikal siyasal İslam açık ve sistematik muhalif hareketler olarak kurulu düzeni tehdit edecek duruma gelmişti. Başladığı 15 Ağustos 1984 gününden itibaren 1990’lı yıllar boyunca 6036 saldırı gerçekleştiren Kürt silahlı hareketinin güvenlik güçleriyle girdiği 8257 silahlı çatışma, Türkiye’nin “milli güvenliğiyle” ilgili önemli doneler sunuyordu: Bu dönemde Türkiye’nin her yerinde yapılan 3071 siyasi bombalama, 388 gasp, 1046 adam kaçırma ve hürriyeti tahdit eylemleriyle beraber süren çatışmalarda 1990’ların sonuna kadar 4472 sivil ölürken 5620 kişi de yaralanmıştı. 3878 asker, 247 polis ölmüş; 8178 asker ve 909 polis de yaralanmıştı. Çatışmalarda 1225 korucu ölmüş, 1665’i de yaralanmıştı. Karşı cephede ise 1984-30 Mayıs 1999 tarihleri arasında 18.348 PKK’li ölmüş, 666’sı yaralı ele geçirilmiş, 54.238’sı yakalanmış, 2.086’si teslim olmuştu. Bu çatışmaların 1990 sonuna kadar maliyeti ise 100 milyar doları geçmişti.10 Böyle bir tehdide karşı “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” söylemi, iktidarın kamu yararı, ulusun ortak çıkarları gibi tezlere dayanan “güvenlik” kurulumunu öne çıkarmış ve şiddet aygıtlarının kullanılmasını kolaylaştırıcı dayanaklar oluşturmuştu. 90’ların başında ve 1993’te iktidarın tehdide karşı aldığı iki önemli merkezi karar, yaşanan krizi ve meşruiyet sorununu gösteriyordu. Alınan önlemler, çıkarılan yasalar ve kurulan yeni birimlerin “milli güvenlik” temalı esası, krizi aşmada iktidar uygulamalarının teorisini oluştururken pek çok bakımdan devlet egemenlerine avantaj sağlıyordu. Olağanüstü bir halin olması, istisnailik adı altında karanlık işlerin üstünü örtüyordu. Hukuk askıya alınabiliyor –ki güvenliğin sağlanması karşısında hukukun olmaması yeğleniyordu– ya da olağan durumda yasadışı sayılacak pek çok uygulama kurallara bağlanarak hukukileştiriliyordu. Milli güvenlik, “düşman”, “öteki”nin varlığının himmetinde yeni ama kendi egemenliğini koşulsuz destekleyecek homojen bir kimliği yapılandı-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


76

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

İç tehdide karşı defalarca kez toplanan MGK, her seferinde mili güvenlik kapsamında savaş aygıtını güçlendirecek kararlar alıyordu.

rabiliyordu. Bunu yapmasına engel her türlü muhalefeti ise “öteki” kategorisine sokma ve elimine etme imkânına sahip oluyordu. Egemenliği tesis etmeyi engelleyecek tüm demokratik kurumlar; insan hakları kurumları, siyasi partiler, dernekler, sendikalar, gönüllü kuruluşlar, demokratik platformlar veya inisiyatifler milli güvenlik retoriği içinde “vatan haini” kategorisine kolayca kaydırılabiliyordu. Bu da, milli güvenlik söylemiyle tartışılmaz bir kutsallık kazanan dogmatik despotizme güvenlik için istediği zoru kullanma gücü veriyordu. “...den olmaz evliya, sakın koyma avluya” deyişi Kürt, Çingene, Alevi kesimler için kötüleme/aşağılama metaforlarının kullanılmaya başlanması, işte bu ötekileştirmenin genelleşmiş bir haliydi. Medenileşme önündeki köylülük ve görgüsüzlüğün simgesine dönüştürülen Kürtler gülünç şaka ve yansılamalara maruz kal-


77

dılar. Homojenleştirme planı dahilinde buna inanan Kürtlerin de varlığı yadsınamaz. İronik biçimde Türk milliyetçiliğini savunan ama bunu yarı Türkçe yarı Kürtçe yapan kesimler oluşturuldu. Güvenlik politikasının yürütülmesinde herkesin homojenleştirilmesi tüm nüfusu hedefleyen bir stratejiyi kapsayamadığı açıktır. Çünkü öyle olsaydı “ulus” paradigması yerine “ümmet” ya da “ortak vatan” sembollerinin kullanılması daha elverişli olacaktı. Bir süre sonra Kürt korucular bile devlet söyleminin ötesine geçerek “devlet” ve “vatan”ın birliğine vurgu yapan ama milliyetçiliği dile getiremeyen bir savunmayı kullandılar. Milli güvenlik perspektifi, icracılarına muazzam bir algı yönetme gücü de kazandırıyordu. Basın, aydınlar, sivil toplum örgütleri zor kullanma gücüne sahip ve her an düşmana karşı gücünü kullanan bu icracıların gönüllü ya da itaatkâr hizmetkârına dönüşebiliyordu. Zira bu kesimler var olan düzenden fazlasıyla çıkarı olan kesimler olarak çoğu kez icracıları yalnız bırakmayarak, düzenlenen kampanyalara ve seferberliğe gönülden destek vermişlerdi. Medya sahiplerinin aynı zamanda büyük sermaye sahipleri olması; basına yön veren aydın, gazeteci grubunun düzene bağlılıklarıyla kazandığı maddi gelir ve nüfuz; sendikalar gibi örgütlerin sahip oldukları maddi imkân ve imtiyazlı şartlar; yine siyasi partilerin iktidara gelemeseler bile sahip oldukları toplumsal prestij onları devlet bloğuna bağlıyordu. Yasama, yürütme ve yargı güçlerinin ilkesel olarak bile ayrı güçler olmasının yol açacağı çokseslilik ise bir hantallık yaratıyordu. Milli güvenlikle şekillendirilmiş olağanüstü hal durumu, icracılarına bu güçlerin üstünde davranma yetkisi kazandırıyordu. Zira yasama organı, MGK’nın tavsiye kararlarıyla yasa ve kararnameler çıkarabilecek duruma gelmişti. Yürütme, milli güvenliğinin icracılarının istediği doğrultuda yönetmelikler hazırlayarak, kamusal düzenlemeler yapıyordu. Yargı ise bağımsızlığını milli güvenlik doktrininin çizdiği sınırlar ve kurallar dahilinde ifa ediyordu. Böylece tahakküm aygıtlarını kullanan güçler etrafında birleşen kurumlar fiili olarak yekpareleşiyordu. Şiddeti kullandıkça güçlenen ordu temsilcilerinin önderliğinde oluşan birlik, ordu güdümlü bir devlet aygıtını ortaya çıkarıyordu. Milli güvenlik tehdidi söyleminin gölgesinde bulanıklaşan ayrımlarla ötekileşmekten korkan insanlar imal edilirken, bu tehdit algısını kullanarak iş yapan güçler bu sayede yönetsel üstünlükler elde ediyorlardı. Milli güvenlik söyleminin keskin belirleyiciliği ile devlet aygıtında düzenleyici güç haline dönüşen ordu bürokrasisi böyle-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


78

ce hantallaştırıcı “güçler ayrılığının” üstünde bir yönetimsellik gücüne ulaşmıştı. Hükmetme aracı olarak kullanılan “homojenleştirme” pratiklerini, sembolik şiddet araçlarının hazırlanmasını, düzenlenmesini ve uygulanmasını rahatça hayata geçirebildi. Milli güvenlik algısının sağladığı olağanüstü güç, devlet iktidarına olağan durumlarda yapamadığı mikro iktidar odaklarını yönetme hâkimiyeti verdi. Toplumun hazırdaki mikro iktidar deneyimlerini dağıtma, yönlendirme ve kendine yararlı biçimde toplama imkânı sundu. Mikro iktidar odaklarıyla sürekli ve kendini güçlendiren bir ilişki kurma akışkanlığına ulaştı. Dinsel temalı ilişkileri savaşın yıkıcı doğası içinde yaratıcı bir destek unsuru olarak kendine bağladı. Toplumdaki dinsel temelli ilişkileri kendi lehine dönüştürmek için iktidarın milli güvenlik jargonu bağlamında “öteki” olarak tanımladıklarını “günahkâr”, “dinden sapmış”, “şeytan” sıfatlarıyla değerlendirilmesi bu nedenledir. Ayrıca iktidar ahlak ve milliyetçilik temalarını da etkili biçimde kullanarak mikro iktidar ilişkilerini yönetmiştir. Öteki unsurların (Alevi, Ermeni, Kürt, terörist, irticacı gibi) “vatana ihanet”, “ahlaksız”, “uçkur düşkünü” gibi söylemlerle karalanması topluma dönük dinsel, milli ve ahlaki yerleşik algıların devlet iktidarına bağlanma düzenini, toplumsal ilişkilerde gelişmiş iktidarların devlet iktidarında toplanması olarak görülmelidir. Bir yargısız infazda öldürülen teröristin “ağlayan çocuğunun” kurtarılmış gibi gösterilerek terörist ananın vicdansızlığına gönderme yapılması ya da PKK genel sekreterinin kadınlarla çekilen fotoğraflarının “Apo’nun haremi” olarak sunulması, ahlaki temalı yönetime örneklerdir. Teröristlerin “domuz yediği”ne dair sunum, teröristlerin “imam öldürdüğü”ne dair vurgu ise dinsel tema örnekleridir. “Sünnetsiz teröristler”, “Ermeni kökenli Apo” haberleri ise hazırdaki dış düşman duygusunun kullanıldığı milli temaları göstermektedir. Algının tümünde “şeytanlık”, “vatan hainliği” ve “ahlaksızlık” temasından biri veya birkaçının eşlik etmesinin bir boyutu, devlet iktidarının toplumsal ilişkilerdeki yerleşik değerleri kendi lehine toplama isteğinden doğmaktadır.11 Tehdit/güvenlik perspektifiyle kendini kuran ideolojik yapılanma, karşıdakini de negatiflik üzerinden üreterek bir gerçeklik algısı yaratma peşinde olmuştu. Tüm toplumsal yapıyı yeniden şekillendiren, tanımlayan, üreten ve belirleyen güvenlik ideolojisi gölgesinde şekillendirici güç olan devlet, yeni gerçeklik algısını yalan, manipülasyon ve saçma üzerine kurabilme imkânına kavuşmuştu. Güvenlik algısıyla yönlendirilen şiddetin gerçekliğin parçalan-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


79

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Düşman unsurlara karşı dinsel, ahlaki ve milli temelli kara propaganda toplumsal ilişkilerde halihazırda var olan ilişkilerin iktidara bağlanmasını sağlıyordu.

masında büyük rol oynadığı açıktır. Bu şiddetle tahrip edilen her alanın milli güvenlik ideolojisince doldurulmuş eklektik bir gerçeklik algısı yaratılması demektir. Gerek şiddete maruz kalanlar, gerekse bu şiddetin coşkun destekleyicileri haline getirilenlerin zihinsel çerçevelerinde dünyayı algılamalarını sağlayacak ve yeni bir gerçekliğin yaratılmasına olanak verecek “eğilimler demeti” oluşturulduğunda saçma ile akılsal olanın, gerçek ile yalan olanın ayrımını sağlayacak muhakeme gücü kalmayacaktır. İdeolojinin gücü de denebilecek bu durumda örneğin Başbakan Süleyman Demirel’in gazeteci ölümlerini devlet görevlilerine bağlayanlara, “Bunlar gazeteci kılığına girmiş militanlar, birbirini vuruyorlar” cevabı pek çok insana saçma görünmemektedir. Hatta 90’lı yıllarda Başbakan Tansu Çiller’in köy muhtarlarıyla yaptığı konuşmalarda söylediğine bile pek çok insan inanabilir hale getirilmiştir. Bu diyalogda, Başbakan’ı ziyarete giden 11 köy muhtarı, köylerinin operasyonda yakıldığını ve olayların askeri helikopter desteğiyle olduğunu aktardıklarında Başbakan’ın cevabı şöyle olmuştu: “Nereden biliyorsunuz devletin helikopteri olduğunu? PKK’nın da olabilir, hatta Ermenistan’ın, İran’ın da olabilir.”


80

Savaş, istisnai durum ve milli güvenlik ilişkisi Devletin korunması postulatına dayanarak gelişen imtiyaz-istisnailik-olağanüstülük ve güvenlik kavram dizisi Türkiye’de 90’larda olup biteni okumanın bir yolunu da gösteriyor. Locke’un, “kamu yararı için, bazen kanuna uymadan hatta bazen ona karşı gelerek, takdir hakkını kullanıp harekete geçme gücü­” olarak tanımladığı imtiyaz, devlete hukuku tanımama, hatta kanuna karşı gelme gibi keyfilik hakkı verir. Halkın selameti en yüce kanundur (salus populi suprema lex)12 ilkesi bir aksiyom (belit) gibi her türlü evrensel ilkeden daha üstün olarak devletin sürekliliği, devletin muhafazası, kamu yara­rı, halkın iyiliği ve insanların refahı için ne gerekiyorsa ona göre davranmayı belirleyen “devlet aklı”nı da yetkilendirir. Bu yetki, iktidarların elinde ideolojilerini temellendirmenin ve keyfiliğin aracı olarak bir sınır olmaksızın her türlü kısıtlamayı, emri, yasağı ve pratiği uygulayabilen bir devletin temel nirengi noktasını oluşturur, ona yapabilme gücü ve haklılığı kazandırır. Bu güç, egemen olana “istisna olanı belirleme hakkı” da verir. Yani “devletin çıka­rı”, “devletin güvenliği” ve son olarak “ulusal güvenliğe” dönüş­müş “Populi suprema lex” (Halkın se­lameti en yüce yasadır) ilkesine dayanan devlet aklı, tüm ilkelerin üzerinde bir ilke ve çıkarların üzerinde bir çıkar haline gelen insanların ve devletin güvenliği adına istisnailiği belirleme yetkisine sahip olur.13 “İstisnai olağanüstü durum” pek çok kez devletin yasal sınırları ihlal edebilecek boşlukları ve sözde dayanakları üretilebilmesini sağlayacak anahtardır. Siyaset felsefesinde 2500 yıldan beri dile getirilen “Güçlü olan haklıdır” önermesi, bu “istisnailiğin” büyüsüyle yasallığı bulanıklaştırarak iktidarın temel ilkesine dönüşür. Zira 90’larda devlet söyleminde yer alan iç düşmana karşı alınması gereken zorunlu tedbir ihtiyacı, koskoca bir bölgeyi hukukun dışına çıkartabilmiştir. Zira Kürt coğrafyası bu dönemde kararnameler, Olağanüstü Hal Valiliği Yönetmeliği ve Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’na göre yönetilen bir bölgeye dönüştürülmüştür. Devlet iktidarının tahkimi açısından “güvenlik” sihirli bir sözcük olarak hayati öneme sahiptir. Adam Smith’in sözlerine başvurarak anlatmak istersek, “İnsanlar özgürlükleri üzerindeki kısıtlamaları sadece güvenlik nedenleri öne sürü­lürse kabul ederler: Milli intikamın düşmanlık hissi ya da ulu­sal güvenlik endişesi dışında hiçbir şey insanları (...) boyun eğmeye teşvik edemez.”14 Bir toplumun homojen olarak inşa edilmesi, devletin meşruiyet te­ mellerinin sağlanması, bir toplum içindeki her türlü çelişkinin ör-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


81

tülmesinin sihirli kavramı gibi duran düşman tehdidi, savaş seferberliği ve bunlara dayanarak güvenlik fikri devletin kullandığı dikkat çekici bir toplumsal kontrol ve tahakküm tekniğidir. İnsanların temel hak ve özgürlüklerinden gönüllü olarak vazgeçmesini sağlayan bu teknik, akla hemen o ünlü anekdotu getirmektedir: Bir anaokulunda birbirleriyle kavga eden çocuklara öğretmenleri sembolik ortak bir düşman üretmiş ve çocuklar o günden sonra aralarında kavga etmeyi bırakıp o düşmana karşı birleşmişler. Burada “düşman” algısı üzerinden öğretmenin elde ettiği avantajlar, makro düzeyde devletin elde ettiğinin çok benzeridir. Artık çocukların huysuzluklarını daha iyi yönlendirebilir, sözünü daha etkili dinletir, vermek istediği programı daha iyi sunabilir, çocukların sadakatini daha etkili sağlayabilir. Ortak düşmana karşı birliğin lideri olan öğretmen için güvenlik, biçimlendirici bir ilke olmuştur. Savaşın bir toplumsal kontrol mekanizması ve tahakküm tekniği olduğu açıktır. Barış ve güvenlik talebinin modern devletlerde ideolojik bir teknik olarak kullanıldığı bu durum, düzeni yeniden kurmanın bir aracıdır. Savaş, siyasetin ve normalliğin doğasını yeniden tanımlayarak, güvenlik sağlayıcının sulta eğilimini sürekli besler. Emniyetsiz bir dünyada/ülkede yaşadığımız fikri, yani “milli güvenlik kavramı” devletlerin elinde hâkim, ideolojiyle eklemleşerek devletin yapılandırıcı gücünü yükseltir. Toplumsal düzeni güvensizlik üzerinde tahayyül etmek ve siyaseti güvenlik üzerinden üretmek demek, bunu sağlayacak temel organizasyon olan devleti ve onun güvenliği tesis etmek için kullandığı şiddetin de olumlanması/meşrulaştırılması demektir. Artık “savaş ve şiddet, barış ve güvenliği kurmak adına; işkence, demokratik sistemi işletmek, devleti korumak adına” uygulanabilir. Her türlü toplumsal itiraz “güvenlik” zırhı altında baskılanıp silikleşir, hatta düşman kategorisine dahil edilerek şiddetin aktüel tutulmasını sağlayan hedef nesnelere dönüşür. Devletin elinde artık en ufak ve geçici bir güvenlik sorunu bile hukukun askıya alınmasının vesilesi haline gelirken, olağanüstünün normalleşmesinde kanıt olmaya başlar. Devreye giren baskı araçları “küçük bir olayı” bütünsel düşman tehdidinin içinde değerlendirerek bütün bir bölgenin ve içinde yaşayan insanların özgürlüğünü kısıtlayan, yasallığı ihlal eden, şiddeti fütursuzca kullanan otoriter bir iktidarı örer. Örneğin, “bir teröristin görülmesi” o bölgenin imansızlaştırılmasına, göç ettirilmesine yol açabilir, hatta güvenlik güçlerinin bunları önlemesini sağlaması için yasal hakları artırılabilir. Pek çok örnekte olduğu gibi “güvenlik” adına arama iz-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


82

ni, arama usulü gibi pratikler, baskı, işkence, gibi istismarlar yargı ve yürütme tarafından görülmeyen, dile getirildiğinde bile halk nezdinde gülünç hale gelen talepler olmuştur. “Ülkenin elden gittiği” bir ortamda hukukiliğin, yasallığın veya meşruluğun tartışılması dahi düşman kategorisinde yer almaya neden olur. Pek çok insan hakları kurum ve yöneticisinin, siyasetçinin bu doğrultuda “hain” damgası yediği düşünülürse, sıradan vatandaşın bu sembolik şiddet ortamında zihinsel tutarlılığını bile koruması güçleşir. Türkiye’de 90’larda savaş/tehdit ve güvenlik retoriği içinde toplumun, siyasetin ve iktidar ilişkilerinin yeniden tanımlanmasına her an tanık olundu. Bu yıllarda MGK’da tanımlanan stratejik tehdit algısı üç çevreye oturtuldu: Bölücü Kürt silahlı hareketi, yıkıcı silahlı gruplar ve irticai faaliyetlerde bulunan kesimler. Terörle mücadele adı altında milli güvenlik söyleminin kullanıldığı bu yıllarda, bu söylemin dönüştürücü gücü mükemmel bir iktidar tekniğine büründü. Kurumların yetki ve sorumlulukları yeniden tanımlanıp yapılandırıldı, bu söylem altında toplumun kontrol edilmesi sağlandı. Devlet-toplum ilişkileri bu sayede seferberlik hali ve duygusu içinde düzenlenirken, ordunun gücünde, meşruluğunda ve siyasallaşmasında büyük artış görüldü. Bu etkiyle hayata sızan militarizasyon, toplumu ve hayatın her alanını sardı. Farklılıkları yok eden, ortaklık duygusu yaratan, pek çok unsuru bir araya getiren ve savaştan sürekli beslenen seferberlik duygusu, toplumsal ilişkileri yeniden düzenleyerek halk nezdinde şiddetin meşrulaştırılmasını ve otoriterleşmenin haklılığını üretti. 1990’lar dinsel, etnik ve sınıfsal tarzda mücadeleyi benimseyen muhaliflerin düşman algısıyla dışlandığı ve hatta hedef seçildiği yıllardı. Kemalist ve laik denilebilecek bir hatta ideolojik program benimseyen devlet iktidarı, bu çerçevede ittifak kuracağı tüm toplumsal yapıları birleştirmeyi denedi. Bu bütünleşme çerçevesinde yaratılmak istenen projenin önünde engel teşkil eden tüm yapılar ve toplumsal yaşamın öğeleri saldırıya hedef oldu. Bu saldırı, hizaya getirme, sessizleştirme veya yok etme niteliğindeydi ve düşmanın tehdit derecesine göre değişiyordu. Siyasal strateji olarak belirlenen “krizlere şiddet yoluyla çözüm bulma” çerçevesinde işleyen ve ideolojik tekelleşme için seferber edilen mali kaynaklar, şiddet aygıtları, sembolleştirme teknikleri, kültür kurumları teşvik ve caydırma diyalektiğinin aynılaştırıcı çağrılarıyla muhalifler için ülkeyi cebrin merhametsiz alanına dönüştürüyordu. Bütün insanlar devlet iktidarına yönelmiş düşmanlara karşı kurulan sistematik bir yalan ağının içinde yutulmaya başlandı.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


83

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Bir kalkışma, bir isyanın olduğuna dair tehdidin kamuoyuna duygusal tutum içinde sunulması.

Neoliberalizmin yol açtığı acıklı çelişkiler, gelir adaletsizliği, akışkan bir kentin karmaşık sorunları ve kalpsiz tuzakları altında radikalleşmeye eğilimli kitlelerin, radikal İslam, Kürt ve diğer radikal örgütlenmelerin dışında kalan pek çok unsuru, kolay çözümler getiren “düşman/tehdit karşısında birleşme” retoriğindeki ideolojik yapılanmanın, ilkel sloganların ve acımasız mesajların etkisinde kalarak seferber edildi. İnsanları ahlaki bir kayıtsızlığın, ilkel bir kendinden geçmenin ve ruhsuz bir yekpareleşmenin içine soktu, farklı unsurları bir arada tuttu. Adanma duygusu içinde 1984’ten beri Kürt coğrafyasında savaşan 5 milyon asker, sadakat duygusu içinde onları destekleyen ve sayısı 20 milyonu bulan aileleriyle “düşman algısı” yeterince güçlüydü ve bu, toplumu yeniden ve yeniden iktidarın şekillendirmesine açık hale getiriyordu. Aynı zamanda asker ve ailelerinin dışında bu savaştan doğrudan etkilenen 15 milyona yakın Kürt de hesaba katıldığında düşman/güvenlik/savaş söyleminin anlamı daha iyi ortaya çıkıyor. Bu konsept, bir tür yaratıcı yıkımla siyaseti ve toplumsal yaşamdaki normalliği yeniden belirliyor, parametreleri yeniden kuruyordu. Terörle mücadele retoriği, devlet iktidarı ile yurttaşlar arasındaki ilişkiyi yeniden belirliyor; şiddet ve denetim aygıtlarının kullanım meşruluğunu artırıyor; toplumsal ilişkileri ve kurumların görev, yetki ve sorumluluklarını yeniden ama bu kez iktidarın istediği biçimde


84

düzenleme yetkisi ve olanağı veriyordu. Zira devlete karşı baskı uygulayabilecek tüm örgütlerin ve kişilerin tartışması başlamadan bitiyordu. Medyaya, aydınlara, sivil toplum örgütlerine veya muhalif parlamenterlere gizlice zihinsel bir pranga vuruluyordu. Ordunun pratikteki etkinliklerinin artması, siyaset alanında büyük bir güce ulaşmasını sağlamıştı. Askerin siyasi ve ideolojik kontrolü altında olan MGK ve onun birimleri her türlü bilginin aktığı, ısmarlandığı, değerlendirildiği ve koordine edildiği “devlet hafıza ve eylem merkezi”ni oluşturuyordu. MGK ve birimleri, TRT, RTÜK, DPT, YÖK, valilikler ve bakanlıklar gibi devlet kurumlarıyla doğrudan ilişkiye ge­çip yönlendirme yapıp taleplerde bulunabiliyor; siyasetin tüm alanlarını ve siyasetçileri kuşatarak kamu kurum ve kuru­luşların kararlarının yönünü ve niteliğini belirleyebiliyor; toplumun, ekonominin, siyasetin her yönünü takibe alıp kontrolünü yapabiliyordu. Genelkur­ may Başkanlığı merkezli yapılan hazırlık, çalışma ve talimatlar MGK tarafından bir süzgeçten geçiriliyor ve yeniden MGK tarafından dolaşı­ma sokuluyordu. Örneğin, MGK Genel Sekreterliği’ndeki Psi­kolojik Harekât Müşavirliği’nde kadrolu iki eleman bulunması­na karşılık, Genelkurmay Başkanlığı’ndaki Psikolojik Harekât Dairesi’nde 200’ün üzerinde personel çalışıyordu. MGK, bir anlam­da koordinatör ve meşrulaştırıcı bir güç olarak faaliyet gösteriyordu. Bu yönüyle MGK’nın bir anlamda askeri eylemlerin “sivilleştirildiği” bir tampon mekanizması görevi yaptığı açıktı. Bu özellik, askerin MGK’yı ayrıcalıklı bir müdahale aracı olarak kullandığı 28 Şubat günlerinde iyice belirginleşecekti.15 Güçlenen ordunun ülke politikalarına Milli Güvenlik Kurulu yoluyla yön vermesi 90’lara geldiğinde süreklilik arz etmeye başlamıştı. 1990-1994 yıllarının Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in, “Anayasamızda tanımlandığı gibi MGK, Milli Güvenlik Siyaseti’ni tayin eder ki, bu bütün politikaların tanrısıdır, anayasasıdır. Buna aykırı davranılması düşünülemez. Bu nedenle 1982 Anayasası, ‘MGK hükümete tavsiye eder’ ifadesi yerine ‘bildirir’ ifadesini kullanmıştır. Anayasal durum bu olduğuna göre MGK kararlarının tavsiye mahiyetinde değerlendirilmesi yanlıştır...” 16 şeklinde ifade ettiği gibi hükümet ile ordu bir nevi iç içe geçmiş ve rejimin askere tabi kılınmasıyla siyaset militarize olmuştu. Zira zaman zaman Milli Güvenlik Konseyi 1991 yılının Nisan ayında olduğu gibi 15 günde üç kez bir araya gelip Bakanlar Kurulu’ndan daha sık toplanıyordu.17 1990’lı yıllarda milli güvenliğin sağlanması, terörle mücadele retoriği içinde devlet iktidarı ile yurttaş-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


85

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Güneydoğu’daki çatışmaların düşük yoğunluklu savaş haline dönüşerek orduya havale edilmesi, ordunun hem fiziki gücünü hem de siyasi gücünü artırdı. MGK’da alınan kararlarla yönetilen savaş, TSK’nın modern bir savaş gücü olarak yeniden yapılanmasını sağlarken, Genelkurmay’ın bütçesini artırarak orduyu güçlendirdi ve hükümetlerin etkisizce asker vesayetine girmesine yol açtı.

lar arasındaki ilişkiyi yeniden belirlerken şiddet ve denetim aygıtlarının kullanım meşruluğunu artırıyor, toplumsal ilişkileri ve kurumların görev, yetki ve sorumluluklarını yeniden ama bu kez iktidarın istediği biçimde düzenliyordu. Bunun için alınan sert kararlar neredeyse her iki yılda bir yeniden düzenleniyor, tehdidin boyutları ise her an topluma hissettiriliyordu. Bu minvalde 1990’lar boyunca militarizasyon, devletin siyasi tutumuyla sınırlı bir pratiğin ötesine taşarak toplumun tüm katmanlarında ve ilişkilerinde görünür olmaya başlamıştı. Okullarda, üniversitelerde, sivil toplum örgütlerinde, kalabalıklarda kimi zaman organize militarist talepler kimi zaman da hazırlanan ortamla kendiliğinden oluşan gösteriler şeklinde toplumun geneli militarizasyon sürecine dahil edilmeye çalışılıyordu. Örneğin, 1993 yılında kamuoyuna yansıyan bir “MGK” gizli yazısında ortaya çıktığı gibi, “MGK, üniversite yönetimlerine gönderdiği gizli yazıyla sakıncalı bilimadamlarının kitaplarının okutulmamasını; gerekirse senato kararıyla protesto kararı alınmasını; psikolojik harekât yapılmasını ve bu görevlerin şifahen verilip takip edilmesini; yıkıcı-bölücü faaliyetlere karşı konferanslar dü-


86

zenlenmesini” isteyen emirler veriyordu. Gizli yazıda, psikolojik harekât planını uygulamakla görevli YÖK’ün başarısızlığının sıkıntı yarattığı üniversitelerin, ülkenin güvenliğini ilgilendiren konularda araştırma ve yayın faaliyetlerinde bulunması da isteniyordu. Olağanüstü hal yasalarıyla yönetilen bölgede ise yasayla ortaya konan uygulamaların farkını halk her an yaşıyordu. Gözaltılar, köy baskınları, soruşturma ve operasyonlar bir yazılı yasaya göre tanımlanmışken, pratik uygulamalarla ilgili bambaşka iddialar ortaya çıkıyordu. Fiili uygulamalarda yargısız infazlar, kayıplar, faili meçhuller, işkenceli sorgular, kanlı köy baskınları olduğuna dair bitmez tükenmez suçlamalar ortaya atılıyordu. Bu suçlar hukukun koruyuculuğu söyleminin aksine “Olağanüstü Hal”in kalın örtüsü içinde bir cezasızlık mekanizmasına takılıyordu. Çıkarılan yasalar ve kararnameler hukuksuz olabilecek pek çok kuralın hukuka bağlanması, başka bir deyişle hukuksuzluğun hukukileştirilmesiydi. Örneğin, Terörle Mücadele Yasası içinde tanımlanan “terör” kavramı (1993) hukukla bağdaşmayacak bir keyfiyetin hukuki olarak sunulmasıydı. Olağanüstü Hal Yasası’nda yer alan “basın” kısmı da keza aynı duruma işaret ediyordu. “Gerekli görülen” haller, yargı dışına sürülmüş öznel bir despotizmi işaret ediyordu. İşte tam burada silahların gölgesinde yasaların sınırları belirsizleşip icra ediliyor ve ortaya yüzlerce mağduriyet çıkıyordu. Zira delil ve araştırmaya dayanması gereken soruşturmalar, bu olağanüstülük ortamında kadıvari bir özelliğe bürünüyordu. Milli güvenliği tehdit eden her şey şüpheli bile olsa cezai işlemin nesnesine dönüşüyordu. Açık ve seçik olarak suçları sabitlenmiş devlet görevlileri veya devlet adına karanlık işler yapan paramiliter kişiler yine milli güvenliği koruyanlar kapsamında cezasızlık zırhına bürünüyordu. Böylece Olağanüstü Hal Bölgesi’nde güvenliği sağlamak üzere oluşan “istisnai” durum ve süreçler için üretilen her pratik, genel kuralın kendisi olmuş ve hukuk askıya alınmıştı. Yukarıda da belirtildiği gibi hukuk, yazılı olarak durmasına rağmen fiili olarak hakların ihlal edildiği ve yasadışılığın normalleştiği bu durum ülkenin her yanını düzenleyen bir niteliğe büründü. Çünkü Kürt coğrafyasında özel yasaların uygulanması esnasındaki şiddet ve keyfilik, tüm Türkiye’ye yayılan hukuk ihlallerine neden olmuştu. Çerçevelenen ve gözden çıkarılan kitle için uygulamaya konan pratikler uygulayıcısının da etkilenmesine yol açıyordu. Ağacı kesen ormancının, ağaca her vurdu-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


87

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Gösteriler ise dönemin ayrılmaz bir parçası olarak hem sembolik şiddetin görüntüsü, hem de milli güvenlik konseptiyle kurulması arzu edilen militarizasyonu gösteriyordu. Militarist projeyle her türlü farklılıkların eritildiği ve tehditkâr düşman karşısında bütünleşmiş bir toplumun inşasının sembolik pratiklerinden biri de militer idollerin teşvik edilmesiydi.

ğu darbeden sonra baltanın sarsıntısı, odunun kıymığı veya ağacın mukavemetiyle kendisinin de etkilenmesi gibi, şiddeti uygulayan iktidar da bunun olumsuz sonuçlarından nasibini alıyordu. Özellikle büyük şehirlere çalışma, okuma, akrabalık, terör, baskı, sürgün nedeniyle göç eden; çevrelenmiş, kapatılmış, bihaber hale getirilip gaddarca bir keyfiyetin şiddetinden mustarip hale getirilmiş Kürtler, travmatik duyguların tamamını gittikleri yerlere de taşımışlardı. Bu yerlerde ucuz işgücü olup, sömürünün acısını katmerli olarak yaşamaya başladılar. Böylece başlarına gelenlerden dolayı politikleşen bölge halkı, bir bölgede tutulmaya çalışılan bir sorunu tüm ülkeye yaydı.


88

Güvenlik soruşturmaları Milli güvenlik perspektifinin bir başka sonucu ise güvenlik soruşturmalarıydı. Devletin korunması, halkın düşman ve dost olarak ayrımlaştırılmasına dayanıyordu. Kamusal haklardan iktidar tarafından onaylanmış insan tipine uygun olan kitle yararlanabilmişti. Ve bu güvenlik soruşturmaları, Türkiye’de uzun yıllardan beri açık ya da gizli olarak hep uygulanmıştı. Basit güvenlik soruşturmalarında, resmi kayıtlardan yararlanılarak kimlik bilgileri, aranıp aranmadığı, adli sicil kaydı, yabancı bir devletin uyruğuna girip girmediği gibi bilgiler kullanılıyordu. Ancak bunun dışında kişinin yaşadığı yere gidilerek araştırmaların yapıldığı, devlet kurumlarında gayriresmi biçimde kişilerin kayıtlarının tutulduğu bir soruşturma biçiminin de olduğu her zaman mağdurlarca söylenmiş ya da bazen deşifre olup kamuoyuna yansımıştı. Bu tahkikatın dört biçimde yapıldığı görülmektedir. İlki, adliyelerde tutulan ve kişinin geçmiş mahkûmiyetleri ve cezalarla ilgili bilgileri içeren “Sabıka Kaydı” araştırması neredeyse tüm devlet kurumlarından istenen bir evraktı. Fişleme, güvenlik ve istihbaratla görevli Emniyet, MİT ve Jandarma gibi kuruluşların, “nesnel” bir veriye dayanmaksızın “sakıncalılık” ölçütünü esas alarak kendiliğinden istihbari bilgi

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Fişleme yoluyla tespit edilen tehlikeli unsurlar devletin güvenliği kapsamında değerlendiriliyordu.


89

toplayıp depolamalarıydı. Mahallinde araştırma, güvenlik ve istihbarat görevlilerinin kişi hakkında komşuları, apartman kapıcısı, mahallenin bakkalı, muhtarlar, işyeri mahallinde araştırma, güvenlik ve istihbarat görevlilerinin kişi hakkında komşuları, apartman kapıcısı, mahallenin bakkalı, muhtarlar, işyeri arkadaşları, kahvehaneler gibi yerlerden bilgi toplamasıydı. Kişi hakkında kanaat oluşturabilecek her türlü duyumu içeren bir raporlaştırma söz konusuydu; kişinin okuduğu gazete, bıyığının şekli vb. gibi. Arşiv araştırması ve güvenlik soruşturması ise resmi bir kurum veya makamın isteği üzerine bir kişi hakkında yapılan arşive, adli sicile, idari ajana ve mahalli araştırmaya dayanarak yapılan istihbaratın raporlaştırılmasıydı.18 Yönetmeliğin 11. maddesinde belirtildiği gibi güvenlik soruşturmasıyla araştırılacak konular; kimlik kontrolü, kimlik kayıtlarının doğruluk derecesi, uyruğu, geçmişte yabancı bir devletin uyruğuna girip girmediği; kolluk kuvvetleri tarafından halen aranıp aranmadığı, kolluk kuvvetlerinin ve istihbarat ünitelerinin arşivlerinde bilgiler bulunup bulunmadığı, adlı sicil kaydının ve hakkında bir tahdidin olup olmadığı; yıkıcı faaliyetlerde bulunup bulunmadığı ve 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun’a ve Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı davranıp davranmadığı; şeref ve haysiyetini ihlal edecek ve görevine yansıyacak şekilde kumara, uyuşturucuya, içkiye, paraya ve aşırı bir şekilde menfaatine düşkün olup olmadığı; ahlak ve adaba aykırı davranıp davranmadığı; yabancılarla, özellikle hasım ve hasım olması muhtemel devlet mensupları ve temsilcileriyle ilgi derecesinin içyüzü ve nedeni; sır saklama yeteneğinin olup olmadığı” şeklindeki, çoğunlukla kategorize etmeyi hedefleyen araştırmalardı. Yıllar boyunca herhangi bir yasal dayanağı olmamasına rağmen alenen uygulanan “güvenlik soruşturması”na dair ilk yasal metin, yine kanuna dayanmadan çıkarıldığı için yasallığı tartışılan 8 Mart 1990 tarihli ve 90/245 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla çıkarılan “Güvenlik Soruşturması Yönetmeliği”dir. Yıllarca yasal dayanağı bulunmayan yönetmeliklerle düzenlenen güvenlik soruşturmasının kanunu ise 3 Kasım 1994 tarih ve 22100 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 4045 sayılı “Güvenlik Soruşturması, Bazı Nedenlerle Görevlerine Son Verilen Kamu Personeli ile Kamu Görevine Alınmayanların Haklarının Geri Verilmesine ve 1402 Numaralı Sıkıyönetim Kanununda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun”du. “Güvenlik soruşturması” savaş ve güvenlik algısının oluşmasında optimum yararlar sağlıyordu. Zira hegemonik mücadele içinde olan bir iktidar için en elzem konu, devlet kurumlarının

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


90

korunmasıdır. Ve güvenlik soruşturması bunu sağlayan bir işleve sahiptir. Zaten güvenlik söylemiyle sağlanan suskunluk, hak ve özgürlük gaspı yaparken iktidarı rahatlatıyordu. “Güvenlik soruşturması” ise iktidar devlet kurumlarını tehlikeli muhalif kitlelerden temizlemekle kalmıyor, uzak da tutmuş oluyordu. 12 Eylül 1980 sonrası güvenlik soruşturması adı altında “fişlenmiş” 1,5 milyon insan ve aileleri uzun yıllar kamu görevinden uzak tutuldu, vatan haini muamelesi gördü. Fişlenen bu büyük kitle uzun süre kamu görevlisi olma hakkından yararlandırılmadı, cezalı gibi muamele gördü, özellikle askeriye, emniyet, adalet, içişleri gibi görevlere yaklaştırılmadı, akrabaları bile devlet kurumlarından uzak tutuldu. Tehlikeli kitle olarak addedilen fişlenmiş muhalif kitleye kapılar kapandığı gibi çocukları ve akrabaları da aynı muameleyi gördü; asker, polis, savcı, hâkim yapılmadılar; genel müdürlük, müsteşarlık, vb. yüksek bürokratik görevlere gelmeleri engellendi. Darbeden 30 yıl sonra bile Genelkurmay ve İçişleri Bakanlığı’nda memuriyet kazanmış insanlar “güvenlik soruşturması” neticesinde uzak akrabalarından birinin siyasi mahkûm olması nedeniyle göreve başlatılmıyordu. Örneğin, 2010 yılında bir askeri öğrenci babasının 1989’da kendi doğumundan önce gerçekleştirdiği sakıncalı fiili nedeniyle okuldan atıldı. Aile, uzun süre hukuki mücadele vermek zorunda kaldı.19 Devletin sahipleri ile devletin düşmanları esasına göre fişlenmiş pek çok insan ve yakını buna benzer şekillerde devlet kurumlarından uzak tutulmuş, yaşam alanları daraltılmıştı. 1980 darbesinden sonra devlet kurumlarının muteber memurları ise, resmi ideolojinin kalıbına uygun “vatanını, milletini, devletini seven, içinde Allah korkusu olan, ahlaklı, faziletli, milliyetçi ve dindar” kimselerden devşirilmeye başlandı. 30 yıl boyunca hiç değişmeksizin, tüm halka hizmet sunan ve bu yüzden halkı manipüle etme gücüne sahip olan kritik devlet kurumları, başarı ve yeteneğe göre değil, resmi ideolojinin kalıbına uygun kişilerce işgal edildi. Cunta döneminin personel seçme ve yükselmenin kriterinin neredeyse yegâne koşulu olan “milliyetçi ve dindar kimliğe sahip olmak” sonraki dönemlerde oluşan hükümetlerce de sürdürüldü. Devlet kademelerinde hızla milliyetçi dindar kadrolaşma kökleşerek yerleşti. Devletin tüm olanaklarını (araç gereç, iletişim, yasalarla korunma) kullanan bu kitle, hizmet verdikleri kitlelerden istedikleri biçimde de davranmalarını istiyorlardı. Düzenledikleri ihalelerle, satın almalarla kendi kitlelerini güç-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


91

Gizli ve açık fişleme örnekleri.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

lendirdikleri gibi farklı gruplar üzerinde ideolojik baskı kurmaya başlamışlardı. Devlet kurumlarında kadrolaşmış ideolojik kitle, devletin olanaklarını kendi ideolojisinden olan insanlarla paylaştı. Kamu hizmeti bir nevi bir grubun hizmetine dönüştürüldü. İşkence, sorgulama, yargılama, cezaevi, sürgün, kamu haklarından men edilme gibi doğrudan cezalandırmalara maruz kalan büyük bir kitle, otuz yıl boyunca açık ya da gizli fişleme yoluyla cezalandırılmış oldu. Böylece 90’lı yıllarda devlet aygıtının ideolojik olarak korunmasının yolu, personel rejiminde güvenlik soruşturmalarının temel kıstas haline getirilmesi oldu. Devlet Memurları Kanunu ve YÖK Disiplin Yönetmeliği örneklerinde olduğu gibi idareye, kişileri kamu hizmetinden men etmek, unvan kullanmalarını engelle­mek gibi yargısal ve keyfi yetkilerin verilmesi, bu yolla perso­nel kadro ve politikalarının askerin denetime girmesi, RTÜK gibi tüm “bağımsız idari birimler” de Genelkurmay ve MGK tarafından atanan temsilcilerin yer alması,59 kısacası demokra­tik kurumların ve sivil kuruluşların sembolik ve fiili olarak, nitelik ve işleyiş açısından militarize edilmesidir. Özellikle bu ikinci husus ilerleyen zamanlarda asker tarafından “Batı Çalışma Grubu” adı altında kurulan “fişleme birimi”nin var­lığıyla iyice ayyuka çıkacaktı. Dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın inisiyatifinde başlatılan ve Silahlı Kuvvetler’in hemen tüm kade­ melerinde birer bürosu oluşturulan BÇG’nin çalışma biçimi, Erkaya tarafından ilgili birimlere gönderilen talimatta açık ola­rak belirtiliyordu: İl ve ilçelerdeki tüm dernekler, vakıflar, meslek kuruluşları, iş­ çi ve işveren sendikaları, yükseköğrenim kurumları, öğrenci yurtları, vali, kaymakam, belediye başkanları ve diğer mülki makam-


92

larda bulunan görevlilere ait biyografiler ve anılan şa­hısların siyasi görüşlerinin tespit edilmesi, il genel meclis ve belediye meclis üyeleri, siyasi parti il ve ilçe teşkilatlan yönetim kurulları, yerel TV, radyo, gazete, dergi basın yayın kuruluşlarına ilişkin temin edilen tüm bilgilerin, yazılı ve anketlere kayıtlı olarak Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda toplanacaktır.20

Bu konuda, fişleme faaliyetinin çapını ve kullandığı araçları ortaya koyan çarpıcı örneklerden biri de 8. Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı’nın, 2. Kolordu’dan gelen İKK. KB (63) sayılı bir emri dağıtıma soktuğu, Kurmay Başkanı K. Albay Mah­mut Sancar imzalı, 19 Şubat 1997 tarihli yazısıdır. Bu yazıda şöyle deniyor:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Silahlı Kuvvetler’in iç ve dış tehdit­ lere karşı koruma ve kollama, her Türk vatandaşının olduğu kadar T.S.K. personeli ve onların eş ve çocuklarının en büyük milli görevidir. Bu bakımdan Kara Kuvvetleri’nin tüm perso­neli ve aileleri birer haber toplama vasıtasıdır. Tüm Kara Kuv­vetleri personeli ve ailelerinin elde edeceği her türlü belge, bilgi ve haberi bu konunun üst komutanlık tarafından bilinip bilinmediği yorumunu yapmadan silsileler yoluyla üst komu­tanlığa ulaştırması ve personelin bu hususta bilgilendirilmesi ilgi ile emredilmiştir.21

Nitekim bu konuda binlerce sayfalık fişler tutulmuştur ve bunlar devlet hafıza merkezinin önemli kayıtları haline gel­miştir. Bu dönemde, askeri otorite-siyasi otorite ilişkileri modelinin bir adım daha ileriye götürüldüğü uygulamalara da tanık olun­muştur. Bunlardan en önemlisi Başbakanlık Kriz Masası Yönetmeliği’dir.


Şiddet

Devletin kurulma ve tahkimi aşamasında güvenlik paradigmasına eşlik eden ve merkezi role sahip olan bir başka teknik ise şiddettir. İktidarın yapışık ikizi ve etkili tekniği olan şiddetin toplumsal tahakküm, denetleme ve kontrol tekniği olarak kullanılması iktidarın temel pratiğidir. Güvenlikle birlikte yaptığı toplumsal hafriyat devlet kurumlarının istendik tahkimini de sağlamaktadır. Gramscigil geleneğin belirttiği gibi, çıplak şiddetin ortaya çıkması iktidarın krize girmesi, çöküş sürecine başlaması ve egemenliği yitirme tehlikesi durumuna tekabül eden bir teknikler dizisidir.22 Hegemonik bir projenin uygulandığı normal ortamlarda sembolik bir tarzda ve tali görüntüde ideolojik (kültürel) aygıtların koruyucusu gibi geride durur. Devlet iktidarının meşruiyet sorunu yaşamadığı, rıza üretiminin olağan biçimde sağlandığı durumlarda planlı taktik işbirliği ve tavizlerin verildiği olağan durumun bozulup bir iktidar krizi baş gösterdiğinde ise şiddet tedricen devletin korunma refleksinin temel tekniği haline dönüşür. Yaşanan krizin boyutuyla şiddet kullanım tekniklerinin düzeyi doğru orantılı olarak devreye girer. Devletin güvenliğinin sağlanması iddiasıyla olağan durumlarda işler olan hukuksal devlet paradigması, güvenlik temelli şiddet tekniğinin yok edici gücü tarafından geçersiz kılınır. Böylece toplumun asi kesimlerinden başlamak üzere egemenliğin tesis edilmesi için siyasal, törensel, sesli, sessiz, simgesel, fikirsel olmak üzere çeşitli biçimlerde devreye girmeye başlar. Zira militarizasyon yoluyla bir toplumda (okul, dernek, asker vb.) her yer şiddet ağlarıyla örülmeye ve toplumsal aktörlerin gündelik yaşamlarındaki yaratıcı edimlere bir hayalet gibi eşlik etmeye başlar. Şiddet, nesnel bir korkunun göstergesi, belirsizliğin körüklediği kaygının nedeni olarak tüm toplumu katederek insanları kalıplara sokmaya çalışan, belli biçimde davranmaya zorlayan, denetim kurmayı kolaylaştıran, anomaliyi kullanan, tehlikeleri ayıklayıp düzenleyen bir tekniğine dönüşür. Şiddet,

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


94

ister azap veren şiddet biçiminde görünür olsun, ister sembolik olarak sinsice uygulansın, ruhlarda travmalar yaratan mükemmel bir iktidar tekniği olmuştur. Sadece bu nedenle bile işkence gören yüzbinlerce insan, yok edilen yüzlerce kurban yakını en yakınlarını kaybettikleri halde, uzun zaman resmi başvuruda bulunamamışlardır. Güvenlik konseptiyle birleşmiş bir şiddetin kapsayıcı ve hükmedici gücü sınırlama, belirleme, çeşitli kategorilere ayırıp düzene koyma içeriği toplumun her hücresine girmiştir. Bu haliyle muazzam bir caydırıcılık gücüne sahiptir. Şiddet aynı zamanda hızlı, iş bitirici, pratik, kolay bir teknik olarak devletin hantal ve bürokratik gövdesine canlılık kazandırır. Yargılama, ikna etme, rehabilitasyon, takip, istihbarat toplama, kontrol etme, düzenleyici aygıtlar geliştirme ve bunları sürekli hale getirme gibi çeşitli türden güvenlik ve meşruiyet görevlerinin yerine geçerek ekonomik bir kolaylık sağlar. Bu doğrultuda, güvenliği tehdit eden politikacıların, öğrencilerin, insan hakları savunucularının, sendikacıların ve sivil kurumların iktidarı denetleme işlevlerini daraltarak ya da yok ederek dikensiz gül bahçesi yaratır. Ancak hemen belirtmek gerekir ki şiddet aygıtlarının öne çıkması, yaptığı yasadışı işleri örtmek ve toplum üzerinde optimum düzeyde destek sağlayıcı ideolojik aygıtların işlevini tamamen yok etmez. Tersine, şiddet aygıtlarına daima eşlik eden ya da onlarda içerilmiş bir ideolojik söylem olarak bulunur. Yasa ve hukukun dizginleyici çerçevesinin şiddetin karşısında gerilemesi, şiddet ile yasallığın gerilimli zıtlığını gösterir. Yasa ihlali, hukukun geriletilmesi veya yok sayılması karakteri gereği devlet şiddetinin ruhunda vardır. Devlet için şiddet pratiklerinin kullanmasını gerektiren şartlar, yasanın ihlal edilmesini gerektiren şartlarla aynıdır. Bu da güvenlik sorunundan beslenir. Bütün bu anlatılanlar, iktidara şiddetin “güçlülük” imajı sağlar; iktidar sadık ve yandaş bir kitlenin yaratılmasında toparlayıcı bir etkiye sahip olur. Büyük bir kitle, güçlünün kullandığı şiddetle kurduğu ideolojik özdeşleşme vasıtasıyla vecd duygusuna kapılır ve her türlü siyasi ayrım gerekçelerini unutabilir. Şiddet sadık bir yandaş imali için harikulade bir tekniğe dönüşürken bütünleştirici bir yaşam tarzının da harcı gibi olur. Tahakküm tekniği olarak şiddetin ancak iktidar krizlerinde yükselen bir trend izlediğini görebiliyoruz. Bu anlamıyla pek çok veri, 90’lı yılların Türkiyesi’nde bunun somut koşullarının oluştuğunu göstermektedir. Sadece çıplak şiddetin niceliğine bakıldığında bile iktidarın meşruiyet ve rızayla ilgili sorunları olduğu anlaşılabilir.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


95

Zira hiçbir devlet, rıza mekanizmalarının işlediği, onay aldığı bir siyasal ortama yüksek derecede bir şiddeti ikame etmemektedir. 90’larda devletin kadim “güvenlik” stratejisinin devreye sokulmasıyla başlayan şiddet faaliyetleri, çeşitli hedef ve düzeyde hayata geçmişti. Doğal olarak 90’lı yıllarda uygulanan şiddetin “oluşan krizi aşmak”, “devleti korumak” ve “güvenliği sağlamak” üzere özel bir yeri vardı. Şiddetin tam da iktidarın elden gittiği zamanlarda ortaya çıktığını ve aslında çöküş sürecine tekabül ettiğini belirten Arent’i23 doğrular nitelikte 1990’lı yıllarda yaşanan iktidar krizi devleti, şiddeti en yüksek seviyede uygulamaya itti. Çünkü şiddet ve işkence, bedenin bir iktidar ilişki ağı içinde yer almasını sağlıyordu. Operasyonlarda, baskınlarda ve sorgularda bu şiddet en kıyıcı noktalara ulaşıyordu. Örneğin, sorgucu görünümünde temsil edilen devlet iktidarının kurbanla kurduğu ilişki, tüm veçhelerinde denetim dizgelerini, sembolik anlamlarını, talep ettiği itaati ve uysallığı içeriyordu.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Kaba dayak, yumruklama, tahta sopalarla dövme. Bazıları ayaklarından tavana asılıyordu. Bazıları çırılçıplak Filistin askısına takılıyordu. (İşkencede ölen) Murat Arslan’ı böyle asıp bacaklarına da araba lastiği geçirmişlerdi ki, çırpınamasın. Olmuyordu. Bir insan nasıl oluyor da o kadar zulme, acıya dayanabiliyor diye hayret ediyorsunuz. Affederseniz, at benzeri bir hayvan olsa o işkencede o darbelerle ölür yani... Diyarbakır JİTEM timi durmadan JİTEM’e adam alıp, sorgulayıp öldürüyordu. Biz bunlara gözümüzle kulağımızla da şahit oluyorduk. Adamlar hücrelerde haykırıyordu. O insanlar da sonradan yok oluyordu. Binanın arkasında bir çöp bidonu vardı. Şehmuz Çavuş’u ya da timden başka birini orada insanların özel eşyalarını, elbise, ayakkabılarını yakarken görüyorduk.24

Hepsinden önemlisi, infaz timinde yer alan bir JİTEM’cinin yukarıda anlattığı gibi şiddet, Kürt coğrafyasında insanların gündelik hayatının bir parçası haline dönüşerek iktidarın beden-yaşam üzerinde sahip olduğu belirleyicilik konumunu ve biyolojik varlık olan insanın bedensel zafiyetlerinin nasıl kullanıldığını gösteriyordu. Bu dönemde öldürülen “hasımların” öldürüldükten sonra da bedenlerine işkence edilmesi, örneğin öldürülen militanların kulak, parmaklı meme ucu gibi uzuvlarının kesilip, bunların fotoğraflarının çektirilmesi ya da “anı” olarak saklanması veyahut cesetlerin birer “ibret vesikası” olarak panzer­lere bağlanarak meydanlarda sürüklenmesi gibi pratiklere de sıklıkla rastlanıyordu.


96

1 Mayıs 1994 İşçi Bayramı’na katılan SHP Milletvekili Selman Kaya’nın milletvekili olduğunu belirtmesine rağmen dövülmesi, 90’lardaki resmi şiddetin kural tanımazlığının göstergesiydi.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Ancak görülen şiddet yalnızca çıplak bir fiziki şiddetle sınırlanmıyordu. Sembolik şiddetin25 toplum boyunca katettiği yolun yarattığı etki, muhalifleri zapt etmek için kullanılan çıplak şiddetten daha büyük bir etki yaratıyordu. Tahakküm pratikleri içinde şiddetin çıplak ve fiziksel yönleri vurgulanacağı gibi (işkence, öldürme, yaralama vb.) şiddetin “görünmez formu” olan sembolik şiddetin de tahakküm tesisi için etkili bir güce sahip olduğunu belirtmek gerek. 90’lar boyunca gözal­tında kaybedilen, yargısızca infaz edilen ve faili meçhul cinayete kurban giden on binlerce insanın mezarsız kalması veya kimsesizler mezarlığına ya da toplu mezarlara gö­mülmesi, söz konusu devlet şiddetinin, mağdurların yakınları üzerinde de sonsuz bir işkence pratiği olarak sürdürülmesi ise şiddetin sembolik yanlarını gösteriyordu.26 Bu aynı zamanda karşı güçlerde de güçlü tepkisel anlar yaratıyordu. Köy meydanlarında, gösterilerde veya cezaevlerinde devletin uyguladığı şiddet pratiklerinin gölgesinde yetişen/yaşayan insanlar siyasetin körlüğünü, kamuoyunun merhametsizliğini, bürokrasinin caniliğini görüyorlardı ve miras alınan söylentilerin zihinlerine yerleştiği tortularla “şiddetin dönüştürücü” gücüyle yeniden şekilleniyorlardı. Devletin kültürel ideolojik ortamı belirleme, şiddet tekelini elinde bulundurma ve kullanma yetkisi, gelişmiş şiddet araçlarının kullanımını korkunç boyutlara ulaştırabiliyordu. 1990’lı yıllarda (şiddetin daha alt teknikler biçiminde ya da) şiddet pratiklerinin daha mikro düzeydeki uygulamaları işte bu perspektiften (devlet iktidarının güvenlik algısı, korunma refleksi, şiddeti sorgusuzca kullanabilme yetkisi) bakıldığında anlaşılabilir. Bu bağlamda mikro düzeydeki şiddet pratik çeşitliliği makro iktidarın taktik


97

manevralarının sonucu ona bağlanabiliyordu. Zira feodal ilişkiler, değerler, kültürel yapının ürünü davranış kalıpları ve tutumlarla ortaya çıkmış bu mikro iktidar ilişkileri, paramiliter güçler oluşturulurken ve şiddet aygıtları kullanılırken dikkate alınmıştı. Şiddetin taktiklerinin doğrudan hedefi ise muhalefet odaklarıydı. Kürt coğrafyasında toplumsal muhalefetin çeşitli odakları olan büyük bir kapatmaya alınarak şiddetin muhatabı olmuşlardı. Parti yöneticilerine, seçilmiş milletvekillerine, belediye başkanlarına, dernek üyelerine, öğrencilere, bilim insanlarına, gazetecilere, yayıncılara, sendikacılara kadar geniş bir muhalif kesim, doğrudan ya da hukuksal araçlarla şiddete maruz kaldı. Doğuda devletin şiddet aygıtlarının uyguladığı çıplak şiddet, batıdaki muhalifler açısından başka türleriyle de devreye girdi. Türk muhalif sol çevreleri, dar bir kitlesel etki alanı dışında halk desteğine sahip olamamıştı. Şiddete başvurduğu anda halkın açık düşmanlığıyla karşılaşırken; gösteri, basın açıklaması gibi sıradan eylemlerde bile saldırılara maruz kaldılar.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


IV. bölüm 90’larda devlet aygıtı

Rıza üretme aygıtları

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

“Devlet sivil toplumu tepeden tırnağa, en genel varoluş tarzlarından bireylerin özel hayatına kadar denetler, gözler, düzenler, ağ gibi sarar ve hizaya sokar”1 diyen Marx, devletin işlevini formüle ediyordu. Bütün devletler “denetler, gözler, düzenler, ağ gibi sarar ve hizaya sokar”, ama bunu yaparken ortaya çıkan pratikler ve sonuçlar her toplumun kendi özgün yapısına göre değişir. Bu bağlamda 1990’lı yıllarda Türkiye coğrafyasında tezahür eden iktidar pratikleri ve sonuçları, “daha iyi bir gelecek” mücadelesi sürdüren insanoğlu için ibret verici doneler sunuyor. 12 Eylül darbesi, 80 yılında birikim, hegemonya ve devlet krizinin yol açtığı kapitalist bir bunalımın sonucu ortaya çıkmıştı. 24 Ocak Kararları’yla yeni sermaye birikim rejimine geçiş arzusunu güçlü sendikal hareketler, radikal sol muhalif güçler, parlamento içinde yer bulmuş emek yanlısı vekiller ve bilumum direnç odakları sınıf-temelli bir siyaset yürüterek engelliyorlardı. Özetle, darbenin, bu birikim rejimini kurmak için burjuvazinin siyasal gücünü artırmaya dönük işçi sınıfını ve toplumsal muhalefeti disipline etmek üzere yapıldığını söylemek çok yanlış olmayacaktır. Zira siyasal kurumların kapatılması, kovuşturmaya uğraması, toplumsal güçlerin geriletilmesi, ileri politik unsurların yoğun bir şiddet ortamında öğütülmesi, devletin yeniden yapılandırılarak her türlü demokratik hak ve özgürlüğün daraltılması, baskı aygıtlarının yoğun biçimde sınıf-temelli siyaset yapan odakları hedef seçmesi gibi fiiller bu sınıfsal bağlamı haklı çıkaracak niteliktedir. Darbe dönemiyle cuntanın otoriter önderliğinde kurulmaya çalışılan güçlü ve yönetilebilir bir kültürel-ideolojik hegemonya daima sorunlu olmuştu. 1983 yılında seçilen ANAP, ülkenin neoliberal politikalarla tanzim edilmesi işine yoğun biçimde soyunmuştu. Buna uygun olarak ANAP lideri Özal’ın, “Vitrinleri doldu-


100

ralım, herkese gösterelim, herkesin çalışma azmi artsın. Başka türlü milli gelir artmaz ki. Başka ülkelerle rekabet edemeyiz. Bizi fersah fersah geçmişler”2 sözleriyle dillenen piyasa fetişizmi başarılı biçimde tüm topluma yaygınlaştırıldı. Ancak ANAP’ın siyasal alanı alt sınıflara kapatan otoriterliği, mağduriyet hissiyatındakileri kullanan muhafazakârlığı ve tüm toplumu piyasa ekonomisiyle şekillendirip bir piyasa fetişizmi yaratmayı öngörmesi ve bu sayede kendi çıkarının peşinde koşan, rekabetçi, girişimci ve tüketici bireyi yaratmayı hedefleyen liberalizmi siyasal alanda bir hegemonya yaratmada sorunlar oluşturmuştu. Alt grupların ekonomik ve siyasal haklarını kısarak sadece tüketici ve çalışan yaratıklar olarak kalmasına dönük siyasi ve hukuki hamleleri burjuvazinin ANAP’ı uzun süre desteklemesine yol açmıştı. ANAP, umut vaat ettiği kentli orta sınıftan da toplumsal taban sağlamıştı. Ancak tahakküm aygıtlarıyla zapturapt altına almaya çalıştığı işçi, köylü, memur, yeni kent ve kır yoksulları, sendikacılar, solcular, Kürtler ve Alevilerden oluşan çok geniş bir kesimin desteğini almayı başaramadı; yüzde 45,1’le başa geldiği 1983 seçimlerinden sonra 1987’de oyları yüzde 36,3’e geriledi. 1989’da işçilerin grevleri, öğrenci hareketleri, PKK’nin eylemleri gibi iyice artmış olan toplumsal muhalefet altında girdiği yerel seçimlerde ise oyu yüzde 21,8’e düştü. Resmi ideoloji çerçevesinde kurulmak istenen hegemonyada ayrıcalıklı bir rol verilen muhafazakâr kesimler de 90’lara gelindiğinde, siyasal İslamcılığın çekim alanına girmişti. ANAP, 1991’de hükümeti kaybederek arenayı, uzun müddet boyunca sürecek koalisyon hükümetlerine terk etti. Ancak ANAP, darbeden sonra yaratılmak istenen ideolojik yapılanmadan devraldığı mirasa önemli katkılarda bulunmuştu ve bu Türk-İslam sentezine dayanan yapılanma sonraki yıllarda oluşan pasif devrimin3 taşıyıcısı olmuştu. 1990’lara gelindiğinde tıpkı 80’lerdeki gibi yeni bir hegemonik devlet krizi baş göstermişti. Ancak bu kez krize on yıl boyunca ekilen tohumların yeşerttiği yeni ortamlar, aktörler ve yapılar yön veriyordu. Devlet yönetiminde siyasi partiler görece de olsa bağımsız etkinliklerini tamamen yitirerek devletleşti (bkz. parti ve seçimlerin analizi). Devlet yönetimi ve siyasetinde zaten etkin olan Milli Güvenlik Kurulu gibi militarist bir yapının tam olarak etkisine girdi. Bu yapının güvenlik paradigması, on yıl boyunca neoliberalizmin değerleriyle soslanmış olarak inşa edilen militarizmin doruklarına ulaştı. Kolluk güçlerinin başat belirleyici olarak devreye girdiği kıyıcı bir şiddetin uzun süre uygulanmasına

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


101

yol açtı. Finans sermayesini kontrol eden ve küresel kapitalizme eklemlenebilen büyük burjuvazi dışındaki sermaye kesimlerinin artan rahatsızlıkları nedeniyle hâkim sınıflar ve fraksiyonların oluşturduğu iktidar bloğunda derinleşen birlik sorunu ve ihmal edilmiş sınıfların artan huzursuzlukları, Milli Güvenlik Kurulu güdümündeki zayıf koalisyon hükümetlerinin hegemonya projeleri üretememesi ve toplumda geniş düzeyde rızanın devşirilememesi bu dönemde Refah Partisi temsiliyetindeki siyasal İslam ve Kürt siyasi hareketine kültürel ve siyasi bir etkinlik sahası yarattı. İşçi ve memur sendikalarının, köylülerin, yeni kent ve kır yoksullarının, radikal solcu grupların, Alevilerin dışlandığı bu ortamda egemenliği elinde bulunduran devlet iktidarı tahakküm araçlarını da yeniden yapılandırdı. Bilindik tahakküm tekniklerinin yanına ikame edilen tahkim biçimleriyle karmaşık bir iktidar örüntüsü oluştu. Otoriterleşmesini katmerleştiren devlet iktidarı, buna uygun olarak şiddetin dozunu ve mahiyetini de artırdı; mühimmat ve donanımlarını revize etti. Örneğin, 1999 yılında dünyanın en fazla silah alan üçüncü ülkesi olarak güvenlik aygıtlarını güçlendirdi.4 Yenidünyanın ekonomik modeli içinde yer almak isteyen güçlerin toplumsal yapıyı, iktisadi hayatı ve devlet aygıtını yeniden aktif ve istendik şekilde yapılandırmak, tıkanıklıkları aşmak ve devamlılık sağlamak üzere giriştikleri 80 darbesi en geniş birliği sağlamak üzere hareket etmişti. Bu birliğin sağlanması için milliyetçi ve dinsel pek çok kesimin ittifakına dayanılmak istenmişti. Farklı çıkar gruplarına ayrılmış olsalar da sermaye sınıfı içinde kurulmuş birlik, milliyetçi, dinsel ve laik Kemalist çevrelerin eklemlenmesiyle daha geniş bir birliğe dönüştürülmüştü.5 Cuntanın buyurgan önderliği altında heterojen bir bütünlük arz eden bu birlik, 80’li yılların sonuna dek gittikçe aşınarak da olsa devam etti. Türkiye’de 1970’li yıllarda bozulan toplumsal yapının organik ve kültürel birliği, 1980 yılından itibaren devletin kurduğu egemenlik düzeniyle giderilmeye çalışılmış; eğitim, dinsel kurumlar, politik partiler, sendikalar, medya, hukuk gibi kurumlar kullanılarak rıza yoluyla tesis edilmeye çalışılmıştı. Polis, asker, mahkemeler ve cezaevleri gibi zorlama aygıtları kullanılarak sağlanan asayişin devamı rıza temelli bir “milli mutabakata” dayandırılmaya başlanmıştı. Toplumsal hayatın zor yoluyla değil aynı zamanda ideolojik değerlere dayanarak ve herkesin “ortak düşüncesi” haline gelen kültür yoluyla da yönetilmesi, düzenin devamı için zorunluydu. Gramsci’nin “bir sınıfın sivil toplumu denetim altına almadan iktidar olamayacağını”, Althusser’ in ise “hiçbir sınıfın

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


102

Devletin İdeolojik Aygıtları üstünde egemenlik oluşturmadan, devlet iktidarını sürekli olarak elinde tutamayacağını”6 belirttiği gibi 80 sonrasının resmi ideolojisi de türlü sınıfsal, kültürel veya etnik ayrımın üzerinde, “ülkenin birlik ve bütünlüğü” ilkesini yücelten “stratejik önemi sebebiyle dış güçlerin oyununa gelmemek gerektiği” tezine dayandırıldı. Bunu yaygınlaştıracak en işlevsel kurum olan eğitim sistemi, basın yayın gibi araçlar özenli olarak dizayn edildi. Resmi ideolojinin yekpare ve tekçil söyleminin dışında kalan birey veya örgütlü karşıt söylemler tehdit düzeylerine göre yadsındı, itibarsızlaştırma kampanyalarına maruz kaldı ya da baskı araçlarıyla elimine edildi. Zaten cunta tarafından olağanüstü bir şiddetle bastırılan sol muhalif güçlerin örgüt, dernek, grup veya sendikaları resmi ideolojinin oluşturulduğu birliğin sembolik karşıtlığı olmanın dışında ne ittifaka alındı, ne de uzun süre siyasi arenayı etkileyecek bir varlık gösterebildi. Yeni ideolojinin yaratacağı “yeni insan” tipinde sol değerleri içerecek hiçbir özellik olmadığı gibi tersine “karşıt modelin” göstergesi oldu.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Resmi ideolojinin yenilenmesi

Cunta iktidarının topluma istendik şekilde istikamet vermek için kurmak istediği “Türk-İslam sentezi”ne dayanan ideolojisinin oluşmasında 1973 yılında kurulmuş olan ve içinde pek çok akademisyenin bulunduğu “Aydınlar Ocağı” adlı derneğin rolü büyüktü. Türk-İslam sentezi, 1973 yılında Aydınlar Ocağı’nın görüşü olarak ileri sürülmüştü. Cuntaya ve ardından gelen ANAP hükümetine danışmanlık yapacak, kurumlarına kadro tahsis edecek resmi ideolojisine temel oluşturacak Aydınlar Ocağı’nın bu görüşleri bazı temel argümanlara dayanıyordu: Bunalımın nedeni; Türkiye iç ve dış düşmanların kültürel saldırısı altındadır. Batı emperyalizmi milli kültürümüzü yıkmaya çalışmaktadır. Atatürk’ten sonra izlenen Batılılaşma politikalarında milli kültüre sahip çıkılmadığı için, emperyalizm ve çarpık kentleşme milli kültürü zayıflatmıştır. Milli kültür çözülünce 12 Eylül 1980 bunalımına düşülmüştür. Bunalımda çıkmak için milli kültür planı yapılmalı, bu plan devlet eliyle ve gücüyle uygulanmalıdır. Milli kültür bireyleri bağlayan, bütünleştiren bir özdür. Kültürümüz milli olmalı ve bu kültür bütün bireylere yeknesak biçimde verilip yaygınlaştırılmalıdır. Türk seciye ve tabiatına en uygun din İslam’dır. Türkler Müslüman oldukları için milli kimliklerini korumuşlardır. Kültürümüzü ve özümüzü koruyarak Japonlar gi-


103

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Resmi ideolojinin tanziminde eğitime biçilen rol gereği, tehlikeli personeller ayıklandı, milliyetçi, dinsel ağırlıklı ders programları hazırlandı ve sistematik bir ritüeller ağı kuruldu.

bi sadece Batı’nın teknik ve medeniyetini almak gereklidir. Bozulmuş olan milli kültürü milli kültür planı uyarınca devlet eliyle onarmak ve devlet gücüyle korumak gerekir.7 Bu görüşlerin cunta iktidarı tarafından benimsendiğini Aydınlar Ocağı Başkanı, “Türk-İslam Terkibi tezimizin 1980 sonrasında devlet katında bir kabul ve itibar gördüğü doğrudur. Çünkü bu akıl ve ilmin ortaya koyduğu bir vakidir. Nitekim Atatürk Yüksek Kurulu’nun Türk-İslam sentezini benimsemesi bizim için sevindirici olmuştur. Niye böyle oluyor? Sağa sola bakıyorlar, başka çıkış yolu bulamayınca bu fikre geliyorlar”8 sözleriyle onaylıyordu. Cunta dönemi ve sonrasında Aydınlar Ocağı’nın içinde yer aldığı veya tertip ettiği toplantılar ise “Türk-İslam sentezi”nin açıklandığı, geliştirildiği ve değerlendirildiği yerler oldu. Her birine devletin en üst kademelerinden temsille katılımın olduğu ve bir danışma kurulu gibi işleyen bu toplantıların 12 Eylül darbesinden sonra ilki 9-10 Mayıs 1981 tarihinde Ankara Dedeman Otel’de yapıldı. “Milli Eğitim ve Din Eğitimi İlmi Semineri” adıyla yapılan bu toplantıda, eğitim politikaları kamuoyuna açıklandı. İki komisyon halinde 19 tebliğin yapıldığı bu toplantıya 100 akademisyen ve bürokrat katıldı. Ferdi, “içinde bulunduğu topluma has milli değerler bütünüyle eğitip o topluma kazandırmalı” ve “mesleki formasyona tabi tutarak hayata hazırlamalı”9 şeklinde özetlenebilecek kararların alındığı seminere cunta döneminin Başbakan Yardımcısı Turgut Özal ve Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç da katılmıştı.


104

Resmi ideolojinin “Milli Kültür Planlaması” 1982 yılına gelindiğinde büyük oranda tamamlanmıştı. Kültür ve Turizm Bakanlığı 1982 yılı Ekim ayında plan ve programların değerlendirildiği “Birinci Milli Kültür Şûrası” düzenledi. Aydınlar Ocağı’nın etkili biçimde yer aldığı şûranın açılış konuşmasını yapan Kenan Evren, “Milli Kültür Şûrası toplantılarıyla milli kültürümüz üzerinde yapılacak diğer çalışmaların şimdiye kadar yapılan çalışmalara yeni değerler katacağına inanıyorum” derken Kültür ve Turizm Bakanı İlhan Evliyaoğlu, “Bugünkü ve yarınki kültür politikamızın değişmeyecek hedeflerini tespit ederken yolumuza sürekli ışık tutacak olan, Atatürk’ün (...) kültür felsefesi olacaktır (...) Bu anlayış içerisinde kültürel değerlerimize sahip olunması ve bu kültürel değerlerimizin her alanında halkımızın yeterince yararlanmasını sağlayıcı tedbirlerin alınması Kültür ve Turizm Bakanlığımızın ana düşüncesi olacaktır” şeklinde konuştu. Şûranın görüşleri 1983 yılında yayımlandı. Aynı yıl Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) oluşturduğu Özel İhtisas Komisyonu “Milli Kültür Raporu” hazırladı. Bozulmuş olan milli kültürü devlet eliyle onarmak ve korumak amacıyla, ideal bir yaşam biçimi olarak görülen Türk-İslam sentezine dayanan rapor, 13 alt komisyon raporundan ve 5 özel rapordan oluşuyordu. Sonraki yıllarda kültür hayatını belirleyecek ilke ve tespitlerin bulunduğu raporda yer alan bazı ifadeler şöyleydi:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

“Pragmatizm, pozitivizm dolayısıyla çeşitli maddeci görüşlere dayanan eğitim sonucu, köksüz, muallakta, yıkıcı ideolojilerin pençesine düşen gençler yetişmiş ve onlar da eylemci ve anarşist olmuşlardır.”10 “İnsan ve onun manevi ihtiyaçlarını merkez alan bir kültür meydana getirilmelidir, maneviyat eğitimi, dini ve ahlaki terbiye, milli ve tarihi şuur. Bunlarla önce insanımızı teşvik edeceğiz. Kalkınmayı gerçekleştirecek model insan tipini çoğaltma imkânına erişeceğiz. Çünkü insana ve onun ruhuna önem vermedikçe, maddi kalkınma yeterli olmayacaktır. Model insanın yetişmesi, kalkınmayı önleyici zararlı felsefe ve ideolojilerin önlenmesiyle mümkündür.”11 “...bu kadar canlı olarak yaşanan bir dinin ve ahlakın milli kültür planlamasında ihmal edilmemesi gerekir. (...) Bu durumda din, kültürün özü, kültür de dinin formu olmaktadır. Ancak, böyle bir kültürle, iyimser, itaatli, ümitli ve akılcı bir nesil yetiştirmek mümkün olabilir.”12

14-15 Eylül 1984 tarihlerinde ise “Ülkemizi 12 Eylül’e Götü-


105

ren Sebepler ve Türkiye Üzerindeki Oyunlar” semineri düzenlendi. Başbakan Özal, Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler, Turizm Bakanı Mükerrem Taşçıoğlu, eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın konuşma yaptığı, akademisyenler ve yaklaşık 200 civarında dinleyicinin takip ettiği seminerde en dikkat çekici konuşmayı yapan Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler, “milletin terbiye edilmesinin milli politikanın ana amacı olması gerektiğini” söyledi.”13 Aydınlar Ocağı Başkanı Süleyman Yalçın ise “12 Eylül, Türk’ün düşmanlarının ezeli niyetlerinin son meyvasını elde edeceklerini zannettikleri bir anda Türk’ün öz varlığı olan ordusunun bu kâbusa dur dediği, ‘Türkoğlu, titre ve kendine dön’ dediği günün adıdır. Bundan dolayı Aydınlar Ocağı mensuplarının niyet ve gayretleri ile 12 Eylül mübarek hareketinin istikamet ve hedefi aynıdır” diyerek cuntayla paralelliklerini dile getiriyordu.14 9 Şubat 1985’te “Demokrasi ve Türk Devleti Üzerine Oynanan Oyunlar” konulu seminere yine devlet erkânı en üst düzeyde katılımda bulunmuştu. Seminer, Başbakan Özal’ın, “Kuruluş sağlam olduğu zaman zannetmiyorum dış tesirler bizi etkilesin” şeklindeki açılış konuşmasıyla başladı. “Milletimize Türk adı, Allah tarafından verildi” diyen Aydınlar Ocağı Başkanı’nın konuşması ise ideolojinin boyutları hakkında eksiksiz bir bilgi veriyordu. Cunta döneminde ve sonra gelen ANAP hükümetince sistemleştirilmeye çalışılan Türk-İslam sentezi söyleminin resmi bir ideolojik kimliğe büründüğü toplantı ise Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nda 20 Haziran 1986’da gerçekleşti. Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Tanıtma ve Enformasyondan Sorumlu Devlet Bakanı, Milli Eğitim Bakanı, Kültür ve Turizm Bakanı, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri ve YÖK Başkanı’nın yer aldığı kurumu yöneten Cumhurbaşkanı Kenan Evren, “Kültür Unsurlarının ve Kültür Politikasının Tespitinde Uygulanacak Yöntem ve Sorumluluklar” adlı raporu benimseyerek milli kültür planında resmi istikameti meşrulaştırmış oldular. Aydınlar Ocağı’nın Temmuz 1986 sayılı Türk Kültürü dergisinde de “Türk-İslam sentezi”nin milli kültürde “resmi istikamet” olduğu açıklandı. Aydınlar Ocağı, 24 Nisan 1987’de bu kez üç günlük “Milliyetçiler 4. Büyük İlmi Kurultayı” düzenlediğinde, ANAP içindeki Aydınlar Ocağı’na yakın Mükerrem Taşçıoğlu, Kazım Oksay, Vehbi Dinçerler, Hasan Celal Güzel gibi isimlerle beraber devletin ve ordunun pek çok üst düzey bürokratının da yoğun ilgisine mazhar olmuştu. İdeolojik söylemin yaygınlaştırılmasında Milli Eğitim’in, basın yayının ve üniversitelerin çok önemli olduğunu, buralarda gerekli

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


106

düzenlemelerin yapılması gerektiğini düşünen “Ocak”, buralarda etkin olacak kadrolaşmanın olabilmesi için sürekli çaba göstermeye ve giderek belirleyici bir rol oynamaya başladı. Bu dönem boyunca sürekli yazılarıyla kadrolaşmayı dile getiren Uğur Mumcu, 15 Eylül 1982 tarihli yazısında bu durumu şöyle açıklıyordu: Devletin “dernekler eliyle parsellendiği” yolunda yakınmalara sık sık tanık olunmuştur. Birtakım derneklerin, kamu kuruluşlarında örgütlendikleri, idari eylem ve işlemlerde, bu derneklerin söz sahibi oldukları, öteden beri ileri sürülmektedir (...) Örneğin sağ eğilimli öğretim üyelerinin güdüm ve yönetimindeki “Aydınlar Ocağı” bu atamalarda oldukça etki sahibi olmuştur (...) Aydınlar Ocağı Başkanı Prof. Dr. Salih Tuğ, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı’na getirilmiş; (...) Ankara Üniversitesi Rektörü Sayın Tarık Somer’i bu göreve kim önermiştir? (...) Ortadoğu gazetesi başyazarı Prof. Dr. Erol Güngör (...), “Ülkücü Öğretmenler Derneği” Başkanı Prof. Dr. Erol Cansel, Ankara Üniversitesi Rektör Yardımcılığı’na kimlerin isteği ile getirilmiştir?

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Beş yıl sonra Mümtaz Soysal 2 Haziran 1987 tarihli Milliyet gazetesindeki yazısında Türk-İslam sentezinin nereye geldiğini şöyle anlatıyordu: Resmi ideoloji, Aydınlar Ocağı adını taşıyan kuruluşun ideolojisidir. Egemen olan o. Türk-İslam sentezi (...) özde birbiriyle çatışması gereken kavramlardan oluşma acayip bir karışımdır. Hafiften hafife “Orta Asyacılık” kokan bir milliyetçilik yanında ümmetçi bir İslamcılık, antikomünizmden kaynaklanan bir Amerikan yandaşlığı yanında Hıristiyan ve Musevilik etkileri yüzünden dışlanmaya dönüşmüş bir Batı düşmanlığı, Japon modelinden esinlenen bir teknoloji hayranlığı yanında ucu nerdeyse tasavvufa kadar uzanan bir “manevi değerler” edebiyatı (...) Yeni kuşaklara bir resmi ideoloji olarak Atatürkçülüğü “aşılayalım” diye, usanç verici bir aşılama kampanyasından sonra varabildiğimiz nokta şudur: Atatürkçülüğün tam karşıtı bir başka ideoloji.

Bu yönde cılız muhalefete rağmen Türk kültürünün Batı’yı taklit etmesinin milli eğitim, üniversiteler, TDK gibi kurumlar ve radyo televizyon gibi araçlarla olduğu kanaatinde olan Aydınlar Ocağı, bu kurumların ve araçların milli bünyeye uygun hale getirilmesinin gerekli olduğunu savunarak bu kurumların kadrolarını yu-


107

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Resmi ideolojinin tahkimi için milliyetçi ve dinsel eğitim her yerde yaygınlaştırılmaya çalışılmıştı.

karıdan aşağıya sistemi uygulayacak dava adamlarından oluşturmaya başlamış, kısa zamanda bunda başarılı da olmuştu.

İnsan imalathanesi: Eğitim

Türk eğitim sisteminin temel amaçlarından olan “çocukların cumhuriyet esaslarına göre yetişmelerini temin etmek, genel olarak da yurttaşların bilgi kazanmalarına ve bilgilerini artırmalarına çalışmak” doğrultusunda eğitim sistemi de Türk-İslam sentezine göre organize edilmeye başlanmıştı. Üniversiteler, okullar, Milli Eğitim bürokratları, öğrenciler, müfredat, öğretmenler yeni yasa, yönetmelik ve genelgelerle yeniden şekillendirildi. Bunun çalışması 1974’ten beri yapılmayan Milli Eğitim Şûra­ sı’yla ivme kazandı. Şûra, Milli Eğitim Bakanı Hasan Sağlam’ın konuşmasıyla 23-26 Haziran 1981 tarihinde toplandı. Milli Eğitim Bakanı Hasan Sağlam, eğitimin işlevi, yeniden nasıl kurulacağı ve yönü konusunda yapılacakları özetleyen açılış konuşmasında şunları söylüyordu: Mevcut, sarsılan Milli Eğitim düzeninde her yönden bir çıkmazın içine girilmiştir. Bugün artık, o günler kesinlikle geride kalmıştır. Çünkü ülkeye tekrar başöğretmen Atatürk, onun inkılapları ve


108

ilkeleri, devleti ile birlikte bütün gücü ile gelmiştir. Bu durumda ülkenin olduğu gibi, Milli Eğitim’in de tüm sorunlarını Atatürk milliyetçiliği doğrultusunda, yeni dönemin ana fikri ve felsefesi içinde, gerçek yüzü ile çözmek zamanı gelmiş ve belirli şartlar doğmuştur. Bu Şûra’da ele alınacak yeni eğitim sistemi, ülkemizin politik, sosyal, ekonomik ve kültürel ihtiyaç ve gerçeklerine dayalı, Milli Eğitim Politikası temeline oturmalıdır.15

“a) Türk Milli Eğitim Sistemi, b) Bu sistemin bütünlüğü içinde eğitim programları, c) Öğrenci akışını düzenleyen kurullar, d) Öğretmen yetiştirme” gündemiyle toplanan 11. Şûra, bu konularla ilgili önemli kararlar aldı. Tek gündem maddesi olan “öğretmen yetiştirme” başlığıyla 1982’de toplanan 12. Eğitim Şûrası’nda ise dönemin Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren yaptığı konuşmada şöyle diyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

12 Eylül’den önce öğretmenle öğrenci el ele vererek okul içerisinde pankart yazmışlar, bomba imal etmişler, sokaklara beraber gitmişler ve beraber slogan atmışlardır. Bunları da unutmadık. Ama bu gibi davranış içinde bulunanlar çok şükür ki aramızdan temizlenmişlerdir. 12 Eylül’den sonra gezdiğimiz bütün yerlerde gözlemimiz odur ki değerli öğretmenlerimiz her zaman olduğu gibi yine Atatürk’ün izindedirler, böyle olacaklarından da hiç şüphem yok.

6 Kasım 1981’de çıkarılan 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunu ile tüm üniversitelerin özerkliğine darbe vuran Yükseköğretim Kurumu (YÖK) kuruldu. Yüksek öğretmen okulları 1982 yılında eğitim fakültelerine dönüştürüldü ve üniversite çatısı altında toplandı. 21 Ağustos 1982’de Yükseköğrenim Kurumları Disiplin Yönetmeliği yayınlanarak üniversitelere sıkı bir kontrol getirildi. İzinsiz ve nedensiz göreve geç gelmek ya da ayrılmak, kılık kıyafet hükümlerine aykırı davranmak, çalışma saatleri içinde görevi dışında başka işlerle meşgul olmak, parti ya da derneğe üye olmak, basına kendi konuları dışında demeç ve bilgi vermek çeşitli cezaları gerektiriyordu. Üniversite içindeki konuşma ya da bilgileri dışarıya sızdırmak veya yaymak; izinsiz yayın, afiş, kitap bulundurmak vb. meslekten atılmayı getiriyordu. 1402 Sayılı Sıkıyönetim Yasası’nın 2. maddesi Aralık 1982’de değiştirilerek bir madde eklenmişti. Bu maddede “Sıkıyönetim komutanlarının bölgelerinde genel güvenlik, asayiş veya kamu düzeni açısından çalışmaları sakıncalı görülen veya hizmetleri yararlı


109

olmayan kamu personelinin statülerine göre atanması veya işine son verilmesi, yerel yönetimde çalışanların görevden uzaklaştırılması veya işlerine son verilmesi hakkındaki istemleri ilgili kurum ve organlarca derhal yerine getirilir. Bu şekilde işlerine son verilen memurlar, diğer kamu görevlileri ve kamu hizmetlerinde görevli işçiler bir daha kamu hizmetlerinde çalışamazlar” deniyordu. Kısa süre içinde 71 üniversite personeli YÖK tarafından görevinden uzaklaştırıldı. Resmi açıklamaya göre, bu yasa çerçevesinde politik niteliğe sahip 38’i profesör, 25’i doçent, 10’u yardımcı doçent toplam 4891 kamu personeli görevinden uzaklaştırıldı. Milli Eğitim Bakanlığı’ndan atılan öğretmen sayısı 1983 sonunda 4968’i buldu. İstifalarla beraber 20.000’e yakın kamu görevlisinin görevinden ayrılmasıyla kurulacak eğitim düzeninde yol temizliği yapılmış oldu. Eğitim alanında neredeyse bütün ileri kadrolar tasfiye edildi. Kalanlar ise darbeden sonra sık sık propaganda için yapılan resmi tören ve gösterilerin en faal görev alanları oldular. Bürokraside de “devletine koşulsuz bağlı”, “devleti yücelten değerlerin hâkim kılındığı” ve “yükseltildiği” bir ortam hazırlanmıştı. Buna uymayan personelin ayıklanıp arzulanan sistemi uygulayacak kadronun kısa sürede tamamlanmasıyla tepeden aşağıya Türkİslam sentezini benimsemiş bir hiyerarşik yapı oluştu. Eğitime verilecek şeklin altyapısının oluşturulduğu şûralara istinaden Milli Eğitim Bakanlığı merkez teşkilatı 27.2.1982 /8-4334 tarih sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla 1 Mart 1982’den itibaren Milli Eğitim’de işbölümü, görev tanımı, yetki düzeyi ile kurumsal birimler yeniden oluşturuldu. 16 Haziran 1983 tarih 1739 sayıyla Milli Eğitim Temel Kanunu değiştirildi. 2 Kasım 1982 gün ve 17856 sayılı “Milli Eğitim Bakanlığı İç Hizmet Yönetmeliği” ile eğitimde tekleştirici kılık kıyafet kuralları getirildi. Buna göre, erkek öğrencilere okulun uygun göreceği renkte ceket, pantolon, kravat giyme zorunluluğu getirildi. Temel eğitimin tüm kademelerinde kız öğrenciler siyah önlük, ortaöğretimde ise kolsuz forma ve formanın içine mevsimine göre bluz giyeceklerdi. Ziynet eşyası, süs takılamayacak, makyaj yapılamayacaktı. Kılık kıyafet yönetmeliği de disiplin yönetmeliği gibi tamamen katı bir disiplini tesis etmeye dönük olarak hazırlanıp uygulamaya konulmuştu. Kılık kıyafet farklılıkları tek tipleşmesiyle yapay bir eşitlik yaratılarak, tüm toplumsal çeşitliliği aynılaştırmak, yeni resmi ideolojinin yeniden üretiminde hedeflenen pek çok yarar sağlayacaktı. Böylece eğitim kurumu, 1980’lere doğru toplumsal zeminlerini

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


110

kaybeden resmi ideoloji, yurtseverliği, milliyetçiliği ve itaatkârlığı üretecek biçimde milliyetçiliğin ve dinsel temaların koyu gölgesinde restore edilmiş oldu. Bu restorasyon esnasında toplumsalın yeniden yapılandırılmasının, “meşruiyet ve rıza üretiminin” sadece milliyetçi-muhafazakâr seçkinlerin desteğini sağlayarak olamayacağını sezen cunta yönetimi, milliyetçi-muhafazakâr temaları ve hassasiyetleri eskimiş ideolojinin otoriter-seçkinci yapısına katarak Türk-İslam sentezi söylemini geliştirmiş oldu. 1982’de hazırlanan Anayasa ile eğitimde zorunlu hale getirilen din dersleriyle yeni ideolojide dinin işlevi garanti altına alınmaya çalışıldı. Böylece daha geniş bir tabandan meşruiyet sağladılar ve rıza üretiminde olası kusurları giderdiler. Milli kimlik yaratmaya dayanan Cumhuriyet’in ideolojik söylemini, toplumsal ve siyasal yapıyı yeniden üretecek, toplumsal desteği sağlayacak ittifaklarla eğitim yoluyla rasyonalize etme, doğallaştırma, meşrulaştırma, haklılaştırma ve bu sayede gerçekliği yeniden anlamlandırma imkânı bulundu. İstenilen tipolojinin içeriği belirlendikten sonra kalıba dökecek araçların organizasyonunu yapmak zor olmadı. Yeni bir insan tipinin yaratılmasını sağlayacak mekanizma içinde eğitim aygıtı yıllarca etkin olacak biçimde devreye sokulmuş oldu. Bu dönemde ideolojik söylem doğrultusunda egemen değerleri yaygınlaştıracak eğitimin müfredatı doğrultusunda hazırlanan ders kitaplarında hedef açıkça ortaya çıkıyordu.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Değer kategorilerinin 12 Eylül döneminde ders kitaplarındaki kullanım frekans ve yüzdeleri KAVRAM Ders kitaplarında kullanım sayısı Ders kitaplarında kullanım sayısı 1 Öteki 4.739 9.90 2 Millet 3.113 6.30 3 Ordu 1.967 4.11 4 Kahramanlık 1.475 3.08 5 Devlet 1.475 3.08 10 Adalet 36 0.07 11 Laiklik 30 0.06 12 Eşitlik 9 0.01 13 Hoşgörü 9 0.01 14 Çoğulculuk 0 0

Bu bağlamda 80’den sonra ideolojik söylemi meşrulaştıracak konulara özel önem verildi. İlkokuldan üniversiteye kadar zorunlu ders haline getirilen “İnkılap Tarihi” ve “Türk Dili” tek başına bu programın müstakil dersleri olarak okutulmaya başlanırken, Atatürkçülük yerine “Atatürk İlke ve İnkılapları” ifadesinin kullanılmaya başlandığı bu dönemde her dersin Atatürkçülükle ilişkisinin


111

kurulması ve ders içinde Atatürk’e zaman ayrılması isteniyordu. Bunun yanında Ermenilerin uluslararası propagandalarına karşılık 1980’lerin ortalarından itibaren ders kitaplarına Ermeni sorunuyla ilgili konular eklendi. 1980’lerden sonra Türk-İslam sentezi söylemiyle tüm topluma mal edilen “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ve “devletin kutsallığı” fikrine uygun olarak İslam medeniyeti, hamasetle dolu Osmanlı tarihi konularının resimleri ve sayfa sayısı artırıldı. Ders kitaplarının tümüne Atatürk resmi, sözleri, gençliğe hitabesi, İstiklal Marşı ve bayrak resmi konuldu. Bu sayede milli bütünlüğü, türdeşliği, milli kimliği, milli değer yargılarını, milli kimliğe bağlılığı vaaz eden ders kitapları ve bunu dillendiren icracı öğretmenler eşliğinde büyük makine sürekli işleyerek ideolojik söylemin yeniden üretilmesinde büyük bir rol oynamaya başladı. Millileştirme arzusunun vardığı boyut ders adlarına bile yansıdı. Tarih ve coğrafya derslerinin adları “Milli Tarih” ve “Milli Coğrafya” olarak değiştirildi. Hatta “tarihte ilk medeniyeti Türklerin yarattığı”, “Lenin’in Ruslaşmış bir Türk ailesinden geldiği”, “Budha ve Konfüçyüs’ün Türk kökenli boylardan olduğu”, “Kızılderililerin Amerika’ya giden Türkler olduğu” önermelerinin havada uçuştuğu gerçekliğin yeniden üretimi söz konusu oldu. İnal’ın bu konuda belirttiği gibi, “1980 sonrasında ilk ve ortaokullarda okutulan ders kitaplarında ise özellikle dil’in, ideolojik söylemleri meşrulaştırıcı ve yeniden üretici rolünün çok iyi kullanıldığı ve bu bağlamda Türk-İslamcı söylem doğrultusunda muhafazakâr milliyetçi temaların ve dinsel değerlerin ders kitaplarında birer norm olarak işlenmeye başlandığı; bu doğrultuda katı bir milliyetçilik anlayışının, savaşçı kahramanlık tipolojisinin, otoriter devlet anlayışının, kutsallık-bayrak-milli marşaskerlik-ordu, millet gibi kavramların ve dinin hizmetinde bir laiklik anlayışının yoğun olarak işlendiği görülmektedir.”16 “Toplumu tepeden ıslah edip toplumu hizaya getirme” ve “devletin kutsallığından hareketle onun çıkarlarının toplumsal ve bireysel diğer çıkarların üstünde tutulması” anlayışıyla kurulan sistem, müfredatın yanı sıra sosyal etkinlikler, fiziksel mekânın organizasyonu ve bedensel uyum çalışmaları törensel bir ayin gibi ve gruplar halinde ritüellere dönüştürüldü. İdeolojik söylemi pekiştirecek, benimsetecek ve yaygınlaştıracak eylemlerin düzenlenmesi, zamanın ayarlanması ve bedenlerin buna sevk edilmesi mekânsal düzenlemelerle titizlikle ayarlandı. Bu bağlamda bayrak törenleri, ant içme törenleri, resmi bayramlarda kahramanlık temalı şiirler okunması ve konuşmalar yapılması, okullara ulusal

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


112

kahramanların resim, söylev veya özlü sözlerinin asılması, sınıflara düzenli sıralar halinde girilmesi, ders esnasında herkesin öğretmeni ayakta karşılaması gibi uygulamalar devreye sokuldu. Yüce ve saygıdeğer ortak bir milliyet bilincinin üstün taşıyıcısı kişilerin imali için bilişsel bu etkinlik ve eylemler bilişsel, duyuşsal ve davranışsal etkiyi optimum düzeye çıkarıyordu. Arzu edilmeyen ilişkilerin, bilgilerin, etkinliklerin ve eylemlerin dışlandığı bu kurulumda sistem kendini sürekli hem koruyor, hem yeniden üretiyor, hem de dışta kalmayı zorlaştıracak bir üstünlük kazanıyordu. Eğitim, devletin ideolojik söylemi doğrultusunda milli değerlerin, milli kimliğin, “iyi vatandaşlığın” ve ideal bir müminin sahip olacağı bilgi, beceri, değer ve inançları verip bireyleri istediği yurttaş formuna sokmaya başlamıştı. Milliyetçi ve dindar, vatanını her şeyden çok seven ve Allah’tan korkan birey imalini sağlayacak ve 1970’ler boyunca devleti ve onu yakından destekleyen sınıfları tehdit eden kitleler ortadan kalkacaktı. Zira 1980 darbesiyle yüksek bir şiddet uygulanarak sağlanan düzenin sürekliliği için eğitim kurumu ideolojik bir söylem üzerinden yıllarca sürdürülecek düzenin etkin faili olarak işlev görmüş oldu. Gelen bütün bilgileri kodlamayı sağlayan; dünyayı algılamayı belirleyen; kanıları, tutumları, inançları ve eylemleri oluşturan; zihindeki kavramsal çerçeveyi kuran bu failin ne kadar başarılı olunduğuna gelince, ilk anket çalışmaları imal edilmeye çalışılan insan tipinin hangi boyutta olduğunu gösterecek nitelikteydi.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö 1997 yılı verileriyle İHL öğrencilerinin eğilimleri

Hukuk sisteminde İslami hükümlerin yer almasını destekleyenler.

% 80

İsteyen çarşaf giymelidir.

% 83

Kadın ve erkekler ayrı ayrı eğitim almalıdır diyenler.

% 65

Toplu taşıma araçlarında kadın, erkek ayrı oturmalıdır.

% 59

Alkollü içecekler yasaklanmalıdır.

% 86

PİAR-GALLUP’un Adana, İçel, Erzurum, İstanbul, Bursa, Trabzon, Konya, Ankara, Gaziantep illerindeki 1085 İmam Hatip Okulu öğrenci arasında yaptığı araştırma (kaynak: www.webarsiv.hurriyet.com.tr, Gülden AYDIN, İmam Hatip gerçeği, 9 Ağustos 1997

Bu araştırma sonuçları, uygulamaya girdikten 25 yıl sonra eğitimde uygulanan Türk-İslam sentezinin hedeflediği insan tipinin başarılı olduğunu gösteriyordu. “Türk Gençliği Konuşuyor” adıyla yapılan bu araştırma, Avrupa Birliği “Ufuklar ve Mozaik Programı”nın destekleyip, Türk Sosyal Bilimler Derneği çatısı altında ODTÜ Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Dr. Mustafa


113 kendinizi yakın hissettiğiniz görüş

Yüzde 57.4 49.4 47.6 30.4 16.1 12.0 11.1 10.9 10.7 8.2 7.6 7.5 5.1 5.1 2.8 1.7 1.5

(Şen, 2005, s. 81)

Evet 2.533 2.183 2.100 1.344 712 529 489 480 471 363 335 331 226 224 125 74 67

Atatürkçü Laik Milliyetçi İslamcı Sağcı Muhafazakâr Ülkücü Devrimci Sosyal-demokrat Muhafazakâr-demokrat Solcu Sosyalist Feminist Liberal Komünist Anarşist Diğer

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Okul tipi ve dışlanmışlar grubu

Düz Lise

N

S% Anadolu N Lisesi S% Meslek N Lisesi S% İmam Hatip N Lisesi S% Özel N Lisesi S% N Toplam S%

Ermeniler Eşcinseller Hayat Hıristiyanlar Komünistler Rumlar Sosyalistler Yahudiler Kadınları İyisi olmaz İyisi olmaz İyisi olmaz İyisi olmaz İyisi olmaz İyisi olmaz İyisi olmaz İyisi olmaz İyisi olmaz İyisi olmaz İyisi olmaz 99 376 533 472 388 399 213 363 219 110 316 10.0 63 7.1 174 19.0 162 18.0 98 11.6 596 13.2

Çingeneler Dinsizler

38.0 299 33.5 349 38.2 317 35.1 319 37.8 2307 50.8

53.9 345 38.7 508 55.6 548 60.8 373 44.1 2307 50.8

47.7 414 46.4 433 47.4 434 48.1 360 42.6 2113 46.5

39.2 312 35.0 398 43.5 468 51.9 317 37.5 1883 41.5

40.3 286 32.1 340 37.2 482 53.4 295 34.9 1802 39.7

21.5 75 8.4 314 34.4 292 32.4 112 13.3 1006 22.1

36.7 276 30.9 363 39.7 493 54.7 316 37.4 1811 39.9

22.1 168 18.8 211 23.1 284 31.5 169 20.0 1051 23.1

11.1 1.0 11.5 181 19.8 186 20.6 99 11.7 679 14.9

32.0 314 35.2 342 37.4 467 51.8 271 32.1 1710 37.6

(Şen, 2005, s.103)

Aleviler

Okul tipi ve Sağ Yelpaze

Anadolu Lisesi Meslek Lisesi İmam Hatip Lisesi Özel Lise Toplam

N S% N S% N S% N S% N S% N S%

Sağcı Evet

503 51.4 433 49.7 399 4407 323 37.5 442 54.6 2100 47.6

96 9.8 115 13.2 134 15.0 248 28.8 119 14.7 712 16.1

Ülkücü Evet

İslamcı Evet

82 8.4 85 9.7 184 20.6 61 701 77 9.5 189 11.1

195 19.9 108 12.4 335 37.5 558 64.7 148 18.3 13.44 30.4

(Şen, 2005, s.88)

Düz Lise

Milliyetçi Evet

Okul tipi ve Atatürkçü laik

Anadolu Lisesi Meslek Lisesi İmam Hatip Lisesi Özel Lise Toplam

N S% N S% N S% N S% N S% N S%

664 67.9 622 71.3 567 63.5 193 22.4 487 60.1 2533 57.4

Laik Evet 544 55.6 545 62.5 372 41.7 226 36.2 496 61.2 2183 49.4

2000’li yıllarda yapılan araştırmalar, eğitimde uygulanan Türk-İslam sentezinin hedeflediği insan tipini yaratmada başarılı olduğunu gösteriyordu.

(Şen, 2005, s.84)

Düz Lise

Atatürkçü Evet


114

Şen’in başkanlığında altı kişilik ekiple gerçekleştirilmişti. Araştırmaya yüzde 41’i kız, yüzde 59’u erkek, toplam 4 bin 545 lise son sınıf öğrencisi katılmıştı. Araştırma, İstanbul, Ankara, İzmir, Balıkesir, Bursa, Adana, Kayseri, Samsun, Trabzon, Erzurum, Malatya ve Gaziantep’i kapsayan 12 il merkezinde, Anadolu, düz, meslek, imam hatip ve özel lise gibi beş farklı tip lisede yapılmıştı.17 Bu sonuçlar, milli eğitim sistemi içinde yetişen gençlerin seküler değerlerden ne kadar uzaklaştığını ve dinsel referansları esas aldıklarını gösteriyordu. Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı’nın (TESEV) desteği ile Boğaziçi Üniversitesi Siyasal Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Binnaz Toprak ve Sabancı Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ali Çarkoğlu’nun hazırladığı “Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset” başlıklı 2006 tarihli araştırma da kıyaslamalı olarak Etnik ve dini kökene göre komşulara yaklaşım benzer verileri gösteriİsterim Fark etmez istemem yordu; 18 milli eğitim Alevi 25 57,7 17,3 sistemi içinde yetişen Ateis 12,5 42,1 45,4 Başörtülü 43,9 21,3 4,8 gençlerin büyük bölüBaşörtüsüz 34,8 59,6 5,4 mü milliyetçi ve dinsel Çingene 14,8 48,1 37,1 Dindar-Sünni 36,9 52,6 10,5 değerleri esas alıyordu. Hıristiyan 16,6 54,6 28,8 A N D Y- A R S o s y a l Eşcinsel 8,9 33,2 57,9 İçki içen 11,9 48,0 40,1 Araştırmalar Merkezi Kürt 24,2 53,7 22,1 ise 2011 yılında olan Radikal dinci 16,8 50,0 33,2 Yahudi 11,3 47,5 41,2 Prof. Ömer Çaha, Prof. Ermeni 13,2 46,6 40,2 Yasin Aktay, Doç. FerÇaha, Aktay, Kentel ve Yelken “Türk Toplumunda Cemaat Algısı”. 2011 hat Kentel ve Doç. Türkiye’de ‘İslamcı’ ve ‘Laiklerden’ Ramazan Yelken’e bahsedildiğini sık sık duyuyoruz... Siz kendinizibu cetvelin neresine yerleştirirdiniz? hazırlattığı “Türk 23.4 Toplumunda CeLaik % 20.3 İslamcı % 20.3 maat Algısı” adlı araştırmayı 20 il ve bağlı 40 ilçede Laik 1 2 3 4 5 6 7 8 9 İslamcı CY 2 bin160 kişiyle Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? 19.4 Öncelikle bir Türk olarak 20.8 tanımlarım yüz yüze görüşe44.6 Öncelikle bir Müslüman olarak 35.7 tanımlarım 29,9 rek yaptı. AraştırÖncelikle Türkiye Cumhuriyeti 34.1 vatandaşı olarak tanımlarım 2.7 Öncelikle bir Kürt olarak manın sonuçları, tanımlarım 1.2 1.1 Öncelikle bir Alevi olarak 0.9 tanımlarım 2006 önyargılı bir top1.3 Diğer, bunların dışında bir 1999 6.5 şekilde tanımlarım 1.0 Çarkoğlu Toprak, 2006, s.41 lumun verilerini FY/CY 0.8 ortaya koyuyorMilliyetçi ve dinsel etkilerin sonucu 2000’li yıllarda Türkiye’de du.19 hoşgörü ve çoğulculuk karşıtı görüşlerin arttığı görülüyor.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


115

Din Yeni oluşturulacak ideolojik söylemin diğer önemli bir dayanağı da din kurumuydu. Özellikle eğitime eklemleştirilip milliyetçiliğin yanına yerleştirilen din, bu nedenle eğitim alanında üretilip yaygınlaştırılan bir program olmuştu. Yeni ideolojik söylemin oluşturulma döneminin eğitim ayağında, yapılan şûralardaki tartışmalar da bunu gösteriyordu. 1981’deki Eğitim Şûrası’nda İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü öğretmeni Ömer Çam’ın, “Din eğitimini bu sistemin dışında tutarsak söyleyeceğim tek şey var, eyvah biz gene yandık” şeklindeki konuşması, orada milliyetçilik kadar dinin de eğitime ikame edilmesine dair görüşleri simgeliyordu. Yeni dönemde askeri yönetim, Türkiye’deki anarşi ve terörün kaynaklarını araştırmak ve bunun önüne geçmek üzere raporlar hazırlattı. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hüseyin Atay, din eğitimi ve öğretiminin “milli birlik ve bütünlük açısından” önemine dair bir rapor hazırlayarak Milli Güvenlik Konseyi’ne sundu. Bu raporda, birbiriyle uzlaşamayan gençliğin sorunlarının, gerçek dinin öğretilmesiyle çözülebileceği belirtiliyordu. Ayrıca bütün gençliği eşit derecede din bilgisine ve din kültürüne sahip kılacak bir öğretim sisteminin oluşturulması teklif ediliyordu. 1981 yılından itibaren dinin yeni ideolojik söylemde yer alması konusunda ikna olmuş olan cunta başkanı Kenan Evren, pek çok konuşmasında dine, ayetlerle vurgu yapmaya başladı. Aynı yıl din derslerinin ülke genelinde zorunlu olarak okutulacağını ilan etti. Danışma Kurulu tarafından hazırlanan Anayasa taslağında Din Bilgisi dersinin ilköğretimden ortaöğretime kadar zorunlu olarak okutulacağı hükmü yer almıştı. Taslak metin Milli Güvenlik Konseyi tarafından incelenmiş, dersin zorunlu olarak okutulması aynen kalırken, dersin adı “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” olarak değiştirilmişti. Konuyla ilgili cılız karşı çıkışlara rağmen cuntaya danışmanlık yapan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hüseyin Atay 24 Temmuz 1982’de yeni anayasa oylamasına yakın bir zamanda din dersleriyle ilgili görüşünü “(din dersi) isteğe bağlı olursa çocuğa mecburi okutamıyorsunuz. Oysa Milli Güvenlik Konseyi 1,5 senelik bir çalışma yaptırdıktan sonra din derslerinin mecburi olmasını kararlaştırdı. Programlar yapıldı. Kitaplar yazıldı. Tetkikler yapıldı” diye açıklıyordu. Nitekim Evren yeni anayasaya destek için çıktığı yurt gezisinde 26 Ekim 1982’de yaptığı konuşmada, “dinin istismar edilmemesi için din dersinin zorunlu kılındığını” açıkladı. 7 Kasım 1982’de hal-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


116

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Dinin resmi ideolojinin içine dahil edilip korunmasıyla ortaya çıkan yeni insan tipi kısa süre sonra Türkiye’de siyasi bir güce ulaşmış ve devlet bloğuna önderlik eden laik Kemalist çevreyi rahatsız etmeye başlamıştı.

koyuna sunulan Anayasa kabul edildi. 1982 Anayasası’nın din ve vicdan hürriyetini düzenleyen 24. maddesi “...din ve ahlak eğitim ve öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışında din eğitimi ve öğretimi anacak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin isteğine bağlıdır” ifadesiyle okullarda din derslerini zorunlu hale getirdi. Bu madde günümüze kadar değiştirilmedi. Yine Temel Eğitim Yasası’nın 31. maddesi değiştirilerek imam hatip lisesi (İHL) mezunlarına üniversitelerin tüm bölümlerine gidebilme hakkı tanındı. Resmi Gazete’de yayımlanan değişikliğe göre, “Lise ve dengi okulları bitirenler, yükseköğretim kurumlarına girmek için aday olmaya hak kazanır. Hangi yükseköğretim kurumlarına, hangi programları bitirenlerin nasıl girecekleri, giriş şartları Milli Eğitim Bakanlığı ile işbirliği yapılarak Yüksek Eğitim Kurulu tarafından tespit edilir” deniliyordu. Bu tarihe kadar üniversitelerin edebiyatla ilgili bölümlerine devam edebilen İHL mezunları, bu tarihten sonra üniversitelerin tüm bölümlerine yerleşme şansına kavuştular. 12 Eylül 1980 askeri darbesi dönemine gelindiğinde İHL’deki öğrenci sayısı 200 bini geçmiş, okul sayısı ise ortaokul düzeyinde 374,


117

lise düzeyinde ise 333’e ulaşmıştı.12 Eylül yönetimi 1985 yılına kadar yeni İHL açmadı, ancak imam hatip okulları şubeleşme yoluyla yatay olarak genişleyerek öğrenci sayısını artırdı. 1985 yılında ise terörün ve anarşinin panzehri olarak görülen imam hatip lisesi ilk olarak “bölge halkının etnik yapısı, anarşi ve terörün bölgede yoğunluğu” gerekçe gösterilerek Alevi nüfusun yoğun olarak yaşadığı Tunceli iline açıldı. 1980’li yılların sonuna gelindiğinde imam hatiplerin orta kısımlarına 11, lise kısımlarına 44 yeni okul eklenmiş, İHL’deki öğrenci sayısı 300 bini geçerek 309 bin 553’e yükselmişti. 1980-1990 arasında öğrenci sayısında yüzde 45 artış olmuştu. 1990’lı yılların başından itibaren ise şubeler bağımsız okullar haline getirilmeye ve yeni imam hatip liseleri açılmaya başlandı.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö imam hatip okullarının sayısal değişimi

Okul sayısı ORTA

LİSE

Öğrenci sayısı ORTA

LİSE

TOPLAM

1981-1982

374

336

147.071

69.793

216.864

1982-1983

374

341

147.140

72.791

219.931

1983-1984

374

351

134.688

72.318

207.006

1984-1985

375

375

145.816

83.157

228.973

1985-1986

376

341

150.465

87.560

238.025

1986-1987

375

341

160.001

89.666

249.667

1987-1988

375

341

169.769

87.972

257.741

1988-1989

382

350

180.007

87.079

267.086

1989-1990

382

365

189.786

92.527

282.313

1990-1991

382

379

209.377

100.176

309.553

1991-1992

390

390

227.088

119.086

346.174

1992-1993

390

390

249.981

142.097

392.078

1993-1994

391

391

274.175

162.353

436.528

1994-1995

446

394

301.862

171.439

473.301

1995-1996

479

434

306.684

188.896

495.580

1996-1997

601

601

318.775

192.727

511.502

1997-1998

604

605

218.631

178.046

396.677

1998-1999

6I2

6I2

-

192.786

192.786

1999-2000

-

504

-

134.224

134.224

1988-1989

382

350

180.007

87.079

267.086

1989-1990

382

365

189.786

92.527

282.313

1990-1991

382

379

209.377

100.176

309.553

1991-1992

390

390

227.088

119.086

346.174

1992-1993

390

390

249.981

142.097

392.078

1993- 1994

391

391

274.175

162.353

436.528

1994-1995

446

394

301.862

171.439

473.301

1995-1996

479

434

306.684

188.896

495.580

1996-1997

601

601

318.775

192.727

511.502

1997-1998

604

605

218.631

178.046

396.677

1998-1999

6I2

6I2

-

192.786

192.786

1999-2000

-

504

-

134.224

134.224

Kaynak: Ruşen Çakır, İmam Hatip Liseleri: Efsaneler ve Gerçekler raporu, TESEV, 2004


118

Bütün bu önlemlerle eğitimin sisteminin içine dahil edilen dinsel öğeler ve din ağırlıklı hizmet veren Kuran kursları resmi ideolojik söylemin oluşmasında etkili bir bileşen oldu. Okullarda milliyetçilik ve din temalı müfredatlar uygulanırken din eğitimi veren kurumlar kovuşturmalardan, engellemelerden ve adli takipten uzak biçimde iktidarın desteğiyle hızla öğrenci sayılarını artırdılar. Yaşanan toplumsal sarsıntılardan ve önlenemez ayrışmalardan kurtulmayı sağlayacak yeni ideolojinin eğitim boyutu kısa sürede sonuç vermeye başladı. Hızla muhafazakâr bir toplum yapısını destekleyen ve artıran eğitim anlayışı, tehlikeli sol düşüncenin panzehri olarak toplumsal hücrelere hızla sızmaya başladı. Eğitim sisteminin içine dahil edilip, dinsel eğitime destek niteliğinde faaliyet gösteren Kuran kurslarının da darbeden sonra hem kurs hem de öğrenci sayılarında büyük artışlar gözlemlendi. 2000 yılına gelene kadar sadece resmi kurslarda 2,6 milyon çocuk eğitimden geçirildi. Sayıları 75 bini bulan camilerin yarısında da verilen yaz Kuran kursu eğitimi de dahil edildiğinde milyonlarca öğrenci resmi ya da gayriresmi yoldan yoğun bir dinsel eğitim sisteminin içine alınmış oldu. Ortaöğretimdeki toplam öğrenci sayısına oranlandığında imam hatiplerin oranı 1996 yılına gelene kadar sürekli artarak yüzde 10,88’e ulaştı. Bu tarihten sonra resmi ideolojiye tehdit oluştur-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Yıllara göre Kuran kursu sayıları

1980 1981 1982 1983 1984 1985 1986 1987 1988 1989 1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000

2.610 2.773 2.946 3.047 3.047 3.355 4.033 4.058 4.420 4.715 4.998 4.557 4.783 4.925 4.985 5.011 5.241 4.980 3.705 3.498 3.119

Kız öğrenci

Erkek öğrenci

Toplam öğrenci

34.293 52.934 52.934 58.156 53.211 65.184 71.580 80.206 82.107 95.332 94.744 96.258 102.640 107.780 113.020 110.433 111.155 109.718 104.215 77.604 76.340

25.513 30.751 36.103 42.107 34.755 38.244 44.675 48.000 44.418 52.0471 51.852 54.558 51.545 43.533 50.424 49.736 47.291 46.258 34.079 11.734 14.201

59.806 83.685 89.037 100.263 87.966 98.928 116.255 128.806 126.525 147.379 146.606 150.816 154.186 157.313 163.444 160.169 158.446 155.976 138.794 89.338 96.212


119

1981 1984 1985 1986 1987 1988 1989 1990 1991

47.645 54.667 57.060 59.460 61.460 62.947 64.675 66.000 66.674

Yıllara göre cami sayıları 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000

68.202 68.675 69.523 70.213 71.293 72418 73.722 74.356 75.002

duğu düşünülen dinsel eğitim kurumlarının önünün alınması için alınan Milli Güvenlik Konseyi kararlarının hayata geçirilmesiyle gerek Kuran kursları, gerekse imam hatip liseleri öğrencilerinin sayısında ciddi düşüşler yaşandı. Dinin sadece eğitim kurumları yoluyla etkin olarak programa alınmasının yanı sıra toplumun her kesimine yaygınlaştırılması hedeflenmişti. Kadro sayıları artırılan Diyanet görevlileri 1981 yılında 43.197 iken, 1997 yılında 81.492’ye çıkmıştı. 1980 yılı boyunca nüfus artışı yüzde 20 civarındayken cami sayısındaki artış yüzde 32’yi bulmuştu.20 Toplumun Türk-İslam ideolojisine göre şekillendirilmesi hedefine ulaşılıp ulaşılmadığı konusunda yapılan araştırmalara bakmak yararlı olacaktır. Örneğin, ilk olarak 1981 yılında gerçekleştirilen ve 1991, 1998, 2001 ve 2007 yıllarında tekrarlanan ve Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Dünya Değerler Araştırmaları Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Yılmaz Esmer tarafından açıklanan “Türkiye Değerler Atlası 2012 Araştırması”nın sonuçlarına göre,

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Kabul edenlerin oranı

Dışarıda çalışan bir annenin çocukları bundanzarar görür. Genelde erkekler, kadınlardan daha iyi siyasi lider olur. Üniversite eğitimi, kız çocuktan çok erkek çocuk için önemlidir. Genelde erkekler, kadınlardan daha iyi şirket yöneticisi olur. Ev kadını olmak da, çalışmak ve para kazanmak kadar tatmin edicidir. Bizim toplumumuzda ailenin reisi erkek olmalıdır. Bazı kadınlar kocalarından dayak yemeyi hak ediyor. Bir erkeğin birden fazla karısının olması kabul edilebilir. Kadın her zaman kocasına itaat etmeli, onun sözünden çıkmamalıdır.

Kabul eden kadınların oranı

% 84 % 74 % 68 % 64 % 54 % 39 % 39 % 39 % 26

Dışarıda çalışan bir annenin çocukları bundan zarar görür. Genelde erkekler, kadınlardan daha iyi siyasi lider olur. Üniversite eğitimi, kız çocuktan çok erkek çocuk için önemlidir. Genelde erkekler, kadınlardan daha iyi şirket yöneticisi olur. Ev kadını olmak da, çalışmak ve para kazanmak kadar tatmin edicidir. Bizim toplumumuzda ailenin reisi erkek olmalıdır. Bazı kadınlar kocalarından dayak yemeyi hak ediyor. Bir erkeğin birden fazla karısının olması kabul edilebilir. Kadın her zaman kocasına itaat etmeli, onun sözünden çıkmamalıdır.

% 69 % 68 % 35 % 64 % 66 % 69 % 27 % 20 % 57

Yıllar sonra yapılan araştırmalar, toplumun şekillenişinde “Türk-İslam” ideolojisinin etkilerini açıkça gösterir niteliktedir. (Kollektif, 2012)


120

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Devletin resmi ideolojisinin parçası olan din, 90’lara doğru siyasallaşan ve giderek kültürel bir egemenliği yaygınlaştıran İslami bir çevreye dönüşmüştü.

“toplumun dindarlık oranı 10 puanlık bir skalaya göre 1990’da 6,98 iken bugün 7,01; kadının toplumsal statüsü 2,61 iken 2011’de 3,01; siyasi katılım 2,38 iken 2,04 ve hoşgörü 3,38 iken 4,01 düzeyinde tespit edildi. İbadet ve dünya görüşüne ilişkin sorulardan oluşan 10 soruluk bir ölçeğe göre insanların kendilerini dindar olarak tanımlama düzeyini belirleyen araştırmada, Türkiye’de 1990’da bu oran yüzde 75 iken 2012’de yüzde 85 olarak tespit edildi.21 Araştırmada, Türkiye toplumunda muhafazakârlık oranı 1990’dan beri yüzde 60’ı geçmekteydi. 1990’da yüzde 60,34 olan bu oran 2011’de yüzde 63’e çıkmıştı ve toplumun yüzde 80 kadarı kadın-erkek ilişkilerinde, yüzde 76,7’si ise siyasal görüşleri bahsinde kendisini “muhafazakâr” buluyordu. Bölgelere göre değişmekle birlikte toplumun dörtte üçü Türk olmaktan “son derece gururlu” olduğunu belirtiyordu.


121

Hukuk İkinci önemli kurum olan hukuk, iktidarın kurduğu ideolojinin gerek yayılması, gerekse korunması için görevler yükleniyordu. Bu işleviyle de hem baskı aygıtı gibi işleyen, hem de rıza üreten bir mekanizmaya dönüşüyordu. Bunun kök salmasını sağlayacak ödül-ceza diyalektiği her daim işletmeye başlandı. Bu ideolojiye karşı çıkacak her türlü değerlendirme cezai eylem kapsamına alındı. 19.09.1980 tarihli düzenlemeyle yetkileri artırılan Sıkıyönetim Mahkemeleriyle başlayan “devlete yönelik suçların” yargılaması, 1982 Anayasası’nın 143. maddesinde “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, hür demokratik düzen ve nitelikleri Anayasa’da belirtilen Cumhuriyet aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya devletin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren suçlara bakmakla görevli DGM’ler kurulur” hükmüyle farklı bir biçime bürünmüştü. Anayasa maddesine dayanılarak 16 Haziran 1983’te kabul edilen 2845 Sayılı Yasa ile Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin (DGM) kuruluş ve yargılama usulleri düzenlendi. 5 Ocak 1984 tarihinden itibaren Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri yerine DGM’ler davalara bakmaya başladı. DGM’ler bu tarihten itibaren Ankara, Diyarbakır, Erzincan, İstanbul, İzmir, Kayseri, Konya ve Malatya illerinde kuruldu. 1996 yılında yapılan değişiklikle Erzincan, Kayseri ve Konya’daki mahkemeler kaldırılıp Adana, Erzurum ve Van’da yeni mahkemeler kuruldu. DGM’ler biri askeri, diğer ikisi sivil yargıç olmak üzere üç kişilik bir heyetten oluşuyordu. Bu durum 1999 yılında askeri hâkimin heyetten çıkarılmasına kadar devam etti. Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, hür demokratik düzen ve nitelikleri Anayasa’da belirtilen Cumhuriyet aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya devletin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren suçlara ilişkin davalara bakmak üzere kurulan bu mahkemeler, Türk Ceza Kanunu’nda devletin kişiliğine karşı işlenen suçlara bakan özelleşmiş mahkemelerdi. Baktığı davalar; suç işlemeye tahrik ve cürüm için cemiyet kurmak; kamunun selameti aleyhine işlenen fiiller; duvarlara yazı yazmak, bildiri dağıtmak gibi eylemler; Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkındaki Kanun’a yönelik ihlaller; basın yoluyla işlenen suçlar; Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hürriyeti Kanunu’na muhalefet; derneklerin, sendikaların ve mesleki kuruluşların kanuna uygunluğunun denetlenmesi ve gerektiğinde kapatılmalarıyla ilgili suçlardı. 31 Ocak 1991 tarihinde Bakanlar Kurulu, TCK’nın 141., 142. ve 163. maddelerinin, “cebir

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


122

şartı ile yapılması hariç tutulmak üzere” kaldırılmasına karar verdi. Bu maddeler içinde 141. madde, “Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmaya veya memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal temel nizamlardan herhangi birini devirmeye matuf cemiyetleri her ne suret ve nam altında olursa olsun kurmaya tevessül edenler veya kuranlar veya bunların faaliyetlerini tanzim veya sevk ve idare edenler veya bu hususlarda yol gösterenler sekiz yıldan on beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılırlar. Bu kabil cemiyetlerin birkaçını veya hepsini sevk ve idare edenler hakkında müebbet ağır hapis cezası hükmolunur” diyordu. 142. madde; “Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmek veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmak yahut memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal temel nizamlardan herhangi birini devirmek veya devlet siyasi ve hukuki nizamlarını topyekûn yok etmek için her ne suretle olursa olsun propaganda yapan kimse beş yıldan on yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır” ifadelerini içeriyordu. Sol muhalif yapıları ilgilendiren bu iki maddenin dışında 163. madde; “Laikliğe aykırı olarak, devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse sekiz yıldan on beş yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır” ifadesiyle sağ muhalefetle ilgili bir maddeydi.22 Bu maddelerin 31 Mart 1991 tarihinde Bakanlar Kurulu’nca “özgürlük getiriyoruz” süsüyle kaldırılmasının hemen ardından yerine 12 Nisan 1991’de 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu getirildi. Doğu ve güneydoğuda kontrolden çıkmaya doğru giden çatışmaların yanında batıda her geçen gün artan şiddet ve toplumsal olayların koyu gölgesi altında hazırlanan Terörle Mücadele Kanunu, terör kavramını iyice genişleterek özgürlük yerine devletin korunması için daha fazla baskı getiriyordu. Zira kanunun 1. maddesinde terör; “cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasa’da belirtilen Cumhuriyet’in niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek; Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak; Türk Devletinin ve Cumhuriyet’in varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek; devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


123

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

1980 darbesiyle ülke bütünlüğünün teminatı için milliyetçi ve müktesebatçı gençlik yetiştirme arzusuyla cevaz verilen dinsel çevre 1990’ların sonunda siyasi, toplumsal ve ekonomik gücüyle ordu güdümlü devlet bloğunun korkulu rüyası haline dönüşmüştü.

girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir” şeklinde çok genel bir ifadeyle tanımlanıyordu. Hükümetin aylarca tartıştığı ve TBKP liderlerinin ve taraftarlarının açlık grevleri, yürüyüş gibi aylardır süren eylemleri ve dış baskılar nedeniyle bunalan hükümet, 141., 142. ve 163. maddeyi kaldırmıştı. Ama dolambaçlı ifadelerle sol muhalefeti ilgilendiren maddelerin yerine daha ağır 7 madde koymuştu. Zira bu maddelere göre örgüt kuranlara, yönetenlere ve faaliyetini düzenleyenlere 5-10 yıl ağır hapis; yardım edenlere ve propaganda yapanlara 1-5 yıl ağır hapis öngörülüyordu. Dindar muhalefeti ilgilendiren 163. madde ise TMK’nın 8. maddesinde daha hafifletilerek yerini buluyordu. TMK’da Kürtçe konuşma yasağı, basına getirilen kısıtlamalar, ifade ve propagandanın suç sayıldığı ağır “müeyyideler” devam ediyordu.


124

PKK’nin, sağ ve sol örgütlerin artan eylem ve muhalefetiyle toplumu yönetme konusunda zorlanıp devlet aygıtını korumayı sağlayacak yeni organizasyonlar üreten iktidar, pek çok otoriter yasayla beraber daha uzmanlaşmış ve ayrıntılandırılmış bir “Terörle Mücadele Kanunu” çıkarmıştı. 1980 yılından beri Sıkıyönetim Mahkemeleriyle başlayıp devletin güvenliği için kurulmuş DGM’lerle devam eden ve çıkarılan her yasayla pekişen devletin kurulu ideolojisinin korunması işlevi, buna karşı çıkan toplumsal muhalefeti sindirerek, buna uygun kararlar vererek sürekli devam etmiş oldu.23 Yıl

Mahkûm “Terör suçluları” 1,642 395 522 847 1,094 1,637 2,328 4,179 4,239 6,145 4,467

Sanık “Terör suçluları” 1,745 1,044 3,062 4,977 6,412 7,025 6,207 4,926 4,835 3,497 4,190

Toplam TOPLAM 3.387 1.439 3.584 5.924 7.506 8.662 8.535 9.105 9.074 9.642 8.657

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö 1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000

Yasalarla iyice güçlendirilen DGM’ler devlet ile toplumun “güvenlikleştirilmesi” alanındaki en güçlü yasal araçlardan biri olmayı sürdürdü. Hegemonik bir krizin ortaya çıktığı 1990’lı yıllar boyunca devlet aygıtının, insan hakları ve özgürlükleri veya bunların ihlalleri konusunda bir önceliği olmadı. Hak ihlallerini yapanların yasal ve idari koruması yapıldı, dokunulmazlıklar sağlandı. Devlet aygıtının işlerliğini sağlayacak ve ideolojik yapılanmayı tesis edecek güvencelerin hukuki çerçevesinin hazırlanması, DGM’lerin etkili biçimde muhalif kıyımı yapmasını sağladı. Geçmişteki işleyişinden hiç eksik kalmaksızın 10 bine yakın politik aydın, yazar, sanatçı, gazeteci ve muhalif, DGM kararlarıyla tutuklu ve hükümlü olarak cezaevlerine gönderildi. Binlerce kişi işkenceli gözaltılar, sorgular, soruşturmalar ve yargılamalar yoluyla mağdur edildi. DGM’ler bu yollarla alınan ifadelere dayanarak kararlar verdi. Hukukun disiplini sağlayıcı, ideolojik söylemin yerleştirilmesi veya yaygınlaştırılması için asıl rıza yönünde işleyişinin olduğu alanlar kurumlarda yer bulmuş kanunlarda görülmektedir. Mah-


125

keme ve cezaevleri gibi iktidara açıkça cephe almış uyumsuz kesime yönelmiş aygıtların dışında asıl büyük kitlelerin uyumunu sağlayacak, ideolojinin davranışsal ve duyuşsal bir tepkiyle içselleştirildiği hukuki düzenlemeler burada yer alır. Yükseköğretim Kurumları Öğrenci Disiplin Yönetmeliği (1983), Yükseköğretim Kurumları Yönetici Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliği (1983), Disiplin Kurulları ve Disiplin Amirleri Hakkında Yönetmelik (1982), Devlet Konservatuvarları Orta Ve Lise Devreleri Öğrenci Disiplin Yönetmeliği (1986), Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Ödül ve Disiplin Yönetmeliği (1982), İller Bankası Disiplin Yönetmeliği (1983), TC Ziraat Bankası A.Ş. Disiplin Yönetmeliği (1991), Emniyet Teşkilatı Disiplin Kurullarının Çalışma Esas ve Yöntemlerine İlişkin Yönetmelik (1980), Türk Silahlı Kuvvetlerinde Görevli Devlet Memurları Disiplin Kurulları ve Disiplin Amirleri Yönetmeliği (1983), Yükseköğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğü Disiplin Amirleri Yönetmeliği (1993), Milli Eğitim Bakanlığı Öğrenci Disiplin Kurulu Yönetmeliği (1980-1995), 1983/2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ile 1983/2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu gibi kanun ve yönetmeliklerle toplumsal kurumların tamamı ödül-ceza diyalektiğiyle şekillendirildi. Örneğin, dernek ve sendikal faaliyetleri kısıtlayıcı unsurlar taşıyan sendikaların ve derneklerin siyasi faaliyette bulunamayacaklarına, dernek ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ile ortak hareket edemeyeceklerine ilişkin yasaklar içeren dernek ve sendika yasaları 1995 yılına kadar yürürlükte kaldı.24 Bunun ötesinde kamu çalışanlarını, öğrencileri, banka çalışanlarını, belediye çalışanlarını, üniversite öğrenci ve akademisyenlerini şekillendiren disiplin yönetmelikleriyle hukukun ideolojik bağlamı görünür hale geliyordu. Uyarma, kınama, uzaklaştırma gibi derecelendirilmiş cezaların içeriği istenilen davranışın çağrısını yapıyordu. Kanun ve yönetmeliklerde verilen en ağır ceza olan “men etme” devlet güvenliğine tehdit olarak tanımlanan fiillerdi. Bunlar kanunda uzun biçimde şöyle tanımlanmıştı: İdeolojik, siyasi, yıkıcı, bölücü amaçlarla eylemlerde bulunmak veya bu eylemleri desteklemek suretiyle kurumların huzur, sükûn ve çalışma düzenini bozmak; boykot, işgal, engelleme, işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılmak ya da bu amaçlarla toplu olarak göreve gelmemek, bunları tahrik ve teşvik etmek; mahkeme kararıyla kesinleşmiş olmak kaydıyla, suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, böyle bir örgütü yönetmek veya bu amaçla kurulan ör-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


126

güte üye olmak; üye olmamakla birlikte örgüt adına faaliyette bulunmak veya yardım etmek; yasaklanmış her türlü yayını veya siyasi veya ideolojik amaçlı bildiri, afiş, pankart, bant ve benzerlerini basmak, çoğaltmak, dağıtmak veya bunları işyerine veya işyerindeki eşya üzerine yazmak, resmetmek ve asmak, teşhir etmek veya sözlü ideolojik propaganda yapmak; siyasi ve ideolojik eylemlerden arananları görev mahallinde gizlemek; Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun’a aykırı fiilleri işlemek; kanun dışı kuruluşlara üye olmak, bu kuruluşlarda faaliyet yapmak veya yardımda bulunmak.25 Mahkemeler dışında her kurum, açıkça tanımlanmış kabahat ve suçlara ilişkin cezalandırma aygıtı oluşturarak ideolojinin yasalarla sızdığı kurumsal işleyişin devamını üretiyordu. 12 Eylül döneminde fütursuzca başlayan bu süreç her kurumda işletildi. Özellikle askeriyedeki uygulamalar yargının denetimine tabi dahi değildi. Zira 1983 yılında yeni düzenlemelerle biçimlendirilen Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı Yüksek Askeri Şûra’da (YAŞ) 12 Eylül darbesinin ardından kısa sürede resmi rakamlara göre “yasadışı görüş” iddiasıyla 447 askeri öğrenci, 153 teğmen, 216 üsteğmen, 26 yüzbaşı ve 2 yarbay toplam 397 subay ile 176 astsubay haklarında mahkûmiyet kararı olmamasına rağmen ordudan çıkarıldı.26 1990 yılından sonra “yıkıcı örgütlerle bağlantılı”, “irticai faaliyet” ve “disiplinsizlik” gerekçesiyle 395’i subay, 648’i astsubay toplam 1235 askeri personel ordudan atıldı.27 Ordu, laik sermaye ve bürokrasi merkezli iktidar bloğunun sol muhalif bloğa karşı sistemli ve yoğun bir şekilde devamlı uyguladığı hukuki şiddetin, İslami bloğa sistemli şekilde uygulanması 28 Şubat 1997’de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı kararları sonucunda başlatıldı. İrticayla mücadele kapsamında oluşan paradigma değişimi nedeniyle kurumlarda işleyen soruşturma neticesinde ortaya çıkan bilanço “Rakamlarla 28 Şubat Mağdurları”28 raporuna göre şöyleydi: 28 Şubat döneminde 2 bin 639 kamu personeli MİT tarafından irticayla ilişkili görüldü, 949 öğretmen ile 418 öğretim görevlisi irticacı olarak fişlendi; irtica gerekçesiyle 210 vali veya kaymakam hakkında rapor hazırlandı. 71 kaymakam görevinden el çektirildi. 331 emniyet mensubu hakkında inceleme başlatıldı. 53 emniyet mensubu hakkında idari ceza, 396 Diyanet personeli hakkında ise disiplin cezası verildi. Bu dönemde, 128 Diyanet personeli meslekten atılırken, yükseköğretim kurumlarındaki 139 kamu görevlisinin görevine son

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


127

verildi. Bu dönemde 21 vakıf kapatıldı, 187 vakıf taşınmazına ise el konuldu. YÖK Disiplin Kurulu tarafından 1997 yılında; Kılık Kıyafet Yönetmeliği’ne uymadıkları gerekçesiyle 16 personel kamu görevinden çıkarılma cezası, 1998 yılında Kılık Kıyafet Yönetme­ liği’ne uymadıkları gerekçesiyle 31 personel, türban yasağıyla ilgili gösteriye katıldıkları gerekçesiyle 11 personel kamu görevinden çıkarılma cezası aldı. 1999 yılında Kılık Kıyafet Yönetmeli­ ği’ne uymadıkları gerekçesiyle 50 personel, türban yasağıyla ilgili gösteriye katıldıkları gerekçesiyle 3 personel, 2000 yılında Kılık Kıyafet Yönetmeliği’ne uymadıkları gerekçesiyle 8 personel görevden alındı. İdeolojik ve siyasi amaçlı türban taktığı gerekçesiyle 19 personel ve irticai faaliyette bulunduğu gerekçesiyle 1 personel olmak üzere 1997-2000 yılları arasında toplam 139 personel kamu görevinden çıkarıldı. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1997-2001 yılları arasında Kılık-Kıyafet Yönetmeliği’ne aykırı davrandıkları veya “irtica” gerekçesiyle 3.527 öğretmenin görevine son verildi. Diğer taraftan 33.271 personel hakkında irticai bağlantı ve eyleme katılma suçlamalarından soruşturma açıldı; 11.890 kişi hakkında çeşitli disiplin cezaları verildi. Orduda ise daimi bir seçilim olduğu için 28 Şubat’tan önce de tasfiye sürekli yapılıyordu. Rakamlara bakıldığında, sadece 19902000 yılları arasında büyük bir kitlenin Yüksek Askeri Şûra kararlarıyla ordudan atıldığı görülüyordu. İktidar için bir egemenlik tehdidi olarak algılanagelen, ancak 1990’lı yıllarda fiili olarak alarm veren dinsel muhalefete karşı da devletin baskı aygıtının devreye girdiği görülür. Bu kapsamda, 1997 yılından itibaren dinsel muhalefetin oluşturduğu sivil örgütlenmeler de mahkemeler yoluyla baskı altına alındı ve tasfiye edilmeye çalışıldı. “Laiklik ve anayasal düzen karşıtı eylemler, Tevhidi Tedrisat Kanunu’na muhalefet, siyasal amaçlı faaliyetlerde bulunmak, izinsiz kurban derisi toplamak, yasak yayın bulundurmak, 8 yıllık eğitimi protesto etmek ve Kuran kursu açmak” gibi gerekçelerle 8 vakfa dava açılıp kapatıldı ve mallarına el konuldu. Bunların içinde 1975 yılında Ankara’da kurulan Milli Gençlik Vakfı’na 1997 yılında açılan dava sonucunda, vakfın arsa, tarla, bahçe, büro, daire gibi toplam 156 adet malı Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredildi. 1993 yılında Malatya’da kurulan İslami Dayanışma Vakfı’na 1999 yılında dava açıldı. Vakıf kapatılarak bir adet taşınmazı, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne verildi. 1992 yılında Ankara’da kurulan Zöhre Ana-Ali Sosyal Hizmet Vakfı’na, 1999 yılında dava açıldı ve vakıf kapatılarak Ankara Mamak’ta-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


128

1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000

1990-2000 yıllarında yaş ile ordudan ihraç edilen subay sayısı Subay Astsubay Toplam Atılma nedeni 47 148 190 İrtica 19 78 97 İrtica 13 48 61 İrtica 13 35 48 İrtica 16 38 54 İrtica 18 59 67 İrtica 46 52 98 İrtica 25 272 297 İrtica 127 145 272 İrtica 20 61 81 İrtica 20 42 62 İrtica

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/13117949.asp. 5/12/2009

ki 4 adet arsası Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne verildi. 1996 yılında Adıyaman Kâhta’da kurulan Sahabe Eğitim ve Kültür Vakfı ise 1999 yılında açılan dava sonucunda kapatıldı. Yine dinsel muhaliflerin basın-yayın organlarına da mahkemeler yoluyla cezalar yağdı veya kapatıldı. Bu kesime dönük sürdürülen operasyonların yoğunlaştığı 1995 yılından itibaren dinsel nitelikli gruplara ait 1999’a kadar gelişip yayın yapan 23 gazete, 1 dergi, 13 radyo, 5 TV’nin tamamı bu baskılardan nasibini aldı.29 Refah Partili belediyeler ise yargı kıskacının içine alınarak sıkı denetimden geçirilmeye başlandı. Yapılan teftişlerden sonra yargı süreci başlatılarak pek çok belediye yöneticisine ceza verildi.

Medya

İdeolojiyi yaygınlaştıran eğitim ve hukuk kurumlarının dışında medya yoluyla bu değerlerin kitlelere taşıyıcılığını ve her an savunuculuğunu yapan kanaat önderleri, aydınlar ve köşe yazarları bu dönemde etkin olarak boy göstermeye başlamıştı.30 Bilgi stokunun rafine edilerek bireylere aktarılmasında okulların oynadığı aktif role katılan medya, istenen davranışsal kalıpların ve değerlerin meşrulaştırılmasında eğitimdeki gibi benzer bir etkiye sahipti. Medya ve aydın-sanatçı kesiminin üstlendiği görev ise bu meşrulaştırmayı sağlanmanın yanı sıra muhalif seslerin ve tepkilerin itibarsızlaştırılmasını da olanaklı kılıyordu. Aynı zamanda bunların üzerinden ideolojiyi yaymak üzere medya etkili bir araç olarak kullanılıyordu. Tek kanallı televizyon ve darbenin kurduğu yeni ideolojik düzenle uyumlu çalışan basın-yayın organları da “ortak düşünceyi” pekiştirici yayınlar yaptı. Bunların içinde en incelikten yoksun olarak


129

öne çıkan medya yayınlarından biri, Ertürk Yöndem’in haber programlarıydı. 1980’den sonra “Haberden Habere” adlı kuşak programına başlayan Ertürk Yöndem, 1987 yılında kuşağın adını “Perde Arkası” yaparak tam anlamıyla iktidarın programcılığını üstlenmişti. 456 haber programının tamamını muhaliflerin karalanması ve iktidarın yüceltilmesi üzerine “psikolojik savaş silahı” gibi kurgulamıştı. Yaptığı bir söyleşide bu durumu şöyle açıklıyordu: Kenan Paşa’yı çok severim. Her zaman da ilişki içerisindeyiz. İhtilal döneminde, onların istediği doğrultuda programlar da yaptım. Programın şablonunu İhtilal Konseyi oluşturdu, ben de zenginleştirdim. Yine 12 Eylül’ün yıldönümü programlarını da bu şekilde hazırladım.31

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Özellikle 90’lı yıllarda artan PKK ile mücadele çerçevesinde tüm programlarını bu konuya ayıran “Perde Arkası”, propaganda içerikli haberleriyle askerlerle, yakalanmış gerillalarla veya itirafçılarla röportajlar yapıyordu. Programın içeriğine dair en tipik olay ise 19 Mayıs 1994’te gerçekleşmiş olanıydı. 19 Mayıs 1994 tarihinde TRT’de yayınlanan Ertürk Yöndem’in sunduğu “Perde Arkası” programına 1994 yılında çatışmada sağ yakalanan İbrahim Yüce’yi de katmışlardı. “PKK’nın ‘Buralara Türk ordusu giremez’ dediği dağlardayız” sözleriyle başlayan programda, “sağ yakalanan PKK’lıların infaz edilmediğine” dair konuşmalara ve askerle röportajlara yer veriliyordu. Programdan sonra İbrahim Yüce’den bir daha hiç haber alınamadı. Televizyonda İbrahim Yüce’yi gören eşi Ayten Yüce ve babası İbrahim Yüce’nin TRT Genel Müdürlüğü de dahil pek çok kuruma yaptıkları bütün başvurular sonuçsuz kaldı.32 1980 darbesinden beri her yaratılan düzen, aynı zamanda yeni bir görevli tipini de ortaya çıkarmıştı. Düzenle organik bir ilişki kuran ekonomistler, hukukçular, bankacılar, öğretmenler, mühendisler, bürokratlar, aydınlar, kanaat önderleri ve sanatçılar çabucak bu yeni düzenlere eklemlendi. Bu kesim, yeni toplum inşasına ve bu egemenliğin üretilmesinde ulvi bir görevi ifa eden veya yardımcı olan memurlar haline dönüştüler. Sistemin propagandasını yapmaya, doğruluğunu vazetmeye ve bu söylemin yayılmasını sağlayan kuvvetler haline geldiler. Devletin ideolojik aygıtlarının parçası haline dönüştüler. Gramsci’den ödünç alarak söylemek gerekirse, “Aydınlar, hükmeden (egemen) grubun memurudurlar ve toplumsal hegemonyanın ve siyasal iktidarın alt kademedeki görevlerini yerine getirirler.”33


130

Örneğin, 1980 darbesinin hemen ardından aydın, sanatçı, yazar ve gazeteci kesimin sözlerine bakıldığında, egemen grubun hegemonyasını yaygınlaştırmak üzere kurulan bağı, sağlanan desteği ve yapılan onayı anlamak mümkündür. Ve bu kurulan her iktidar bloğunda sağlanan bir destek olmuştur. Örneğin, darbeden sonra bazı sanatçıların destek mesajları bu konuda bir fikir veriyor. Sanatçılar o dönemin ünlü müzik dergisi HEY’e “Mutluyuz, Ülkemize Hayırlı Olsun” başlığıyla şu şekilde beyanatlar vermişlerdi: Ferdi Tayfur: Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ülke yönetimine el koymasına çok sevindim. Yeni yönetimin tüm ülkemize, tüm insanlarımıza hayırlı, uğurlu olmasını diliyorum. Bülent Ersoy: Son derece memnunum. Başta Evren Paşa olmak üzere tüm rütbeli ve rütbesiz büyüklerime ve arkadaşlarıma teşekkürüm sonsuzdur. Bu arada, bir sanatçı olarak benim de bir görevim varsa, hemen ifaya hazırım. Zerrin Özer: Bekliyordum. Çok sevindim. Türkan Şoray: Hayırlı olsun ülkemize. Sezen Aksu: Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizde her şeyin çıkmaza girdiği bir dönemde yönetime el koymuştur. Halkımıza hayırlı ve uğurlu olmasını diliyorum. Necla Nazır: Çok mutluyum. Sanıyorum ki halkımız özgürlüğüne kavuştu. Milletimize hayırlı olsun. Emel Sayın: Beni çok memnun etti. Kendi adıma, halkım adına olsun yüreklerimize serin sular serpildi. İbrahim Tatlıses: Bizim için sürpriz olmadı. Bir atasözü misali her gecenin bir sabahı vardır. O sabahın da her zaman beklenmiş olan güneşin doğmasıdır. Erol Evgin: Ülkemizin, kahraman ordusunun emin ellerinde olması gösteri ve müzik dünyamıza da bir rahatlık getirecektir. Yönetimin bir an önce sivil yönetime devredilmesi arzusunu ise her yurttaş gibi hissediyorum. Zeki Alasya-Metin Akpınar: Çok müspet bir olaydı. Uzun süredir de bekleniyordu. Türk ordusunun disiplini Atatürkçü tavrı ve demokrasiye içten inancı 12 Eylül’ün en büyük güvencesi bize ki bütün dünyada tutucu olan ordu bizde devrimci.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Gazeteci ve aydınlar ise ilerde verecekleri benzer destekleri 1980 darbesinde şöyle göstermişlerdi:34


131

Teoman Erel: Demokrasi hep birlikte piç edildi. Ve doğrusunu söylemek gerekirse müdahale vaki olduğu anda rejim tıkanmıştı. (Günaydın, 13 Eylül 1980) Çetin Emeç: Son 35 yılda, nice demokrasi çığırtkanı tanıdık... Hepsinin de marifeti Türkiye’ye getire getire kokorasi’yi getirmek oldu... Oysa demokrasiyi hasta yatağından kaldırıp ayağa dikmek görevi, şimdi ordunun omuzlarında. Demokratik çerçeve içinde ordusuna bir türlü yer bulamayan o çığırtkan takımı artık bir kez olsun kızarmayı öğrenirse, ne mutlu 12 Eylül’e... (Hürriyet, 15 Eylül 1980) Hasan Pulur: İflas masasında bir kadro. Orgeneral Evren böyle demektedir. Bu ne büyük bir aydınlıktır bilir misiniz? Dahası da var; “Silahlı Kuvvetler... yönetime el koymak zorunda kalmıştır...” (Hürriyet, 16 Eylül 1980) Rauf Tamer: Kenan Evren’in söyledikleri, her hukukçunun ve her profesörün başucuna bir mukaddes kitap gibi asılacak cinsten sözlerdir... Öpüp öpüp başlarına koysunlar. (Tercüman, 17 Eylül 1980) Oktay Ekşi: Evren Paşa sempatikti. Evren Paşa demokratik sistemin en kısa zamanda işletileceğini vaat etti. Evren Paşa içtenlikle konuştu. Doğrudur, Evren Paşa bu izlenimleri vermiştir ama iş orada bitmemiştir. (Hürriyet, 18 Eylül 1980) Ertuğrul Özkök: Oh, hayatım kurtuldu. (Hürriyet, 13 Eylül 1980) Mehmet Barlas: 12 Eylül’ü yapanlar sözlerini tutmuşlardır. 12 Eylül’ü destekleyen halk çoğunluğu da 1982 Anayasa referandumunda olduğu gibi topyekûn sandık başına gitmiş, geçersiz oy kullanmamış ve bir sivil iktidara 6 Kasım günü destek vermiştir. (...) Cumhurbaşkanı Evren, 10 Kasım’da Anıtkabir defterine duygularını yazarken, “Demokratik parlamenter sisteme geçiş sınavını başardık” müjdesini vermektedir Atamıza... Bir insan yürekten bunun sevincini duymasa, böyle bir ifadeyi seslendirir mi? (Milliyet, 14 Kasım 1983)35 Güngör Mengi: 12 Eylül Harekâtı, hedefine varacaktır. Devlet, rejim ve topluma hazırlanan tuzak mutlaka bozulacaktır. (...) ihanet, bu aşamadan sonra silahlarını gömerek lanetli mücadelesine son verecek değildir kuşkusuz. Ama devletin güçlenmesi sayesinde ihanet odakları, masum insanları eskisi gibi şantaj ve baskıyla eyleme sürükleme olanaklarını yitireceği için, gerçek gücü ile kalacak, savaşını sürdürmekteki inadı intiharı olacaktır. (Yeni Asır, 18 Eylül 1980)36 Bekir Coşkun: Devlet Başkanı’nın konuşmaları, televizyonda en ilginç polisiye diziden daha çok ilgiyle izleniyor. Türk toplumu,

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


132

hep demagoji süslü püslü konuşmalar dinlediğinden, haksız da değil. Oysa Evren Paşa’nın sade, halkın anlayabildiği, zaman zaman şaşırmalarla ayrı bir özellik kazanan öz bir konuşma üslubu var. (Günaydın, 20 Ocak 1981) Cüneyt Arcayürek: Başkalarını bilmem ama kendime soruyorum bazen: Acaba Türkiye, ne zaman 12 Eylül Harekâtı’nın komuta zinciri içinde yapılmış olmasının mutluluğunu ta benliğinde duyacaktır. (Hürriyet, 21 Şubat 1981)

İlerleyen zamanlarda gazete yönetici ve basın örgütleri başkanlarının darbecilere yazdığı mektuplar ise desteğin ağdalı bir dile dökülüşünü gösteriyordu. Gazeteciler Cemiyeti Başkanı ve Milliyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Nezih Demirkent yazdığı mektupta sonsuz desteğini sunuyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Arzu buyurduğunuz gün gazetemizin yayınlanma çalışmalarını görme arzusunu gerçekleştirmek istiyoruz. Zat-ı âlinize refakat etmek benim için kıvanç verici bir görev olacaktır. Emirlerinizi beklediğimi belirtir, saygılarımı sunarım.

1982’de yayına başlayan Güneş gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Güneri Cıvaoğlu ise şöyle diyordu: Sayın Cumhurbaşkanımız; üniformanızı yarım yüzyıl boyunca şerefle taşıdıktan sonra Genelkurmay başkanlığı görevini, değerli silah arkadaşlarınız Org. Sayın Nurettin Ersin’e devir buyurduğunuz bu önemli günün anısına, kabul buyurulacağı umuduyla Güneş’in bir sembolik katkısının olmasını gönülden arzuladık. Zat-ı devletlerinin sağlık ve milletimize unutulmaz hizmetlerinin devamı dileklerimizi... Derin... Saygılarımla.

Edebiyatçı Necmi Onur ise Kenan Evren’e şöyle sesleniyordu: Zat-ı âlinizi izlediğim zaman çok duygulandım ve ağladım. 38 yıllık meslek yaşamım boyunca böylesi bir cumhurbaşkanının özlemini çektim. Allah’a bin şükür, içimde ukde bir duran ve git gide büyüyen cumhurbaşkanı özlemim giderildi. Hele İmroz Adası’ndan gemiden karaya atlayışınızı hiç unutmuyorum. Allah sizi başımızdan eksik etmesin. Bu duygularımı gerçekle olan bağlantısını belgelesin diye zat-ı âlinize sunuyorum, ellerinizden öperim.37


133

Kanaat önderlerinin desteğine örnek olarak ise dini lider olan Fethullah Gülen’in sözleri verilebilir. Gülen, darbecilere verdiği desteği şöyle anlatıyordu: ...Asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz.

Bu mektupların ve ifadelerin içeriği aynı zamanda yıllar boyunca süren aydın, yazar, sanatçı, medya yöneticileri gibi kesimler ile iktidarın ne türden bir ilişki içinde olduğunu ortaya koyuyordu. Aydın, yazar, sanatçı, gazeteci kesiminin büyük kısmı eğitimin ve hukukun yaptığı yeni toplum inşasına ve egemenlik üretilmesine kültür diliyle yardımcı olma işlevini üstlenmiş oldular. Basın yayın aygıtlarıyla ideolojinin yapılanmasını yönettiler, görev aldılar ve düzenlediler. Zira 1980’den başlayarak kurulan bu güçlü ilişki hiçbir zaman sona ermedi. Köşe yazıları, gazete manşetleri her dönem yaygınlaştırılmaya çalışılan bir iktidar söyleminin yayıcısı oldu. Algı yönetiminin aygıtı olarak kullanıldı. Radikal sol ve Kürtlere karşı bir devlet politikası olarak 1980 yılından beri basın “kara propaganda” için her daim kullanılıyordu. Bu durum, çatışmaların ve toplumsal muhalefetin arttığı 1990’lı yıllarda kesintisiz devam etti. Bu yıllarda kurulan milliyetçi-güvenlikçi ideolojik hatta, çeşitlenen özel TV’ler de katılmıştı. Bir bütün olarak medya, ordu güdümlü devlet bloğunun kurmaya çalıştığı ideolojik hattı inşa ederken, propagandalarıyla kitlelerin bu hattın etrafında toplanmasını sağlamıştı. Marcuse’un deyişiyle medya, egemen sınıfın “ideolojik örüntüsünü” dokuyarak “efendiler ile onlara bağımlı olanlar arasında aracılık” yapmıştı.38 1990’lı yıllarda gelişen medyanın yoğun biçimde devlet bloğuna verdiği destek medya ile iktidarın organik ilişkilerinden kaynaklanıyordu. Bu ilişki, devletin medyayı şiddet araçları kullanarak araçsallaştırmasından ziyade medya sahiplerinin büyük bölümünün zaten devletin egemen sınıf ve fraksiyonlarında yer almasından kaynaklanan doğal bir ideoloji savunusundan doğuyordu. Zira 1990 sonrası çoğalan TV kanalları, medya gücüne yeni bir anlam kazandırırken medya-iktidar ilişkileri de yeniden şekilleniyordu. Bu yıllar, büyük sermayedarların aynı zamanda siyaset arenasında elini güçlendirecek medya kurumlarıyla eklemleşme yılları oldu. 1990’lı yılların ilk yıllarından başlayıp 2000’li yıllarda tamamlanan bu süreçte tüm ana medya büyük sermaye sahiplerinin uzantısı haline dönüştü.39

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


134

Ordu güdümlü iktidar bloğunun çıkardığı yasalarla muhalif basın üzerinde oluşan zora dayalı tedbirler, ana akım medyanın sınırlarını ve ideolojik hattını da belirlemişti. Bu medyanın içinde ayrıklık yapmaya aday unsurlarına da tehdit anlamı taşıyordu. Bu dönemde alınan hukuki ve polisiye tedbirlerin40 tamamı muhalif basının zaaflı yanlarını hedefliyordu. Bunlardan en önemlisi de büyük sermayeye dayanmayan bu basının büyük parasal cezalara çarptırılması oldu. Kamuoyu oluşturmak isteyen kurumların, örgütlerin, grupların aracı olarak kullandığı muhalif basın, tehdit derecesine göre şiddete maruz kaldı. Bu şiddet, nüsha toplatma, süreli kapatma, tamamen kapatma, bürolarına baskın yapma, okuyucularını gözaltına alma, satıcılarına gözdağı verme, muhabir ve dağıtıcılarını öldürme ve binalarını bombalamaya kadar varan tedrici bir yol izledi. 1990-2000 yılları boyunca bu hukuki şiddet altında 3 binin üzerinde yayın toplatılırken, bunlarla ilgili basın çalışanları hakkında 2 binin üstünde dava açıldı, 5 bin yıla yakın hapis cezası verildi. Yaklaşık 500 milyarı bulan para cezaları ise pek çok yayının devamını imkânsız hale getirdi. 41 Bu dönemi, en çok baskı gören Özgür Gündem gazetesinin eski çalışanı politikacı Gültan Kışanak şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

1990-94 arasında katliamlar çok yoğundu. 26 arkadaşımızı yitirdik. Bunun içerisinde gazete dağıtımcıları var, gazete bayisi var, muhabirler, yazarlar gazetenin her kademesinde çalışan insanlara yönelik ciddi bir infaz süreci yaşandı. 1994, baskılar ve sansür konusunda işin iyice çığırından çıktığı bir yıldı. Sonrasında bunun belgesini de bulduk ve gazetede yayımladık. Dönemin başbakanı Tansu Çiller’in imzasıyla gönderilmiş bir genelge var. Gündem gazetesinin bertaraf edilmesi –tam kelime olarak “etkili yöntemlerle bertaraf edilmesi, gereğinin yapılması”– diye yazılmış bir genelge. O genelgeden sonra gazete binası bombalandı.

Basının 90’lar boyunca nasıl kullanıldığını basın içinde yer alan gazetecilerin ifadelerinden de anlamak mümkündür. Mehmet Altan, Sabah gazetesindeki 21 Ekim 2002’deki “Holding Medyası” yazısında “Medya, Türkiye’deki sistemin ‘kilit taşıdır.’ O kilit açılmadan, Türkiye düzelemez. Çünkü ülke kendini her gün çarpık bir aynadan izlemeye mecbur kalır; yalanların, çarpıtmaların arkasına gizlenen gerçeği göremez” diyerek anlatıyordu. Can Ataklı, Zaman gazetesinde yer alan 22 Aralık 1999’daki “Haberlerin yüzde 90’ı yalandı” başlıklı yazısında, “Türk basını 28 Şubat sürecinde kötü bir sınav verdi. 28 Şubat süreci içerisinde


135 Öldürülen Kürt gazeteci ve dağıtımcılarından isimleri tespit edilebilen bazıları Gazeteciler Cengiz Altun Batman-24 Şubat 1992 Yeni Ülke muhabiri Silahlı saldırı Hafız Akdemir Diyarbakır - 8 Haziran 1992 Özgür Gündem muhabiri Silahlı saldırı Çetin Ababay Batman - 30 Temmuz 1992 Özgür Halk muhabiri Silahlı saldırı Yahya Orhan Batman - 31 Temmuz 1992 Özgür Gündem muhabiri Silahlı saldırı Hüseyin Deniz Ceylanpınar - 10 Ağustos 1992 Özgür Gündem muhabiri Silahlı saldırı Musa Anter Diyarbakır - 20 Eylül 1992 Özgür Gündem yazarı Silahlı saldırı Cemal Akar Dersim - 2 Şubat 1993 Özgür Ülke muhabiri Kaçırılarak infaz Kemal Kılıç Urfa - 18 Şubat 1993 Özgür Gündem muhabiri Silahlı saldırı Ferhat Tepe Bitlis - 28 Temmuz 1993 Özgür Gündem muhabiri Kaçırılarak infaz Nazım Babaoğlu Siverek - 12 Mart 1994 Özgür Gündem muhabiri Kaçırılarak kaybetme Ersin Yıldız İstanbul - 3 Aralık 1994 Özgür Ülke muhabiri Bombalı saldırı Safyettin Tepe Bitlis - 29 Ağustos 1995 Yeni Politika muhabiri Gözaltında ölüm Nesrin Teke Diyarbakır - 9 Temmuz 2000 Özgür Halk muhabiri Protesto eylemi Esen Aslan İzmir - 3 Ağustos 2000 Özgür Halk muhabiri Protesto eylemi Volkan Eryiğit Adana - 19 Mart 2004 DİHA muhabiri Trafik kazası Metin Alataş Adana - 4 Nisan 2010 Azadiya Welat muhabiri Kaçırılarak infaz Baskı, Tehdit ve cezalardan dolayı dağa giden muhabirler Mehmet Şenol Kulp - 30 Ağustos 1994 Özgür Gündem Çatışma Gurbetelli Ersöz K.Irak-8 Ekim 1997 Özgür Gündem Çatışma Fahrettin Dülçek Kığı - 1997 Alternatif Çatışma Enver Polat Besta - 11 Nisan 1998 Özgür Politika Çatışma Sinan C.Kahraman Botan - 14 Eylül 1998 Özgür Politika Çatışma Engin Kişin Ağrı - 28 Eylül 1999 Özgür Halk Çatışma Behzat Eraslan Palu - 27 Ekim 1999 Özgür Gündem Çatışma Ayfer Serçe İran - 18 Temmuz 2006 Fırat Haber Ajansı İran ordusu Halil İ. Uysal Besta - 1 Nisan 2008 Med TV Çatışma Gazete dağıtımcıları Halil Adanır 21 Kasım 1992 Yargısız infaz Kemal Ekinci Diyarbakır-15 Aralık 1992 Silahlı saldırı Lokman Gündüz Nusaybin-31 Aralık 1992 Silahlı saldırı Orhan Karaağar Van- 19 Ocak 1993 Satırlı saldırı Teğmen Gemir Batman - 4 Haziran 1993 Silahlı saldırı Haşim Gaşa Diyarbakır - 14 Haziran Silahlı saldırı Zülküf Gökkaya Diyarbakır-28 Eylül 1993 Silahlı saldırı Adnan Işık Van- 27 Kasım 1993 Silahlı saldırı Yalçın Gaşa (13) Diyarbakır- 10 Kasım 1993 Silahlı saldırı Adil Başkan Nusaybin-9 Kasım 1993 Silahlı saldırı Kadir İpeksürer Urfa- 19 Kasım 1993 Silahlı saldırı Mehmet Sencer Diyarbakır- 3 Aralık 1993 Silahlı saldırı Musa Dürü Batman- 4 Aralık 1993 Silahlı saldırı Zuhal Tepe 14 Aralık 1993 Silahlı saldırı Hıdır Çelik Urfa- 23 Ağustos 1994 Silahlı saldırı Nihat Yakut 27 Kasım 1998 Silahlı saldırı Hasan Aydın 25 Haziran 1999 Silahlı saldırı Diğerleri: Hikmet Yakut, İhsan Yakut, Yahya Yakut, M. Zeki Aksoy, İsmail Ağaya, Siraç Pençe, Mehmet Can Gündüz Ayrıntılı bilgiler, “Susturulamayanlar, Hüseyin Aykol, Aram Yayıncılık , Diyarbakır, 2012” ve “Kürt Medyasında Yirmi Yıl, Hüseyin Aykol, Evrensel Basım Yayın , İstanbul, 2011” kaynaklarında yer almaktadır.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

özellikle büyük gazete ve televizyonların yaptığı haberlerin yüzde 90’ı yalandır. Biz yazdık, biz okuduk... Otur, bu olaya böyle bakalım, deyip yazıyorduk. Yaz işte!” diyordu. 90’lı yıllarda Yeni Yüzyıl’da yazan Ali Bayramoğlu ise “Gazetelerin yaptığı birinci iş: Toplumu şekillendirmek, toplumu yönlendirmek.


136

İkinci yaptığı iş de şudur: Silahlı Kuvvetler’in silahı olmak. Silahlı Kuvvetler, 28 Şubat müdahalesini silahla yapmadı, ama basınla yaptı. Basını silah gücünde kullandılar” sözleriyle durumu özetliyordu.42 Medya-iktidar ilişkilerinin niteliğini ortaya koyan en somut olay ise Hasan Cemal’in anlattığı, 6 Nisan 1990 yılında Çankaya Köşkü’nde medya sahipleri ile devletin yürütme organları yetkililerinin yaptığı toplantıydı. Cumhurbaşkanı, MGK Genel Sekreteri, MİT Müsteşarı, Olağanüstü Hal Bölge Valisi’nin aynı anda bulunduğu toplantıda bütün ana akım medya sahipleri buluşmuştu. Olağanüstü Hal Bölge Valisi’nin, “Bir milli meselede sizden destek istiyoruz”, “Manşetlere, başlıklara dikkat edin. Bölücü hava olmasın” dediği toplantıda MİT Müsteşarı, “Yapılması gereken, bölücü örgütün başarılı olamayacağına halkı inandırmaktır”, “Gerilla, intifada gibi deyimleri kullanmayın” diyerek gazete sahiplerini uyarıyordu. Cumhurbaşkanı toplantıyı “19 Mayıs 1919 Hareketi” imzalı bir bildiriyi okuyarak bitirmişti. Tehdit dolu bildiri, “Sen hain gazeteci!” diye başlıyor, “Senin de sonun Ali Kemal’den, Said Molla’dan farklı olmaz!” diye bitiyordu. İktidar tarafından gazetecilerin nasıl kullanıldığına başka bir somut örnek ise yine bir gazetecinin, Tuncay Özkan’ın yazdıklarından şöyle öğreniliyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Adalet Bakanı... Davet etti, gittim. Cezaevlerinin kontrol edilemezliğini anlattı. O sırada Radikal gazetesinde ve Kanal D televizyonunda, cezaevlerinin içler acısı durumunu anlatıyor(dum.) Bakan “F Tipi” diye adlandırılan... cezaevlerinin bir örneğini halka tanıtmak istiyor ve yardım talep ediyordu. Sincan “F Tipi” Cezaevi’ne gittim. Gezdim, gördüm “beğendim!” Kalabalık koğuşların yerini üç kişilik koğuşlar alıyordu. “Yumuşak odasında” çekim yaptım. Bu oda kriz geçiren mahkûmlar içindi. Duvarları yumuşak bir malzemeden yapılmıştı. Kişi kendine zarar veremiyordu. Ben de “reklam yıldızı” olarak bu yeni ürünü halka sunuyordum: Yani “kullanılıyordum” ama farkında değildim. “F” tipleri konusunda pek çok gazeteci benim durumuma düştü: Kullanıldık. Kullanıldığımızı ilk olarak buralar siyasi suçlular için ayrıldığında anladım. Sonra “F Tipi” kıyımı yaşandı.43

1998’de yaşanan “andıç skandalı” ise iktidarın basın yoluyla çevirdiği komplo ve entrikaları çok açık gösteriyordu. (Bkz. Emniyet Teşkilatı, İnsan Hakları bölümü.) Güvenlik konseptine göre düşman kapsamı içinde yer alan Kürt silahlı hareketi, radikal sol ve 90’lı yılların ortasından son-


137

ra ise siyasal İslam medyanın manipülasyon alanıydı. Bu kesimlere dönük algı yönetimi, aynı zamanda resmi ideolojinin yapılandırılmasına da hizmet ediyordu. Medya, devlet aygıtını ve güvenlik güçlerini yücelten haberler yapıp, kahramanlık, fedakârlık ve vatanperverlik sıfatlarını kullanıyordu. Aynı zamanda operasyon haberleriyle güvenlik güçlerinin boy gösterileri, uçaklar, birlikler, ağır silahlar bir övgü düzeniyle veriliyordu. Ev baskınlarıyla öldürülen militanlar özellikle, devlet-halk bütünleşmesini teşvik eden haber ve yorumlarla ve şovenizm duygularıyla veriliyordu. Medyanın yoğun olarak düzenli yayınlardan biri ise düşman kategorisine giren kesimlere ilişkin itibarsızlaştırma haberleriydi. Bu haberler dinsel, ahlaki ve ulusal hassasiyetleri kışkırtan haberler oluyordu. Bu doğrultuda olumsuz sıfatlarla itibarsızlaştırma yayınları örneklerde de görülebileceği gibi çeşitli şekillerde veriliyordu. Örneğin, Gazi Olayları’nda hedef seçilen kişilerle ilgili 5 Mart 1995’teki bir gazete haberinde “Bunları aranızda barındırmayın” haberi dışlama; 15 Haziran 1988’de bir başka haberde “Kıbrıslı Rum, kaçak Türk, Kürt ve Ermeniler, Atina’da kin kustu” haberi düşman görülen grupları birleştirme; 15 Temmuz 1987’deki bir başka haber ise, ”PKK’nın öldürülen iki liderine aileleri bile sahip çıkmadı” haberi yalnız veya zayıf göstererek soyutlama özellikleri gösteriyordu. Bunun gibi aşağılama, etiketleme, olumsuz özellik-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Devlet yetkililerinin şefkat gösterileri basın ordusu eşliğinde yapılıyor ve kamuoyuna servis ediliyordu.


138

ler atfetme, ahlaksız olarak sunma, din düşmanı ya da din istismarcısı olarak sunma, ahlak dışı ve yasadışı davranışla suçlama, grubu kendi üyesine kötületme, grubun mağduriyeti üzerinden kötüleme medyanın propagandif haber içeriğini oluşturuyordu.44 Resmi ideolojik çerçevenin ihlal durumunda meydana gelebilecek linç kampanyasının 90’laraki en acı örneği, ülkenin ünlü sanatçısı Ahmet Kaya’nın başına gelendi. 10 Şubat 1999’da Yılın En İyi Sanatçısı Ödülü’nü aldıktan sonra Magazin Gazetecileri Derneği’nin töreninde “Kürtçe şarkı söylemek istediğini” söylemesi büyük bir toplumsal infiale yol açtı. Ahmet Kaya, orada bulunan diğer sanatçıların marşlar söyleyip protestosu eşli-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


139

ğinde görevliler tarafından dışarıya çıkartıldı. İlerleyen günlerde gazeteleri küfürlü ve eski bilgilerini yayınlaması üzerine milliyetçi gösteriler eşliğinde hakkında “bölücülük” davası açıldı. Bazı valilikler kasetlerini yasaklattı. Ahmet Kaya, 3 yıl 9 ay ağır hapis cezasıyla sonuçlanacak davası devam ederken 16 Haziran 1999’da Fransa’ya gitti. 16 Kasım 2000’de Paris’te kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdi. Kürt ve sol silahlı grupları ile onlarla ilişkili görünen kesimlere dönük kampanyalarla yapılmak istenen, siyasal İslami kesimlere yoğun oranda 1996 yılı sonrasında bir kampanya şeklinde başlatıldı. İslami bir partinin birinci parti olmasıyla başlayan 1996 yılından itibaren dinsel bloğa karşı basının yürüttüğü kampanya eşi görülmedik bir tarihsel “algı yönetimi” politikasını göstermektedir. Bu dönem mizanpaj, taraflı yayın, sloganvari haberler ve manipülatif yorumların kesintisiz ve yoğun yapıldığı bir dönem oldu. Geçmişte de takkeli ve tesettürlü küçük öğrenciler eşliğinde yapılan bu türden basın bültenleri bu dönemde ideolojik bir mücadelenin parçası olarak organize biçimde yapılmaya başlandı. Tarikat eylemleri, dini gösteriler, zikir ayinleri ve hükümetin dinsel içerikli yaptığı her şey basın desteğiyle büyük bir hükümet karşıtlığı içinde sunuldu. Bunların içinde kamuoyunda en çok gündeme gelenler ve basın tarafından işlenen sembolik olaylar şunlar oldu: Cami çıkışlarında sakallı, asalı ve cüppeli elbiselerle zikir çekerek “Şeriat isteriz” diye bağıran Aczimendi görüntüleri 1996 yılı boyunca günlerce televizyon ve gazetelerde yayımlandı. Bu tarikatın lideri konumundaki Ali Kalkancı ve Müslüm Gündüz ile Fadime Şahin adlı bir kadının özel ilişkileri olduğu öne sürüldü ve 30 Aralık 1996’da Gündüz’ün Fadime Şahin’le basılma görüntüleri polis kameralarınca çekilerek yayımlandı. İstanbul’un Sultanbeyli Belediyesi’nde basında sürekli irticanın merkezi olarak işlendi. 2. Zırhlı Tugay Komutanı Tuğgeneral Doğu Silahçıoğlu ile Belediye Başkanı Ali Nabi Koçak arasındaki gerginliklerin işlendiği haberler yapıldı. Bu gerginlikler bayram kutlamaları, 10 Kasım anmaları gibi olaylarda yoğunlaşırken Tugay Komutanı Silahçıoğlu tarafından yaptırılan ve ilçe meydanına konulan Atatürk anıtı da kamuoyunu meşgul etti. Bir başka olay ise dönemin Refah Partili Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin 10 Kasım konuşmasıydı. Bu konuşmada “İnancımıza saygı duyulmadığı bu dönemde, içim kan ağlayarak bugünkü törene katıldım... Bu zulüm düzeni yıkılmalıdır... Müslü-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


140

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

manlar içinizden bu hırsı, bu kini, bu nefreti, bu inancı eksik etmeyin” sözleri büyük tepkilere yol açacak şekilde basında günlerce işlendi. İsrail’in Filistin’e uyguladığı baskıyı işleyen Kudüs Gecesi etkinliği ise dönemin çok yönlü tartışmalarını başlatan bir süreçti. 30 Ocak 1997’de Ankara Sincan Belediyesi Başkanı Bekir Yıldız ile dönemin İran Büyükelçisi’nin de katıldığı etkinlikte şiirler okunmuş ve “cihat” adında tiyatro gösterisi yapılmıştı. Basında “Türkiye İran mı olacak?” biçiminde işlenen konu, İran Büyükelçisi’nin Dışişleri’ne çağrılarak protesto edilmesine ve DGM tarafından inceleme başlatılmasına vardı. Ardından Sincan’da, NATO Tatbikatı dolayısıyla tanklar yürütüldü ve bu durum Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Çevik Bir tarafından “Sincan’da demokrasiye balans ayarı yaptık” şeklinde değerlendirildi. Sertleşen tartışmalar konusunda RP’li Kahraman Emmioğlu, “Bu kafaları duvara çarpmalı” diyordu. Göreve geldikten sonra yaptığı uygulamalarla, belediyede kadrolaşma çabaları çerçevesinde çalışan pek çok işçi ve memuru işten attığı için direnişle karşılaşan ve bu nedenlerle yıp-


141

ranmış olan Refah Partili Belediye Başkanı Bekir Yıldız, Kudüs Gecesi’nde yaptığı konuşma nedeniyle 17,5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Dinsel kesime yönelik olarak yargı, MGK ve basın tarafından sürdürülen kıskaca sivil toplum örgütleri de katıldı. Türkİş, DİSK, TÜSİAD, TESK, ADD, ÇYDD ve TOBB gibi örgütler ile ANAP, CHP, MHP, ÖDP ve İşçi Partisi de dahil siyesi partiler, CHP Kadın Kolları, Türk Kadınlar Birliği, Türk Hukukçu Kadınlar Derneği gibi kadın kuruluşları laik ve milliyetçi söylemin örgütlenmesi ve yaygınlaştırılması sürecinde aktif rol üstlenerek, dinsel bloğun karşısında yeni söylemin sesini yükseltmeye başladılar. En önemli etkinlikler 10 Kasım Anıtkabir ziyaretleri oldu. Kitleler halinde katılımın desteklendiği 19 Mayıs, 29 Ekim ve 23 Nisan bayramları coşkulu bir ritüele çevrildi. Türk-İş, DİSK, DSP ve Atatürkçü Düşünce Derneği gibi örgütler “Türkiye’ye Sahip Çık! Demokrasi İçin Mücadele Et!” gibi mitinglerde pek çok sivil toplum örgütü yeni söylemde kitleleri birleştirdi.45 İslami kesimin doğrudan hükümetin yaptıklarıyla ilgili hedef tahtası haline gelmesine yol açan iki olaydan biri, 11 Ocak 1997 tarihinde Başbakan Necmettin Erbakan tarafından Başbakanlık Resmi Konutu’nda verilen iftar yemeğiydi. İçinde tarikat mensuplarının da olduğu kişilere verilen iftar yemeği46 “tarikat yemeği” ve “irticai kalkışma” olarak işlendi. Yemek girişinde çekilen sakallı, sarıklı ve cüppeli insanların görüntüleri televizyon ve gaze-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

28 Şubat’a doğru hazırlık haberleri.


142

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Siyasal İslam’a karşı STK’ların destek gösterileri.

telerde hükümetin aleyhine önemli bir argüman olarak kullanıldı. Diğeri olay ise Başbakan Necmettin Erbakan’ın Libya’ya yaptığı dış geziydi. Bu gezide Kaddafi tarafından ağırlanış biçimi “ulusal onurumuzu zedeleyici bir tutum” olarak eleştirildi; hükümetin İslam ülkelerini birleştiren D-8 gibi yapılara katılarak dış politikadaki eksen değişikliği basında yoğun bir eleştiri konusu haline getirildi. Hasan Mezarcı, Şevki Yılmaz, Recep Tayyip Erdoğan, Hasan Ceylan gibi popüler Refah Partisi milletvekili ve belediye başkanlarının da sözlerinden dolayı basında sık sık boy hedefi haline geldikleri görülüyordu. Refah Partisi kadrolarının kendi eylem ve sözlerinin dışında ülke içinde “irticai” olarak belirlenen her şey bir habere dönüşüp basında bir propaganda malzemesi


143

haline geldi. Türban ve imam hatip okulları çerçevesinde ilerleyen bu propagandaya Kuran kursları ve sarıklı cüppeli adamların haberleri de eklenerek bir algı oluşturuluyordu. Bu algı neticesinde, “En önemli tehlikenin irtica olduğu”, “İran’da da benzer şeylerin yaşanıp mollaların iktidara geldiği”, “irticanın ülkeyi ele geçirdiği” kanaati oluşturulmaya çalışıldı. Bu kanaat ve Kürt coğrafyasında yaşanan savaş üzerinden yayılan laik-milliyetçi bir ideolojik söylem inşa edildi.

Değerlendirme

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Darbenin kurup güvence altına aldığı ve kusursuz gibi işleyen tahakküm ve rıza üretim diyalektiği ilk gediğini 1984 PKK eylemleriyle almıştı. Radikalleşen öğrenci hareketleri, yükselen işçi direnişleri, memurların mücadelesi, dindarların karşı çıkışları, silahlı sol grupların artan eylemleri 12 Eylül darbesi sonrası kurulmuş ve mutlak olarak görünen devlet iktidarını 90’ların başında tehdit etmeye başladı. Kürt silahlı hareketi halkın ruhani ihtiyaçlarını karşılayan dini ve milli hassasiyetin önemini kavrayarak taktik değişikleri yapmıştı. Kültürel egemenlik Kürt coğrafyasından başlayarak yara almaya başladı. Aynı zamanda yeni egemen ideolojinin içine dahil edilmiş, dinsel argümanlardan güç alarak gelişen İslami kesim, 90’lı yıllarda bağımsızlaşarak dinsel referanslarla iktidarı hedefleyen bir karaktere bürünmüş, arzulanan ittifakı bozmuştu. Dindar ve milliyetçi Türk-İslam sentezine dayandırılmaya çalışılan ideolojik egemenlik tasavvurunda büyük bir gedik açılmıştı. Sadece milliyetçi söylemlerle kalan devlet aygıtı, yıllardır bürokrasiyi paylaştığı, gelişmesi için serbestlik tanıdığı İslami yapıları ciddi bir tehdit olarak algılamaya başladı. Ama bu arada sayısal gelişimlerini sağlayacak büyük bir kitle ve bürokraside hatırı sayılır bir güç armağan etmiş oldular. Zira tüm devlet kademelerinden arındırılan ve kamu görevlerinden güvenlik soruşturmaları veya verdiği cezalar nedeniyle uzak tutulan sol unsurların yerine dindar ve milliyetçi görevliler yerleştirilmişti. Dindar bloğu meydana getiren tarikatlar, mezhep grupları ve bunların bağlantılı olduğu partiler, devlet kurumlarının paylaşımında özellikle eğitim alanında büyük bir kadrosal güce erişmişti. Milli Eğitim Bakanlığı’nın üst düzey bürokrasinin dışında okullarda da müdür ve müdür yardımcılığına kadar belirleyici etkiye sahiptiler. Hâkim oldukları eğitim kurumlarını kullanarak hızla yaygınlaştılar. Üniversitelerde ise


144

sürdürdükleri çalışma etkinliklerini hızla artırıyordu. Seçimlerde aldıkları belediyeler ve etkin oldukları devlet kurumları vasıtasıyla cemaatler üzerinden toplumsal bağlarını geliştirdiler. Pek çok mikro güç odağı (dernekler, vakıflar, cami yaşatma örgütlenmeleri vb.) oluşturdular. Toplumda liberalizmin yozlaştırıcı, aşındırıcı, adaletsiz ve eşitliksiz etkilerine karşı oluşan hoşnutsuzluğu kurdukları yaygın dayanışma ağlarıyla (aşevi, burs, yardım, yurt hizmetleri, okul, dershane vb.) örgütlediler. Apayrı bir kültürel egemenliği oluştururken parçalı da olsa devlet aygıtının bir bölümüne de hâkim oldular. Cunta döneminde ve onun önderliğinde kurulan ittifaktaki parçalanma, toplum üzerinde yürütülen resmi ideolojik söylemin gücünü azaltmıştı. Sosyal ilişkiler ve düşünceler bağı yoluyla egemenliğini (hegemonyasını) yeniden üreten kültürel aygıtlar etkili sonuçlar vermekten uzaklaşıyordu. Bu durum darbe döneminde öne çıkıp yeni düzenin oluşmasında etkin görev almış olan polis ve ordu gibi baskı aygıtlarının üstlendiği hamilik görevine rağmen aşınmaya başladı. Yeni düzenin tüm toplumsal yüzeyde kusursuz işlemesi için kurulmuş mekanizma, 90’lı yıllarda yeniden zor aygıtlarının öne çıkmasına neden oldu. 90’lı yılların başından itibaren iktidar bloğunda meydana gelen dağılma, toplumsal muhalefetin her alanda artması ve resmi ideolojinin egemenliğinde baş gösteren azalma; ordu, emniyet ve hükümet içinde yer alan laik, Kemalist ve milliyetçi blok tarafından ciddi bir tehdit algısı yaratmıştı. Bu blok içindeki sermaye sınıfı ve onunla uyumlu bürokratik çevre için artık iki büyük düşman belirlenmişti: İrtica ve bölücü/yıkıcı faaliyetler. Devletin baskı aygıtları olan orduya, emniyete, yargıya ve özelleşen medyaya hâkim olan bu blok, yollarını ayırdıkları dinsel argümanlardan yoksun şekilde sadece milliyetçi bir söylemin rüzgârını kullanabildiler. Ellerinde kalan dinden arındırılmış ideolojik söylem, buna uygun olarak hızla şovenist bir karaktere büründü. Ellerinde bulunan baskı aygıtları nedeniyle savunma refleksi olarak güvenlikçi ve şiddeti esas alan teknikler dizisi devreye sokuldu.47 Devlet aygıtını kaybetme tehlikesiyle karşılaşan laik milliyetçi blok, elleriyle cevaz verip desteklediği ama büyüdükçe kontrolden çıkan dinsel bloğa karşı 90’lı yılların başlarından itibaren tedricen önlemler almaya başladı. Ancak bu müdahaleler kanlı tekniklerin kullanıldığı aşamaya hiçbir zaman varmadı. Etkileyebildikleri medya kanalları kullanılarak itibarsızlaştırma kampanyası düzenlendi. İçinde yer aldıkları ve hükümete yön veren Milli Güvenlik

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


145

Konseyi (MGK) zorlamasıyla yargı aygıtı kullanıldı. Laik milliyetçi blok zor aygıtlarına sahip olmasının getirdiği avantajla çoğu zaman dinsel bloğa geri adım da attırdı. Ancak uyum sağlama, taktik geliştirme yeteneği radikal solun çok ilerisinde, kolay tasfiye edilemeyecek kadar kurumsallaşmış, devlet içinde kadrolaşmış ve kitleselleşmiş olan dinsel blok yüzeysel ve kısmen geriletilebildi. Refah Partisi’nde somutlaşan dinsel kesim, 1987 yılında liderlerin siyaset yasağının kalkmasıyla başladığı parlamenter mücadelede her seçimden yükselerek çıkmaya başladı. 1987’de yüzde 7,16 oy oranıyla 1.717.425 kişinin oyunu alarak başladığı mücadele 1989’da yüzde 9,8 ve 2.170.431 oy sayısına; 1991’de MÇP ile ittifakla yüzde 16,87 ve 4.121.355 oy sayısına; 1994’te yüzde 19,10 ve 5.388.195 oy sayısına; 1995’te yüzde 21,37 ve 6.012.450 oy sayısına ulaştı ve birinci parti oldu. Bu tarihten itibaren ise önce basın yayın, ardından siyasi partiler ve laik milliyetçi bloğa dahil devlet kurumlarında (Cumhurbaşkanlığı, Genelkurmay, üniversiteler vb.) hükümetle sembolle-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö 1987 GENEL SEÇİMLERİ

1991 GENEL SEÇİMLERİ

Millet, vekili

Oy sayısı

ANAP 8.704.335 36,31 (Merkez Sağ)

292

5.862.623

24,01

SHP/CHP (Merkez Sol)

5.931.000 24,74

99

5.066.571

DYP 4.587.062 19,13 (Merkez Sağ)

59

DSP (Merkez Sol)

Parti

Oy sayısı Oy (%)

Oy oranı Millet(%) vekili

1995 GENEL SEÇİMLERİ

1999 GENEL SEÇİMLERİ

Oy sayısı

Oy (%)

Milletvekili

Oy sayısı

Oy (%)

Milletvekili

115

5.527.288

19,65

132

4.122.929

13,22

86

20,75

88

3.011.076

10,70

49

2.716.094

8,70

0

6.600.726

27,03

178

5.396.009

19,18

135

3.745.417

12,01

85

2.044.576

8,52

0

2.624.301

10,74

7

4.118.025

14,64

76

6.919.670

22,18

136

RP/FP 1.717.425 (Dinsel Parti)

7,16

0

4.121.355

16,87

62

6.012.450

21,37

158

4.805.381

15,40

111

MÇP/MHP 701.538 (Milliyetçi Parti)

2,92

0

2.301.343

8,18

0

5.606.583

17,97

129

1.171.623

4,16

0

1.482.196

4,75

0

HADEP (Kürt Partisi)

1989 YEREL SEÇİMLERİ Parti

Oy sayısı

1994 YEREL SEÇİMLERİ

1999 YEREL SEÇİMLERİ Oy (%)

Belediye

ANAP 4.828.164 % 21,80 (Merkez Sağ)

570

5.937.031

% 21,07

793

4.730.711

% 15,03

779

SHP/CHP (Merkez Sol)

6.354.252 % 28,69

652

3.807.921

% 13,41

436

3.487.483

% 11.08

373

DYP 5.565.776 % 25,13 (Merkez Sağ)

550

6.027.095

% 21,53

886

4.157.262

% 13,21

736

DSP (Merkez Sol)

1.998.819 % 9,03

37

2.463.853

% 8,70

23

5.885.132

% 18,70

189

RP/FP 2.170.431 % 9,80 (Dinsel Parti)

74

5.388.195

% 19,10

329

5.185.831

% 16,48

448

24

2.239.117

% 7,95

118

5.401.597

% 17,17

499

1.094.761

% 3,48

38

MÇP/MHP 916.405 (Milliyetçi Parti) HADEP (Kürt Partisi)

Oy (%) Belediye

% 4,14

Oy sayısı

Oy (%)

Belediye

Oy sayısı


146

şen “irticai” faaliyetlere karşı çok organize bir karalama, itibarsızlaştırma ve teşhir kampanyası düzenlendi. Ardından yargı kurumlarının devreye girmesiyle yukarıda da belirtildiği gibi davalar açılmaya başlandı. 90’lı yıllarda neoliberalizmin acıklı dönüşümünde MGK bünyesinde toplanan partilerin terk ettiği mağdur kesime kendi projeleriyle sahip çıkan siyasal İslam’ın, küçük ve orta sermayenin dindar-muhafazakâr kesimlerini ve toplumsal statüde yükselme umudu besleyen dindar-muhafazakâr meslek sahibi orta sınıfların da desteğini alarak gösterdiği yükseliş, 1995’e gelindiğinde ordu güdümlü blok ve onun destekçisi kesimlerde rahatsızlık yaratmıştı. TÜSİAD, TOBB, TİSK gibi burjuvazinin esas unsurları, DİSK, Türk-İş gibi sendikaları laiklik duyarlılığı olan kentli orta sınıfı ve ulusu laik Kemalist milliyetçi bir çerçevede tutmaya çalışan orduyu ve onun güdümündeki MGK’yı harekete geçirdi. 28 Şubat 1997’de MGK kararları yoluyla siyasete müdahalede bulunularak bir dizi zor teknikleri devreye sokuldu. Siyasal İslam’ın ıslah edilmesi, sistemin içine dahil edilerek sermayesinin disiplin altına alınmasını içeren bu tekniklerde hukuk ve medya etkili bir aygıt olarak kullanıldı. 1990’lı yıllarda egemenliğini zora sokan sorunlar içinde “siyasal İslam”a yönelik bu harekât “radikal sol” ve “Kürt sorunu” için daha başka şekilde çözülmeye çalışılmıştı. Kısmen “Alevilere” dönük de uygulanan stratejiler, Gramsci’nin öngördüğü türden kriz döneminde muhalif kesimlere uygulanan baskı aygıtlarının öne çıkarılması oldu. Bu aygıtlar, daha yüksek bir tehdit algısı içinde yoğun çıplak şiddeti uygulamaya koydular.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


Tahakküm aygıtları

Emniyet teşkilatı Önceki bölümlerde değinildiği gibi 90’lı yıllarda ekonomik işleyişi neoliberal politikalarla değiştirmeye çalışan ve bu nedenle emek güçleriyle sorunlar yaşayan hükümetlerin temsil ettiği kesimlerin çabaları; politikleşen İslami kesimlerin iktidarı paylaşmak isteyen hamleleri; Kürtlerin etnik talepleriyle sürdürdüğü silahlı kalkışmaları; radikal silahlı solun kitleselleşme eğilimi gösteren çabaları içinde tamamen parçalanan ve bir iktidar krizi görünümü veren siyasal ortam, askeri önlemlerle tesis edilmeye çalışılan bir egemenlik mücadelesi görünümü veriyordu. Bu mücadeleye damgasını vuran Kürt silahlı hareketiyle savaştıkça askeri ve politik alanda güçlenen ordu, bir süre sonra devlet iktidarının belirleyici unsuru oldu ve tüm hükümetlerin hamisi durumuna geldi. Bu dinamikle neoliberal politikaları destekleyen sermaye sınıfı, onun çıkarlarını yürütmeye çalışan hükümet ve hegemonik kriz ortamında bunu zor yoluyla hayata geçirmeye çalışan ordu, “neoliberal milli güvenlik devleti” bloğunu oluşturdular. Hegemonya kurulamayan diğer bütün unsurlar ise zor yoluyla bastırıldı. Ordu merkezli bu devlet bloğunun dışında bırakılmış olan siyasal İslam ile onun temsil ettiği sermaye ve güç çevreleri, 28 Şubat miladında olduğu gibi büyük bir dağıtma operasyonunun hedefi oldu. Bu kesim, takiyye becerisi sayesinde kaba şiddete uğramadı. Kurum müfettişleri marifetiyle kurum ve işletmeleri kapatıldı, ceza yedi veya itibarsızlaştırıldı. Emniyet soruşturmaları vasıtasıyla ve gözaltılarla fişlendi ve gözdağları verildi. Yargı organları aracılığıyla mallarına el konulurken, pek çok vakıf ve kurumları dağıtıldı, ileri politik unsularına siyaset yasağı getirildi. Neoliberal politikaların uygulanmasından mağdur olan tüm sınıf ve onun temsilcileri de bu bloğun dışında kalan unsurlardı. Yeni ekonomik dönüşümde dışlaştırılan bu kesimin 80’in sonlarına doğru sokağa dökülerek ve grevlerle yaygınlaşarak büyümüş olan muhalefeti, 90’ların başında kamu emekçilerinin etkin eylemleriyle birleşerek daha da büyüyen bir krize neden oldu.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


148

Ordu merkezli devlet bloğunun şiddet aygıtlarını en yoğun biçimde kullandığı kesimler ise Kürt siyasi hareketi ve radikal sol hareketlerdi. Zira 90’ların hemen başından itibaren gelişen hegemonik krizi yönetirken güvenlik aygıtlarını bu kesimlere göre revize etmişlerdi. Kürt hareketine karşı orduyu yeniden düzenlerken, ona bağlı korucu ve diğer paramiliter güçleri de ihdas etmişlerdi. Emniyet aygıtı içinden ise özel harekât timleri oluşturarak bu mücadeleye katmışlardı. Bu timler Kürt coğrafyasındaki toplumsal olaylara müdahalede ve operasyonlarda görev almışlardı. “Özel Harekât Timleri” milliyetçi insanlardan seçilirken, bu işi yapmak üzere askeriyeye bağlı bir birim oluşturulmuştu. Kriz ortamında egemenliği şiddet aygıtlarını devreye sokarak kurmaya çalışan dönemin devlet bloğu, polis gücünü ise daha çok batı illerinde gelişen muhalefete ve radikal sola karşı kullandı. Emniyet teşkilatında polis gücü, 1980 darbesinden beri yönetime el koyan ordunun güdümünde şehirlerde muhaliflere karşı yaptığı operasyonlarla önemli deneyimlere sahipti. 90’lı yılların başından itibaren yükselen radikal sol ve toplumsal muhalefetin bastırılması için Özel Harekât timleri, Terörle Mücadele timleri ve Çevik Kuvvet birimleri olarak yeniden yapılandırıldı. Daha önce polis teşkilatının ustalaşmış isimlerinden oluşan bir kadro 90’ların başından itibaren Emniyet’in üst düzeyinde kadrolaşmaya başlamıştı.48 Hukuk dışına çıkılması ve gayriresmi paramiliter güçlerin devlet tarafından kullanılması seçeneği, 1993 yılına gelindiğinde artan iktidar krizinin telaşına kapılmış iktidar bloğunca tedricen zaten uygulanmaya başlanmıştı. 1993 yılına başbakanı ve cumhurbaşkanı değişerek gelindiğinde ise 5 Temmuz 1993 tarihli Milli Güvenlik Kurulu’na (MGK) sunulan raporla başlayan süreç, hukuk dışına çıkılmasını ve gayriresmi paramiliter güçlerin devlet tarafından kullanılmasını neredeyse resmi ve meşru hale getiriyordu. Dönemin Cumhurbaşkanı’nın “Devlet halin icabına göre hareket eder. Her zaman rutini takip etmek mecburiyetinde değildir. Yüksek menfaatleri –ki bunu takdir etmek hükümetlere aittir– icap ettirdiği zaman devlet rutinin dışına çıkabilir”49 sözleriyle korunan yasadışılık, dönemin başbakanı Tansu Çiller’in, “Elimizde PKK’ya yardım eden Kürt işadamlarının listesi var. Listede 60 kadar isim bulunuyor. Devlet PKK’yla olduğu gibi, PKK’ya mali destek sağlayanlarla da her biçimde mücadele edecektir”50 sözleriyle de cinayetlerin startını vermişti. Emniyet teşkilatı, bu dönemde ordu merkezli devlet bloğunun belirlediği milli güvenlik algısı içinde tanımlanan pozisyona ken-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


149

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Emniyet Genel Müdürlüğü’nün açıklamasına göre, terör timleri ABD’de eğitilmişti.

dini adapte etti. Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın terörle mücadele ve istihbarat konularında dünyanın en güçlü iki örgütü ile yoğun ilişkiler kurulacağını belirtip “Terör timlerimizi CIA ve FBI eğitecek”51 açıklamasının ardından yeni teknikler, teknolojiler, eğitimler ve kurumsal/bürokratik değişiklikler yapıldı. Polisin sayısı ve niteliği artırıldı. Polis gücünün şiddet aygıtı olarak milli güvenliği sağlamak için 90’lardaki işlevi iki kategorik bağlamda ele alınabilir. Bunlardan birincisi, polis teşkilatının yöneldiği hedeflerdir. Bu bağlamda polisin yöneldiği hedefler yasadışı örgüt yapıları, üniversiteler; dergi, dernek, STK, sendika, sol partiler, insan hakları örgütleri, basın gibi solun faaliyet alanlarıydı. Buralardaki silahlı şehir militanları, yasadışı örgüt elemanları; yasal da olsa dergi, dernek, vakıf ve sivil toplum örgütlerinde mücadele yürüten politik kitle; üniversite öğrencileri ve dernek üyeleri, sol basındaki gazeteciler, insan hakları savunucuları ve sendikacılar gibi suç potansiye-


150

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

1990’larda yeni savaş politikalarının benimsenmesiyle Emniyet Teşkilatı da bürokratik ve donanım olarak yeniden yapılandırıldı. İstanbul, yeni Emniyet Müdürü ve 400 yeni araç ile 10 binden fazla polis gücüyle bu yeni yapılanmada aslan payını aldı.

li taşıdığı düşünülen aktörlerdi. Bu bağlamda üniversiteler, insan hakları örgütleri, sol ve dindar radikal grupları temsil eden dergi ve dernekler, siyasi partiler gibi tehdit gelebilecek tüm alanlar emniyet güçlerinin kontrol alanlarının içine dahil olmuştu. İkinci olarak, bu hedef kitlesine ve alanlara dönük uygulanan şiddet pratiklerinin bir süreç olarak değerlendirilmesidir. Bu yönüyle polis güçleri istihbarat, muhbirleştirme ve ajanlaştırma baskısı, gözaltına alma, hapisle/işkenceyle/ölümle korkutma, işkence, kaçırma, kaybetme, yargısız infaz şeklinde muhaliflerle mücadelede dereceli bir sistematiklik arz eden şiddet pratikleri ortaya koymuştu. Emniyet Teşkilatı bu dönemde diğer birimleri olan asayiş, kaçakçılık, trafik gibi polisiye görevlerinde olmayan bir ayrıcalığı siyasi polise sunmuştu. Bu görevlerin her aşamasında ortaya çıkan ihlal iddialarının hepsi cezasızlık zırhına bürünerek yapılıyordu. Ülkeyi tehdit eden Kürt silahlı hareketinin yanında bir de onlarla aynı dokudan gelen radikal solla uğraşmak istemeyen devlet iktidarının bu dönem yetki verdiği batı illerinde Emniyet Teşkilatı tam bir savaş aygıtı gibi çalıştı. Polis bu dönemde hiç-


151

bir dönemde olmadığı kadar yargısız infaz, kayıp, faili meçhul, sivil güçleri kışkırtıp üniversiteleri sindirme, gözaltında işkence gibi vakalarla suçlandı. Emniyet Teşkilatı’nın güvenliği tehdit edici faaliyetlere karşı belirlenen ve bu yönde yürüttüğü faaliyetleri şöyle özetlemek mümkündü: 1. Radikal grupların faaliyet gösterdiği alanlarda kontrol sağlamak için istihbarat toplamak. Bu minvalde, takip, dinleme, ajan sokma vb. operasyon düzenleyerek yakalamak ya da etkisiz hale getirmek. 2. Kitle desteğinin yoğun olduğu üniversitelerde faal olma. Gelişen üniversite hareketlerinin önünü kesmek için, sol grupların üniversitede yaşanmaz hale getirilmesi için polislerin yaptığı yoğun gözaltı, ileri unsurları sürekli tehdit etme, sivil karşı grupları organize ederek çatıştırma, gösterilere sert müdahalede bulunma ve kaçırma-kaybetme, muhbirleştirme, ileri unsurları yargıya teslim edip tutuklatma. 3. STK, sol dernek ve partilerin üyelerini sindirme. Bu o kadar yoğun yapılıyordu ki, bu iş için görevlendirilmiş sivil polisler çete gibi bir hava vererek dolaşıyorlar, tacizde bulunuyorlar, gözaltı, kaçırma ve tehditlerde bulunuyorlardı. 4. Suça karıştığı düşünülen politik kişilerin yakalanması, sorgulanması ve yargıya teslim edilmesi. 5. Basın üzerinde baskı oluşturma.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Bu faaliyetler esnasında tezahür eden yargısız infaz, kaybetme, faili meçhul, işkence ve politik alanların kontrolü ilgili şiddet pratikleriydi. Bu bağlamda güvenliği tehdit eden Kürt ve sol radikal akımlara karşı istihbarat faaliyetleri yoğunlaştırıldı ve bu da sonuç vermeye başladı. Bilgi akışının sağlanması için kurulan teknik dinleme ağıyla tespit edilen silahlı şehir militanlarına karşı 1991-1996 döneminde yargısız infazlar dönemi olarak anılan bir takip başladı. Bu süreçte sağ yakalanabileceği halde baskın yapıldıkları evlerde öldürülen ve bu nedenle “yargısız infaz” davaları açılan pek çok olay gerçekleşti. Her biri coşkulu bir kalabalığın katılmasıyla milliyetçi gösterilere dönüştürülen bu olaylardan sonra operasyona katılan polise kahramanlık övgüleri yapılırken polisler sık sık da ödüllendirildiler. Kamuoyu desteğinin sağlandığı, hatta ileri boyutlara vardırılıp gösterilere dö-


152

nüştürüldüğü baskınlar resmi ideolojinin bayrak-düşman-kahraman sembolleriyle görünür kılınan pratiklerine dönüşerek kitleyi birleştirmeye ve zinde tutmaya yarıyordu. Ancak günden güne halk desteği alarak yürütülen bu baskınlara ilişkin masum insanların da öldürüldüğü ya da silahla işi olmayan yasal platformda siyaset yapan insanları da kapsadığı şeklinde iddialar ortaya atılmaya başlandı. Bunun kanıtları ve görgü tanıkları bazen gizlenemez boyutta suçu ortaya çıkardığında “yargısız infaz” hakkında pek çok dava açıldı. Ancak bu davaların hepsi koruma zırhını baştan ilan etmiş hükümet tarafından reddedilirken yargıda da cezasızlıkla ödüllendirildi. Açılan onca davadan herhangi ciddi bir ceza çıkmadı. Hükümet ve Emniyet amirleri ise “yürütülen mücadeleye gölge düşürmeye çalışan hainlerin oyunu” retoriğiyle kamuoyunun desteğini sağlamaya devam ettiler. Tahakküm Pratikleri bölümünde detaylıca ele alınacak olan yargısız infazlar ve kaybetmeler, asker, korucu, polis ve JİTEM gibi devletin şiddet aygıtlarının yoğun biçimde suçlandığı fiilleri oluşturuyordu. Polisin batı illerinde alenen yaptığı çatışmaların neredeyse hepsi yargısız infaz olarak nitelendiriliyordu. Öyle ki, 1996 yılına kadar TİHV’in tespit ettiği yargısız infaz, dur ihtarı ve rastgele ateş açma nedeniyle gerçekleşen ölüm sayısı 799’du. TİHV Yönetim Kurulu Üyesi Coşkun Üsterci’nin TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’na 2012 yılında revize ederek aktardığı 90’lı yıllar boyunca yargısız infaz, dur ihtarı ve rastgele ateş açma nedeniyle gerçekleşen ölüm sayısı ise 1221’di.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö En yoğun yargısız infaz dönemleri olan 1991-1996 yıllarında

Ev eve işyeri baskınlarında ölenler

Göstericilere ateş sonu- Dur İhtarı, rastgele ateş açma ve cu ölenler (Nevroz hariç) sağ yak. sonra ölenler

Toplam

1991

22

32

44

98

1992

63

26

103

192

1993

57

20

109

186

1994

32

-

97

129

1995

21

26

49

96

1996

42

4

52

98

Toplam

237

108

454

799

Resim 37-THİV-2006 İnsan Hakları Raporu, s.233 1991-1996 yıllarında yargısız infaz biçimleri.


153

İşkence Silahlı bir mücadele yürütmeyen, yasal sınırlar içinde kalan ileri politik unsurlara yönelik polis baskısı sık sık gözaltına alıp işkenceli sorgulardan geçirmek oluyordu. 1990’lı yıllar boyunca Emniyet müdürlüklerinde siyasi gözaltıların tamamı “işkence” iddiaları içeriyordu. İşkenceyi siyasi mücadelenin bir parçası olarak gören iktidar, 1980 darbesinden itibaren ardı arkası kesilmeyen “sorguda işkence” iddialarının önüne geçmek için herhangi bir şey yapmamıştı. Bu dönemde de bir iktidar tekniği olarak işkence işlevsel olarak kullanıldı. İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Azimet Köylüoğ­lu’nun 1995 yılında yaptırdığı çalışmalar neticesinde devlet kademesinde sürekli gizlenen, muhaliflerin iftiraları olarak değerlendirilen işkence tespit ettirilmişti. Bu, bakanlık düzeyinde işkencenin ilk kez kabul edilmesiydi. Bakan Köylüoğlu’nun Türkiye’de “18 çeşit” işkence yapıldığının tespit edildiğini açıkladığı araştırmasına göre, jandarma ve poliste gözaltına alınanlar “Filistin askısı, çarmıha germe, manyetik telefona bağlama, soğuk suya sokma, tuzlu suda tutma, copla dövme, cinsel organlara taciz, yakınlarının yanında çıplak hale getirme, elektrik verme, boynuna kum torbası asma, gözlerini bağlı tutma, başına su damlatma, uykusuz bırakma, aç bırakma, susuz bırakma, tek ayaküstünde durdurma, koridor ve tuvalet temizletme, yarıya kadar soğuk suda bırakma” işkencelerine maruz kalıyorlardı. Yaptığı açıklamada, “İşkence aletlerinin tümünü toplattıracağım” diyen Köylüoğlu’nun girişimiyle Başbakan Çiller 13 Şubat 1995’te işkence genelgesi yayınlamıştı.52 En yoğun işkencelerin yapıldığı 93’lü yılların Başbakanı Çiller, 1997’de Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yar­ dımcısı olarak düzenlediği basın toplantısında, “iş­kence sorununu üzüntü ve­rici” olarak nitelendirmiş, demokrasinin “imkânlar da­ hilinde yükseltilmesi için” yeni bir ya­sanın hazırlanacağını belirtmişti. “İşkencenin sona erdirilmesi için üstüne gideceğini” ifade ederek işkenceyi kabul etmiş, “Filistin askısı, elekt­rik şoku gibi işkence aletlerinin karakollarda kullanılamayacağını” söyleyerek korkunç beyanda bulunmuş ve işkence aletlerinin kullanıldığını doğrulamıştı.53 Şiddet aygıtlarının cezalandırma, sindirme, caydırma, korkutma ve itiraf ettirme yolu olarak çoklu işleve sahip işkence, iktidar için özellikle kriz dönemlerinde sistematik bir hale bürünüyordu. Zira işkence, egemenlik krizini aşmada teyakkuz haline geçirilmiş zor aygıtlarının etki gücünü yükselten bir teknikti. İşkencenin sindirmeye elverişli doğası muhaliflere yönelmiş tüm şiddet aygıtla-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


154

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

TİHV’ye göre, 1990-2000 yılları arasında işkence gören insanlar içinden Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na başvuran ve tedavisi düzenlenen işkence gören insan sayısı 5719’dur.54

rında etkin şekilde kullanılmasına yol açmıştı. Askeri kışlalarda, jandarma karakollarında, MİT ve JİTEM birimlerinde; bazı bölgelerde korucu köylerinde olduğu gibi Emniyet binalarında da mekânsal düzen işkenceye göre kurulmuştu. 90’lı yıllarda Emniyet müdürlükleri işkenceyi bu minvalde etkin kullanmıştı. 1989-90 1991: 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 TOPLAM

İşkence görenler 329 552 594 827 1.128 1412 346 366 498 594 594 7285

Rapor alanlar 213 218 188 160 476 199

Kadın 44 53 93 126 261 163

Tecavüz - Taciz 8 9 24 22 36 12

Çocuk 7 15 11 29 24 60

1.454

740

111

146

Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Ağustos 1995 tarihine kadar, savcılıklara suç duyurusunda bulunan, mahkemeler ya da basın-yayın organları aracılığıyla gördüğü işkenceleri kamuoyuna açıklayan ve İHD ya da TİHV’ye başvuran bazı kişilerle ilgili bilgileri derleyerek ulaşarak tespit ettiği işkence vakaları. Bu tabloda TİHV’nin tedavi merkezlerine işkence gördüğünü bildirip başvuran 40’ı 1990’da, 238’i 1991’de, 393’ü 1992’de, 323’ü 1993’de, 472’si 1994’de, 713’de 1995 yılında olmak üzere toplam 2.179 kişinin yaklaşık yüzde 50’si aşağıda yıllara göre dökümü verilen tablodaki toplam 4.281 kişiye dahil edilmemiştir. Bunlar da eklendiğinde 1995 yılına kadar işkence gördüklerini açıklayanların sayısı 5 bin rakamına ulaşmaktadır.

Emniyet açısından işkencenin temel işlevlerini üç grupta açıklamak mümkün. Birincisi, sır üzerine kurulmuş yasadışı örgütlülükleri deşifre etmek için temel sorgu tekniği olarak kullanılıyor-


155

du. İkinci olarak, gözaltıyla eşleşen işkence fobik bir korku sürecine dönüştürülüyordu. Bu, gözaltı ve işkencenin caydırıcılığını artırırken tehdit edilen üzerinde ruhsal anlamda patolojik semptomlar oluşturan psikolojik bir silah oluyordu. Son olarak da bir ceza aygıtı gibi işliyordu. Zira gerek sol hareketin içine girmiş yeni insanları korkutmak, gerekse tüm tehditlere rağmen mücadeleden çekilmeyen aktivistlere karşı işkence tedricen bir ceza aygıtı olarak kullanılıyordu. Bu dönemde yapılan işkencelerin kayıtlarını tutan TİHV’in açıklamalarına göre, 1995 yılına kadar 5 bine yakın insan yoğun işkenceden geçirilmişti. Muhalif sosyalist hareketlerin belirli bir organize güce eriştiği durumlarda o kesime dönük yapılan operasyonlar rutin polis görevlerinden biriydi. Dergi çevrelerinde yasallık içinde çalışmalar yapan pek çok sosyalist hareket bu kapsamda sık sık toplu operasyonların hedefi oluyordu. Yasadışı örgüt yapılanmalarına dönük bu toplu operasyonlar sırasında şiddet dozunu yükselten polis timleri kimi zaman “yargısız infaz” yapmakla suçlanırken, çoğu kez de ağır işkenceli sorgular yapmakla da itham edildiler. Polis şiddetinin en yoğun olduğu bu türden olaylar içinde 1997 “Atılım Gazetesi Operasyonu” her türlü şiddeti barındırması açısından tipik örnektir. İstanbul Terörle Mücadele Müdürlüğü’ne bağlı TİM 355 adıyla anılan ve 1995-1999 yılları arasında Hasan Ocak’ın öldürülmesi de dahil pek çok yargısız infaz, kaçırma ve işkenceli sorgulamadan sorumlu tutulan ekip, 21 Şubat 1997 tarihinde yasadışı örgütle bağlantılı olduğu iddiasıyla Atılım gazetesi çevresiyle ilişkisi olduğunu düşündüğü 18 kişiyi gözaltına alarak 6 Mart 1997’ye kadar sorguladı. Bu kişiler işkence gördükleri yönünde savcılığa başvuru yaptılar. İçlerinde Atılım gazetesinin yayın kurulunda çalışan Mukaddes Çelik, DİSK Limter-İş Sendikası eğitim uzmanı Süleyman Yeter, 56 gazeteci Asiye Zeybek Güzel’in bulunduğu şüpheliler gözaltından çıktıktan sonra ağır işkencelerden geçirildiklerini söyleyerek suç duyurusunda bulundular. Bu suçlamalar arasında 23 Şubat 1997’de gözaltına alındıktan sonra kendisine tecavüz edildiğini çıktığı mahkemelerde anlatan Asiye Zeybek Güzel’in, İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Psiko-Travma Merkezi’nin verdiği “travma sonrası stres bozukluğu” raporu mahkeme heyeti tarafından kabul edilmedi. Gözleri gözbağıyla bağlanan, soyundurularak Filistin askısı denen işkenceye tabi tutulduğunu söyleyen Zeybek, tecavüz vakasını şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


156

Kapı gürültüsü duydum. Odaya yeni biri girdi galiba. “Daha bitmedi mi? Ne uğraşıyorsunuz, indirin yatırın yere orospuyu. İndirin yatırın yere!” Bir anda askıdan indirildim. Ayakta duramıyorum, kollarım da artık bana ait değil, hissetmiyorum, kontrol edemiyorum. Korkunç bir acı var. Yere fırlattılar. Başım yere çarptıktan sonra buz gibi betonu hissettim... Kollarımı ve bacaklarımı sıkıca tutmaya çalışıyorlar. Çırpınıp kurtulma çabalarım sonuçsuz. Bağırmaya çalışıyorum, sesim çıkmıyor sanki. Üzerimde bir ağırlık hissediyorum. Duyduğum acıdan dişlerim birbirine geçiyor. Karşı koyamıyor, kıpırdayamıyorum, kafamı bile oynatamıyorum. Boğazım bağırmaktan yırtılacakmış gibi. Kendi haykırışlarım, çığlıklarım, sesim bana yabancı gibi geliyor. Kahkaha sesleri ve küfürler kesilmiyor. İğrenç şeyler söylüyorlar... Üzerimdeki o iğrenç ağırlık işini bitirdiğinde, su nasıl buza dönerse öylece dondum kaldım. Mumya gibi dondum kaldım. Ölümü isteyecek gücü bile alıp götürdüler benden. Her yer bir anda karardı. Bir tek ışık bile görünmüyor, karanlıktayım. ...Üzerimdeki ağırlığın kalktığını fark ediyorum. Kalkarken canımı da beraber alıp götürdü.57

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Aynı operasyonda gözaltına alınanların tümüne işkence yapılmıştı. Birlikte gözaltına alındıkları Asiye Zeybek Güzel’in tecavüzünü “Asiye’yi gördüğümüzde halinden yaşadıklarını tahmin ettik, çünkü çok derin bir travma yaşamıştı. Toplumsal hassasiyetleri bildikleri için, kadınları taciz ve tecavüzle siyaseten teslim almak istediler. Asiye’yi itirafçılaştırmaya çalıştılar” sözleriyle anlatan gazeteci Birsel Kaya da işkence ve tacize uğramıştı. Birsel Kaya 15 gün boyunca hücrenin dışındaki zamanlarının hep gözü

Türkiye’deki davalarından bir sonuç çıkmayan Asiye Zeybek Güzel AİHM’e başvurdu. AİHM 2006’da Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes ulusal bir makama etkili bir başvuru yapabilme hakkına sahiptir” şeklindeki 13. maddesini ihlal etmekten dolayı mahkûm etti.


157

bağlı şekilde işkenceyle geçtiğini anlatırken yapılan muameleyi de şu sözlerle aktarıyordu: Bizi büyük bir salona topladılar. Sistemli şekilde işkenceye götürdüler. Özellikle kadınlara cinsel şiddet ağırlıklı bir işkence sistemi uygulandı. Başka arkadaşlarımıza boğma yöntemi, ters, düz Filistin askısı yöntemleri kullanıldı... Bu esnada cinsel şiddet, tecavüz tehditleri uygulandı. Sürekli ifade vermemiz üzerine baskı vardı. Cinsel taciz ben Filistin askısında yoğun ağrılar yaşarken bile devam etti. Uzun süre tuttukları için ağzımdan köpükler gelmeye başladı ve indirmek durumunda kaldılar.58

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Sonraki süreci anlatırken, “Hiç kimsenin röntgen için bile kolunu kaldırabilecek gücü yoktu. Ama doktor hiçbir şeye bakmadan, polis ne derse rapora onu yazıyordu. Sultan ve ben en sona kalmıştık. Doktora tepki gösterdik, onu Tabipler Odası’na şikâyet edeceğimizi, suç duyurusunda bulunacağımızı söyledik. Böyle olunca doktor bize bakmak istemedi... Doğru düzgün muayene bile edilmeden işkence görmediğimize dair rapor verildi” diyen Birsen Kaya’nın Adli Tıp’a beraber gittikleri Sultan Arıkan da işkence ve taciz mağduruydu ve “çırılçıplak soyulduğunu ve cinsel organıyla göğüslerinin polisler tarafından ellendiğini” ileri sürüyordu. Birsen Kaya, sendikacı Süleyman Yeter’i gördüğünü, “Polisler sıcak çay kaşıklarıyla, tespihlerinin püskülüyle dudağımıza dokunuyor, bizi taciz ediyordu. Geceleri bizim yanımızda kırmızı noktalı filmler izliyorlar, rakı içiyorlardı... Göz bandımın altından Süleyman Yeter’in işkencenin ardından yarı çıplak bir şekilde getirildiğini gördüm. Erkekleri askıya aldıklarını anladım”59 sözleriyle anlatıyordu. Sultan Arıkan ve Birsen Kaya, sendikacı Süleyman Yeter’i ve sonraki süreci anlatırken, “Süleyman da bizimle birlikte gözaltına alınmıştı. Ters ve düz askıda saatlerce tutulmuştu. Bizler serbest kaldıktan sonra işkence yapan polisler hakkında dava açtık. Mahkemede polisleri teşhis ettik. Yeter de teşhis edenler arasındaydı. Ancak bundan sonra tehditler başladı. Haklarında şikâyetçi olduğumuz polisler her fırsatta karşımıza çıkıp, telefon açıp davadan vazgeçmemizi istiyorlardı”60 diyorlardı. Süleyman Yeter işkence yapan polisler hakkında açılan davanın 29 Nisan 1999’daki duruşmasında kendisine işkence yapan polisleri mahkeme heyetine gösterecekken, 5 Mart’ta tekrar gözaltına alındı ve gözaltında öldürüldü.


158

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Birsen Kaya, 21 Şubat 1997’de gözaltına alındığında 21 yaşındaydı. Esenler’de bir arkadaşındayken, maskeli polisler uzun namlulu silahlarla evi bastı. Kaya, Vatan Emniyet’e götürüldü ve 15 gün boyunca işkence gördü. İşkencede kısmi felç geçirdi. Uzun süre tedavi gördü.

Emniyet müdürlüklerinde itirafta bulundurmak ve bilgi almak için işkencenin kullanıldığı sorgulamalarda, yukarıdaki örneklerde görüleceği gibi cinsel işkencelerin özel bir yeri olduğu açıktı. Özellikle örgüt operasyonlarında bilgi almak ve suç isnat etmek için, feodal kültürel değerlerle donanmış şüphelilere karşı, ruhsal yıkıcılığı daha yüksek cinsel işkence özellikle kullanılıyordu. Erkeklerde makata cop sokma biçiminde görülen bu işkence türü kadınlarda tecavüze dönüşüyordu. Gözaltında taciz konularında önemli araştırmalar yürüten insan hakları aktivisti Avukat Eren Keskin’in61 cezaevlerinde kadınlar üzerinde yaptığı gözlem sonuçlarında açıkladığı gibi, “İstisnasız hepsi, gözaltında cinsel işkence yaşamışlardı. Ancak utanıyor ve korkuyorlardı. Korktukları ise kesinlikle ‘devlet’ değildi. Kendilerini de saran ‘feodal değer yargıları’ ve ‘erkek egemen ahlak’ anlayışıydı. Öncellikle, örgütsel yapılardaki erkeklerin olaya nasıl yaklaşacakları konusunda emin olamıyorlardı.”62 1997 yılından itibaren Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’nun bu konuda yaptığı çalışmalar ise döneme ilişkin önemli veriler sağlıyordu. Büronun Aralık 200663 yılında hazırladığı rapora göre, 238 kadın devlet güçleri tarafından cinsel şiddete maruz kaldığı gerekçesiyle büroya başvuruda bulunmuştu. Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’nun her yıl yayınladığı raporun 2010 verileri-


159

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Sendikacı Süleyman Yeter 1997 yılında gözaltındayken kendisine işkence yapan polisleri teşhis edeceği mahkemeye çıkamadan kısa bir süre önce aynı polislerce gözaltına alınmıştı. Daha sonra ailesine el, ayak, sırt, boyun ve alnında darp izlerinin olduğu cesedi teslim edilmişti.

ne göre ise, büroya 1997’den 2010’a kadar ise 329 kişi, gözaltında taciz ve tecavüze maruz kaldığını açıklayarak başvuru yapmıştı. Bunlardan 263’ü “siyasi nedenlerden ya da savaş kaynaklı”ydı. Rapora göre taciz ve tecavüz suçlamasıyla devlet güçlerine yönelik açılmış toplam 144 dava bulunuyordu. Ciddi hiçbir cezalandırmanın çıkmadığı bu davalardan AİHM’e başvurular ise 1996 yılında başlamıştı. İlk dava olarak bilinen Şükran Aydın davası, 25 Eylül 1997 tarihinde sonuçlandı ve Türkiye suçlu bulunarak tazminata mahkûm edildi. Sonraki yıllarda cezasız kalan tecavüz vakalarından pek çoğu AİHM’e götürüldü.64 Başvurular içinde AİHM’de sonuçlanan davası 24’tü. AİHM gündeminde ayrıca 18 dosya daha bulunuyordu. Türkiye ceza mahkemelerinde 38 dava görülürken, Yargıtay’da 9 dava, savcılıkta 48 dosya vardı. Rapora göre taciz ve tecavüz davalarında kapanan veya arşive kaldırılan dosya sayısı 186 idi. Korktuğu için 930 kişi hukuki işlem istemezken, dava devam ederken 14 kişi davasından vazgeçmişti. Vazgeçme sebepleri ise kadınların dava açılmasından sonra ağır baskı görmesiydi. 134 kadın, suç duyurusunda bulunduğu için baskı gördü, 40 kadın maruz kaldığı baskı nedeniyle Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı. 51 kadın ise tehdide maruz kaldı, yeniden gözaltına alındı ya da işkence gördü. Sadece kendilerine başvuranların yansıtıldığı raporda, verilerin gerçek sayıyı yansıtmadığına dikkat çekilen raporda, “Feodal aile değerleri, hak arama bilincinin yeterince gelişmemiş olması, baskı ve tekrar işkence gör-


160

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Aralık 1993’te gözaltına alınan Kamile Çiğci’ye 33 gün kaldığı Mardin Emniyet Müdürlüğü’nde tecavüz ve işkence ettikleri gerekçesiyle biri komiser 7 polis Mardin 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandı. Davada sanıklar “zamanaşımı” gerekçesiyle 2004 yılında önce “işkence” suçundan, 2009 yılında da “tecavüz” suçundan beraat etti. Karar Yargıtay’ca 4 Ekim 2010’da onaylandı.

me gibi nedenler ve yargıya olan güvensizlikler, kadınların cinsel işkenceyi açıklamalarının önünde büyük engel” tespitleri yer alıyordu.65 Bir tecavüz mağdurunun anlattığı gibi bu türden engeller işkencenin toplumsal hayatta da sürdüğünü gösteriyordu: Burada anlattıklarımı savcıya da anlattım. Savcı bana, “Sen şimdiye kadar niye anlatmadın bunları?” dedi. “Şimdiye kadar derdimi kime anlattıysam hepsi bana sırtını döndü” dedim ona. Bizlerde “Ayıptır” yaklaşımı vardır. “Sen nasıl böyle bir şeyi açıklarsın?” diyorlardı. Kocamsa, “Git söyle, ayıp değil, utanması gereken sen değilsin” diyordu. Dava bir yıl sürdü... Paneldeki konuşmalarımla bölücülük yaptığım iddiasıyla hakkımda dava açıldı. Ayrıca benimle birlikte 19 kadın hakkında, halkı bölücülüğe sevk etmekten dolayı 294 yıl dava açıldı. Sonra beni psikoloğa gönderdiler. 20-30 doktor vardı. Onların toplantılarına katıldım. Her şeyi anlattım. İki kadın doktor bana tepki gösterdi. “Sen askerlerimize iftira atıyorsun” dediler. “Eğer yalan söylüyorsam, çıksınlar konuşsunlar. Yalancı-


161

lar da utanması gerekenler de onlardır, ben değil” dedim doktorlara. Yer yer Kürdistan’da tepkilerle karşılaştım. Çocuklar okula gidiyordu, işte “Anneniz orospudur, hep polis baskın yapıyor, anneni götürüp orospuluk yaptırıyorlar” diyorlardı. Çocuklar ağlayarak geliyordu eve. Sonra kızım ve oğlum okulu bıraktı. Beni tanıyanlar, arkadaşlarım da “Sen tehlikelisin, seninle dolaşmam” diyorlardı.66

Bu engellere rağmen kamuoyuna sızan tanık açıklamalarına bakıldığında bu işkence türünün ideolojik bir savaşta kullanılan çirkin içeriğini gösteriyordu. Hemşire Nazlı Top ise sessiz sedasız mağduriyetini yaşayan kadınlardan farklı olarak hikâyesinin sekiz yıl aradan sonra ABD’nin Washington Post’ta yayımlanmasıyla kamuoyunun gündemine geldi ve çokça tartışıldı. Hemşire Nazlı Top, 27 Nisan 1992’de, İstanbul’da çalıştığı hastaneden evine giderken, bir eylem nedeniyle bölgede bulunan polislerce şüphe üzerine gözaltına alınmıştı. Üç aylık hamileyken işkence gördüğü doktor raporuyla belgelenen Nazlı Top’un olay sonrası açtığı dava 2,5 yıl sürdü. Mahkeme, savcının Nazlı Top’un vücudundaki çürük izlerini bizzat kendisinin “yaptığı” ve hastaneden aldığı “işkence görmüştür” raporunun sahte olduğu iddiasına dayanarak polisler hakkında beraat kararı verdi. Yaşadıklarını 2000 yılında “Uluslararası Tecavüz Ku­ rultayı”nda anlattığı için de Nazlı Top hakkında dava açıldı. Dramı Washington Post gazetesinde yer alınca TBMM İnsan Hakları Komisyonu, televizyonlar ve gazeteler sekiz yıl aradan sonra ilgi gösterip konuyu gündeme getirdiler ve polisler hakkında tekrar dava açıldı. Nazlı Top yaşadıklarını şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Beni karakola götürdüler, 10 gün boyunca gözaltında tuttular, vücuduma elektrik verdiler, üç aylık hamile olduğum halde karnıma tekmeler attılar ve copla tecavüz ettiler. İşkenceyle geçen günler sonunda, olay günü hastanede görev başında olduğum anlaşılınca serbest bırakıldım.67 (...) Orada, kimliğime, mesleğime ve cinsime saldırı yapıldı. Filistin askısına alındım, her çeşit işkenceye maruz kaldım. En sonunda da, “Hamileyim” dememe rağmen, copla tecavüze uğradım. Bu, 10 gün boyunca devam etti. Çıkarıldığım DGM’de serbest bırakıldım. Uluslararası Af Örgütü’ne, Bakırköy Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulundum. 5 günlük işkence raporu aldım. Ama bana tecavüz eden polisler beraat etti. Hatta duruşmaya bile gelmediler. Davam ortada kaldı. Hukuksal olarak bir kazanç elde edemedim, ama toplumsal kazanımım


162

oldu. (...) Tecavüze uğradığım zaman karnımda olan bebeğim, şimdi 9 yaşında. Oğluma bakınca, yaşadığım kötü günleri anımsıyor, onun ve benim hayata bağlılığımızdan kıvanç duyuyorum.68

Kamuoyunda görünür olan bir diğer olay da İskenderun’da yaşayan Fatma Deniz Polattaş (19) ve Nazime Ceren Salmanoğlu (16) adlı iki genç kıza yapılanlardı. Gösteriye katıldıkları gerekçesiyle Mart 1999’da gözaltına alınan iki genç kız, İskenderun Yenişehir Emniyet Müdürlüğü’nde sorgulanmışlardı. Adana DGM’ye çıkarıldıklarında, Emniyet’te işkence gördüklerini ve tecavüze uğradıklarını anlatan gençler tutuklanarak 12 yıla mahkûm edildiler. Türki­ ye’de görülen işkence davalarından sonuç alınamayınca gençler AİHM’e başvurdular. AİHM, 15828/03 Başvuru numarası ve 17 Mart 2009 tarihli kararıyla Türkiye’yi tazminata mahkûm etti. Mağdurlardan Fatma Deniz Polattaş Emniyet’te yapılanları şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Kaba dayak, cinsel taciz, Filistin askısı, tekerleğe geçirilip duvara çarpılma suretiyle yapılan tekerlek işkencesi, Emniyet’teki adıyla uçak işkencesi. Yaşadığım coplu tecavüzü yazamıyorum. Lütfen mazur görün. Yoksa polisleri korumak, saklamak niyetinde değilim. O anı bir daha yaşamak istemiyorum. Uykusuzluk yaşıyorum. İlk birkaç ay hıçkırıklarla uyanıyordum. Sürekli işkenceyi hatırlıyorum, irkiliyorum... Kendimi toparlamaya çalışıyorum.69

Nazime Ceren Salmanoğlu (16) ise yaşadıklarını şöyle dile getiriyordu: On altı yaşındayım. Gözaltına alındıktan sonra gözlerim pis kokan bir bantla bağlandı... Sulu betonun üzerinde saatlerce oturtuldum, sırtüstü, yüzüstü yatırıldım. Buz gibi suyla ıslatıldım. Tehditler hiçbir zaman eksik olmuyordu. Tecavüz edeceklerini, annemi getirip ona aynı şeyi yapacaklarını söylüyorlardı. Sürekli dövüyorlardı. Hazırladıkları bir yazıyı imzalamamı istiyorlardı. Çok direndim ama günler geçtikçe direncim azaldı. Özellikle annemle ilgili söyledikleri beni çok etkiledi. Hele o çığlıkları hiç unutamam. Dışarıdayken diş tedavisi görüyordum ve bu nedenle dişlerimde çengel vardı, çengel kırıldı. Yaşadıklarımı unutmam mümkün değil. Hâlâ uykusuzluk çekiyorum, aniden uyanıyorum. Çığlık attığım oluyor.70

Cinsel işkencenin ileri politik kadınlara uygulanmasını da anlatan Ö.İ. adındaki kadın “daha önce de devrimci-muhalif kimli-


163

ğinden dolayı defalarca işkenceli sorgulardan” geçirildiğini belirttikten sonra 1997 yılında gözaltına alınışında, “Sizinle ancak böyle baş edilir” diyen polislerin tecavüzüne uğradığını anlatıyordu.71 Yine tipik örnek olması açısından açıklayıcı bir başka olay da Zelal ve Meral Armutlu kardeşlerin bir anma töreninden sonra gözaltına alınıp 16 gün boyunca işkenceye maruz kalmaları esnasında yapılanlardı. Toplumsal belirlenmenin içinde bireyin ruhsal derinliklerine ulaşan cinsel işkencenin insanlar üzerinde yıkıcı tahribatını gösteren bu olayda olanları Meral Armutlu şöyle dile getiriyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Aldıklarında, “Cehenneme hoş geldin, sana tecavüz ederiz, seni kadın yaparız” diyorlardı. Bir sabah uyandığımda baktım üzerimi çıkartmaya çalışıyor, pantolonumu çekiyorlardı. “Ne yapıyorsunuz?” diye bağırınca bıraktılar. Tuvalete gittiğimizde içeri girmeye çalışıyorlardı. Kardeşime işkence yapıyorlardı ve “Bak kardeşin kuş gibi çırpınıyor. Senin yaptıkların yüzünden acı çekiyor. Buradan kız olarak çıkmazsınız” dediler. Orada 16 gün kaldık, ama bize bir yıl gibi geldi. İşkence izleri belli olmasın diye (polis) kollarıma masaj yapıyordu. Orası cehennem gibi bir yerdi.72

Gözaltına alınan ve o zaman 16 yaşında olan Zelal Armutlu ise “O zaman 16 yaşındaydım ve gözaltı nedir bilmiyordum. Çok şaşırmıştım” diyerek anlattığı aynı olayda başına gelenleri şu sözlerle aktarıyordu: Polisler önce sırtıma copla vurarak, kimlik bilgilerimi öğrenmeye çalıştı. Gözlerim bağlı, bir odaya götürüldüm. Odada tek olduğumu sanıyordum. Merak ettim ve hafifçe göz bandımı kaldırarak, etrafıma baktım. Odada 15’e yakın polis olduğunu gördüm... Benim baktığımı gördüler ve biri yanıma gelerek yüzüme çok şiddetli bir tokat attı. “Sen nasıl bakarsın, eğ kafanı” diye bağırdı, kafamı duvara vurdu. Bir odaya götürdüler... Başka yere götürürken, koluma girerek, “Önünde duvar var, çarpacaksın” deyip kafamı duvara vuruyordu. Bodruma indiğimizde ayak parmaklarımdan tel gibi bir şey geçirdiler. “Seninle oyun oynayacağız” dediler. Sonra bütün vücuduma elektrik verdiler; her yerim kaskatı kesildi. Çığlık attığımda, “Konuşacak mısın?” dedi... Bana sürekli, “Seni ters askıya alırız”, “Çırılçıplak soyar sana ve ablana tecavüz ederiz”, “Bütün işkenceleri üstünde uygularız” diyorlardı. Bodrum katında işkence yaparlarken topuklu ayakkabı giyen bir kadın geldi. Selim Ay tali-


164

mat veriyordu, kadın bana işkence yapıyordu; orada kemiklerimi ezdiler. 31 yaşındayım ve psikolojik olarak hâlâ yüzüstü yatamıyorum, sırtüstü yattığımda o kadının sivri topukları sırtıma batıyormuş gibi acı hissediyorum.73

Siyasi nedenlerle gözaltına alınanların neredeyse tamamının işkenceyle sorgulandıklarına dair iddialarına karşılık herhangi ciddi bir yargılama süreci olmamıştı. Bunda işkencenin ispat edilememesi etkili oluyordu. Zira polis, adli tabiplik ve mahkeme arasında kurulmuş ideolojik bağ bir gizleme ağı oluşturmuştu. Polis ağır işkenceleri dinlendirip tedaviden sonra adli tabipliğe gönderiyor, adli tabiplik işkence raporu vermiyor, savcılık da resmi delil olmadığı için işlem yapmıyordu. Dışarıdan belgelenen işkenceler ise, resmi kurum olarak belirlenen adli tabiplikle tezat oluşturduğunda delil olarak görülmüyordu.74 Açıkça ortaya çıkan delillerle açılan davalarda zorunlu kalındığında en hafif cezalar veriliyordu. Örneğin, İzmir’de 12 yaşındaki H.İ.Ö. adlı çocuğa işkence yaptıkları belirlenen polislere işkenceden değil, kötü muameleden para cezası verilmiş ve mahkeme bu cezanın ertelenmesine karar vermişti.75 İşkencenin saklanması ve işkence yapanların korunmasına en tipik, aynı zamanda en çok ses getiren örneklerden biri ise 1995 yılında başlayan “Manisalı Gençler” davasıydı. Manisa’da 16 lise öğrencisi genç “paralı eğitime hayır” yazdıkları gerekçesiyle Manisa Emniyet Müdürlüğü’nce gözaltına alınmıştı. Gözaltında kaldıkları 11 gün boyunca ağır işkencelerden geçirildiği iddiasıyla ailelerin açtığı davada 10 polis memurunun yargılanması yıllarca sürdü. Yargıtay her defasında beraat kararını bozmasına rağmen yerel mahkeme polislere beraat verdi. Manisalı Gençler Davası 2003 yılında Yargıtay’ın 10 polise verilen düşük cezaları onamasıyla sonuçlandı. 16 yıl sonra ise “uzun gözaltı süresi nedeniyle” AİHM Türkiye’yi 13 bin 800’er avro para ödemeye mahkûm etti. Emniyet’te yapılan işkencelerin türleri, niteliği, işkence sonrası olanları anlatan gazeteci Necati Abay, aynı zamanda pek çok politik insanın başına gelen genel süreci de şöyle özetlemiş oluyordu. 1997’deki İstanbul’da gözaltına alınan Abay olayı şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Hemen Filistin askısı olarak adlandırılan askı işkencesine aldılar. Askıdayken cinsel organım dahil vücudumun çeşitli yerlerinden elektrik verdiler. Askıdayken ayaklarımdan çekerek askının etkisini artırdılar. Askıdayken hayalarımı sıktılar. Gözaltım boyunca üç kez ters-düz askıya alındım, bayılıncaya kadar askıda tutuldum.


165

Üzerime tazyikli su sıkarak ayıltıyorlardı. Yanı sıra lakabı “Gırtlakçı Bayram”a çıkan işkenceci... Tarafından gırtlağım defalarca sıkıldı. Uyutmama, küfür, aşağılama, sesi sonuna kadar açık... radyosunu dinletme gibi işkencelere de maruz kaldım... İşkence 14 gün sürdü, ama ilk bir haftası çok yoğundu. İki kolum da askının etkisiyle şişmişti ve ezikler vardı. Şanslıydım, Adli Tıp’tan 3 günlük de olsa işkence gördüğüme dair rapor alabilmiştim. Genel uygulama olarak işkence raporu almak istisnai bir durumdu. Tutuklanarak Gebze Cezaevi’ne konuldum. Diğer işkence mağduru arkadaşlarımla birlikte işkenceci polisler... hakkında suç duyurusunda bulundum. Savcılık iddianamesi hazırlandı ve işkencecilerin yargılanması İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlandı. Mahkeme...11’er ay 20’şer gün ağır hapisle cezalandırdı. Ancak sistematik devlet politikası gereği cezaları ertelendi. Yine sistematik devlet politikası gereği işkenceci polislerin davası zamanaşımına uğratıldı.76

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

İşkenceye cezasızlığın yaygın örnekleri TİHV’in 1996 tarihli çalışmasında da77 kayıtlarında da çokça geçiyordu. Dinçer Şahin adlı öğrencinin durumu buna örnektir. 1991 yılı Şubat ayında gözaltına alınan 16 yaşındaki öğrenci, gözaltında bulunduğu süre içinde işkence gördüğünü belirterek Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulundu, hastaneye gönderilerek “ayaklarında ve kalçasında darp izleri bulun­duğuna” dair doktor raporu ancak açılan soruşturma işkenceyi doğrulayan doktor raporu olmasına karşın takipsizlikle sonuçlandı. (s. 34) 15 Ağustos 1991’de Adana’da gözaltına alınıp altı gün boyunca işkence ve tecavüze uğradığını iddia eden Mediha Curabaz bu durumu aldığı doktor raporla­rıyla kanıtlamıştı. Kanıtlar karşısında açılan dava Malat-

İşkencenin yoğun uygulanışı onu “herkes tarafından bilinen giz”e dönüştürmüştü.


166

ya DGM’de 14 Kasım 1991 tarihinde 5 polisin yargılanmasına gerek olmadığına karar verilerek beraatla sonuçlandı. (s. 35) Aralık 1992’de ise Urfa’da gözaltına alınan Viranşehir gazetesi ile BBC’nin muhabiri Eyüp Seyrek, İbrahim Halil Yaman, Ömer Özkan ve Serdar Mert adlı kişilere 20 gün boyunca ağır işkence yapıldığı Adli Tıp Kurumu raporlarıyla belirlenmişti. Mağdurların, “Urfa Emniyet Müdürlüğü’nde 20 gün boyunca çok ağır işkence gördük. Makatlarımıza cop sokuldu. Boğadanınız sıkılarak boğulmak istendik. İşkencelerden kurtulmak için polislerin bize söyledikleri her şeyi kabul ettik. Bize yönelik suçlamaları işkence sonucu kabul ettiğimiz 15 Aralık 1992 tarihinde düzenlenen Adli Tıp raporlarında belirtilmişti” açıklamalarıyla yapılan suç duyurusu soruşturulmaya gerek görülmeden kapatıldı. (s. 38)

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö TCK 243 MADDESİ UYARINCA;

Ceza soruşturmasına uğrayan ve adli yargıda işlem yapılan personel sayısı

577

Men-i muhakeme

118

Uyarı cezası

1

Takipsizlik

68

Kınama cezası

3

Ceza

10

Beraat

195

1 3 4 70 82 487

İdari soruşturmaya uğrayan personel sayısı

İşlem yapılanların toplam sayısı

39

Aylıktan kesme Kısa süren durdurma Uzun süren durdurma Meslekten çıkarma Soruşturması süren İşlem yapılanların toplam sayısı

Akıbeti belirsiz işlem sayısı

186

Akıbeti belirsiz işlem sayısı

569

Türk Ceza Kanunu’nun o dönemki 243. maddesi: “Bir kimseye cürümlerini söyletmek, mağdurun, şahsi davacının, davaya katılan kimsenin veya bir tanığın olayları bildirmesini engellemek, şikâyet veya ihbarda bulunmasını önlemek için yahut şikâyet veya ihbarda bulunması veya tanıklık etmesi sebebiyle veya diğer herhangi bir sebeple işkence eden veya zalimane veya gayriinsani veya haysiyet kırıcı muamelelere başvuran memur veya diğer kamu görevlilerine sekiz yıla kadar ağır hapis ve sürekli veya geçici olarak kamu hizmetlerinden mahrumiyet cezası verilir.”

TCK 245 MADDESİ UYARINCA

Ceza soruşturmasına uğrayan ve adli yargıda işlem yapılan personel sayısı Men-i muhakeme

1095

Uyarı cezası

3

Takipsizlik

278

Kınama cezası

71

Ceza

84

Beraat

480

İşlem yapılanların toplam sayısı

1937

Aylıktan kesme Kısa süren durdurma Uzun süren durdurma Meslekten çıkarma Soruşturması süren İşlem yapılanların toplam sayısı

111 218 81 6 453 943

Akıbeti belirsiz işlem sayısı

954

Akıbeti belirsiz işlem sayısı

3725

2851

İdari soruşturmaya uğrayan personel sayısı

4668

Türk Ceza Kanunu’nun o dönemki 245. maddesi: ”Kuvvei cebriye imaline memur olanlar ve bilumum zabıta ve ihzar memurları memuriyetlerini icrada ve mafevkinde bulunan amirinin emrini infazda kanun ve nizamın tayin ettiği ahvalde başka surette bir kimse hakkında suimuamele veya cismen eza verecek hale cüret eder yahut o kimseyi darp ve cerheylerse üç aydan beş seneye kadar hapis ve muvakkaten memuriyetten mahrumiyet cezaları ile cezalandırılır. Eğer işlediği cürüm bu fiillerin fevkinde ise o cürümlere terettüp eden ceza üçte birden yarıya kadar artırılır.”

İzmir Barosu İnsan Hakları Hukuku ve Hukuk Araştırmaları Merkezi Raporu (2000)


167

Neredeyse tamamının işkenceyle suçlandığı gözaltılarla ilgili adli ve idari soruşturmaya alınanların akıbetlerindeki cezasızlık hakkında hazırlanmış İzmir Barosu raporunun verilerine bakıldığında bu açıkça görülüyor. İzmir Barosu İnsan Hakları Hukuku ve Hu­kuk Araştırmaları Merkezi Raporu’nda (2000) geçen verilere göre, işkence yapmaktan hakkında idari soruşturma açılanlar hakkında; sa­dece uyarı, kınama, aylıktan kesme ve kademe dur­durma cezaları verilmiştir. Bu verilere göre, 10 personelin işkence suçunu işlediği mahkeme kararıyla sabit olmasına rağmen, bu kişilerin hiçbiri hakkında meslekten çıkarma kararı alınmamıştır. Merkezin hazırladığı verilere göre, işkence ve kötü muamele eylemlerinden dolayı yapılan soruşturmalar sonucunda “işkence” eyleminden dolayı 1 kişiye uyarı, 3 kişiye kınama cezası; “kötü mu­amele” suçundan dolayı 3 kişiye “uyarı”, 71 ki­şiye “kınama” cezası verilmiştir. Haklarında TCK 245. madde uyarınca adli işlem yapılan 2851 kişi hakkında Me­murin Muhakematı Kanunu uygulanmış ve yüzde 38,5’inin so­ruşturmaları adli yar­gıya intikal ettirilme­miştir. Haklarında ceza kararı verilen perso­nel sayısının, toplam işlem sayısına oranı yüzde 3’ten daha azdır. 1995 yılından 2000 yılına kadar kamu görevlileri hakkın­da açılan idari so­ruşturmalardan sa­dece 12 tanesi so­nuçlandırılmıştır. Ceza verilenlerin sayısı, haklarında adli işlem yapılanların toplam sayısının yüzde 2’sini bile oluştur­mamaktadır. 657 Sayılı Devlet Memurları Yasası’nın 127/2. maddesi uyarınca, disiplin soruşturmaları, disip­lin soruşturmasını gerektiren fiilin işlendiği ta­rihten sonra iki yıl içinde zamanaşımına uğruyor. Özellikle idari soruşturmalardaki akıbeti belirsiz soruşturmaların, tüm soruşturmala­ra oranı yüzde 80’i aşıyor. Bu da sorumlular hakkında bir şey yapılmadığını gösteriyor.78

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Politik alanların kontrolü Ordu güdümlü devlet bloğunun 1990’lı yıllarda ortaya çıkan egemenlik krizini aşmak için muhaliflere karşı zor aygıtlarıyla yürüttüğü mücadeleye aynı zamanda kültürel/ideolojik mücadele de eşlik ediyordu. Psikolojik savaş adıyla anılan bu ideolojik mücadelede, karşı ideolojiyi temsil eden ve devletin hegemonyasının kurulmasını engelleyip egemenlik krizine neden olan, muhalif güçlerin kültürel egemenliğini yaydığı, duygusal destek sağlayacak biçimde güçlendirdiği ve kurumsallaştırdığı yerler sivil toplum örgütlenmeleriydi. Aynı şekilde, muhalif güçlerin şekil-


168

lenmeye çalışan dünya görüşünü düzenleyen, karşı propagandayla birlikte zihinsel paradigmasını tutarlı ve rasyonel hale getiren ve besleyen de muhalif basın yayın organlarıydı. Muhalif kültür sermayesinin ve ideolojisinin tutarlı ve bütünsel olarak dile getirilmesi, kitlelere derli toplu ulaştırılması, bu kültürün entelektüel temsilcileri olan aydınların göreviydi. Bu nedenle bu alanların dağıtılması için devletin şiddet aygıtları devreye girerken, bir yandan da kendi ideolojik söylemini geliştirmek ve karşı söylemin olanaklı sınırlarını daraltmak için kültürel/ideolojik mücadele de veriliyordu. Büyük oranda Emniyet güçleri tarafından kontrol edilen bu politik alanları ve orada uygulanan zor tekniklerini şöyle özetlemek mümkün:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Üniversite

Emniyet Teşkilatı’nın milli güvenlik yapılanması içinde mücadele alanlarından üniversiteler büyük önem teşkil ediyordu. 13 Şubat 1990’da Ankara’da düzenlenen ve 71 ilin emniyet müdürleri toplantısından sonra yapılan açıklamada “terörün kaynağı olarak öğrenciler”in gösterilmesi ve akabinde üniversitelerde yaşanan güvenlik önlemlerine dönük polisiye faaliyetlerin artırılması bu önemi gösteriyordu. 1980 darbesinden sonra, önce akademik sorunlar etrafında örgütlenen ve kısa bir zamanda kitleselleşme eğilimi gösteren öğrenci hareketleri 90’ların başından itibaren Kürt coğrafyasında yükselen hareketin esiniyle politikleşmeye başlamıştı. Bu yaygınlaşmanın önlenmesi için devreye sokulan bazı taktikler öğrenci mücadelesini sekteye uğrattı.

Emniyet müdürleri toplantısının olduğu ve “terörün kaynağı olarak öğrenciler “ tespitinin yapıldığı 1990 yılından itibaren üniversiteler polis gücünün eksik olmadığı yerler haline dönüştü. (Hürriyet, 1991)


169

Bu taktiklerin birincisi toplu müdahale ve operasyonlardı. Kitleselleşen gösterilerin yaşandığı ve sol çevrelerin güç kazandığı üniversitelerde herhangi bir eyleme müdahale edilip, peşinden bu eylemle ilişkisi olduğu düşünülen öğrencilere dönük geniş çaplı bir gözaltı başlatılıyordu. Bu öğrenciler 10-15 günlük işkenceli sorgudan sonra DGM’ye sevk edilerek en hafifinden 2911 Sayılı Kanun’un 32/1 ve TCK’nın 59. maddeleri gereğince Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet suçundan bir yıl üç ay hapis ve 25.000 TL ağır para cezası istemiyle yargılanıyorlardı. Bazıları ise örgüt üyeliklerine dahil edilerek mahkemeye çıkarılıyordu. Örneğin, 16 Mart 1990’da aynı anda yedi üniversitede yapılan anma yürüyüşlerinde Adana, İzmir ve Ankara’da müdahale edilmiş 393 kişi gözaltına alınmıştı. Ege Üniversitesi’nde yapılan yürüyüşte sivil polisler ile kampüse girerek eyleme müdahale eden polisler 100’e yakın öğrenciyi sürükleyerek ve döverek gözaltına almıştı. Sonrasında da bu olay vesile edilerek belirlenmiş öğrencilerin evlerine yapılan baskınlarda üniversitenin ileri politik bütün öğrencileri toplanmış ve işkenceli bir sorgudan geçirilmişti. Ardından 24 öğrenci DGM tarafından tutuklanmıştı. Aynı olaylarda gözaltına alınan öğrencilerden Fırat Üniversitesi’nde 67 öğrenci de DGM tarafından tutuklanırken, Selçuk, KTÜ, Hacettepe, Çukurova, Samsun gibi üniversitelerde o günlerde gözaltına alınan öğrencilerin büyük bölümüne de dava açılmıştı. Bir iki yıl boyunca cezaevinde yatan bu öğrencilerle beraber polisin eylemlere katıldığı ihbarına göre üniversite rektörlükleri de pek çok öğrenciye okuldan uzaklaştırma cezası vermişti. Ege Üniversitesi ve Fırat Üniversitesi’ndeki gibi gösteri ve yürüyüş bahane edilerek girişilen operasyonlar ve toplu öğrenci avıyla ileri politik öğrencilerin tutuklanması ve öğrencilere adli ve idari cezaların verilmesi, farklı tarihlerde bütün büyük üniversitelerde uygulanan bir taktik olmuştu. 90’lı yılların başından itibaren gün geçtikçe olayları öne sürerek üniversite içine giren polis güçleri, üniversite içinde yapılan ve öğrenci örgütlenmesini güçlendiren pasif eylem türlerine de müdahale etmeye başlamıştı. Sivil milliyetçi grupların güçlü olmadığı üniversitelerde kantin forumlarına, afiş çalışmalarına, kitap ve rehberlik masalarına polis kuvveti karışıyordu. Öğrencilere dönük bu müdahalelerdeki ilk ölüm 8 Eylül 1991 günü yaşandı. Okula yeni gelenlere yardımcı olmak için solcu öğrencilerin kurduğu rehberlik masasına müdahale etmek için okulu basan polis güçleri masayı kaldırdıktan sonra öğrencileri de gözal-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


170

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Üniversitelerde ve sokaklarda gösteri yapanlara polisin koruması altında sivillerin saldırması, kamuoyu açısından eylemcileri itibarsızlaştırmaya dönük marjinal gruplar mertebesine indirmeye yararken bir yandan da politik kişilerin eylem yapma kabiliyetini zorlaştırarak iktidara çok işlevli bir yarar sağlıyordu.

tına almak istediler. Direnen ve okulun içlerine doğru kaçan öğrencilerden Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Akademisi öğrencisi Seher Şahin okulun üçüncü katından düşerek hayatını kaybetti. Üniversite Genel Sekreteri Sabit Ayasbeyoğlu’nun, “Mesai bitimine yakın bir saatte polis, büyük bir hızla üniversiteye girmiştir. Bu bilgimiz dışında olmuştur. İdari tahkikat yapıyoruz” diyerek açıkladığı olayda, polis yetkilileri de Seher Şahin’in intihar ettiğini iddia ettiler. Bir gün yoğun bakımda kalan öğrencinin yüzünde ve vücudunda darp izleri tespit eden aile, “Kızımızı hastanede gördük. Göz halkalarında ve ellerinde morluklar vardı. Bunlar önce dövüldüğünü gösteriyor. Üçüncü kattan düşen insanın gözleri yumruk yemiş gibi morarmaz” açıklamasıyla kızlarını polisin pencereden attığını iddia etti. Üniversitelerde polisin sıkça uyguladığı bir diğer taktik ise sivil milliyetçi grupları kullanmaktı. Üniversitelerde istihdam edilip fotoğraf çeken, solcu öğrencilere sözlü sataşma ve tacizlerde bulunan polis timleri oluşturuldu, bunlar aynı zamanda sivil milli-


171

yetçi grupları sevk edip yönetiyorlardı. Emniyet Teşkilatı’na yardım etmeyi vatani bir görev gibi addeden bu sivil milliyetçi gruplar, üniversitelerin büyük bölümünde farklı zamanlarda sol grupların masalarına, forumlarına ve gösterilerine saldırıyorlardı. Bu saldırılar çoğu kez müdahale etmeyi bekleyen çevik kuvvet polislerinin gözü önünde oluyordu ve ardından olaylara karıştığı tespit edilen solcu öğrenciler gözaltına alınıyor, ardından da adli işlemler ve rektörlük cezalarıyla karşılaşıyorlardı. Polis güdümündeki sivil milliyetçi grupların bir diğer eylemi, okulları solcular için yaşanmaz hale getirmek için yürüttükleri insan avıydı. Okulda ve dışarıda takip ettikleri ve pusuya düşürdükleri pek çok öğrenciyi döverek ağır şekilde yaralıyorlardı. Sağ görüşlü öğrencilerin bir çatışma çıkarıp ardından polisin üniversitede operasyona başlaması 90’lı yılların başından itibaren neredeyse bütün üniversitelerde uygulandı. Kısa bir tarihsel tarama, sivil milliyetçi grupların üniversitelerdeki muhaliflere karşı nasıl kullanıldığını göstermektedir. Örneğin, İstanbul’daki Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi kantini 19 Aralık 1991 günü dışarıdan gelen sağcı bir grup öğrenci tarafından basıldı. Kantinde oturan sol görüşlü öğrencilerle çıkan çatışmada 2 öğrenci yaralandı, olaydan sonra 7 kişi gözaltına alındı. 5 Mart 1992’de ise İzmir’de Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi’nin kantini 30-40 kişilik bir sağcı öğrenci grubu tarafından basıldı. Kantinde asılı olan bazı afişleri yırtan sağ görüşlü öğrencilerin sol görüşlü öğrenciler tarafından engellenmek istenmesi üzerine çıkan kavgada 3 kişi yaralandı. İzmir’in Buca ilçesindeki Hoca Ahmet Yesevi Öğrenci Yurdu’n­ da ülkücü öğrencilerin sol görüşlü bir öğrenciyi dövmesiyle başladığı iddia edilen olaylar sonrasında yurt, 19 Haziran 1995 gecesi sivil ve resmi polisler tarafından basıldı. Yurtta kalan öğrencilerin baskına karşı çıkarak direnişe geçmeleri üzerine binaya zor kullanarak giren polisler tümü sol görüşlü olan 63 öğrenciyi döverek gözaltına aldı.79 Süleyman Demirel Üniversitesi Burdur Meslek Yüksek Okulu’nda öğrenim gören sağ ve sol görüşlü öğrenciler arasında 3 Aralık 1995’te çıkan taşlı sopalı çatışmada 5 öğrenci hafif şekilde yaralandı. Burdur’daki demokratik kitle örgütlerinin temsilcileri tarafından yapılan açıklamada, polislerin sağ görüşlü öğrencilerin sol görüşlü öğrencilere saldırmasına göz yumarak olayların büyümesine neden olduğu belirtildi.80 İstanbul Üniversitesi Avcılar Kampüsü’ndeki Veterinerlik Fakültesi kantini, 4 Nisan 1996’da milliyetçi 30 kişi tarafından basıldı; sopa ve demir çu-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


172

buklarla saldıran grup 6 öğrenciyi yaralayarak hastanelik etti.81 Ankara Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi kantini ise 16 Nisan 1996’da milliyetçi bir grup tarafından basıldı, bıçak ve demir sopaların kullanıldığı saldırı sonucu, kantinde oturan sol görüşlü öğrencilerden ikisi ağır yaralandı. 15 Mayıs 1996’da yine Ankara’da Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi ile Hukuk Fakültesi kantinlerine sopa, bıçak ve silahla saldıran milliyetçi 50 kişi, bir kişiyi kurşunla olmak üzere 8 sol görüşlü öğrenciyi yaraladı. Polisin müdahale etmediği olayın ardından kaçan saldırganlardan hiçbiri yakalanamadı. 19 Ocak 1997’de Bolu’daki İzzet Baysal Üniversitesi’ne bağlı Abant Meslek Yüksek Okulu Yurdu’nu basan bir grup öğrenci, ramazan ayını bahane ederek oruç tutmadıkları gerekçesiyle solcu öğrencilere saldırarak dövdüler. 30 Mayıs 1997’de bu kez Hacettepe Üniversitesi Ankara Meslek Yüksekokulu’nda Alparslan Türkeş’in mezarını ziyaret edip toplanan kalabalık bir grup, okula gelerek okulu ablukaya aldı ve uzun süre taşladılar. Okulda mahsur kalan öğrenciler barikat kurarak linç girişiminde bulunmak isteyen grubun okula girmesini engelledi. Uzun süre müdahale etmeyen polis kuvvetleri, okuldaki öğrencileri polis otolarıyla dışarı çıkardı, 7 yaralı öğrenciyi hastaneye sevk etti; linç girişiminde bulunan hiç kimse gözaltına alınmadı. Aynı günlerde ülkücü grup Ankara’da Başkent Erkek Öğrenci Yurdu’nda kalan Ankara Üniversitesi öğrencisini ağır bir biçimde dövdüler. 10 Kasım 1997’de ise bu kez Kocaeli Üniversitesi’ndeki solcu öğrencilere saldırıldı. Ardından 138 solcu öğrenci gözaltına alındı. Yakınlarını görmek için adliyeye giden ve aralarında siyasi parti temsilcilerinin de olduğu bir grup da polisler tarafından tartaklanarak dağıtıldı. Aynı gün Gazi Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi’nde solcu öğrecilere yapılan saldırıda 8 öğrenci yaralandı. 14 Kasım 1997 günü bu kez Süleyman Demirel Üniversitesi’nde sol görüşlü öğrenciler milliyetçi bir grubun saldırısına uğradılar. Saldırı üzerine başlayan kavgada, sol görüşlü bir öğrenci bıçaklanırken 5 öğrenci de yaralandı. Aynı gün Bursa Uludağ Üniversitesi’ndeki bir öğrenci, kütüphanede 15 kişilik milliyetçi grubun saldırısına uğrayarak ağır yaralandı. 25 Kasım 1997 günü Ağrı Eğitim Fakültesi’nde sol görüşlü öğrencilere sopa ve bıçaklarla saldıran milliyetçi grup pek çok öğrenciyi yaraladı, ardından 30 öğrenci gözaltına alındı. Daha sonra ise geniş bir operasyon düzenleyen polis, öğrencilerin kaldığı evlere ve yurtlara yaptığı baskınlarda 100 öğrenciyi gözaltına aldı. 27 Mayıs 1997’de İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi yemekhanesinde sağ görüşlü

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


173

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Öğrenci eylemlerine karşı polisin müdahalesi sertti.

öğrencilerin sol görüşlü öğrencilere saldırması üzerine çıkan kavgada 4 öğrenci yaralanırken Ankara’da Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde sağ görüşlü öğrencilerin saldırısına uğrayan sol görüşlü 5 öğrenci gözaltına alındı. 15 Aralık 1997’de Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Anafartalar Kampüsü’nde milliyetçiler ile sol görüşlü öğrenciler arasında çıkan olaylarda, 8 öğrenci yaralanarak hastaneye kaldırıldı. 27 Kasım 1998 günü ise solcu öğrencilerin yoğunluğuyla bilinen İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi kantinine giren 200 kişilik ülkücü grup, sol görüşlü öğrencilere saldırdı. Saldırıda yaralanan 3 öğrenci hastaneye kaldırıldı. Aynı gün Marmara Üniversitesi Göztepe Kampüsü’nde çıkan olayda da 3 öğrenci yaralandı. Ege Üniversitesi Kampüsü’nde de erkek öğrencilerin kaldığı yurtlar 26 Kasım günü bir grup ülkücü öğrenci tarafından basıldı, 1 öğrenci ağır yaralandı. 6 Ocak 1999’da Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde yapılan aynı biçimde milliyetçi grubun solcu öğrencilere saldırmasıyla pek çok öğrenci yaralandı. Polisin üniversitelerde yürüttüğü bu türden toplu manipülatif


174

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Muhbirleştirme, politik öğrencilerin sık karşılaştıkları bir baskıydı.

tertipler dışında bireysel takip, gözaltı ve sindirme vakaları sıkça yapılıyordu. Yukarıda belirtildiği gibi her üniversiteye tahsis edilmiş ve oradan sorumlu sivil polisler bulunuyordu. Bunlar belirledikleri solcu öğrencilere sözlü sataşmalar, tehditler, rahatsız edici takipler yapmakla beraber, kimi zaman beyaz Toros araçlarıyla yoldan aldıkları öğrencileri gayriresmi kısa süreli kaçırarak açık alanda ölümle tehdit ediyorlardı. Üniversite içinde aynı zamanda istihbarat faaliyeti de yürüten bu ekiplerin belirledikleri öğrenciler gözaltına alınıyor, caydırıcı nitelikte kaba dayaktan geçiriliyordu. Bir cezalandırma aracı olarak kullanılan gözaltındaki işkence süreci, önemli bir caydırıcı etken olarak politik kitlenin yüzleşmekten kaçındığı bir durumdu. Tespit edilmiş daha ileri politik öğrenciler ise kimi zaman kaçırılmış ve kaybedilmişlerdi. (bkz. Faili meçhul ve kayıpla bölümü) Muhbirleştirme ise bu ekiplerin en yaygın baskı araçlarından biriydi. Neredeyse gözaltına alınan tüm öğrencilere bu yönde yapılan baskının yanı sıra, bazı öğrencilere bu baskı bunaltıcı hale geliyordu. Politik öğrenciler hakkında ayrıntılı bilgi toplama, gerektiğinde öğrenci eylemlerini provokatif hale getirme ve yasadışılık derecelerini tespit etmek için polise büyük katkılar sağlayan muhbirleştirmeyle ilgili çarpıcı ve açıklayıcı bir örnek, 25 Ağustos 1990 tarihinde Bakırköy Yenibosna’da Na­hit Deniz, Yaşar Kankal ve Nazım Kavak adlı Ege Üniversitesi öğ­rencisi üç gencin ağızları bantlı, gözleri ve elleri bağlı bir şekilde kafa­larına tek kurşun sıkı-


175

larak öldürülmüş halde bulunmasıydı. Bu olay aynı zamanda muhbirlik müessesesinin acıklı yönünü ortaya koyuyordu. Olay yerine bırakılan bildiride, gençlerin Ege ve İzmir’de po­lisle işbirliği yaptıkları için öldürüldükleri yazılıydı. Nahit Deniz’in cesedinin üze­rine ise örgüte verdiği öne sürülen ifade bırakılmıştı. Manisalı beş çocuklu babasız, yoksul bir çiftçi ailenin çocuğu olan maktul, bu ifadesinde Malat­ya İnönü Üniversitesi’ni ka­zandığını, üniversitede polis kimliğiyle okuyan bir kişiy­le tanıştığını anlatarak muhbir haline gelmesini şu cümlelerle aktarıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Beni tehdit ederek okuldaki devrimci faali­y etler içerisinde yer almaya zorladı. Daha sonra Ege’de okumak istediğimi söyledim. Yatay geçişle beni Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’ne aldırdı­lar. Burada polise yardım et­meyeceğimi söylememe rağ­men zorladılar ve kardeşime tecavüz edeceklerini söyledi­ler. Ben de bunlardan korka­rak örgütün çalışmaları hak­ kında polise bilgi verdim.82

90’lardaki iktidar krizinde şiddet aygıtlarının öne çıkmasıyla yasadışı kurularak gizli faaliyet sürdüren örgütlerin takip ve yakalanması, üniversitelerde ise radikal muhalefetin önünün kesilmesi gibi iki önemli görevi üstlenen Emniyet Teşkilatı aynı zamanda diğer muhalefet alanlarının kontrolünü de üstlenmişti. İnsan hakları örgütleri, sol dernekler, sol basın ve yasal siyasi sol partiler ve sendikalar, milli güvenliğin tehdit algısı içinde yer alan yapılar olduğu için, Emniyet Teşkilatı bu yapıların mobilizasyonunu takip altına alırken, bunların kurmaya çalıştıkları ağları, gözaltı, tutuklama, tehdit gibi tekniklerle bozmaya çalışıyordu. 12 Mayıs 1990’da kabul edilen 424 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname’yle Olağanüstü Hal valisine ve il valilerine basına sansür getirme, dernekleri kapatma, grevleri erteleme gibi yetkiler verildi; bu yetkiyi kullananlar cezai, mali veya hukuki sorumluluktan muaf tutuldu. Bunun yanında Terörle Mücadele Kanunu da 12 Nisan 1991 tarihinde 3713 kanun numarasıyla çıkarılmıştı. Bu kararname ve kanunla muhalif kişiler, örgütler ve basın üzerinde büyük bir baskı kurulmuş oluyordu. Yargı sürecinin dışına alınan ve hızla karar verilebilen yetkisiyle muhalif bütün alanlara hızlı bir müdahale olanağı doğuyordu. Türkiye’nin her yerinde 90’lar boyunca sürecek baskı ağının hukuki altyapısı böylece hazırlanmış oldu. Organize biçimde, hayata geçirilmişti.


176

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Özgür Politika gazetesinin MGK’nın fişlediğini iddia ettiği politik sivil alanlar.

1990 ve 1999 yıllarında revize edilerek MGK tarafından uygulamaya konulan muhalif avı stratejilerinin içeriği ise MGK’dan güvenlik aygıtlarına doğru inen hiyerarşik bir görev dağılımıyla oluyordu. 90’lı yıllar boyunca STK, basın yayın organları, partiler ve sendikalara dönük baskı kuran iktidarın bunu yaparken nasıl bir fişleme yaptığını, emir komuta zinciriyle nasıl kararlar alıp görev dağılımı yaptığını ortaya çıkaran nadir resmi belgelerden biri Özgür Politika gazetesinin 1997’de yayımladığı bir haberde geçmişti. Özgür Politika gazetesi, İçişleri Bakanlığı’nın, PKK’nın silahlı ve diğer muhalif faaliyetlerini etkisiz hale getirmek amacıyla ha-


177

zırlanmış “gizli” ibareli MGK patentli bir belgeyi ele geçirdiğini iddia edip 1997 yılında yayınladı. Belgenin 1996 tarihli olduğunu yazarak 6. Kolordu Komutanlığı’nın 1 Ağustos 1996 gün ve ISTH. 3590-349-96/İKK. Ks. (727) sayılı “Medya Organları ve Bazı Grupların PKK Lehine Yürüttükleri Faaliyetler” konulu yazısı üzerine İsken­derun’daki 39. Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı’nca 15 Ağustos 1996 gün ve Isth: 3590-745-96 /1492 sayılı emri ile Tugay ve Garnizon komutanlıklarına gönderildiğini belirtip “Gizli” ibareli belgelerin resmi referanslarını da veriyordu. 3 Ocak 1996 yılında hazırlanan gizli ibareli bu belge OHAL Valiliği, 80 ilin valilikleri, Jandarma Genel Komutanlıkları ve Emniyet Genel Müdürlüğü’ne gönderilmişti. “Gizli” ibareli belgede muhalif gazete, dergi ve radyolar ile çok sayıda kültür merkezi, meslek örgütü, sanat grupları, İHD ve STK’ların faaliyetlerinin ve Melike Demirağ, Ümit Haluk Zileli, Zülfü Livaneli, Cengiz Çandar, Yaşar Kemal, M. Ali Birand, Haluk Özkan, Edip Akbayram ve Sezen Aksu gi­bi sanatçı, yazar ve gazetecilerin geçmişte PKK ve diğer örgütlerle ilişkileri olduğu ve bunların devlet kanallarında programlara çıkmalarının halk üzerinde menfi etki yap­tığı, örgütlere moral kazandırdığı ve bu du­rumun söz konusu kişilere ve ideolojilerine halkın nazarında haklılık kazandırdığı yazıyordu.83 39. Mekanize Piyade Tugay Komutan­lığı Kurmay Başkanı Kurmay Yarbay tarafından tugay ve garnizon komutanlıklarına gönderilen talimatta, 15 Haziran-20 Tem­muz tarihleri arasında radyo ve televizyonların yayınları ile kitle örgütlerinin faaliyetlerinin izlendiği ve değerlendiril­diği belirtiliyordu. Bu türden bir işleyiş mekanizması içinde milli güvenliği tehdit eden dernekler, basın, siyasi sol partiler ve sendikalar düşman algısı bağlamında şiddet aygıtlarının mücadele alanına girmiş oluyordu. Bu alanların hepsinde emniyet güçlerinin ağırlıklı rol oynadığı bir ihlaller dizisi yaşanmıştı,

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

İnsan hakları örgütleri Şiddetin kol gezmeye başladığı ve bunun da devlet eliyle yapıldığı bir ortamda mağdurların sesini örgütlü biçimde duyurmak için çalışmalar yapan insan hakları örgütleri de şiddetin hedefi haline geldiler. “Şeytanın sözcüleri, terörist severler, kışkırtıcılar”84 gibi sıfatlarla anılarak çalışma alanları daraltılmaya çalışılan insan hakları aktivistleri pek çok kere de bu tipten algı yönetimleri nedeniyle sivil saldırılara maruz kaldılar. Hak ihlallerinin


178

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

duyurulması, kayıtlarının tutulması ve önlenmesi çabaları resmi açıklamalar, gazetelerin olumsuz haberleri ve devlet aygıtlarının saldırıları karşısında zor günler yaşadılar. Haklarında açılan davalarla uğraşmak zorunda kaldılar. Örneğin, İnsan Hakları Derneği ve çeşitli insan hakları organizasyonunda yer alan aktivist Avukat Emine Eren Keskin, insan haklarıyla ilgili çalışmaları nedeniyle yüze yakın davada yargılanmış, bir dönem elinden avukatlık yetkisi alınmış ve hapis yatmak zorunda kalmıştı. İnsan hakları savunucularının gözaltına alınması veya dava edilmesi için ciddi gerekçelere bile ihtiyaç duyulmuyordu. Örneğin, İHD başkan ve yöneticilerinin 1996 yılında yargılandığı iki davadan birinde “1 Ey­lül Dünya Barış Günü” nedeniyle hazırlanan bültende yer alan “Çö­züm Barışta” başlıklı yazıda “bö­ lücülük yapıldığı” suçlaması vardı. İHD yöneticilerinin “Önce şu­ nu belirtmeliyiz ki, ‘Çözüm Barışta’ başlıklı yazımızın her sözcüğünü savunuyoruz. İHD olarak her hak ihlali bizi ilgilendirmektedir. Hak ihlalini saptamak, yetkili ma­kamlara ve kamuoyuna duyurmak bizim doğal görevimizdir” şeklindeki savunmalarına rağmen Ankara 2 Nolu DGM’de 17 İHD yöneticisine85 ayrı ayrı 1 yıl ile 3 yıl arasında hapis ve 100’er milyon lira para cezası isteniyordu.86 1996 yılında görülen ikinci davada ise TİHV kurucusu Emin Galip San­dalcı’nın anısına armağan olarak hazırlanan insan hakları konulu kitapta, yasalara “sövüldüğü” ge­rekçesiyle dava açılmıştı. Bu davada da TİHV Başkanı Yavuz Önen ile yöneticiler Tur-


179

gut İnal, Haldun Ören ve Mah­mut Tali Öngören 6 aya kadar hapis cezası istemiyle yargılandılar. İnsan Hakları Derneği yöneticilerine ve aktivistlerine dönük itibarsızlaştırma kampanyaları içinde basın da kullanılarak yapılan “İHD Başkanı” Akın Birdal’a düzenlenen suikastın çok komplike bir yönü vardı ki, iktidarın kirli savaş yürütürken yaptığı taktikleri çok açık ortaya koyuyordu. Yakalanan PKK yöneticisi Şemdin Sakık ifadelerinde, “Akın Birdal’ın PKK ile ilişki içinde olduğunu”, “bazı Türk gazetecilerin Öcalan’dan emir aldığını, para karşılığı röportaj yaptığını” söylüyordu.87 Şemdin Sakık’ın sonradan mahkemede, “Ben bunları söylemedim” dediği, ama gazetelerde manşetten verilen sözde ifadesinde İHD Başkanı’yla birlikte pek çok gazeteci de PKK’den parasal yardım almakla suçlanıyordu. Sızdırılan bu ifadeler 24-25 Nisan 1998 tarihli bazı gazetelerde yayımlandıktan sonra ismi geçen kişilere kamuoyunda linç kampanyası başlatılmıştı. Olayın bir iktidar manipülasyonu olduğu, Genelkurmay İstih­ baratı’nda hazırlanan bir psikolojik savaş taktiğinin gereğinin yapıldığı, Şemdin Sakık’ın iddialarını kullanarak bazı parti ve kişileri hedef alan bir yıpratma amacıyla hazırlandığı Genelkurmay “andıç”ının deşifre olmasıyla ortaya çıktı. Genelkurmay 2. Başka­ nı’nın imzasının bulunduğu “andıç” başlıklı “Güçlü Eylem Planı” isimli planda, “siyasiler, gazeteler, HADEP, FP ve İnsan Hakları Derneği gibi kuruluşlar hakkında elde edilen bilgilerle önce kamuoyu oluşturulması, müteakiben yasal sürecin başlatılması...” ifadesi kullanılıyordu. Planda PKK ile irtibatlandırılması istenen kuruluş ve kişilerin isimleri de açıkça veriliyor, “milletvekilleri Salim Ensarioğlu, Fethullah Erbaş, Sebgetullah Seydaoğlu; Cantürk ailesi; gazeteciler M. Ali Birand, Cengiz Çandar, Yavuz Gökmen, Altan kardeşler”in adları zikrediliyordu. Bu eylem planına uygun olarak psikolojik harekât yürütülmüştü.88 Ancak yayınlanan ifadelerde ismi geçenlerin tümü büyük tepkiler eşliğinde mağduriyet yaşadılar. Yaklaşık iki hafta sonra 12 Mayıs 1998’de ise PKK’den para aldığı söylenerek kamuoyunda itibarsızlaştırılan İHD Başkanı Akın Birdal iki kişi tarafından Ankara’da 13 kurşunla vuruldu. Yakalan suikastçılar ve azmettiricileri 4,5 yıl yattıktan sonra tahliye edildiler. İnsan hakları örgütlerinden İHD ve TİHV’e yapılan baskınlar, dernek üyelerinin gözaltına alınması, destekleyenlerin tehdit edilmesi ve dokümanlarına el konulması 90’lar boyunca rutin bir hale geldi. Açıklamalarının, çalışmalarının birer suç olarak algı-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


180

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Devletin yaptığı hak ihlallerini takip eden insan hakları örgütleri devlet şiddetinin hedefiydi.

lanıp engellendiği, yayınlarının dava konusu olduğu bu örgütler yasadışı faaliyet gösteren pek çok örgütle neredeyse aynı oranda baskına ve gözaltıya maruz kaldı. 90’lı yılların başlarından itibaren sürekli yukarıda bahsedilen baskılara uğrayan insan hakları savunucularına yapılanların bazı örneklerine kronolojik sırayla bakıldığında bu baskıların içeriği hakkında yeterli bilgi alınacaktır. Örneğin, İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi 25 Kasım 1990 günü polis tarafından basıldığında dernekte bulunan ve cezaevlerindeki insanlık dışı uygulamaları protesto için açlık grevi yapan tutuklu yakınlarından 37 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar arasında İHD İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Ayşenur Zarakolu da bulunuyordu. Baskın sonrasında İHD İstanbul Şubesi’nin başta üye kayıtları olmak üzere tüm evraklarına el konuldu. 20 Mart 1992’de İnsan Hakları Derneği Siirt Şubesi polis tarafından basıldı. Polis baskını sırasında derneğin bazı eşyaları kırılarak tahrip edildi. 24 Nisan 1992’de İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi polis tarafından basıldı. Baskın sırasında derneğin üye kayıt defterleri ile bazı belge ve açıklamalarına el konuldu. İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi 12 Ağustos 1992’de polis tarafından basıldı. İnsan Hakları Derneği Samsun Şubesi 14 Nisan 1994’te günü polis tarafından basıldı. Baskın sonucunda dernekte bulunan gazete, dergi ve kitaplara el konuldu. İnsan Hak-


181

ları Derneği İzmir Şubesi, 28 Ocak 1994’te polis tarafından basılarak arandı. Arama sonucunda dernekte bulunan bazı yayın ve belgelere el konuldu. İnsan Hakları Derneği İskenderun Şubesi 1 Mayıs 1994 akşamı polis tarafından basılarak arandı. Baskın sonrasında Şube Başkanı Sadullah Çağlar gözaltına alındı. İnsan Hakları Derneği Genel Yönetim Kurulu üyesi Ali Aslan, İzmir’de 15 Temmuz 1995 gecesi polis tarafından evi basılıp gözaltına alındı ve tutuklandı. İnsan Hakları Derneği Mersin Şubesi, 4 Ocak 1995 günü sivil polisler tarafından basıldı. Baskın sonucunda İHD Mersin Şubesi tarafından hazırlanan takvimin 300 tanesi ile bazı gazete ve dergilere el konuldu. İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi 27 Şubat 1995 tarihinde basıldı ve 5 kişi gözaltına alındı. İnsan Hakları Derneği Ankara Şubesi’nin, Ankara’daki gözaltına alma olaylarına ilişkin basın açıklamalarını radyodan okuduğu için Çağdaş Radyo, 20 Temmuz günü polis tarafından basıldı ve spiker, yaptığı program durdurularak gözaltına alındı. Samsun’da 1 Eylül 1995’te, Dünya Barış Günü nedeniyle şehir merkezinde konvoy oluşturarak gösteri yapan yaklaşık 80 araç sahibine “araçların toplu halde klakson çalmaları” ve “araçlardan bildiri atılması” gerekçe gösterilerek 3 milyon 900 biner lira para cezası verildi. İnsan Hakları Derneği İskenderun Şubesi 15 Şubat 1996 günü polis tarafından basıldı. Baskın sırasında binada arama yapan ve içeride bulunanların kimliklerini kontrol eden polisler, İHD’ye üye olmayan kişilerin binaya sokulmaması konusunda uyarıda bulundular. 18 Ocak 1997 günü Mardin’in Kızıltepe ilçesine üye kaydı yapmak için giden İnsan Hakları Derneği Mardin Şube Başkanı Cemil Aydoğan, Şube Saymanı Vahap Bakış ve Şube Yönetim Kurulu Üyesi Aslan Başboğa polis tarafından gözaltına alınarak yardım makbuzlarına da el konuldu. İskenderun’da 15 Şubat 1997’de İHD İskenderun Şubesi, HADEP İl Başkanlığı ve Özgür Atılım dergisi büroları siyasi polis tarafından basıldı. “İnsan Hakları Haftası” etkinliklerindeki konuşmaları nedeniyle, İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Akın Birdal, Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) Parti Meclisi Üyesi Recep Doğaner, Emek Partisi (EMEP) Ankara İl Başkanı Haydar Kaya, gazeteci Ragıp Duran’a “bölücülük propagandası” ve “halkı düşmanlığa kışkırttıkları” iddiasıyla 1 yıl ile 3 yıl arasında hapis ve 200 milyon liradan az olmamak üzere para cezası istemiyle dava açıldı. İnsan Hakları Derneği Ankara Şubesi tarafından çıkarılan “Şimdi Barış Zamanı” başlıklı bildirinin dağıtımı polis tarafından engellendi.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


182

28 Ağustos 1997 akşamı bildirinin basıldığı Güneş Matbaası’na gelen polisler 30 bin bildiriye el koydu. DGM Savcılığı “takipsizlik” kararı verdi. Bu karara karşın 29 Ağustos günü Ankara’nın merkezi noktalarında bildiri dağıtanlar polisler tarafından engellendi. İHD Düzce (Bolu) Şubesi 1 Ekim 1997 günü polisler tarafından basıldı. Dernek binasında arama yapan polisler, bazı yayınlara el koydular. Polislerin Şube Başkanı Hakkı Kahraman’ı da tehdit ettikleri iddia edildi. 9 Temmuz 1997 tarihinde de bir ay süreyle kapatılan İHD Balıkesir Şubesi “şubeye kuşkulu paketler geldiği” gerekçesiyle 24 Şubat 1998 günü polis tarafından basılarak Valilik tarafından bir ay süreyle yeniden kapatıldı. İHD Kırşehir Şubesi, polisler tarafından basıldıktan sonra Kırşehir Valiliği tarafından “Dernekler Yasası’na aykırı davranıldığı” gerekçesiyle 10 Haziran 1998 günü 3 ay süreyle kapatıldı. İnsan Hakları Derneği İzmir Şubesi 30 Nisan 1999 günü polisler tarafından basıldı. Baskında kimlik kontrolü yapan polisler, derneğin arşivinde bulunan bazı yayınlara, fotoğraflara ve imza kampanyaları metinlerine el koydu. 6 Temmuz 1999 günü ayrıca İHD Tarsus Şubesi’ne gelen polisler toplanan imzalara el koydu. İHD Antep Şubesi 8 Temmuz 1999 günü polisler tarafından basıldı. Gözaltına alınan 6 kişi hakkında aynı gün “izinsiz imza topladıkları” gerekçesiyle dava açıldı. Özetle, insan hakları konusunda kurulduğu 1986 yılından itibaren önemli çalışmalar yapıp kamuoyu duyarlılığı yaratmak, kayıtları tutmak ve iktidarın şiddetine karşı baskı oluşturmak için çaba sarf eden İnsan Hakları Derneği (İHD) iktidarın çok ciddi baskısına maruz kaldı. 2000’li yılların başlarına gelindiğinde, hak ihlallerini engellemeye çalışan İHD, çoğu 1990’lı yıllarda oluşan hak ihlallerine uğramıştı. Hakkında 400’ün üzerinde dava açılmış, bu davalarda 300’ün üzerinde yöneticisi yargılanmıştı. Başkanı 1995 ve 1996 Dünya Barış Günü’nde yaptığı konuşmalar nedeniyle 14 ay cezaevinde kalmıştı. Valiler 30 İHD şubesi hakkında çeşitli sürelerle kapatma kararı vermiş; Malatya, Gaziantep Van ve Bursa Şubeleri süresiz kapatılmıştı. 14 yöneticisi ve üyesi ise öldürülmüştü.89

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Dernekler

İnsan hakları örgütleri gibi benzer muameleyi gören vakıf, dernek ve sendikalar “terör yuvası” gibi değerlendirilerek bu baskıdan nasibini alan kurumlardı. 1990 ile 2000 yılları arasında bu kurumla-


183

ra tespit edilebilen 1441 baskınla yüzlerce insan gözaltına alınıp yargılanmıştı. 1108 kurum kapatılarak hepsine dava açıldı ve binlerce insan bu kapatma davalarında kurum faaliyetleri nedeniyle yargılanarak binlerce yıllık hapis ve para cezalarına çarptırıldı. Sadece 1990 yılında sivil toplum örgütleri ya da demokratik kitle örgütleri olarak tanımlanan dernek ve kuruluşlara yönelik baskılarda, 34’ü İstanbul’da, 9’u Ankara’da, 16’sı da diğer illerde olmak üzere toplam 66 örgüt, polis tarafından basıldı. Polis tarafından basılan kurumlarda bulunan yüzlerce kişi gözaltına alındı. Aynı yıl içinde 16’sı İstanbul’da, 11’i de diğer illerde olmak üzere toplam 27 örgüt valilikler tarafından süreli ya da süresiz kapatıldı. Kapatılan derneklerin yöneticileri hakkında davalar açıldı.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö 1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000

Kapatılan dernek, 27 sendika, yayın organı

37

32

52

123

100

132

153

153

169

130

Basılan dernek, sendika, yayın organı 66 ve parti

23

35

43

119

173

134

213

213

266

156

Toplam 1108 1441

Bu rapor, İHD Genel Merkezi Basın-Yayın Dokümantasyon Birimi’nce, günlük ve haftalık basın, İHD şube raporları ve derneğe yapılan yazılı ve sözlü başvuru ve bilgilerden yararlanılarak hazırlanmıştır. (Kaynak: http://www.ihd.org.tr/index.php/raporlar-mainmenu-86/bilanar-mainmenu-99.html)

MGK kararları çerçevesinde sadece 1990 yılında sivil toplum örgütleri ya da demokratik kitle örgütleri olarak tanımlanan dernek ve kuruluşlara yönelik baskılarda, 34’ü İstanbul’da, 9’u Ankara’da, 16’sı da diğer illerde olmak üzere toplam 66 kurum, polis tarafından basıldı. Polis tarafından basılan örgütlerde bulunan yüzlerce kişi gözaltına alındı. Aynı yıl içinde 16’sı İstanbul’da, 11’i de diğer illerde olmak üzere toplam 27 örgüt valilikler tarafından süreli ya da süresiz kapatıldı. Kapatılan derneklerin yöneticileri hakkında davalar açıldı. Terörle Mücadele Yasası’nın devreye girmesiyle güçlenen milli güvenlik konsepti ile 1991 yılında yapılmak istenen çok sayıda gösteri ve toplantıya izin verilmedi. 37 sivil toplum kurumu kapatıldı, 23 kitle örgütü ise polis tarafından basıldı. Tutuklu ve Hükümlü Aileleri İle Yardımlaşma Derneği’nin (TAYAD), Haliç’i Kalkındırma ve Yaşatma Derneği, Esenler Kültür Araştırma Derneği (EKAD), Halkevleri, Mamak Kültür Araştırma Derneği, Demokrasi Mücadelesinde Kadınlar Derneği (DEMKAD), Devrimci Gençlik Derneği, Haklar ve Özgürlükler Derneği (ÖZGÜR-DER), Elazığ Halkıyla Dayanışma, Yardımlaşma ve


184

Kültür Derneği, Kartal Kültür ve Sanat Derneği, İşsizler Derneği, Belediye Memurları Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği gibi sol tandanslı görülen tüm dernekler bu baskının nesnesiydi. 26 Temmuz 1990’da Türk Hemşireler Derneği İstanbul Şube­ si’nin gece polis tarafından basılıp 22 hemşirenin gözaltına alınmasında;90 13 Aralık 1990’da TAYAD’ın “amaç dışı faaliyet gösterildiği” iddiasıyla İstanbul Valiliği kararıyla kapatılmasında91 olduğu gibi farklı alanlarda faaliyet gösteren yüzlerce derneğe baskın, gözaltı ve kapatma yapılmıştı. Baskıya maruz kalan kurumlara bakıldığında bunların yelpazesinin çok geniş olduğu görülebilir. Örneğin, 17 Mayıs 1993’te basılıp, 7 kişinin gözaltına alındığı ve daha sonra kapatılan İstanbul Savaş Karşıtları Derneği pasif eylemciliği benimseyen bir dernekti. 30 Mayıs 1995’te üye toplantısı esnasında basılan İstanbul Meteoroloji Mühendisleri Odası ise meslek örgütüydü ve burada gözaltına alınan 4 mühendis İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne götürülmüştü. Polis güçlerinin, avukatların oluşturduğu Halkın Hukuk Bürosu’nu bakanlık izni olmadan 7 Ocak 1997 günü basması ise baskınların hem ironik yönünü hem de baskın alanının genişliğini gösteriyordu. Burada 4’ü avukat 8 kişi gözaltına alınırken büroya bağlı diğer avukatların da evleri basıldı. 25 Kasım 1997’de Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti’nin Diyarbakır merkezinin “üye olmayanların Cemiyet lokalinde oturamayacağı” gerekçesiyle basılması ve gazetecilerin kimliklerinin toplanmasından sonra lokalde üye olmayan kimsenin bulunmadığının anlaşılması üzerine polislerin arama yapması da her sivil alanın kontrol edildiğine işaretti. Elbette bundan hak ihlallerini dile getiren insan hakları örgütleri de azade değildi. İnsan Hakları Derneği, TİHV gibi insan hakları savunucusu bir kurum olan İnsan Hakları ve Mazlumlarla Dayanışma Derneği (Mazlum-Der) de bu takibe takılanlardandı. Zira Adana Şubesi 11 Aralık 1997 günü polisler tarafından basılan derneğin Urfa Şubesi, 28 Aralık 1998’de Urfa Valiliği tarafından “bastırdığı takvim nedeniyle açılan dava sonuçlanana kadar” süresiz olarak kapatıldı. Bu baskınlar İstanbul Karanfiller Kültür Merkezi gibi sanat çalışmaları yapan kurumları da içeriyordu. Bu kültür merkezi 7 Nisan 1999’da polisler tarafından basıldı ve yaklaşık 20 kişi dövülerek gözaltına alındı. Tamamen akademik çalışma ve araştırma yapan Göçedenler Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Derneği (GÖÇDER) Genel Merkezi dahi 8 Kasım 1999’de polisler tarafından basılmıştı.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


185

Derneklerin ciddi bir tehdit olarak algılanması, emniyet güçlerinin onlara karşı organize baskınlar düzenlemesinden de anlaşılıyordu. Örneğin, 24 Nisan 1992’de İstanbul’da 8 kitle örgütü polis tarafından aynı anda basılmış ve çok sayıda kişi gözaltına alınmıştı. Bunlardan Devrimci Mücadelede Kadınlar Derneği (DEMKAD), Haklar ve Özgürlükler Derneği (ÖZGÜR-DER), İşsizler Derneği, Kartal Kültür ve Sanat Derneği, Devrimci Kadınlar Derneği (DKD) ile Yurtsever Kadınlar Derneği (YKD) Mayıs ayı başında Valilik tarafından kapatıldı. 6 Mayıs 1992’de aynı gün organize biçimde İnsan Hakları Derneği Bursa Şubesi basılırken, Yeşiller Partisi’ne ait bir lokal ile iki kahvehane ve Yıldırım semtindeki Halkevi şubesi kapatıldı. 25 Kasım 1996’da aynı anda İstanbul’da İnsan Hakları Derneği (İHD), Mezopotamya Kültür Merkezi, Tutuklu Aileleri Derneği, Emekçi Kadınlar Birliği, Demokratik Mücadele Platformu, Stran Kültür Merkezi, İstanbul Sanat Merkezi, Tohum Kültür Merkezi, Tuncelililer Kültür ve Dayanışma Derneği Genel Merkezi ve Kartal Şubesi, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Okmeydanı Şubesi ve 68’liler Birliği Vakfı polis tarafından basıldı. Baskınlarda çok sayıda kitap, dergi ve belgeye el koyan polisler, İHD’nin basın açıklamalarına, üye kayıt defterleri ile karar defterine de el koydular. Çok sayıda kişi gözaltına alındı.92 Yine 28 Nisan 1997’de eşzamanlı olarak İstanbul’un çeşitli semtlerinde, Mezopotamya Kültür Merkezi (MKM), İdil Kültür Merkezi, Genç Ekin Kültür Merkezi, Tohum Kültür Merkezi, Tutuklu ve Hükümlü Aileleri İle Yardımlaşma Derneği, Arya Kültür Merkezi ile Hedef, Kaldıraç, Mücadele Birliği, Kızılbayrak, Direniş ve Halkın Günlüğü dergileri ile Atılım gazetesinin merkezi polis tarafından basıldı ve yaklaşık 200 kişi gözaltına alındı. Bu baskınlarla iktidarın sağladığı yararlardan biri, gözaltılar sayesinde bu alanların kamuoyunda itibarsız hale getirilmesiydi. Diğer bir yarar ise derneklerden gözaltına alınanlara uygulanan işkenceli sorguların, dernekler ile taraftarları arasında bir uzaklık oluşturmasıydı. Terörize edilen kitle örgütlerine gidebilmek büyük bir cesaret işine döndürülüyordu. Baskınlar sırasında dokümanlara el koyma ise derneklerin hafıza kaydına ve kurumsal yapılanmalarına önemli bir darbeydi. Sıkça yapılan bu uygulamalarda İstanbul’da 18 Nisan 1992’de Kürt Enstitüsü’ne yapılan baskında olduğu gibi çok sayıda belge, yayın, kitap, film, fotoğraf ve bilgisayar disketlerine el konularak derneklerin kurumsal kayıtları tahrip ediliyordu. Bunun gibi 12 Kasım 1993’te Adana Mezopotamya Kültür Merkezi’ne yapılan baskında da dergi, kitap ve videokasetleri

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


186

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Polis şiddetine uğrayan gruplardan en acı muameleye maruz kalanlar “Cumartesi Anneleri”ydi. Gözaltında kaybolan veya faili meçhul siyasi cinayetlere kurban giden yakınlarının faillerini arayan ve bunun için duyarlılık oluşturmaya çalışan Cumartesi Anneleri’nin, 27 Mayıs 1995’ten itibaren her cumartesi günü Galatasaray Meydanı’nda düzenledikleri oturma eylemleri sürekli engellendi. Sürüklenerek, dövülerek gözaltına alındılar, dağılmaları için üzerlerine köpek saldırtıldı ve gaz sıkıldı. Polisin bu sert müdahaleleri nedeniyle Cumartesi Anneleri Mart 1999’dan Ocak 2009’a kadar on yıl oturma eylemlerine ara vermek zorunda kaldılar.

gibi pek dokümana polis el koymuştu. İstanbul Çağlayan Kültür ve Dayanışma Derneği de 9 Ağustos 1993 polis tarafından basılmış, dernek binasında bulunan bazı yayın ve belgelere el konulmuştu. Çoğaltılacak bu örnekler içinde Kürt tandanslı Mezopotamya Kültür Merkezi (MKM) gibi oluşumlar 90’lı yıllar boyunca polis baskınlarının, gözaltıların ve dokümanlara el koymaların çokça yaşandığı yer olmuştu. Örneğin, MKM’nin İstanbul’daki merkezi


187

10 Eylül 1993’te polis tarafından basıldı, çok sayıda kişi gözaltına alındı ve bürodaki bazı eşya, giysi, belge ve yayınlara el konuldu. 1 Aralık 1993’te MKM’nin İzmir Şubesi’ne yapılan baskında ise 15 kişi gözaltına alındı, eşyalar tahrip edildi; bazı afiş, kitap ve yayınlar ile arşivde bulunan belgelere el konuldu. 8 Haziran 1995’te MKM İzmir Şubesi’ni yine basan polis, merkezde bulunan yaklaşık 25 kişiye kimlik kontrolü yaptıktan sonra sorguya çekti, 3 kişi gözaltına alınıp merkezi mühürleyip kapattı. 2 Kasım 1997 günü Tiyatro Grubu’nun Rojbaş adlı oyununun sergilediği sırada MKM Mersin Şubesi, “izinsiz tiyatro gösterisi düzenlendiği” gerekçesiyle polisler tarafından basıldı, MKM’yi mühürleyen polisler, seyircilerin kimlik bilgilerini ve 11 kişiyi gözaltına aldılar. Aynı merkezin Urfa Şubesi de açılışından 15 gün sonra 8 Kasım 1997 günü Valilik tarafından kapatıldı.93 Dernek baskınlarında ve kapatmalarında valilik kararlarında geçen gerekçeler birkaç başlık altında toplanıyordu. Örneğin, etkinlikleri esas alarak örgütlenme yapan Halkevlerine dönük yoğun kapatma ve gözaltı furyasına “dernekte üye olmayan kişilerin bulunduğu” gerekçe gösterilmişti. Bunun gibi, 29 Aralık 1997 günü “Yargıda İnsan Hakları” konulu söyleşinin gerçekleştirildiği sırada polisler tarafından basılan Eğit-Der İzmir Şubesi lokali de “derneklerde fahri üyelik olamayacağı” gerekçe gösterilerek Valilik tarafından 5 gün süreyle kapatıldı. Başka bir gerekçe “yasak yayın bulundurma”ydı. 29 Aralık 1993’te İstanbul’da faaliyet gösteren Kâğıthane Sadabat Spor Kulübü, bulunan bazı yayın ve gazete kupürleri nedeniyle 3 ay süreyle kapatıldı. Aynı gerekçeyle pek çok STK da kapatıldı. 26 Aralık 1993’te Ulusal Demokratik Kadın Derneği (UDKD), İstanbul Valiliği tarafından “amacı dışında faaliyet gösterdiği” iddiasıyla süresiz kapatıldı. 28 Temmuz 1995 günü, 30 kişilik bir grup, Tunceli’deki özel tim terörünü Tunceliler Derneği Mersin Şubesi’nde açlık greviyle protesto ederken dernek “yasadışı faaliyet gösterildiği” iddiasıyla İçel Valiliği tarafından kapatıldı. 1990-2000 yılları arası 1000’den fazla kurum çeşitli gerekçelerle kapatılmıştı.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Muhalif partiler 1990’lı yıllarda, iktidar bloğunun çizdiği çerçeve içinde yer almayan, bu çerçeveyi zorlayacak cinsten politikalar üreten ve söylem geliştiren siyasi partilerin uğradığı yoğun şiddete tanık olundu. Muhalefetin bile, güçlenmiş ve devlet politikasını MGK karar-


188

larıyla belirleyen ordunun hamiliğinde yürüttüğü 90’lı yıllarda, Kürt, sosyalist ve İslami çizgide yasal siyaset yapmaya kalkan partilerin hiçbiri devletin meşruluk düzlemine dahil edilmedi. Ordu merkezli devlet bloğunun devreye soktuğu ideolojik aygıtlarla “bölücü ve yıkıcı” faaliyetlerle ilişkilendirilerek tevil edildiler ve baskı aygıtlarınca zor kullanılarak siyaset yapmaları zorlaştırıldı. 1995 yılından sonra okların siyasallaşan İslami kesime döndüğü ve devlet bloğunun hışmına uğradığı siyasal İslami partilerden çok önce düşman algısı içinde yer alan Kürt ve sosyalist partiler bu zorluğu yaşıyorlardı. Elbette gerek nicelik gerekse nitelik bakımından hiçbirinin yaşadıkları Kürt siyasi partileriyle kıyaslanamazdı. Kürt siyasi aktörlerinin Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) çatısı altında yürüttüğü yasal siyaset, SHP içinde yer alan 7 Kürt milletvekilinin Ekim 1989’da Paris’te toplanan Kürt Konferansı’na katılmasıyla sona ermişti. Parti bu isimleri ihraç etti. Bu ihraçları protesto eden 11 SHP’li milletvekili istifa etti. Bu kopuş, bağımsız Kürt parlamenter siyasetinin başlangıcı oldu. SHP’den ihraç edilen 7 ve istifa edenlerden 10 milletvekili, 7 Haziran 1990’da Fehmi Işıklar başkanlığında Halkın Emek Partisi’ni (HEP) kurdu. 1991 seçimlerine SHP ile seçim ittifakıyla giren HEP, Meclis’e 21 milletvekiliyle girdi. Meclis’te Kürtçe yemin etme kriziyle başlayan tartışmalar sürerken “PKK teröristlerinin meclis uzantıları” olarak görülen HEP, “yıkıcı faaliyetlerde bulunduğu” gerekçesiyle 14 Temmuz 1993’te Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesinin oybirliğiyle kapatıldı. HEP’li 18 milletvekili partilerinin kapatılma ihtimaline karşı 19 Ekim 1992’de Özgürlük ve Demokrasi Partisi’ni (ÖZDEP) kurarak bu partiye geçtiler. Ancak ÖZDEP’e de açılan kapatma davası bu partinin de boşaltılıp başka parti kurulmasına yol açtı. Partililer, ÖZDEP’i 30 Nisan 1993’te feshetti. Bu karar, Anayasa Mahkeme­ si’ne ulaşmadığı için mahkeme 23 Kasım 1993’te partiyi kapattı. Kürt milletvekilleri HEP ve ÖZDEP’in kapatılmasını beklemeden 7 Mayıs 1993’te Demokrasi Partisi’ni (DEP) kurmuşlardı. Bu hukuk köşe kapmacası 1994’te devam ettirilmedi. Kürt siyasetçilerine yasal başlıklar nedeniyle parti üzerinden yasak getiremeyen ordu güdümlü devlet bloğu, bu kez Kürt siyasetçilere yasak getirdi. Kurulduğu HEP sürecinden beri Kürt partilerine ülke çapında saldırılar oluyor, binaları kundaklanıyor, il ve ilçe yöneticilerine ölümlü saldırılarda bulunuluyordu. Yemin krizinden itibaren karalama kampanyası artırılmıştı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in, “Eşkıyayı Bekaa’da aramaya gerek yok. Maalesef bunların bir kısmı Yüce Meclis’in çatısı altındadır” diye-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


189

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması kadar, gözaltına alınırken ve dava sürecinde sürüklenerek götürülürken polisin gösterdiği sert tavır, Türk siyasi tarihinin hafızalara kazınmış görüntülerinden oldu. (Sabah, Mart 1994)

rek sürdürülen algıyı özetlediği 22 Nisan 1994’teki konuşmasının ardından dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in, “Meclis’te PKK’nın barındığı bir gölge vardır, bunu Meclis’in üzerinden kaldırmakla yükümlüyüz” dediği 2 Mart 1994 tarihli konuşmasından sonra94 DEP milletvekilleri Hatip Dicle, Orhan Doğan, Leyla Zana, Ahmet Türk, Sırrı Sakık ve Bağımsız Şırnak Milletvekili Mahmut Alınak’ın dokunulmazlıkları kaldırıldı. Aynı gün Meclis’ten çıkan Hatip Dicle ve Orhan Doğan, Leyla Zana ve diğer milletvekilleri de 4 Mart’ta gözaltına alındı ve tutuklandı. Açılan davada Devlet Güvenlik Mahkemesi 8 Aralık 1994’te 6 milletvekiline 15’er yıl ağır hapis cezası verdi. Ülkenin en ağır iktidar krizinin yaşandığı, iktidarın da şiddet aygıtlarını en yüksek seviyede kullanmaya başladığı 1993-94 döneminde, HEP ve DEP’in yönetici ve taraftarlarına karşı yüzlerce gözaltı, dava ve tutuklama olmuştu. 2 Eylül 1993’te HEP Parti Meclis Üyesi Habip Kılıç Batman’da faili meçhul biçimde öldürüldü, 4 Eylül 1993’te bunu araştırmaya gelen DEP Mardin Milletvekili Mehmet Sincar ile Batman İl Yöneticisi Metin Özdemir de


190

Batman’da öldürüldü. Ardından 16 Eylül 1993’te DEP Genel Başkanı Yaşar Kaya Ankara DGM tarafından tutuklandı. 18 Şubat 1994’te ise DEP Genel Merkez binası bombalanarak 1 kişi yaşamını kaybetti. 11 Mayıs 1994’te bu kez Murat Bozlak ve bazı eski DEP’li milletvekilleri Halkın Demokrasi Partisi’ni (HADEP) kurarak bu geleneği sürdürdüler. Yüzde 10 ülke barajı nedeniyle girdikleri 1995 genel seçimlerinde 4,16 ve 1999 genel seçimlerinde 4,75 oy aldıkları için Meclis dışında kaldılar. 1999 yerel seçimlerinde ise 37 belediye başkanlığı kazandılar. HADEP 13 Mart 2003 tarihinde “yasadışı eylemlerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Genel başkanına ve 45 partiliye beş yıl siyaset yasağı getirildi.95 1994 ile 2000 yılları arasında Kürt siyasi partisinin binalarına yapılan saldırı ve baskınlar, parti yönetici ve taraftarlarına yönelik gözaltı, tutuklama ve saldırılar artarak devam etti. HADEP kurucusu ve Parti Meclisi Üyesi Muhsin Melik ile şoförü Mehmet Ayyıldız 2 Haziran 1994’te gittikleri Urfa’da öldürüldüler. HADEP Batman İl Örgütü yöneticilerinden Vasıf Çetin, 30 Ocak 1995 günü Batman’da kimliği belirsiz kişilerin açtığı ateş sonucunda vurularak öldürüldü. HADEP’in 24 Haziran 1996’da yapılan 2. Kongresi’nde bayrak indirildiği gerekçesiyle96 partiye karşı başlatılan operasyonda Genel Başkan Murat Bozlak ve 50 Parti Meclisi üyesi sabaha karşı kongre salonundan gözaltına alındı. Parti Genel Merkezi dahil pek çok parti binasına polis tarafından baskın yapılarak arşivlere el konuldu. Günlerce milliyetçi grupların gösterilerine sahne olan bayrak krizinden sonra HADEP Genel Başkanı dahil 46 kişi tutuklandı. Bu kongreden Maraş’ın Elbistan ilçesine dönen 4 HADEP’li ise Kayseri’de bir grup tarafından silahlı saldırıya uğradı. Araçta bulunan HADEP yerel yöneticilerinden Hulusi Kul, Mustafa Öztürk ve Mehmet Kaya olay yerinde ölürken Mehmet Kısa ise ağır yaralandı. 12 Şubat 1998’de ise HADEP Genel Merkezi tekrar polis tarafından basılarak Genel Başkan Murat Bozlak ve 6 yönetici gözaltına alındı, ardından tutuklanarak cezaevine konuldu. HADEP’in yaptığı bir basın açıklaması nedeniyle 19 Kasım 1998’de DGM Savcılığı’nın talimatıyla HADEP’e dönük başlatılan operasyonda il ve ilçe binaları polis tarafından basılarak binalar tahrip edildi, arşivlere el konuldu. Baskınlarda 13’ü merkez, 270’i parti yöneticisi toplam 3215 kişi gözaltına alındı. HADEP Genel Başka-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


191

nı Murat Bozlak ile 7 il başkanı tutuklanarak cezaevine konuldu. Bu baskınları protesto için 6-8 Aralık 1998 tarihinde başlatılan 3 günlük açlık grevi süresince yine birçok il ve ilçe binası polis tarafından basıldı. 7 Genel Merkez yöneticisi, 249 il ve ilçe yöneticisi, 250 üye gözaltına alındı. 2 Parti Meclisi üyesi, 39 yönetici ve 6 üye tutuklandı.97 1996 yılında kurulan Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) de defalarca baskına uğrayan muhalif partilerdendi. Partinin Giresun İl Merkezi 11 Nisan 1996 günü polis tarafından basılıp partinin afiş ve bildirilerine el konuldu. Nisan 1996’da “Sokakta İşsiz, Savaşta Ölü, Siyasette Yasaklı Olmayalım. Katıl, Birlikte Değiştirelim” başlıklı bildirisinin Aydın Sulh Ceza Mahkemesi’nce toplatılıp bildirilerin Aydın ve Burdur’da yasaklanması gibi pek çok kez partinin bildiri, broşür ve yayınlarının dağıtımı polis marifetiyle engellendi. İzmir İl Örgütü’nün 19 Mayıs 1996’da yapmak istediği şenliğin İzmir Valiliği tarafından yasaklanması gibi pek çok etkinliği resmi kurumlarca engellendi. Mayıs 1996’da Maltepe ilçe binasının kimliği belirsiz kişiler tarafından bombalanması gibi kitleselleşmelerini önlemeye yönelik meçhul saldırılara uğradı. ÖDP Genel Başkanı’nın Haziran 1996’da “Köy yakan, insan kulağından koleksiyon yapan, yol kesen özel time ayda 35 milyon lira ödeniyor” ifadesinin geçtiği konuşması nedeniyle “devlet memurlarına hakaret edildiği” öne sürülerek dava edilmesi gibi yüzlerce konuşma ve bildirileri nedeniyle soruşturmalar geçirdi.1996’da Ankara İl Başkanlığı’nın polis tarafından basılıp yöneticilerinin gözaltına alınması ve binanın aranarak bazı dokümanlara el konulması, neredeyse rutinleşen uygulamalar haline gelmişti. Benzer uygulamalar ve polis baskınları diğer sosyalist menşeili Emek Partisi’nin (EMEP) de başına gelmişti. Mart 1997’de hükümetin asker ve polis maaşlarına yaptığı zammı eleştiren ve “Onlara zam yüzde 70, bize açlık yüzde 30” yazılı afişlerde “polislere hakaret edildiği” iddiasıyla açılan davalar gibi parti yöneticisinin yaptığı konuşmalar, bildiri ve broşürlerinde geçen ifadeler nedeniyle parti hakkında yüzlerce dava açıldı. 21 Nisan 1998’de İzmir Çiğli İlçe Örgütü’nün polis tarafından basılıp hazırlanan beş bin bildiriye ve çeşitli dokümanlara el konulması, ardından yöneticilerinin gözaltına alınması gibi defalarca kez benzer muamelelere uğradılar. Düzenledikleri şenlik, basın açıklaması, yürüyüş ve etkinlikler 25 Haziran 1996’da Ankara’da EMEP’in yaptığı “kapatma davası protestosu”nda polislerin saldırısı sonucunda 200’den fazla kişinin yaralanmasında olduğu gibi müdahaleler ve gözaltılarla sonuçlandı.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


192

Sendikalar 30 Kasım 1990-6 Şubat 1991 arasında 100 bine yakın maden işçisinin Zonguldak-Ankara yürüyüşü, 80’lerden beri suskunluğa bürünmüş işçi mücadelesinin geldiği ivmeyi gösteriyordu. Bu yürüyüşün devlet bloğu açısından korkutuculuğu, iktidarın geri adım atmasına yol açmıştı. 1995 yılına kadar bunun gibi büyük işçi eyleminin görülmedi. 1995’e gelindiğinde hızlanan özelleştirme, taşeronlaştırma ve hak kayıpları yine büyük işçi eylemlerine yol açtı. 1995 yılında Türkiye’nin o zamana kadarki en büyük grev dalgası oluştu. Sermayenin uluslararası entegrasyona hızla girdiği ve iktidarın bunu kolaylaştıracak iç politikalar ürettiği 1990-1997 dö­neminde, işçiler ve sendikalar haklarını korumak için 1234 grev98 ve yüzlerce eylem yaptılar. Ancak işçileri temsil eden sendikaların devlet güdümlü yapılarıyla bölünen emek muhalefeti, özelleştirme ve işçi haklarının budanmasının zamana yayılarak uygulanması, emek eksenli siyasetlerin kapsayıcı politikalar üretmekten uzak emek hareketiyle olan zayıf bağları, güvenlik güçlerinin şiddetli müdahaleleri ve Kürtlerle mücadelenin şovenist bir karakterle tüm ayrımları ve muhalefeti buharlaştıran ideolojik kullanımıyla dağınıklaştırılan bu kesim de 90’lı yılların başında geliştirdiği muhalefetin çok gerisine düşmüştü. Taşeronlaştırılan, özelleştirilen, esnek çalışmaya mahkûm edilen, güvencesizleştirilen ve göçlerle oluşmuş “işsizler ordusunun” tehdidiyle parçalanan bu kesim, sonraki yıllarda da devlet bloğunun aleyhlerine işleyen uygulamalarını durduracak birleşikliğe hiçbir zaman kavuşamadı. Her geçen gün ellerindeki kazanılmış haklarını da yitirdiler. Ülkede çıkan 1994, 1997 ve 2000 ekonomik krizleri sermayeye rant aktarımı sağlayıp çalışanların alım gücünü zayıflatırken, maliyetleri düşürmeye çalışan sermaye lehine işçi haklarını daraltacak tarihi fırsatlar sağladı. 1990’larda devletin şiddet aygıtlarını yöneldiği çalışan kesim ise örgütlenme mücadelesi veren kamu çalışanlarıydı. Bu dönemde sendika kurmak isteyen veya politik ve özlük hakları için mücadele sürdüren “memur sıfatındaki” kamu çalışanlarının uğradığı idari ve adli cezalar yüzbinleri geçti. Kurulduğu 1995’ten Ağustos 1998 tarihine kadar sendikal mücadele nedeniyle Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) üyelerinden 28.004’ü adli, 104.757’ü idari, toplam 132.726 kişi soruşturmaya uğrayarak cezalar almıştı.99

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


193 Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) Üyelerinin Kurulduğu 1995’ten Ağustos 1998’e Kadar Aldığı Cezalar

Adil soruşturma ve cezalar Sürgünler

Açığa alınanlar

Görevine son verilenler

Süren davalar

Sonuçlanan hapis cezaları

Sonuçlanan diğer davalar

4185

25

1192

16182

155

6265

Para ve fon kesintisi

Kadrosu alınanlar

Derece ve kademesi durdurulanlar

Disiplin cezaları (uyarı-kınama-sicil bozma)

Meslekten ihraç istemleri

72744

1781

917

28.585

730

İdari soruşturma ve cezalar

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Kaynak: (KESK, 1998, s. 70-71)

Bunun dışında yaptıkları eylemlerde sürekli polis müdahalesine uğrayan KESK’in, pek çok binasına yapılan baskınlarda dokümanlarına el kondu ve üyeleri gözaltına alındı. 1990 yılından itibaren doğrudan polis ve mahkemelerin hedefi olan kamu çalışanlarının bu mücadelesi 16 Şubat 1987’de EğitDer’in kurulmasına dek gidiyordu. Bu tarihlerde başlayan sendika kurma çalışmaları 4 Haziran 1990’da sonuç vererek Eğitimİş’in tüzel bir kişilik olarak kurulmasıyla sonuçlandı. Eğitim-İş, kendisinden sonra 13 Kasım 1990 günü kurulan Eğit-Sen ile birleşerek 13 Ocak 1995 günü Eğitim-Sen adını aldı. Bu dönemde dindar kesimlerin sendikal örgütlülüğü 14 Şubat 1992’de MemurSen; 22 Haziran 1992’de milliyetçi Türkiye Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonu (Türkiye Kamu Sen) da kurulmuştu. 1995 yılında ise kamuda kurulan sol kökenli 28 sendika bir araya gelerek KESK’i kurdu. Sendikaların kurulmaya ve geliştirilmeye çalışıldığı 1990-1991 yılları baskıların da başladığı oldu. Baskılar sonraki yıllarda sol sendikalara yönelik devam etti. Kamu çalışanlarının (memur) sendika kurmalarının yolu açılır açılmaz özlük haklarına dönük taleplerini dile getirmeleri ve bunun için giriştikleri eylemlilik süreci her defasında şiddetle karşılık gördü. 26 Ocak 1991 tarihinde İstanbul’da düzenlenen 12 Eylül sonrasının ilk mitingi “Kamu Çalışanları Sendikal Haklar Mitingi”; 15 Haziran 1991’de 1 haftalık yürüyüşten sonra 22 Haziran 1991’de Çalışma Bakanlığı önündeki 20.000 kişinin toplanması; 15 Temmuz 1992’deki ilk iş bırakma eylemi; 21 Aralık 1992’de 20 bin kamu çalışanının Zafer Meydanı’nda toplanarak Başbakanlığa yürümesi; 13 Ocak 1994’te toplu vizite ile iş bırakılması; 25 Ma-


194

yıs 1994’te 22 sendika başkanının Ankara Güven Park’ta açlık grevine başlaması; 16-17 Haziran’da 150 bin kamu çalışanının Ankara’da 2 günlük geceli-gündüzlü oturma eylemi, sol sendikaların hafızalarda kalan büyük eylemleriydi ve pek çoğunda polis müdahaleleri yaşanmıştı. Ayrıca sol sendikalar 2 Nisan 1992’de Birleşmiş Milletler’e iletilmek için hazırlanan 290 imzalı barış bildirisine imza attıkları için DGM’ce açılan davaya ve sonrasında “terörizmle” ilişkilendirilerek itibarsızlaştırma kampanyalarına benzer pek çok muameleye de maruz kalmışlardı.100 Muhalif basın

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Şiddet aygıtlarının muhalif basına karşı kullandığı zor teknikleri özetle, gazete ve dergi bürolarını basma, çıkan yayınları toplatma, matbaada dağıtımdan önce yayına el koyma, çalışanları tehdit etme, matbaa, gazete ve dergi kapatma, yöneticileri ve çalışanları gözaltına alma, yöneticilere dava açıp hapis veya yüksek para cezası verme, belirsiz kişilerce büroların basılması, kurşunlanması

Basın; ordu güdümlü devlet bloğunun kararlar alması, mahkemelerin bu kararları hükme bağlaması ve polis güçlerinin ve infaz kurumlarının icrasıyla 90’lar boyunca baskı altında tutuldu.


195

veya bombalanması, gazete çalışanlarının faili meçhul biçimde dövülmesi, yaralanması veya öldürülmesi biçiminde oluyordu. Aydın niteliğindeki muhalif kişilere karşı ise kitaplarını toplatma, yayıncısına, matbaasına ve yazara dava açıp hapis ve para cezası verme biçiminde yıldırma teknikleri devreye sokulmuştu. Milli güvenliği tehdit eden söylemin kurucusu ve dağıtıcısı olarak 90’larda hedef alınan muhalif basının maruz kaldığı ihlalleri gösteren aşağıdaki tablo, muhaliflere dönük hukukun yıldırma tekniğini gözler önüne seriyor. 1990-2000 yılları arası basında ihlaller Verilen Hapis ve Para Cezaları

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Toplatılan Yayın

1990

122

126 yıl 5 ay hapis

1991 150 25 yıl 11 ay hapis; 5 milyar 976 milyon lira para 1992 209 165 yıl 3 ay 10 gün hapis 1993 481 31 yıl 1 ay hapis 1994 450 537 yıl 2 ay hapis ve 55 milyar 725 milyon lira para cezası 1995 304 172 yıl 8 ay hapis 17 milyon 688 bin lira para cezası 1996 195 173 yıl 10 ay hapis, 9 milyar 974 milyon 600 bin lira para cezası 1997 278 259 yıl 4 ay hapis, 64 milyar 200 milyon lira para cezası 1998 331 409 yıl 10 ay hapis, 43 milyar 242 milyon lira para cezası 1999 283 587 yıl hapis, 291 milyar 850 milyon 550 bin lira para cezası 2000 244 474 yıl 6 ay hapis, 24 milyar 332 milyon lira para cezası Bu rapor, İHD Genel Merkezi Basın-Yayın Dokümantasyon Birimi’nce, günlük ve haftalık basın, İHD şube raporları ve derneğe yapılan yazılı ve sözlü başvuru ve bilgilerden yararlanılarak hazırlanmıştır. (Kaynak: http://www.ihd.org.tr/index.php/raporlar-mainmenu-86/bilanar-mainmenu-99.html)

90’lı yıllarda muhalif basın yayın organlarına ve muhalif aydınlara uygulanan bu zor örneklerine bakıldığında Kürt sorunlarına ağırlık veren Özgür Gündem’in (30 Mayıs 1992-14 Nisan 1994) en yoğun baskılara maruz kalan gazete olduğu açıktır. Gazetenin iki yıl içinde çıkan 580 sayısının 486’sı hakkında dava açıldı; hakkında üç kez 30 gün, 15 kez 15 gün, iki kez 10 gün olmak üzere toplam 20 davada kapatma kararı çıktı. Muhabirleri ve editörleri toplam 147 yıl hapis ve 21 milyar lira para cezasına mahkûm oldu. Yayın yaptığı süre boyunca büroları defalarca basıldı. Gazetenin ilk yayın döneminde 8 muhabir ve yazarı ile 19 dağıtımcısı faili meçhul cinayetlere kurban gitti.101 Kapanan Özgür Gündem’in ardından Özgür Ülke (27 Nisan 1994-3 Şubat 1995), Yeni Politika (13 Nisan 1995-17 Ağustos 1995), Demokrasi (12 Aralık 19953 Mayıs 1997), Ülkede Gündem (7 Temmuz 1997-23 Ekim 1998) adlarıyla çıkan aynı geleneğe sahip 30’dan fazla gazete kapatıldı. Bu gelenek içinde yayınını sürdüren Özgür Ülke gazetesinin de


196

dağıtıcıları öldürüldü, 250 çalışanı gözaltına alındı ve çoğu tutuklandı. Özgür Ülke gazetesinin 3 Aralık 1994’te İstanbul’daki merkezi ve Ankara bürosu dahil üç bürosu bombalandı. Bombalı saldırılarda gazete çalışanı Ersin Yıldız yaşamını yitirirken, 21 çalışanı da yaralandı. Özgür Ülke gazetesinin 102 sayısı toplatılmıştı, hakkında 486 dava açılmıştı. Kürt sorunu hakkında yayın yapan gazete ve dergiler 90’lı yılların ilk dönemi ağırlıklı olmak üzere güvenlik güçlerinin tacizine ve baskınlarına en çok maruz kalan kesim olmuştu. Çoğu zaman büroları basılıp merkezleri tahrip edilirken çalışanlarına gözaltılar uygulanmıştı. OHAL Bölgesi’ne valiliğin aldığı kararlar nedeniyle girişleri yasaklanan bu dergi ve gazetelerin OHAL Bölgesi’ndeki dağıtıcıları ve satıcıları da kurulan baskının hedefi oldu. Gazeteyi elden satan çocuk dağıtıcılar sürekli kimliği belirsiz kişilerce dövülüyor ya da bıçaklanıyordu; gazeteyi satan bayiler ise tehdit ediliyor, dükkânları kundaklanıyordu. Dağıtım ağının çökertilmesi için gazetelerin muhabir ve dağıtıcısı 76 çalışanı JİTEM ve Hizbullah’ın işlediği faili meçhul cinayetlerle öldürüldü. 90’lı yıllarda günlük olarak çıkan iki sosyalist gazete de aynı baskıları yaşadı. Mayıs 1993 ile 20 Nisan 1994 tarihleri arasında çıkan Aydınlık gazetesinin 36 sayısı toplatıldı. Gazetenin Yazı İşleri Müdürü Ferit İlsever’e 10 ay hapis cezası verildi. Gazete, kesilen 10 milyarın üzerindeki para cezası nedeniyle kapanmak durumunda kaldı. Evrensel gazetesinin ise 60 sayısı toplatılıp, hakkında 78 dava açıldı. Yazı İşleri Müdürü Ali Erol’a 9 yıl hapis, bir milyar 245 milyon lira para cezası verilen gazetenin muhabiri Metin Göktepe de 8 Ocak 1996 da gözaltında öldürüldü. Kapatılan gazete daha sonra adı Emek ve Yeni Evrensel adıyla yayınını sürdürdü.102 Muhalif basın, örneklerde de görülebileceği gibi yayımladıkları yazılarından dolayı çok ciddi hapis ve yüksek para cezalarına çarptırılıyordu. 1994 yılında aldığı cezalar ve muhabirlerine yönelik baskılar nedeniyle kapanan Emeğin Bayrağı gazetesi yazı işleri müdürü Haydar Demir, 1996’da 2 yıl 3 aylık cezası nedeniyle cezaevine girdi. 18 Ocak 1997’de Partizan Sesi dergisinde yayınlanan bazı yazılar nedeniyle açılan iki ayrı dava İstanbul DGM’de sonuçlanarak derginin yazı işleri müdürü Hatun Yıldırım’a, toplam 2 yıl 6 ay ceza verildi. Özgür Halk dergisinin Ocak 1994 tarihli 39. sayısındaki bir yazı nedeniyle İstanbul DGM, derginin yazı işleri müdürüne 2 yıl hapis ve 400 milyon lira para cezası verirken, dergi de 1 ay süreyle kapatıldı. Gündem gazetesi yazarı Temel Demirer hakkında ise iki JİTEM itirafçısıyla kontrgerilla ve

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


197

Cezaevinde öldürülen iki tutuklunun cenazesinde anma yapan gruba müdahale eden polis yaklaşık 1000 kişiyle beraber olayları izleyen Evrensel gazetesi muhabiri Metin Göktepe’yi de gözaltına alıp Eyüp Kapalı Spor Salonu’na götürdü. Burada dövülen Metin Göktepe yaşamını yitirdi. İçişleri Bakanı, Göktepe’nin “duvardan düşerek öldüğünü” açıklamasına rağmen, ilk kez bir gazetecinin katilleri yargılandı; dört yıl süren davada, 5 sanık polis 1 yıl 8 ay ceza aldı.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

faili meçhul cinayetler konularında yaptığı görüşme yüzünden “tehdit ederek konuşmaya zorladığı” iddiasıyla 5 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. 90’lı yıllarda “komünizm ve bölücülük propagandası yapıldığı, devlet kurumlarına hakaret edildiği” iddiasıyla toplatılan, dağıtılmadan el konulan milyonlara varan yayın nüshasıyla da anılıyordu. Bunun bir rakamını vermek neredeyse imkânsız, zira bu toplatma kararları valilikler tarafından yerelde de veriliyordu. Kürt coğrafyasında ise herhangi bir resmi karara ihtiyaç duymadan yayınlar toplanıyor ya da dağıtılması engelleniyordu. Örneklerde de görüleceği üzere, toplatma kararları çoğu kez dağıtıma girmeden yapılıyordu. Örneğin, Ocak 1991’de Devrimci Proleterya Yayınevi tarafından çıkarılan İşyeri Komite ve Meclisleri isimli kitaba ve Özgürlük Dünyası isimli derginin 27. sayısına basıldığı matbaada el konuldu. Hewdem dergisinin 4. sayısı, Devrimci Gençlik dergisinin 26. sayısı ve Emeğin Bayrağı dergisinin 107. sayısı “bölücülük propagandası yapıldığı” gerekçesiyle Ocak 1994’te toplatıldı; Devrimci Gençlik’in sayılarının tümüne basıldığı matbaada polis tarafından el konuldu.


198

Günlük çıkan Özgür Ülke gazetesinin 7 Ocak 1995 tarihli 13 bin 570 adet nüshasına, Basın Yasası’nın verdiği yetkiyi kullanan İstanbul DGM Savcılığı tarafından polislerce gazetenin basıldığı matbaada el konuldu. Aynı işlem 8 Ocak 1995 tarihli nüshalarına da yapıldı. Gazetenin 10 aylık kısa yayın süresinde 102 sayısına el konuldu. Kurtuluş dergisinin 8 bin adet basılan Ekim 1995 sayısına da matbaada el konuldu ve matbaaya gelen derginin 13 yönetici ile çalışanı gözaltına alındı. Özgür Halk dergisi tarafından hazırlanan 2000 yılı takvimlerinin basıma hazırlandığı Yıldız Mücellithanesi ve Berdan Matbaası 29 Aralık 1999 günü polisler tarafından basıldı. Her iki işyerinin sahipleri ile işçilerini gözaltına alan polis, mücellithanede bulunan 5 bin takvime de el koydu. Bu arada, çok sayıda sosyalist derginin dizgisinin yapıldığı Diz Basın Yayın Şirketi’nin 22 Ekim 1991’de siyasi polis tarafından basılarak mühürlenerek kapatılmasında olduğu gibi bu dergileri basan ve düzenleyenlere de cezalar uygulanıyordu. İstanbul’da faaliyet gösteren ve genellikle sol görüşlü dergi ve gazetelerin basıldığı Aydınlar Matbaası, 29 Temmuz 1993 Çarşamba gecesi kimliği belirsiz kişiler tarafından kundaklandı. “Komünizm ve bölücülük propagandası yapıldığı, devlet kurumlarına hakaret edildiği” iddiasıyla toplatılan yayınlar, bütün sosyalist basının sorunuydu. Örneğin, aynı gerekçeyle toplatılan Nisan 1994’te Devrimci Emek dergisinin 26. sayısı, Mücadele dergisinin 96. sayısı, Gelenek dergisinin 45. sayısı; Temmuz 1994’te Denge Azadi gazetesi ile Aydınlık, Gençlik Yıldızı, Deng ve Halkın Gücü adlı dergilerin son sayıları; Ronahi gazetesinin Eylül 1995-16. sayısı; Alınteri gazetesinin Temmuz 1995 tarihli 76. sayısı, Nisan 1997- 96. sayısı; Özgür Atılım gazetesinin 1997-50. sayısı, Temmuz 1997-67. sayısı; Hedef dergisinin Ağustos 1996-58. sayısı, Mart 1997-65. sayısı; Partizan gazetesinin Ocak 1994-6. sayısı, Eylül 1996-46. sayısı, Nisan 1997-58. sayısı ile 3. özel sayısı; Kurtuluş gazetesinin Nisan 1997-27. sayısı; Özgür Gelecek dergisinin Temmuz 1997-96. sayısı; Hevi dergisinin 1997-60. sayısı; Özgürlüğe Yürüyüş dergisinin Mart 1998 7. sayısı farklı sol kesimlerin yayınlarıydı, ama “Terörle Mücadele Yasası” uyarınca aynı akıbeti paylaşmışlardı. Savcılık ve valiliğin kararlarından kurtularak çıkan gazete ve dergilerin okuyucuya ulaşması garanti olmuyordu. 23 Kasım 1994’te Özgür Ülke gazetesini Diyarbakır’a götüren dağıtımcı İsmail Demirtaş’ın gözaltına alınıp 900 gazetesine güvenlik güçlerince el konulması; 7 ve 8 Kasım 1997’de Mardin’e gazete getiren aracın kent girişinde durdurulup Emek gazetesi nüshalarına el konul-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


199

ması gibi gazete dağıtımının engellenmesi özellikle Kürt coğrafyasında yaygın bir uygulamaydı. Aynı şeyler 30 Haziran 1996’da Adana’da Demokrasi gazetesini dağıtan Süleyman Çiğci’nin, sivil polislerce gazetelerine el konulması gibi batı illerinde de yapılıyordu. Gazete ve dergilerin dağıtıcılarına uygulananlar sadece yayınlara el konulmasıyla bitmiyordu. Bu işi yapan kişilerin büyük bölümü ölüme kadar varan bir baskıyla karşılaşıyordu. Zira 90’lı yıllarda Özgür Gündem ve ardıl gazeteleri dağıtan veya satan 40’a yakın kişi, faili meçhul biçimde öldürülürken, pek çok kişi de yaralanmalı saldırılara uğradı, bazılarının dükkânı kundaklandı. Sayısı az olmakla beraber batı illerindeki sosyalist dergi satıcılarının başına da aynı şeyler geldi. Dağıtıcı ve temsilcilere uygulanan bir başka baskı ise gözaltı, tehdit ve muhbirlik tekliflerine dair iddialardı. Bu konuda 23 Kasım 1996’da Alınteri gazetesinin Eskişehir Temsilcisi Filiz Soylu’nun sivil polisler tarafından bir arabada dövülmesi ve tehdit edilmesi; 16 Mayıs 1998’de Ülkede Gündem gazetesinin Adana dağıtımcısı Osman Altun’a gözaltında işkence yapılıp ajanlık teklif edilmesi; 24 Mayıs 1998’de Özgür Halk dergisi İzmir bürosu çalışanı Didem Talo’nun, Basmane semtinde sivil polisler tarafından kaçırılıp ajanlık yapması için tehdit edilmesi gibi pek çok iddia bulunuyordu. Son olarak büro baskınlarından bahsetmek tamamlayıcı bir bilgi olacaktır. Bu dönemde sosyalist basının illerde kurmuş olduğu bürolar da baskı gören yerlerdi. Yeni Çözüm, Mücadele, Yeni Demokrasi, Partizan, Emeğin Bayrağı, Kurtuluş, Komün, Odak, Devrim, İşçilerin Sesi, Hedef, Devrimci Proleterya gibi dergilerin pek çok ilde büroları vardı. Bu büroların dergicilikten daha fazla bir anlamı bulunuyordu. Dergi büroları kültürel çalışmalar yapılan, taraftar toplanan ve onlara sol düşünceleri yayan, duygusal destek sağlayan sivil toplum örgütlenmeleri gibiydi. Bu nedenle bir örgütlenme yeri olarak kullanılan dergi büroları polis güçlerinin hedefindeydi. Buralara sıkça yapılan baskınlarla bu çalışmalar engellenmeye çalışılıyordu. Dergi bürolarının düzenlediği etkinlikler ise 7 Ekim 1992’de Adana’da Devrimci Proletarya adlı aylık dergi tarafından düzenlenen pikniğe katılan yaklaşık 300 kişinin gözaltına alınmasında olduğu gibi operasyona da dönüşebiliyordu. Büro baskınlarında çoğu kez gözaltı, dokümanlara el konulması, mekânın arama bahanesiyle tahrip edilmesi gibi uygulamalar yapıldığı iddiaları gündeme geliyordu. Dönemin basın yayın mağdurları içinde yazarların özel bir önemi vardı. Bunlardan yazdığı her kitap dava konusu olan İsma-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


200

il Beşikçi, bu davalardan aldığı toplam 100 yıl hapis ve 10 milyar lira para cezasını çıkan aflardan yararlanarak aralıklarla 1999 yılına kadar hapiste geçirdi. Kitapların yasaklanarak toplatıldığı ve yazarların hapse gönderildiği 90’lı yıllarda muhalif düşüncenin teorisyeni ve yayıcısı aydın ve yazarlara karşı bu türden muameleler Beşikçi’yle sınırlı değildi. 1994’te yazar Mehmet Bayrak, Kürt Halk Türküleri adlı kitabı nedeniyle 2 yıl hapis ve 50 milyon lira para cezasına mahkûm oldu. Şair-yazar Yılmaz Odabaşı 1996’da Düş ve Yaşam adlı kitabında “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e ve İstiklal Marşı’na hakaret ettiği” ve “bölücülük propagandası” yaptığı iddiasıyla 1 yıl 6 ay 20 gün hapis ve 933 milyon lira para cezasına, kitabın yayıncısı Niyazi Koçak ise 67 milyon lira para cezasına mahkûm oldu. İşçinin Yolu dergisinin Yazı İşleri Müdürü Asiye Zeybek Güzel, derginin 12. özel sayısındaki bazı yazılar nedeniyle tutuklandı. Haluk Gerger’in çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanan yazılarını derlediği Türkiye’nin Düzeni ve Kürt Sorunu adlı kitabının 3. baskısı İstanbul DGM tarafından yasaklandı; Gerger 90’lı yılların bir bölümünü hapiste geçirdi. Fikret Başkaya ve kitabı Paradigmanın İflası da aynı akıbete uğradı. Yayıncıların da bu şiddetten kaçamadığı 90’larda, pek çok yayıncı gibi Yurt Yayınları’nın sorumlusu Ünsal Öztürk de yayınladığı kitaplardan dolayı 11 yıl 4 ay hapis, 1 milyar 317 milyon lira para cezası aldı.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Asker

Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), düzenli orduların yer ve zamanı belli biçimde doğrudan savaştıkları konvansiyonel savaşa göre yapılandırılmıştı. Bu nedenle çatışma alanının yer ve zamanının belirsiz olduğu vur-kaç taktikleriyle işleyen, bir cepheye sahip olmayan baskın, gerilla savaşı, ayaklanma ve ani saldırılar biçiminde gelişen düzensiz (asimetrik) savaşlarda yetersiz kalıyordu. Bu türden bir savaşı yürütecek bilgi ve beceri kapasitesi düşüktü. 19921994 yılları arasında Şemdinli Hudut Tabur Komutanı görevini yürüten Erdal Sarızeybek, yazdığı kitapta şu ifadelere yer veriyor: Cephede düşmana karşı savaşmak kolay. Düşman belli, imkân ve kabiliyetler ortada... Ama içinde bulunduğumuz durum çok farklı. PKK köylere giriyor... Her köyü, her mezrayı birebir asker gücüyle koruyamazsınız... Her gün sayısız olay var. Mayına basan


201

araç, saldırıya uğrayan gezici timler, taciz edilen karakollar, kaçırılan çocuklar, katledilen vatandaşlar... Biz vatandaşın hangi çizgide olduğunu bilmediğimiz gibi bizzat vatandaşın kendisi de olayların neresinde olduğunu bilmiyor. Kendisi işbirlikçi olmasa bile, köyüne gelen askeri de misafir ediyor, teröristleri de. Askerin zorluğu hedefi belirlemede. Şehrin içinden, köyün içinden teröristlerce açılan ateşe verdiğiniz cevap, masum vatandaşı da mağdur edebiliyor. Amaç, vatandaşın zarar görmesini engellemek. Ama bunu o karmaşada nasıl yapacaksınız?104

Bu saptamalar, TSK’nın yürüttüğü savaştaki yapısal açmazları da dile getiriyordu. TSK içinde kırsal alandaki suç olaylarıyla mücadele eden Jandarma güçleri de boyutları artmış kitlesel siyasi ve silahlı bir kalkışmaya karşı oldukça yetersizdi. Jandarma, kamu düzeni ve güvenliğinin sürdürülmesi adına sınır kaçakçılığı, basit adli vakalar gibi suçlara karşı polislik faaliyetlerinde bulunmak üzere örgütlendiğinden bu tarz çatışmaları bastırmaya uygun birimlere sahip değildi. TSK’nın diğer birlikleri ise hem bölgenin coğrafi yapısını bilmediklerinden, hem de gereken donanıma sahip olmadıklarından sadece gündüzleri harekât düzenleyebiliyor; geceleri kışla ya da karakollara dönmek zorunda kalıyordu. TSK’nın bu yapısıyla asimetrik bir savaşta maruz kaldığı durumu yine Sarızeybek şöyle anlatıyor:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Sadece bıkkınlık. Ne zaman saldırı olacağını beklemekten gelen bir bıkkınlık... O geliyor, sizin 24 saatinizi izliyor. Planını yapıyor ve ansızın vurup geri çekiliyor... Siz onları göremiyorsunuz...

Kürt coğrafyasında hayatın daima içinde olan askerler.


202

Sınır jandarma birlikleri olarak araziye dağılamıyorsunuz. Zira korumakla yükümlü olduğunuz bir karakol var. Yemek pişecek, banyo yapılacak, uyunacak ve korunacak. Bu hizmetler için ayırdığınız askerleri bir kenara koyduğunuzda, geriye kalanlarla müstakil operasyon yapma şansınız yok gibi bir şey.105

90’lara girildiğinde ülkenin en önemli problemleri olarak belirlenen terör ve irtica ile mücadelede ordu (TSK) tam anlamıyla inisiyatif sahibiydi. İrticayla mücadele altında ikinci bölümde değinildiği gibi daha çok devlet bürokrasisi, emniyet güçleri ve hukuk sistemi devreye sokuluyordu. Devletin egemenliğini tehdit eden Kürt silahlı hareketine karşı işe şiddet aygıtları ve teknikleri devredeydi, ama kullanılan tüm araçlara rağmen Kürt hareketinin askeri ve siyasi büyümesi engellenememişti. 1991-1995’te Diyarbakır Jandarma Asayiş Kolordusu Komutanlığı yapan Necati Özgen’in dile getirdiği gibi, “1991’de bölgeye atandığımda, tam bir kaosla karşılaştım. Devlet yoktu. Ofisinden ayrılamayan atanmış bir vali vardı, o kadar.”106 Bunda TSK’nın mevcut yapısının rolü büyüktü. Zira bunun analiz edilmesiyle beraber hızla dezavantaj olan unsurlar değiştirilmeye başlandı.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Yapılan değişiklikler

Öncelikle temel çarpışma stratejisi olan düzenli cephe savaşına göre örgütlenmiş ordunun bu yapısı değiştirilerek düzensiz bir savaşın yürütülebilmesine olanak sağlayan “düşük yoğunluklu savaş” denilen stratejiye geçildi. “Gerillalarla kendi yöntemleriyle savaşmak için” hem ordu hem polis içinde özel komando birlikleri kuruldu. Eski bir ihtiyaca göre savaş ve işgal gibi kriz zamanlarında muhaliflerin iktidara gelmesini önlemek için sivil halkı örgütlemek üzere kurulan Özel Harp Dairesi (ÖHD) yerine 1992’de “Bordo Bereliler” olarak da tanınan, iç ve dış tehditlere karşı asimetrik biçimde gerilla gibi mücadele etmek için özel yetiştirilmiş askerlerden oluşan Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK) oluşturuldu. Düşük yoğunluklu savaşa uygun olarak ordunun dinamik ve etkin hale getirilmesi için tümen yerine de kolordu-tugay-tabur yapısına geçildi. Tecrübeli faal askerler olarak uzman çavuş sayısı artırıldı. Ordudaki eğitimler asimetrik savaşa göre kurgulanmaya başlandı. Kısaca ordu, 1990’larda kendini Kürt isyancılarına karşı iç çatışma koşulları etrafında radikal biçimde reorganize etti.107 Bunun yanında bütçede özel bir yere sahip savunma harca-


203

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Askeriyenin kırsal bölgelerde yürüttüğü operasyonlara ek olarak yürüttüğü propaganda amaçlı faaliyetler de vardı. 1995’te Şırnak bölgesinde çekildiği iddia edilen birinci fotoğrafta asker, çocukların eğitimine katkıda bulunuyor. Halkla yakınlaşmak için sık yapılan diğer bir yöntem ise sağlık taramasıydı. Tüm kamuoyuna devletin şefkati olarak sunulan bu tür görüntüler, askerin bölge halkıyla ilişkisini gösteriyordu.

maları 1989 yılında 2 milyar dolar gibi yüksek bir rakama sahipken, 1990 yılından itibaren daha da yükselişe geçti. 1990 yılında 3 milyar dolar iken, 1997 yılında 5 milyar doları aştı ve 1999 yılında 7 milyar dolarla Türkiye’yi dünyanın en fazla silah alan üçüncü ülkesi haline getirdi ve en yüksek düzeye ulaştı.108 Kürt coğrafyasında 90’larda iyice yaygınlaşan eylemleri iki başlığa ayırmak gerekirse birincisi doğrudan silahlı propaganda amaçlı karakol ve köy baskınları, askere pusu kurma, araç ve iş makineleri yakma, elektrik direklerine ve yollara zarar verme, yol kesip arama yapma gibi eylemlerdi. İkincisi ise kitlelerin harekete geçirildiği yürüyüşler, kutlamalar, kalkışmalar, kontak ve kepenk kapatmalar biçiminde gelişen sivil eylemlerdi. Güçlülük ve hâkimiyet algısı yaratmaya çalışan birinci tip silahlı eylemler o kadar çoğalmıştı ki 1990 yılının sonuna kadar saptanan vaka sayısı yaklaşık 13 bindi. Bu rakam bölgenin hangi durumda olduğunu gösteriyordu. Kürt coğrafyasının her yanı iktidar tarafından çoğu gizlenmeye çalışılan irili ufaklı siyasi eylemlerle kaynıyordu. Devletin alan hâkimiyeti ve güvenlik gerekçesiyle yaptığı yol aramalarına karşılık aynı şekilde PKK de “Alanın hâkimi biziz” imajı verecek biçimde sık sık yol aramaları yapıyor; karakol baskınlarıyla askerin arazi egemenliğini engellemeye ve onları sürekli teyakkuz haline getirip savunma durumuna geçirmeye çalışıyordu.


204

Binlerce olay içinde çoğu zaman moralini ve itidalini kaybeden askeri birimler halka yaptıkları ihlallerle anılmaya başlandılar. Bu ihlallerin artması bazı bölgelerde sonuç alıcı bir etki yarattı. Maraş, Elazığ, Adıyaman gibi illerde Kürt hareketinin yaygınlaşmamasının nedenleri arasında bu şiddetin etkisinin payı olduğu söylenebilir. Ancak Kürt silahlı güçleri ile halk arasında ayrım yapmaksızın yürütülen askeri taktikler bölge halkının hepsinin sürece dahil olmasına yol açtı. Bir süre sonra kimsenin tarafsız kalamayacağı, kaçamayacağı politik bir iklim ortaya çıktı ki askeriye artık tüm bir bölgeyle mücadele etmekle yüz yüze kaldı. Kürt silahlı hareketiyle girişilen mücadelede birincil aktör olan TSK, yürüttüğü mücadele taktiklerinde başarılı olamadığı ölçüde öfke ve intikama dayanan operasyon ve baskılara giriştikçe halk arasında kök salan Kürt siyasi hareketi bir süre sonra topyekûn bir eylemselliğe doğru evrilmişti. 17 Mart 1989’da Mardin’in Savur ilçesinde çatışmada öldürülen PKK gerillası için cenaze töreni yapan kalabalık bir grup, Kürt coğrafyasında o zamana kadar PKK’nin yaptığı silahlı eylemlerin dışına çıkacak kitlesel kalkışmaların ilk işaretini vermişti. Aynı yılın 19 Eylülünde ise terörist diye öldürülen köylüleri almak için hükümet binasına yürüyen kalabalık kitle, 90’lı yıllar boyunca görülecek çatışmalı kitlesel eylemlerin ilkini gerçekleştirdi.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

1990’ların sonuna kadar irili ufaklı PKK saldırıları ülkenin birincil sorunuydu.


205

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

80’li yılların sonunda ortaya çıkan “serhıldan” adındaki kalkışmalar bütün bölgeyi sarmıştı.

(Foto: Osman Yıldız; http://www.mirbotan.com/newroz-2014/219416-newroz-direnistir-2012-avrupa.html)

1990’lı yılların başından itibaren artık bu tür kitlesel eylemler her bölgede ve sıklıkla yaşanmaya başlanmıştı. Özellikle, yaratılan Nevruz, atılım günü gibi sembolik günlerde kitlesel gösteriler yapılıyordu. Gösterilerin yanı sıra gerilla cenazeleri için düzenlenen törenler büyük olaylara vesile oluyordu. Bu nedenle ileriki yıllarda bunun önüne geçmek için öldürülen gerillaların cenazelerini uzun süre vermeme ya da güvenlik güçlerince gömülmesi sıklıkla rastlanan önlem olarak devreye sokuldu. Kontak kapatma ve kepenk indirme eylemleri de yine kitle eylem pratiklerini pekiştiren yeni protesto biçimleri olarak kullanılmaya başlanmıştı. Güç kurma mücadelesinde yaşanan çatışmalarda taraflar üstünlük sağlamak için kanlı, gayriahlaki ve vahşi taktiklere başvurmaya başladılar. 90’lı yılların kitleselliğe giden yolu ise 13 Mart 1990’da Nusaybin’de açıldı. Öldürülen Mesut Dündar adındaki gerillanın cenazesi büyük bir ayaklanmaya dönüştü. Olaylarda açılan ateş sonucu 2 kişi öldürüldü. Bunun üzerine esnaf iki gün kepenk kapatma eylemi yaptı. Dört gün sonra 21 Mart 1990’da Cizre’de kepenk kapatma eylemiyle beraber yapılan gösterilerde olaylar daha da büyüdü. 4 kişinin öldüğü olayların ardından kepenk kapatmalar ve gösteriler Nusaybin, İdil, Silopi Midyat ve Suruç’a sıçradı. Aynı gün Zekiye Alkan adlı Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi 3. sınıf öğrencisi Erzincanlı bir genç kız Diyarbakır surlarında kendini yaktı. Kamuoyuna


206

“Yedikardeş Burcu’nda korsan pankart asmak isterken elindeki molotofkokteylinin patlamasıyla yanındaki benzin ve tinerin ateş alarak parlaması sonucu yanarak öldüğü” şeklinde yansıtılan olay sonrası gösteriler Diyarbakır’a da sıçradı; Diyarbakır esnafı da toplu kepenk kapatma eylemi yaptı. Zincirleme biçimde yayılan gösteriler bölgenin pek çok yerinde gerçekleşiyordu. 3 Nisan’da Batman’da, 6 Haziran’da Mardin Dargeçit’te esnaf kepenk kapattı. 6 Eylül 1990’da ise yine Mardin Nusaybin’de üç PKK’linin cenazelerinin yakınlarına teslim edilmemesi üzerine esnaf kepenk kapattı. Yeni bir boyut kazanan eylem biçimleri karşısında itidal içinde olamayan güvenlik güçlerinin müdahalesi kışkırtıcı oldu. Pek çok yerde kapatılan kepenkler balyozla kırılırken dükkânlar da yağmalandı. Kitlesel yürüyüşlere sert müdahalelerle birlikte 21

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Tıp öğrencisi Zekiye Alkan’ın Diyarbakır surlarında kendini yakması “Nevruz ateşi” kültünü öne çıkardı, sonraki yıllarda da aynı tip eylemler pek çok kez yapılacaktı. 21 Mart 1992’de Rahşan Demirel İzmir-Kadifekale’de; 21 Mart 1995’te Nilgün Yıldırım ve Bedriye Taş Almanya’da kendilerini yakma eyleminde bulundular. Cezaevlerinde ise protesto amacıyla 28 Eylül 1996’da Vedat Aydemir, 1997’de Abdullah Şengüler, 1998’de Mirza Mehmet Çimen, 22 Mart 1998’de Sema Yüce, 25 Mart 1998’de Fikri Baygeldi, 4 Nisan 1998’de Velat Azat Emirhanoğlu, 15 Şubat 1999’da Mehmet Halit Oral kendilerini yaktılar. Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişinin ilk haftasında “kendini yakma” eyleminde ise 63 kişi kendini yaktı.


207

Aralık’ta Lice’de olduğu gibi ateş açılmaya da başlandı.109 Kitleselleşen eylemlilikler 1991 yılında da artarak devam etti. Özellikle Nevruz kutlamaları artık bir isyan havasına dönüşüyor, sonraki günlerde de irili ufaklı gösteriler bölgede güvenlik güçlerini sürekli zorluyordu. Bu yürüyüşlerin tamamı sert müdahalelerle önlenmeye çalışırken bazı kez halkın üzerine ateş açılması sonucu ölümle sonuçlanıyordu. Nevruz Bayramı, 1991 yılında bölgenin tamamında ve Türkiye’nin büyük illerinde bir isyan günü gibi kutlandı. 4 Mart 1991’de Mardin İdil’deki gösterilerde halkın üzerine açılan ateş sonucu 2 kişi yaşamını yitirirken 25 kişi yaralandı. 7 Mart 1991’de Dargeçit’te İdil olaylarını protesto eden gruba da ateş açıldı ve 1 kişi ölürken 7 kişi ağır yaralandı. 15 Mart 1991’de ise yine Darge­çit’te Halepçe Katliamı’nı protesto için yürüyen 7.000 kişilik gruba Emniyet Müdürlüğü’nden ateş açıldı ve 1 kişi öldü. İlk kez 1990 yılında pek çok ilde eşzamanlı olarak kitlesel kutlamalara sahne olan Nevruz’un Kürtler için hızla yükselen ve birleştirici sembolik anlamının farkına varan devlet iktidarı, 1991 Nevruzunu kutlatmamak için ağır müdahalelerde bulundu. Bu yılın 21 Martında ise birçok Kürt il ve ilçesinde kitlesel gösteriler düzenlenerek Nevruz Bayramı kutlandı; 21 Mart’ta Cizre’deki kutlamalara güvenlik güçlerinin müdahalesi sert oldu ve ilçede sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Mardin Dargeçit, Nusaybin, İstanbul, Adana, Cizre, Kulp, Hani, Diyarbakır illerini kapsayan Nevruz kutlamalarında ise 31 kişi yaşamını yitirdi. Kısa bir süre sonra Diyarbakır’da 20 bin kişinin katıldığı gösteriye yapılan müdahalede 70 kişi yaralandı. 10 Temmuz 1991’de ise Diyarbakır’da öldürülen Vedat Aydın’ın cenaze töreni için toplanan kalabalığın üzerine açılan ateş sonucunda 10 kişi hayatını kaybetti. Bu kıyım karşısında Nusaybin, Lice ve Bismil gibi birçok ilçede olaylar çıktı ve esnaf kepenk kapattı. PKK’nin ilk silahlı eylemini gerçekleştirdiği gün olan 15 Ağustos’ta ise yine Batman, Kızıltepe, Silvan, İdil, Dargeçit, Lice, Hazro, Suruç, Midyat, Bismil, Kulp, Kurtalan ve Nusaybin ile Adana’nın Dağlıoğlu Mahallesi ve İzmir’de yürüyüş ve kepenk kapatma eylemleri yapıldı. 24 -26 Aralık 1991 tarihlerinde ise bu kez Lice ve Kulp’ta gerilla cenazesine katılan grup güvenlik güçleriyle çatıştı ve olaylarda 3’ü asker 12 kişi yaşamını yitirdi. Olay Diyarbakır, Mardin ve Siirt’e bağlı 8 ilçede esnafın kepenk kapatmasıyla protesto edildi. Diyarbakır’da çıkan olaylarda onlarca kişi gözaltına alındı. 1992, Kürt coğrafyasında kitlesel eylemlerin yoğun geçtiği ama

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


208

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Eylemler devlet kurumlarına ve sembollerine yönelerek bir hegemonik kopuşu gösteriyordu.

güvenlik güçlerinin de buna mukabil acımasızlaştığı bir yıldı. 20 Mart’ta Batman’ın Gercüş ilçesinde akşam başlayan Nevruz kutlamalarına güvenlik güçlerinin ateş açması sonucu 2 kişinin ölmesiyle başlayan olaylarda 3’ü güvenlik görevlisi 94 kişi öldü. Bu olaylar sırasında Cizre’de bulunan 15 kişilik gazeteci grubunun üzerine açılan ateş sonucu Sabah muhabiri İzzet Kezer de öldürüldü.110 16-17 Ağustos 1992 tarihlerindeki gösteriler de ölümlerle sonuçlandı. PKK’nin 1993’te tek taraflı ateşkes ilanıyla sakin geçen 93 Nevruzu, ateşkesten 83 gün sonra 24 Mayıs 1993’te Bingöl yakınlarında birliklerine teslim olmaya giden silahsız 33 askerin PKK tarafından öldürülmesiyle sona erdi.111 Üç yıl içinde Nevruz, PKK yıldönümü ve gerilla cenazeleri gibi sembolik anlamlar yüklenen günlerle birleşen kitlelerin ortaya çıkardığı yeni eylemsel boyut, sonraki yıllarda da aynı anlam yükünü taşıdı ve Kürt coğrafyasında büyük gösterilerin vesilesi oldu. Bu türden yaygınlaşan eylem silsilesi ve kitleselliğiyle kontrolde iyice zorlanan güvenlik güçlerinin 1993 yılından itibaren dünyada pek uygulanmayan yeni stratejiler kullandığı görülüyordu. Zira Kürt coğrafyası asker için artık güvensiz alan hale gelmişti. Öyle ki 1993 yılında Diyarbakır’ın Sur ilçesinde çarşı iznine çıkan askerlerin bulunduğu kafeye düzenlenen ölümlü bombalı saldırı sonrası, Genelkurmay Başkanlığı, Doğu ve Güneydoğu’da askerlik görevini yapanların çarşı iznine çıkmasını 20 yıl boyunca yasaklayacaktı.112


209

Bu savaşın birincil dereceden muhatabı, düzenleyicisi ve aktörü olan askerin bölgenin güvenliğini sağlamak, kontrolü ele geçirmek ve devlet iktidarını korumak için her şeyi yapabileceğine dair bir fikrin oluştuğu bu süreçte ortaya konan iddialar tüyler ürperticiydi. Terörün önlenmesi için gerillalara karşı yürütülen operasyonel faaliyetler sırasında o bölgeyi büyük bir kapatma içine alma yetkisine paralel olarak halk/gerilla desteğini kesmek üzere yürüttüğü lojistik, istihbarat ve soruşturma faaliyetlerinde de hak ihlallerine yol açan pratiklere girdiği tanık, itirafçı vb. verdiği beyanatlardan, mahkemeye düşen iddialardan ve TBMM raporlarından anlaşılıyordu. Bu hak ihlallerini, en yetkili ağızlarından biri olan ve 1991-1993 yılları arasında Şırnak valiliği yapan Mustafa Malay çarpıcı bir şekilde kabul ediyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Askeriye de gündüz çıkmaz, gece çıkardı, vatandaşların şeylerini tarardı. Onlar da yanlış yaptı. Evet. Tabii çıktılar, (Askerler sivillerin) evlerin her tarafını, camını köşesini perişan ettiler, kırdılar... O konuda ben daha çok askeriyeyi sorumlu buluyorum. Çünkü asker geliyordu, vatandaşların bütün işyerini, şunları bunları perişan edip gidiyordu. Bir de yaşlı, yaşsız insanlar öldürüldüler. Askerler de çok kişiyi öldürdü maalesef... (Askerler, içlerinde sivillerin olup olmadığını gözetmeden evlere ateş açtı) Tabii, sivil midir, değil midir hiç bakmadan... Maalesef askeriyenin de sıkıntısı oldu burada. Yaşlı insanları öldürdüler, çocukları öldürdüler. Ben onlarda da suç buluyorum. Çok konuştum onlarla da, biraz aramız açıldı. “Niye gidip bunları öldürüyorsunuz, gidin teröristleri öldürün” dedim. “Terörist dururken sen bu sakat insanları, çocukları niye öldüreceksin?” Cevap veremediler tabii. “Siz hem sakatları, yaşlıları, hem çocukları öldürüyorsunuz. Dolaşın, teröristleri bulun, teröristleri öldürün” dedim, ama yok... Maalesef askeriye de çok yanlış yaptı... (Şırnak Tugay Komutanı’yla) hiçbir zaman anlaşamadım. Bütün işyerlerini, vatandaşın terzi dükkânlarını, her şeyini tanklarla per perişan etti. Bir de yaşlı insanlar, 70-80 yaşındaki insanları, kız çocuklarını perişan etti. Çok büyük hatası var. Çok yaptı. Tankları gönderirdi, hem işyerlerine; hem yaşlı insanları, hem kız çocuklarını perişan etti, öldürttü. Olacak iş değil. Tabii. Bir giderdim, fırınlar, terziler, lokantalar kapanmış. Dışarıdan onlara ekmek getirir dağıtırdım. Terör dururken vatandaşla işin ne senin...113

Köy baskınları, sorgulama, operasyon, yakalama, ölü ele geçirme rutininde mücadele veren ordunun silahlı militanlara bakış


210

açısını yansıtan ve 23. Jandarma Sınır Tugay Komutanı’nın yargılandığı bir davada söylediği, “Ele geçen teröristlerin büyük çoğunluğunun üstü başı yırtık pırtık, delinmiş lastik ayakkabılı, fanilaları simsiyah. Gelirleri bunlara aktarılmış olsaydı herhalde daha temiz bir kıyafet ve daha temiz bir cilt görmek mümkün olurdu. Çoğunluğu 20 metreden kokuyor, yanına varamıyorsunuz... Teröristlere karşı devletin verdiği tüm olanakları kullandım. Acımasızlıksa acımasızlık. Vatanım, milletim için savaştım”114 şeklinde özetlenebilecek görüşü, askerin giderek onları desteklediklerini düşündükleri halkı da kapsayacak hale gelmeye başlamıştı. Yapılan operasyonlarda ele geçirilen militanlar kadar, onlara yataklık yaptığı düşünülen köylülerin de şiddetten nasiplerini alması, kör bir zorun kolaycı zulmünü gösteriyordu. Örneğin, 1993 yılının kış aylarında Muş’ta düzenlenen operasyonda iki kez civar köylere baskın yaparak köylülere işkence yapıldığını, daha sonra öldürülen PKK’lileri gömmek için askerlere kazma ve kürek götüren babası Mehmet Bozkurt’un öldürüldüğünü söyleyen Süleyman Bozkurt, yaşanan bu fütursuzluğu şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Bizim köyün baskılardan dolayı büyük bölümü boşaltılmıştı. 1993 yılıydı ve kış aylarıydı. Askeriye iki kez köye baskın yaptı. Baskın sırasında yaralı 3 PKK’linin köyde olduğunu söylüyorlardı. Baskınlar sırasında bizi dayaktan geçiriyorlardı. En son bir gün baskın yapıp 3 PKK’liyi saklandıkları mağaradan çıkardılar. O zaman beni dere kenarına indirip, işkence yaptılar. Beni öyle ölü bir halde bıraktılar. Askerler ayrıldıktan sonra eve gittiğimde baktım babamı da öldürmüşler. Meğer babam onlara kazma ve kürek götürürken onu da öldürüyorlar. Biz sonra babamın cenazesini getirip, köy mezarlığında toprağa verdik. 3 PKK’li ise olay yerinde toplu olarak gömüldü.115

Aynı 1993 yılında Kulp’ta kardeşi Nasrettin Yerlikaya’nın kaybolduğunu duyup Muş’tan Kulp’a gelen Ramazan Yerlikaya benzer bir şiddetin hedefine dönüşmesini şöyle dile getiriyordu: Askerler beni yakaladı. Arkadan ellerimizi bağladılar. Aynı ipi boğazımızdan geçirdiler. Hiç hareket edemiyorduk. 3 saat içinde sürünerek 5 metre ilerleyebildik. Bir komutan gelerek boğazımdaki ipe dokunda ve “Sizi kim böyle bağladı?” diye sordu. Sonra nöbetçi askeri çağırarak, “Kim size bu yetkiyi verdi?” diyerek bağırdı. Ellerimi çözünce ben nefessizlikten yere düştüm. Komutan bana


211

PKK’lıların yerini sordu. Ben de buralarda gezdiklerini, ancak yerlerini bilmediğimi söyledim. Köylülerin hayvanlarına el koymuşlardı. 9 gün boyunca beni hayvanların başında bekletti. İlk gün 90 tane küçükbaş hayvandan 6’sını kestiler. 9 gün sonra hayvanlar kesile kesile 40 tanesi kaldı. Sonra beni helikoptere bindirdiler. “14 numaraya götürün” diye telsizden talimat geldi. Daha sonra beni Muş’a götürdüler. Muş Alayı’nda 9 gün kaldım. 9 gün boyunca sabahlara kadar işkence ettiler. Sürekli dövüyorlardı. 9 gün sonra bizi bıraktıklarında, evlerimiz ve köy tamamen yakılmıştı.116

Kulp’taki 93 operasyonunda kaybedilen Hasan Avar’ın oğlu Erhan Avar da 15 yaşında yaşadığı olayları ve ailesinin götürülüşünü şu içli sözlerle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

İlk gün ormanlara yerden ve havadan ateş ediyorlardı. Operasyonun ikinci günü asker evimize baskın yaptı. Annem ve babamla birlikte evdeydik. O sırada annem 1,5 yaşındaki kardeşimi emziriyordu. Bebeği annemin kucağından alıp bize verdiler. Annem ve babamın ellerini bağlayıp götürdüler. Arkasından çok ağladık, ama bırakmadılar. Biz ortada yemeksiz ve karanlıkta tek başımıza kaldık. Üçüncü gün annem geri geldi. Daha sonra evlerimizi yaktılar. Annem ellerini bağlayarak sırtüstü yere attıklarını söyledi. Babama o sırada çok işkence yapmışlar. Babam ve diğerlerinin tutuldukları yere yemek götürüyordum. İşkence yaptıkları saate denk geldiğinde bizi bekletiyorlardı. Babam eli ve kolu bağlı şekilde orada bekletiliyordu. İkişer, üçer kişi bağlı şekilde açık havada bekletiyorlardı. Sürekli yerde yatar şekilde tutuluyorlardı. Yüzü maskeli biri getiriliyormuş. O getirildiği zaman işkence başlıyormuş. Babamı öyle görünce çok ağladı. Ben de çok ağladım. Son yemeği götürdüğümde, “Annenize söyleyin, çocukları alsın gitsin” dedi. O günden sonra bir daha babamı görmedim.117

Askerin düşük yoğunluklu bu savaşta muzaffer olabilmek için devreye soktuğu teknikleri, nereye kadar hukuku gözettiği ve ortaya çıkan pratikleri izleyip bilançolara baktığımızda olayların münferitlikten çok öteye geçtiği tespit edilebiliyor. TSK’nın faaliyetlerini, daha iyi anlaşılmasını sağlamak için yapay olarak üçe ayırıp anlatmak açıklayıcı olacaktır. Bu faaliyetler bölgelere, çatışmanın arttığı zamanlara göre değişmekle beraber, tüm uygulamalara hak ve hukuk ihlallerinin olduğuna dair iddialar eşlik ediyordu. Bu faaliyetler;


212

1. TSK birliklerin toplu katıldığı kapsamlı ve uzun süreli operasyonlar/harekâtlar 2. Kırsalda suça karşı tedbir almak, istihbarat toplamak, takip yapmak, işlenmiş suçlarla ilgili adli işlemleri yerine getirmek gibi jandarma faaliyetleri 3. Yol araması, bölgesel kontrolün sağlanması veya toplumsal olaylara müdahale gibi askeri güvenlik tedbirleri Operasyonlar: TSK’nın Kürt coğrafyasında yürüttüğü rutin operasyonlar, PKK’nin barınma, lojistik ve üslenme yerlerinin tespit edilip buralara baskın düzenlemekti. Bu operasyonların dışında geçiş yerlerinin kontrolünün sağlanması, pusu kurulması, yol aramaları yapılması gibi düzenli güvenlik önlemleri de alıyordu. İstihbarata dayanarak yapılan köy baskınları ve aramalar da rutin yapılan işlerdi. Bu rutinin kendisiyle ilgili bölümüne jandarma birlikleri ve karakolları bakarken operasyonel kısmı Bolu’dan, Kars’tan gelen mobil komando ve piyade birliklerince de yürütülüyordu. TSK’nın bu rutinleri dışında yurtiçinde özellikle eyleme hazırlanılan bahar aylarında PKK’nin barınma, lojistik ve üslenme yerlerine dönük büyük operasyonlar yaptığı da oluyordu. Ayrıca PKK’nin yaptığı büyük baskınlardan sonra da kaçış noktalarına ve muhtemel yerleştikleri üslerine hava destekli mukavemette bulunuluyordu. Sınır ötesi bir üslenmeye sahip PKK’ye dönük 90’lı yılların ilk sınır ötesi operasyonu, 5-21 Ağustos 1991 tarihleri arasında helikopter ve savaş uçakları eşliğinde Irak’ta 24 PKK kampının bombalamasıyla başlamıştı. Aynı yılın 11 Ekim ve 25 Ekiminde iki operasyon daha düzenlendi. İlk kapsamlı sınır ötesi operasyon ise ülke içinde eylemliliklerin üst noktaya ulaştığı bir sırada 5 Ekim-15 Kasım 1992 tarihlerinde yapıldı. “Kuzey Irak Harekâtı” olarak adlandırılan bu operasyona Irak Kürt peşmerge birlikleri olan PDK, YNK de katılmıştı. TSK’nın 15 bin asker, tank, helikopter ve hava gücüyle yaptığı bu operasyona hazırlıksız yakalanan PKK’liler resmi açıklamaya göre 1551 kayıp vermiş, 1232’si yaralı/sağ etkisiz hale getirilmişti. TSK birliklerinden 28 kişi ölürken 128 kişi yaralanmıştı. Bu operasyondan sonra PKK’nin ve geçişini ve lojistik engellemek için sınır bölgesine 70 karakol kurularak buralara silah ve maaşları Türk devletince karşılanan peşmergeler yerleştirildi. Daha sonraki operasyon ise Türk savaş uçaklarının Zele bölgesini 28 Ocak 1994’te bombalamasıydı. 21 Mart 1995 tarihi, TSK’nın o zamana kadar yürüttüğü en büyük

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


213

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Askerin sınır ötesi operasyondan dönüşü.

sınır ötesi operasyona sahne oldu. “Çelik Operasyonu” adıyla anılan ve tampon bir bölge oluşturmayı ve bölgede bulunan 3000 gerillanın yok edilmesini amaçlayan bu operasyona 35 bin asker, 10 bin korucu katıldı. İstenen başarı gösterilemeyen bu operasyonda TSK 43 gün bölgede kaldı; resmi açıklamaya göre 64 asker hayatını kaybetti, 185’i yaralandı. PKK’nin kayıp sayısı 568, yaralı sayısı ve sağ yakalanan sayısı 13 olarak belirtildi. 12 Mayıs-7 Temmuz 1997’de düzenlen operasyon ise çok daha kapsamlı olmuştu. “Çekiç Operasyonu” denilen bu harekâta bazı kaynaklara göre 200 bin, resmi rakamlara göre 30 bin asker, 10 bin korucu ve Iraklı peşmergenin katıldığı söylenen bu operasyonun bilançosu ise şöyle açıklanmıştı: PKK’den 2.730 kişi ölürken, 415 kişi sağ ve yaralı olarak yakalandı. TSK’dan 14 subay, 4 astsubay, 75 erbaş ve er, 21 geçici köy korucusu 114 kişi ve 200 peşmerge hayatını kaybetti. 24 subay, 17 astsubay, 248 erbaş ve er, 49 geçici köy korucusu olmak üzere 338 kişi de yaralandı. 90’larda sınır ötesi yapılan dört büyük operasyonun sonuncusu ise 25 Eylül-15 Ekim 1997 tarikleri arasındaki “Şafak Harekâtı” oldu. 20 gün süren bu operasyonda açıklanan resmi bilanço 865’i ölü, 37’si yaralı ve sağ PKK’li etkisiz hale getirildi. TSK’dan 31 kişi ölürken 91 kişi yaralandı. PKK’nin sınırdan geçip karakol basmasının ardından başlatılan sıcak takip neticesi sınır geçilerek yapılan eylem hazırlıklarını engellemek için düzenlenen kısa süreli ya da PKK’nin kamp ve üslerini dağıtıp askeri gücünü kırmaya yö-


214 1990-2000 arası TSK’nın Kuzey Irak’a düzenlediği altı büyük sınır ötesi operasyonun bilançosu PKK’nin Kaybı

TSK’nın Kaybı

Ölü

Yaralı

Ölü

Yaralı

Kuzey Irak Harekâtı 16 Ekim-7 Kasım 1992

1551

1232

28

125

Ejder-1 Harekâtı 12-23 Nisan 1994

146

-

5

-

Ejder-2 Harekâtı 5-11 Temmuz 1994

204

89

21

-

Çelik Harekâtı 20 Mart-2 Mayıs 1995

555

13

64

185

Çekiç Harekâtı 15 Mayıs-26 Haziran 1997

2730

415

114

338

Şafak Harekâtı 25 Eylül-15 Ekim 1997

865

37

31

91

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

nelik uzun süreli ve kapsamlı sınır ötesi irili ufaklı operasyon sayısı 1991-2001 yılları arasında 12 kara, 11 hava, 19 da kara ve hava beraber olmak üzere 42 “sıcak takip” ya da sınır ötesi operasyon yapıldı.118 TSK’nın yurtiçi operasyonlarıyla ilgili verileri ise ortaya koymak olanaklı değil. Büyüklü küçüklü yüzlerce operasyon yapılmıştı. Büyük çaplı operasyonlar gerillaların üslendiği, eylem yoğunluğunun olduğu bölgelerde yapılırken bahar aylarında sıklaşıyordu. Bazen arazide günler süren operasyonlar ya da birliklerde geçen teyakkuz halinin yarattığı uzun süreli psikolojik gerginliklerle ge-

Daha sonra pek çok defa yapılacak olan kapsamlı sınır ötesi harekâtının ilki 1992’de gerçekleşti.


215

çen mücadele PKK militanları, Türk askeri ve siviller açısından hiç de iç açıcı sonuçlar vermemişti. Başladığı günden 2014 tarihine kadar 35 bini geçen ölüm sayılarının en yoğun olduğu 1990-2000 yılları arasındaki dağılım da vahameti gösteriyordu. GERİLLALARLA İLGİLİ VERİLER Yıllar

Ölü

Yaralı

Sağ

Toplam

Teslim

DİĞER VERİLER Devlet personeli Sivil vatandaş

1990

368

23

106

497

95

161

204

1991

376

19

285

680

119

244

233

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö 1992

1.129

67

1.376

2.572

221

629

832

1993

3.050

112

1.702

4.864

219

715

1.479

1994

2.510

1.848

1.534

5.892

403

1.145

992

1995

4.163

545

1.199

5.907

378

772

313

1996

3.789

738

1.383

5.910

271

608

170

1997

7.558

1.187

453

9.198

253

518

158

1998

2.556

239

322

3.117

178

383

85

1999

1.458

53

196

1.707

104

236

83

2000

319

2

77

398

54

29

17

Jandarma Genel Komutanlığı 2009 faaliyet raporunun verileri. (Milliyet, s. 24 Ekim 2010)

Bu operasyonlar ve ortaya çıkan ölüm sayılarının korkunçluğu kadar, bu operasyonlarda ortaya çıkan sonuçlar da ürperticiydi. Verdikleri ölümcül mücadelenin yarattığı nefret, öfke ve intikam duygularıyla çileden çıkan askeri birliklerin yaptıkları ve kamuoyuna görüntüleri bolca yansıyan vahşetengiz uygulamalar hiçbir şekilde haklı çıkarılabilecek cinsten değildi. Yakalananların kulak, baş gibi uzuvlarının kesilmesi, sürüklenmesi, cesetlere işkence yapılması, tecavüz edilmesi gibi hiçbir canlının yapamayacağı insanlık suçu niteliğindeki fiillerin yapılması, bu mücadelenin ne kadar etik dışı vahşi boyutlara vardığının göstergesiydi. Ölümcül bir karakter taşıyan bu operasyonların her kurumu ve kişiyi susturan belirleyici gücü, operasyonların her veçhesinde ve çeşitli türden suç niteliği taşıyan iddiaları doğurmuştu. Operasyon esnasında sivil halka karşı yapılanlar içinde sembolik olarak pek çok benzer olaya örnek teşkil etmesi açısından Nezir Tekçi davası açıklayıcıdır. Dava ve dava esnasında operasyona bizzat katılan askerlerin verdiği ifadeler, operasyonların na-


216

sıl yapıldığına dair önemli fikirler veriyor. Mahkemeye verilen bu ifadelerden birinde asker Nazar Ümger olayı, “30-35 yaşlarında bir köylü (Çoban Nezir Tekçi)119 yakalanmıştı. Dört beş gün bu kişiyi gezdirip sığınak göstermesini istediler. Bu sırada yanlarındaydım. ‘Terörist değilim, köylüyüm, çocuklarım var’ diyordu. (Yüzbaşı) ‘Yalan söylüyor, teröristtir’ dedi... köylüyü dövdü. Karın üstüne attılar. Askerlere hitaben ‘Ateş edin’ dedi. 20-30 asker ateş etti. Köylüyü öldürdüler. Cesedini de gördüm, delik deşikti. Rütbeliler de ateş etti”120 şeklinde anlatmıştı. Yine aynı davada ifade veren Yüksekova Tabur Komutanlığı’nda geçici görevli asker Yunus Şahin’in anlatımıyla Nezir Tekçi dağa düzenlenen operasyonda PKK kamplarının ve silahlarının yerini göstermesi için askerlerce tutulmuş, “bir şey bilmediğini söylemesi” üzerine komutan operasyonda görevli Kürt askerlerden 20’sine ateş etmelerini söylemiş, kimse ateş etmeyince de gönüllü bir subaya ateş ettirilerek Nezir Tekçi öldürülmüştü. Daha sonra herkes Nezir’e doğru ateş etmiş, sonrasında bedeni mayınla patlatılmış ve subay, gövdesinden kopmuş başını saçlarından tutarak görevli askerlere göstermişti. Eski bir astsubayın gözlemlerini yazdığı kitabında anlattıkları da aynı şekilde operasyonların niteliğini gösterir türdendi. Astsubay, sorgulanamaz bir savaş aygıtı haline gelmiş askeri birliklerin bölgede ortaya koyduğu keyfiliği anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

7 Temmuz 1993 tarihinde sabah saat 10.00 civarı Kayseri Komando Birliği görevden üs alanına döndü. Yanlarında elleri kelepçeli dört köylü vardı. Üs bölgesindeki yeraltı sığınaklarında sabaha kadar tutulmuşlardı. 8 Temmuz 1993 tarihinde Kayseri Komando Birliği dört köylüyü yanlarına alıp göreve gittiler. 9 Temmuz’da döndüklerinde genç köylülerden biri yoktu. Diğer üç köylü, bir komando çavuş, iki er, bir asteğmen, hem dövüyor hem getiriyorlardı. Gençlerden birine, diğerinin nerede olduğunu sordum. “ ‘O teröristlerin yerini söyle’ diye ona yüklendiler. O da ‘Bilmiyorum’ dedi. Komando Yüzbaşı Mustafa, ‘Açın elini kaçsın’ dedi. O kaçmayınca yirmi mermi sıktılar. Babasının yanında oğlunu kurşuna dizdiler” dedi. Ertesi sabah geriye kalan diğer üç köylüyü alıp götürdüler ve bir daha geri getirmediler.121

Gözü dönmüş bu kuralsızlık içinde şans eseri kurtulan köylü Salih Ayaz’ın başına gelenler bölgenin işleyiş mekaniğini gözler önüne seriyordu:


217

... Saat 06.00’da kapılarımızı çaldılar. Benimle birlikte amcam H. Aziz Ayaz (70), ağabeyim Tahir Ayaz (43) ve küçük kardeşim Cevdet Ayaz’ı (15) alarak, Sağgöze’nin üst tarafına götürdüler. (...) çırılçıplak soydular. Bizi Baskın Taburu aldı. Başlarında bir yarbay vardı. Soruları bu yarbay soruyordu. Bize “PKK’ya kim yardım ediyor?” diye soruyordu. Cevap versek de işkence sürüyor, vermesek de. Sopalarla dövüyor, ateşte ısıtılan demirlerle vücudumuzu dağlıyordu... İşkenceli sorgu akşam saat 19.00 sularına kadar devam etti. Bizi buradan PKK’nın boşaltılan kamplarına götürdüler. Yer kazdırdılar bize... O sırada bize, “Arkanızı dönün” diye bağırdılar. Arkamızı döndük. Halay çeker gibi yan yana dizildik. ... O zaman keleşle taradılar bizi. ... Sabaha kadar baygın kalmışım. Kaç saattir ordaydım bilmiyordum. Vücuduma 9 kurşun isabet etmişti. 3 kurşun karın bölgemin sol tarafına, 5 kurşun bacaklarıma ve 1 kurşun da sağ koluma isabet etmişti. Nasıl ölmemişim ben de bilmiyorum. İki kardeşim ve amcam ölmüşlerdi. Yapacak hiçbir şey kalmamıştı... Saatlerce saklanarak yürüdüm.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Salih Ayaz operasyon bölgesinden saklanarak kaçarken operasyon taburunun helikopter destekli olarak sürdürdüğü harekâtta 20 mezranın ateşe verilmiş olduğunu anlatıyordu. Sığındığı Doğanevler Karakolu’nda bulunduğunu haber alan yarbayın kendisini almaya geldiğini, karakol komutanının kendisini kaçırdığını, daha sonra ise Bingöl İl Jandarma Komutanlığı’na gidip her şeyi anlattığını belirten Ayaz, burada yaralarının tedavi edildiğini ama gözaltında tutulduğunu, “Bizi PKK vurdu” şeklinde vermesi istenen ifadesinden sonra savcılıkça serbest bırakıldığını söylüyordu. Ölü olarak düşürüldüğü nüfus kaydına tekrar geçirilmek için ise üç yıl süren tespit davasıyla uğraştığını belirtiyordu.122 Asker itiraflarına dayanarak operasyonlarda olanlara tüyler ürpertici benzer bir başka örnek de 1994’te Bingöl’de yaşanmıştı: 1994 yılının sonbaharıydı... bir genç kızın cesedini getirdiler... Ancak... kızın dağdakilere benzer bir hali yoktu. Üstünde askeri renkte bir parka vardı, ama bunun dışında o yöreye ait giysiler giymişti. Küçük çiçek desenleriyle bezenmiş uzun bir etek, bordoya benzer bir kazak, ayaklar çıplak. Kızın üstündeki giysiler parçalanmış vaziyetteydi... Getirip karakol binasının orta yerine serdiler. Askerler de kızın zaten paramparça olmuş giysilerini tamamen yırttılar, tüm mahrem yerlerini açtılar. Ellerindeki değnekleri kızın en mahrem yerlerine sokup sokup çıkarıyor ve küfür ediyorlardı. 3. Bölük’te sü-


218

rekli namaz kılan, dini bilgisi epeyce yüksek bir çavuş vardı... Askerlerin bu davranışlarını engellemeye çalıştı, ama nafile... Kızı alıp daha önce karakolun sağında kepçelerle kazılmış olan bir çukura gömüp üstünü kapattılar. Daha sonraları Ankaralı bir asker, o kızın PKK’lıların hayvanlarına çobanlık yaptığını, görevdeki askerlerce yakalandığında sağ olduğunu, tim komutanının kızı yakaladıktan sonra ormanın içine götürüp sorguladığını, geldiğinde ise kızın üstünün başının yırtıldığını, sürekli ağladığını, elleriyle yüzünü kapattığını, hiçbir şekilde konuşmadığını, tim komutanının da buna sinir olduğunu ve kafasına silahla sıkıp öldürdüğünü anlattı.123

Yakalananlara ilişkin yapılan işkence gözlemleri sadece asker ve fotoğraflarla sızan bilgilere dayanmıyordu. Öldürülenlerin yakınlarının gözlemleri de bunu destekliyordu. Kasım 1996’da çatışmada öldürülen Kadir Güven, Devrim Aslan Güler ve Erkan Dilsiz adlı PKK’lilerden Erkan Dilsiz’in teyzesi Hatun Karakoç’un anlattıklarına göre Erkan Dilsiz Tunceli’de pusuda yaralı olarak ele geçirilip, işkence yapılarak öldürülmüştü:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Öldürdükten sonra da ölülerine de işkence yapmışlar... Erkan’ın vücudunu süngülerle parçalamışlar. Vücudunun her tarafında sigara söndürmüşler. Kalçası ve bacağı kırıktı, topuğu kopmuştu. Kafasının yarısı yoktu. Ama yüzü öyle temiz, öyle güzeldi... Yavrumun cesedi parça parçaydı. Sağlam bir yeri kalmamıştı. Kan bir türlü durmuyordu, tabutla gömdük.124

İç güvenlik operasyonlarında bazen aylarca, hatta yıllarca yasak bölgeler oluşturulmuştu. Kırsal alanda tarım ve hayvancılık yapan köylülerin tarla, yayla ve otlaklarını da kapsayan bu “yasak bölge”ler125 bölgenin ekonomik işleyişini de durma noktasına getirmişti. Kürt coğrafyasında aktivitenin fazla olduğu bölgelerde düzenlenen operasyonlarda halk ile örgüte giden lojistiği kesmek amacıyla belirlenen yasak bölgelerde sızdırmaz bir örtülülük içinde operasyon yapılıyordu. Bu bölgelerin içi ve yakını daima ciddi hak ihlallerinin duyulduğu yerler olarak anılıyordu. Askeriyenin kritik olarak belirleyip geçici olarak yasak ilan ettiği bölgeler dışında yasal ya da yasadışı olarak daimi olarak belirlenmiş bölgeler de vardı ki bu alanlar siviller için her zaman tam bir ölüm bölgesiydi. Zira ilan edilmese de o bölgelerde bulunmak ölüm riskini göze almaktı. Şırnak’taki Küpeli (Gabar) Dağı, Mehmet Yusuf ve Meydan Dağları, Altın Dağlar (Kato), İncebel Dağları, Cudi Dağı. Si-


219

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Tuğgeneral Osman Pamukoğlu, operasyonlarda öldürülen PKK’liler için, “Analar evlatlarını leş toplamak için göndermediler. Benim işim de leş toplamak değil. İmha etmek. Geberdiği yerde kalıyorlar. Kalacaklar da...” diyordu.

irt’teki Yazlıca Dağı (Herekol) Güney ve Kuzeyi, Yassıdağ (Çırav), Hakkâ­ri’deki Çağlayan-Pirinçeken, Buzul Dağları, Rejgar- Alandüz Dağı, İkiyaka Dağları, Hakkâri’deki Türkiye-Irak sınır hattında yer alan Balkaya Dağları, Karadağ, Gedik Tepe, Çimendağı, Diyarbakır Dicle ilçesindeki Kurşunlu-Görese Dağları ve çevresi uzun zaman askeriye için kritik bölgeler olarak değerlendirilmişti. Halkla örgüt arasındaki maddi ve manevi ilişkiyi kesmek amacına da hizmet eden “YASAK BÖLGE” uygulaması ve bu bölgelerde yürütülen operasyonların yarattığı ihlaller hakkında ortaya atılan iddialar bu bölgelerde yaşananlar konusunda önemli ipuçları sağlıyordu. Gerillanın taktiği olan “suda balık olma” ilkesi, kırsalda gerillalara karşı mücadele eden askeri birliklerce “balığı avlamak için suyu kurut” metaforuna benzer işleyişleri hâkim kılıyordu. Kitleselleşip eylemliliklerini hızlandıran Kürt hareketine karşı 19901995 yılları arasında başarısız her operasyonun intikamı, gerillayı desteklediğine inanılan köylülerden alınmaya başlandı. Görev ala-


220

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Eski korucu Musa Abla’nın yaptığı itiraflarda öldürülen Militanların akıbetini şöyle anlatılıyordu: “Gece operasyondan sonra sabah gider operasyon yerlerinde inceleme yapardık. Cesetler ortalık yerdeydi. Bizlere yaşamını yitiren PKK’lilerin ayaklarına ip bağlayıp sürükleyin emri verildi. Bizlerde emri yerine getirdik.”126

nı içindeki bölgelerde suç araştırması yapan jandarma karakolları ve birlikleri ile operasyonel faaliyetler yürüten komando veya piyade birlikleri gerilla faaliyetlerini çözmek, gerillalara ulaşmak ve lojistik bağını engellemek için köy boşaltmaların dışında köy baskınlarını da sık uygulanan bir pratiğe dönüştürdü. Bu baskınlar rutin olarak teatral biçimde köylünün tamamının bir meydana toplanması, erkeklerin ayrılarak meydanda sorgulanması, şüphelilerin köy meydanında herkesin göz önünde işkenceden geçirilmesi ve bu arada evlerin tamamının talan edilip zarar verilerek aranması şeklinde oluyordu. İtirafçı bir JİTEM’cinin bu seremoniyi anlattığı ifadesi tam olarak baskın ritüelinin profilini çiziyordu: Çatışmada bir astsubay yaralanmıştı. Astsubayın yaralandığını duyunca adeta Binbaşı’nın gözü kararmıştı. Geri çekilirken bizi ala-


221

cak konvoyu beklemek için Ağaçlı köyüne girdik. Köyün meydanına bütün köylüleri toplayıp kadınların ve çocukların gözü önünde erkekleri sıra dayağından geçirdiler. Bizi görünce üstü başı yırtık, yüzü kir içinde çocukların ağlama sesleri yükselmeye başlamıştı. Birçok ihtiyar köylü yerde yuvarlanarak getiriliyor, kimi kafadan kimi belinden dipçiklenerek meydanda toplanıyordu. Binbaşı, “Siz ihbar ettiniz. Bunların hepsi vatan haini alçaklar” diye bağırıyordu. Küfürsüz bir tek konuşma yapmamıştı. Binbaşı askerlere içlerinden üç kişiyi seçip getirmelerini söylemişti. Onlar da yan yana duran üç kişiyi alıp döverek Binbaşı’nın yanına getirdiler. Bu arada bizi alacak arabalar köye gelmişti. Her üçünü döverek bir arabaya bindirdiler. Askerler öylesine dövüyorlardı ki, köylülerin artık değil bağıracak, ses çıkaracak güçleri bile kalmamıştı. Yüksekova’ya ulaştığımızda köylülerden biri ölmüştü. Anlaşılan çok dövdüklerinden daha fazla dayanamamıştı. Uzman çavuşun biri telaşla koşarak yanımıza geldi. Binbaşı’ya selam verdikten sonra, “Komutanım, köylülerden biri öldü” dedi. “Ne çabuk geberdi?” diye sordu Binbaşı gülümseyerek. Binbaşı sonra uzman çavuşa dönerek, “Peki, diğer iki köylü diğerinin geberdiğini gördü mü?” dedi. Uzman çavuş da gördüğünü söyleyince, binbaşı tereddütsüz bir yüz ifadesiyle, “Diğer ikisini de gebertin” dedi. Diğer köylülerin suçu, ölen adamı görmeleriydi. Tanık oldukları için öldürüleceklerdi. Askerler Binbaşı’nın talimatıyla diğer iki köylüyü Yüksekova Tabur Komutanlığı atış poligonunun olduğu bir yere götürüp ikisinin eline kazma kürek vererek kendilerine mezar kazdırdılar. Öldürüp oraya gömdüler.127

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Yakalama ve ölü ele geçirme görüntüleri zaman zaman basına yansıdı.


222

Basına yansıyan yakalama, ölü ele geçirme görüntüleri konusunda askeri bir komutanın olayı reddeden açıklamaları şöyleydi: Bir operasyon için İncebel Dağları’ndaydım. Yanılmıyorsam 16 terörist öldürülmüştü, her biri kayalık arazinin ayrı ayrı kesimlerinde. Bu 16 cesedin toplanıp, bir araya getirilip görüntülenmesi 6,5 saatimizi aldı. Koruculardan birisi, “Komutanım bunların canlısına bile dayanmak çok zorken, kokmuş ölüsünü o kayalık araziden kilometrelerce mesafeden sırtta taşımak, insanın ağrına gidiyor ve külfet oluyor. Müsaade ederseniz bulundukları yerde gömelim” diye teklifte bulunmuştu. (Artık bulundukları yere mi gömülüyor?) Evet... Hiçbirini böyle sürükleyerek, sırtta taşıyarak götürmeyi benimsemiyoruz. Görüntülenmesi o kadar da önemli değil. (5 tane öldürdüm, benden hiç ölmedi) gibi bir mukayeseyi sadece duyguları tatmin için kullanmak yersiz.128

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Operasyonlar esnasında veya bundan bağımsız olarak önleyicisoruşturma amaçlı yapılan köy baskınları ise sivillere uygulanan ihlallerin odak noktasıydı. Kürt coğrafyasında yaşamın bir parçası haline gelen köy baskınları hakkında ortaya atılan inanılması güç iddialar o kadar fazla anlatılıyordu ki bunun bölgede bir genel uygulamaya dönüştüğü kanaatini oluşturuyordu. Köylülerle askerler arasında tam bir sır halinde gerçekleşen köy baskınlarıyla ilgili görüntülerin de sızmış olması bu kanaati iyice güçlendiriyordu. Köy baskınları ve güvenli bölgeler oluşturmak için devreye sokulan ileriki şiddet/tahakküm teknikleri-pratikleri bölümünde anlatılacak köy boşaltmalarının yarattığı travma kadar toplu yaşam alanlarına uygulanan şiddet pratikleri de Kürt coğrafyasının kötü kaderinden biri olmuştu. Bu pratikler, ilçelere baskın yapılması ve buraların in-

Askerin oluşturduğu yasak bölgelere resmi heyetler ya da parti liderleri dahi sokulmayabiliyordu.


223

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö 90’lı yıllardan bir köy baskını.

sansızlaştırılmasıydı. Asimetrik bir savaşta gerilla desteğini kesmek üzere kırsal bölgelerin insansızlaştırılması ve göç ettirilmesi uygulanagelen bir pratikti. Ancak şehirlere doğru yaygınlaşan bir siyasi hareketi önlemek için kenti topyekûn imha etmeye kalkışmak dünyada görülen bir düşük yoğunluklu savaş tekniği değildi. 1993 yılından itibaren Kürt coğrafyası bu yeni pratikle de tanışmıştı.129 90’lı yıllara girerken yaşanan iki olay, tüm 90’lı yıllar boyunca olacak suça karşı tedbir almak, istihbarat toplamak, takibini yapmak, işlenmiş suçlarla ilgili adli işlemleri yerine getirmek gibi jandarma faaliyetlerinin niteliğinin işaretlerini vermişti. İki olay da kamuoyunda çok tartışılıp Meclis’e ve yargıya taşınmıştı. Bunlardan birincisi, ilk kitlesel eyleme neden olan Silopi’de 6 köylünün öldürülmesiydi. Yaşadıkları Silopi’nin Derebaşı köyünde yetiştirdikleri sebze meyveyi çarşıya götürüp satmak için yola koyulan beş kişi, köyün ilerisinde bulunan askerler tarafından alıkonulmuşlardı. Yakınlardaki iki çoban daha getirilmişti. Yaşlı ve sakat olan Cemalettin Bayan’ı, “Sen köye dön, bunlar bize gece çatışmanın olduğu yeri gösterecek” diyerek geri gönderen askerler, kalanları alıp götürmüşlerdi. Köye dönen Cemalettin Bayan olayın sonrasını şöyle anlatıyordu: Ben köye döndüm mecbur... Akşama kadar bekledik. Gelen giden yok. Bütün gece bekledik. Sabah Silopi İlçe Jandarma’ya gidip, çocukları sormaya karar verdik. Neredeyse bütün köy toplanıp, Silopi’ye gittik. Bazı köylüler, gece helikopterden taburun ortasına birilerinin atıldığını gördüklerini söylediler.


224

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Silopi Derebaşı köylüleri savcılığa başvurarak 17 Eylül 1989 günü PKK’lı diye öldürülen 9 kişiden Münir Aydın, Üzeyir Anık, Abbas Çiğdem, Sadun Bayan, Fevzi Ba­yan ve Reşit Eren adlı 6 kişinin Silopi pazarına alış­verişe giden köy sakinleri olduklarını öne sürdüler. “6 ölünün PKK’lı değil, köylü olduğu” iddiasına ise Olağanüstü Hal Bölge Valiliği yetkilileri, “Örgüte her darbe indirildiğinde bir kılıf hazırlanmaya kalkışılıyor. Bu senaryolarla kamuoyunun kafan bulandırılmak isteniyor” açıklaması yaparak yanıt verdi.130

Köylülerin “Cenazelerimizi verene kadar buradan gitmeyiz” tepkisi karşısında tabur komutanı, aralarında Kıbrıs gazisi Fevzi Bayan’ın da bulunduğu köylüler için “PKK’lıydı, çatışmada öldüler” yanıtını vermiş ve bunun üzerine çıkan olaylarda Kaymakamlık binası taşlanmıştı. Tabur komutanının, “Savcıyı getirin, cenazeleri öyle veririm” demesi üzerine savcı eşliğinde tabura giren köylüler ve Cemalettin Bayan karşılaştığı manzarayı şöyle anlatıyordu: Taburun eğitim alanında, etrafı toprakla çevrili bir çukura yan yana dizmişlerdi. Oğlumu teşhis ettim. Sadun’u sırtından çizgi halinde taramışlardı. Helikopterden atılınca ikiye bölünmüştü. Ağladık, bağırıp, çağırdık. Bir komutan yanımıza gelip bizi azarladı, “Susun” dedi. Hepsini alıp, bir traktörün arkasına dizdik. Camiye götürdük. İlçe halkının neredeyse tamamı toplandı. İlçe merkezindeki mezarlıkta kanal şeklinde, büyük bir mezar kazdık. Onları yan yana, tek sıra halinde gömdük.


225

Cemalettin Bayan’ın oğlunun öldürülmesini dile getirmesi karşısında İlçe Emniyet Müdürlüğü “yasadışı gösteri organize etmekten” ifadesini almış, muhtar olan kardeşiyle haber gönderilip köyü terk ettirilmişti. Hayvanlarını yarı fiyatına satıp Silopi’ye kiraya çıkan Bayan, köydeki sebze meyvelerini toplamak için kaymakamdan sabah gidip akşam dönmek koşuluyla izin almış, ancak kendi anlatımıyla yıllarca polis ve askerin dayak, taciz ve gözaltılarına maruz kalmıştı.131 İkinci olay ise Cizre’de köylülere insan dışkısı yedirilmesi olayıydı. Cizre’nin Yeşilyurt köyünü basan askeri birlik iddiaya göre, köyün kadınlarını bir kenara ve erkeklerini meydanda toplamıştı. Aranan kişileri sorarak yapılan sorgulamaya istenilen cevabı alamayan askeri birlik komutanı, köylülere çamurların üzerinde yatkalk yaptırmaya, yerdeki köylülerin sırtlarında gezmeye başlamıştı. Dayak ve işkencenin dozu saatlerce artarak devam etmişti. Özellikle köyün muhtarı hakaret ve dayakla sorgulanmıştı. Daha sonra köyün yaşlılarından muhtarın amcası Kamil Muştak, köy okuluna götürülerek dövülmeye başlanmış ve haykırışları tüm köylüye dinlettirilmişti. Arananların isimlerini vermeyen köylülere bu kez Kamil Muştak’a okul bahçesindeki insan dışkısı aldırılmış ve köylülere yedirmesi emredilmişti. Kamil Muştak bunu yapmaması üzerine yine dövülmüş ve bu kez askerler herkesin ağzına dışkı sürerek zorla yedirtmişti. Olayın duyulmasıyla devlet ve hükümet yetkililerinin reddedici ve köylüleri suçlayıcı tutumlarına rağmen olay basında geniş bir yer tutmuş ve yargıya intikal etmişti. Bu süreçte dönemin TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Alparslan Pehlivan ve İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli’nin, “eğer dışkı yedirme iddiası yalanlanırsa bu iftirayı atanların aynı şekilde cezalandırılmasını” isteyerek köylülere verdikleri gözdağı farklı biçimlerde devlet erkânının tüm kademesinde devam etmişti. Sonuçta davadan herhangi bir ceza çıkmamış, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınan davada Türkiye tazminata mahkûm edilmiş ve yaşadıkları baskılar nedeniyle mağdur köylülerin büyük bir kısmı köyden göç etmek zorunda kalmıştı.132 Adli soruşturma görevinden sorumlu askerin karıştığı bu tip olaylarla ilgili iddiaların ardı arkası hiç kesilmeyecekti. Faili meçhul bölümünde anlatılan Mardin Dargeçit Jandarma İlçe Komutanlığı’nca 29 Ekim 1995’te gözaltına alınıp bir daha dönmeyen 7 kişinin başına gelenlerle ilgili iddialar işkenceyi esas alan bu sürecin sonuçlarının kimi zaman ölüme varan kontrolsüz bir uygulama haline dönüştüğünün en çarpıcı örneğiydi. Bu olayda Mar-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


226

din Dargeçit Jandarma Komutanlığı, iki öğretmenin kaçırılmasına karıştıkları iddiasıyla Süleyman Seyhan (57), Hikmet Kaya (24), Abdurrahman Coşkun (21), Abdullah Olcay (20), Mehmet Emin Aslan (19), Nedim Akyön (16), Seyhan Doğan (13) ile Davut Altınkaynak (13) adlı 7 kişiyi gözaltına almış; bu kişiler ağır işkenceden geçirildikten sonra kaybedilmişti. Yıllar sonra açılan davada bir gizli tanığın savcılığa verdiği ifadeye göre; o dönem Dargeçit Jandarması’nda görevli Uzman Çavuş Bilal Batırır’ın, olaydan etkilenerek gözaltına alınıp kaybedilen 7 kişiden 13 yaşındaki Seyhan Doğan’ın, atıldığı kuyu hakkında yakınlarına bilgi vermesi üzerine İlçe Jandarma Komutanlığı’nda bulunan kazan dairesinde “ağzı sıkı olmadığı” gerekçesiyle yakıldığını anlatmıştı.133 Gözaltına alınış biçimleri ev ve köy baskınları şeklinde olduğu gibi güvenlik önlemleri veya yol araması sırasında da şüphelilere uygulanıyordu. Gözaltına alınış biçimlerinin herhangi bir kurala uymadığı, tam bir kirli savaşın yürütüldüğü bir ortamın oluştuğu durumu 1994 yılında Şırnak’ta yaşayan ve o zamanlar çocuk olan kayıp yakını Nevzat Polat şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Yıllar süren dışkı yedirme davasında yine köylüler mağdur olmuş, köye yönelik artan baskılar nedeniyle köyün yarısı yurtdışına, diğerleri ise büyükşehirlere göçmek zorunda kalmıştı.


227

Ben ve kardeşim tarlada çalışırken uzaktan bir askeri aracın geldiğini gördük... Askerler bizim orda durup, “Sabri ve Abidin Polat kim?” diye sordular. Ortaköy Karakolu’ndan... bir astsubaydı komutan. (...) Babamla amcamı tekme tokat döverek araca bindirdiler. Ben o güne kadar hiç böyle bir şeye tanık olmamıştım. Ben 14, kardeşim Ali de 12 yaşlarındaydı o zaman. İkimiz ağlaya ağlaya arabanın peşinden koşmaya başladık. Yaklaşık iki kilometre falan koştuk arkalarından. Bizi fark edince durdular. İkimizi de dövüp “Geri dönün” diye bağırdılar. O sırada pamuk tarlalarının arasında beyaz bir Toros arabayı fark ettik. Babamla amcamı askeri araçtan indirip, o Toros arabaya bindirdiklerini gördük. İki gün sonra amcamı bıraktılar. Ama üçüncü gün yeniden çağırdılar. Ben, “Amca gitme” dedim. “Gitmezsem devlete karşı suçlu konuma düşerim” dedi ve gitti. Bir daha ikisini de görmedik.134

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Kırsalda suça karşı tedbir almak, istihbarat toplamak, takibini yapmak, işlenmiş suçlarla ilgili adli işlemleri yerine getirmek gibi faaliyetleri yürüten jandarma birlikleri ve karakollarının bunu yürütürken yaptığı ev ve köy baskınları, güvenlik önlemleri alma ve şüphelilere karşı yaptığı adli soruşturmalar esnasında sorgulamaları, en çok insan hakkı ihlali iddiası taşıyan süreçlerdi. Jandarmanın bu faaliyetlerini daha çok kırsalda halk arasında yürüttüğü ve suçu önlemek veya ortaya çıkarmak için işkenceyi bir soruşturma tekniğine dönüştürdüğü yine kuvvetli bir kanaat oluşturacak iddialarla destekleniyordu. İddialara göre, gerek ev ve köylere yapılan baskınlarda, gerekse jandarma karakollarında yürüttükleri sorgulamaların neredeyse tümü işkence ve bazen de infaza varacak düzeyde yapılıyordu. Hiçbir zaman kabul edilmeyen bu “herkes tarafından bilinen sır” mağdurlar ve tanıklar tarafından dillendirilirken, görev yapmış ve suça karışmış asker tarafından da itiraf edilmiş; tüm bunlar TBMM raporlarında, açılan davalarda ve insan hakları örgütlerinin kayıtlarında yer almıştı. Şehitler Şehri Silvan adlı kitabında gazeteci Ferhat Parlak’ın anlattığı Mehmet Emin Toktaş vakası soruşturma-yargılama ve ceza döngüsünün vahşileşen bataklığını da ortaya koyuyordu. Diyarbakır İçkale’deki sorgu merkezinde yaklaşık üç ay boyunca işkence edilerek sorgulanan Mehmet Emin Toktaş, Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne (DGM) çıkarıldıktan sonra Mayıs 1994’te serbest bırakılmış, ancak Silvan İlçe Jandarma Komutanlığı tarafından gözaltına alınmıştı. Mehmet Emin’i “Sende Kalaşnikov var. Bize yerini söyleyeceksin. Yoksa seni serbest bırakmayız” diye-


228

rek sorgulayan jandarma, 30 Mayıs 1994 tarihinde köy muhtarına, Mehmet Emin Toktaş’ın cenazesini almaları için haber göndermişti. Hastaneden köye getirilen Mehmet Emin’in cenazesiyle ilgili annesinin gözlemleri ise dehşet vericiydi: Cenaze köye getirildiğinde vücudunda ağır işkence izleri ve karın bölgesinde çok sayıda mermi izleri vardı. Emin’in her iki bacağının yanlarını bıçaklarla cep yapar gibi oyup ellerini derisinin altına yerleştirmişlerdi. Mehmet Emin’in kanlı pantolonunu 20 yıldır sakladım. Asker, Mehmet Emin’i ağır işkencelerle katlettikten sonra bana, “Sen PKK’lisin” dedi. Göç etmek zorunda kaldım.135

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Oluşan bu döngünün içinde gayriahlaki ve gayrihukuki suç iddialarının yoğunluğu, sonraki yıllarda mahkeme dosyalarında yer alan ifadelerde bolca görülmeye başlandı. Bu suçlar içinde tecavüzlü sorgular, bölgenin kültürel yapısı açısından en incitici pratiklerdi. Yoğun bir kültürel anlama sahip cinselliğe yönelen işkence metotları, yöre insanı açısından her türlü fiziki işkenceden daha rencide ediciydi. Feodal değerlerle “yaşam pahası” gibi algılanan cinsellik, bu nedenle karşısında yakınına cinsel işkence yapılan tüm mağdurların “Beni öldür, ona dokunma” nidalarıyla karşılanıyordu. Tecavüzün bir cinsel işkence olarak savaş yöntemi gibi kullanılmasının kültürel neticesi olarak intihar ise olayın en dramatik yanını oluşturuyordu.136 Örneğin,1992’de Silvan ilçesine bağlı Tokluca (Çirik) köyünde dikiş nakış kursunda görev yapan Kader ile Mebruke adlı Silvanlı iki kadın, “PKK’lilerin kıyafetlerini diktikleri” suçlamasıyla askerler tarafından gözaltına alınmıştı. Silvan İlçe Jandarma Komutanlığı’nda yaklaşık 15 gün ağır işkencelerden geçirildiği söylenen kızlardan Mebruke serbest bırakıldığında yaşadığı travmadan dolayı intihar etmiş, Kader ise dağa çıkmıştı.137 Mardin Midyat’ta 19 Eylül 1995 yılında bir çatışmada yaralı yakalanan PKK’linin ifadesi nedeniyle Faris Aydın’ın evini basan askerler ve korucular onu bulamayıp 66 yaşındaki babası Mecit Aydın ve Faris Aydın’ın eşi Ş.A.’yı Midyat Jandarma Karakolu’na götürdükleri olay ise ortaya çıkan detaylarıyla konuyu net olarak yansıtıyordu. İddialara göre; bir hafta gözaltında tutulan üç çocuk annesi kadın, askerler ve korucular tarafından kayınpederi Mecit Aydın’ın gözü önünde defalarca tecavüze uğramış ve ağır işkencelerden geçirilmişti. 25 Eylül’de serbest bırakıldıktan sonra eve kapanan Ş.A., 26 Eylül 1995’te evinin tavanına kendini asarak intihar etti. Kadının intihar etmesinden bir gün


229

sonra 27 Eylül 1995’te ise bu kez kayınpederi Mecit Aydın da aynı şekilde evinin tavanına kendini asarak intihar etti. Kadının babası ise kısa bir süre sonra kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Midyat’ta herkes tarafından konuşulur hale gelen bu dramın ardından aile ilçeyi terk etti.138 Tecavüzün bir cinsel işkence olarak kullanılmasına dair en sarsıcı örnekler, davalar açılıp herhangi bir sonuç alınamayan ve AİHM’de Türkiye’nin tazminata mahkûm olduğu Şükran Aydın ve Şükran Esen davasıydı. 1993 yılı Kasım ayında ve 1994 yılında olmak üzere üç kez gözaltına alınan Şükran Esen’in her bir gözaltı sırasında Derik Jandarma Karakolu’nda işkence ve tecavüze uğradığına dair açılan davada yargılananların hepsi beraat etti. Bu olaya tanık olan ve kendisi de tacize maruz kalan annesinin anlattıklarını tüm köylüleri de onaylıyordu. Şükran Esen’in annesi İkram Esen’in anlattıkları bu işkenceli tecavüz vakasının politik kimliği olan insanlara yapılan ve süreklilik arz eden baskılardan kaynaklandığını gösteriyordu. İkram Esen politik nedenlerle gözaltına alınan eşinin işkence gördüğü için uzun süre tedavi gördüğünü ve yine gözaltına alındıktan sonra 1993 yılında kalp krizinden öldüğünü anlatıyordu. Eşinin ölümünden sonra ekonomik zorluklar yaşayan ailenin 6 çocuğu İzmir’e tarım işçiliğine giden, kendisi, Şükran ve 5 yaşındaki küçük kızıyla köyde yaşamaya başlayan İkram Esen’in ailesine dönük baskılar sona ermemişti. 1993 yılında köye yapılan jandarma baskınında tüm köylüleri okula toplayan askerler İkram Esen’in anlatımıyla, “Okulda sürekli küfrediyorlardı. Tüm köylüleri dövüyorlardı.” Kızının başına gelenleri ise İkram Esen şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Askerler, kızımı ve 2 köylüyü gözaltına alarak, Çayköy Jandarma Karakolu’na götürdü. Kızım karakolda 5 gün gözaltında kaldıktan sonra, bitkin ve halsiz bir durumda eve döndü. Şükran, gözaltından çıktıktan sonra bir şey yemiyor, kimseyle konuşmuyordu. Derik Devlet Hastanesi’ne götürdüm. 15 gün hastanede tedavi gördü. Ne kendisi ne de doktor tecavüz edildiğini bana söyledi...

Ailenin başına gelenler bununla bitmeyecekti. 1994 yılında bölgede çıkan bir çatışmanın ardından köye baskın yapan askerler, bütün köylüleri iki katlı bir evde toplayarak herkesi üst kata çıkarmışlardı. Bundan sonra yapılanların acıklı hikâyesini İkram Esen şöyle anlatıyordu:


230

Beni ve kızımı alt katta tuttular. Sonra herkese işkence yaptılar. Ama en çok işkenceyi ben ve kızım gördük. Şükran’ı ve beni ayrı odalara aldılar. Şükran’a çok işkence yapıyorlardı. Çığlıkları geliyordu. İşkence tüm gün sürdü. Çığlıklar hırıltılara dönüştü. Sonra da kesildi. Sonradan öğrendim, halsiz düşmüş bayılmış. Bana da diğer odada 2 asker işkence yaptı. Korkutmak için kafamın üstünden ateş ediyorlardı. Sonra tahta sopalarla beni dövdüler ve taciz ettiler... Köylüler kızımı tahta bir sedye ile minibüsün geçtiği yola kadar götürdü... Kızım ancak bir hafta sonra hastanede kendisine gelebildi. Şükran hastaneden çıktıktan sonra sürekli karın ağrısı çekiyor, bayılıyordu. Ama bana başından geçenleri anlatmıyordu.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

1994 yılının Mart ayında bir kez daha gözaltına alınıp iki hafta boyunca Derik Jandarma Karakolu’nda gözaltında kalan Şükran Esen gözaltından çıktıktan sonra rahatsızlıkları arttığı için annesi tarafından Mardin’e tanıdık bir doktora götürülüyor ve ağır işkenceden geçirildiğini öğrendikten sonra aile Viranşehir’e göç ediyordu.139 Kimsesizliklerinin yarattığı cesaretle aileyi hedef haline getiren ve cinsel saldırılara maruz bırakan timlerin aileyi göç ettikten sonrada taciz etmeye devam ettiğini yine İkram Esen dile getiriyordu: Viranşehir’e dönmek için ertesi gün yola çıktım. Kızıltepe Garajı’nda birden 3-4 kişi beni arkadan sıkıca tuttu. Eşarbımla gözlerimi bağladılar. Beni hızlıca bir arabaya bindirdiler. Bir yere götürdüler. Çırılçıplak soydular ve sorguladılar. Sonra yine gözlerim bağlı bir şekilde Mardin’e götürdüler. Burada da beni çırılçıplak soydular. Askıya aldılar. Elektrik verdiler. Sonra copla bana tecavüz ettiler. Bende de kanama oldu. Canım çok yanıyordu. Oradan köye götürdüler. “Evinde sığınak var” dediler. Aradılar; ama bulamadılar. Sonra yine Kızıltepe’ye götürdüler. 3 gün gözaltında tuttuktan sonra bıraktılar.

Sonraki süreci ise “Kızım, copla tecavüz sonucu rahiminde oluşan kan toplanmasından dolayı ameliyat edildi. Ameliyattan sonra kızımın kanamaları durdu ve durumunda bir düzelme görüldü. Kızım 1997 yılında da Almanya’ya gitti. Ben de, Dr. Alp Ayan tarafından 4 yıl boyunca tedavi edildim. Psikolojik tedavi gördüm”140 şeklinde anlatan kadının resmi başvurularında yargılanan faillerin hepsi beraat etti.


231

Aynı karakolda gerçekleştiği iddia edilip dava konusu olay ise Şükran Aydın davasıydı. PKK’ye yardım ve yataklıktan dolayı gözaltına alınarak Derik Jandarma Karakolu’na götürülen Şükran Aydın, gözaltında gözlerinin bağlandığını, çırılçıplak soyulduğunu, dövüldüğünü, çıplak halde bir tekerlek içine oturmaya zorlandığını, üzerine tazyikli soğuk su sıkıldığını ve sorgu sırasında tecavüze uğradığını iddia ederek gözaltı sonrası Derik Cumhuriyet Savcılığı’na giderek şikâyette bulundu. Savcılığın soruşturması kapsamında yapılan tıbbi muayenede Aydın’ın kızlık zarının yırtıldığı, bacaklarının iç kısmında ve çevresinde yaygın çürükler olduğunu belirlendi; beraber gözaltına alındıkları babası ve yengesinin de vücutlarında da yara ve çürükler tespit edildi. Derik Jandarma Karakolu’nun böyle bir gözaltı olayı olmadığını belirttiği ve PKK itirafçılarının Şükran Aydın aleyhinde “PKK’ye yataklık yaptığı ve iki PKK üyesi ile seks ilişkisine girdiği” şeklinde ifade verdiği davadan herhangi bir sonuç çıkmadı. AİHM’e giden ve Türkiye’nin mahkûm edildiği davanın 6 Kasım 1997’de Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yeniden başlamasından da bir sonuç çıkmadı. Daha sonra AİHM’e giden davada Türkiye 25 bin sterlin ödemeye mahkûm edildi. 1993’te Hacı isimli oğulları dağda olduğu için Silopi İlçe Jandarma Komutanlığı’nca gözaltına alınan Ayşe isimli kadın ve çobanlık yapan kocasının hazin akıbetlerini Ergenekon Davası’nda anlatan geçici köy korucusu gizli tanık “İlk Adım”ın ifadeleri bir aile faciasını ortaya koyuyordu. Bu ifadelere göre, Ayşe isimli kadın oğlunu dağdan indirmek için araştırma yapıp oğlunun yerini öğrenmiş, yanına gitmiş ancak ikna edemeden geri dönmüştü. 15 gün sonra oğlunun yanındaki terör örgütü üyelerinden bir tanesi devlete teslim olup da sorgusunda bu olayı anlattığında kadının kocası koyun otlatmadan dönerken sorguya alınmıştı. Ergenekon Davası 3. ek iddianamesinde, İlçe Jandarma Komu­ tanlığı’na bağlı olarak JİTEM’de bir süre görev yapan korucu gizli tanık İlk Adım’ın bu olayla ilgili anlatımları gözaltı, işkence, tecavüz ve infaz gibi uygulamaları dramatik biçimde ortaya koyuyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Sorgu odasında kapının girişinden bir metre sonra projektörler vardı. Bu projektörler sorgulanan kişinin yüzüne tutulurdu. Girişe göre sağda sorgulanan kişileri asmak amacıyla hazırlanmış demirler vardı. Odanın diğer ucunda çeşme vardı. Sol tarafında ise üzerine elektrik düzeneği konulan bir tane masa vardı. Sorgu odasının kapısı tamamen kapalıydı ve dışarıya hiçbir şekilde ses gitmi-


232

yordu. Ben sorgu odasına girdiğimde adam tamamen çıplak bir vaziyette köşeye sinmiş bir şekildeydi... Sürekli olarak evde iki çocuğu daha olduğunu, tek derdinin bu çocukların geçimini sağlamak olduğunu, kendisinin maddi durumu olmadığını, bu nedenle de örgüte yardım yapacak hiçbir şeyinin olmadığını söylüyordu. Adam sürekli Uzman Çavuş Cengiz S.’a yalvarıyordu. Cengiz S. daha sonra adamın üzerine yürüdü ve adama ayağa kalkması için bağırdı... Adam kollarını kaldırınca Cengiz adamın bacak arasına sert bir tekme attı. Adam yere yıkıldı. Cengiz S. elinde bulunan esnek bir sopayı adamın sağ kol dirseği ve eli boyunca paralel olarak ön kolunun üstüne sopayı yasladı ve Cengiz S. sol eliyle adamın sağ bileği ve sopayı, sağ eliyle de dirseği ve sopayı tutarak sert bir diz hamlesiyle adamın sağ ön kolunu iç tarafından kırdı... Adamın kırık olan sağ elini sorgu odasında bulunan masanın üstüne koydu ve elinde bulunan esnek sopayla adamın parmaklarına, elinin üst tarafına ve koluna sert şekilde vurmaya başladı. Adamın kolu aldığı darbelerle paramparça oldu. Adam kolunu, elini ve parmaklarını kıpırdatamaz hale geldi. Daha sonra Cengiz adama elini çevirmesini söyledi. Ancak adam elini çeviremiyordu. Cengiz adamın elini avuç içi tavana bakacak şekilde zorla çevirdi. Bu esnada kırık kemiklerin sesini hepimiz duyduk. Adamın kolu tamamen kullanılmaz hale gelmişti. Cengiz adamın ellerini üst üste avuç içleri tavana bakacak şekilde koyduktan sonra bir süre daha elindeki sopayla adamın eline ve parmaklarına vurmaya devam etti. Şahsın iki eli de tamamen parçalanmıştı. Adam bir şey bilmediğini yalvararak söylüyordu. Cengiz S. adama, “Sen bir şey söylemiyorsun. Birazdan senin karını da buraya getirip s...” dedi. Adam yine aynı şekilde oğlunun dağda olduğunu, karısının yanına gittiğini, ancak kendisinin hiçbir yardımda bulunmadığını, evde iki çocuğu olduğunu, karısına dokunmamasını, isterse kendisini öldürebileceğini, “Allahını Peygamberini seviyorsan yapma” şeklinde ağlayarak beyanlarda bulundu... Akşama doğru ... Ayşe isimli kadını almak üzere evine gittik... Cengiz bu sırada kadına, “Bin lan arabaya o...” şeklinde hitap ederek tokat attı. Bu esnada annesinin sesini duyan çocuklar avluya geldiler ve ağlamaya başladılar. Çocuklar 8-9 yaşlarındaydılar. Ayşe isimli kadının boynunda asılı tek bir altın vardı. İtişme esnasında boynundan kopardığı altını çocuklarına doğru attı ve “Sabah komşulara bu altını verin, size ekmek alsınlar” şeklinde Kürtçe beyanlarda bulundu. Kadını... sorgu odasına koyduk. Kocası bu esnada aynı odada çırılçıplak duruyordu. Kadın kocasını bu halde gö-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


233

rünce hem Cengiz’e, hem de devlete ağır biçimde Kürtçe küfür etmeye başladı ve “Ben bundan sonra oğlumu dağdan getirmem. Oğlum Hacı her gün inşallah 50 tane asker vurur. Kocamı bu hale düşürenlere Allah bir daha güç vermesin” dedi. Bunun üzerine Cengiz, Ayşe isimli şahsın sırtına sert bir tekme attı. Kadın beton duvara çarptıktan sonra yere düştü. Sonra Cengiz kadına oğlunun yerini sordu. Kadın da “Oğlum Cudi ile Gabar arasındadır. Ben almaya gittim. Yalvardım bana vermediler. Erkeksen sen git al” dedi. Bunun üzerine Cengiz, “Sen benim erkekliğimi birazdan göreceksin” dedi. Biz kadınla kocasını sorgu odasında bırakıp oturma odasına geçtik. Biz çay içtiğimiz sırada bir polis olmuş ancak er olarak askerlik yaptığını bildiğim kişi yanımıza geldi ve kadınla kocasının ağladıklarını söyledi. Bunun üzerine Cengiz o erden sorgu odasının kapısını açmasını istedi. Kapı açıldığından kadının ve kocasının ağlama seslerini duyduk. Cengiz adama, “Ses çıkarmayın. Gelirsem seni de karını da s...” dedi. Yaklaşık 15-20 dakika kadar oturduktan sonra Cengiz tek başına sorgu odasına girdi. Ancak sorgu odasının kapısı tamamen kapalı değil yani aralıklıydı. Cengiz kadına Türkçe elbiselerini çıkarmasını söyledi. Ancak kadın Cengiz’in söylediklerini anlamayınca kocasından, karısına elbiselerini çıkarmasını söylemesini istedi. Adam ise “Beni öldür, karıma bunu yapma” dedi. İçeriden gelen seslerden anladığım kadarıyla Cengiz kadına saldırdı. Kadının Kürtçe “O... çocuğu, senin anan da karın da o... Benim elbiselerimi çıkarma” dediğini duydum. Daha sonra kadının sesi kesildi. Sesi kesildi derken; sanki ağzı bir şeyle kapatıldığından zorla konuşmaya çalışır şekilde sesler geliyordu. Bu seslerden Cengiz’in kadına tecavüz ettiğini anladım. Cengiz’in içeriye girmesinden sonra anlattığım olaylar yaklaşık olarak 30-45 dakika kadar sürdü. Cengiz dışarı çıktıktan sonra bize “O... doğru söylemiyor” dedi. Cengiz dışarı çıktıktan sonra yarım saat kadar daha oturduk... Daha sonra saat 03.30 sıralarında ilçe jandarmaya döndük... Biz adam ve kadını Birlik köyünün 500 metre yukarısındaki çukur gibi bir yere götürdük. Adam ve karısını arabadan indirdik. Orada aracın farlarını söndürdük. Cengiz S. arabadan indi ve keleşle kadına ve adama ateş ederek öldürdü. Ben o sırada arabanın direksiyonundaydım. O esnada orada koyun otlatan Ali A. isimli çoban silah seslerini duymuş. Biz oradan geçerken de arabayı ve Cengiz S.’ı görmüş. Biz giderken çobanın bizi gördüğünü fark eden Cengiz bize “durmamızı, çobanın bizi gördüğünü, bu çobanın da öldürülmesi gerektiğini” söyledi. Ancak biz durmadık ve devam ettik. Daha sonra çoban silah seslerinin geldiği yere doğru gittiğinde

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


234

adamın ve kadının cesetlerini görüp köy muhtarına haber vermiş. Sabah hava aydınlanınca köy muhtarı adam ve kadının cesetlerini aldırıp Silopi’ye getirtmiş ve ailelerine haber vermiş. Daha sonra bu cesetler Silopi Mezarlığı’na gömüldü. Bu şahıslara ait mezarları bilirim ve gösterebilirim. Ben Ayşe isimli kadın ve kocasının hangi köyden olduğunu bilmiyorum. Biz kadını Silopi merkezindeki şu an Grant Otel’in karşısındaki mahalleden aldık. Mahallenin Kürtçe ismi Sindi’dir. Resmiyetteki adını bilmiyorum. İlerleyen dönemde Ayşe isimli kadının oğlu Hacı... ? annesi ve babasını terör örgütünün öldürdüğünü duymuş. Bunun üzerine teslim olup itirafçı olmuş. Hatta terör örgütüne karşı savaşarak ağır zayiat verilmesine yardımcı olmuş. Ancak daha sonra devletin öldürdüğünü öğrenince geri çekilmiş ve hâlâ Silopi ilçesinde şoförlük yapmakta.141

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Silahlı militanlara karşı yürütülen askeri faaliyetlerin içinde yer alan er, erbaş ve subayların bu kanlı mücadeleden oldukça yüksek oranda etkilendikleri istatistiklerden ve sonraki süreçte suça karışan bu görevlilerin itiraflarından öğrenilen bir durumdu. Kitleselleşen giderek düşmanlaşan bir coğrafya içinde ölümcül bir tehdidin gerilimiyle yaşayan bu askerlerin özellikle “Travma Sonrası Stres Bozukluğu” (TSSB) “Vietnam Sendromu”nu andıran “Güneydoğu Sendromu” adının verilmesi ve bunun binlerce askeri kapsaması, çatışmaların perişan yüzünü gösteriyordu. Kirli savaş, travma ve suç denklemi sürekli birbirini tetikleyen başı sonu olmayan fasit döngü gibi işliyordu. Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) Psikiyatri Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Salih Battal’ın “Güneydoğu Sendromu” tartışmalarının yaşandığı 90’lı yıllarda askerleri güdülemek için söylediği bilimsel soslu ifadesinde, “Savaşan insanda stres azalır”142 sözlerine rağmen durumun öyle olmadığı Türkiye için bu konuda yapılan nadir araştırmalarla ortaya çıkıyordu. Zira, GATA’da Psikolojik ve Sosyal Hizmetler Danışmanlık Bölümü’nde görev yapan bir psikoloğun söylediği gibi; “Bölgedeki her 10 askerden 7’si travma yaşamıştır. 1990-2000 arasında 35 bin asker bunalıma girdiği için çeşitli hastane veya rehabilitasyon merkezlerine başvurdu. Fakat bu durumda olanların 4-5 kat fazlası hiç başvuru yapmamıştır.”143 Bölgede görev yapan askerlerde görülen “Travma Sonrası Stres Bozukluğu”nun diğer bölgelere göre üç kat daha fazla olduğunu ortaya koyan bir başka araştırmayı144 orada görev yapmış bir askerin anlattıkları doğrular nitelikteydi:


235

Şiddet... Şiddeti öğreniyorsun orada. Normalde içinde yoktur, kursa gider öğrenirsin. Biz sonuçta orada resim yapmanın kursuna gittik. Sivildeyken şiddet yapan bir insan değildik. Silahı alıp kafana sıkmak çok zor bir şey gibi gelmiyor artık. Çünkü yapmışsın, sıkmışsın. Kavgaya karışmak falan hiç yoktu, askerden önce çok sakin bir insandım ben. Şiddete meyilli değildim, ama şimdi şiddete meyilliyim yani. O yüzden pek fazla dışarı çıkmamakta yarar var. Üç aydır depresyondayım, içime kapanıyorum, evden dışarı çıkmıyorum. Evliliklerimi bitirdikten sonra da kapatmıştım kendimi. Askerden önceki halimle kıyaslıyorum, hiç kopmazdım böyle. Şimdi o kadar bağlı değilim hayata. Bedavadan yaşıyoruz. Depresyona girdiğin zaman hiçbir şey umurunda olmuyor ya. Yakıyorsun her şeyi. Bir boşluktasın artık. Hiçbir şeyden zevk almıyorsun.145

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

GATA’da yatan hastalara dayanarak yapılan araştırmada, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde görev yapan askerlerde Travma Sonrası Stres Bozukluğu belirtilerine yüzde 27,8 oranında rastlandığı tespit edilmişti. Araştırmada Doğu ve Güneydoğu’ da görev yapan askerlerin yüzde 21,19’unun uykuya dalma güçlüğü, yüzde 18,61’inin çabuk sinirlenme ve öfke patlamaları gösterdiği, yüzde 14,14’ünün kendisini her an tetikte gibi hissettiği, yüzde 13,5’inin suçluluk duygusu hissettiği, yüzde 12,8’inin olayları hatırlatan durumlarda otonom belirtiler gördüğü, yüzde 12,78’inin düşüncelerini yoğunlaştırmada zorluk çektiği, yüzde 12,76’sının aşırı irkilme tepkisi gösterdiği, yüzde 11,18’inin olayı tekrar tekrar hatırladığı, yüzde 10,8’inin olayı rüyasında gördüğü, yüzde 10,54’ünün olayı hatırlatan durumlarda psikolojik sıkıntı çektiği, yüzde 10,31’inin olayı yeniden yaşıyormuş gibi hissettiği ve davrandığı, yüzde 10,23’ünün olayı hatırlatan ortamlardan uzaklaştığı, yüzde 10’unun etrafıyla eskisi gibi ilgilenmediği, yüzde 9,55’inin geleceğinin kalmadığı duygusuna kapıldığı, yüzde 9,26’sının insanlardan uzaklaştığı, yüzde 8,66’sının ise olayın en önemli bir bölümünü hatırlayamadıkları tespit edilmişti.146 Zira Diyarbakır Askeri Hastanesi’nin faaliyet raporunda 1995, 1996, 1997 yıllarına ait rakamlar psikolojik travmayı gösteriyor. Buna göre bu dönemde askeri hastanede yatan 16 bin askerin 2265’i psikiyatri servisinde tedavi görmüştü.147 TSK içinde 1991 ve 2001 yılları arasında intihar eden 1248 kişiden 815’inin ölmesi de bu konuda ek bir bilgi olarak hatırda tutulması gereken bir veridir.


236

Koruculuk Devletin kendini tehdit altında hissetmeye başlayıp kontrgerilla ve paramiliter güçleri illegal veya yarı illegal biçimde iç içe kullanmaya başladığı ve aynı zamanda devletin resmi kurumlarının (istihbarat, polis ve ordu kurumlarıyla) koruyucu şemsiye altında korkusuzca faaliyet yürütmesinin ortamı 1980 cuntasıyla zaten kurulmuştu. Bu tür gizli örgütlenmelerin hiçbir yasal sınırlanmaya bağlı kalmaksızın faaliyetlerinin arttığı tarihler ise mücadele ettikleri muhalif grupların güçlenmesine paralel olarak 1990’lı yıllardı. Hatta resmi kurumlar bile devletin yasal sınırlarını zorlamaya başlamıştı. Zira polis, ordu, paramiliter ve kontrgerilla güçlerini birbirinden ayırmak güç bir hale gelmişti. Bir karakol komutanı da köy baskınlarında yasal sınırlarını aşabiliyordu, bir operasyon polis timi de, gizli kontrgerilla güçleri de aynı şeyi yapabiliyordu. Tehdit algısı arttıkça legal ve illegal örgütlenmelerin “terörü bitirmek” için her türlü şiddete başvurduğu görülüyordu.148 Hükümetlerin hiçbir zaman kabul etmediği bu faaliyetler ancak bu grupların içinde yer alıp daha sonra itiraflarda bulunanların ya da mağdurların anlatımlarıyla açığa çıktı. Bu faaliyetler o kadar yaygınlaşmıştı ki bir süre sonra ortaya saçılan anlatımlarla kurulan örgütlenmeler ve onların kullandığı teknikler ayrıntılarıyla anlaşıldı. Kimi zaman iç çatışmaları sonucunda gazetelerde röportajlarda, kimi zaman vicdani nedenlerle kitaplarda, kimi zaman da mağdurların ve insan hakları örgütlerinin kararlı takipleri sonucunda mahkemelere düşen sanık ve tanık ifadelerinde veya duyarlı vekillerin uğraşlarıyla Meclis raporlarında yer buldu. Bu tür kaynakların izini sürüp devletin kendini korumak için devreye soktuğu baskı/zor aygıtlarının neler olduğu ve nasıl işlediği tüm göz yaşartıcı çıplaklığıyla anlaşıldı. Her tanığın dramatik öyküsü ve anlatısının içinde devletin korunma refleksiyle pek çok ülkede devreye konan zor aygıtlarının vahşi, kuralsız ve kanlı tekniklerinin burada da olduğu görülüyordu; infaz timleri, paramiliter güçlerin kontrolsüz baskıları, askerin Vietnamvari herkesi hedef alan şiddeti, kaybolan insanlar, toplu kemiklerin bulunduğu ölüm tarlaları, devletin koruması altında istediği kişisel suçu işleyen ölüm mangaları ve bütün bunları haklı çıkaracak bir kamuoyu yaratmak için basın gibi araçları... Böyle bir ortamın hazırlanmasında devlet olanakları kullanılarak gerekli ve yeterli personel sağlanmıştı. Sorgu, işkence ve gerillayı çözme konularında eğitimli personel daha alt düzeydeki bi-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


237

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö 1993-1995 Beytüşşebap Kaymakamı Mesut Taner Genç, koruculuğu “Geçici köy korucularının mücadeleye büyük katkısı var. Ancak, devlet kerhen de olsa, feodal sistemi, aşiretleri güçlendirdi. Korucular, kendi meslekleri olan hayvancılığı tamamen bırakmış vaziyette”149 diyerek değerlendirmişti.

rimleri organize etmişti. Bu organizasyonda alt birimlere inildikçe teorik bilgiye ihtiyaç azalıyordu. Zira işkence yapan sıradan bir erin ya da polis memurunun bunu yalnızca ülke düşmanlarına reva görülen sıradan bir uygulama olarak algılaması yeterliydi. 1984 yılında ilk karakol baskınıyla başlayan Kürt silahlı mücadelesini “bir avuç ayrılıkçı eşkıya” ciddiyetiyle karşılayan devlet iktidarı, hareketin güçlenmesi karşısında ayrımsız, inceliksiz ve orantısız bir mukabelede bulunmaya başlamıştı. PKK eylemlerini artırırken, jandarma köy baskınları ve kitlesel gözaltılarla yanıt vermeye başladı. Gözaltılar standart olarak dayak, elektrik şoku, cinsel saldırı ve yiyecek içecek vermeme dahil işkence anlamına geliyordu. 1980-2000 arasında gözaltında ölen 500 kişinin çoğu jandarma veya polis karakollarında gözaltında bulunan köylülerdi. Kürt coğrafyasında silahlı militanlara karşı devletin şiddet aygıtlarının giriştiği mücadele esnasında yürüttüğü, halkı da kapsayan baskı yöntemleri daha çok insanın PKK’ye destek vermesine ve pek çok gencin PKK’ye katılmasına neden olmuştu. Zira PKK ilk eylemini yaptığı 1984’ten sonra kısa sürede önemli bir güç haline


238

gelmiş ve 1984-1999 arasında 30 binden fazla üye toplamıştı. Kitlesel desteğin arttığı dönemde şiddetini de artıran güvenlik güçleri, karşılarında daha da büyüyen ve halk-milis-militan ayrımının belirsizleştiği bir kitle buldular. Böyle bir durumda kontrgerilla savaşı yürütmüş diğer ülkelerde devreye sokulana benzer bir yöntemi hayata geçiren iktidar, halkı militanlara karşı silahlandırmaya başladı.150 Ancak Kürt coğrafyasında yürütülen mücadelenin etnik karakteri, gönüllü sivil silahlı milislerin/kontra çetelerin oluşmasına çok müsait değildi. Bunun yerine tamamı parasal destekle kurulan birlikler oluşturuldu. Gerilla mücadelesinde en etkili yollardan birini oluşturan bu yöntemi uygulamak üzere devletin şiddet aygıtlarına bağlı birimler oluşturuldu. Candan mücadele edecekleri düşünülerek Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı “Özel Harekât Timleri” milliyetçi insanlardan seçilirken, bu işi yapmak üzere askeriyeye bağlı iki birim kuruldu. Birincisi, seçilmiş bir subayın yönetici olduğu ve içlerinde çoğu PKK’den ayrılarak resmiyette memur kadrosuna alınmış, ancak askeri operasyonlarda tetikçi olarak kullanılan itirafçıların bulunduğu JİTEM tipi timlerdi. İkincisi, 1985’te kurulup silahları, maaşları ve denetimi jandarma karakollarınca yapılan ve sağladığı yararlardan dolayı 1990’lı yıllara gelindiğinde yaygınlaştırılan yerel silahlı güçler “geçici köy korucuları”ydı. Kimsenin tarafsız kalamayacağı acımasız bir ortamda koruculuk sistemi iktidarın gerilla savaşında bir eksiğini kapatıyordu. Peru’da “Köylü Devriyeleri”, Kolombiya’da “Birleşik Özsavunma Birlikleri” gibi adlarla ortaya çıkan; El Salvador, Nikaragua gibi Latin Amerika ülkelerini kan gölüne çeviren milliyetçi milis veya paramiliter güçlerin Türkiye’deki karşılığı olan köy koruculuğu, silahlı mücadele verilen yerlerde toplumsal bölünmeyi iktidar lehine sağlayan yapılanmalardı. Silahlı bir mücadelenin parçalanmasının, ilerlenmesinin ve kitleselleşmesinin durdurulmasının bir aracı olan sivil milisler ve paramiliter güçlerin Kürt coğrafyasında hayat bulmaması, kontra savaşın önemli bir ayağını eksik bırakıyordu. Ancak dünyanın pek çok yerinde kullanılan milliyetçi milis ve paramiliter güçlerin Kürt coğrafyasında kullanılma imkânı yoktu. Bu savaşta milliyetçi söylem etrafında birleşip ölüm mangaları haline gelen güçler Kürt coğrafyasında çıkmadı. Gerilla mücadelesinde çok işe yarayan bu yöntemin yerine, batıdan devşirilen resmi güvenlik güçleri içinde bulunan milliyetçi unsurlarla, itirafçılarla ve köy koruculuğuyla kurulan paramiliter güçler kullanıldı. Aynı zamanda batıda estirilen milliyetçi söylem, Kürt coğrafyasına gönderilen askerlerin motivasyonunda da etkili oldu.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


239

Şekli ve yapısı Köy koruculuğunun iktidara sağlayacağı yararlar konusundaki belirlenimler çatışma süreci boyunca konjonktürel olarak değişmekle beraber, tüm zamanlar için geçerli bazı özelliklere de sahipti. Merkezi ve yerel pek çok siyasi, ekonomik, kültürel özelliklerin de devreye girmesiyle orijinal bir biçim alan koruculuk, yine de dünyada uygulanmış biçimlerine benzer amaç ve sonuçlara yol açtı. Bu yönüyle koruculuğun iktidara sağladığı yararları maddeleştirerek şu şekilde sıralamak mümkündür:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

1. Kürt bölgelerine nüfuz etmeye çalışan merkezi devlet aygıtının başarısızlığını savaş konseptinin yapılandırıcı gücüyle yeniden kurma olanağı yarattı. Koruculuk sistemiyle özerk bölgeler denebilecek ortamlar kuran aşiretler, göz yumulan kaçakçılıkla ve yerel ihalelerde imtiyazlı konumlarıyla mali yönden güçlenirken, devletin yerel uygulamalarında söz sahibi oldular. Suçlara karşı cezasızlık imkânlarıyla iktidarla güven tazelediler. Savaş dönemi boyunca sayıları 150 bini bulan koruculara devlete sahip çıkma karşılığında avantadan maaşlar verilerek, sosyal güvenlik olanakları tanınarak bağlılık ilişkisi geliştirildi. 2. Korucular, böylesine boyutlanan bir gerilla savaşında yetersiz kalan asker ve polise yerel birimler olarak operasyonel katkılar sağladılar. Zira “koruculuk sistemi bu yerel tehdide karşı ordunun yapısını radikal bir biçimde dönüştürmeden, yerelleşme olanağını tanıyordu.”151 3. Kürt coğrafyasında marjinal kalan devlet görevlileri, koruculuk sayesinde bilgi akışı, istihbarat ve nüfuz alanı bulabildi. İktidar egemenlik zafiyetini tamamen kaybetmeyi önlemiş oldu. 4. İktidar, koruculuk sayesinde kendi yanında yer alan unsurları kontrol edilebilir biçimde görünür kıldı. 5. İktidar, isyan karşısında yitirmeye başladığı egemenliğini bir ölçüde yerel düzeye dağıtıp tesis etti. 6. Önceleri köylerde korumayı sağlamak, PKK’nin hareket ve lojistik alanını daraltmak amacıyla kurulan koruculuğun kısa zaman içinde görev tanımı genişletilerek operasyonel kullanıma sokulması, devletin şiddet aygıtlarının gerilla savaşında mücadele gücünü artırdı. Dönemin İçişleri Bakanı Yıldırım Akbulut, TBMM’de koruculuk sisteminin görüşüldüğü oturumda sistemi şöyle savunuyordu:


240

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Koruculuk, alışık olmadığı bir bölgede mücadele sürdüren TSK’ya pek çok yarar sağlıyordu.

Hepinizin malumu olduğu üzere, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde eşkıya savunmasız, bir an için savunmasız olan vatandaşlarımıza karşı acımasızca davranmakta ve onları insanlığa yakışmayacak bir şekilde katletmektedir. Bölgenin özellikleri de dikkate alınacak olursa, anında emniyet kuvvetlerimizin o bölgelere, o mahallelere yetişmesi mümkün olmamaktadır. Böyle olunca da buradaki insanımızı koruyup gözetmek amacıyla bize göre, zaten kanunlarımızda mevcut olan müesseseyi, biraz daha etkin hale getirmek maksadına matuf olmak üzere, bu tasarıyı yüce huzurunuza getirdik. Güvenlik güçlerimiz yetersiz mi? Hayır, yeterliler. Ama olayları anında engelleyemezler. Bu önlemi bu yüzden almak istiyoruz.152

“Koruculuk sistemi” 26 Mart 1985’te, 442 sayılı Köy Kanu­nu’nun 74. maddesinde yapılan değişiklikle oluşturuldu. Koruculuğun ilk kurulma yıllarında bölgedeki aşiretlerle ve ağalarla kurulan irtibat, bölgedeki halkın feodal bağlılıklarına dayanarak koruculuk sayesinde toplu devlet yanlısı oluşturma amacı güdüyordu. Bu vesileyle ikna edilen aşiretler ve ağaların himayesindeki adi suçlara karışmış kişiler bile korucu olmaları karşılığında affedilmeye başlandı ve toplu olarak bölge koruculuğa özendirildi. Zira geçici köy koruculuğunun ilk adımı, cinayet sanığı olarak aranan 336 kişinin olduğu Beytüşşebap’taki Jirki Aşireti’nin toplu


241

halde katılımıyla atıldı.153 1985 Mayısında bazı devlet yetkilileri ile Jirki Aşireti reislerinin, Çeman-Beytüşşebap yolu üzerindeki Aşağıdere köyü muhtarının evinde yaptıkları toplantının ertesi günü, Jirki Aşireti’nin önde gelenleri askeri helikopterlerle Diyarbakır 7. Kolordu Komutanlığı’na götürüldüler ve Kolordu Komutanı’yla görüştükten sonra koruculuğu kabul ettiler.154 Bunun üzerine, Korgeneral Yazgan, aşiret mensuplarına devlete bağlı kalacaklarına dair Kuran’a el bastırıp yemin ettirmişti.155 Bu tarihten sonra bölgede artan çatışmalara koşut koruculuk yaygın bir hale geldi. 1996 yılına gelindiğinde korucuların illere göre sayısı; Batman’da 3445, Bingöl’de 2678, Bitlis’te 3759, Diyarbakır’da 5842, Hakkâri’de 7596, Siirt’te 4809, Şırnak’ta 7520, Tunceli’de 377, Van’da 8186, Mardin’de 3565, Muş’ta 2036, Adıyaman’da 1633, Ağrı’da 2207, Ardahan’da 113, Elazığ’da 2307, Antep’te 593, Kilis’te 37, Maraş’ta 2342, Kars’ta 675, Iğdır’da 479, Malatya’da 1343, Şanlıurfa’da 1112 oldu. Verilere göre 1985-2009 yılları arasında toplam 123 bin köy korucusu görev yaptı. İlk kurulduğundan birkaç yıl sonra, yani 1988’de 14 bin olan korucu sayısı, çatışmaların yoğunlaştığı 90’lı yıllarda sürekli artarak 1995’te 62 bine ulaştı.156 2000 yılına doğru ise 80 bini buluyordu.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö ŞEHİR

HAKKARI ŞIRNAK SİİRT BİTLİS BİNGOL MUŞ BATMAN VAN MARDİN TUNCELİ DİYARBAKIR ELAZIĞ AĞRI ADIYAMAN MARAŞ IĞDIR KARS MALATYA ARDAHAN ŞANLIURFA GAZİANTEP KİLİS TOPLAM

Geçici köy korucuları 7.643 6.835 4.680 3.796 2.533 1.918 2.943 7.365 3.360 386 5.274 2.115 1.881 1.510 2.267 374 578 1.392 96 966 565 34 58.511

Gönüllü köy korucuları 5 2.330 460 2.984 69 2.375 1.019 189 1.226 89 1.141 392 12.279

NÜFUS

236.581 353.197 236.676 388.678 253,279 453.654 456.734 877.524 705.098 93.584 1.362.708 569.616 528.744 623.811 1.002.384 168.634 325.016 853.658 133.756 1.433.422 1.285.249 114.724 12.456.727

Her 1000 kişiye düşen köy korucusu 32.33 25.95 21.72 17.44 10.27 9.46 8.67 8.61 6.50 5.08 4.71 4.40 3.56 2.42 2.26 2.22 1.78 1.63 0.72 0.67 0.44 0.30 5.68

Nüfusa dair sayısal veriler 2000 tarihli nüfus sayımından alınmıştır. Bkz. www.die.gov.tr. Aktaran: Paker & Akça, 2013.


242

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Yukarıdaki haberde üç aşiretin PKK ile mücadelede güçlü bir kalkan oluşturmak için anlaştıkları yazıyor ve şunlar ifade ediliyordu: “Ağalar, köy ve mezralara haber göndererek genç yaştaki erkeklerin kaçırılma tehlikesine karşı toplu gezmelerini, köylülerin tanımadıkları kişilerle kimlik göstermeyenlere gıda vermemelerini istediler.” (Hürriyet, 11 Ekim 1990)

Köy koruculuğu geçici koruculuk ve gönüllü koruculuk olmak üzere iki türlü kurulmuştu. Geçici köy korucuları aylık ücret alıp bu ücret karşılığında nöbet ve operasyonlara katılıyordu. Gönüllü köy korucuları daha çok ağa ve varlıklı köylülerden oluşmuştu ve ücret almıyorlardı. Nöbet ve operasyonlara katılma zorunlulukları da bulunmuyordu. Sadece ruhsatlı silah alabiliyorlardı. Korucular, yarı askeri birlikler olarak, korucubaşı, takım komutanı ve korucular şeklinde hiyerarşik yapılandırılmıştı. Korucubaşları genellikle muhtarlardı. Bölgelere göre sayıları çok farklıydı. Örneğin, Van’daki “Şimşekler Taburu” adıyla anılan korucuların sayısı beş binden fazlaydı.157 İlk başta aşiret liderleriyle yapılan anlaşmayla temelleri atılan koruculuk, sonraki zamanlarda büyük oranda da yine bu türden aşiret liderlerini, toprak ağalarını ve varlıklı köylüleri arkasına almaya çalıştı. Koruculuk sistemi, çözülmesi gereken bu türden yapıları geliştiren, koruyan ve güçlendiren bir amil oldu. Dolayısıyla aşiret bağlarının güçlü olduğu yerlerde aşiret liderleri özel orduya sahip bir otonomi gibi olurken, zayıf olan yerlerde de bu


243

bağlar hızla güçlenmeye başladı. Zira iktidar için bölük parça bir koruculuk sistemi yerine askeri hiyerarşiye daha iyi uyan yerel birlikler daha avantajlıydı. Aynı zamanda aşiret bağıyla kurulan kontak sayesinde koruculuğa kolektif katılım ve bu yolla iç denetim sağlanmış oluyordu. Koruculara ödenen maaşlar bile aynı zamanda korucubaşı olan aşiret lideri veya köy muhtarına veriliyor, onları ekmeğini veren patron konumuna yükselterek gücünü pekiştiriyordu.158 Köylünün koruculuğa zorlanması

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Koruculuğun kuruluşu, devletin iktidarının sağlanması açısından pek çok işleve sahipti. Bir kere devletin kültürel egemenliğine karşı yaygınlaşan ve Kürt coğrafyasının her tarafına hızla yayılan yeni bir ideolojinin yaygınlaşması ve kitleselleşmesi Kürtlerin bir kısmına para, imtiyaz ve resmi güç verilerek parçalanmış oluyordu. Bu nedenle devlet iktidarı, kolluk güçleri vasıtasıyla korucu olmayı devleti desteklemekle eşanlama getirmişti. Korucu olmak istemeyen köyler her türlü provokatif eyleme açık hale geldi, hizmet alamamaya başladılar ve yaşadıkları yerler asker/korucuların sürekli baskın yaptığı bölgelere dönüştürüldü. Örneğin, TBMM raporunda159 bu duruma ilişkin görüşme tutanaklarında şu ifadeler yer alıyordu: Batman ili Gercüş ilçesi Yamanlar köyünde 1992 yılında PKK terör örgütüne katılan ve çatışmada hayatını kaybeden Şehmuz Kavak’ın ağabeyi Seyfettin Kavak ise bölgede dışlandıklarını ve ezildiklerini, köylerinden kovulduklarını, köylerinin korucuların baskısıyla boşaltıldığını, “Ya korucu olun, ya da defolun gidin” şeklinde baskı yapıldığını, 1991, 1992, 1993 ve 1994 yılının dördüncü ayına kadar çok baskı gördüklerini, köylülerin büyükşehirlere göçerek perişan olduklarını, korucuların köylerinden adam kaçırdığını, sonunda silah alıp korucu olmak zorunda kaldıklarını anlatmış(tı).

Köy koruculuğunun iktidara sağladığı bir başka yarar, köylüler ile devlet arasındaki yüzleşmeyi sağlamasıydı. Koruculuk bir katalizör ve kimlik belirleme işlemi olarak devlet yanlısı ile devlet düşmanını birbirinden ayıran bir aygıta dönüştürüldü. Resmi ağızlardan ilan edilen bu durum, 21 Eylül 1989’da 20 aşiret lideriyle Huzur-1 toplantısı düzenleyen Tuğgeneral Recail Uğurluoğlu tarafından toplantıda “Ya evet, ya hayır. Saflarınızı netleştirim; ya


244

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Güvenlik güçlerinin güvenliği taşeronlaştırıp paylaştığı korucuların görev yaptığı sürede 1509’u hayatını kaybederken, 1932’si yaralanmıştı.160

bizdensiniz, ya PKK’dan”161 sözleriyle ifade ediliyordu. Eski Batman Valisi Salih Şarman’ın ifadesiyle, “Türk bayrağı altında yaşamaya kararlı insanların yaşadığı binlerce yerleşim yeri koruculuk sistemini kabul ederek devletin yanında, bu eli kanlı eşkıya sürüsüne karşı yürütülen silahlı mücadelenin içinde aktif olarak yer almışlardır. Ama ne yazık ki aynı yörede yaşayan birçok yerleşim yerinin de koruculuk sistemine sonuna kadar direnerek terör örgütüne müzahir olmaya devam ettikleri de bir gerçektir. Bu durum kaçınılmaz olarak devlet yanlısı/devlet karşıtı ayrımını da beraberinde getirmiştir”.162 Diğer bir deyişle, sistemi reddetmek yerel yetkililer için PKK’yi aktif veya pasif olarak desteklemenin bir belirtisi olarak algılanmaya başlanırken, bu çok işlevli seremoni devlete sadık köylülerin de ortaya çıkmasını sağlıyordu. İktidar temsilcileri ve asker, koruculuğu kabul eden köylülerle birlikte “koruculuk” seferberliği ilan ettiğinde köylülere teşvik ve caydırma ikilemi içinde seçenek sundu ve çatışma bölgesindeki tüm köylüleri bu seçimle yüzleştirdi. Korucu olmak163 bu durumda devletten yana irade göstermekti; karşılığında maaş alacak, yerelde devlet desteğini elde etmiş olacak, çeşitli sosyal haklardan yararlanabilecekti. Aynı zamanda uygulanan gıda ambargosundan, otlatma yasağından, askerlerin birer işkence seansına dönen köy baskınlarından muaf olacaklar; sınır ticareti, kaçakçılık gibi imtiyazlardan yararlanabilecekler, hukuki koruma altına gireceklerdi. Korucu olmanın cazibesi bunlarla sınırlı


245

değildi. Yereldeki çeşitli sosyo-ekonomik güç ilişkileri ve sosyal bağlar da etkili oluyordu. Kan davasına, toprak anlaşmazlıklarına, güçlü ailelerin zorbalıklarına, köydeki hasımlıklara karşı koruculuk bir üstünlük ya da eşitlik sağlıyordu. Bunların yanında koruculuğu reddettiğinde yerinden yurdundan göç ettirilme veya diğer korucular ile askerin açık hedefi olma tehdidi de koruculuğu seçmede belirleyici bir faktör oldu. Bazı durumlarda da köyden korucu olan birkaç ailenin köyün tamamını PKK’nin saldırılarının merkezi haline getirmesi karşısında çaresizce koruculuk tercih edilebiliyordu. Tüm bu karmaşık ilişkiler, ödüller ve amiller çerçevesinde hatırı sayılır sayıda köylü korucu oldu. Köy koruculuğunun iktidar tarafından yaygınlaştırılma faaliyetleri karşısında PKK köy koruculuğu sistemine katılan Kürtleri hain ilan etti. 164 Bu ilandan sonra koruculuk yapan köyleri bütün olarak hedef seçti. Yaptığı baskınlarda korucularla beraber masum kadın, çocuk ve yaşlı dahil aile üyelerini vahşice öldürdü. Bu durumda asker ve korucular intikam amaçlı misilleme olarak korucu olmayan köylere operasyon ve baskınlar düzenleyerek zalimce sorgulamalar yapmaya başladılar. Failler bulunamadıkça köy baskınlarının boyutu gün geçtikçe arttı; toplu infazlar yapıldı. Köy boşaltmalar rutine bağlandı. Helsinki İzleme Komitesi’ne açıklama yapan bir köylünün anlattığı gibi, köyler tahrip edildi, tarlalar yakıldı, hayvanlar öldürülüp köylüler sürgüne gönderildi:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Beş binin üzerinde kavak ağacı, dört tondan fazla buğday, köyün etrafındaki bütün ormanlık alan, köylülerin otlarıyla birlikte yirmiden fazla ahır... Şimdi köy boşalmış durumda, bütün evlerin yakılacağını adımız gibi biliyoruz... Köyün dışına çık(arıl)dığımız an hayvanlarımız askerler tarafından taranıyordu. Bitişikteki M. köyünün arılarını dahi kovanlarıyla birlikte yaktılar... Önümüze iki seçenek koymuşlardı. Ya korucu olup ölecektik, ya terk ve açlık... Biz nerelerde nasıl barınacağız?.. Çocuklarımızı neyle doyuracağız?165

İkinci seçenek olan koruculuğu reddetmek çileli bir yolu seçmek anlamına geliyordu. İktidarın tüm caydırıcı tuzaklarına rağmen daha büyük bir kesim koruculuğu kabul etmedi. Bunun nedenleri arasında en hatırı sayılır gerekçe, siyasi olanıydı kuşkusuz. Zira PKK 90’lı yıllara gelindiğinde iddia ve söylemleriyle Kürt coğrafyasında önemli bir yaygınlık kazanmış, kültürel bir egemenlik kurmuştu. Kürt coğrafyasında bu söyleme aidiyet hisse-


246

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Arada kalan köylülerin koruculuğa meyletmesini eski bir korucu, “Devletin gücünü kullanarak gelişen illegal örgütler bölge halkını baskı altına almışlardı. Örgütten ayrı olarak, daha önce korucu olanlardan da sürekli tehdide, ev baskınlarına ve hakaretlere maruz kalmıştık... Bölgede korucu olanlar devletin gücünü arkasına almış oluyor ve güçleniyorlardı... O zamanlar korucu olanlar, bir nevi kendini hem PKK’den hem de devletten kurtarıyordu. Onun için korucu olmak tek çareydi” diyerek anlatıyordu.166

den kitle açısından koruculuk “ihanet”, “kendi çocuklarını öldürmek”, “kendi halkına ateş açmak” olarak algılanmaya başlanmıştı. Kürt silahlı hareketinin 1999 yılına kadar 30 bin üye toplaması, geniş akrabalık ilişkilerine sahip Kürtleri neredeyse tümünü etkileyen bir taraf duygusuna ulaştırmıştı. Her sülaleden, her köyden insanların tanıdığı gençlerin gerilla olması, köylülerin koruculuğu reddeden siyasi bir tutum almasına yol açıyordu. Bunun yanında PKK’nin katliama varan saldırılarının yol açtığı korku, “Niye devletin işini biz yapalım ki? Devletin gücü yetmiyorsa biz ne yapabiliriz?” şeklinde oluşan güç algısı gibi sebepler de koruculuğun reddine yol açan saikler olarak anılabilir.167 Koruculuğun yaygınlaşması sadece zorlama nedenine bağlı deGEÇİCİ KÖY KORUCU OLMA SEBEPLERİ

SAYI

YÜZDE(%)

İŞSİZLİK

879

71

YOKSULLUK

627

51

GÜVENLİK KAYGISI

721

58

ÜLKE SEVGİSİ

655

53

DİĞER

151

12

Karataşoğlu, Soner ve Akpınar, Mehmet; Geçici Köy Koruculuğu Sistemi Üzerine Bir Saha Çalışması: Beytüşşebap Örneği, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, Güz-2011, Cilt:10, Sayı:38’den (TBMM, 2013, s. 133)


247

ğildi. Bölgenin sosyo-ekonomik durumu da bunun yaygınlaşmasını sağlayan özelliklere sahipti. Devletin iktidarını koruma refleksine halkın ortak edilmesi planında korucular, ellerinde silahlarla bir güç olmuş ve resmi imtiyaza sahip kılınmış on binlerce korucu bu yoksul topraklarda geçimlerini sağlama ve üstelik de nüfuza sahip olma imkânına kavuşmuştu. İsteyen herkesin korucu olabildiği bu ortamda “devletten yana olma” dışında herhangi bir kriter ortaya konmuyordu. Bu da pek çok kişinin koruculuğu gelir kapısı olarak görmesine yol açıyordu. Zira korucularla yapılan bir saha çalışmasında uygulanan ankete katılanların koruculuğu isteme nedenlerinden birincisi yüzde 71’le işsizlik olarak gösterilirken, yüzde 51 oranında yoksulluk gösteriliyor. Koruculuk sisteminden memnun olanlar ise yüzde 45 iken memnun olmayanlar yüzde 55 oranında görülüyor. Ankete katılan korucuların yüzde 70,3’ü ilkokul mezunu; yüzde 8,7’si sadece okuma-yazma biliyor; yüzde 4,8’i ise okuma yazma dahi bilmemektedir. Yüzde 7’si ise ortaokul mezunu.168 Koruculuğa katılımın nedenleri hakkında ortaya konabilen nadir araştırmalardan biri olan ve TBMM raporunda geçen veriler, genel gözlemleri destekler nitelikte “işsizlik ve yoksulluğun halkı koruculuğa sevk ettiği” yönünde olmakla beraber, göç eden pek çok mağdurun dile getirdiği “zorlamanın” etkisi sadece koru-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Arazisini ekemeyen, hayvancılığı sürdüremeyen bölge halkının istihdam ile koruculuk ilişkisini Babat Aşireti’nin ağası, “Gerçeğini sorarsan koruculuk maaşından başka hiçbir hayat durumları yok. Her evde beş on çocuk var. Bu da bir imkândır işsizliğe. Başka ne yapacaksın?” diye anlatıyordu. (Babat, 1993)


248

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Resmi rakamlarca korucuların 20 bin 319’unun görevi ihmal suçu işlediği açıklanmıştı.

cu olanlarla yapılan bu araştırmaya yansımamıştır. Bölgede savaşan ama bölgeyi tanımayan devletin kolluk güçlerine yerelde keşif ve istihbarat toplamak, korucuların sağladığı bir imkân oldu. Korucular, Kürt hareketinin kitleselleşmesini önlemek üzere militanların ilişki ve kanallarını öğrenmek için kullanıldı. Bunun yanında devlet iktidarı açısından militer anlamda da Kürt ulusal silahlı güçleriyle yerel mücadelede avantaj sağlayacak işlevleri vardı. Gerillalarla mücadelede bölgeyi tanıdıkları için pusu ve operasyonlarda büyük yerel destek verdiler. Kürt hareketinin yasal ve yasadışı örgütlenmesinde yer alan insanları tehdit ederek, kaçırarak ve suikastlar düzenleyerek halk arasında korku saldılar. Korucuların karıştığı suçlar Devletin iktidarını korumak için göze aldığı her türlü aracı seferber etmesine rağmen gelişen Kürt hareketine paralel olarak koruculuk da her şeyine müsamaha gösterilen ve devletin kirlileşen


249

savaşında kullanılan bir öğe haline dönüştü. 1985 yılından itibaren her geçen gün artan savaş hali, kimsenin kaçamadığı ve herkesin etkilendiği bir hal aldı. Bu toz duman ortamında kurulduğundan 1997’ye dek, 23 bin 817 geçici köy korucusu görevinden uzaklaştırıldı. Bu korucuların 20 bin 319’unun görevi ihmal suçu işlediği açıklandı. Bunun dışında köy boşaltma ve yakma, faili meçhuller, uyuşturucu yetiştiriciliği ve kaçakçılığı, insan öldürme, kadınlara yönelik taciz ve tecavüz fiilleri, arazi gaspı ve dolandırıcılık, hırsızlık, işkence ve kötü muamele, adam kaçırma ve yaralama, silah ve insan kaçakçılığı vb. gibi pek çok suç işledikleri konusunda hem ithamlar hem de davalar sürüp gitti. İçişleri Bakanlığı’nın açıkladığı rakamlara göre (2006), koruculuk uygulamasının başlatıldığı tarihten itibaren geçen 21 yılda, 2 bin 402 korucu terör suçlarına karışmış; 936 korucu hakkında mala karşı işlenen suçlardan, 1234 korucu hakkında şahsa karşı işlenen suçlardan, 428 korucu hakkında da kaçakçılık suçundan işlem yapılmıştı.169 İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) kendilerine yapılan başvurular ve basına yansıyan olaylardan derleyerek hazırladığı “Köy Korucuları Özel Raporu”na (2009) göre ise korucuların karıştığı yüzlerce insan hakkı ihlali şöyle tasnif edilmişti:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

KÖY KORUCULARI TARAFINDAN(1990- 2000) GERÇEKLEŞTİRİLEN İNSAN HAKLARI İHLALLERİ BİLANÇOSU Köy Yakma

38

Köy Boşaltma

14

Taciz ve Tecavüz

12

Kaçırma

22

Silahlı Saldırı

294

Silahlı Saldırı Sonucu Yaralananlar

176

Silahlı Saldırı Sonucu Yaşamının Yitirenler

132

Kayıp Olayı İnfaz Gasp İşkence-Kötü Muamele Gözaltına Alma İntihara Sebebiyet Verme Ormanlık Alan Yakma

2 50 70 454 59 9 17

Bu bilgiler, Diyarbakır İnsan Hakları Şubesi’ne yapılan başvurulardan ve günlük gazetelerden derlenmiştir. İstatistiği verilen olaylar, direkt olarak korucular tarafından gerçekleştirilmiştir. Bunlara asker veya diğer güvenlik kuvvetlerinin müdahalesi söz konusu değildir. Köy Korucuları Tarafından 1990- 2002 Yılları Arasında Gerçekleştirilen İnsan Hakları İhlalleri Raporu, Diyarbakır İnsan Hakları Şubesi (2002) ; http:// www.ihddiyarbakir.com/dosya/raporlar/2002/rapor/korucu.htm


250

İHD’nin tasnifleyerek sunduğu bu saptamalara ek olarak suça karışan korucu sayısı sivil toplum kuruluşlarına göre 10 binin üzerindeydi. Bu rakamlar veya resmi rakamların gösterdiği gibi, bu yerel gücün suç profilinin düzeyi oldukça yüksekti. Kimi görev ifası esnasında, kimi görev kılıfı altında kişisel çıkar sağlamak üzere, kimiyse tamamen kişisel nedenlerle devlet gücünün kullanılmasıyla ortaya çıkan bu suçlar şu şekilde tasniflenebilirdi: Faili meçhul cinayet, yargısız infaz, tecavüz, gasp, soygun, adam öldürme-yaralama-kaçırma, patlayıcı madde kullanma, hırsızlık, zorla çek-senet imzalatma, ormanlarda yangın çıkarma, zirai mahsul ve otları yakma, dolandırıcılık, rüşvet, zimmet, çocuk kaçırma, rehin alma, tehdit, kadın ticareti, uyuşturucu-silah-mühimmat-canlı hayvan-tarihi eser kaçakçılığı ve çevre suçları. Kürt coğrafyasında devletin güvenlik güçlerinin sahip olamadığı pek çok değerli bilgiyi, deneyimi sunarak ve askeri destek vererek Kürt siyasi hareketinin güçlenmesini önleyen saik olarak örgütlenen “köy koruculuğu” bölgede epey bir imtiyaza sahip olmuştu. Yukarıda belirtildiği gibi, devletin sadık vatandaşları olarak yerel yönetimlere getirilmeye çalışıldığı,170 ihalelerin koruculuğu benimseyen aşiret kökenli işadamlarına verilerek onlara rant aktarıldığı kanıtlarla ortaya konulmuş iddialardı. Ancak bunun dışında korucuların yaptığı hak ihlallerinin güvenlik güçleri ve yargı tarafından görmezden gelinmesi ve cezasızlıkla değerlendirilmesi, korucuların silah gücüyle bölgede kişisel menfaat sağlamak üzere tehdit, şantaj yoluyla para sızdırma, adam kaçırıp fidye isteme, kişisel husumetten dolayı ev yakma, adam öldürme gibi pek çok suça karışmasının da yolunu açmıştı. Alenen ve sürekli hale gelenlerin ancak görevden çıkarıldığı ve yargılandığı bu süreçte bile ortaya çıkmış suç oranları korkunç boyutlara varıyordu. Tek başına bu rakamlar bile Kürt coğrafyasında yaratılan kaosun ve ihlallerin devlet lehine işleyen bir mekanizmaya dönüştüğünü gösteriyor. Zira yaratılan bu ortam, korucu olmayanları bunaltan, onları koruculuğa ve göçe zorlayan bu ortam, kontrolsüz görülen fiillerin bile devlet iktidarı tarafından nasıl toplandığını, işlendiğini ve kullanıldığını anlatıyor.171 Koruculuk konusunu ele alırken 1992’de gerçekleştirilen “Çalpınar vakasını” bir örnek olay olarak almak çok öğretici olacaktır. Bu olay, korucuların askeriyeyle ilişkisini, hangi işlerde kullanıldıklarını, hak ihlallerine karışma düzeylerini, suç işleme potansiyellerini, köylülerle ilişkilerini ve devlet organlarınca korunma biçimlerini çok iyi gösterdiği gibi sürdürülen mücadelede kullanılan manipülatif teknikler hakkında da bilgiler veriyor. Bu olayda 20

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


251

Nisan 1992’de Mardin Ömerli ilçesinin Site (Çalpınar) köyünden hareket edip, cezaevindeki yakınlarını görmek üzere Midyat üzerinden Nusaybin’e gidecek köylüleri taşıyan minibüs Midyat’ın Tinate köyünde durduruldu. Uzun zamandan beri korucu olmaları yönünde baskı yapılan köylüler araçtan indirilerek bir listeye göre isimleriyle çağrılmaya başlandı. Minibüsü durduranlar kısa bir sorgudan sonra minibüste bulunan 17 kişiyi kurşuna dizdi. 8 kişi öldü, 9 kişi de yaralandı.172 Resmi açıklamalarda PKK’ye yüklenen eylemle ilgili basında da bu yönde haberler çıktı. Olaydan yaralı olarak kurtulanlardan Yusuf Acar, Diyarbakır Devlet Hastanesi Yoğun Bakım Servisi’nde gazetecilere, “Tinate Köyü korucuları tarafından yolda durdurulduk. Arama yapacaklar zannettik ama üzerimize ateş açtılar. İki kurşun bana isabet etti” diyerek birinci ağızdan tanık olarak olayın korucular tarafından yapıldığını söyleyecekti. Yine yaralı olarak kurtulan minibüs şoförü Halit Akhan’ın da gazetecilere anlattıkları, olayın tanıdıkları korucular tarafından yapıldığını doğruluyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Korucular yolu trafiğe kapatmışlardı. Başlarında korucubaşı vardı. Durmamız için işaret ettiler sonra ellerindeki listeden isimlerini okudukları köylüleri indirip tek sıra haline getirip kurşuna dizdiler. Sonra bize de ateş etmeye başladılar, biz de dolmuştan inip ormanlık alana doğru kaçarak canımızı kurtardık.

Yıllar sonra o olayda yer alan eski korucu Ethem Seyhan şunları anlatarak cinayetlerin korucu ve askerlerin ortaklaşa yaptığını doğrulayacaktı: Korucubaşı, akşam korucuları toplayarak “Yarın Çalpınar köyünden Midyat’a 3 PKK’li gidecek. Biz de arabaların önünü kese-

Resmi açıklamaların PKK’nin yaptığını söylediği Çalpınar olayından kurtulan köylüler, olayın korucular tarafından gerçekleştirildiğini iddia ediyorlardı.


252

Koruculuk yaptığı 1990’lı yıllardaki olayları 26 Şubat 2010’da Dicle Haber Ajansı’na (DİHA) anlatan Ethem Seyhan, pek çok karanlık olayı aydınlatırken koruculuk hakkında da bilgiler veriyordu.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

rek onları yakalayıp devlete teslim edeceğiz ve bizi mükâfatlandı­ racaklar” dedi. Sabah saat 05.00 gibi arabalarla 27 korucu ve Kutlubey Köy Karakolu’ndan Uzman Çavuş Ali ve Arif de bizimle birlikte geldi. Alkadasuse bölgesine geldik, burada pusuya yatarak Çalpınar arabalarının gelmesini bekledik. Aradan bir saat geçti ve araba geldi. Hemen önünü kestik ve yolcuları indirdik. Korucubaşı, bütün yolcuları tek sıraya dizerek, onlara “Ben kimin ismini okusam öne çıkacak” diye bağırdı. Daha sonra 4 ismi saydı, onlar öne çıktılar. 4 kişiyi yan yana dizen korucubaşı, silahının namlusunun en başta bulunanın karnına dayayarak ateş etti. 4 kişi orada yere yığıldı. Daha sonra hepimiz arabayı taradık.173

Bu olayda Çalpınar köyünün muhtarı iken kafası koparılıp parçalanarak öldürülen İsmet Acar’ın kardeşi Osman Acar, yargılanmaya başlayan korucuların baskılarıyla ilgili şunları söylemişti: Korucular tarafından savrulan tehditler yüzünden evimizde kalamıyorduk. Yine aynı köyde oturan kardeşimin evinde kalıyorduk. İki sene sonra bir gece aniden yine C.K.’nın başını çektiği korucular evin önüne geldiler. Saat sabaha karşı 03.00’tü. “Aç kapıyı, yoksa evi bombalarız” diyerek kapıyı yumrukladılar. Eşimin, “Burada erkek yok, gidin” demesine rağmen evi taramaya başladılar. Oradan çok zor kurtulduk. Sonradan 850 mermi topladık evin içinden. İmdadımıza köylüler yetişti. Sonradan bu durumdan rahatsız olan bazı köylüler toplanıp, “Osman Acar siz burada oldukça biz bunlardan kurtulamayacağız. Bu köyden gidin yoksa hem kendinizin hem de hepimizin başını belaya sokacaksınız” diyerek bizim gitmemizi istediler. Biz de sabahın erken saatlerinde hayvan postları giyerek koyunların arasına karıştık ve bir çobanın eşliğinde dağlardan geçerek kaçtık.174


253

Çalpınar olayıyla ilgili dava, 20 Ekim 2000’de “yeterli ve inandırıcı delil bulunmadığı” gerekçesiyle beraatla sonuçlandı. Yargıtay’ın bozduğu karar için yürütülen tekrar davası 7 Şubat 2002 tarihinde bu kez korucuların ömür boyu hapis cezası almasıyla sonuçlandı. Yargıtay’ın tekrar bozduğu dava tekrar görüldü. 18 Eylül 2008 tarihinde Denizli 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nce koruculara ağır cezalar verilerek sonuçlanan dava, aynı zamanda devlet mahkemelerinin “devlet içindeki gayrimeşru fillerin” onayı niteliğindeydi. Kuruluşundan itibaren suçlamaların eksik olmadığı koruculuk sistemine en fazla işkence ve kötü muamele suçlamaları yöneltilmişti. Mağdurların anlattıklarına göre, gerek operasyonlar sırasında, gerekse bulundukları köyün güvenliğini sağlama esnasında sivil halk üzerinde keyfi bir baskı uygulanıyordu. Hatta koruculuğa blok olarak geçen aşiret ve ağaların bölgelerinde soruşturmayargılama mekanizmaları kurarak özerkleştiği iddiaları bile vardı. Keza Cizre’de aşiret ve korucubaşı Kamil Atağ’ın kardeşi Mehmet Nuri Binzet, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı 14.07.2009 tarihli ve 2009/906-1040-972 soruşturma, esas ve numarasıyla hazırlanan iddianamedeki ifadesinde, birçok faili meçhul cinayeti ve Atak’ın Kuştepe köyündeki evinin alt katının sorgu odası olarak kullanıldığını ayrıntılarıyla anlatıyordu. Eski bir korucu olan Mehmet Nuri Binzet, mahkemede 90’lı yıllarda Cizre’de bütün korucuların evlerinde demir parmaklı nezarethaneler bulunduğunu söylüyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Burada işkenceler yapılıyordu, tırnaklar çekiliyordu. İnsanlar arabaların tekerliğine yerleştiriliyordu. Bazı kişileri burada tutuyorduk. Sonra jandarma gelip alıyordu. Bunlar şüpheli kişilerdi. Kamil Atağ’ın evinin altında nezarethane vardı. Bir süre sonra nezarethaneler cephaneliğe çevrildi. Burada mermi, uçaksavar ve LAW silahları bile vardı. Hatta o dönemde oralarda yapılan işkencelerden ses çıkmaması için kapılara süngerler çekmiştim. Nezarethanede bulunan bir bayan PKK’lı elleri askıda ve çıplaktı. Ben poşuyla kapattığım için... beni... Şikâyet etti. Bundan sonra sorgulara almadılar.175

2009 yılında Kuştepe köyünde yapılan kazılarda, kayıplara ait olduğu düşünülen 20’ye yakın kemik bulundu. 90’lı yıllarda köyde yaşayan ve ardından köyü terk eden köylülerin ifadesine göre, köyün birçok noktasında toplu mezarlar vardı. Köyden kaçan Molla Fethi Tanrıverdi adındaki bir tanık da halen yıkık olan ve


254

terk edilmiş evinin bodrumunun altında da insanların öldürüldükten sonra gömüldüğünü söylemişti.176 Bunun gibi pek çok iddiaya göre, Kuştepe köyünü üs olarak belirleyen korucu aşireti, bölgedeki köylerde istihbarat yapıp, şüphelileri sorgu odası olarak kurulan mahzenlerde günlerce sorguluyorlar, işkence esnasında ölenleri ya da suçlu olduklarına kanaat getirdiklerini öldürüp çevrede belirledikleri bazı alanlara gömüyorlardı. Güvenliğin koruculuk aracılığıyla taşeronlaştırılması da diyebileceğimiz bu olgunun en görünür iddialarının olduğu yerlerin başında ise Urfa Siverek bölgesi geliyordu. Burada kalabalık bir aşiretten oluşan Bucaklar başından beri devlete koşulsuz destek verip güvenliğin taşeronluğunu alırken iddiaya göre bunun karşılığında neredeyse özerk bir yönetim hakkı elde ettiler. Bu kalabalık aşiret üyelerinin tamamına yakını kamyonlarla getirilen silahlarla donatılıp korucu maaşına bağlanırken, yol arama, gözaltına alma ve sorgulama yetkilerini de kullandılar.177 Bölgede herkesin bildiği ve dile getirdiği üzere Kürt siyasi hareketine destek veren Kürt politikacıları, sempatizanları, gazetecileri ve ihbar edilen şüphelileri kurdukları sorgu odalarında işkenceyle sorgulamışlar ve kendi bölgelerindeki tarlalara gömmüşlerdi. Örneğin, gazeteci Nazım Babaoğlu’nun 12 Mart 1994’te kaybolmasından sonra ortaya çıkan tanıklar, gazetecinin korucular tarafından sokaktan alındığını, Bucakların üs olarak kullandığı köye götürüldüğünü ve gazetecinin bu sorgu odalarında görüldüğünü178 söylüyorlardı. Bucak korucularının niteliğini gösteren diğer bir vaka da politik kimliğiyle tanınan Hüseyin Taşkaya’nın 6 Aralık 1993’te birçok tanığın gözü önünde Bucak korucuları tarafından gözaltına alınıp bir daha akıbetinin öğrenilememiş olmasıydı.179 Eşinin politik nedenlerle hapse girip çıktığını, sonra emlakçılık yaptığını ve bazılarını tanıdığı korucu ve askerler tarafında evden götürüldüğünü söyleyen Sultan Taşkaya, ilk zamanlar korkutarak eşini arama fırsatı bile vermediklerini söylüyordu. Görüştüğü jandarma yetkililerinin Hüseyin Taşkaya’nın Bucak Aşireti’nin elinde olduğunu söylediğini aktaran kadın, yirmi yıllık arama sürecinin sonuçsuz kaldığını belirtirken yaşadıklarını da şöyle dile getiriyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

“Siz de ölmek istemiyorsanız buradan gidin” dediler. Biz de kaçtık, İstanbul’a geldik. Bir haftanın içinde. Biz bilmiyorduk burada ne yapacağımızı. Biz burada aç kaldık. Malımıza mülkümüze her şeye el koymuşlar. Sefil olduk buralarda. Büyük oğlum doktorlu-


255

ğu kazanmıştı. Küçükler okuyordu. Hepsi okulu bırakmak zorunda kaldı. İşe girmek zorunda kaldılar. Çok kötü günler geçirdik. İlk geldiğimizde kimse bize ev vermedi. Doğudan geldik diye.180

Koruculara sağlanan yetkiler ve yaptıklarından kolay kolay hesap sorulamaması, onların keyfi biçimde davranmasına ve kötü muameleyle işkence yapmasına da zemin hazırlıyordu. Bu yöndeki yoğun iddialar dışında korucular aynı zamanda en çok bu nedenlerden ötürü yargılanıp ceza aldılar. Korucuların edindiği bu yetkiyle köylüler üzerinde uyguladığı keyfi baskı ağı, 1993 yılında Mardin ili Midyat ilçesi Bağlarbaşı köyünde olduğu gibi bölgenin birçok yerinde görülmüştü. İHD’ye181 göre, bu köye düzenlenen baskın sırasında, köy imamı Abdülvahap Altınkaynak, cami hoparlöründen anons yapmak üzere çağrılmış, korucubaşı toplanan kalabalığa yaptığı konuşmada imamın Ermeni olduğu iddiasında bulunmuş ve beraberindeki koruculara imamın köydeki kiliseye götürülüp kiliseyle beraber yakılması emrini vermişti. Korucubaşı, korucuları da yanına alarak imamı kiliseye götürmüş, önce işkence ettikten sonra saçlarını ve bıyıklarını ateşe vermişti. Köylüler kiliseye gidinceye kadar imamın vücudunun işkenceden paramparça oluğunu anlatan tanıklar, korucuların daha sonra kendilerini sıra dayağına çekerek tehdit ettiklerini söylüyorlardı. İHD açıklamasında, kaymakamlığa yapılan başvuruların sonuçsuz kaldığı olay esnasında köye askerlerin geldiğini, imamı sorduğunu, korucuların imamın kaçtığını söylediklerini, ertesi gün ise OHAL Bölge Valiliği’nin, köyde “bir teröristin ölü olarak ele geçirildiği” açıklamasında bulunduğunu anlatılıyordu.182 Korucuların “terörle mücadele” adı altında ve cezasızlık zırhı içinde giriştiği bu türden işkence ve infaz vakaları Kürt coğrafyasının neredeyse tümünden gelen iddialarla doluydu. Yapılış biçimleri, yerleri, zamanları ve içeriği bakımından farklı olsa da işkence ve infaz vakaları korucularla ilgili bölge halkının zihnine yerleşmiş korkulardı. Zira gizlenemez nitelikte ortaya çıkmış örnekleri bile koruculuğun bu konudaki acımasız yönünü ortaya koyuyordu. İHD verileri, korucuların görev ifası esnasında yaptığı hak ihlalleri arasında yukarıda anlatılana benzer kötü muamele ve işkence türünden saptanmış 454 vakasının olduğunu saptarken, 38 köy yakma, 14 köy boşaltma ve 17 ormanlık alan yakma olayına karıştıklarını açıklıyordu. Bu türden olayların gerçekleşme biçimi de suç niteliğine girebilecek cinstendi. Gazeteci Yaşar Parlak’ın anlat-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


256

tığı gibi, 24 Temmuz 1993’te Silvan’ın Ormandışı köyünü basan korucular, “bağırarak bu köyün çocuklarının gerilla olduğunu söyledikten sonra gelişigüzel ateş açtılar. Korucuların mezralarına doğru geldiğini gören Nesisat ile Hamit adlı köylü Kuran-ı Kerim’i çıkararak evlerini ve ürünlerini yakmamaları için koruculara yalvardılar.” Dönemin tanığı şöyle anlatıyor: “Buna rağmen korucular evleri de, ürünleri de yaktı. 70 yaşındaki Seve Nifak ile 7 yaşındaki Cihan Matyar’ı öldürdüler. Telsizle Jandarma’ya ‘Teröristlerle çatışıyoruz’ diyerek yardım istiyorlardı.”183 Köylerin boşaltılmasını ve arazilerle ormanların kullanılamaz hale getirilmesini anlatan Şükrü Kursu adlı mağdur da korucuların bu işteki rolünü gözler önüne seriyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

1994 yılına kadar Diyarbakır ili Silvan ilçesi Ergani köyünde oturuyorduk. Köyde 45-50 hane vardı. Fakat 1994 yılında güvenlik güçleri tarafından köyde tüm evler boşaltıldı. Zorla hepimiz çıkarıldık. Diyarbakır’a gelip zor koşullar altında yaşamaya başladık. 1994 yılından beridir. Arazilerimizi hiç ekemedik. Ekmek amacıyla kaç defa girişimde bulunduysak da Silvan’a bağlı Sedekne ve Sıne köyü korucuları bize engel oldular. İki yıl önce yine bütün arazilerimiz, ormanlık ve meyve ağaçlarımızı, bitki örtüsünü tamamen yakmışlar... Bingöl-Lice arasında çatışma yaşanmış. Çatışma sonrası askerler ve korucular yine köyümüze gelip, ormanlık alanı, meyve ağaçlarını mezarlarımı dahi ateşe vermişler. Köyün içinden başlayarak bütün araziyi ateşe vermişler.184

Operasyon, köy baskını, şüpheli araması gibi işlerde 50 kişinin korucular tarafından infaz edildiğinin saptandığı Kürt coğrafyasında, infazlar kişisel husumete de dayanıyordu. Korucuların bir insanı öldürmekteki kolaycılığını ise, amcası gözü önünde öldürülen Mehmet Uykur’un anlatımı ortaya koyuyordu. Uykur’un anlatımına göre, 1994 yılında araçlarının bozulması üzerine Cizre’de tamircide durmuşlar, o sırada yanlarına beyaz Toros’la gelen korucular, amcası Ramazan Uykur’un arabalarına binmelerini istemişti. Bunu reddeden Ramazan Uykur kaldırımdan eve doğru yürümeye başlamıştı. Arabayla kaldırıma çıkarak önünü kesen korucular, tabanca çekerek adamı zorla götürmeye çalışmıştı. Mehmet Uykur olay anını, “Bu sırada tabanca ateş aldı ve amcam yaralandı. Kukel, Kalaşnikov’la amcamı taramaya başladı. Silahı sonra Temel aldı, o da taradı. O sırada ben olay yerine doğru koşmaya başladım, onlar arabaya binip gittiler. Olay çevresindeki bütün es-


257

naflar işlerini kapatıp gitti. Herkes bir köşeye kaçtı” diye anlatırken, sonrasında başına gelenler hakkında şunları söylüyordu: Hayatta kalmak için o dönemde olay yeri savcısına isim vermedim. Bunu, hayatta kalmak için yaptım. Olaydan 4 hafta sonra tanımadığım kişiler beni götürüp, ağzıma tabanca sokup tehdit ettiler. Ben de sustum... kimi isteseydi, kimin öldürülmesine izin verseydi hemen öldürülüyordu. Gündüzleri yüzleri açık bir şekilde vampir gibi adam öldürüyorlardı... Ben bugüne kadar korkumdan ifade vermedim. Bugün burada bile korkuyorum ve can güvenliğim hâlâ yok. O dönem Cizre’de JİTEM, korucu ve emniyet bir olmuş, şehirde terör estiriyorlardı. Babam öldürüldükten 20 gün sonra Mersin’e göç etmek zorunda kaldık. Ben ellerinde Kalaşnikov olan kişilere nasıl karşı çıkayım?185

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Bunların dışında 294 silahlı saldırı düzenlediği saptanan korucuların bunun sonucunda 132 ölüme sebebiyet verdiği belirlenmişti. Örneğin, Siirt Baykan Ardıçdalı köyünde 23 Mayıs 1994 tarihinde korucuların yaptığı infazın biçimi, kişisel husumetin korucularca nasıl sonuçlandırıldığını gösteriyordu. Mele Ahmet Ağırman, köyün muhtarı ve korucubaşını aracıyla ilçeye bırakmadığı gerekçesiyle korucularla tartışmış, 10 gün sonra korucuların sıkı koruması altındaki köye ve Mele Ahmet Ağırman’ın evine 24.00 civarında gerilla kıyafeti giyip kendilerini gerilla olarak tanıtan kişiler gelmişti. Bu olayda Mele Ahmet, eşi Gülistan, çocukları Mazhar, Lokman ve Jiyan taranarak öldürülmüş ve ev yakılmıştı. Ardından aynı grup Mele Ahmet’in akrabası Hafız Çetin Ağırman’ın evine de gitmiş, orada da evi taradıktan sonra bomba atıp evi yakmışlardı. Olayda Hafız Çetin Ağırman ve annesi ölürken; babası, kız kardeşi, iki küçük çocuğu ve eşi yaralı olarak kurtulmuştu. Ayrıca bütün hayvanları yanarak telef olmuştu. Sonuç olarak korucular tarafından korunan köyde saatlerce süren tarama ve ev yakma esnasında 7 kişi öldürülmüş, 5 kişi ağır yaralanmıştı.186 Korucuların yaptığı saptanan taciz ve tecavüz vakası ise sıkça rastlanan ihlallerden biriydi. Her şeye müstahak terör destekçilerine uygulanan tecavüzlerin dışında korucuların yargıya intikal eden pek çok da kişisel tecavüz vakası işlediği görülüyordu. Örneğin, 1991 yılının 27 Ekim günü Van-Hakkâri Karayolu üzerinde yol araması yapan korucuların karıştığı, Yüksekova İlçe Jandarma Bölük Komutanlığı’nca soruşturma açılıp, soruşturma kapsamında dört korucunun yakalandığını bildirdiği olay, korucuların gö-


258

rev esnasındaki istismarlarının hedefinin sadece siyasiler olmadığını gösteriyordu. Bu olayda Abbas Cihanco yönetimindeki bir İran otobüsü durdurularak yolcuların 40 milyon değerindeki eşyalarına el koyan 6 korucunun, otobüste bulunan İran uyruklu iki kadını yolculardan ayırarak tecavüz ettiği iddia edilmişti.187 Yargıya intikal eden R.K. olayı da koruculuk müessesesinin kullanılarak yapıldığı bir durumdu. Diyarbakır il merkezine bağlı Konacık köyünde 10 yaşındaki R.K. adlı kıza kendini “MİT” mensubu olarak tanıtarak zorla 4 ay boyunca tecavüz eden Süleyman adlı korucu hakkında dava açıldı. R.K., Kasım 1996’da yaşadığı tecavüzü şöyle anlatmıştı:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Annemle babam Diyarbakır’a gitmişlerdi. Evde iki küçük kız kardeşimle yalnızdım. Hava yeni kararmıştı. Küçük kız kardeşim tuvaleti geldiği için, onu avluya çıkardım. Kardeşim içeri girince, avluda gizlenen Süleyman Askan arkamdan yetişip saçlarımdan tuttu ve ağzımı kapattı. Elindeki Kalaşnikov silahı ağzıma dayadı. Ve saldırdı. Eğer babama söylersem beni ve ailemi öldüreceğini söyledi. Çok korkmuştum. Silahı da vardı.188

Haziran 1998’de Muş’un Malazgirt ilçesi Nureddin köyünde yeni doğum yapan 18 yaşındaki H.Ö.’ye tecavüz eden ve genç kadını öldürmeye çalışan korucu ise tutuklanarak cezaevine konulmuştu.189 Ağrı ili Doğubayazıt ilçesi Gulisor köyünde özürlü Katıl İlhan’ı (19) aracına alarak tecavüz eden ve tecavüz ettik-

R.K.’nin babası Osman Kaya suç duyurusunda bulunduktan sonra, gerek Süleyman Askan’ın ailesi, gerekse Merner Beldesi Jandarma Karakolu’nda görevli Uzman Çavuş tarafından tehdit edildi ve davadan vazgeçmesi istendi. Geçimini zor sağlayan yoksul Kaya ailesi davanın açılmasından sonra köye de gidemedi ve halanın yanında kaldılar. Baba bu konuda, “Çavuş, evimizi köyden çıkarmamızı istiyor. Sekiz çocuğum var, onları nasıl geçindiririm?” diyordu. (Roza, 1997, s. 3)


259

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Batman Kozluk Güllüce köyünde dedesi ve ninesiyle yaşayan Remziye Dinç (17) 1995’te tarladan dönerken yolunu kesen köyün üç korucusu, “Sesini çıkartırsan seni öldürürüz. Aileni de öldürürüz. Sonra PKK yaptı deriz” diyerek tehdit ettikten sonra genç kıza tecavüz etti. Hamile kalan Remziye Dinç, çocuğunu doğurduktan sonra Çocuk Esirgeme Kurumu’na gönderdi. Yapılan tahlillerle çocuğun babasının tecavüzcülerden biri olduğu kanıtlandı. Ancak açılan davada iki korucu Haziran 1998’de beraat etti. Diğeri 1 yıl 6 ay ceza aldı. (İHD Köy Korucuları Özel Raporu, 2009, s. 22)

ten sonra bıçaklayarak öldüren korucu, yargı önüne çıkarılmıştı. Mahkeme, korucuya tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu ölüme sebebiyet verdiği gerekçesiyle 3 yıl 9 ay hapis cezası vermişti.190 Yargıya intikal etmeyen ancak İHD (2009) tarafından tespit edilip kayıt altına alınan vakalarda geçen tecavüzler de kontrolsüz bırakılan bir gücün dejenere yönünü gösteriyordu. Bu vakaların bazılarının anlatıldığı aşağıdaki olaylarda bu açıkça görülüyordu. 1990 yılının Aralık ayında Batman’ın Kozluk ilçesi Tosunpınar (Ayvaz) köyünde 11 yaşındaki Ş.P. adlı kız çocuğu koyunlarını otlatmaya giderken tecavüz edildikten sonra boğularak öldürüldü. Çocuğun ailesi, olaydan köydeki dört korucuyu sorumlu tuttu.191 1998 yılında suçlanan bir korucu ise Siirt ili Eruh ilçesi Reşine köyünde 31 Ağustos günü Azize adlı bir kadına, evine zorla girerek tecavüz etti.192 1999 yılında uyurken, odaya silahıyla giren korucu akrabası tarafından tecavüze uğrayıp 6 ay boyunca buna maruz kalan, sonra kanamalı hasta olarak Diyarbakır Doğumevi Hastanesi’ne kaldırılan, 8 Kasım günü ölü bir kız çocuğu dünyaya getiren 14 yaşındaki Necla Akdeniz’in başına gelenler ise feodal bir düzende suçlu ile masumun birbirine karışmış ilişkisini anlatıyordu. Akdeniz’in yaşadıklarını anlattığı adli makamlardan bir sonuç çıkmadı. Yakınları, tecavüzcü korucuyla uğraşmak yerine “namuslarını temizlemek” adına kafasına sıkılan


260

iki kurşunla Necla Akdeniz’i öldürdü. Morga kaldırılan cenazeye günlerce kimsenin sahip çıkmaması üzerine, Necla Akdeniz o dönemin İHD Genel Başkan Yardımcısı Osman Baydemir’in girişimi sonucu kimsesizler mezarlığında toprağa verildi.193 Ancak korucuların şiddet ortamını kullanarak sağladığı en büyük kazanç, göç ettirilen köylülerin mallarına, bahçelerine ve tarlalarına el koymak oldu. Bu husus yıllar sonra köylülerin dönmesindeki engeli de oluşturdu. İHD Köy Korucuları Raporu’nda bir mağdur bu süreci şöyle dile getiriyordu: Ben de diğer köylüler gibi korucu baskısında kaçarak Diyarba­ kır’a göç ettim. Geride kalan tarlamı Hazrolu biriyle anlaşarak satmaya karar verdim. Tapulama işlemlerini yapmak için Hazro’ya beraber gittik. Tarlamı sattığım arkadaş tapulama işlemleriyle uğraşırken, ben de adliye koridorundaki banklardan birine oturdum. Adliyede beni gören korucubaşı karakola gidip, “Hükûmet Kona­ ğı’nda bir terörist var” diye ihbarda bulundu. Hükümet Konağı’na gelen yaklaşık 40 kişilik jandarma görevlisi tarafından gözaltına alındım. Birkaç gün sonra serbest bırakıldım. Bu olay üzerine arkadaşım tarlayı almaktan vazgeçti. Köyde tarlası olan ve göç eden tüm ailelerin tarlalarına başta korucubaşı olmak üzere korucular tarafından el konuldu.194

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

İnsan Hakları İzleme Komitesi’ne Abdulkadir A. adındaki bir köylünün anlattıkları ve “Köyde tarlalarım vardı, ancak tarlaları korucular kullanıyor. Toprağımın tapusu var, ama mahkemede dava açmaya korkuyorum” sözleri, koruculuğun bu el koymayı sürdürmek için yaptığı zorbalığı anlatıyordu. Aynı şeyleri bir daha yaşamak istemeyen mağdur, “Köy korucuları dava açmazsam toprağımın bir kısmını kullanmama izin vereceklerini söylediler” diyerek de bu güç karşısında maruz kaldığı acıklı durumu ortaya koyuyordu.195 Kenan Erdem, Mehmet Erdem, Sadi Erdem ve Esin Erdem adlı köylüler, terk ettirilen köylerine başkalarının yerleştirilmesini, “Kayalısu köyünde ikamet ederken 1993 yılında köyümüz devlet tarafından boşatıldı. Boşaltılan köyümüze Diyarbakır’ın çeşitli il ve ilçelerinden ikamet eden şahıslar gelip yaylalarımıza yerleşti”196 sözleriyle anlatıyorlardı. Yine 1994 yılında boşalttıkları köylerine geri dönenlerden Mehmet Tevfik Athan adlı köylü, korucuların çıkar amaçlı baskısını şöyle anlatıyor:


261

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Köyümüze geri dönmeye başladık. Ancak 3 yıldır sürekli koy korucuları tarafından rahatsız edilmekteyiz. Koy korucuları gelip mallarımızı gasp etmekte, hayvanlarımızı çalmakta, bizlere hakaret etmektedirler. Eğer savcılığa ya da başka bir devlet kurumuna gidip şikâyet edersek bizi öldüreceklerini söyleyerek tehdit etmektedirler. Bizim köyde can güvenliğimiz bulunmamaktadır. Hayvanlarımızı çaldıktan sonra bizi çağırıp bizden haraç istemektedirler. Haraç verebilen kişilerin hayvanlarını iade etmektedirler, ancak haraç veremeyenlerin ise hayvanlarını iade etmemekteler. Ayrıca hayvanları ne yaptıkları da bilinmemektedir.197


262

Korucuların göç eden köylülerin mallarına ve topraklarına el koyması ve dönmek isteyen köylüleri çeşitli yollarla engellemeleri sadece tehdit ve fiziki şiddetle uygulamayla sınırlı kalmıyordu. 1994’te koruculuk yapmamak için köyünü terk eden ve 2002 yılında geri dönen Muşlu ailesinden üç kişi topraklara el koyan 20 korucu tarafından yaylım ateşine tutularak öldürüldü. Korucuların sahip olduğu imtiyaz ve cezasızlık zırhı, zamanla kişisel çıkar sağlamak için kullanılmaya da başlamıştı. Devletin vazgeçemediği bu yerel birlikler, asli görevleri esnasında alıştıkları ihlalleri kendi kişisel suçlarıyla birleştirmeye, çıkar sağlamak için düzmece ihbarlardan rant sağlamaya başladılar. 22 adam kaçırarak fidye isteme, 70 gasp suçu tespit edilen korucularla ilgili bu türden suçlamalar içeren yüzlerce de iddia bulunuyordu. Kendisi de uzun süre koruculuk yaptıktan sonra koruculuğu yazdığı bir kitapta anlatan Berdan Akdağ koruculuk ve suç ilişkisini şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Bazı korucular para karşılığında hasımları olan kişileri gözaltına alıp serbest bırakıyorlar, bundan da parasal rant elde ediyorlardı. Devletin koruculara verdiği silahlarla intikam alıp, olayı örgüt üzerine atıyorlardı... Çok sayıda korucu kendi şahsi menfaatleri için koruculuk sistemini kullanarak kaçakçılıktan gelir elde etmişler ve bu süreç halen devam etmektedir... Zamanın yetkilileri tarafından devletin içindeki illegal örgütlerle işbirliği yaparsan güç elde ediyordun. Eğer sadece kendi görevini yapıyor ve kanunsuz işlere bulaşmıyorsan sıradan bir korucu olarak kalmaya mahkûmsun demektir.198

Berdan Akdağ, kendi başına gelenleri de şöyle aktarıyordu:

Babam 1992-1993 yılları arasında yedi kez gözaltına alındı. Her seferinde işkenceye maruz kaldı. 1992 yılında... 30-40 kişilik asker grubu direkt evimize geldi. Sonra babamı çağırdık. Babamın kimliğini istediler, kimliği verdik. Babama, “Sen bizim misafirimizsin” dediler. Üç gün sonra babamın Mardin’de olduğunu tespit ettik... Babamın serbest bırakılması için rüşvet olarak (39.000 lira) Zaim K.’ya verdik. O yıllarda gözaltına alınan vatandaşlara suç bulmak çok kolaydı ve babamı da uyduruk bir gerekçeyle 11 gün işkenceye maruz bırakmışlar, tanınamaz hale getirmişlerdi. Ancak o yıllarda yasalar bölgede işlemiyordu ve devlet diye bir otorite yoktu. Kanunlar rafa kaldırılmıştı ve dönemin yöneticileri kendi kanunlarını yürütüyordu... O günlerde değil bunları dillendirmek, göz göre göre kaybedilen insanların peşinden gitmek bile mümkün değildi.199


263

JİTEM JİTEM’in işlevi Olağanüstü durumlarda sağlanması gereken güvenliğin, hukuki sınırlar içinde tanımlanan devletin tahakküm/şiddet aygıtlarının yasal hareket alanlarının esnetilmesine ve giderek askıya alınmasına yol açtığından bahsetmiştik. Asker ve polis gibi devletin yasal şiddet aygıtlarının içinde devletin korunması için yasal sınırların zorlanması ve suç işlenmesi kriz arttıkça devlet imkânlarıyla suç işlenmesinin olanaklarını yaratmaya başlamıştı. Güvenlik sorunlarının en yüksek seviyeye eriştiği 1990’lı yıllarda ise bu aygıtların dışında tamamen yasallığın dışına çıkıp infaz timi olarak işleyen birimler oluşturulup kontrgerilla savaşının ana bileşeni olarak devreye sokuldu. Dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkan Yardımcısı Hanefi Avcı’nın 4 Şubat 1997’de TBMM Susurluk Komisyo­ nu’na verdiği ifadede sarf ettiği, “Terörle mücadelede hukuk içinde kalınarak bir yerlere gidilemediği görüldü. Bunun için hukuk dışı bir yapılanmaya gidildi... Bu devletin üst kademelerinde alınmış bir karardı. Bu yöntemi ilk olarak JİTEM kullanmaya başladı...” sözleri, JİTEM’in oluşturulma amacını çok iyi yansıtıyordu. Devletin resmi makamlarınca tanınmayan, yargı aygıtı tarafından görülmeyen ama Kürt coğrafyasında 1990-2000 döneminde kayıp, yargısız infaz ve faili meçhul cinayetlerin büyük bir bölümünü resmi hiyerarşik yapının dışında kurularak işleyen; asker, korucu, itirafçılardan oluşmuş bu birim JİTEM adıyla anılıyordu. JİTEM, iktidar krizi yaşayan tüm ülkelerin düşük yoğunluklu savaş yürütürken devreye soktuğu kirli savaş yöntemleri uygulayan birimlerine benziyordu. Yasallık sınırından ve devlet bürokrasisinin terörle mücadelede ayak bağı olan hantal yapısından kurtulmak için kurulan bir yapıydı. JİTEM’in bu amaçla kullandığı yöntemler, derin devlet yapılanmasının yargılandığı Ergenekon Davası’nda JİTEM’in kurucusu olarak yakalanan Albay’ın evinde ele geçen ve “devlet sırrı” kapsamında büyük bölümü gizlenen evraklarda yer alıyordu. Basına sızan ve iddianamede özetlenerek yer alan bu evraklara göre “JİTEM, ‘terörist’ olduğuna inandığı kişilere yönelik eylem yaptıktan sonra, olay yerine PKK ve ERNK imzasını taşıyan bildiriler bırakmayı yön­tem olarak benimsemiş, terör örgütlerine sızma ve karşı eylem için başka terör örgütleriyle irtibat” kurulmuştu. Bu belge­lerde “terör örgütünü geri bölgesinde vurabilmek amacıyla bir başka örgütle görüşmeler yapıldığı ve örgütün en üst seviyele­

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


264

rine kadar çıkıldığı”, “teröristle­re karşı yapılan eylemlerin ardından olay yerine terör örgütle­rince işlendiğine dair süs bırakılması gerektiği”, “terö­ristlerin ve onlara yardım edenlerin evinin uçurulması gerekti­ği” belirtiliyordu. Ayrıca fiillerle ilgili de kayıtlara yer veriliyor, “halkta PKK’ya karşı antipati oluşturulması için eylemler yapıldığı”, “PKK’nın etkin propagandasına maruz kalan yerleşim alanlarında PKK’ya karşı yöre halkının antipatisini kazandıracak hareketlerin deşifre olmadan uygun dozda yapılması” gerektiği tavsiye ediliyor, “yakalanan militanların JİTEM tarafından kullanılması için şahıslara değişik suçlamalar yüklendiği” anlatılıyor, “burada yöre halkının adil ve otoriter davranıştan hoşlandığını da unutmamak gerekir ki bu da suçluyu adil yargılayıp anında infaz durumunu ortaya çıkarır” denilerek bunun devlet terörü yaratmayacak şekilde icra edildiğinde PKK’nın bölgedeki üstünlüklerinden bir tanesini dengelemiş olur” denilerek yargısız infazlar savunuluyordu. İlginç başka ibarelerden bazıları da “yakalanan silah ve mühimmatların kayıt altına alınmamış olduğuna” ve “JİTEM’in PKK adına eylemler gerçekleştirdiği, kir­li silahlar kullandığı, sivil operasyon timleri kurduğu, ev bom­balama200 ve yargısız infazlar yaptığına” dair bilgilerdi.201 JİTEM infaz timlerinin seçtiği hedefler polisin görev alanına düşen kentteki ileri politik unsurlar, öğrenciler, sendikacılar, insan hakları savunucuları, gazeteciler ile yardım yataklık yaptığı düşünülen sivil vatandaşlardan oluştuğu gibi, jandarmanın görev alanındaki kırsaldaki köylüler, çobanlar veya PKK’ye destek veren sivillerden de oluşabiliyordu. İşlenme biçimi olarak kısa süreli sorgular yapılıyor, bu bazen JİTEM’e tahsis edilen özel binalarda ya da bir askeri birlik içinde onlara ayrılan bölümlerde yapılıyordu. Bazen de açık alanda kısa bir sorgudan sonra infaz gerçekleştiriliyordu. Öldürülenler ise yerellerde oluşturulmuş toplu mezar alanı olarak kullanılan boşaltılmış köylere, kuyulara atıldığı gibi, yakılıp sığ toprağa gömülüyor ya da açık alanlarda da bırakılıyordu. Kurbanların alınış biçimlerinde de farklılıklar oluşuyordu. Kimi resmi yollardan alınıp JİTEM infaz timlerine teslim ediliyordu, ama çoğu kez ev baskınları ya da sokaktan kaçırmayla gerçekleşiyordu. JİTEM adıyla anılan bu kontra gücü, onun içinde yer almış insanların anlatımının izinde tanımlamak mümkündür.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö JİTEM’in yapısı ve oluşumu

JİTEM’de görev yapanlar Silahlı Kuvvetler personeliydi. JİTEM, terörle mücadele etmek üzere bağımsız bir yapılanma olarak ku-


265

rulmuştu. İçinde daha önce örgütlerde yer alıp daha sonra teslim olup devlet memurluğuna geçirilmiş itirafçılar, uzman çavuş, astsubay, subaylar ve korucular arasından seçilmiş tetikçiler bulunuyordu. Eski bir istihbarat astsubayın anlatımıyla, “JİTEM kontrolden çıkmış bir güçtü. Devletin her türlü gücünü kullanan başına buyruk bir yapıydı. Yasadışı faaliyetlerin içine girmişti. Hakkâri, Yüksekova, Silopi, Bingöl, Van, Elazığ, Mardin, Cizre gibi yerlerde JİTEM timleri vardı. Bu timler Diyarbakır Grup Komutanlığı’nın şemsiyesi altındaydı ve direkt Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlıydı. Kimseye hesap vermiyorlardı. Mesela Diyarbakır’daki time oradaki bölge komutanı da karışamıyordu. 7. Kolordu Komu­ tanı’nın JİTEM’e sözü geçmiyordu. JİTEM’ciler kendi başlarına bir sistem kurmuşlardı. Jandarma istihbarat elemanı olarak bizler de korkuyorduk JİTEM’den.”202 Resmi başvurularda ve yargı süreçlerinde kabul edilmeyen bu birimle ilgili 2010 yılında iç yazışma metinleri gazetelerde deşifre oldu ve bu vasıtasıyla resmi bir belge bulunabildi. “Jandarma İstihbarat Grup ve Timlerinin Tarihçesi” başlıklı resmi bir askeri

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Deşifre olan belgelerden biri de 1993’te İstihbarat Okullar Komutanlığı’na gönderilen Karargâh Etüdü’nde yer alan JİTEM’in yapısal şemasıydı.203


266

raporda, JİTEM’in 27 Ağustos 1987 tarihinde 3 tim olarak kurulduğu ve zaman içinde sayısının artırıldığı anlatılıyordu. Raporda JİTEM’in 27 Ağustos 1987 tarihinde Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Başkanlığı’na bağlı olarak Mardin, Silopi ve Batman’da faaliyet göstermek üzere kurulduğu, daha sonra Siirt ve Şırnak’ın da JİTEM kapsamına alındığı belirtiliyor, 5 ilde 7 tim olarak görev yapan Jandarma İstihbarat Terörle Mücadele Timlerinin (JİTEM) 14 Eylül 1987’de Jandarma Asayiş Komutanlığı harekât komutasına, Kasım 1988’de de emrine verildiği kaydediliyor ve devamında bu timlerin başarılı olması üzerine 1990 yılında sayılarının 8 grup ve 24 tim olarak artırıldığı belirtiliyordu. Bu tablo ve bunu destekleyen ifadelere göre JİTEM Jandarma Genel Komutanlığı’na ve İstihbarat Başkanlığı-Gruplar Komutanlığı’na bağlı bağımsız bir birim olarak kurulmuş yedi ayrı bölgede konumlanmış grup komutanlıklarından oluşuyor ve tim komutanlıkları ve birimlerle eylem düzenliyordu.204 Bir JİTEM elemanının itirafına göre ise 1998 yılında tim sayısı 60’a varmıştı. Timlerin resmi bir statüsü yoktu. Ordu bünyesinde kurulmuş bu infaz timleri, tamamen illegal bir örgütlenme olarak tanımlanıyor, Emniyet’in, MİT’in ve askeri komutanlıkların sahip olduğu her türlü yetkiyi ve kimliği kullanabiliyorlardı. Emirleri üst düzey emniyet hizmet ve daire başkanlıklarından alıyorlardı. Kullandıkları tesisler, devlete ait her türlü kurumdu. Bunlar arasında emniyet binaları, askeri lojmanlar, JİTEM komutanlıkları vardı.205 2013 yılında eski Jandarma Genel Komutanı’nın verdiği ifadede de “Kendi içinde bir yapılanmaydı. En üstte Jandarma İstihbarat başkanı vardı” denilerek JİTEM’in varlığı en yetkili ağızdan kabul ediliyordu.206 JİTEM’in kuruluşu ve yapısıyla ilgili en net bilgileri ise JİTEM’i kurduğunu söyleyen eski Jandarma Albay vermişti. Verdiği gazete röportajında, “JİTEM’i güvendiği Kürtlerden oluşturduğunu, bu sayede çok önemli ve gizli istihbarat bilgiler edindiğini” söylüyordu. Herkesin bölgesi ve sorumluları olduğunu ve terörist öldürmekten dolayı bir çıkar ağı kurduğunu belirten Albay, “Kelle başına 3 bin lira prim alıyorlardı... Kürtlerden bir grup, leş hesabı yapardı, primler ona göre dağıtılırdı” diye açıklamalarını sürdürüyordu. “Öldürdüğüm PKK’lı sayısını hatırlamam bile söz konusu değil”, “PKK’nın içinde bile adamlarımız vardı, bilgiler anında geliyordu”, “ İzin derdimiz ve sınır derdimiz yoktu. Her yol Ankara misali”, “...tutuklanmam nedeniyle sağlığının bozuldu, ailem de beni terk etti”, “Serbest bırakılınca kızım beni evine almadı”

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


267

diyerek röportaj verdiği gazeteciye gözyaşı döken JİTEM kurucusu Albay, emekli maaşı yetersiz kaldığı için arkadaşlarının kendisine telefon kontörü gönderdiğini söylüyordu. 207 JİTEM’in hiyerarşik yapılanması Jandarma Genel Komutanlı­ ğı’na bağlı İstihbarat Başkanlığı görevinde bir general; JİTEM Gruplar Komutanlığı görevinde bir albay veya yarbay; Diyarbakır JİTEM Grup Komutanlığı’nda bir binbaşı ve ona bağlı olarak Diyarbakır, Batman, Mardin, Elazığ, Van, Silopi, Hakkâri gibi bölgelerde oluşan JİTEM Tim Komutanlıklarında yüzbaşı veya kıdemli üsteğmen rütbesindeki subaylardan oluşuyordu. Her grup veya timde görev bölümüne göre; astsubaylar, uzman çavuşlar, sivil askeri memurlar ve erler mevcuttu. Er, astsubay ve uzman çavuşlar aşırı milliyetçi personelden seçilirken, bu infaz timinin tetikçiliğini yapan elemanlar ise terör örgütünden kopup, güvenlik güçlerine teslim olarak itirafçılık yasasından yararlanan ve geçici köy korucusu statüsüne veya devlet memurluğuna alınan itirafçılardı. JİTEM bünyesine alınacak itirafçılarda aranan özellikler; örgütü iyi bilmesi, strateji alanında ve askeri alanda da iyi eğitim görmüş olmanın yanı sıra evli ve çocuk sahibi olmaması, ailesiyle bağının zayıf olması ve götürüldüğü deneme mahiyetindeki bir iki olayda koşulsuz istenileni yapmasıydı. Daha sonra her birine bir kod adı belirleniyor, bağlı bulunduğu üstüne itaat edecek ve hayatını aldığı talimatlara göre düzenleyecek biçimde JİTEM’e alınıyordu.208 Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesi, 13 Şubat 2006 tarihli kararında Jandarma Teşkilatı’na bağlı olarak faaliyette bulunan bir askeri birim olduğunu hükme bağladığı209 JİTEM’in işlev ve yapısını Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2013/491 nolu iddianamesinde de geçtiği gibi şöyle özetlemek mümkündü:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

JİTEM, istihbarat yapıyor gibi görünmekle birlikte esasen istihbari anlamda bir çalışma yürütmez. Daha çok infaz yapma karakteristiği gösterir. Bu nedenle JİTEM sadece infaz edilecek kişiyi alıp sorguladıktan sonra özellikle kafasına sıkarak infaz yapar. JİTEM’e seçilen kişiler genelde Jandarma İstihbarat biriminden seçilir. Tetikçiler ise bölgesel kültüre hâkim genelde Kürtçe bilen itirafçılar arasından seçilir. JİTEM batıda aktif değildir. Daha çok doğuya yönelik kurulan bir birimdir. JİTEM 1990’lı yılların başlarında faaliyete başladı. Bu faaliyetini özellikle 1996 yılındaki Susurluk Olayına kadar yoğun şekilde sürdürdü.210


268

İç savaşa göre kontrgerilla örgütlenmesi olan JİTEM büyük oranda Kürt coğrafyasında faaliyet göstermekle beraber, zamanla batı illerine de kaydırılıp farklı türden faaliyetlerde kullanılmıştı. JİTEM’in itirafçı elemanları Murat İpek ve Murat Demir’in provokasyon ve suikast gibi işlerde kullanılmak üzere batı illerine kaydırıldıklarını anlattıkları röportajları, kontra faaliyetlerin genel doğası hakkında önemli ipuçları veriyordu. Buna göre 1 Mayıs 1996’da üç eylemcinin ölmesiyle sonuçlanan gösterilerde JİTEM görevlisi Murat Demir211 ör­gütlerin içine sızıp eylemcileri kışkırtırken, diğer itirafçı Murat İpek gibi başka tetikçiler ise kargaşadan yararlanıp önceden belirlenen hedefleri vurmuştu. Murat Demir’in anlatımıyla:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Bölgeden (Güneydoğu) alınıp, metropole çekilince, Diyarba­ kır’dan tanıdı­ğımız bir üst düzey istihbaratçı bizi çağırdı, “Grup amirimiz size bir görev verecek” dedi. Grup amiri ile görüştük. Görevin 1 Mayıs’la ilgili olduğunu anlattı. Benim görevim, örgütlerin içine sızıp onları yasadışı eylemler için provoke etmek ve halkı galeyana getirmekti. O kargaşada ortalık karışınca belli hedefler ortadan kaldırılacaktı. Benim bazı örgüt mensuplarıyla ahbaplığım vardı. Mesela MLKP’ye sızmıştım. Ama oradakileri biraz sevdiğim için TDKP içine girmeyi tercih et­tim. 1 Mayıs (1996) sabahı “Niyazi” adlı bir arkadaşla beraber örgütün verdiği kıyafetlerle maskeli olarak TDKP safla­rında yer aldık ve sloganlar atarak yü­rümeye başladık (...) 1 Mayıs günü daha önceden içine sızdığım TDKP’li­ lerin arasında sloganlar atarak yürü­yordum. “Niyazi” adlı bir arkadaş da benimleydi. Böyle toplumsal olaylarda ilk sloganı attıktan sonra gerisi kolaydır. Saat 10.00 civa­rında sağa sola saldırma gibi hareketlere gi­riştik... 5-6 itirafçı getirilmişti oraya... Mesela Murat İpek oradaydı. Ke­nan Esatoğlu diye bir arkadaşımız vardı, o da oradaydı; HADEP içine sızmıştı tahmin ediyorum. Şahittin Güvercin oradaydı. O da DHKP içindeydi. Ama ilk vurulan, bizim saflarımızdaydı. Camlara ilk ben saldırdım. Niya­zi arkamdan geldi. Sopalarla o cama vur, bu cama vur derken, oradaki in­sanlar da bize bakarak galeyana gel­diler ve onlar da dükkânlara saldır­maya başladılar. Bunun üzerine polis müdahale etti. Hatta bizi de dövmeye başladılar. Gidip po­lislere, “Bizi devlet gönderdi” desek, oradakiler bizi linç edeceklerdi. Mecburen sustuk ve bolca dayak yedikten sonra vapurla karşıya geçtik. Ni­yazi’nin Çerkezköy’deki büfesine gittik. Sonra ben gi­dip yazılı raporumu verdim. Dayak yediğim için 50 milyon tedavi parası verdiler.212


269

Olayda yer alanlardan Murat İpek ise şunları anlatıyordu: Sabah 7 civarında Terörle Mücadele’nin kırmızı Toros zırhlı ara­ cına binerek Altıyol’a geldik. Ora­larda Diyarbakırlıların bir yerinde kahvaltı ettik. Olaylar kızışana ka­dar orada bekledik. Bize söylenen fazla “zıplama” olacağıydı. Yani bazı insanlar öne çıkarılacaklar, onlar kameralarla anında tespit edilip bilgisayardan kimlikleri saptanacak ve ona göre müdahale edilecekti. Aslında aralarında bizden arkadaş­lar olduğunu biliyorduk, ama han­gisinin hangi gruba yerleştirildiğini bilmiyorduk. O yüzden dikkatli ol­mamız gerekiyordu. (...) Telsizden emir geliyordu; kayda geçmeyen bir cihaz aracılığıyla... Hedefler belirlenmişti zaten... İlk ateş, otobüs durağının oradan ve camiinin köşesinden açıldı, bankaya karşı. Bi­zim işimiz sadece hedefleri vurmaktı. Sonuç baştan belliydi yani...213

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

JİTEM’in üsleri

JİTEM’in faaliyet gösterdiği iller içinde merkez olarak seçilen Diyarbakır’da müstakil bir binası vardı. Sur ilçesi Saraykapı semtindeki tarihi yapıları JİTEM’in sorgu ve lojistik üssü olarak kullanılıyordu. Diğer faaliyet bölgelerinde ise jandarma binaları kullanılmıştı. Örneğin, Mardin’de Kızıltepe Başsavcılığı’nın failli meçhuller için hazırladığı fezlekede Şubat ve Nisan 2013’te iki kez ifade veren, iki yıl haber elemanı ve sekiz yıl da köy koruculuğu yapmış olan gizli tanık “Oğuz”, Mardin bölgesindeki JİTEM faaliyetlerinin Mardin İl Jandarma Komutanlığı içindeki bir binada yapıldığını söylemişti. Buna göre JİTEM, alay binasının girişinde silah müracaatı için bulunan bölümün yanından alt kata inerek gidilen bölümde faaliyet gösteriyordu.214 İHD Mardin Şubesi’nin 17 Ocak 2014 tarihindeki açıklamasına Mardin İl Jandarma Komutanlığı’na ait bina ve bahçesinde yapılan bir inşaat esnasında insana ait kafatası ve kemikler bulunduğu ve kemiklerin adli tıbba inceleme için gönderildiği belirtiliyordu. Cizre İlçe Merkez Jandarma Komutanlığı’nın sorgu bölümünün JİTEM’in faaliyet gösterdiği bir birim olduğunu karakol komutanlığı yapan emekli astsubay anlatıyordu: Ölüm grubu kurulmuştu. Bu kişilerle birlikte 6-7 kişi, sivil giyimle karakolumuzun sorgu bölümünde çalışır ve ifade alırlardı. Bu grupta iki üç tane rütbeli personel olduğunu biliyorum. Benim çalıştığım dönemde ciddi miktarda faili meçhul yaşanırdı. Gözal-


270

tı işlemlerini bu grup yapar, bize bilgi vermezlerdi. Nezarethane defterleri de onlardaydı. Bunların resmi bir birim olup olmadığını bilemem ama karakol şemamızda böyle bir kadro yoktu. Albayın emrinde çalışan ekibin elindeki listeye göre insanlar alınırdı. Bir kısım kişiler kimlikleri ile beraber alınarak sorgu ekibine teslim edilirdi. Sorgu ekibi, askeri personelden farklı olarak genellikle Kalaşnikov silah ve tabanca kullanırdı.215

Bu kişiler Cizre İlçe jandarma Komutanlığı binasının en alt katında dinlenme salonu, hücreler ve sorgu odasından oluşan bir bölümü kullanıyorlardı. Elazığ da ise JİTEM, Jandarma Tabur Komu­ tanlığı’nın altında “Ne gördüysen, ne duyduysan, ne olduysa, sen neysen, hepsi burada kalsın” yazılı sorgu odalarında çalışıyordu. 216 Kamuoyuna sızan bilgiler ışığında JİTEM’in faaliyet gösterdiği iddia edilen bu üslerin niteliği ve işleyişi hakkında kısa bir bilgi vermek gerekirse merkez olarak görülen Diyarbakır’dan başlamak doğru olacaktır.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Diyarbakır

1992-1994 yılları arasında dönemin Diyarbakır Jandarma İstihbarat Grup Komutanı olarak görev yapan Abdülkerim Kırcı ise geniş bir alanda faaliyet gösterip infazlar yapan JİTEM mangasının yöneticisi ve azmettiricisi olarak anılmıştı. Çeşitli mağdur ve itirafçıların yaptığı açıklamalardan sonra hakkında açılan davalar Mayıs 2010’da birleştirildi ve Diyarbakır Özel Yetkili 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yürütülmeye başlandı. Bu davalara göre Kürt yazar-gazeteci Musa Anter, HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın, Musa Toprak, Mehmet Şen, Talat Akyıldız, Zahit Turan, Necati Aydın, Ramazan Keskin, Mehmet Ay, Murat Aslan, İdris Yıldırım, Servet Aslan, Sıddık Yetmez, Edip Aksoy, Abdülkadir Çelikbilek, Mehmet Salih Dönen ve ismi öğrenilmeyen amcası, İhsan Haran, Fethi Yıldırım, Abdülkerim Zoğurlu, Mele İzzettin ve ismi öğrenilemeyen şoförü, Hakkı Kaya, Harbi Arman, Fikri Özgen ve Muhsin Göl, Harbi Arman, Lokman Zoğurlu, Zana Zoğurlu, Servet Arslan, Şahabettin Latifeci, Ahmet Ceylan, Mehmet Sıdık Etyemez, Abdulkadir Çelikbilek’in öldürülmesi olaylarına karıştığı belirtilen Albay Abdülkerim Kırcı yargılanmaya başladı.217 Komutanın yönettiği tim içinde yer alan bir itirafçının, Murat Aslan adlı öğrencinin öldürülmesini anlattığı beyanları sayesinde yıllarca kayıp olan cesetler bulundu. Buna göre itirafçı ve beraberindekiler, Murat Aslan adlı öğ-


271

renciyi 10 Haziran 1994’te Diyarbakır’da zorla bir arabaya bindirmişler, Abdülkerim Kırcı’nın emriyle, Silopi JİTEM İstihbarat Tim Komutanlığı’na götürülmüşlerdi. Burada işkenceyle sorgulandıktan sonra Murat Aslan bir dere kenarında üzerine benzin dökülerek yakılmış ve sığ bir yere gömülmüştü. Söylenen yerde yapılan kazıda, toprağın yaklaşık 15 cm altında yanık izleri belli olan kemikler çıktı ve yapılan DNA testinde kemiklerin Murat Aslan’a ait olduğu kesinleşti.218 Yine aynı itirafçı, mahkemeden kaçırılarak öldürülen Necati Aydın ve iki sendikacının “Emniyete gideceğiz, bir ifadeniz unutulmuş” diyerek polisin gözü önünde tekrar arabaya alındığını, iki araçla Silvan-Diyarbakır arasındaki Kağıtlı Karakolu’nu geçtikten sonra tarlanın içinde Abdülkerim Kırcı tarafından kurşun sıkılarak öldürüldüğünü de anlatıyordu. İtirafçı Servet Aslan ile Fatma adlı öğrencilerin bizzat JİTEM komutanının yer aldığı acıklı ölümlerini ise “Bu iki genç iki gün sorgulandılar, işkence gördüler. Komutan o kıza kendisi işkence yaptı” diye anlatıyordu.219 Aynı olayı, cesetleri bulan Jandarma İstihbarat subayı, “Elleri arkadan bağlıydı. Enselerinden vurulmuşlardı. Olay yerinde 9 mm’lik MKE mermileri vardı...” şeklinde anlatıyor ve Diyarbakır ile cesetlerin bulunduğu yer arasında 11-12 tane kontrol noktası bulunduğunu, güvenlik güçlerinden başka kimsenin bu noktaları yanındaki bu kişilerle veya cesetlerle geçmesinin mümkün olmadığını belirterek, “Bu olay başkası tarafından değil, kesinlikle güvenlik güçleri tarafından gerçekleştirilmiş bir infazdı” sonucuna varıyordu.220 Bunların dışında bölgesel olarak bir karakol komutanı, alay

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

İtirafçı JİTEM elemanı A. Aygan, pek çok basın kuruluşuna verdiği röportajlarla, JİTEM’in tüm yapısal özelliklerini ortaya koymuştu.


272

komutanı ya da tugay komutanlığının da yasadışı işlere karıştığı görülüyordu. Bunun dışında sabit askeri birliklerde de aynı ihlallerin olduğu tanıklar ve sonradan açılan dava dosyalarında önemli bir iddia olarak yer aldı. Kritik bölgelerdeki alay komutanlıkları, tabur komutanlıkları ve bölgesel jandarma karakolları da sorgulama, istihbarat ve soruşturma yapma yetkileri bağlamında pek çok insan hakları ihlali yaptığına dair iddiaların kaynağı olmuştu. Bu iddialardan biri de bu birimlerin kendi içlerinde infaz timleri oluşturduklarıydı. Ya da ordu mensupları, itirafçı ve koruculardan oluşan JİTEM adı altındaki infaz timleriyle çoğu kez işbirliğine girdikleri söyleniyordu. Bu infaz timleri, sayıları 3 ile 12 arasında değişebilen ve kritik bütün bölgelerde faaliyet gösteren, kimi dönemlerde sayıları 30 time kadar çıktığı söylenen bir birimdi. Askeri operasyonlardan polis baskınlarına kadar pek çok alanda kullanılan, ancak bağımsız bir birim gibi hareket eden mobil gruplardı. Kürt coğrafyasındaki kayıp, faili meçhul ve yargısız infazların büyük bir bölümünün bu infaz timlerince yapıldığı iddia ediliyordu. Özellikle dönem, kişi ve bölgeye bağlı olarak bazı askeri birlikler yasadışı faaliyetlerin odağı haline dönüşmüştü. Tüm jandarma karakolları sorgulama ve hatta işkenceli soruşturma yapma potansiyeline sahipti ve bölgede yaşayan pek çok köylünün bu yönde ifadesi vardı. Ancak yoğun olarak öldürme düzeyindeki fiillerin alay komutanlığı ve onların organize ettiği bazı timlerce gerçekleştiği görülüyordu. Buna bağlı olarak 1990-1996 yılları arasında Mardin, Derik, Kızıltepe, Nusaybin, Şırnak, Muş, Cizre, Hakkâri, Tunceli, Diyarbakır’da Kulp, Lice ve Silvan gibi kritik bölgelerde alay, tümen, tugay gibi askeri birlikler inanılması zor ihlallerin merkezleri oldu. Bunlar içinde kritik bölgelerde korucu ve JİTEM gibi infaz timleri vasıtasıyla faili meçhul cinayetleri sistematik hale getiren, bölgelerinde insan hakları ihlallerine ve pek çok faili meçhule neden olacak JİTEM faaliyetleri nedeniyle daha sonraki yıllarda suçlanıp yargılanan askeri merkezleri şöyle özetlemek mümkündür:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Mardin-Kızıltepe

DEP İl Başkanı Aslan’ın “geldikten sonra köy yakmalar, kaybetmeler ve direkt infazlar bir anda Mardin bölgesinin günlük hayatının bir parçası haline geldi” dediği Atilla Uğur, Kızıltepe Alay Komutanı olduktan sonra oluşturduğu birim ve timlerle bölgeyi 19911996 yılları arasında köy yakmalar ve faili meçhul cinayetler ce-


273

hennemine çevirmişti.221 Kızıltepe’de boşaltılan Katarlı köyü o dönemde, gözaltına alınanların sorgulandığı, öldürülenlerin gömüldüğü “JİTEM’in ölüm merkezi” olarak nam salmıştı. Sonraki yıllarda kayıp olan pek çok insanın kemikleri bu köydeki derin kuyulardan çıkarıldı. 2008 yılında başlayan Ergenekon Davası ve 2014’te Kızıltepe Davası’nda yasadışı faaliyetlerden yargılanmaya başlayan Atilla Uğur, bölgede “Bıçak Timi” adıyla 11 kişiden oluşan bir tim oluşturup bölgede 52 faili meçhul cinayetten222 sorumlu tutuldu. JİTEM içinde çalışan eski bir korucu bu durumu şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Kızıltepe’de bölge halkına terör estirmesi milleti bıçak gibi kesmesi üzerine tim, bıçak timi olarak anılmaktaydı. Yaklaşık 11-12 kişilik bir gruptu. Bazen 3-4 kişilik gruplar halinde gezerlerdi. İtirafçıların terör örgütündeyken tanıdıkları örgütle bağlantısı olanlar genelde baskı görüyorlardı. Ayrıca zenginler, bazen de para karşılığında şahıslar gözaltına alınıp para karşılığında aynı grup tarafından serbest bırakılırdı. Halkı korkutmak, baskı uygulamak, köy yakmak, hakaret etmek, dövmek ve infaz etmek gibi baskılar yaparak vatandaşları Güneydoğu’dan göçe zorlamışlardı.223

Atilla Uğur açılan davalarda, 1993 yılında Hıdır Öztürk, Şirin Öztürk, İzzettin Yiğit, Mehmet Ali Yiğit, Mehmet Nuri Yiğit, Abdulvahap Yiğit, Abdulbaki Yiğit, Abdurrahman Öztürk ve Tacettin Değer’in öldürülmesi; 1994 yılında Yusuf Tunç, Abdurrahman Bulut, Hüseyin Çelebi, Abdulvahap Ateş adlı kişilerin kaybedilmesi; 1994’te gözaltına alınıp kuyuda cesetleri bulunan Mehmet Emin Abak ve ortağı Mahmut Abak’ın öldürülmesi; Süleyman Abak’ın Abdurrahman Abi’nin kaybedilmesi; 1995 yılında Kızıltepe Cezaevi’nden tahliye olan Kemal Birlik ve Zeki Alabalık ile onları karşılamaya gelen Zübeyir Birlik ile Abdulbaki Birlik’in öldürülmesi; 1995 yılında Kızıltepe ilçesinde askeri görevlilerce gözaltına alınıp 2008’de kuyuda cesetleri bulunan zabıta memuru olan Necat Yalçınkaya ile kardeşi Nurettin Yalçınkaya’nın öldürülmesi gibi faili meçhul cinayetlerden bizzat sorumlu tutuldu. Eski bir korucu olup bu davalarda ifade veren gizli tanık “Oğuz”, tutanaklarda yer alan beyanlarında bölgenin karanlık ortamı hakkında bilgi veriyordu: Birçok kişi öldürüldükten sonra ya yol kenarlarına atılıyor ya da “PKK mensubu olarak çatışmalarda öldürüldü” diye lanse ediliyordu. JİTEM yetkililerinin anlaşmalı olduğu kişilere yüksek mik-


274

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Eski korucu Berdan Akdağ, yazdığı kitap ve basın açıklamalarıyla çeşitli dönemlerde işlenen suçları ifşa ediyordu.225

tarlı paralar verildi. Para verilince gözaltına alınan kişiler serbest bırakılıyordu. Yani bu oluşum... birçok kişiyi yargı makamlarına çıkarmaksızın sorgulayıp infaz etti. Bölgede o zaman hâkim ve savcı gibi kamu görevlilerinin hiçbir hükmü yoktu. Her şey jandarmadan soruluyordu. Kızıltepe ilçesine bağlı Tuzluca köyünde 7 kişinin katledilmesine ilişkin duyum şeklinde bilgim oldu. Bildiğim kadarıyla burada öldürülen 7 kişinin PKK sempatizanı olduğu, ancak haklarında resmi bir soruşturma yapılmaksızın örgüt mensubu kıyafetleriyle köye gelen JİTEM elemanları tarafından alınarak yargılanmaksızın öldürüldü.224

İHD Mardin Şubesi’nin, gözaltında kayıplarla ilgili olarak yayımladığı rapora göre kentte 1993-1996 arasında 52 kişi kaybedilmişti. Silopi

1990-93 yılları arasında Şırnak 23. Jandarma Sınır Tümen Komutanı Mete Sayar bu dönemde bölgedeki faili meçhul, işkenceli sorgular ve köy boşaltmaları gibi pek çok insan hakları ihlalinden sorumlu tutulmuştu. Özellikle 1993’te Şırnak Silopi Bespin (Görümlü) beldesinde 6 köylünün öldürülmesi olayı en trajik faili meçhullerden biriydi. Bu suçlamalardan dolayı Nisan 2014’te, dönemin 23. Jandarma Sınır Tugay Komutanı ve 5 kişi “birden çok kimseyi öldürmek” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis istemiyle yargılanmaya başlandı. Şırnak’ta başlayan dava, güvenlik gerekçesiyle Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi’ne aktarıldı.


275

Cizre Cemal Temizöz, 1993-95 yıllarında alay komutanı olarak görev yaptığı Cizre bölgesinde korucu ağası Kamil Atağ ile birlikte ve kendi kurduğu infaz timleriyle pek çok insan hakları ihlali yapmakla suçlanıyordu. Hakkında 2009’da Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 20 faili meçhul cinayetle ilgili dava açılıp yargılandı. İddianamedeki tanık ifadelerine göre, Sanık Cemal Temizöz’ün 1993’te Cizre’de “terörle mücadele ediliyor” görüntüsü altında “korucu, itirafçı ve uzman çavuşlardan bir grup oluşturduğu, grubun süreç içinde asli görevinden ayrılarak, terör örgütü PKK’ya yardım ettiğinin değerlendirildiği ya da özel sebeplerden dolayı gözaltına aldıkları kişileri sorguladığı” ileri sürülen iddianamede, grubun sorgulanan bu kişilerden bir kısmını öldürdüğü belirtiliyordu. Cizre’de “terörle mücadele” görüntüsü altında “korucu, itirafçı ve uzman çavuşlardan bir grup oluşturduğu”, “bu grupla, terör örgütü PKK’ya yardım ettiğini düşündüğü ya da özel sebeplerden dolayı gözaltına aldığı 22 kişiyi terörle mücadele adı altında işkenceyle sorguladığı, zorla kaybettiği ya da öldürdüğü” iddia ediliyordu. Cizre’de İHD 180 kayıp tespit etmişti.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Şırnak

Levent Ersöz’ün Şırnak İl jandarma Alay Komutanı olarak görev yaptığı 1995-96 yıllarında yüzlerce kayıp ve faili meçhulün işlendiği Şırnak için “Korku Tapınağı” ve “Şırnak Cumhuriyeti” tabiri kullanılıyordu.226 Zira onun döneminde kaybolan insan sayısı 130’u bulmuştu. Silopi’deki BOTAŞ Karakolu ölüm mahzeni olarak nam salmıştı. Ersöz; Kasaplar Deresi, Kasrik Boğazı, Kırkkuyu, Kurtik köyü, Çağlayan köyü, Rubehi, Gazai köyü, Sinan Tesisleri, Doruklu köyü, Cizre’de Kuştepe köyü, BOTAŞ alanı, Hira Deresi, Kamıratak köyü, Güçlükonak ilçesi civarında ölüm kuyuları oluşturmak ve cesetleri asit kuyularına attırmakla suçlandı. Onun döneminde yok edilen Mehmet Güngör, Yusuf Kalender ve oğlu, Abdullah İzzet ve yeğeni, Osman İbrahim ve iki oğlu, Ebubekir Deniz, Ömer Savun, Halef Belek, Mehmet Şerif İnal, Halit Demir, Kemal Mübaris, Bedri Berek, Nadir Naci, Serdar Tanış, Süleyman Soysal, Halil Birlik, Yusuf Kalenderoğlu, Mehmet Dansık ve oğlu Ömer Dansık, İzzet Padır, Abdullah Özdemir, Şaban, Mehmet Ömeroğlu, Mehmet Müngar, Aburezak Binzet, Kervan, İsa, İmam Resul, Selami Çiçek, Mehmet Bilgeç, Kamil Bilgeç, Lezgin, Kamratak köyünden 12 kişi, Mehmet Fındık, Ömer Fındık, Ömer Kartal, Mehmet


276

Güngör gibi pek çok kişinin asit kuyularına atıldığı iddia edildi. 227 2009’da Diyarbakır 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde Temizöz ile birlikte eski Cizre Belediye Başkanı ve korucu ağası Kamil Atağ’ın da aralarında bulunduğu 5 kişiye dava açıldı. Şırnak ve ilçelerinde 90’lı yıllarda failli meçhul, kayıp, katliam gibi olaylarda yaşamını yitirenlerden 250’den fazlası tespit edilirken, bunlardan 110’unun yakını savcılığa başvurdu. 2008’e kadar süren failli meçhul, kayıp, toplu katliam gibi olaylarda yaşamını yitirenlerin sayısının şimdiye kadar 250’den fazla olduğu tespit edildi. BOTAŞ, Sinan Lokantası Kuyuları ve Kuştepe köyünde kemiklerin, boş kovanlar, saç ve giysi parçaları bulunmasından sorumlu tutulan İl Jandarma Alay Komutanı Cemal Temizöz, korucubaşı ve itirafçılar gibi dönemin görevlilerine 2009’da dava açıldı.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Mardin-Derik

Musa Çitil, Derik İlçe Jandarma Komutanı olarak görevli olduğu 1992-1994 yılları arasında bölgede yoğunlaşan pek çok insan hakları ihlalinden sorumlu tutuldu. Mardin’de 6 ayrı olayda 13 sivili öldürmek ve gözaltına alınan insanlara ağır işkenceler yapmak suçlamasıyla hakkında 2012’de dava açıldı. Çorum 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davadan 2014 yılında beraat etti. Muş

JİTEM faaliyetlerinin Muş Jandarma Alay Komutanlığı’nda olduğuna dair iddialar da vardı. Örneğin, 1994’te Muş’ta gözaltına alındıktan 13 gün sonra, kurşuna dizilerek öldürüldükleri iddia edilen 4 kişi için açılan davanın ilk duruşması 20 Ocak 2014’te Van 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Davada tanık olarak ifade veren dönemin CHP Muş İl Başkan Yardımcısı Abdülselam Kişi, ölen kişilerle Muş İl Jandarma Alay Komutanlığı’nda beraber kaldığını söylemişti. İşkenceyle öldürüldükten sonra 6 Kasım 1993 tarihinde su kanalı kenarına bırakılmış halde bulunan Mehmet Emin Bingöl, Mahmut Acar, Ali Can Öner ve Yakup Tetik’in cesetleri almaya giden maktul yakınlarından Erkan Acar, amcasının kafatasının yarısının olmadığını, vücudunda darp izlerinin bulunduğunu belirtmişti: “Alican Öner’in iki gözü oyularak çıkarılmıştı. Şıh olan Mehmet Emin Bingöl’ün yüzünün bir tarafından sakalı derisiyle birlikte yüzülmüştü, kesici aletle yapıldığı belliydi, ayrıca bütün cenazeler yerlerde sürüklenmişti.”228 Yine Altınova davası olarak süren 7 kişinin yakılması gibi pek çok olay Muş’taki JİTEM faaliyetleri olarak gösteriliyordu.


277

JİTEM’in Saraykapı’daki merkezi uzun bir koridor, küçük küçük hücreler ve iki tane büyük odadan oluşuyordu. JİTEM sorguları bu binalarda yapılıyordu.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Tatvan Tugay Komutanlığı da JİTEM faaliyetleriyle anılan bir yerdi. Mutki ilçesinin “sorgu merkezi” olarak kullanıldığı ve infazların burada yapıldığına ve bölgede 35 mezarda, 485 kişinin bulunduğuna iddialar ortaya atılmıştı. 2011 yılında Bitlis’in Mutki ilçesinde jandarma karakolunun bahçesinde yapılan kazıda toplu mezarda 9 kişiye ait kemikler bulundu. Ağrı

90’lı yıllarda Ağrı’daki işkence merkezi olarak kullanılan JİTEM karargâhında sorgulanan bir tanığın ifadesi: Oradan çıkanlar utançlarından insanların suratına bakamadı. Karargâh PKK’ya eleman kazandırma kampıydı ve başardılar da... Bu binalar 90’lı yıllarda JİTEM karargâhı olarak kullanıldı. 98 yılında tamamen taşındılar. Bir gece adres soran iki kişinin zorla arabaya bindirmesi ile gözlerim kapatılarak ve kelepçelenerek buraya getirildim. JİTEM’den olduklarını ve beni sorguya alacaklarını söylediler. Hiçbir suçum, örgütle herhangi bir bağlantım yoktu ve dini hassasiyetlerim nedeniyle asla olamazdı da. 11 gün bir ömür gibiydi. Anlatamayacağım kadar iğrenç şeyler yaptılar. Çırılçıplak soyup ıslatıyorlar ve öldüresiye dövüyorlardı. Bazı isimler sorup, “PKK’lıların ismini verin” diyorlardı. Küfür ve kaba işkence en hafifiydi. Bir erkeğin onuru vardır. Ama orada onur bırakmayıp pislik ve söylemeye utandığım pislikler yaptılar. Yumurtalıklarımıza ağırlık bağlayıp Filistin askısına maruz bıraktılar. Çığlıklar soğuk hücrelerimize doluyordu ve ağlama seslerinden, acıdan uyuyamıyorduk. Ben oradan sağ çıkabilen şanslılardan biriydim. Karargâh bahçesinin kazılması durumunda birçok masumun cesedi bulunabilir. Çünkü o iş-


278

Ağrı ilinde kullanılan JİTEM üssü.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

kencelere dayanamayıp ölenleri de gördük... Bir gece yarısı yarı ölü bir şekilde yol kenarına attılar. Hâlâ anlamış değilim neden ve niçin bize bu zulmü yaptılar. Vicdanen rahatım ama kimi kime şikâyet edecektik? Yapılanları söylemeye korktuk. Anlatamadım, olayları devlete mal edebilirlerdi. Aileme dahi söyleyemedim, üzüleceklerdi; onur kırıcı o hareketlere maruz kaldığıma utanıyordum. Olaydan sonra dışarıdan ortaokul ve liseyi bitirdim. Türkçeye tam hâkim olmak ve kendi hakkımı savunabilmek için okudum. Sonra yaşadığım 11 günü yazdım. Ama kimseye okuyamadım o acılarımı.229

Elazığ

Elazığ’da da sorgu merkezinin bulunduğunu iddia eden gizli tanık “Kıskaç”, Ergenekon Davası’nda verdiği ifadesinde burayı şöyle anlatıyordu: Elazığ Jandarma Komando Taburu’nun alt katında sorgu odaları vardı... Birçok sorgu şekli vardı, bu sorgulara ben de birçok kez katıldım. Benim oturduğum odaya işkenceden çıkarılanlar getirilirdi. Ben sorguya getirilenlerle Kürtçe konuşur, onlara sorular sorardım ve tercümanlığını yapardım. Çoğunun tırnakları çekilmiş, pense ile saçları çekilmiş, kan revan içerisinde gelir veya da tazyik odasına konulurdu. Bu tazyik odalarında çıkanların çoğu baygındı. Ben de biraz yalvara yakara konuşup bilgi vermelerini isterdim ki daha fazla işkence görmesinler diye...230

Ayrıca Elazığ 1800 Evler’de resmi Özel Harekât Dairesi üssünün içinde bulunan bir bina da işkenceli sorgu merkezi olarak ünlenen bir yerdi.231


279

Sorgu, işkence, kayıp, faili meçhul ve infaz teknikleri JİTEM infaz timlerinin sorumlu tutulduğu sorgu, işkence, kayıp, faili meçhul ve infaz pratiklerini işlem sırası ve temel gerekçelerinin izini sürdüğümüzde itiraflardan, gazete röportajlarından, Meclis rapor ve önergelerinden, mahkeme dosyalarından açık ve seçik olarak çok miktarda veri elde edilebiliyoruz. JİTEM adına suç işleyenlerin 2000’li yılların başından itibaren kamuoyuna yaptıkları açıklamalar, olup biteni şehir efsanesi olmaktan çıkarıp hem adli bir vakaya dönüştürdü, hem de hak ihlalleriyle ilgili pek çok karanlık noktanın aydınlanmasını sağladı. Bu veriler ışığında JİTEM’in neler yaptığının sistematik analizi ortaya çıkmaktadır.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

İstihbarat ve hedeflerin belirlenmesi

JİTEM’in hiyerarşik bir yapılanması olduğunu ve en altta yer alan infaz timlerinin belirlenen hedef kurum ve kişileri kaçırarak sorguladığını, sonunda da büyük çoğunlukla bu kişileri infaz ettiği bir şiddet mekaniği olduğunu belirtmiştik. JİTEM hedef belirlerken birçok kaynak kullanıyordu. Şehir ve köylerde sivil “haber elemanı” ya da “muhbir” ağı oluşturulmuştu. Gelir kapısı olan muhbirlik sistemi içinde bu muhbirlere getirdiği haberin önem derecesine göre örtülü ödenekten makbuz karşılığı para veriliyordu. Ayrıca örgütlere sızdırılmış ajanlardan, teknik dinleme cihazlarından, yakalanan veya teslim olan örgüt mensuplarından, legal veya illegal sorgulama sonucu alınan ifadelerden de istihbarat bilgileri alınıyordu. Bu yöntem ve kanallar yoluyla tespit edilen örgüt mensupları, onlara yardım ve yataklık edenler veya “işbirlikçi” unsurların adresleri, oto plakaları, işe gidiş-dönüş saatleri kişisel bilgileri toplanıyordu. Tüm istihbarat bilgileri toplandıktan sonra kendisine sivil polis süsü vermiş bir tim tarafından en elverişli zamanda kaçırılıyordu.232 Hedefin direnişine göre kaçırma anında şiddet uygulanıyordu. Kurban arka koltukta, iki kişi arasında oturtularak başı öne eğdiriliyor ya da gözleri bağlanarak hem çevreyi görmesi hem de çevreden görülmesi engelleniyordu. Sorgu merkezinde ise elleri iple ya da kelepçeyle bağlanıyordu. Kaçırılan kişi gizlilik içinde sorgu binasında hücreye konuluyordu. JİTEM elemanı Yıldırım Beğler’in hedeflerin seçimi konusunda söylediklerine göre, JİTEM elemanlarında “Kara Liste” denilen bir liste vardı. Timlerin hatta kişilerin bile bir listesi oluşuyor, görevlerinin verdiği güçle kişisel kaçırmalar ile genel kaybetmeler bir arada yürütülebiliyordu:


280

...yolda, kapıda nerede rast gelirse alıyorduk... Listede 200-300 kesin PKK’lı var. Genel isimlerdi. Herkesin listesinde vardı zaten. Bir de benim listemde özel isimler var. Şırnak’taki adamın listesinde özel isimler var... O bizim özel listemiz. Evinden almamız için başkasının bölgesine girmem lazım. O da diyor ki “Niye alıyorsun?” Eğer aldığım adam terörist değilse o benim sırrımı bildi. Yani biliyor para için aldığımı. Bu işler böyleydi.233

Sorgu Verilere bakıldığında JİTEM sorgularının bazı farklılıklar arz ettiği görülüyor. Bazı timler doğrudan infazcıydı ve çok uzun sorgular yapmıyorlardı. Bunlarda sorgu tam olarak bilgi alma ve istihbarat toplama gibi bir amaç gütmüyordu. Burada JİTEM’in yargının yerine ikame olan bir istisnai hal durumu olduğu söylenebilir. Kriminolojik döngüde yargılama ve infaz kurumlarının basitleştirilmiş yasadışılık haliyle yer değiştirmiş bir cezalandırma, bir infaz mekanizmasıydı. JİTEM timleri bu anlamıyla “her şeyi yapabilecek kudrette ve yetkideydi... insanları gözaltına alıp, öldürürlerdi. Kimseye hesap vermezlerdi. Tutanak tutmadan sorgularlardı.”234 Sorgulara bazen JİTEM komutanı katılmakla beraber sorgularda asıl olarak uzmanlaşmış istihbarat astsubayı, uzman çavuşlar ve JİTEM kadrosuna alınmış itirafçı sivil memurlar bulunuyorlar, danışmanlık ve tercümanlık gibi görevler alıyorlardı. Anlatımlara göre, sorgu odasında bulunanların “suç ortaklığı” oluşması için işkenceye iştirak etmesi sağlanıyordu. Bu sorguya katılanlar için her seferinde güven tazeleme işlemi olarak görülüyordu. Bilgi almak, cezalandırmak ve kitle üzerinde otorite sağlamak gibi çoklu işleve sahip işkencenin kullanılması ise JİTEM’in tüm yöre halkı tarafından efsane gibi anlatılan bir sorgu tekniğiydi. Kaba dayak, Filistin askısı, sorgudaki kişiyi ayaklarından tavana asma, ayaklarına araba lastiği bağlayıp tavana asma, çırılçıplak soyarak vücudunun üzerinde sigara söndürme, üzerine soğuk su dökme, günlerce aç ve susuz bırakma, tehdit ve şantaj, küfür ve hakaret vb. yöntemler uygulanıyordu.235 JİTEM mangalarınca/timlerince kaçırılarak infaz edilen pek çok kişinin otopsilerinde de ciddi işkence izleri tespit ediliyordu. İtirafçıların anlattığına göre, işkenceli sorgulardan sonra kurbanlar sorgu odalarındaysa kablo veya iple boğuluyor; açık araziye götürülmüşse kafasına kurşun sıkılarak infaz ediliyordu. Sorgu odalarının içeriği hakkında bir askerin röportajındaki ifadeleri, yeterince bilgi veriyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


281

Gidiyorsun, yerin altında tutuklular var. İçerisi bir pislik kokuyor, rögar yanından geçersin ya, öyle. Yemişler yapmışlar, yedikleri hücrelere yapıyorlar dışkılarını. JİTEM’ciler orada. Bir şiddet var içerde, bir şiddet var, böyle bir şey yok yani. Koridorun sonunda. Çalışıyor, girmiş birine çalışıyor. Kan ter içinde kalmış adam, kalbi duracak nerdeyse. Prosedür gereği, sorgulananın gözü bantlı. Çocuk uyarmış “göz bandını açma” diye. Bu da omzuyla açmaya çalışmış... Dolayısıyla fena şiddet var. Ki o dönem herkese...

Yine devamında söylediği kadarıyla, sorgu odalarında işkenceler girişten itibaren başlıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Biz adamları teslim alıyoruz, helikopterle Jandarma İstihbarat binasına getiriyoruz. Helikopter pisti tepede. Nerden baksan 100150 basamak var aşağıya doğru jandarma binasının kapısına... Pistin başındasın, adamın kolları bağlı, oradan aşağı yuvarlıyorsun; “Yolluyorum, geliyor, aşağıdan al.” Artık insani değerlerini kaybediyorsun, kontrolden çıkıyorsun... Kolu bacağı kırılanlar olur ama ölmez, en fazla kırık çıkık olur. O da çok önemli değil zaten...236

Sorgulamayı yapan JİTEM’cilerin anlattıklarına göre, sorguda bir dizi yollar izleniyordu. Girişte mutlaka yoğun bir dayak atılarak hücrelere konan şüpheliden öncelikle güven sağlayıcı konuşmalarla ve maddi destek ve ödül verileceği vaadiyle bilgi alınmaya çalışılıyordu. Konuşmadığında psikolojik ve fiziksel şiddet devreye sokuluyordu. Psikolojik işkencede kişinin kutsal gördüğü şeylere örneğin dinine, kita­bına küfrederek kışkırtma veya ailesini sorguya almakla tehdit etme gibi hassasiyetler kullanılıyordu. Sürekli mehter marşları, ülkücü şarkılar gibi gürültülü müzik yayınları ve işkence seslerini dinletme de psikolojik şiddetin çeşitlerinden bazılarıydı. Bunun yanında aşağılama aynı zamanda eğlendirici bir unsur olarak kullanılıyordu. Hiç unutmam, Cizre’de E.G. diye bir avukat vardı. Emniyet amirleri, bunu çırılçıplak soyup, fi­no gibi havlamasını istediler. Koca avukat fino sesi çıkardı. “Şimdi kurt köpeği gibi havla” dediler, öyle havladı. Kedi gibi miyavlattı­lar, eşek gibi anırttılar.237 ... Sonra “çuf çuf hareketi” dediğimiz bir şey var. Vatandaşları çırılçıplak soyup arka arkaya dizme, birbirine daya­narak tren gibi oynatma... Böyle hiç dayak atmadan, psiko­lojik yöntemle çözme ihtimali en faz­la yüzde 25’tir.238


282

Yoğun bir işkencenin olduğunu sorgulara katılan bir JİTEM’ci “Vallahi o kadar adam sorguladık. Öyle ki sabahlara kadar ter içinde kalıyordum. İğrenç bir şeydi yani” şeklinde anlatırken, sorguda kullanılan şiddet ve ilaç zerk etme gibi tekniklerin kontrolsüz biçimde yapıldığı için öldüğünü de sözlerine ekliyordu: İşkence normal bir şeydi. Benim görevim tercümanlık. Ben duruyorum. Adama işkence yapılıyor. Ben ağzından çıkan kelimeyi çeviriyorum. İşkence benim gözümün önünde oluyordu. Genelde faili meçhuller işkence yüzünden oluyordu. Çoğu işkencede öldü... İşkenceden artık yorulmuştuk... Sonra bize bir iğne getirdiler. Damardan vuruyorduk. Adam konuşuyordu. Doz aşırı kaçınca 5 dakika 10 dakika anında öldürüyordu. O ölenler helikopterle atılıyordu.239

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Yine başka bir JİTEM elemanı, sorgulama odalarında yapılanların yapanları bile utandıracak şeyler olduğunu anlatıyordu: (İşkence), mü­cadelenin kanununda olan bir oyundu. Fakat bir de 60-70 ya­şındaki adamlar veya 18-19 ya­şındaki kızlar getirilirdi. En nef­ret ettiğim şey, kıza eziyet et­mekti. Bir genç kızın kızlıktan çıkması, gelecekte kendinden nefret edecek duruma gelme­si... İşte en çok bunlar bize utanç veriyordu.240

Çözülmeyenlere ise öldürmeye varacak kadar yoğun ve duygusuz bir şiddet uygulanıyordu. Yere yatırılıp ayakları bağlanan kişinin ayak altlarına uygulanan falaka, iki üç gün duvara asıp parmak uçlarında durdurma, tazyikli suyla ıslatma, incel­tilmiş hortumla penise su sıkma, iz bı­rakmaması için battani­ye sarılı T şeklindeki kalasa sıkıca bağlayıp düz biçimde asma, hayalarına cop vurma, uyutmama, arabanın iç lastiğine kafası bacaklarına gelecek şekilde yerleşti­rip birkaç saat bekletme, elektrik verme ve kaba dayak tüm birimlerde ve JİTEM’in katıldığı sorgularda kullanılan işkence pratikleriydi. Gözaltı, sorgu ve işkence o kadar yoğun ve sistematik bir şekilde yapılıyordu ki Şırnak merkezdeki sorgu faaliyetlerine katılan bir JİTEM’ci 6 bin kişiyi sorguladığını söylüyordu.241 Bu yoğunluk içinde, sorgucular uygulanan tekniklerin maksimum dereceleri ve acı düzeyleri hakkında incelikli beceriler kazanmış ve uzmanlaşmışlardı. Örneğin, sorgucunun “Filistin as­kısı” denilen tekniği, “eller arkadan kelepçelenir ve bilekten yukarı doğ­ru asılır. Ama bu sadece çözülmeyen insanlara uygulanır. Çünkü çok


283

teh­likelidir. 40 saniye içerisinde indirilmezse kaburgalar ciğerleri patlatabi­lir. Adamın vücuduna, ağırlığına, da­yanma gücüne göre ayarlanır” biçimindeki anlatısı, bu konudaki uzmanlığı gösteriyor. Sorgucunun sözlerinin devamında belirttiği gibi, bu uzmanlık eziyetlerde acı düzeyinin ayarlanması becerisini de kazandırıyordu: “Bunun daha pratik ve risksiz bir yolu da vardır. Kollar arka­ dan dirseklere kadar birleştirilir. Biri­sinin alttan ayaklarına destek verme­si koşuluyla omuzlar bir dakika kadar askıda tutulabilir. Üste, omuzlara faz­la ağırlık verildiği için damarlarında bir boşalma olur. Damarlarına şöyle bir dokunmak büyük acı verir.” Küçük bir ilde altı bin kişinin işkenceli sorgulamadan geçirildiği ortamda sorgu deneyiminin kazanılmasına yol açan olumsuz örnekler ise şu şekilde dile getiriliyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Elektrik iz bı­rakmasın ve adli tıpta tespit edilme­sin diye düşük voltajlı verilir... Aletin bir ucu erkeğin haya­larına (sol tarafta kalp olduğu için sa­ğ a) bağlanır. Ama bazıları kaldıra­m az. Mesela Şırnak’ta M.T.’nin gir­diği bir sorguda ihtiyar bir vatanda­şın kalbi durdu. “Kalp krizi geçirdi” deyip ailesine teslim ettik. Yine Silopi’de sorguda korkutmak için yere ateş ederken seken mermi, Ö.K. ad­lı bir vatandaşa isabet etti. Bir başka­sı ise kolundan sakat kaldı. Bir seferinde ise genç bir kız sor­guda... intihar etti. Ya düzen­siz bir sorguydu, ya başka bir oyun oynandı; yani cinayetti, “intihar” dendi. Hadise, Ü. Bey tarafından kapatıldı sonra...242

JİTEM’in gözaltı, sorgu, işkence ve infaz döngüsünde işleyen şiddet sarmalı aşağıda anlatılan örnekte olduğu gibiydi: ...itirafçı Serpil... JİTEM’de sivil memur olarak çalışıyordu. Mesela Mehmet Salim Dönen isimli Silvanlı genci ve amcasını JİTEM’e aldıran da o kızdı. Onları askeri hastanede görüyor. Çocuk askere gitmek için askerlik muayenesini yaptırıyor. Amcasıyla birlikte gelmiş. Serpil bunu gelip bana söyledi. “Komutanı arayıp haber verelim” dedi. Kırca o sırada Dicle Üniversitesi’nde dişini yaptırıyordu. Aradık. “Gereğini yapın, alın. Ben geliyorum” dedi. Toros arabayla askeri hastaneye gittik ve gençle amcasını aldık, JİTEM’e getirdik. Komutan dişçiden geldi ve işin sorgulama safhası başladı. Amcasının hiç alakası yoktu, ama yarın bir gün ifade verir diye onu da aldık, getirdik. Amca-yeğen JİTEM’de boğularak öldürüldüler. Silvan yoluna atıldılar. Zaten komutan işkenceli sorgu yapıldıktan sonra bazen işkence odasında kalıyordu. Ba-


284

zen de kendi odasına gidip içkisini içiyordu. Bu cinayetler hep gece mesaisinde işleniyordu. İşkenceler mesai saatinden sonra akşamları yapılıyordu. Sıradan askerler koğuşlarına gittikten sonra... Çünkü JİTEM’de gündüzleri çaycılık, postacılık yapan askerler vardı. Kırca emir erini bile gönderiyordu. Ayrıca çevrede askeri birlik ve diğer kurumlar vardı. İşkence seslerinin duyulması istenmiyordu. İşkence akşam diğer personel gidince, mesaiden sonra başlıyordu.243

Daha sonrasında ise pek çok kayıp yakınının başına geldiği gibi şiddet ve yok etme yasaklayıcı hükümlere rağmen herkesçe bilinen ama devlet kurumlarınca duymazdan gelinerek inkâr edilen riyakâr bir sırra dönüşmüştü. Açık seçik suç niteliğine büründüğünde ise “münferit olay” gibi her şeyi gizleyen bir gerekçeyle kılıflanmıştı. Eşini faili meçhul cinayette kaybeden kadının anlattığı, “Çocuklar babasız kaldı. Eşimin yaşı yirmi beşti. Kayboldu, kaybettiler. Her yere sorduk, ‘Şahidin var mı?’ dediler. Kaçırıldığını görenleri söyledim. Bana kızdılar, ‘Kırsala gitmiştir’ dediler. ‘Beni dövseniz de o kırsala gitmedi’ dedim. Kocam bir yıl beş aydır yok. Üç çocuğum var, çocuklarım ‘Babamız nerede?’ diyorlar”244 şeklindeki dram, yüzlerce insanın kaderini anlatıyor. Bütün bu suçlar ise ifşa olup müdahale edilmedikçe yöre halkınca örtülü veya etkin bir biçimde devlet tarafından desteklenmiş eylemler olarak telakki edildi ve bu uygulamalardan devlet sorumlu tutuldu. JİTEM’in uyguladığı infaz dehşetini, bir JİTEM subayının anlattıklarına bakarak, JİTEM’in yasallığı aşan fütursuzluğunun ve vahşiliğinin boyutunu anlamak mümkündü:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Öldürülenlerin çoğu helikopterle ormanlık alanlara veya sarp kayalıklara atılır. Bazıları da yakılır ve gömülür. İtirafçılar operasyonlara katılır. Lojistik destek sağlayan köyler ve kişiler tespit edilir ve etkisiz hale getirilir. Lojistik destek sağlayan köylüler, toplu gözaltına alınır ve köy yakılır... Timler yakaladıklarına her şeyi yapmakta serbesttir. İnkâr ederler, ama doğrudur. Öldürülenlerin uzuvlarını keserler. Özellikle cinsel organları kesilir ya da cisim sokulur. Silvan’ın kırsalından bir kadın militan yaralı olarak yakalandı. Ona her şey yapıldı. Operasyon timindeki Boğa lakaplı komutan tecavüz etti, sonra da G-3 piyade tüfeğiyle cinsel organına tecavüz etti. Bütün bir şarjörü boşalttı.245


285

JİTEM’in bir infaz mangası olarak şiddet uygulayan aygıtlar içinde fütursuz ve imtiyazlı yeri ona tüm yasal kurumların iç yönetmeliklerini geçersiz kılan bir özellik veriyordu. Öyle ki bazen gizlenme gereği bile görmeden birisini hastaneden alıp infaz edebiliyorlardı. İhsan Haran isimli bir genç vardı... JİTEM’e alınıp sorgulandı. Sonra da Silvan tarafına götürüldü, bir arazide kafasına kurşun sıkılıp bırakıldı... Meğer o genç kafasına sıkılan kurşunla ölmemiş. Sadece şok geçirmiş. Batman’a kadar yürüyüp hastaneye gitmiş. Yaşadığı olayı anlatmış... Diyarbakır JİTEM’e... “komutanım böyle bir durum var” diyorlar. O da... İlk infazı yapanları beceriksizlikle suçladı... yanına personelini alarak hemen Batman’a gidiyor ve o genç tekrar araziye götürülüp infaz ediliyor.246

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

1995’te Mardin’de dönemin DEP Mardin İl Başkanı Cemal Ves­ ke’nin anlattığına gibi JİTEM’in mahkemeden sonra yaptığı infaz fütursuzluğun boyutlarını gösteriyordu: İşkencenin ardından mahkemeye çıkarıldık. Menderes Demir’le beraber serbest bırakıldık. Ama mahkeme çıkışında gene sivil giyimli birkaç kişi geldi ve Menderes Demir’i bir imza için Jandar­ ma’ya götürdü. Sonra bir daha onu göremedik. Aradan iki gün geçti ve Menderes Demir Savur dışında bir ağaca ağzında para konulmuş şekilde asılı bulundu. Resmi olarak bırakılmıştı, ama onu daha sonra asılı şekilde bulduk. İşte kesinlikle JİTEM eli ile yapılmış bir cinayetti bu... O zaman bizler savcıya çıktığımız zaman savcı bile kendisi açık bir şekilde, “Elimizden bir şey gelmiyor. Bizler de onlara söz geçiremiyoruz” diyordu. Çünkü inisiyatifin hepsi onların elindeydi ve onlar istediği kişiyi öldürüyorlardı.247

Yine adliyeden kaçırılan bir gençle ilgili bir avukatın anlattıkları, JİTEM’in resmi makamlarca bile korkutucu ve yasa üstü konumunu gösteriyordu: Duruşma sonrası serbest kalan bir gencin annesi oğlunun beyaz Toros’a bindirilip götürüldüğünü ve tam o esnada dışarı çıkan savcıya, “Kurban olayım savcı bey, oğlumu beyaz Toros’a bindirip götürdüler” demesine rağmen savcı hiçbir şey yapmadan yoluna devam etti.248


286

Sokaklar, hastaneler ve adliyelerden hedef seçtiği kişileri kaçırıp faili meçhul cinayetle yok eden JİTEM infaz mangalarının devletin yoğun koruması altındaki cezaevinden bile mahkûm alıp infaz ettiğini ve JİTEM’in yasaüstü niteliğini yine bir JİTEM’ci anlatıyordu: Öyle (işkenceler) yapıldı ki bunun izi hayatta gitmez. Bırak bir ayı hastanede yatsa bir senede gitmez. Sen şimdi bunu nasıl savcının önüne çıkarırsın? Savcı ne diyecek sana? “Git bunu sakla yahu ben görmeyeyim bunu” diyordu savcı. Gelip bizim yanımıza oturuyordu. “Ben sizi görmem” diyordu. Ben savcıya anlatıyordum şunu yaptık bunu yaptık diye “Sus burada kalsın, ben duymadım” diyordu.... (Albay geldi) “Nerede Reşo?” dedi. Biz dedik, “Savcıya verdik, hapse attı.” “Lan gidin alın” dedi. Cezaevinden. Gittik. Gardiyana dedik, “Oğlum aç kapıyı.” Kapıyı açtık. Silopi Cezaevi. Cezaevinden aldık. “Bilgi verin” dedik savcıya. O kadar. Savcı bir şey demiyordu...249

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Sokaktan, evden, köyden, adliyeden ya da cezaevinden kaçırılan yüzlerce insanın bazılarının akıbeti hiçbir zaman öğrenilemedi. Bunun bir sebebi, cesetlere uygulanan kaybetme tekniğiydi. Çünkü cesetlerin akıbetinde farklı uygulamaların olduğu görülüyordu. Örneğin; itirafçı olduktan sonra JİTEM elemanı olarak kullanılan Muhsin Gül’ün şahit olduğu olaya göre, Muş Bulanık Hoşgeldi köyü muhtarının kızı Zeynep Baba ve Bitlis nüfusuna kayıtlı Şükran Mizgin JİTEM’ciler tarafından kaçırılmış ve ikisine de bir müddet işkence yapılmıştı. Şükran Mizgin Muş girişinde bulunan köprünün altında öldürülerek bırakılmış; Zeynep Baba’ya ise önce tecavüz edilmiş, sonra kaybedilmişti.250 “Kaçakçılık yaparak PKK’ya finans desteği veriyor” suçlamasıyla Diyarbakır Postanesi civarında Toros arabaya zorla bindirilerek kaçırılan Abdulkadir Çelikbilek JİTEM’cilerin anlatımıyla JİTEM’e götürülmüştü. “Buradaki sorgusunda üzerinden hiç para çıkmadı, yoksul bir adamdı. Ama bir defa almıştık. JİTEM alınca sağ bırakmaz. Şehmuz Uzman Çavuş, onu boğarak öldürdü. Beyaz station arabasının arka kısmına Çelikbilek’in cesedi atıldı.”251 Cesedi 21 Aralık 1994’te bulunduğunda “cesedin boğazında tel izleri vardı. Vücuduna naylon dökmüşlerdi. Tırnakları çekilmişti. Vücudunda sigara söndürmüşlerdi. İşkence yapmışlardı.”252 18 Kasım 1996 yılında dağda olan kızıyla irtibata girdiği, ona yardım yataklık yaptığı ihbarı yapılan Hakkı Kaya Diyarbakır’da yürürken sokakta JİTEM tarafından gözaltına alınmıştı. İnfazına katılan JİTEM’ci, kaçırılan kişinin JİTEM’de sorgulanarak öldürüldüğünü söylemişti. “Cenazesi çuval içerisin-


287

de Diyarbakır’dan Silvan’a giderken Karaçalı köyünü geçince sol taraftaki toprak yolun 5 ile 10. km arasındaki Han köyüne doğru gidilirken virajda” atılmış ve üzeri toprakla örtülmüştü.253 İdris Yıldırım, Silopi’den alınıp Elazığ timine götürüldü, orada boğularak öldürüldü ve çuvala konuldu. Elazığ-Baskil yolu kenarında bir ufak dere içerisinde yakıldı. Bu olayda ben de vardım. Siirt’in Eruh ilçesinden olan Servet... yine aynı yöntemle alınarak infaz edildi. Edip Aksoy, Sıddık Etyemez, infaz edildikten sonra Silopi ile Cizre arasında bir dere yatağında gömüldüler. Cesetleri çobanlar buldu. Ahmet Ceylan, Diyarbakır’da Yenişehir içinden alındı. İşkenceyle bilgi alındıktan sonra infaz edildi. Şahabettin Latifeci, JİTEM’de Şehmus kod adlı uzman çavuş tarafından boğuldu. Cenazesi çuval içinde Silvan-Diyarbakır yolu üzerindeki bir süt veya yoğurt fabrikasının arkasına atılmıştı. M. Salim Dönen, JİTEM’de üzerinden 7 bin mark çıktı. JİTEM’e televizyon alındı. İşkenceyle öldürüldükten sonra cesedi atıldı. İhsan Haran, JİTEM’de sorgulandı ve infaz edildi.254

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Bu şekilde çoğaltılabilecek yüzlerce özel faili meçhul hikâye­nin genelleştirilecek yanı, kurbanların bazılarının bulunacak, bazılarının ise asla bulunulamayacak şekilde kaybedildiğidir. Çünkü halka korku salmak amacı güdüldüğünde öldürülen kişi açık alanlara,

JİTEM itirafçısı, 1994’te Fethi Yıldırım’ın, 1996’da Hakkı Kaya’nın JİTEM tarafından işkence yapıldıktan sonra öldürüldüğünü anlatmıştı. Vahdettin Sarıçelik ve Eyüp Ögmen 10 yıl sonra İHD’ye yaptığı, “Çocuklar dere yatağında iki ceset gördüklerini haber verdiler. Önce korkudan, oraya bile gitmedim. Ama sonra... Haber verdim. Jandarma ekipleri geldi... Cenazelerin bulunduğu yere gittik. Çırılçıplak ve çürümüş iki ceset gördük. Askerlerle birlikte cesetleri alıp, askeri araca koyduk” açıklamasından sonra Diyarbakır Mardinkapı Mezarlığı’nda bulunan 26 kimsesiz mezar 2009’da kazıldı. (Taraf, 1 Şubat 2009)


288

köprü altlarına, dere kenarlarına, yol üzerlerine atılıyordu. Bazen de rastgele kazılan bir çukura ya da dere yatağına kısa süre içinde açığa çıkacak biçimde gömülüyordu. Bunun anlamı “Ceset bulunsun ve bu ölüm halkta korku yaratsın, ‘PKK’ya gidersem benim de sonum böyle olur psikolojisine girsin’ diye cesetler yol kenarlarına atılıyordu.”256 Örneğin, Vedat Aydın cinayetinde, Elazığ İHD yöneticileri cinayetinde halka açıktan bir korku mesajı verilmek istenmişti. Ayrıca Vedat Aydın cinayetinden sonra ortaya çıkacağı bilinen kitlesel cenaze törenine karşı provokasyon amaçlanmıştı. Bir JİTEM infazının oluş biçimini anlatan tanık Emine Tadik, aslında sıradanlaşmış bir olguya şahit olmuştu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Olayın olduğu gün tarlada kenger topluyorduk. O sırada yanımızdan üç otomobil geçti. Görünmemek için kendimizi sakladık. Bu sırada araçlar çukur bir yere doğru gidip durdu. Araçlarda öldürülen 4 kişi ile birlikte 7-8 kişi daha indi. Sivillerdi. Ellerinde bulunan uzun namlulu silahlarla bu 4 kişiye ateş ettiler. Otomatik silahlarla 4 kişiyi infaz ettiler. 4 kişinin yere düştüğünü gördüm. Ateş eden kişilerin sırtı bize dönüktü, bu yüzden kim olduklarını göremedim... Olaydan sonra silahlı kişiler arabalarına atlayıp Cizre istikametine gittiler... Arabalar BOTAŞ Karakolu istikametinden geldiler. Araçtan inenlerin başında puşi vardı.257

Cinayetlerin büyük bölümü tıpkı buna benzer şekilde gerçekleştirilmişti. JİTEM içinde faaliyet gösteren eski bir korucunun farklı bir yer ve zamanda yaptıklarını anlattığı infaz da tıpkı önceki örnek gibiydi: Silopi yolunun yaklaşık 10-15 km’sinde beyaz bir Toros araç durduruldu... Araç içindeki bu şahısları araçlarından indirip kendi araçlarımıza bindirerek Cizre yönüne döndük... Bozalan köyüne yakın bir yerde bulunan küçük bir mezrayı geçtikten sonra bir dere yatağında araçları durdurup yanımıza aldığımız şahıslar ile birlikte aşağıya indik... Bu 4-5 kişiyi bizden yaklaşık 50 metre kadar uzaklaştıktan sonra keleşlerle tarayarak öldürdüler, cesetleri bulunmasın diye öldükleri yerde üzerlerine toprak attık, ilçeye geri döndük.258

Mart 1994’te Cizre’de kuzeni Aziz ile Yahya Akman’ın faili meçhul infazları da benzer özelliklere sahipti. “Yaşları küçük olduğundan bırakırlar düşüncesiyle takip etmedik” diyen babası, cesetlerin bulunuşunu da şöyle anlatıyordu:259


289

Bir saat bekledik, dönmeyince takip ettik. JİTEM’in yakaladığını ve BOTAŞ Karakolu’na götürüldüğünü öğrendik... Olaydan sonra Silopi Emniyeti’ne gittik. Yanımda Abdullah Akman ile Reşit Gasyak da vardı. Bu sırada emniyet müdürlüğü kapısında onları dipçikle dövdüklerini gördüm... Holan tarafındaki köylüler bize, “Holan tarafında arayın” dediler... Taşların altında 4 cesedin olduğunu gördük ve cesetleri çıkardık. Bu arada olay mahalline iki panzer ve bir askeri araçla birlikte askerler geldi. Askerler bize silah doğrultarak olay yerinden uzaklaşmamızı söylediler. Cesetlerin olduğu yere korucular geldi. 4 cesedi traktör römorkuna koyarak Cizre’ye hastaneye getirdik. Burada halk da toplandı. Halkın toplandığını gören güvenlik güçleri köpekleri üzerimize saldılar. Cesetleri çıkarırken oğlum Yahya’yı teşhis ettik. Daha sonra cesetleri mezara gömdüler. O günden bu yana soruşturma yapılmadı... (vücudunda 6 kurşun yarası vardı) Oğlumun yüzükparmağı yarısına kadar kesikti. Yüzüğü de yoktu.260

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

JİTEM elemanı olarak çalışan itirafçı, infaz metotlarıyla ilgili, “Boğma teliyle (boğuluyordu sorgudakiler)... Elektrik kablosuyla... Bazen sağlam bir televizyon kablosuyla. Duruma göre iki, üç kişi boğuyordu. İşkence bir, iki gece sürüyordu. Hemen öldürülmüyordu. Hatta ifadesi alınmadan ölmesin diye sadece bir dilim ekmek veriliyordu” diyordu.255


290

Bulunması istenmeyen cesetler ise ağırlık bağlanarak göle veya nehre atılıyor;261 ıssız bir yerlere gömülüyor ya da yakılıyordu. Bir itirafçının “İdris Yıldırım Silopi’den alındı 150 kilometre uzaktaki Elazığ’a götürüldü. Çünkü onu yakalayan JİTEM elemanı Silopi’de oturuyordu. Kendisinden şüphelenileceğini düşünüyordu. JİTEM muhbirini korumak için onu uzak bir bölgede öldürdü. Kimliği tanınmasın diye cesedi de yaktı”262 biçiminde anlattığı gibi cesetler çoğunlukla parçalanmış, yarı yanmış veya başla gövdesi olarak birbirinden ayrılmış bulunabiliyor ya da nadiren helikopterle yüksekten bırakılarak parçalanması sağlanıyordu. Yer

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Sistematik biçimde cesetlerin tamamen yok edilmesine dönük pratikler içinde asit kuyularına atma, kazanda yakma, boşaltılıp JİTEM sorgu alanına dönüştürülen köylerde kuyu ve mağaralara atma gibi uygulamalar vardı. Ancak cesetlerin yok edilmesi içinde en vahşisi köpeklere parçalatma iddiasıydı. Rota Haber köşe yazarı Halit Tunç, 27 Ocak 2012 tarihli yazısında kayıp akıbetleri konusunda dehşet verici bir tanıklığı anlatıyordu. Buna göre 1991 yılında Ayşe Miran adlı genç bir kız gazeteye babasının gözaltına alınışını anlatmış ve yardım istemişti. Kız bisikletle babasını takip ettiğini ve Diyarbakır İçkale’deki Jandarma Karakolu’na götürüldüğünü gördüğünü anlatıyordu. Gözaltı için gelenlerin evde “Hadi çabuk davranın, köpeklerim açlıktan ölecek” diye konuşup gülüştüklerini de anlatıyordu. Sonrasında “Gözaltında böyle bir kayıt gözükmüyor, PKK kaçırmış olabilir” denilen kasap Ali Miran’dan bir daha haber alınamamıştı. Dönemin Olağanüstü Hal Bölge Valisi Ünal Erkan konuyla ilgili, “Devletimizi küçük düşürmek için yapılan iğrenç bir propagandadır” açıklaması yapmıştı”263 İnfaz edilenlerin cesetleri gelişigüzel açık alana, yol veya dere kenarına atıldığı gibi, atıldıkları veya kaybedildikleri başka yerler de vardı. “Ceset tarlaları” denilen bu yerler bazı dönemler askeriye ve JİTEM’in işbirliği yaptığı yerlerde yoğunlaşmıştı. Mardin Kızıltepe’deki Katarlı köyü böyle bir yerdi. Yoğun faili meçhul ve kayıpların yaşandığı dönemde, bölgenin JİTEM sorgulama ve cesetleri kaybetme alanına dönüştürüldüğünü eski bir korucu, “Katarlı köyü, 193 yılında anlaşılamayan bir nedenden dolayı boşaltılmıştı. Binbaşının timi, bunu fırsat bilerek, gözaltında işkenceden ya da çeşitli nedenlerle ölen kişileri boş olan Katarlı köyüne götürerek o kuyuya atıyorlardı (...) Geceleri sürekli Katarlı köyüne araba gi-


291

riş çıkışları oluyordu”264 diye anlatıyordu. Kentte 1993-1996 arasında kaybedilen 52 kişinin ailesinin başvurusuyla 2008’de başlatılıp birkaç kez yapılan kazılarda uzun dehlizlerden oluşan kuyulara atılmış pek çok kemik ile kumaş parçalarına ulaşılmıştı. Tanıklardan birinin, “Cesetleri kör kuyulara atmışlar. Boşaltılan köylerde su kuyuları var. Yol kenarına yapılan tesislerde kendilerine zamanında artezyen kuyuları açmışlar. Onlar şimdi harabe halinde. Cesetlerin o kuyulara atıldığını duydum. Mesela Cizre Jandarma Komutanı’nın emrinde çalışan bir timin 7 cesedi böyle bir kuyuya attığını duydum. Atanlardan biriyle konuştum ama ayrıntısını vermedi”265 diyerek anlattığı cesetlerin kullanılmayan kuyulara atılmasıyla oluşan pek çok toplu mezar alanı, sonraki yıllarda ihbarlarla yapılan kazılarda ortaya çıkacaktı. Güneydoğu’daki ölüm kuyularıyla ilgili ilk kazı çalışması 2009’da Şırnak Silopi’deki BOTAŞ tesislerinde yapılmış, burada kemikler ve bez parçaları bulunmuştu. İtirafçı JİTEM elemanı Adil Timurtaş’ın mahkeme tutanaklarına geçen ifadesine göre, cesetler buralardaki asit kuyularına atılarak eritilmişti:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

... itirafçı grubu ve birkaç rütbeli ile kurulmuş bir tim vardı. Bunlar yakaladıkları milis veya çıkarlarına ters düşen şahısları... gözaltına alıp merkez komutanlığına götürüp sorguladıktan sonra infaz ederek BOTAŞ’ın asit kuyularına attıklarını herkes biliyordu, ben de biliyorum, ancak böyle şeyler herkesin gözü önünde yapılmadığı için kimse şahitlik yapamıyor. Bu bölge küçük yer olduğundan herkes kimin ne yaptığım biliyordu, ancak herkes korktuğu için kimse itirafta bulunmuyordu.266

Aynı bölgede, Silopi yolu üzerinde “Sinan Lokantası” olarak anılan yerin arkasındaki kuyularda yapılan kazılarda da 17 kemik parçası ve bir insana ait olduğu belirtilen kafatasının arka iskeleti bulunmuştu. Cizre’nin Kuştepe köyünde yapılan kazı çalışmaları sonucunda ise 20 kemik parçası bulunmuştu. Gözden uzak vadi, kayalık ve çöplük gibi bazı yerler de cesetlerin yoğun olarak atıldığı yerlerdi. Bunlardan 90’lı yıllarda saat 16.00’dan sonra kimsenin geçmeye cesaret edemediği DiyarbakırHani karayolunun Deveboylu mevkii önemli bir ceset alanıydı. 2009’daki kazı çalışmalarında bir gömlek parçası ile 461 kemiğin bulunduğu ve kemiklerin 100’e yakınının hayvanlara, diğerlerinin ise insanlara ait olduğunun belirlendiği bu bölge267 o yöre insanının bir ölüm tarlası olarak kullanıldığını bildiği bir kayalık vadiydi.


292

Yıllar sonra İHD’ye açıklama yapan eski muhtarlar, ölüm tarlaları gibi kullanılan bölgeyle ilgili tanık olduklarını şöyle anlatmışlardı: Biri 20-25 yaşlarında kız, diğeri ise 25-28 yaşlarında erkekti. Her ikisi de bir çuval içindeydi. Merkez Jandarma Karakolu’na haber verildi. Onlar gelip aldı. O sıralarda, iki erkek cesedi daha bulundu oralarda. Bu ikisi de bir çuvalın içindeydi. Ama onların dışında yolun sağ tarafında bir ceset daha bulunmuştu... Çöplükte iki tane ceset vardı. Biri kadındı. Yüzünün bir tarafı yanıktı. Tahminen 25 yaşlarındaydı. Uzun siyah saçlıydı, orta boylu, zayıftı. Tamamen çıplaktı. Üstünde bir örtü vardı. Çürümeye başlamıştı. Erkek 27-28 yaşlarındaydı. Yüzü tamamen yanmıştı. Uzun boylu, zayıf yapılıydı. Cesette morarma vardı. Vücudunun üst kısmı tamamen yanıktı. Köye gidince uzun süre kustum. Karaçalı’dan Hani’ye giderken, aldığım duyum üzerine yolun tahminen 11. kilometresinde arabayı durdurdum. Yolun sol tarafında, derince bir vadiden aşağıya baktım. Yedi insan cesedi vardı. Üç ceset üst üsteydi. İki ceset ise oradaki köpekler tarafından dere istikametine doğru aşağıya çekiliyordu. Birinin üzerinde kırmızı bir tişört vardı. Dönemin koşullarından dolayı korktuğum için kimseye müracaat etmedim.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Cesetlerin tamamen yok edilmesi pratikleri ise bir başka faili meçhul bırakma biçimiydi. Örneğin, Şırnak bölgesinde görev yapan bir JİTEM elemanı, bölük içinde yapılan infazların dehşetengiz biçimde yakılarak yok edildiğini anlatıyordu: Bizde kuyu falan yok. Biz profesyoneldik! (Gülüyor) O kuyu acemi işiydi. Diğer JİT’çiler, itirafçılar var ya. Onların işiydi. MAK’ın işi değil. Öldürüyorlar salak gibi kenara atıyorlar, kuyuya atıyorlar... Ama bizimkinde yok. Bizimkisi profesyonel bir iştir. Bizde kazan dairesi vardı... Bölüğün içinde yine. Kalorifer dairesi. Bizim kazanımız vardı. Oraya bir insan atsan ne olur? Külü kalır. Külün de yerini ben bilirim. Bizimkiler bilir. Başka hiç kimse bilmez! Çünkü biz bir aileydik. Ben yaktım demem, çünkü yakmadım. Ama yakanları gördüm (...) Jandarma 2. Sınır Bölüğü. Bir üsteğmen vardı, bir de bölük komutanı yüzbaşı. Biz de bölüğün içindeydik. Bölüğün kendi bir komutanı var. Biz de onun içindeki ayrı bir binamızdaydık. “Gelen adamlar niye çıkmıyor?” diye kim soracak? O dönemde bölükte bir tane E.S. Yüzbaşı vardı. O adam hastaydı. Bir tane silahı vardı. Biksi değildi. Şeritli tek kabzalı. Onu her gün alıyordu. “Komutanım


293

yazık günah değil mi?” diyorduk, “Oğlum sizinki yazık günah değil de benimki mi yazık günah?” diyordu. 268

JİTEM elemanları ve itirafçılar JİTEM’in kurulma gerekçeleri, hiyerarşisi, işleyiş biçimi ve yaptığı operasyonel faaliyetlerin yanında özellikle vurgulanması gereken bir başka yönü, infaz timi olarak kullanılan itirafçıların nitelikleri ve kişisel çıkar güderek gerçekleştirdikleri suçlardır. Terörle etkili mücadele için gerillanın karşısına kontra bir güç olarak yasalarla ve bürokrasiyi baypas ederek çıkarılan bu infaz timlerinin öldürmeyle ilgili en ufak bir tereddüdü olmayan itirafçılardan seçilmesi ve cezasızlıkla zırhlandırılarak hesap sorulamaz konuma getirilmesi, bu kişilerin bir süre sonra kişisel çıkar amaçlı operasyonlar yapmasına da yol açtı. JİTEM’de jandarma subay, astsubay, uzman çavuşlardan başka sivil unsur olarak daha önce PKK saflarında bulunup da itirafta bulunup teslim olanlar da vardı. Bu siviller, operasyonlarda yakalanan veya kendileri teslim olan sonra itirafçılık yasasından yararlandıkları için kısa sürede cezalarını tamamlayarak tahliye edilen kişilerden oluşuyordu. Bu kişiler cezaevinde bulundukları sırada özel izinle çıkartılarak ya da tahliyelerinden sonra kılavuz olarak güvenlik güçleriyle operasyonlara katılmaya başlıyorlardı. Yararlı olanlar içinde sivrilenlere yasal olarak yeni kimlik verilerek devlet ya da korucu kadrolarında istihdam edilmeye başlanıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Bizi JİTEM’e sivil memur olarak aldılar. Ben Diyarbakır JİTEM’de her türlü pis iş, iyi iş olmak üzere dokuz yıl görev yaptım. Terörist gibi giydirilip dağlara da gönderildim... tercümanlık da yaptım. Zaho’daki operasyonda kırk gün PKK’lıların telsiz konuşmalarını tercüme ettim.269

Askeri birliklere dahil edilenler operasyonlara katılarak PKK’lilerin saklandığı yerler, kullandıkları yollar hakkında bilgi veriyorlar, bazen de köy baskınlarına ve pusulara katılıyorlardı. JİTEM’in icra timine dahil edilenler ise, şehir ve köylerde örgüte yardım, yataklık ve milislik yaptığı ileri sürülen kişileri belirleme, yakalama, gözaltına alma, sorgulama ve infaz etme gibi yasadışı eylemler yapıyorlardı. Kürt coğrafyasında yükselen toplumsal muhalefet, silahlı eylemler ve kalkışma hamlelerinin yarattı-


294

ğı kriz durumu bölgeyi kaosa sürüklerken, zaten yasal bir çerçeveye göre kurulmayıp keyfi davranma sorumsuzluğuna sahip bu grupları tam bir fütursuzluğa ulaştırmıştı. JİTEM elemanının söylediği gibi; “Bu camiada bazı insanlar kendini kaybediyordu. Bir anda diyordu ki ‘Lan devlet benim!’ Başkaldırıyordu... Bakıyordu işte çevresinde birkaç tane adamı var. ‘Lan şunu alın, şunu temizleyin!’ Kendini devlet zannediyordu... O kadar gözü kara adamlar vardı ki, Başbakan’ı bile 5 dakikada kaldırırdı yani...”270 JİTEM elemanlarının karıştığı suçlar asıl üstlendikleri kontr­ gerilla faaliyetlerinden başlıyordu. İtirafçı JİTEM elemanı Adem Yakin’in “Ben efsanevi bir adamım. Beni Genç Osman diye yetiştirdiler. Terör makinesi haline getirdiler” şeklindeki anlatımından da anlaşılacağı üzere bu faaliyetlerde ortaya çıkan muazzam bir kibir, buna bağlı kural tanımazlık ve beraberinde insanlık suçu niteliğindeki canavarca edimler ortaya çıkıyordu. İtirafçı bir çobanın kafasını kıl testereyle kestiğini, silahlı çatışmalarda öldürdüğü insanların kulaklarını kesip, kaynatıp ardından tuzlayıp tespih yaptığını, köy köy dolaştığını ve yaptıklarının haddi hesabının

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Devlet memurluğuna geçirilen itirafçılara ait maaş bordrosu ve iş kayıtları.271


295

olmadığını söylüyordu.272 Öldürülen terörist karşılığında alınan “para ödülü” ise JİTEM elemanlarının gevşek istihbarat ve mesnetsiz suçlamalara dayanarak pek çok masum insanı “terörist” diye öldürmesine yol açıyordu. Ama bunlar dışında kişisel çıkar amaçlı bir şebeke gibi yapılan işler içinde kaçakçılık, rüşvet, mala el koyma, şantaj ve tehditle para koparma, eroin ticareti gibi birçok görevleriyle ilgisiz yollara başvurdukları iddiası, dava dosyalarında ve tanık ifadelerinde yer alıyordu. JİTEM’e çalışan eski korucu bu durumu şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Albay, Yarbay ve bunların emrinde bazı kişilerin kanunsuz işlerde çalıştığını, havuz şeklinde toplanan paraları ortaklaşa paylaştıklarını kesin olarak biliyorum. Çünkü bu raydan çıkmış timlerin, içine alma baskısı bana da yapıldı. Bana teklifte bulundular. Albay, bölge halkı üzerine baskısını koymuş, halkın korkulu rüyası olmuştu. Albay Rıdvan Özden, (Atilla) Uğur’un yaptığı işlerden çok rahatsızdı ve sürekli uyarılar yapıyordu. (Bunların) yapmış olduğu kirli işlerin önüne geçmeye çalışmasından dolayı, Özden’i de yapmış oldukları kirli işlerin içine çekmeye çalışıyorlar, JİTEM’in içine almak içinde çok uğraşıyorlardı.273

Emekli istihbarat astsubayının gözlemlerine dayanarak benzer biçimde söylediğine göre JİTEM, her türlü kendi yasadışı işlerini PKK’yle mücadele çerçevesine oturtuyordu. İstihbarat astsubayı anılarında JİTEM’cilerin maddi kazanç peşinde koştuklarını anlatıyor, verdiği örnekte adamın birini arazisinde yakalanıp bin beş yüz dolarını aldıklarını, adamın, “Bari namaz kılayım da ondan sonra öldürün beni” demesine rağmen beklemeyip infaz ettiklerini anlattıktan sonra JİTEM’de çalışan subayların çoğunun yaptıkları yasadışı işlerden kazandıklarıyla emekli olduklarında çok iyi durumda olduklarını belirtiyor ve şöyle devam ediyordu: İnsanların paralarına, mallarını, koyunlarına el koydular. Bunlar, uyuşturucu ve silah işi yaptılar. Kaçakçılarla birlikte çalıştılar. Mesela birinde uyuşturucu varsa, o uyuşturucuya el koyup, kendileri sattılar. Ayrıca Jandarma İstihbarat olarak bizim soruşturmalarımızı da engellediler. Mesela uyuşturucu kaçakçılığını takip ediyoruz, bu işten nemalanan JİTEM’ciler bizi engelliyorlardı. Silah kaçakçılarının peşine düşüyoruz, bir bakıyoruz ki JİTEM’ciler karşımıza çıkıyor. Kaçakçıları biz takip ediyoruz diye yalan söyleyip bizim takibi durduruyorlardı.274


296

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Devletin kullandığı itirafçıların hukuk tanımazlığı her zaman ve her kesim tarafından dile getirilen “herkes tarafından bilinen bir sır”dı.

İşte bu ve benzeri özelliklere sahip bir yapı olarak JİTEM denilen infaz timlerinin içinde yer almış kişilerin karıştığı suçlar daha çok ticari ve mali kökenliydi. Bunlar içinde dava süreci ve barındırdığı suç çeşitleriyle tüm olup biteni açıklar nitelikte genelliği yansıtan “Yüksekova Çetesi” adıyla anılan dava ve yargılamalarıydı. Dönemin CHP milletvekili Esat Canan’ın da yeğeni işadamı Abdullah Canan, köyüne yapılan operasyonlarda evinin hasar gördüğünü ileri sürüp Yüksekova Dağ Komando Tabur Komutanı hakkında savcılığa suç duyurusunda bulununca, baskı ve tehditlere maruz kaldı. Abdullah Canan, 17 Ocak 1996’da gözaltına alındı275 ve dört gün sonra işkence edilmiş, elleri ve kolları bağlanmış, ağzı tıkanmış ve kurşunlanmış cesedi Yüksekova-Esendere yolunda bulundu. Bu olayı araştıran Jandarma İstihbarat Astsubayı Hüseyin Oğuz, itirafçı Kahraman Bilgiç’in ifade vermesini sağlayarak büyük bir suç organizasyonunu ortaya çıkardı ve “Yüksekova Çetesi” adıyla anılan davanın açılmasını sağladı. Bu ifadelere göre açılan davada, aralarında yüksek rütbeli subay ve astsubay, özel harekâtçı, köy korucuları ve bazı yerel yöneticilerin de yargılandığı dava yer aldığı276 çetenin fidye için adam kaçırmak, 9 faili meçhul cinayet işlemek, askeri araçlarla uyuşturucu ve silah kaçakçılığı yapmak gibi ağır suçlar işlediği iddia edildi.277 Bu dava, yöre halkının günlük hayatına girmiş devlet olanaklarını kullanarak işleyen suç şebekelerini deşifre eden nirengi noktası gibiydi. Bu tarihten sonra dikkate ve kayda alınmayan mağdur ifadelerinin yerine daha inandırıcı olduğu düşünülen devlet görevlilerinin itirafları geçmeye başladı. Gerçi bu kamuoyu açısından önemli


297

olmasına rağmen sonraki cezasızlık süreçlerine bakıldığında yargı için pek bir şey ifade etmemişti. Bu süreçle başlayan ve sürekli artarak ifşa olan suç mekanizması içinde JİTEM’cilerin karıştığı öne sürülen fidye için adam kaçırma, para için faili meçhul cinayet işleme, haraç toplama, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı suçlarının içi dolmaya başladı ve suçlamalar açıklık kazandı. Bu suç mekanizmasının sadece Yüksekova’ya ait olmadığı,doğu ve güneydoğunun tümünde hatta giderek batı illerinde de yaygınca uygulandığı hakkında yüzlerce ciddi kaynaklı iddia ortaya atıldı. Bu iddialardan yola çıkılarak bir tasnif yapıldığında güvenlik kurma adına ihdas edilip, hukuku askıya alan ve şiddet kullanımının serbest bırakılıp denetlenmediği bir siyasal iklimde yaygın bir çıkar ağının kurulduğu görülüyor. Bu sürecin başlamasında itiraflarıyla milat oluşturan JİTEM elemanı Kahraman Bilgiç’in söylediği gibi pek çok insan için acılarla dolu bu ortam bir avuç çıkarcının rant kapısına dönüşmüştü:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Bir uzman çavuş bile bu savaşın bitmesini istemiyor diye düşünüyordum. Çünkü müthiş gelir elde edebiliyordu. Batıda yaşamak için oldukça yasal olmayan yoldan gelir elde etme avantajındaydılar. Hem bir defa yasal olmayan “Ne yaparsam kârdır” anlayışı olunca ortamda her şey yapılmasına doğal bir zemin vardı.278

Keza aynı şekilde Bilgiç’i onaylar biçimde Ergenekon iddianamesinin eklerinde,279 Kürt coğrafyasındaki oluşan çıkar amaçlı suç ağının burada görev yapan görevlileri nasıl zengin ettiği daha detaylı anlatılıyordu. Söz konusu bu belgede korucu, itirafçı ve devlet görevlilerinin özellikle 1991’deki Körfez Savaşı yıllarında sınır tabur komutanlıklarında bazı paramiliter timler oluşturup insan ticareti, silah kaçakçılığı, uyuşturucu satıcılığı yaptığı; mülteci kamplarına gönderilen gıdaları sattıkları, insanların para ve ziynet eşyasına el koydukları, tecavüz gibi suçlara karıştıkları anlatılıyordu. Buna göre, Irak’tan kaçak olarak televizyon, video, teyp, atari vb. elektronik eşyalar getirip toplu olarak sattığı; Körfez Savaşı sırasında birçok Irak’tan insan kaçakçılığı yaptığı; mültecilerden topladığı silahları sattığı; Irak’a kaçak olarak koyun sürüleri, un gönderildiği ve bu yollarla büyük paralar kazanıldığı belirtiliyordu. Sınır bölgelerinde de görev yapan ve aynı şeyleri söyleyen JİTEM elemanı da bölgede kaçakçılık vasıtasıyla büyük paralar kazanıldığını ve bu işin tekelinin devlet görevlisi ve paramiliter güçlerin elinde olduğunu; yöre halkının da şoför veya nakliyeci olarak kendilerine işçilik yaptığını anlatıyordu:


298

Tek tek listesini tuttum. 175 devlet görevlisi, astsubayı, asteğmeni, polisi.. Benzin kaçakçılığı yapıyorlar... Benzinden güzel para kalıyor. Günde 300 YTL kalıyor. Bunun yanında sigarası var çayı var.” Daha sonra durumu komutanına bildirdiğinde ise şu cevabı aldığını söylüyordu: “Senin kafan çalışmıyor mu?”, “Niye komutanım?” dedim. “Oğlum bunlar Türk. Kürtler yiyeceğine Türkler yesin! Hep PKK’ya mı gidecek paralar? Kahramanlar kazansın. Sen de yap!” Yemin ettirdi bize.

Bu diyalogdan sonra kendisinin de kaçakçılık işine gittiğini ve büyük paralar kazandığını ise şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Kanun biziz!.. “Uydu anteni gönder” dedim. Ben geçireceğim... Mal Silopi’ye geldi, depoya indi... Bu malları götürdüm. Gümrük müdürünün yanına gittim. Dedim “Bunlar geçsin.” “Emredersin abi” dedi... Bayağı para kaldırmıştım ondan...

Her türlü kaçakçılığı yaptığını söyleyen JİTEM elemanı, “O kadar para kazanıyorduk ki, günlük 1,5 milyar. Benim yemeğim bedava. Lojman bedava. Elektrik parası yok, su parası yok. Yemek tugaydan geliyor. Ben nereye para harcayayım? Yine de keyfime bakıyordum. Diskolara gidiyordum, tatile gidiyordum” diyerek kaçakçılığın bölgede güvenlik görevlilerini nasıl zengin ettiğini de anlatıyordu.280 JİTEM’in karıştığı suçlar içinde uyuşturucu kaçakçılığı ise en ciddi iddiaydı. Ellerinde yirmi kilo eroin olduğunu ve bunun Hakkâri-Diyarbakır yolunda sıkı aramalar olduğundan götürülemediğini söyleyen korucubaşının isteğinin Hakkâri’de görevli albay tarafından askeri helikopterle götürülerek gerçekleştiğini ve bu esnada kendisinin de tüm sürece tanık olduğunu anlatan Yüksekova Çetesi sanığı JİTEM itirafçısı, uyuşturucu kaçakçılığıyla ilgili en önemli açıklamalardan birini yapmıştı.281 Bu iddialar sonraki zamanlarda da başkaları tarafından tekrarlanmıştı. Örneğin, başka bir JİTEM’ci bu suçun işlendiğini destekliyordu: Özel Harekâtçılar... Arabasıyla giderken rütbesinden dolayı hiç onlara karışamıyorlar ve yol kontrolünde kimse onları aramıyordu. İstediklerini getirip götürüyorlardı. Bu, JİTEM elamanları için de öyleydi... Arabanın içinde 7 kilo toz vardı. Devletin resmi lojmanlarının önünde Bölge Komutanı, Asayiş Komutanı, Özel Hare­ kât komutanları, müdürleri ve İstihbarat Şube Müdürü orada oturuyordu. Ve kimse de “Bu araba kimindir?” diye sormuyordu.282


299

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Daha sonra itirafçı JİTEM’ci Muhsin Gül, emniyette verdiği ifadesinde, “JİTEM’de çalışan itirafçılar kadın ve kızlara tecavüz etmeye, gasp ve soygun olaylarına karışmaya başlamışlardı. Her infaz sonrasında kendilerine 10 milyon harçlık veriliyordu. Ankara’da uçakta yakalanan bir PKK’lıdan ele geçirilen para tahsil makbuzlarıyla halktan para toplandı” (Susurluk, 1999) diyerek JİTEM’in karıştığı suçları açığa çıkartmıştı.283

JİTEM’in bir bölgede karıştığı işlerden biri de belirledikleri işadamlarından şantajla haraç ya da fidye istemekti.284 1994 yılında Başbakan’ın “PKK örgütüne ekonomik destek veren işadamlarının listesi elimizde” diyerek yaptığı açıklamanın sonrasında öldürülmeye başlanan Kürt işadamlarının yarattığı huzursuzluktan rant sağlayan JİTEM timlerinin işadamlarından haraç almaya başladıklarını yine itirafçı bir JİTEM elemanı anlatıyordu: Telefonda Rauf bana “Acilen seninle görüşmem lazım” dedi. Rauf bana, “Behçet Cantürk’lerin öldürülmesinden beri seni arıyoruz, bize ancak sen yardımcı olursun” dedi... Kendisi bana basında bahsedilen listede olup olmadığını sordu. Ben de konuyu şişirerek, “Siz de varsınız” dedim. Elime bir kuş düştüğünü düşünerek adamı koparmak istedim... bu işin bir bedeli var bunu ödeyeceksiniz” seklinde konuştum. “...bizim durumumuz bozuk. Biz artık yasadışı çalışmıyoruz; ancak ufak tefek sana yardım ederiz” dedi. “Bizi bu adamlarla muhatap etme” dedi... ertesi gün... buluştuk. Kendisine bir telefon verileceğini, büyük para veremeyeceklerini izah ettim. Israrla para vermelerini istedi. Bana “Bunların yakasına yapış. Nereden buluyorlarsa parayı versinler” dedi.285


300

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

JİTEM’in bölgede provokatif eylemler yaptığına dair suçlamalar pek çok defa dile getirildi.

JİTEM tarafından şantajla para istenen fidye mağduru bir işadamı ise bu tür durumlarda başlarına gelen olayları şu şekilde özetliyordu: Benden istediği fidyeyi alamayınca, üstelik onları polise şikâyet ettiğimi öğrenince babamı, Şehmuz D.’nin Van’ın Haçok Mahallesi’ndeki evinde ensesine tek kurşun sıkarak öldürdü. Suç aleti beyaz renkli bir tabancaydı. Şehmuz’un imam nikâhlı ikinci eşi ve annesi de cinayete tanıklık etti... (Şehmuz D.’nin) İmam nikâhlı ikinci hanımı anlattı. Van’ın Haçok Mahallesi’nde avlu içinde bir evleri vardı. Yeşil, babamı avluda yere çökertip ensesine ateş etmiş. Şehmuz’un hanımı, “Cinayet gözlerimizin önünde işlendi” dedi. Annesi, “Neden yaşlı adamı Yeşil’e teslim ettin?” diye Şehmuz’a kızmış... Kadına bir miktar para vermişler. Ayrıca gördüklerini anlatmaması için uyarmışlar. Vicdan azabı çekince dayanamamış. İşyerime geldi ve cinayetin ayrıntılarını anlattı. “Cinayeti gördükten sonra 15 gün yemek yiyemedim. Baban geceleri rüyalarıma giriyordu” dedi. Sesini kaydettim. Haçok Mahallesi’nin bitiminde boş bir arazi var... Derenin kenarında bir yere gömmüşler... Şehmuz, babamı gömdükleri yeri göstermenin karşılığında benden 300 milyar lira para istedi. 130 milyon lira nakit para ve biri 25 bin avroluk, diğeri 82 milyar liralık iki senet verdim.286


Tahakküm pratikleri

Şiddet aygıtlarının devletin tehdit algısına paralel olarak ve yine rıza üretiminin iflas noktasına geldiği durumlara koşut olarak devreye soktuğu tahakküm pratikleri, iktidarın zengin bir birikiminin ve yaratıcı bir üretiminin olduğunu gösteriyor. Bu pratikler içinde genelleştirilebilecek yoğunluğa sahip olanları ele alacağımız bu bölüm somut örnekler içerecektir. Faili meçhul, kayıplar, yargısız infaz, köy boşaltma-göç, sivil toplum örgütleri ve gruplara baskı, kontrollü işkence, cezaevleri, istihbarat ağı kurma gibi bu pratiklerin bazılarını çoğu kez birbirinden ayırmak pek mümkün olmamaktadır. Örneğin, faili meçhul, kayıp ve yargısız infaz gibi devlet şiddetinin en yoğun ve karanlık pratiklerini birbirinden ayırmak oldukça güçtür. Yoğun olarak yaşanan politik kaçırma ve kaybetme vakalarında kaybedilenin akıbeti bilinmese de kaybedildikten sonra izine rastlananların tümü kimliği belirlenemeyen faillerce yargılanmadan infaz edilmiş olarak bulunmuştu. 40 bini bulan ölüm ortamının sızmayan karanlığında pek çok olayın gerçek mahiyeti hiçbir zaman öğrenilemeyecek. İtirafçıların, kurtulan kurbanların ya da tanık olan kişilerin anlattıklarına dayanarak nasıl pratiklerin uygulandığı ve nasıl bir şiddet sarmalının hâkim olduğu hakkında tahminde bulunmak ise mümkün. Şiddetin her türlüsünün kalın bir örtüyle örtüldüğü 90’lı yılların Türkiyesi’nde kişiselleşmiş öfke, intikam ve misilleme duyguları yaygınlaşmıştı ve başka türden farklı bir sesin çıkmasına olanak yoktu. Bunları belirttikten sonra güvenlik paradigması ve şiddet donanımıyla işleyen tahakküm aygıtlarının pratiklerinin neler olduğuna ve nasıl işlediğine yakından bakılabilir.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Faili meçhuller Savaş durumu, savaş tehdidi, iç siyasal istikrarsızlık gibi ülkenin olağanüstü bir durum yaşadığı istisnai şartlarda devreye giren “faili meçhul” kavramı, özel siyasi bir iktidar tekniği olarak da görülmelidir. Devlet iktidarının milli güvenlik sağlamak için


302

yükselen muhalif güçlere karşı mücadelesinde son aşamalarında devreye soktuğu tekniklerden biridir. Sözlük anlamı “kimin yaptığı belli olmayan”ı ifade etse de “herkes tarafından bilinen sır” gibi genel bir failin kim olduğu toplum tarafından bilinmektedir. Tıpkı devletin en yüksek alarm dönemlerinde devreye soktuğu “yargısız infaz” ve “kaybetme” teknikleri gibi. Bu teknikler en genel anlamıyla iktidarın krizi aşmak için yakalama, gözaltına alma, gözaltında tutma, nezarete alma ve hapsetme gibi bir dizi yasal prosedür yerine kısa yoldan cezalandırmayı ve caydırıcılık sembolizasyonu sağlıyordu. 90’lı yılların Türkiyesi’nde faili meçhullerin ve kayıpların faillerinin özel tim gibi kamu görevlileri, resmi sıfatla hareket eden JİTEM gibi şebeke üyeleri, korucu ve itirafçılardan oluşmuş paramiliter güçler tarafından gerçekleştiği ve olayların resmi görevlilerce teşvik edilip yönlendirildiği tüm ayrıntılarıyla itirafçıların beyanları, faillerin ikrarı ve dava dosyalarına yansıyan ifadelerinden anlaşılıyor. Herkes tarafından bilinen bu sırrın yıllar sonra devletin yönetici kadrosunda görev yapmış kişilerce de dile getirilmiş olması da konuyla ilgili açıklayıcılığı ortaya koyuyor. Zira TSK içinde yer almış Koramiral Atilla Kıyat’ın emekli olduktan sonra gözlemlerine dayanarak, “1990’lı yıllarda işlenen faili meçhul cinayetler devlet politikasıydı... O dönem yüzbaşı, üsteğmen olan kişiler emir üzerine bu cinayetleri işledi. O dönemin cumhurbaşkanları, başbakanları, Genelkurmay başkanları, OHAL valilileri nasıl uyuyorlar”287 şeklinde yaptığı açıklama, münferitlikle açıklanamayacak kadar yüksek olan faili meçhul cinayetlerin288 açıklanmasında önemli bir beyanattı. Kürt coğrafyasında çalışmış emekli bir astsubayın bir kişinin hedef olması için “Kürt kökenli olması ve PKK’ye müzahir olmasının (yani PKK’ye hafif bir sempatisinin olmasının) yeterli olduğu, kendini devlet yanlısı tanıtan birinin “Falan PKK yanlısıdır” gibi bir ihbarı üzerine adamın Özel Harekâtçı kıyafetiyle evinden alındığını ve 2-3 kişilik infaz ekibi (Tetik Timi) tarafından infaz yapıldığını, buna istihbarat biriminin karar verdiğini”289 söylediği konuşması, faili meçhul cinayetlerin işlenmesinin temelinde bulunan mantığı ortaya koyuyor. Bu kolaycılığa verilebilecek en çarpıcı örnek ise öğrenci Fatma ile Servet Aslan’ın öldürülmesiydi. 1995 yılında MalatyaElazığ arasında Kömürhan Köprüsü’nün altında iki gence ait ceset üzerinde yapılan incelemede bulunan “Mermiler Makine Kimya çıkışlıydı. İki gencin gözleri askeri nevresimden kesilmiş bezle bağlanmıştı.”290

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


303

Yine devletin her dönem güvenlikle ilgili bürokratlığını yapmış ve pek çok karanlık organizasyonun faili olarak yargılanmış eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın291 “Ne yani, teröristleri filitle mi temizleyecektik?”292 “1000 operasyon yaptık”, “O dönem en olumlu sonuçların, en netice alıcı sonuçların ortaya konduğu bir dönemdir” açıklamaları o dönemde yapılanları ima düzeyinde de olsa olumluyordu. Herkes için aşikâr olan hak ihlallerinin olumlanması çoğu zaman aşağıdaki gibi gazeteciler tarafından da yapılıyordu: Uğursuz bir coğrafyada yaşayan bu ülke, ileride yine böyle insanlara ihtiyaç duyabilir. Unutmayın. Bu ülke topraklarında bugüne kadar 29 etnik isyan yaşandı. Yarın bir 30’uncusunun olmayacağını kimse garanti edemez. (...) Onlarla savaşacak insanlara bugün de ihtiyaç var, yarın da olacaktır... PKK ile savaşı kaybetseydik ne olurdu? Vatanın bir parçası daha başka bayrakların gölgesinde kalsaydı neler hissederdik? Hadi biz hislerimizi terbiye etmeyi öğrendik, bu ülke ne olurdu? Bu demokrasi yaşamaya devam eder, bu Parlamento hâlâ açık kalabilir miydi? Kazanılmış bir savaşın rahat ikliminde savcı kesilen bu ağızlar, bu ka­dar rahat açılabilir, kursakta kalanlar böyle huzur içinde etrafa saçılabilir miydi?293

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Ancak faili meçhul gibi yasadışı devlet faaliyetlerinin en açık özetini 1993 yılına dek İçişleri Bakanı olan İsmet Sezgin yapmıştı: Sorumsuz kişilerin birtakım işlere karıştırıldığı çok görüldü Türkiye’de. Çeşitli dönemlerde adına “Gladio”, “Kontrgerilla”, “Derin Devlet” ya da “JİTEM” denen birtakım oluşumlar gündeme geldi. Bütün devletler bazı işlerini, devlet görevlisi olmayan kişilere gördürür... “terör örgütünün kökünü kazıma” düşüncesiyle yeni birtakım konseptler hazırlandı, farklı örgütlenmelere gidildi... Maalesef devlet görevlisi olmayan bir takım sorumsuz kişilere de görev verildiği ve bunların kullanıldığı bir gerçektir...294 Bu kişilerin daha sonra kendilerine verilen yetkileri suiistimal etmiş ve devletin imkânlarını çıkarları için kullanmış oldukları anlaşılıyor. Faili meçhul cinayetlerin çoğunun izah ettiğim tarzda görevlendirilen kişilerce yapıldığını düşünüyorum. Terörle mücadele adına oluşturulan teşkilatların kliklerindeki çekişmeden de kaynaklandı bu.295

Faili meçhul ve faili belli olmadığı müddetçe yine bir faili meçhul olarak değerlendirilecek “kayıplar” konusunu devlet iktidarının kriz tekniği olarak görüp, nedenlerini özetlersek şunlar söylenebilir:


304

1. Kürt coğrafyasında devlete karşı gelişen “kültürel egemenlik” PKK’nin güttüğü siyasetin lehineydi ve hızla kitleselleşen bir karaktere bürünmüştü. 90’larda il ve ilçe bazında toplu kalkışmalarda neredeyse tüm ilçe halkı ayaklanabilecek duruma gelmişti. Bu PKK’nin kitleyi yönlendirme becerisini ve bunu sağlayacak kadrolaşmayı sağladığını göstermekteydi. Kürt silahlı hareketine eşlik eden ve legal düzlemde propaganda ve örgütlenme çalışmaları yapan kişi ve kurumlarla mücadelede hukuki araçlar hantallık yaratıyordu. Kaybetme, iktidar güçlerini, ”terörü bir an önce bitirme”, mücadeleye etkinlik ve hız kazandırma amacına uygun olarak hukuki süreçlerden kurtarıyordu. Bir itirafçı JİTEM elemanının, “DEP’li Fethi Yıldırım 1 Ocak 1994 günü Viranşehir Özal Mahallesi Yükseller Tesisleri arkasında bulunan evinden alındı. Diyarbakır’da JİTEM’e getirilen Fethi Yıldırım, Saraykapı’da sorgulandıktan sonra kaybedildi. Karaçalı köyünden Hani ilçesine giden toprak yoldan 2-3 kilometre gidince yol hafif tepelik bir yerden geçiyor. Orada yolun sol yanı batı tarafına (yolun 2-3 metre yakınına) gömüldü”296 şeklinde anlattığı gibi davranışları beğenilmeyen ve kara listeye alınan herhangi bir politik kişi hakkında ölüm mangaları tarafından tüm yasal süreçler askıya alınarak sorgulama ve infaz yapılabiliyordu. 2. Yargısız infaz, kaybetme veya faili meçhulün yarattığı korku iklimi iktidara benzersiz bir yönetme ağı oluşturabiliyordu. Şiddet ve ölüm, şüphe ve korkunun gölgesinde şehirlerin ekonomik hayatı, sosyal hayatı kontrol altına alınabiliyordu. Kentlerin üzerine çöken şüphe ve korku atmosferinde tehlikeli ilişkiler, eylemler ve birliktelikler en yüksek risk seviyesine çekiyordu. Bunu itirafçı JİTEM elemanı şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Ben PKK için çalıştım. Kürt hakları dediler ama öyle bir amaçları yok. Hedefleri devleti bölmek. Bu da işe yaramaz. Devletle bir olup vatanı korumak istiyoruz. Bana göre cinayetler veya olaylar yıldırmak içindir. Devletin geleceği için gereklidir. Kimse boş yere öldürülmüyor (...) Bize, infaz ettiklerimizden bazılarının cesetlerini araziye atmamızı emrediyorlardı. “Cesetler bulunsun ki, halkta korku yaratsın” deniyordu.297

İnsan hakları savunucusu Av. Elçi’nin özetlediği gibi 19931995 yılları arasında birçok insan öldürülüp, gelişigüzel etrafa atılıyordu; “Sonra bulunarak, kimliği belirsiz bir şekilde gö-


305

mülüyor. Neden öldürülüyor. Bu yapı sadece dehşet, korku saçmak için de cinayetler işlemiş. Her aileden birini öldürüp, herkesin hedeflerinde olduğunu göstermeye çalışmış. Bu insanların çok büyük bir bölümü ‘PKK örgütüne yardım ve yataklık ettikleri’ düşüncesiyle öldürüldü.”298 Bütün yapılanlara karşılık Sabri Gasyakadlı köylünün anlattığı gibi: “O zaman suç duyurusunda bulunamazdık; adalet de arayamazdık. Eğer peşinden gitseydik ben tutuklanırdım. Seksenlerin sonlarında, biz Cizre’ye gelmeden önce, Siirt’in Pervari ilçesindeki köyümüz devlet tarafından yakılıp boşaltılmıştı.299

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

İtirafçılar terörist kılığına girerek bölge halkının korkulu rüyası oldu. Artık halk kimin dost kimin düşman olduğunu ayırmakta güçlük çekiyordu. Hedefimiz olan PKK, boş bir meydanda cirit atmaya başlamıştı. Çünkü herkes, cebini nasıl dolduracağının peşindeydi. O yüzden halkın güvenlik güçlerine bakış açısı değişti. Bölgede her taraf para ile yönetiliyordu. Anlı şanlı Türk Silahlı Kuvvetleri bölgedeki vampirler sayesinde zan altında bırakılmıştı. İtirafçılar herkesi para peşine düşme yolunu öğretti. PKK’dayken bölge halkını nasıl haraca bağlamışlarsa, o sistemi aynen itirafçılıkta da uygulamaya koydular.300

3. Siyasi kadroların yok edilmesi siyasi yapının dağılmasına, kontrolü kaybetmesine yol açıyordu. Bir kadronun sahip olduğu tüm birikim ve ilişkilerin ortadan kaldırılması siyasi yapının işleyişini bozuyordu. Bunun en uygun yolu yargısız infaz, kaybetme veya faili meçhuldü. Zira hayatta tutmak bu birikim ve ilişkileri kısmen etkiliyor, çökertemiyordu. Çünkü yakalanan, yargılanan veya kaçanlar başka alanlarda (cezaevi, dağ kadrosu, yurtdışı vb.) mücadeleyi sürdürüyordu. 4. Yargısız infaz, kaybetme veya faili meçhul siyasetle uğraşmayı ölüm-kalım savaşına bağlıyordu. İsyan etmek, siyasetle uğraşmak demek sadece hapisle cezalandırılan bir uğraş değil ölümcül ceza gibi ağır bir bedeli üstlenmek demekti. Bu teknikler caydırıcılığı en yüksek seçim olarak sunuluyordu. Faili meçhul ve kayıp konusunun iki tasnif biçimine göre ayrılarak işlenmesi konumuz açısından daha elverişli bir ayrım olacaktır. Birincisi, faili meçhul ve kayıpları hedeflere göre ayırmaktır. Diğeri ise tematik bir sıraya göre ama olası failleri de dikkate alarak yapılacak ayrımdır.


306

Kurbanlar Siyasetçiler 90’larda yasal Kürt siyasi partilerinin tamamı faili meçhul cinayetlerin odağı haline gelmişti. Suç unsuru isnadıyla hukuksal soruşturmalar önünü kesemediği için siyasetçiler doğrudan hedef haline getirilip ortadan kaldırılıyordu. Bu cinayetlerden en trajik olanlarından biri, 31 yaşındaki evli üç çocuk babası HEP Malazgirt İlçe Başkanı Harbi Arman’ın öldürülmesiydi. Yıllar sonra yapılan itiraflarda Harbi Arman’ın JİTEM adıyla çalışan itirafçı ve askerlerden oluşturulan bir grup tarafından kandırılarak kaçırıldığı öğreniliyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

“İfade vereceksin, gideceksin” denilerek irtibata geçildi. Bunun üzerine Arman, Diyarbakır JİTEM’e kadar getirilmişti. Arman o zaman “tamam” dedi. Ondan sonra ona “Formaliteden ellerini bağlayacağız, formaliteden gözünü bağlayacağız, Land Rover ile gideceğiz, askeri birlik şehrin dışındadır” denildi, Arman da razı oldu. Land Rover’a bindikten sonra gözlerini kaşkol ile bağladılar. Oraya gittik indirmemiz istendi, indirdik. Uzman çavuşta Kalaşnikov ve Smith Wesson vardı. “Koluna girin” denildi. Sanki askeri birliğe götürüyormuşuz gibi işaret edildi. “İleri götürün” denildi. Bir köprü vardı, oraya doğru götürdük. Bize işaret edilerek “Siz gelin” dediler. Biz geldik onun yanına varınca o uzman çavuş Kalaşnikov’u uzattı, Kalaşnikov ile tarayacaktı, Yeşil, “Dur onunla değil” dedi ve tabancayla gitti iki el ateş etti. Kendisi tabancayla vurdu. Köprü altına götürdü şahsı, gözleri bağlı öyle bırakıldı.301

Faili meçhul cinayetlerin toplumda öne çıkmış, tanınmış aydın, siyasetçi ve gazetecilere yönelmesinin toplum üzerinde yaratacağı demoralizasyon ve yılgı, faili meçhullerle amaçlanan maksimum yararı ziyadesiyle sağlıyordu. Toplumsal duyarlılığı yüksek bu kişilere yönelen ve büyük infialler yaratan bu türden bir dizi cinayet kestirmeden bir cezayı topluma göstermesi ve sıradan insanlara verdiği gözdağı açısından önemli iktidar tekniklerinden birini oluşturuyordu. Bu amaçla yasal Kürt siyasi aktörlerine karşı işlenen suikastlardan üçü manidardır. Halkın Emek Parti­si (HEP) Diyarbakır İl Başkanı Vedat Ay­dın, 5 Temmuz 1991 gecesi saat 23.45 sıralarında kendini polis olarak tanıtan telsizli ve silahlı kişiler tarafından


307

evinden alındı. Ertesi günlerde parti yöneticileri ve ailesinin Emniyet Müdürlüğü, OHAL Diyarbakır Valiliği, DGM Başsavcılığı, Diyarbakır Savcılığı ve Merkez Jandarma Komutanlığı’na başvurularına “Haberdar değiliz” cevabı verildi. Kamuoyunun tüm girişimlerine rağmen Vedat Aydın “ölüm mangası”nın elinden kurtarılamadı. Gözaltına alındıktan iki gün sonra cesedi Ergani-Maden yolu üzerinde bir köprü altında bulundu. Yapılan otopside Aydın’ın vücudunda işkence edildiğine dair darp izleri, kol ve bacaklarının kırıklar ve cesedinde ise Kalaşni­kov mermileri tespit edildi. Vedat Aydın cinayetine karışan itirafçının 2009 yılında yaptığı açıklamalarda olayın beş kişilik JİTEM ekibi tarafından işlendiği açıklandı.302 Sonrasında ise olayın takipçisi olan ailesine gözdağı ve tehditler aralıksız sürdü. Eşi Şükran Aydın’ın anlatımına göre, ölümle ilgili şikâyetçi olduğu için emniyette 9,5 saat tutulmuş; eşini devletin öldürdüğünü söylediği için “İfadeni değiştirmezsen seni de ortadan kaldırırız” tehdidine maruz kalmış; yıllar içinde 60 kez evine baskın düzenlenerek aranmış ve gözaltına alınıp sorgulanmış; evindeki pek çok şeye el konulmuş; eşiyle çekilmiş bir tek fotoğrafı bile kalmamıştı.303

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Kürt politikacılar faili meçhul cinayetlerin baş hedefiydi.


308

Vedat Aydın’ın cenazesinin defnedileceği gün ise Diyarbakır’da daha büyük bir provokasyon yürürlüğe konmuştu. Cenaze töreninde halkın üzerine ateş edildi. Cenazeye katılan kitle ye açılan ateş sonucu 11 kişi yaşamını yitirirken, yüzlerce kişi de yaralandı. Olaydan sonra 1500 kişi de gözaltına alındı. Vedat Aydın’ın cenaze töreninde halkın üzerine ateş açanlardan birinin de kendisi olduğunu söyleyen Yavuz Coşkun adlı itirafçının304 ifadesine göre, Diyarbakır E Tipi Cezaevi müdürünün isteği üzerine 40 itirafçı ile birlikte cenaze törenine katılıp halka ateş açılmıştı. İtirafçı, olaydan sonra cezaevine döndüklerini, ardından Emniyet Müdürlü­ğü’ne götürülüp kendilerine bir brifing ve sertifika verildiğini, daha sonra ise 3 aylık özel bir eğitimden geçirilip 3 kişilik birimler halinde Muş ve Bingöl çevresinde çalışmaya başladıklarını söylüyordu. 1992 yılında ise Kürt siyasetçisi, Demokrasi Partisi’nin (DEP) de kurucusu, aynı zamanda Gündem gazetesinde köşe yazarlığı yapan gazeteci-yazar 74 yaşındaki Musa Anter 20 Eylül günü Diyarbakır’da öldürüldü. Davet edildiği yere beraber gittikleri yeğeni yazar Orhan Miroğlu da ağır yaralandı. Bu olay da bir itirafçının sonraki beyanlarına göre JİTEM tarafından işlenmişti. Kürt milletvekili Mehmet Sincar 4 Eylül 1993’te faili meçhulleri araştırmaya gittiği Batman’da esnaf ziyareti yaptığı esnada gündüz vakti yakınından ateşlenen sekiz kurşunla öldürüldü. Kentte sokağa çıkma yasağı ilan edildi, gözaltılar başladı. Ancak bu cinayetler hiçbir zaman resmi yargı tarafından aydınlatılamadı. Bu cinayetler üst düzey yasal siyaset yapan il başkanının ve milletvekilinin bile ölüm mangaları karşısında korumasız kaldığını, bunun sıradan partililer ve aktivistlere önemli bir tehdit oluşturma sembolikliğine sahip olduğunu gösteriyordu. Devamla cinayetlerin ardından sürdürülen hukuki çabalara ve cenaze törenlerine devletin resmi kurumlarının tutumu ise faili meçhulü destekleyen bir tarz içeriyordu. Yukarıda anlatılan HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın ve Mardin Milletvekili Mehmet Sincar gibi pek çok yasal Kürt siyaseti yapan yönetici ve üye de fiziki imhaya maruz kaldı. 90’lı yılların ilk yarısında HEP Nusaybin İlçe Sekreteri Abdurrahman Söğüt, HEP Silvan İlçe Sekreteri Ahmet Turan, HEP Batman il yönetim kurulu üyesi Sıddık Tan, HEP Tatvan İlçe Yönetim Kurulu Üyesi Saadettin Akbay, HEP yöneticisi Tevfik Bazitçi, HEP Nusaybin İlçe Yönetim Kurulu Üyesi İsmail Irmak, HEP Ceylanpınar İlçe Sekreteri Hüseyin Deniz, HEP kurucusu Musa Anter, HEP Gaziantep İl Başkanı Abdülsamet Sakık, HEP Dargeçit İlçe Yöneticisi

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


309

Tahir Seyhan, ÖZDEP Erzincan İl Başkanı Cemal Akar, HEP Kızıltepe Yönetim Kurulu Üyesi Şeyhdavut Yalçınkaya, ÖZDEP Erzincan İl Başkanı Cemal Akar, HEP Kızıltepe Yönetim Kurulu Üyesi Şeyhdavut Yalçınkaya, DEP Batman Merkez İlçe Yöneticisi Mehmet Yeşil gibi yöneticiler faili meçhul biçimde öldürülürken; HEP Diyarbakır üyesi Remzi İl, HEP Lice il delegesi İsmail Hakkı Kocakaya, HEP Muş üyesi Harbi Arman, HEP Diyarbakır üyesi Sait Ertan, HEP Nusaybin üyesi Mehmet Emin Narin, HEP Şırnak Merkez ilçe üyesi Mahmut Ertak, HEP Şırnak üyesi Halil Baysal, HEP Cizre üyesi Hüseyin Ertene, HEP Şırnak üyesi Birsen Özcan, HEP üyesi Bahattin Turan, HEP Diyarbakır İl Başkanının kardeşi ve HEP üyesi Sıddık Turhallı, HEP üyesi Tevfik Tavura, HEP Diyarbakır üyesi Abdülkadir Kişi, HEP Antalya İl Sekreteri İdris Çelik, HEP Antalya üyesi Yusuf Solmaz, HEP Nusaybin ilçesi Tekman Gündüz, HEP Batman üyesi Mehmet Ertan, HEP Diyarbakır üyesi Mehmet Tekdağ, HEP Silvan ilçesi Halim Yalçınkaya, DEP Urfa üyesi Şükrü Fırat, DEP Batman üyesi Teğmen Demir, DEP Silvan üyesi Eyüp Adıyaman, DEP Silvan üyesi Muhterem Demir, DEP Diyarbakır Merkez ilçe üyesi Haşim Yaşa, Sıddık Demir, DEP Mersin üyesi Kerim Demir, ÖZDEP Erzincan İl Başkanı Cemal Akar, DEP Mersin üyesi Fahri Aslan, DEP Mersin üyesi Fahrettin Baykara, DEP Mersin üyesi Ahmet Aslan, DEP Batman merkez ilçe yöneticisi Mehmet Yeşil, DEP Mersin üyesi Ahmet Aslan gibi pek çok aktif politik üye de aynı akıbete uğradı.305 Büyük oranda Kürt siyasetçiler üzerinde yoğunlaşan faili meçhul cinayet pratikleri, Türk sosyalistlerinin yasal siyasetçilerini de kapsıyordu. TSİP Edirne eski İl Başkanı Talat Türkoğlu sürdüğü aktif siyasetinin sonucu annesini görmek üzere gittiği Edirne’den 1 Nisan’da İstanbul’a dönmek üzere yola çıktığı sırada kaybedilmişti. Eşi ve annesinin başvurduğu tüm idari ve adli kurumlar, “Talat Türkoğlu isimli şahıs, herhangi bir nedenle gözaltına alınmamıştır” cevabı verdi. Gebze Cezaevi’nde tutuklu JİTEM mensubu bir itirafçının 10 Eylül 1997 tarihinde el yazısıyla yazdığı itirafta, Talat Türkoğlu’nun polis memurları, askerler ve itirafçılardan oluşan bir ekip tarafından sorgulandığını, daha sonra itirafçı JİTEM elemanları tarafından öldürülüp cesedinin Türkiye-Yunanistan sınırında Meriç Nehri’ne atıldığını söylemişti. İtirafçı mektubunda, Talat Türkoğlu’nun öldürüldüğü yerin bir taslağını çizmiş ve üzerindeki giysilerin, özellikle ayakkabılarının, cüzdanının ve saatinin ayrıntılı bir tanımlamasını vermiş, bunlar da ailesi tarafından teyit edilmişti. Bunlara rağmen ailenin baş-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


310

vurduğu Cumhurbaşkanı, Başbakan, Adalet Bakanı ve TBMM İnsan Hakları Komisyonu ile Emniyet Genel Müdürlüğü gibi hiçbir kurumdan sonuç alınamadı. Dava AİHM’e taşındı. (AİHM Karar tarihi 17 Mart 2005. Başvuru no:34506/97)306 Gazeteciler Siyasetle doğrudan ilgilenenler kadar muhalif gazeteciler de faili meçhul cinayetin kurbanı oldular. Aşağıdaki listeden de anlaşılacağı gibi 90’ların ilk yılları politik gazetecilerin yoğunluklu olarak hedef alındığı yıllar olmuştu. Kürt siyasi hareketine yakınlığıyla bilinen Özgür Gündem gazetesi307 yaptığı yayınlardan dolayı siyasi iktidarın hedef tahtasındaydı. Gazete çalışanları, satıcıları ve bayilerine yönelik tehdit ve baskıların dışında fiili olarak yapılan saldırılarda gazete çalışanları Hafız Akdemir (Diyarbakır - 8 Haziran 1992), Yahya Orhan (Batman/Gercüş - 31 Temmuz 1992), Hüseyin Deniz (Ceylanpınar - 10 Ağustos 1992), Musa Anter (Diyarbakır - 20 Eylül 1992), Kemal Kılıç (Akçakale/Urfa - 18 Şubat 1993), Ferhat Tepe (Bitlis - 28 Temmuz 1993), Nazım Babaoğlu (Siverek - 12 Mart 1994) uğradıkları saldırılarla yaşamlarını kaybettiler. Faili meçhul cinayetlerden gazete dağıtımcıları da nasibini alıyordu. Halil Adanır (Batman - 21 Kasım 1992), Kemal Ekinci (Diyarbakır - 15 Aralık 1992), Lokman Gündüz (Nusaybin - 31 Aralık 1992), Orhan Karaağar (Van - 19 Ocak 1993), Teğmen Demir (Batman - 4 Haziran 1993), Haşim Yaşa (Diyarbakır - 14 Haziran 1993), Zülküf Akkaya (Diyarbakır - 28 Eylül 1993), Adnan Işık (Van - 28 Kasım 1993), Yalçın Yaşa (Diyarbakır - 10 Kasım 1993), Adil Başkan (Nusaybin - 9 Kasım 1993), Kadir İpeksürer (Urfa - 19 Kasım 1993), Mehmet Sencer (Diyarbakır - 3 Aralık 1993) ve Musa Dürü (Batman - 4 Aralık 1993) adlı 25 kişi faili meçhule kurban gittiler. Bunlar içinden Nazım Babaoğlu’nun öldürülüşü, paramiliter güçlerin niteliği ve faili meçhul cinayetlerin basın üzerinde işleme mekaniği bakımından önemli veriler barındırıyordu. Nazım Babaoğlu, Özgür Gündem gazetesinin Urfa bürosunda Mart 1994 tarihinde “İşte tecavüzcü korucular” başlığıyla Siverek’teki korucularla ilgili haber yapmış, haberde Bucak aşiretine bağlı korucuların bir kadın öğretmenin evini basarak hem öğretmene hem de evinde kalan kız kardeşine tecavüz ettikleri ve olayın ardından koruculardan bazılarının tutuklandığını anlatmıştı. Haber Siverek’te bir devlet memuru ve Siverek Cezaevi Müdürü’ne, sanki Urfa’dan savcılıktan arıyormuş gibi teyit ettirilerek yayınlan-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


311

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Özgür Gündem gazetesinin Diyarbakır muhabiri Hafız Akdemir (27) 8 Haziran 1992’de yeğeniyle birlikte bürosuna giderken silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Ailesinin itirazına rağmen cenazesi Mardinkapı Mezarlığı’na defnedildi. OHAL Valisi’nin izniyle cenaze çıkarılarak büyük güvenlik önlemleri altında köyüne götürüldü. Cenaze töreni, katılanlar ile askerler arasında çatışma sürerken yapıldı. Akdemir’in mezarı, daha sonra tahrip edilerek mermerleri kırıldı ve kurşunlandı.

dı. Bu olaydan sonra Siverek’te gazetenin dağıtımını yapan bir kişi Siverekli korucular tarafından kaçırılarak, Bucak aşiretinin Siverek çıkışındaki çiftlik evine götürülür. Gazete dağıtıcısından sonradan öğrenildiğine göre, ona zorla “Burada çok önemli haber var, gelin” şeklinde Urfa büroyu arattırırlar. Bu telefondan sonra Urfa muhabiri Nazım Babaoğlu Siverek’e gider. Burada kaybolur. Ancak sonradan ortaya çıkan tanıklar, gazetecinin akıbeti hakkında bilgi vererek olayı aydınlattılar. Örneğin Bucak’ın evinin alt katındaki hücrelerde gözaltında olan başka kişiler Nazım Babaoğlu’nu görmüş, ona ne sorduklarını, ne yaptıklarını duymuşlardı. Korucular tarafından kaçırılarak kaybedilen kardeşini ararken Bucakların evine giden Aziz Taşkaya, Nazım’ı orada gördüğünü, kim olduğunu sorduğunda, “Bu genç gazeteci” cevabını aldığını ifade ediyordu: Kaybolan ağabeyim Hüseyin Taşkaya’nın nerede olduğunu öğrenmek için 1994 yılının mart ayında, Sedat Bucak’ın evine gitmiştim. Ben oradayken, Bucak’ın evine, iki kişi koluna girmiş bir vaziyette Nazım Babaoğlu’nu getirdiler. Tabii ben Nazım’ı tanımıyordum, kim olduğunu bilmiyordum. Sorduğumda gazeteci olduğunu söylediler. Oradan ayrıldım ve İstanbul’a döndüm. Sonra gazetelerde Nazım’ın fotoğraflarını gördüm.


312 1990-2000 YILLARI ARASI POLİTİK NEDENLE ÖLDÜRÜLEN GAZETECİLER ADI Çetin Turan Gündüz Mehmet Sait Halit Cengiz İzzet Bülent Mecit Hafız Çetin Yahya

SOYADI Emeç Dursun Etil Erten Güngen Altun Kezer Ülkü Akgün Akdemir Ababay Orhan

GAZETESİ Hürriyet 2000’e Doğru Yeni Günaydın Azadi-Denk 2000’e Doğru Yeni Ülke Sabah Körfeze Bakış 2000’e Doğru Özgür Gündem Özgür Halk Özgür Gündem

İL İstanbul İstanbul İstanbul Diyarbakır Diyarbakır Batman Cizre Bursa Nusaybin Diyarbakır Batman Gercüş

TARİH 7 Mart 1990 4 Eylül 1990 18 Eylül 1991 3 Kasım 1992 18 Şubat1992 25 Şubat 1992 23 Mart 1992 1 Nisan 1992 2 Haziran 1992 8 Haziran 1992 29 Temmuz 1992 31 Temmuz 1992

ŞÜPHELİ FAİL İslami Örgüt İslami Örgüt Belirsiz İslami Örgüt (Hizbullah) İslami Örgüt (Hizbullah) Kontrgerilla Asker Belirsiz PKK İslami Örgüt (Hizbullah) Kontrgerilla Kontrgerilla

Hüseyin Musa Yaşar Hatip Namık Uğur Kemal Mehmet İhsan Ercan Rıza Ferhat Muzaffer Ruhi Can Nazım Kamil Erol Bahri Ersin Onat Seyfettin Metin Yemliha S. Turgay Reşat Ayşe Sağlam Abdullah Ünal Mehmet Ahmet Taner

Deniz Anter Aktay Kapçak Tarancı Mumcu Kılıç Karakuş Güre Güneşer Tepe Akkuş Tul Babaoğlu Koşapınar Akgün Işık Yıldız Kutlar Tepe Göktepe Kaya Daloğlu Aydın Derince Doğan Mesuloğlu Topaloğlu Kışlalı

Özgür Gündem Özgür Gündem Serbest/Türkiye Serbest/Hürriyet Gerçek Cumhuriyet Yeni Ülke Silvan Gazetesi HHA Halkın Gücü Özgür Gündem Milliyet TDN Özgür Gündem Zaman Devrimci Çözüm Çağdaş Marmara Özgür Ülke Cumhuriyet Yeni Politika Evrensel Halkın Gücü

Ceylanpınar Diyarbakır Hani Mazıdağı Diyarbakır Ankara Şanlıurfa Silvan Bergama İstanbul Bitlis

9 Ağustos 1992 20 Eylül 1992 9 Kasım 1992 18 Kasım 1992 20 Kasım 1992 24 Ocak 1993 18 Şubat 1993 13 Mart 1993 20 Mayıs 1993 14 Temmuz 1993 28 Temmuz 1993 20 Eylül 1993 14 Ocak 1994 12 Mart 1994 19 Mart 1994 8 Eylül 1994 17 Eylül 1994 3 Aralık 1994 11 Ocak 1995 28 Ağustos 1995 8 Ocak 1996 27 Temmuz 1996 9 Eylül 1996 20 Haziran 1997 3 Eylül 1997 13 Temmuz 1997 8 Kasım 1997 28 Ocak 1998 21 Ekim 1999

İslami Örgüt (Hizbullah) Kontrgerilla PKK Kontrgerilla İslami Örgüt (Hizbullah) İslami Örgüt Kontrgerilla Kontrgerilla FM Sol içi Kontrgerilla PKK PKK Kontrgerilla Belirsiz Kontrgerilla Belirsiz Kontrgerilla İslami Örgüt Emniyet Müdürlüğü Emniyet Müdürlüğü Ölüm orucu Belirsiz Belirsiz Belirsiz Belirsiz Belirsiz Kontrgerilla İslami Örgüt

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Kırıkkale Siverek Erzurum Gebze İstanbul İstanbul İstanbul Bitlis İstanbul İstanbul İstanbul

AA, TRT Candan Fm TRT Kurtuluş Cumhuriyet

Konya Manisa Adana Ankara

Kaynak: Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Çağdaş Gazeteciler Derneği verilerinden derlenmiştir.


313

Aynı yerde sorgulanıp bırakılan başkaları da gazeteye gelip bildiklerini anlatmış, Nazım Babaoğlu’nun yirmi gün kadar Bucakların elinde sağ olarak kaldığını ve bir araçla Urfa’da gezdirilerek sorgulandığını söylemişlerdi. Ancak bu tanıklıkların hiçbiri, güçlü korucu aşiret aleyhine resmi ifade vermeyi kabul etmedi. Olaydan bir ay sonra Fırat Nehri’nin kenarında kimliksiz bir ceset bulunmuş, ancak araştırma isteyen aileye emniyet yetkilileri izin vermeyerek cesedi kimlik tespiti yapmadan kimsesizler mezarlığına gömmüştü. Erzurum Cezaevi’nde yatan A.S. adlı tutuklu, Urfa Barosu’na gazeteciyle ilgili mektup yazarak, “Nazım’ın kaçırıldığı dönemde ben Siverek’teydim, o dönemde ben adli suçlardan dolayı aranıyordum. Dolayısıyla beni de kendi amaçları için kullandılar, Nazım’ı biz kaçırdık, falan yerde gömdük” bilgisini verdi. Ancak bu bilgilerin teyidiyle ilgili görüşme talepleri resmi makamlarca engellendi. Resmi makamlar, tanığın akli dengesinin yerinde olmadığını belirterek tanığı Trabzon’a gönderdi; tekrar mektup gönderen tanık, baskı altında olduğunu, ölüm tehdidi aldığını, kendisine çabuk ulaşılmasını istediğini yazdığı halde kurulan heyet bu kişiyle görüştürülmedi.308 Ağabeyi Cemal Babaoğlu’nun “Altı ay önce Şanlıurfa Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurduk. Elimizdeki bilgileri, belgeleri ve tanıkları bildirdik. Ancak, bugüne kadar o başvurumuza da yanıt gelmedi. Nazım’ın öldürüldüğünü biliyoruz. Cesedi ise ya Fırat’a atıldı, ya Hadro köyüne ya da Siverek’teki kimsesizler mezarlığına gömüldü. Buralarda kazı yapılırsa kemikleri mutlaka çıkacaktır”309 açıklaması, konunun nasıl sürüncemede bırakıldığını anlatıyordu. 90’lı yıllarda gazetecilere yönelik faili meçhul cinayet furyasından nasibini en çok Kürt gazeteciler almakla beraber, bu onlarla sınırlı kalmadı. Bursa Gemlik’te Körfeze Bakış gazetesinin sahipliğini ve yazı işleri müdürlüğünü yapan gazeteci ve yazar Kadir Bülent Ülkü muhalif bir yerel gazetecilik yaparak fabrikalarda geniş bir okur kitlesi oluşturmuş, hatta Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in, “Bazı yerel gazeteler 12 Eylül konusunda zehir kusuyorlar” şeklindeki demecinden sonra hakkında dava açılmış yerel bir gazeteciydi. 30 Mart 1992’de kimliği belirsiz kişiler tarafından kaçırıldıktan bir gün sonra Bursa-Uludağ yolunun 12. kilometresinde işkence edilmiş, gözleri bir bezle kapatılmış ve kafasından kurşunlanmış olarak bulundu. Bulunan cesette parmak izlerinin emniyetçe alındığına dair lekeler ve ellerinde kelepçe izleri bulunuyordu. 40 cm mesafeden kafasına kurşun sıkılarak öldürülmüştü. Cesedin bulunmasından kısa bir süre sonra Emniyet yetkilileri, olayı adli bir vaka olarak gösterip kimsesizler mezarlığına gömmek istedi, an-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


314

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

90’lı yıllarda gazeteci suikastları, ülke ve dünya tarihindeki en yüksek rakamlara ulaştı.

cak konuyla ilgilenen bir heyetin sahiplenmesi sonucu cenaze gömülemedi. Heyette bulunan Avukat Bedii Yarayıcı’nın “Cenazeyi vermek istemiyorlardı. Amaçları ailesine baskı yapıp cenazeyi acele gömdürmekti. Ancak ısrarlarımız sonucu cenazeyi alabildik. Vücudunda işkence izleri vardı. Ellerinde, ayaklarında ve başında sigara yanıkları ve ip ve kelepçe izleri vardı, Gözaltına alındığı belliydi” diyordu. Cenaze 5 Nisan günü alınıp defnedildi. Faili meçhul cinayetler toplum üzerinde amaçladığı etkiyi göstermek için tüm Türkiye tarafından tanınan öne çıkmış gazeteci ve aydınları da hedef almıştı. Hukuk Profesörü Muammer Ak­ soy’un 31 Ocak 1990 günü Ankara’da öldürülmesi, bir dizi aydın ve gazeteciye yönelecek faili meçhul cinayetlerin başlangıcı oldu. Toplumsal infiale yol açacak bu eylemlerde Hürriyet gazetesi yazarı Çetin Emeç’in 7 Mart 1990’te; İkibine Doğru ve Yüzyıl dergisi yazarı Turan Dursun 4 Eylül 1990’da; İlahiyat Profesörü Bahriye Üçok 6 Ekim 1990’da; Cizre’de Nevruz’u takip eden Sabah gazetesi muhabiri İzzet Kezer 23 Mart 1992’te; Cumhuriyet gazetesi yazarı Uğur Mumcu 24 Ocak 1993’te; aydın-yazar Onat Kutlar 11 Ocak 1995‘te; Ahmet Taner Kışlalı 21 Ekim 1999’da öldürüldü.


315

Özellikle 90’lı yıllarda öldürülen gazetecilerin listesine bakıldığında saptanan, çoğunun politik kimliğiyle tanınıyor olmasıydı. Bu dönemde öldürülen 41 gazeteci Cumhuriyet tarihinin en yüksek faili meçhul cinayet rakamlarını gösteriyor. Sivil toplum örgütleri Ölüm mangalarının diğer hedefleri ise teröre destek verdiği düşünülen avukat, doktor, öğretmen ve insan hakları savunucularıydı. Tatvan DEP İlçe Başkanı, siyasi dava avukatı Şevket Epöz­ demir’in 1993’te kaçırılarak öldürülmesi bunlar içerisindeki önemli cinayetlerden biriydi. Şevket Epözdemir’in JİTEM tarafından kaçırılıp infaz edilmesini oğlu Serhat Epözdemir şöyle anlatmıştı:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Babam, ... Gazeteci Ferhat Tepe dahil bölgedeki birçok faili meçhul davasının avukatlığını yapmaktaydı. Öldürülmeden önce aldığı onlarca tehdit telefonuna aldırmadan, barışa ve insan haklarına duyduğu inancı sonuna kadar savundu. Babamın öldürülmesi Tatvan’daki ilk faili meçhul cinayetti. Babam, 25 Kasım’da işyerinden evine giderken kaçırıldı. Kaçıranlar babamın arabasını, evinin önüne koyarak, zaman kazanmaya çalışacak kadar profesyonelce davranmışlar. Bir gün sonra cesedi Tatvan-Muş karayolu üzerinde bulundu. Cesedin üzerinde işkence izleri vardı ve kafasına tek kurşun sıkılarak infaz edilmişti... Boğazı ip ile ya da (...) birinin boğazını sıkması ile morarmıştı. Sağ gözünde travmaya bağlı morarma... yüzünde darp izleri mevcuttu. Bacaklarında sigara yanıkları ve darp izleri mevcuttu. Sağ elini ve ayağını dirsekten ve dizden kendine doğru çekmişti belli ki öldürüldüğünde bu pozisyondaydı. Sırtta ve kuyruk sokumunda ölü morlukları mevcuttu. Tahmini ölüm saati 03-03.30 idi. Güroymak yolunda Tahtalıköyü yakınlarında yüzü ve gözü agal* ile bağlı, sol ayakkabısı ayağından çıkıp iki, üç metre uzaklığa yuvarlanmış, yüzü sağa dönük olarak askerler tarafından bulunduğu söylendi... Boğuşma izleri vardı, zaten gözlüğü de evden 100 metre ileride orduevi kapısına yakın yerde bulunmuştu. Tüm çabalarımıza rağmen cinayeti hâlâ aydınlatılamadı. Davamız AİHM’de devam ediyor. 310

24 Mart 1994 günü akşam 18.30’da Ankara Kızılay’daki ofisinin önünden Özel Harekât polisleri tarafından gözaltına alındıktan sonra cesedi 25 Şubat 1994’te Gölbaşı’nda bulunan bir başka * Erkeklerin kullandığı, puşiden daha büyük örtü.


316

hukukçu ise Diyarbakır Liceli olan Avukat Yusuf Ekinci’ydi. Görgü tanıkları, Ekinci’nin arabasının Ankara Oran’da arkadan gelen polis arabası tarafından durdurulduğunu, dışarı çıkarılıp üstünün arandığını; sonra iki aracın peş peşe gittiğini söylüyorlardı. Ancak Emniyet Müdürlüğü resmi olarak gözaltını kabul etmedi. 2011’de itiraflarda bulunan bir Özel Harekât polisi cinayeti şöyle anlatıyordu: Yusuf Ekinci kendisine ait avukatlık bürosunun önünden alındıktan sonra Gölbaşı’na götürüldü. Komiser Y.Y.’e Uzi marka silah vererek “Al bir siftahın olsun, bu şahsı sen öldür” dedi. Yüksel, bu sözlere tepki göstererek elindeki silahı yere attı. Yere düşen silahı aldılar. Kimin ateş ettiğini görmedim, fakat Ekinci’ye ateş edildi. İnfazı Özel Harekât Dairesi Siirt Grubu gerçekleştirdi. Ben infaz sırasında olay yerindeydim.311

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Yine bir itirafçının beyanlarıyla ortaya çıkan JİTEM ölüm mangalarının avukat ve insan hakları savunucularına dönük faili meçhul cinayetlerden biri Elazığ İHD Şube Başkanı Avukat Metin Can ve Doktor Hasan Kaya’ya yapılandı. 21 Şubat 1993 Pazar günü arkadaşlarının evinden ayrıldıktan sonra “Acil bir hasta var” denilerek çağrılan iki insan hakları savunucusu, JİTEM mangası tarafından kaçırıldı. Olaydan bir gün sonra kaçırılan kişilerin evlerine telefon edilerek işkence sesleri dinlettirildi ve daha sonra bir kişi kocalarının öldürüldüğünü bildirdi ve başsağlığı diledi. Aileler, üniversite ve sivil toplum örgütleri günlerce açlık grevi gibi eylemler yaptı, hükümetle görüşerek yardım istediler. Açlık grevi esnasında Avukat Metin Can’ın ayakkabıları İnsan Hakları Derneği bürosunun önüne bırakıldı. O günlerde İHD ve sivil toplum örgütlerinin ortak açıklamayla bu durum kamuoyuna şöyle aktarılmıştı: Gözaltında kaybolmaların son örnekleri Elazığ’da 21 Şubat 1993 günü İHD Elazığ Şube Başkanı Avukat Metin CAN ve Doktor Hasan KAYA olmuştur. 21 Şubat’tan bu yana kendilerinden haber alınamamış, ancak aileleri telefonla aranarak işkence sesleri dinletilmiştir. Her ikisinin de öldürüldüğü söylenmiştir. 23 Şubat 1993 günü Metin ve Hasan’ın ayakkabıları bir poşet içerisinde Metin’in bürosunun yakınına bırakılmıştır.312

Kaçırıldıktan 6 gün geçtikten sonra Can ve Kaya’nın cesetleri Tunceli’ye 12 kilometre uzaklıkta sürekli askerin denetiminde


317

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

21 Şubat 1993 günü İHD Elazığ Şube Başkanı Av. Metin Can ve şube üyesi Dr. Hasan Kaya evlerinden kaçırıldılar. Ailelerinin ve demokrat kamuoyunun tüm çağrı ve eylemleri sonuçsuz kaldı. Can ile Kaya’nın işkence yapılmış bedenleri 27 Şubat 1993’te Tunceli’de bulundu.

olan Dinar Köprüsü’nün altında, elleri arkalarından demir telle bağlanmış ve başlarına birer kurşun sıkılmış halde bulundu. Burası normal şartlarda en az iki defa aramadan ve kimlik kontrolünden geçirilerek gidilen bir bölgeydi. Cesetleri balık avlamaya giden çocuklar görmüş ve yetkililere bildirmişti. Her ikisi de bağlanarak öldürülmüş, yüzüstü yatıyorlardı. Ayakkabıları yoktu. En önemlisi, boş kovanlar oradaydı ve kan daha tazeydi.313 JİTEM üyesi iki itirafçıdan Ayhan Öztürk verdiği röportajda Can ve Kaya’nın işkenceyle sorguladıktan sonra öldürüldüğünü anlattı. Başka bir itirafçı, Bir JİTEM’ci Anlattı adlı kitapta ve gazetelerde verdiği beyanatlarda bunu teyit ediyordu. Aile hukuk yolları tükenince dosya AİHM’e gitti. AİHM, 2000’de Türkiye’yi mahkûm etti. Faili meçhul cinayetlerin yoğun olarak hedef seçtiği bir başka yasal platform sendikal fa­aliyetler sürdüren insanlardı. Özellikle Kürt coğrafyasında 1990-2000 yılları arasında 7 bin kamu görevlisi gözaltına alınmış, 6 bin kamu gö­revlisi idari soruşturma geçirmiş, 3 bin 860 kişi çe­şitli cezalara çarptırılıp 936 kamu çalı­şanı sürgün edilmişti. Sendikacılığın özellikle Kürt coğrafyasında çok tehlikeli bir uğraş olduğu, bu dönemde faili meçhul saldırılarla yaşamdan kopartılan kamu sendikacılarının sayısından belli oluyordu.314 Tabloda da görüleceği gibi özellikle öğretmen ve sağlıkçılar bu ölüm mangalarının fiili saldırılarına maruz kaldılar.


318

ÖLDÜRÜLEN KAMU ÇALIŞANI SENDİKACILARI ADI Oktay Ahmet Şeyhmus Abdulsamet Mehmet Seydo Yakup Dr. Mehmet Emin Ramazan Adil Şirin M. Şirin Mehdi İdris Zübeyir Ramazan Aydın

SOYAD Türkmen Bayhan Akıncı Çiçek Geren Aydoğan Yöndem Ayhan Yüce Yavaş Gökdere Kaya Sanlı Çelik Akkoç Bilge

ÖLÜM 10.01.1992 15.02.1992 27.02.1992 15.04.1992 23.03.1992 04.06.1992 1992 10.06.1992. 29.06.1992 30.06.1992 15.09.1992 27.10.1992 22.11.1992 01.12.1992 13.01.1993 13.01.1993

SENDİKA SES Eğitim Sen SES Eğitim Sen Eğitim Sen Eğitim Sen SES SES Eğitim Sen Eğitim Sen Eğitim Sen Eğitim Sen Eğitim Sen SES Eğitim Sen Eğitim Sen

Abdullah Ali Han Hamit Zeki Ahmet Ali Şahap Kemal Faik Ramazan Semra Hasan Namık Necati Recep Kemal Recai İkram Veysi Yasemin Ayşenur İbrahim Halil Cemal Uğur Nesrin Mustafa Sadettin Cuma Orhan

Zengin Han Pamuk Tanrıkulu Arcagök Salık Canpolat Ayaz Denli Bayram Akan Erdoğan Aydın Oyur Göçer Aydın Mihyaz Sızlanan Demir Şimşek Mert Çam Gören Ünügör Küçük İbiş Eren

1964 1951 1961 1958 1953 1959 1964 1955 1961

1970 1966 1961 1970 1966 1973 1970 1962

15.02.1993 23.04.1993 21.06.1993 02.09.1993 20.09.1993 21.09.1993 18.11.1993 03.12.1993 01.1994 01.04.1994 01.03.1994 09.05.1994 10.04.1994 29.04.1994 03.06.1994 02.07.1994 05.07.1994 13.10.1994 23.01.1995 29.01.1995 05.05.1995 24.09.1996 30.09.1996 30.09.1996 30.09.1996 30.09.1996 1997

Eğitim Sen Eğitim Sen SES SES Eğitim Sen Eğitim Sen Haber-Sen Eğitim Sen Eğitim Sen SES Eğitim Sen SES SES Eğitim Sen Eğtiim Sen SES Tüm-Bel-Sen SES SES SES Eğitim-Sen Tüm-Bel-Sen Eğitim Sen Eğitim Sen Eğitim Sen Eğitim Sen BES

İkram

Damlayıcı

1955

31.01.1999

SES

1958 1962 1948 1951 1963 1954 1950 1963 1954 1956 1955

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö 1952 1964

1958 1961 1955 1959 1959 1959

Kaynak: Kılıçoğlu, H., Ademyıldız, N., & Yeşil, Ş. (2011). Ölümlerle Yaşamak. Diyarbakır: Eğitimsen Diyarbakır Şubesi., s.8-9 ile http://www.ses.org.tr/index.php/arv/868-anlar-muecadelemizde-yayor.html’dan derlenmiştir.


319

Faili meçhul cinayetlerden beklenen yararı gözeterek aktif sendikacılara dönük saldırılar içinde üç örnek tipik, açıklayıcı ve kamuoyunda önem arz etmesi bakımından bahsedilmesi gerekli örneklerdi. İlki, Diyarbakır Eğit-Sen Başkanı Nebahat Akkoç’un Diyarbakır Cezaevi’nde yatmış, çıktığında ise aktif siyasetten kopmamış öğretmen eşine yapılan saldırıdır. Eğit-Sen’in aktif üyeleri Zübeyir Akkoç ve Ramazan Aydın Bilge adlı iki öğretmen, okullarına giderken 13 Ocak 1993’te silahla sokakta öldürüldüler. Maktulün eşi Nebahat Akkoç olayı şöyle özetliyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Eve döndüğüm gün hem bir telefon aldım hem de taziyeye gelen tanımadığım birisi beni bir kenara çağırarak olayın ayrıntıları hakkında konuştu. Dikkatimi çeken telefonda verilen bilgiler ile bana anlatılanların aynı olmasıydı. Anlatılana göre, 34 HK... gerisi çamurla kapatılmış, koyu renkli camları olan bir taksiden inen iki kişi öldürmüş Zübeyir ve Aydın’ı. Birinin adı İ. A., diğerinin adı M. M. imiş. Araçtan inmeyen ama olayın seyrini dikkatle takip eden bir kişi daha varmış. Ancak araçtan inmeyen kişinin kimliği hakkında net bir şey söylenmedi. İ.A. Suriyeli bir PKK’li, M.M. de Diyarbakırlı bir PKK’li imiş. Sonradan itirafçı olmuşlar ve çeşitli cinayetlerde kullanılmışlar. Zübeyir ve Aydın’ı öldüren araç, olaya yakın yerde bulunan bir polis merkezine doğru gitmiş. Hatta söz konusu merkezin bahçesine girdiğini söyleyenler bile oldu. Evime taziyeye gelen kişi İ.A. ve M.M.’nin olaydan sonra cezaevindeki koğuşlarına gittiklerini, şampanya patlatarak başarılarını kutladıklarını söyledi. Olay akşamı bu iki kişinin uçakla Ankara’ya gönderildiği de anlatıldı. O zaman herkes ciddi bir güvenlik sorunu yaşıyordu. Kimseden açık tanıklık yapmasını isteyemedim. Sonradan da bu kişilere ulaşamadım. Bana anlatılanları ifademde anlattım. Ayrıca AİHM’e dava açtım.315

“Bir buçuk yılda on altı öğretmen cesedi kucakladım” diyen dönemin Eğit-Sen Başkanı Nebahat Akkoç, kendisine yönelik baskıların eşinin öldürülmesinden sonra giderek arttığını verdiği bir röportajda şöyle anlatıyordu: Bir süre sonra tehditler almaya başladım. 13 Ocak 1993’te eşimi kontra cinayetiyle kaybettim... Türkiye’de ve Avrupa’da davalar açtım. 1994 seçimlerinde milletvekili adayı olabileceğim söylentisi vardı. Tehditler devam ediyordu. 1994’in 11 Şubat gecesi on birde kapım çalındı. İki çocuğuma, “Babanızı öldürdük, annenizi de götüre-


320

ceğiz” dediler. Gece ikide götürdüler beni. Çırılçıplak soydular. Tazyikli su, kaba dayak, her şey... Sordukları da hep aynı şey: “Neden aday oluyorsun?” Daha aday olmamıştım, olmayı aklından geçirmek bile suçtu. Bırakıldıktan sonra bana yapılanları anlattım ama cinsel tacizi anlatamadım. Ancak altı ay sonra söz edebildim bundan. İşkenceye karşı dava açtım. Şimdi kendimi rahat hissediyorum.316

Hukuk mücadelesine başlayan Akkoç, iç hukuktan sonra kocasının ölümünde devletin ihmali olduğu gerekçesiyle 1993 yılında AİHM’e başvurdu. Bu arada da idari ve adli makamların baskısına maruz kalmaya başladı. Diyarbakır Söz gazetesine verdiği bir demeç nedeniyle disiplin cezası verildi. 1994 yılında gözaltına alınarak 10 gün boyunca gözaltında tutuldu. Gözaltında tutulduğu süre içinde vücuduna elektrik şok verildiğini, buzlu ve sıcak suyla duş, yüksek ışık ve müziğe maruz kaldığını ayrıca güvenlik kuvvetleri kendisine kocasını kendilerinin öldürdüğünü ifade ettiklerini iddia etti. 1997’de bir Hizbullah eylemcisi olduğu iddia edilen bir kişiye bu cinayetten dolayı dava açıldı, ancak sanık daha sonra savcıya verdiği ifadede, Hizbullah üyesi olmadığını, Emniyette ifadesinin işkenceyle alındığını söyledi, 1999’da Diyarbakır DGM bu kişiyle ilgili, delil yetersizliğinden beraat kararı verdi. AİHM davası 10 Ekim 2000’de sonuçlandı ve Türkiye, İnsan Hakları Mahkemesi’nin 2. ve 3. 13. maddesi gereğince “yaşa-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Aktif sendikacılık yapan Zübeyir Akkoç ve Ramazan Aydın Bilge adlı öğretmenler 1993 yılında faili meçhul cinayet kurbanı oldu.


321

ma hakkı” ve “işkencenin yasaklanması” suçundan 90.000 pound tazminat ödemeye mahkûm edildi. İkinci olay ise Ankara’da Sağlık-Sen’in kurucusu ve yöneticisi 25 yaşındaki eczacı Ayşenur Şimşek’in 1995 yılında öldürülmesiydi. Sendikal faaliyetleri ve politik çalışmaları nedeniyle devamlı tehdit edildiği söylenen Şimşek, 24 Ocak 1995’te gözaltına alındı. Yapılan başvurulara karşılık resmi makamlarca “gözaltına alınmadığı” cevabı verildi. Ailesi ve arkadaşlarının kampanya şeklinde yürüttüğü kamuoyu çalışmalarına rağmen Şimşek bulunamadı. Kırıkkale savcısının 12 Nisan 1995’te ailesini aramasıyla Ayşenur Şimşek’in kaçırılıp öldürüldüğü ortaya çıktı. Kaçıranların Şim­ şek’e günlerce yoğun işkence yaptığı, vücudundaki ağır darp izlerinden anlaşılıyordu. Yakın mesafeden 3 kurşunla öldürüldükten sonra boş bir alana atılmıştı.317 Ablası Fatma Şimşek, bulunan cesedin jandarma tarafından 15 gün kadar bekletildiğini, daha sonra kimsesizler mezarlığına gömüldüğünü anlatıyordu. Sonra aile olaydan haberdar edilmiş, fotoğraflara bakıp teşhis ettirilmesinin ardından cenaze gömüldüğü mezardan çıkartılarak aileye verilmişti.”318 Aile Ayşenur Şimşek’i doğum yeri olan Ankara Gölba­ şı’na götürerek gömmüşlerdi. Üçüncü olay ise SES Diyarbakır Şube Başkanı Necati Aydın’ın çok açıkça biçimde faili meçhul cinayete uğramasıydı. Aydın, 27.03.1994 tarihinde eşiyle birlikte misafir kaldığı akrabalarının evinden gözaltına alınmış, dört gün sonra eşi ve beraberlerindekiler serbest bırakılmıştı. Aydın, 06.04.1994’te Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne çıkarıldı. Mahkeme salonunda gördüğü tanıdık avukatlara, “Mahkeme beni bıraktı, ama polis bırakmıyor” dediği söylenen Aydın, mahkeme tarafından serbest bırakıldı. Ancak mahkemeden çıktığını kimse görmemişti. Cesedi, 09.04.1994 tarihinde iki kişiyle birlikte Silvan yolu üzerindeki Jandarma Karakolu yakınlarında bir tarlada bulundu. Yapılan otopside işkence edilerek öldürüldüğü anlaşılıyordu. Olayın detayları bir itirafçı JİTEM mensubunun on yıl sonra Özgür Gündem gazetesine 11 Mart 2004’te ve aynı kişinin Taraf gazetesine 27-30 Ocak 2009’da yaptığı beyanlarda ortaya çıktı. Buna göre Necati Aydın ve iki arkadaşı mahkeme içinden JİTEM’in ölüm mangası tarafından kaçırılıp işkence edildikten sonra öldürülmüştü:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Abdülkerim Kırcı 1993’ten sonra Diyarbakır JİTEM Grup Komutanı... Bazı cinayetleri bizzat gözümüzün önünde kendisi işledi. Sağlık-Sen Diyarbakır Şubesi’nin üç üyesi Necati Aydın, Meh-


322

met Ay ve Ramazan Keskin JİTEM’de sorgulandıktan sonra Silvan yolunda bir araziye götürüldüler. Gençler yan yana dizildiler. Elleri ve gözleri arkadan bağlandı. Sonra komutan Kırca gençlere diz çöktürttü ve tam enselerinden birer el ateş etti. Kurşun beyinlerini delip geçti, alınlarının ortasından oluk oluk kan fışkırdı. Sonra da bize “Gömün bunları” dedi.319

Öğrenciler Faili belirli olmayacak şekilde muhaliflerin yok edilmesinden nasibini alan başka bir kesim, toplumun en dinamik grubu olan öğrencilerdi. Kürt coğrafyasında asker, itirafçı ve koruculardan oluşturulmuş JİTEM ölüm mangalarının yoğunlukla giriştiği faili meçhul cinayetler insan hakları savunucuları, sendikacılar, avukatlar gibi toplumun her alanını hedeflerken, batıda terörle mücadele timleri ve Özel Harekât içinde oluşturulmuş küçük birimler tarafından daha çok örgüt üyeleri ve öğrencilere yöneldi. Özellikle 90’lı yılların başlarında güçlenen silahlı sol muhalefet, bir dizi şehir eylemleri düzenleyerek üniversite içinde faal bir örgütlenme içine girmişti. Ciddi bir egemenlik krizine girmiş olan devlet iktidarı, Kürt coğrafyasında verdiği ölüm kalım savaşı içinde batıda yeni bir cepheyle uğraşmanın yaratacağı zafiyeti iyi hesaplayarak batıda da şiddetin dozunu artırdı. Öğrenci, sendikacı, gazeteci vb. gibi yasal düzlemde mücadele veren radikal muhaliflerde kaçırma ve faili meçhul cinayetler dizisini devreye sokarken, eylem içindeki silahlı

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö 1991-1994 yılları arası kayıpların yoğunlaştığı dönem oldu.


323

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Ayhan Efeoğlu’ndan sonra kardeşi İTÜ İnşaat Fakültesi öğrencisi Ali Efeoğlu da 5 Ocak 1994’te Pendik’te sivil polislerce gözaltına alındı. Babaları Osman Efeoğlu, yıllarca sürdürdüğü arayışından hiçbir sonuç alamadı. İki oğlunu da kaybetti.

birliklere yargısız infaz diyeceğimiz bir tekniği uygulamaya başladı. İlkel bir cezalandırma ilkesi olan kısas esasına göre yakalama, soruşturma kaygısı gütmeden doğrudan öldürme yolu seçildi. Öğrencileri hedef alan yok etme pratiklerinde ileri politik öğrenciler başı çekiyordu. Hedef haline getirilmesi, kaybedilmesi, öldürülmesi ve gayriresmi olarak cinayetin ortaya çıkması bakımından Ayhan Efeoğlu’nun akıbeti açık seçik izlenebilen bir vakıaydı. Yıldız Teknik Üniversitesi 2. sınıf öğrencisi olan Ayhan Efeoğlu, 6 Ekim 1992’de okulunun önünden sivil polisler tarafından gözaltına alındı. Daha önce de gözaltına alınan Efeoğlu gözaltında bulunma süresi geçtiği halde salınmadı ve mahkemeye çıkarılmadı. Bunun üzerine akıbetini öğrenmeye çalışan ailesinin sürdürdüğü hukuki mücadele yıllar geçtiği halde sonuca bağlanamadı. Efeoğlu hakkında 19 yıl sonra Özel Harekât timinde yer alan bir polisin verdiği ifadeden bilgi alınabildi. Buna göre, Ayhan Efeoğlu emniyette işkence sonucu öldürülmüş, cesedi bavul içinde time verilmişti: “Ayhan Efeoğlu’nu bizzat ellerimle gömdüm. Domuz bağı ile bağlanmış bir vaziyetteydi.”320 Bunun dışında Efeoğlu’yla ilgili tanıkların da ifadesi bulunuyordu. “2000 yılı cezaevleri operasyonu” mağdurlarından olan Hacer Arıkan’ın Ayhan Efeoğlu ile ilgili tanıklığını şöyleydi: 29 Eylül-12 Ekim 1992 arasında İstanbul Siyasi Şube’de gözaltında tutuldum. 6 Ekim 1992’de yeni bir gözaltı olmuştu. 8 Ekim’de


324

bana Ayhan Efeoğlu’nun fotoğrafını gösteren polis, “Aslan bu mu?” diye sordu. Bir gün sonra tekrar geldiler. Ayhan’ın fotoğrafını göstererek aynı soruyu sordular. Ben hayır yanıtı verince, “Niye yalan söylüyorsun? Ayhan elimizde, çözüldü. Aslan olduğunu itiraf etti” dediler. Benden Ayhan’ın “Aslan” kod adını kullandığını doğrulamamı istediler. Yine fotoğrafı sordukları 9 Ekim günü nezarethaneye götürüldüğüm sırada birine işkence yapılıyordu. Şahsı görmedim ama geçiş sırasında itirafa zorlandığını duydum.321

Ailesi, Cumhuriyet Başsavcılığı’na ve Emniyet’e defalarca kez başvurmasına rağmen sonuç alıcı bir soruşturma yürütülmemiş “gözaltına alınmadıkları” cevabı verilmişti. Sonunda İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, vakaların 2008 ve 2009 yıllarında zama-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

1991 yılında öğrenci sorunları hakkında röportaj yapılan fotoğraftaki öğrencilerden Neslihan Uslu ve Soner Gül sonraki yıllarda faili meçhul cinayete kurban gitmişlerdi. (Milliyet, 21 Eylül 1991)


325

naşımına uğramış olması nedeniyle takipsizlik kararı verdi.322 Devletin soruşturmalarında tozlu raflara yerleşip hiçbir sonuç alınamayan faili meçhul cinayetler ancak tanıkların ifadesiyle ya da faillerin itiraflarıyla öğrenilebiliyordu. Bunlardan biri de İstanbul Üniversitesi Teknik Bilimler Meslek Yüksekokulu öğrencisi Hüsamettin Yaman ile İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrencisi Soner Gül’ün 4 Mayıs 1992’de İstanbul Fındıkzade’de görgü tanıkları olduğu halde gözaltına alınmasıydı. Resmi makamlar her iki öğrencinin de “gözaltına alındığını” kabul etmedi. Aileler, milletvekillerini, uluslararası kurumları ve sivil toplum örgütlerini harekete geçirerek kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Bir ay sonra Hüsamettin Yaman’ın abisine Terörle Mücadele Şubesi’ne çağrılarak “Bizim dışımızda bir yapı tarafından alınmış olabilir” açıklaması yapıldı. Daha sonra öğrencilere ait olduğu iddia edilen bir hücre evinde onlara ait kıyafetler ve birtakım ders kitapları bulunduğu söylenerek tutanak tutuldu ve tutanağa dayanarak Türkiye’de açılan dava düşürüldü. Sonuçta sürdürülen arama çabaları sonuç vermedi. Ta ki 19 yıl sonra failin yaptığı itiraflara kadar haklarında hiçbir bilgi alınamadı. Bu itiraflarda olay şöyle anlatılıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Hüsamettin Yaman ve Soner Gül’ün polis katili olduğu söylendi bize. Yakalayıp bir kamyonetin arkasına attık. Koli bandıyla bantladık. Ormanlık bir alanda sorguladık. Sonra yere oturtup infaz edildiler. Çocuklar bir an için geri adım atmadı. Vurulurken “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” diye slogan atıyorlardı. Şimdi benim oğlum, onların yaşında. Düşündükçe ağlıyorum. Bize bu insanları hep “polis katili” diye tanıttılar.323

Ortaya çıkan bir başka zalimane faili meçhulde ise Neslihan Uslu, Metin Andaç, Mehmet Ali Mandal ve Hasan Aydoğan adındaki 4 politik öğrenci, JİTEM’in “03 Timleri” diye adlandırılan ölüm timi tarafından 31 Mart 1998’de Çeşme Alaçatı’da kaçırıldı. Ailelerin Emniyet Müdürlüğü’ne yaptıkları başvuruya karşılık bu 4 kişinin gözaltında olmadığı bildirildi. Sonradan bu timde görevli olan Turan Ünal adlı kişinin itiraflarına göre, 4 kişi kaçırıldıktan sonra Foça’da askeri alan içinde yer alan kontrgerillaya ait binalarda işkence altında sorgulandılar. Sonra İzmir’in Hatay Üçkuyular semtindeki kontrgerillaya ait bir binada tutuldular. Nisan sonuna kadar yoğun olarak işkence gördüler. Daha sonra ağır işkenceden çıkmış, kolları kırık ve hapla uyutulmuş halde İzmir


326

Gaziantep Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü 2. sınıf öğrencisi 22 yaşındaki Murat Özsat’ın cesedi 23 Kasım 1991’de bir arazide yanmış olarak bulundu. Uzun bir süredir polisin defalarca muhbirlik teklif ettiğini, hatta bir bankada onun için hesap bile açtırdığını söyleyen Özsat’ın ailesi, olaydan önce Siyasi Şube polisleri hakkında savcılığa başvurarak soruşturma açılmasını istedi.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Seferihisar kıyısında küçük kamarası olan bir balıkçı teknesine bindirildiler. Bindirildikleri tekne bombayla patlatılarak derin bir yerde batırıldılar. 4 kişiden bir daha haber alınamadı.324 JİTEM elemanının söylediklerine göre bu cinayeti kutlamışlardı. Kayıp ve faili meçhullerin niteliği, işleniş biçimi ve mekaniği Kürt coğrafyasında ise faili meçhuller çoğunlukla bir ölüm mangası olarak oluşturulmuş ve içinde asker, itirafçı ve korucuların bulunduğu JİTEM timlerince yapılıyordu. Bunun yanında özel harekât timleri, askerler ve korucuların da karıştığı iddia edilen pek çok faili meçhul cinayetlerin olduğu görülüyordu. Savaş ve güvenlik konsepti bağlamında şiddetin hüküm sürdüğü bu bulanık ortamda idari ve yargı denetiminin işlememesi bu güçlerin cezasızlık zırhı altında fütursuz bir uygulama alanı açmıştı. Bundan en fazla zararı suçlu-suçsuz ayrımı yapılmaksızın, basit istihbarat bilgilerine dayanarak oluşturulan listelere giren halk gördü. Böylesi bir ortamda gözden çıkarılmış bir kitleye dönüşen halkın tamamı ideolojik güdümleme ve terörist zorun birleştirdiği paramiliter ve resmi güçler tarafından güvenliği sağlama gibi muğlak bir gerekçenin haklılık zırhına sığınarak şiddete uğradı. Savaşın şiddeti çoğu kez hukuki kılıfın bulunmasını gereksiz kılıyordu. Yasal düzenlemelerle şiddet pratiklerini meşrulaştıran iktidar, örtülemeyecek açıklıkta ortaya çıkan olayları da ya “münferit olay” ya da teröristlerin yapıp devletin üstüne attığı eylemler olarak değerlendirdi. Sonuçta faili meçhul olarak ortaya


327

çıkan cinayetler savaş-güvenlik hattı çerçevesinde türlü pratiklerle gerçekleşmiş oldu. Aşağıda görülen tablo ve somut örnekler bu çeşitliliği ve şiddetin boyutunu açıkça gösteriyor. İHD ve TİHV Terör Kaynaklı Faili Meçhul Verileri YIL-DÖNEM

faili MEÇHUL

CİNAYETLER

YARGISIZ İNFAZLAR VB.

GÖZALTINDA- CEZAEVLERİNDE SİYASİ ZORLA ÖLÜM KAYBEDİLENLER

1980-1989 297 1990 11 12 1991 31 98 21 1992 362 283 15 1993 467 189 40 52(1980-1993) 1994 423 245 53 328 1995 321 96 37 220 1996 113 129 72 194 1997 109 98 52 66 1998 192 85 43 29 1999 212 150 55 35 2000 145 114 59 7 2001 160 55 57 4 2002 75 40 48 2 2003 50 46 22 2 2004 47 42 38 2005 4 61 18 2006 20 49 21 2007 42 34 11 2003 29 35 45 2009 18 46 39 2010 22 29 43 2011 13 59 46 TOPLAM 2.872 1.945 1.147 940 Kaynak: TBMM Terör ve Şiddet Olayları Kapsamında Yaşam Hakkı İhlallerini İnceleme Raporu, 2013, s.74

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Tabloda görüldüğü gibi faili meçhul cinayet sayısındaki yüksek rakam, yıllar içinde konuyla ilgili tanıkların, faillerin ve mağdur yakınlarının beyanatlarıyla ortaya saçılmaya başlandı. Anlatımlar faili meçhullerin kimler tarafından işlendiği, neden işlendiği, nasıl işlendiği, kimleri hedef aldığı gibi soruların hepsine cevap verir nitelikteydi. Asıl mesulünün kendi sorumluluğunu hiçbir zaman üstlenmediği bu karanlık işler tüm kamuoyunun zihninde açığa çıktı.


328

Bu sorulara cevap vermek üzere faili meçhul ve çoğu kez faili meçhul kapsamında ele alınacak kaybetmelerin niteliği konusunda en çarpıcı olaylardan Ali Tekdağ olayı açıklayıcıdır. 13 Kasım 1994’te Diyarbakır’da eşiyle gittiği alışveriş merkezinin önünden kaçırılan Ali Tekdağ, faili meçhul ve kaybetmelerdeki pek çok veçheleri ortaya koyuyordu. Politik bir kişi olan Ali Tekdağ’ın eşi, kaybedilme olayından önce sürekli baskı ve taciz altında yaşadıklarını anlatıyordu: “Eşimi kaybetmeden önce her gün evimizi basıyorlardı. Ailemizin hepsine işkenceler yapıyorlardı. Bana ve çocuklarıma saldırıyorlardı. Bir keresinde oğlumu tutmuş onu pencereden aşağıya atacağız diye tehdit ediyorlardı.” Tekdağ’ın kaçırılışından sonra eşi Hatice Tekdağ’ın eşinin izini ısrarla nasıl sürdürdüğünü,325 “Biz çok dolaştık bakmadığımız yer ve çalmadığımız kapı kalmadı. Dilekçe üzerine dilekçe yazıyorduk fakat bir sonuç alamıyorduk” diye anlatıyordu. Eşinin akıbetini ancak gözaltında işkencede olduğu sırada görgü tanıklarından duyduğu kadarıyla bilebildi.326

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

O dönemler de vahşetti, ben de çekindim ve vermedim... Fiska­ ya’ya götürdüler ve beni Fiskaya’dan aşağıya atacaklardı. Bana diyorlardı “Ali’nin davasından vazgeçeceksin.” Ben nasıl Ali’nin davasını bırakabilirdim? Çocuklarımı yetim bıraktılar, evimizi yaktılar yine de ben davamdan vazgeçmedim ben kemikleri bulana kadar mücadele edeceğim.

Hatice Tekdağ’ın, eşinin izini aramak için yaptığı girişimleri tehdit almasının dışında bir işe yaramadı. Ancak iki yıl sonra Evrensel gazetesinin 21 Ocak 1996 nüshasında yayınlanan JİTEM subayının itiraflarında Ali Tekdağ’la ilgili karanlıkta kalan noktalar ibret verici biçimde ortaya çıktı: Öldürülmeden önce bize, yani sorumluluk alanımız Silvan’a biri getirildi. Öldüğü gün adının Ali Tekdağ olduğunu öğrendiğim bu kişi, önce Diyarbakır Terörle Mücadele Şubesi’nde, sonra Çevik Kuvvet Polis Müdürlüğü ve Polis Koleji’nde sorgulandı. Silvan’a getirilmeden önce Diyarbakır Pirinçlik Jandar­ma Karakolu’na götürülüp sorgulandıktan sonra, oradan Ergani’ye, Ergani’den de zırhlı personel taşıtlarıyla Silvan’a getirildi. Zırhlı Tugay’a getirildiğinde çok zayıftı, bitkin görünüyordu. Saç ve sakalları oldukça uzamıştı. 5-6 metreden hissedilecek derecede kötü kokuyordu... Ali Tekdağ, PKK itirafçılarının bilgileri doğrultusunda gözaltına alınmış. Sanırım 80. ya da 90. gündü. Yaklaşık iki ay poliste sorgulan-


329

Tekdağ’la ilgili AİHM’e yapılan başvuru 2012 yılında sonuçlandı. Türkiye, “yaşam hakkını koruyamadığı” gerekçesiyle tazminata mahkûm edildi.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

mış, hiç bilgi vermemişti. Sorgusunu “Boğa” lakaplı komutan yapıyordu. Sorgu timi komutanı ve sağcı elemanlar, yoğun işkence uyguluyorlardı. Bir gün üsteğmenin anlattığına göre, cinsel organını köpeğe yalatıp uyardıktan sonra plastik naylon yakıp üzerine dökmüşler. Hayalarından birini tahta şeklinde metal bir cisimle ezmişler. Her seferinde “Beni öldürün” deyip durmuş. Kasap çengeline asılı bir vaziyette, kendisine copla tecavüz edilmişti. (Sorgulamaya sürekli olarak üç hilalli yüzük takan “Timuçin” lakaplı Özel Tim Komiser Yardımcısı da katıldı.) Boğa lakaplı komutan Tekdağ’ın cinsel organında bulunan idrar yoluna tel sokuyor ve elektrik veriyordu. Hemen ölmemesi için sürekli iğne yapılıyor. Zaten sorgulamada sürekli askeri doktorlar bulunduruluyor. Sorgulama yerinde bulunan tim komutanlarının telsizi Asayiş Kolordu Komutanlığı’na endekslidir. Kolordu komutanının talimatına göre sorgulama yöntemleri değişir. Doktor Tekdağ’ın fazla dayanamayacağını söyleyince 120. gününde buradan alındı ve benim de bulunduğum operasyon timi eşliğinde, askeri bölge dışında çöplüğe getirildi. Burada Timuçin ve Boğa silahla taradılar. Öldükten sonra timde bulunan bir başka elemanın, Tekdağ’ın yakılması gerektiğini söylemesi üzerine, benzin dökülerek yakıldı. Cesedi kömür haline gelmiş olan Tekdağ’ın kemikleri ve geriye kalmış diğer parçalarını, SilvanDiyarbakır arasında bir dere kenarındaki nadaslı bir tarlaya götürüp zırhlı bariyerde bulunan kazma ve kürek aracılığıyla gömdük. Tekdağ’ın ölümünü hem OHAL Valisi, hem Asayiş Kolordu Komutanı hem de Diyarbakır Emniyet Müdürü biliyor.327

Örnek olaylarda görülebileceği gibi faili meçhul cinayetler tek bir yapı tarafından işlenmiyordu. Faili meçhuller seçme ölüm mangası gibi oluşturulan JİTEM tarafından işlendiği gibi, kontrol-


330

süzce silahlandırılan korucular, köy baskınlarına veya operasyona çıkan askeri timlerce veya Emniyet Müdürlüğü’nce oluşturulmuş özel harekât timlerince de işlenebiliyordu. Hatta Batman, Silvan bölgelerinde cinayet şebekesi gibi işleyen “devletin resmi kurumlarınca kurulduğu”328 iddia edilen Hizbullah tarafından da gerçekleştirilmişti. Cinayetleri işleniş tekniklerine göre tasniflediğimizde hem benzerlikler hem de farklılıklar detaylı görülebilecektir. Operasyonlarda oluşan kayıp ve faili meçhuller Güvenlik güçleri 1989-1993 yılları arasında düşük yoğunluklu savaş bağlamında alanları PKK’den temizlemek, halk desteğini kesmek, kırsal bölge­lerdeki yerel nüfusun kontrolünü sağlamak ve desteğini almak için “alan hâkimiyeti” stratejisi uygulamaya başlamıştı. Güvenliği sağlamaya dönük sürekli bir askeri operasyon hali bölgede pek çok yeri esasında askeri yasak bölge veya serbest atış alanı haline döndürdü. PKK’nin eleman teminini engellemek, yiyecek ve istihbarat için köy, mezra ve hatta ilçeler boşaltılmaya başlandı. Sokağa çıkma yasakları yaygınlaştırıldı, tarım ve hayvancılığın yapıldığı yaylalara ve dağlara çıkış engellendi, gıda ambargosu konuldu ve köylüler kentlere göç ettirilerek kırsal alanları nüfussuzlaştırılmaya başlandı.329 Askeri operasyonların tek belirleyici strateji olduğu bu ortamın en dramatik pratiğini ise kayıplar, faili meçhuller ve yargısız infazlar oluşturuyordu. Bolu Komando Tugayı’nın 1994 yılında Tunceli Hozat ilçesinin Aliboğazı bölgesinde yaptığı operasyon sırasında Taşıtlı köyüne gelip köylüler arasından 61 yaşındaki Nazım Gülmez’i muhtar ve köylülerin gözü önünde “kılavuzluk” yapması için evinden alıp operasyona götürmesi ve Gülmez’den bir daha haber alınamaması, operasyon yapılan bölgedeki halkın hangi derecede bir yaşam güvencesine sahip olduğunu gösteriyor. Bu olaydan sonra ailesinin jandarma karakolları, savcılık ve valilik gibi resmi kurumlara başvurusuna “Asker almış, sonra kent merkezine götürüp bırakmış” cevabı verilmesi ise öldürmelere karşı resmi makamların tutumlarını gösteriyor. Nazım Gülmez’in akıbeti hakkında o günden sonra hiç bilgi alınamadı.330 Kulp bölgesinde 24 Mayıs 1994’te yapılan askeri operasyonda ise “Komutan bize yol göstermeniz için çağırıyor, sonra dönersiniz” diyerek alınan M. Selim Örhan, kardeşi Hasan Örhan ve yeğeni 17 yaşındaki Cezayir götürüldükten sonra yetkililer bu üç ki-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


331

şiyi götürdüklerini kabul etmemişlerdi. Olaydan bir ay sonra tutuklanarak cezaevine konulan Liceli Ramazan Ayçiçek bu üç kişiyi askerin yerleşerek işkencehane olarak kullandıkları Lice Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’nda gördüğünü anlattı. Başvurular neticesinde sonuç alınamayan olayı AİHM’e götüren aile Türkiye’yi mahkûm ettirdi.331 2003’te Kulp Cumhuriyet Savcılığı’nın 12 Haziran 1994’te kurşunlanarak yakılmış 8 ceset için DNA araştırması yapmasıyla cesetlerden ikisinin Selim Orhan ile Hasan Orhan’a ait olduğu ortaya çıktı. Bunun üzerine 2009 yılında yeniden açılan davada ifade veren Ramazan Akçiçek, cinayetin askerlerce işlendiğini anlattı. Buna göre, 22 Mayıs 1994 tarihinde Bolu Tugay Komutanlığı’na bağlı askerler köye gelerek, PKK’ye yardım ettikleri gerekçesiyle evleri yakmışlardı. Evlerinin 300 metre uzağında bulunan uzun namlulu bir silah nedeniyle Şefik, Hasan, Salih Akçiçek ile birlikte Ramazan Akçiçek de gözaltına alınmış ve Lice Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’na götürülmüşlerdi. Gözaltına alınanlar okulun büyük olan banyosuna konulmuştu. Tanığa göre, “Benimle birlikte banyoda önceden tanıdığım Hasan, Cezayir ve Mehmet Selim Örhan... vardı. Toplam 10 kişiydik. Hasan ve Mehmet Selim Örhan getirildikleri gece işkenceye götürüldüler. İşkence yeri bulunduğumuz yere yakındı, sesleri geliyordu. Hasan Örhan, askerlere kendisinin oğlunun da asker olduğunu söylüyordu.” 10 gün beraber kaldıktan sonra banyoya gelen askerlerin herkesin gözlerini bağladığını, sonra bazılarını götürdüğünü anlatan tanık sözlerini şöyle sürdürüyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Gözlerimiz açıldığında banyoda üç kişi kalmıştık. Bir ara tuvalete gittim. Tuvaletin yanındaki odanın içinde Cezayir’i gördüm. Kendisine ne olduğunu sorduğumda, kendilerine peşmerge elbisesi giydirdiklerini, ertesi gün dağa götüreceklerini, orada kameraya çekip serbest bırakılacaklarını söyledi. Gerçekten de üzerlerine peşmerge elbiseleri giydirilmişti. Ancak Cezayir ağlıyordu. Bana, “Seni serbest bırakırlarsa akrabalarıma haber ver” dedi. Ben tekrar gözaltına alındığım banyoya döndüm. Ertesi sabah kalktığımda askerler, o kişilerin götürüldüğünü söyledi. Bu kişileri bir daha görmedim.332

Benzer trajik başka bir olay ise 27 Ekim 1995 günü Yüksekova Komando Taburu’nun operasyon için geldiği Yüksekova ilçesi Ağaçlı köyünde gerçekleşmişti. Köylüleri toplayıp sorgulayan askerler, Şemsettin Yurtseven (73), Mikdal Özeken (18) ve Münür Sarıtaş’ı (13) askeri bir araçla götürdüler. Operasyonda götürülen


332

73 yaşındaki Şemsettin Yurtseven’in oğlu Sabri Yurtseven’in olayı, “O gün ben de köydeydim. Operasyon timi geldi, tüm köy halkını bir yerde topladılar. Mehmet Emin Yurdakul da oradaydı. O zamanlar Tabur Komutanı olduğu için herkes onu tanıyordu. Babam, aralarında çocuk ve kadınların da olduğu tüm köy halkının gözleri önünde ölesiye dövüldü, işkence edildi. Babamı bir askeri aracın arkasına bindirip götürdüler” diye anlatıyordu. Daha sonra kendilerinden haber alınamayan köylülerle ilgili yargılandığı Diyarbakır DGM davasında yaşananları anlatan itirafçı JİTEM elemanı Kahraman Bilgiç, olayın karanlık bazı noktalarını da açığa çıkardı. Bilgiç, kalan üç köylüyü sorguladıklarını, sorgu sırasında yapılan işkencelerden dolayı 73 yaşındaki Şemsettin Yurtseven’in belinin kırıldığını, daha sonra üç köylüyü tabura götürdüklerini, fakat Yurtseven’in yolda yaşamını yitirdiğini belirtiyordu. Askeri yetkililer tanık kalmaması için Mikdal Özeken (18) ve Münür Sarıtaş’ı (13) da taburun içinde kazılan bir çukura koyup taramış, daha sonra ölmüş olan Şemsettin Yurtseven de getirilip o çukura atılmış, çukurda cesetler yakılmak istenmiş, ama cesetler yanmayınca çukurun üstü kapatılmıştı. Bir hafta sonra cenazeler toprağın altından çıktığı için, bidonlara konarak şehir dışına çıkarılmıştı.333 28 Mayıs 1994’te boşaltılan ve Bolu Komando Tugayı’nca operasyon yapılan Diyarbakır Lice Yalımlı köyündeki tarlalarına bahçelerinin bakımını yapmaya gidip 11 yıl boyunca hiçbir haber alınamayan 14 yaşındaki Metin Budak ve dedesi Bahri Budak’ın akıbetlerinde olduğu gibi güvenlik nedeniyle sürekli operasyon bölgesi ilan edilen ve açık atış alanına dönüştürülüp insansızlaştırılan yerler de bir başka faili meçhul kaynağını oluşturuyordu. 11 yıl sonra koyun otlatan bir çoban tarafından dere yatağında toprağın hemen altında bazı kemik parçaları, eşya ve giysiler bulunarak savcılığa başvuruldu. Savcılığın yaptığı araştırmada, MKE yapımı olduğu tespit edilen 10 mermi kovanı, bir patlamamış mermi ve kemikler Adli Tıp’a gönderildi. Adli Tıp raporuna göre, kemiklerin Metin ve dedesine ait olduğu; dede ve torunun G-1 ve G-3 piyade tüfeğinden açılan ateş sonucu öldükleri ortaya çıktı. Açılan davada bir sonuç alınamadığı için, konu AİHM’e taşındı.334 Askerin operasyon esnasında tüm bölgeyi ayrımsız ateş altına alması neticesinde meçhul biçimde kaybedilen örneklerden biri de Ömer Söğüt’tü. Yaratılan ortamı çok boyutlu olarak ortaya koyan bu olayda Ömer Söğüt’ün önce 1995’te Lice’de evi yakıldı, başka bir eve taşınıp bağda çalışırken bölgede askeri operasyon başladı ve üç gün sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Yasaktan son-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


333

ra bağa giden eşi Ömer Söğüt’ün sadece eşyalarını bulabildi. Operasyonda ölenlere tek tek baktığı halde eşini bulamadı. Meyase Söğüt yaşadıklarını şöyle anlatıyordu: Birkaç ay çevreyi aradım. Altı ay geçti, dilekçe verdim ama kabul etmediler. Bir yüzbaşı vardı, karakola çağırdı ve dedi ki: “Niye arıyorsun, bir de devlete suç atıyorsun?” Bana küfür etti, ardından bir güzel tokadını yedim. Yıllar sonra DGM’ye dilekçe verdim. Savcı benimle konuştu ve “Devlet mi senin eşini kaybetti? Emin misin?” dedi. Ben de “Eminim, bir düşmanı yok, sabıkası yok, kim ne yapacak?” dedim. Savcı, “Niye devlete atıyorsun, belki PKK götürmüştür” dedi. Ben de “Gitse gençken giderdi” dedim. Bir daha da çağırmadılar. Tehdit edilmeye başlandım. Çocukları da tehdit ettiler. Büyük oğlum 11 yaşındaydı, gözaltına aldılar. Canım gitti, yârim gitti, sekiz çocuğum başımda kaldı. Yatacak yatak, yiyecek, ev bulamadık. Aç yatırdım çocuklarımı. Kapıcılık yaptım, temizlik yaptım, sokaklarda Eskimo (donmuş limonata) sattım, simit sattım, bu yaşına getirdim.335

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Yok ediliş biçimi, buna resmi makamların yaklaşımı ve akabinde ailenin ortaya çıkan dramatik hayat mücadelesi pek çok örneğin ortak noktasını da anlatıyordu. Güvenlik güçlerinin rutinleşen köy baskınları sırasında gerçekleşen faili meçhuller ise bir başka pratiği göstermektedir. Lice’nin Turali köyü Dahlezeri mezrasını 18 Mayıs 1994’te basan askerlerin tüm köy halkını meydanda toplandıktan sonra, iddiaya göre, tepeye yük taşıtmak için altı kişiyi seçmişti. Yükleri taşıttıktan sonra üç kişiyi serbest bırakmışlar, ancak beraberlerinde götürdükleri İkram ve Servet İpek kardeşler ile 14 yaşındaki çoban Servet geri gönderilmemiş.336 Tüm köylülerin gözü önünde gerçekleşen olayın takipçisi olan ailenin mahkeme ve resmi başvurularından sonuç alınamadı. Bunun üzerine AİHM’e başvuran aile AİHM’de kardeşlerin gözaltında kaybedildiği ve diğer köylülerle birlikte İpek ailesinin evlerinin yakıldığına dair karar çıkardılar. AİHM’in 25760 /94 nolu başvuru ve 17 Şubat 2004 karar tarihi ile Türkiye 71 bin 530 avro maddi ve manevi tazminat ödemeye mahkûm oldu. İddiaya göre yine buna benzer bir olay 19 Nisan 1995’te Diyarbakır kırsalındaki Kuruçayır köyü yakınlarında operasyon yapan askeri birlik tarafından yinelenmişti. Operasyon esnasında askerlerin pusu noktasına giren Ali İhsan Dağlı adlı bir köylüye ateş açılmış ve Dağlı yaralı olarak yakalanmıştı. Ali İhsan Dağlı’nın imam nikâhlı eşi Basra Üçok’a göre olay şöyle gelişmişti:


334

17 yıl önce Diyarbakır’ın Silvan ilçesi Eşme köyünden 7 köylü misafirimizdi. Bunlar evden kalkarak evimizin karşısındaki bahçeye gittiler. Birkaç dakika geçmedi ki silahlar patladı. Peşlerinden gittim baktım ki askeri aracın içinde diz çöktürülmüş ve gözleri siyah bezle bağlıydı. “Bu nasıl bir gözaltıdır?” dedim. Peşinden gitmek istedim bana “Sen de zarar görürsün” dediler.

Ali İhsan Dağlı’nın yakalandığı operasyona katılan bir asker ise olay sırasında Dağlı’nın elleri, gözleri bağlı ve elinden yaralı olarak gizlice çektiği fotoğrafı 11 Eylül 1995 tarihli Evrensel gazetesinde yayımlattı. Yine 24 Kasım 1995 tarihli Evrensel gazetesinde, B.G. adlı asker olayı ayrıntılarıyla anlattı. Asker, fotoğrafları New York merkezli İnsan Hakları İzleme Örgütü’ne (HRW) de göndermişti. Bu sayede olay gizlenemez şekilde açığa çıktı. Buna göre Ali İhsan Dağlı ve açılan ateşle kolundan yaralanmış, sonra 7 köylüyle gözaltına alınmıştı. Mezraya götürülen 7 köylü helikopterle mezraya gelen komutan tarafından bir evde sorgulanmıştı. Bir saat sonra gözaltındakiler kan içinde ve güçlükle yürüyerek dışarı çıkarılmış. 7 sanık elleri ve gözleri bağlı olarak oturtuldukları iki traktöre bindirilerek Bağdere Jandarma Karakolu’na götürülmüştü. Bu kişiler arasında olup PKK mensubu olduğundan kuşkulanılan Ali İhsan Dağlı Silvan’da bir askeri üsse götürülmüştü. Daha sonra bir subayın anlattığına göre Dağlı kısa süren bir sorgudan

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Piyade er B.G.’nin, Ali İhsan Dağlı’nın askeri araca bildirilip gözleri bağlandığı sırada gizlice fotoğrafını çekerek merkezi New York’ta bulunan İnsan Hakları İzleme Merkezi’ne gönderdiği ve 11 Eylül 1995 tarihli Evrensel gazetesinde yayımlanan fotoğrafı.337


335

sonra kurşuna dizilmişti. Önce bir karacı astsubaya Dağcı’yı vurmasını söylemişler, ama o reddetmiş, sonra başkası vurmuştu.338 Gözaltına alınan ve daha sonra serbest bırakılan köylülerden Ramazan Özmez ise savcılıktaki ifadesinde Dağlı’yı gözaltında gördüğünü, “Beni öldürmeyin, çocuklarım var” diye bağırdığını söylemişti. Dağlı’nın ailesi tüm kanıtlara rağmen Türkiye’deki hukuki mücadelesinden sonuç alamadı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınan davada Türkiye Dışişleri Bakanlığı “ordunun Dağlı’yı gözaltına almadığı” şeklindeki savunmasını sürdürdü. Ancak mahkeme görgü tanıklarının ifadelerini ve Dağlı’nın gözaltına alınırken çekilen fotoğrafına dayanarak Türkiye’yi tazminat ödemeye mahkûm etti.339 Askeri operasyonların sınırları içinde faili belli olmayan toplu yok etmeler içinde Ekim 1993’te gerçekleşen olay ise çok yönlülüğüyle bu analiz için oldukça açıklayıcıdır. Operasyon için Diyarbakır’da bulunan Bolu Komando Taburunun Kulp Alaca köyü kırsalından ve Kulp İnkaya köyünden M. Salih Akdeniz, Behçet Tutu, Şümit Taş, Turan Demir, Nurettin Yerlikaya, Abdo Yamuk, M.Şerif Avar, Hasan Avar, Mehmet Şah Atala, Celil Aydoğdu, Bahri Şimşek adlı 11 köylüyü yanlarına “rehber” olarak alıp operasyonun sonunda da köylüleri öldürüp gömdüğü iddiası en acıklı cinayetlerden biriydi. Köylülerin kemikleri 5 Kasım 2004’te Kepir mezrasında yağmur ve sel sularıyla ortaya çıkmış, Kulp Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlatmış,340 yapılan DNA testinde kemiklerin kayıp köylülere ait olduğu saptanmıştı. 341 Türkiye bu olayla ilgili AİHM’de mahkûm oldu.342 Aynı zamanda mağdur da olan tanıkların anlattıklarına göre bölgede yapılan operasyonda 100’e yakın kişi köylerden toplanarak açık havada elleri bağlı, yatırılarak toplu bir kampta işkenceli sorgulamalardan geçirilmişti. Bunlardan 11’inden ise uzun süre haber alınamamış, daha sonra yakın bir bölgede yanmış kemikleri bulunmuştu. Bunun üzerine 11 köylünün öldürülmesiyle ilgili hazırlanan iddianame Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nce kabul edildi. Davada bu cinayetlerin suç örgütünce işlendiği, örgüt üyelerinin subaylardan oluştuğu ve kod isim kullandığı belirtiliyordu. Örgütün terörle mücadele edilmesi amacıyla devlet tarafından kendilerine sağlanan imkânları kullandığı da ifade ediliyordu. Örgütün özel amaçlarla da bazı şahısları öldürdükleri, okul binalarının sorgu merkezine dönüştürüldüğü, köylüleri Lice Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’nda sorguladığı, sorgulanan şahısların cenazelerinin olaydan 20 gün sonra Kevrekok Kayaları mevkiinde bulunduğu,

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


336

cenazelerin üzerinde yüzlerce mermi giriş-çıkış deliği olduğu ve yakıldığı anlatılıyordu.343 Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen 1993’te 11 köylünün faili meçhul cinayet sonucu öldürülmesini içeren 2013 Kulp Davası’nda tanık ifadeleri alındıkça bu faili meçhul cinayetlerin vahşi veçheleri ortaya dökülmüştü. Kaybedilen Bahri Şimşek’in oğlu Aslan Şimşek’in anlattığı üzere, bölgeye operasyon düzenlenmiş, köyün bütün yolları kapatılmıştı. Sonra köyün bütün erkekleri toplanmış, yüksek bir tepede bir hafta tutulmuştu: Askerler köye inerek bütün evleri yaktılar. Bir hafta köyün bütün erkekleri onların önünde elleri kolları bağlı halde durdu. O insanların içinden 11 kişiyi seçtiler. Geriye kalan bütün köyün erkeklerini bıraktılar... Bu insanlar gözaltında iken biz onlara yemek götürdüğümüzde elleri kolları bağlı bir şekilde işkence yapıyorlardı... Köye döndükten sonra her yeri aradık taradık en sonunda Keper mezrasında 11 kişinin infaz edildikten sonra yakıldığını gördük. Biz bu kemiklerin getirilmesi için savcılığa başvurduğumuzda, savcılık kemiklerin bizler tarafından toplatılmasını istedi. Gidip kendi imkânlarımızla bu kemikleri toplayıp savcılığa götürdük. Ama bu kemiklerin şimdi nerede olduğu belli değil.344

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Öldürülenlerin yakını Ramazan Yerlikaya’nın anlatımı da olayın topyekûn ve hunharca bir şiddet pratiği olduğunu gösteriyordu Yerlikaya şöyle ifade veriyordu: Askerler beni yakaladı. Arkadan ellerimizi bağladılar. Aynı ipi boğazımızdan geçirdiler. Hiç hareket edemiyorduk. Üç saat içinde sürünerek beş metre ilerleyebildik. Bir komutan gelerek boğazımdaki ipe dokunda ve “Sizi kim böyle bağladı?” diye sordu. Sonra nöbetçi askeri çağırarak, “Kim size bu yetkiyi verdi?” diyerek bağırdı. Ellerimi çözünce ben nefessizlikten yere düştüm. Komutan bana PKK’lıların yerini sordu. Ben de buralarda gezdiklerini, ancak yerlerini bilmediğimi söyledim. Köylülerin hayvanlarına el koymuşlardı. 9 gün boyunca beni hayvanların başında bekletti. İlk gün 90 tane küçükbaş hayvandan 6’sını kestiler. 9 gün sonra hayvanlar kesile kesile 40 tanesi kaldı. Sonra beni helikoptere bindirdiler. “14 numaraya götürün” diye telsizden talimat geldi. Daha sonra beni Muş’a götürdüler. Muş Alayı’nda 9 gün kaldım. 9 gün boyunca sabahlara kadar işkence ettiler. Sürekli dövüyorlardı. 9 gün sonra bizi bıraktıklarında, evlerimiz ve köy tamamen yakılmıştı.345


337

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Köy baskınları 1990-2000 yılları arasında sürekliydi ve her baskın, tüm köylülerin meydanda toplanıp saatlerce sorgulanması ve evlerin talan edilircesine aranmasıyla sonuçlanıyordu.

Kaybedilen İzzet Padır’ın oğlu Harun Padır da diğer tanıkların söylediklerini teyit eden ifadesinde, olay günü köylerinin askerler tarafından ablukaya alındığını ve kendisi ile amcası İbrahim Özdemir’in gözaltına alındığını söylemişti: Askerler bizi köy meydanında topladı. Kimlik kontrolü yapıldı. Sivil biri, “Harun Padır kim?” dedi. Ben de “benim” dedim. Babamın nerede olduğunu sordu. Silopi’ye gittiğimi söyledim. Daha sonra... sivil şahıs, “Komutanım, babası gelinceye kadar biz onu gözaltına alalım. Teröristler de öyle yapıyor. Babası gelince onu serbest bırakırız” dedi. Beni ve İbrahim Özdemir’i aldılar. Köyden 200 metre uzaklaştıktan sonra babamın içinde olduğu araç geldi. Panzer durdu. Biz devam ettik. Cizre İlçe Jandarma Komutanlığı’nda gözlerimiz bağlı şekilde beni babamı, İbrahim Özdemir ve Ebubekir adlı kişiyi nezarethaneye attılar. Ertesi gün beni serbest bıraktılar. Nizamiye çıkışında babam ile İbrahim Amca’yı sordum. Onların da serbest bırakılacağını söylediler. O sırada Tahir Amcam geldi. Ona, “Hadi savcılığa gidelim” dedim. Bana savcılıktan geldiğini söyleyip, savcının kendisine “Her şey (komutanın) elinde. İsterse bırakır, isterse de bırakmaz” dediğini belirtti... Daha sonra babamdan herhangi bir bilgi alamadık.

Harun Padır olaydan sonra sürekli tehditler aldığını da ekleyerek, “Gözaltı olayından 3 ay sonra yeniden gözaltına alındım. Bana babam ve amcamı sordular. Bana onları bir daha sorarsan kelleni gövdenden koparız, seni onların yanına göndeririz’ tehdidinde bulundular” diyordu.346


338

Kayıp kişilerden Hasan Avar’ın oğlu Erhan Avar ise işkence ve toplama kampı haline getirilen bölgeyi anlattığı acıklı hikâye­ sinde operasyonun ikinci gününde askerlerin evlerine baskın yapıp götürdükleri anne ve babasının akıbetlerini şöyle anlatıyordu: O sırada annem 1,5 yaşındaki kardeşimi emziriyordu. Bebeği annemin kucağından alıp bize verdiler. Annem ve babamın ellerini bağlayıp götürdüler. Arkasından çok ağladık, ama bırakmadı­ lar...3’üncü gün annem geri geldi. Daha sonra evlerimizi yaktılar... Babama o sırada çok işkence yapmışlar. Babam ve diğerlerinin tutuldukları yere yemek götürüyordum. İşkence yaptıkları saate denk geldiğinde bizi bekletiyorlardı. Babam eli ve kolu bağlı şekilde orada bekletiliyordu. İkişer, 3’er kişi bağlı şekilde açık havada bekletiyorlardı. Sürekli yerde yatar şekilde tutuluyorlardı. Yüzü maskeli biri getiriliyormuş. O getirildiği zaman işkence başlıyormuş. Babamı öyle görünce çok ağladı. Ben de çok ağladım. Son yemeği götürdüğümde, ‘Annenize söyleyin, çocukları alsın gitsin’ dedi. O günden sonra bir daha babamı görmedim” dedi.347

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Öldürülen Abdo Yamuk’un kardeşi Süleyman Yamuk da yakalananların başka yerlere götürüldüğünü ve işkence yapıldığını anlattığı ve olayı özetleyen ifadesinde, ağabeyinin götürülmesi üzerine köye gittiğini, köyden dumanların yükseldiğini ve her yerin yandığını, sonrasında ise askerler tarafından yakalandığını, diğer köylülerle birlikte helikopterle Muş’a götürüldüğünü anlatıyordu: Gözlerimizi bağladılar. Alay Komutanlığı’nın nezarethanesinde 9 gün tutulduk. İnsanları götürüp işkence ediyorlardı. İşkence yapılanlara elektrik veriliyordu. Soğuk havada suyla ıslatılıyordu. 9 gün sonra ifademizi bile almadan bizi bıraktılar. Kemikleri ben buldum. Kemiklere ağabeyime ait pijama ve ceketin parçalarını buldum. Diğer kayıp yakınlarına haber verdim. Savcıya gidip bilgi verdik. Savcı tehlikeli bir yer olduğu için gelemeyeceğini ve kemikleri alıp getirmemizi söyledi. Her yeri aradık, ancak kafataslarını bulamadık. Sanırım kafalarını kesmişler.348

Öldürülen Celal Aydoğdu’nun kızı Gülhan Aydoğdu’nun Diyar­ bakır’da TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu iddiaları yerinde inceleme heyetine 3 Aralık 2004’te yaptığı görüşmede anlattıkları, faili meçhullerin yıllar boyunca dramatik hayatları nasıl etkilediğini de gösteriyordu:


339

Biz o zamanlar küçücüktük... Babam Şenyayla’ya gitti... Jandarma tarafından gözaltına alınmış. ... On sekiz gün gözaltında kaldı... Zekiye Akdeniz isimli akrabamız... onları görmüş... babam ve oradaki diğerleri demiş ki “Artık gidin, bizi bırakmayacaklar.” ... Biz sekiz kız kardeşiz. Babamın gözaltına alındığında dört ablam evlendiğinden dört kardeş kalmıştık. Hepimiz küçüktük. Bundan dolayı babamızı takip edemedik. Zaten annem de daha önce vefat etmişti... Küçük yaşta zaten annesiz kalmıştık. Aynı zamanda babasız da kaldık... Önce halam bizi yanına aldı. Sonra bizi kabul etmedi. Ablamdan biri daha evlendi ve üç kız kardeş kaldık... Şu anda yaşadığım gibi üzüntümüz sonsuzdur.349

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Öldürülen Turan Demir’in 75 yaşındaki annesi Zekiye Demir’in anlattıkları ise sonsuza kadar yok olacak bir yakının yol açtığı travmayı dile getiriyordu: Tüm ailemizin evleri yandı. İnsanlar buldukları her yere kaçıyorlardı. Oğlumun yakalandığını duyunca askerlerin yanına gittim. Oğluma yemek götürdüğümde elleri bağlıydı. Yalvardım ve oğlumun bırakılmasını istedim. Yaptığım yemeğin bir kısmını askerlere de paylaştırdım. Orada ölenlerden Salih Akdeniz vardı. Salih bana dönerek, “Alay komutanının telsizini duydum. ‘Yarın sabah saat 9’da hepsini ormanlıkta öldürün dediler” dedi.” Oğlum bunu duyunca ağlamaya başladı. Başka biri telsizden Alay komutanına “öldürün” emri vermiş. Yakalananların bir kısmı yaralı haldeydi. Bazılarının ayaklarına silah sıkılmıştı.350

Askeri operasyonlarda ortaya çıkan faili meçhul toplu yok etmelerden biri de içinde üç yaşında bir bebeğin de olduğu 23-24 Eylül 1994 tarihinde Tunceli merkeze bağlı Gökçek köyü Mirik mezrası civarındaki operasyondu. Operasyon sırasında köye giriş çıkışlar yasaklanmış, köy muhtarı dahil köylüler köye sokulmamıştı. Bu arada ailesinin başına gelenleri sonradan duyan Ali Işık, tüm uyarılara rağmen ailesini aramak için bölgeye girmişti, onun da cesedi 8 Ekim 1994 günü bir çoban tarafından köye yakın karakolun görüş mesafesi içinde ateşli silahla vurulmuş, vücudu çıplak ve başı ezilmiş olarak bulundu. Operasyondan sonra köye giden köylüler her yerin bombalandığını, evlerin yakıldığını gördüler; köyde kalan son iki ailenin Hatun Işık (31), Yeter Işık (22), Hıdır Işık (63), Elif Işık (29), Düzali Serin (37), Gülizar Serin (34) ve üç yaşındaki bebekleri Dilek adlı fertlerine ulaşamadılar. Yakınlarının tüm ça-


340

balarından sonuç alınamadığı gibi başvurdukları TBMM İnsan Hakları Komisyonu’ndan “ağır kayıplar veren örgütün bu iki hane efradını rehin aldıkları ya da ihbar ettikleri düşüncesiyle yanlarında götürdüklerinin değerlendirildiği” cevabını aldılar. 351 Faili meçhullerin yoğun yaşandığı ve yasadışı ölüm mangalarının askeri birliklere taşeronluk yaptığı Mardin bölgesinde gerçekleşen ve yargıya intikal edip deşifre olan toplu öldürmelerden biri de 9 kişinin öldürülmesi olayıydı. Mardin Dargeçit İl Jandarma Komutanlığı 3’ü çocuk 8 kişiyi örgüt militanlarına yardım ettikleri gerekçesiyle gözaltına almıştı. Davut Altunkaynak (13), Seyhan Doğan (14), Nedim Akyön (16), Abdurrahman Olcay (20), Mehmet Emin Aslan (19), Abdurrahman Coşkun (21), Hikmet Kaya (24) ve Süleyman Seyhan (57) ile bir de uzman çavuş toplam 9 kişi kaybedildi. Ailelerin tüm araştırmalarına karşılık resmi açıklama olarak “Kişiler serbest bırakılmıştır” denildi. 5 ay sonra Süleyman Seyhan’ın cesedi, elleri arkadan bağlı, kafası koparılmış ve yanmış halde bir kuyuda bulundu. Altın olan dişleri sökülmüştü. Görgü tanıklarının anlatımı, bu gözaltı sürecinde ve devamında yaşananların tam bir vahşet olduğunu gösteriyordu. Annesi Hayat Altunkaynak, birlikte gözaltına alınarak Dargeçit Tabur Komutan­ lığı’na götürülen 13 yaşındaki oğluna yapılan işkenceyi “Davut’u çırılçıplak, gözleri bağlı bir şekilde duvara asmışlardı. Baygın bir vaziyetteydi. ‘Ana su, ana su’ diye inliyordu. Ona su vermeleri için yalvardım ama vermediler. Beni bıraktılar Davut kaldı. O günden beri artık ben de su içmiyorum” diyerek anlatıyordu.352 Baskınlar sırasında 14 yaşındaki Seyhan Doğan’la beraber gözaltına alınan 9 yaşındaki kardeşi Hazni Doğan ise orada olanları Cumartesi Annelerinin 344. buluşmasında (2011) şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Gece 03.00’te evimizi bastılar. Kimlik sorgulaması dahi yapmadan ağabeyimi atletle aldılar. Annem zorla kısa kollu bir gömlek giydirmeye çalıştı. Tam o sırada evin telefonu çaldı ve askerler telefonun kablosunu kopararak dışarı çıkmamıza izin vermediler. Sabah 08.00’de beni götürdüler. Ben o zaman 11 yaşındaydım. Annemin ağabeyime zorla giydirdiği gömlek, paramparça olmuştu. Küçücük bir çocuk olan ağabeyimi Filistin askısına asmışlardı. Biz bunları yaşıyoruz. 13 yaşındaki çocuk, elektrikten, Filistin askısına kadar birçok işkenceden geçiriliyor, ayaklarını yere basamıyor.

Bu olayla ilgili açılan davada konuşan gizli tanık ise Süleyman Seyhan’ın rütbeli asker ve korucular tarafından öldürüldüğünü;


341

korucu köyünde bir kuyuya atıldığını; kaybolan çocukların ise yine PKK örgütüne yardım ettikleri iddiasıyla aynı ekipçe gözaltına alındıklarını, söz konusu çocukların daha sonra öldürüldüklerini anlatmıştı. Kaybolan çocukları öldürdükten sonra korucu köyünde mağaraya atmışlar, ancak olayın duyulmasıyla cesetler mağaradan alınarak Bağözü köyü yakınlarına bir yere atılmıştı. Olayı bilen ve vicdan azabı yaşayan Bilal Batırır isimli Uzman Jandarma Çavuş ise öldürülen Süleyman Seyhan’ın yakınlarına cesedin yerini bildirdiği ve bu olaylardan rahatsız olduğunu çevrede söylediği için İlçe Jandarma Komutanlığı’nda bulunan kazan dairesine atılmak suretiyle yakılmıştı.353 17 Şubat 2012’de Dargeçit Bağözü köyünde yapılan kazı çalışmasında gizli tanığın dediği doğrulandı, toplu mezar alanı ortaya çıktı. Yapılan kazıda bir kuyunun içinde yanmış insan kafatası ve bazı kemikler bulundu. Bu kemiklerin 14 yaşındaki Seyhan Doğan, Abdurrahman Coşkun ve Mehmet Emin Aslan’a ait olduğu saptandı.354

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Ailelerin ve İHD Mardin Şubesi’nin takibi sonucu Dargeçit’in Bağözü köyünde başlatılan kazı çalışmalarında bir toplu mezar ortaya çıkarıldı. Adli Tıp raporu sonucunda kemiklerin Seyhan Doğan, Abdurrahman Coşkun ve Mehmet Emin Aslan’a ait olduğu doğrulandı.


342

Diyarbakır, Mardin, Hakkâri gibi yoğun operasyonların düzenlendiği bölgelerde kıyıcı faili meçhuller toplu olarak yaşanırken diğer Kürt coğrafyaları bu işlemden istisna değillerdi. Gerçekleştikten 20 yıl sonra 5 Aralık 2013’te Muş Ağır Ceza Mahkemesi’nde ilk duruşması görülen, ardından “güvenlik gerekçesiyle” Kırıkkale Ağır Ceza Mahkemesi’ne nakledilen Altınova Davası bunlardan biridir. Muş Hasköy Jandarma Komutanlığı’nın 2 Ekim 1993 tarihinde Altınova (Vartinis) beldesi kırsalında başlattığı operasyon sonrası çıkan çatışmada, bir PKK’li ve bir astsubay yaşamını yitirmişti. Görgü tanıklarının anlatımına göre, çatışmadan sonra beldeye giren askerler tüm köyü tehdit ederek belediye binasını taradılar. 3 Ekim 1993 gecesi ise Altınova (Vartinis) beldesine operasyon başlatan askerler etrafa ağır silahlarla rastgele ateş açtıktan sonra bazı ev, ahır ve ot yığınlarını ateşe vererek, yüzlerce hayvanı öldürdü. Bu arada evi yakılarak dışarı çıkmasına izin verilmeyen Nasır Öğüt (43), hamile eşi Eşref Öğüt (43), 7 çocuğu Sevim Öğüt (13), Sevda Öğüt (12), Mehmet Şakir Öğüt (11), Mehmet Şirin Öğüt (8), Aycan Öğüt (2)Cihat Öğüt (3), Cihan Öğüt (2) yanarak yaşamını yitirdi.355 M. Nasır Öğüt’ün kızı Aysel Öğüt, yaşadıklarını şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Ben o gün babamı ziyarete gitmiştim. Babamın evi tek odalı olduğu için kalacak yer yoktu ve ben de amcamın evine gittim. Olaylar başladığında köy yakılmaya başlandı. Babamın evini yaktılar. Ev yakılmaya başladığında evdekileri kurtarmak için eve hücum ettik. Fakat asker eve yanaşmamıza izin vermedi. Kardeşlerim pencerenin demirleri arasından çıkmaya çalışıyorlardı. Pencerenin demir aralıkları genişti. İri olmama rağmen benim bile dışarı çıkabileceğim kadar genişti. Kardeşlerim evden çıkmaya çalıştı fakat askerler çıkmalarına izin vermedi. Dipçiklerle geri içeri ittiler. Kardeşlerim pencere korkuluklarına tutunmuşlardı ve tamamen yanıncaya kadar korkulukları bırakmadılar. Elleri öylece demirlerde kalmıştı. Sonra bütün erkekleri belediyenin önünde topladılar. Kadınların evden çıkmasına izin vermiyorlardı. Ama biz koşarak babamın evine baktık. Orada gördüklerim karşısında bayılmışım. Sonrasını hatırlamıyorum.” (Altan, 2013) ‘Göz göre göre bir aile yok edildi. Babamın evinin yakılmasının gerekçesi ise, söylendiğine göre biri babamın evinin önünde zafer işareti yapmıştı. Zafer işaretini kimin yaptığı bilinmemekle beraber bizim aileden olmadığı kesindi. Kimisi de komşu çocuklardan biri olduğunu söylüyor. Ama şunu belirteyim ki, ailem herkese ibret ve gözdağı olsun diye yakılmıştı. Bunu köyü ateşe veren rütbeli söylemişti.356


343

3 Ekim 1993 gecesi Muş Altınova (Vartinis) beldesine asker ve korucuların düzenlediği baskında evi ateşe verilen ve dışarı çıkmaları engellendiği için yanarak öldüğü iddia edilen Nasır Öğüt, hamile eşi ve 7 çocuğunun ölmeden kısa bir süre önce çekilen fotoğrafı (üstte). Altta ise köylülerce defin öncesi hazırlanan cenazeler görülüyor. 358

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Belde sakinlerinden ve ölenlerin akrabası olan İsa Öğüt ise yaşananları şöyle anlatıyordu: Köyümüze iki PKK’li gelmişti. Bunu haber alan asker köye baskın yaptı. Aldığımız duyuma göre, askerlerin amacı PKK’lileri canlı yakalamaktı. Fakat istenilen şey olmayınca çatışma çıktı ve çatışmada bir astsubay öldü. Astsubayın ölmesi üzerine askerler gece saat 03.00’te köyü yakmaya başladılar. Sabah saat 7-8’e kadar kimsenin dışarıya çıkmasına izin vermediler. Herkes “Bu köyden sadece ben ve ailem kurtulduk” diye düşünüyordu. Köyü ve köyün bütün ot ve tezeğini yaktılar. İbrahim Sayılgan ismindeki bir köylünün ahırını hayvanlarıyla beraber yaktılar. Onun evinin arka kapısı olduğu için oradan kaçarak kendisini ve ailesini ancak o şekilde kurtarabildi.

Ailesi ile beraber diri diri yakılan Nasır Öğüt’ün amcasının oğlu M., Nasır’ın, askerin kendisini ve ailesini bu şekilde zalimce yakacağına inanmadığı için evinden çıkmadığını söylüyordu: Nasır bu şekilde zalimane bir muamele göreceğini sanmıyordu. Nasır’ın evinin avlusu tütün ile doluydu. Panzerle atış atıldı. Sonra ev alev aldı. Askerin yaptığı bu zulme karşılık “Siz katilsiniz” dediği için kardeşimin dişlerini ve burnunu kırdılar. Kardeşimi ölüm-


344

den beter ettiler. ... Asker köye geldiğinde biz onlardan haberdar olduk fakat askerin insanları yakacak kadar ileri gidebileceklerine inanmıyorduk. Köyü yakmaya başladıklarında kimsenin evlerden çıkmalarına izin vermiyorlardı. Biz, Nasır’ın ailesiyle beraber yakıldığını, ancak hava iyice aydınlandıktan sonra öğrendik. Zaten biz dışarı çıkıncaya kadar kimse o ailenin evde yakıldığını bilmiyordu. Burada bakkalcılık yapan Muhyeddin Aktaş ismindeki bir köylü evin yakıldığına bizzat şahit olmuştu. M. Nasır’ın evinden sadece evli olan bir kızı kurtuldu. O da o gece babasının evine misafirliğe gelmişti. Babasının evi tek odalı olduğu için o gece kız bizde kaldı ve yanmaktan o şekilde kurtuldu.357

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Denetlenmeme hali, devletin şiddet aygıtlarının kontrolsüz biçimde suça karışmasına da yol açmıştı. İlyas Diril (12) ve kuzeni Zeki Diril’in (16) İstanbul’da bir kuyumcunun yanında çalışarak biriktirdikleri 12 bin TL ve 800 Alman Markı parayla memleketi Şırnak’ın Kovankaya köyüne dönmek üzere yola çıkıp jandarma kontrol noktasında 6 Mayıs 1994’te gözaltına alınmaları ve Uludere İlçe Jandarma Karakolu’na götürülmeleri sonrasında ne olduklarının hiçbir zaman belirginleştirilememesi böyle bir olaydı. Yetkililer, İlyas ve Zeki’nin gözaltına alındığını kabul etti, ancak serbest bırakıldıklarını öne sürdü. İHD’ye göre 1995’te Uludere Cezaevi’nde yatan Kamil Yıldırım adlı bir kişi, çocukların babasına, “Sizin çocukları bir sabah çıkardılar. O gün çorba içemediler. Çok ağır işkence görmüşlerdi. Eşyalarını da buraya getirmişlerdi. Sonra bir asker arkadaşım onların bir helikoptere bindirilip, bir yerde atıldığını söyledi.” İki çocuktan ve taşıdıkları paradan o günden bu yana başka haber alınamadı. İç hukuktan sonuç alınamadı. AİHM 68188/01 başvuru numaralı dosya359 hakkında 19 Ekim 2006 karar vererek Türkiye’yi mahkûm etti.360 1994’te Şanlıurfa’da Mustafa Saygı’nın akıbeti ise yol aramasında kaybetme ve infaz iddiasına bir başka örnekti. Hayvan ticareti yapan iki çocuk babası Mustafa Saygı, 3 Haziran 1994’te motosikletiyle Aşağı Çirik köyündeki evine giderken 5. Bölük Komando Taburu’na bağlı askerlerce gözaltına alındı. Karakollara ve Başsavcılığa yapılan şikâyetlerden sonuç çıkmadı. 15 yıl sonra 2009 yılında terk edilen Akdoğan mezrasında definecilerin kazısı sırasında rastlanan çürümüş bir motosiklet ve kemik parçalarının bulunmasıyla Mustafa Saygı’nın izine rastlandı. 90’lı yıllarda, iç tehdit ve güvenlik söylemiyle yapılandırılmış güvenlik güçlerinin bir teknik olarak öne çıkarttığı şiddet pratik-


345

lerinin belirleyici olduğunu belirtmiştik. Yukarıda verilen örneklerden de görüleceği gibi güvenlik güçleri ile PKK arasında yürütülen mücadele alanları bu güvenlikleştirme söylemi içinde uygulanan şiddetin türlü çeşitlerine sahne olmuştu. Kürt coğrafyasındaki bu operasyonların yarattığı ortamın yüzbinlerce kişiyi köylerini terk etmeye zorlamasının yanında, çatışma ortamının karanlığında ağır insan hakları ihlallerinin de gerçekleştiğine dair önemli veriler ortaya konmuştu. Örneklerden de görüleceği gibi Kürt coğrafyasında askeri birliklerin insan hakları ihlalleri yaptığına dair iddialar iki biçimde gruplanıyordu. Operasyon bölgesi olarak ilan edilip, buralarda PKK ile mücadeleye giren mobil askeri birliklerin yol açtığı ihlaller yukarıda anlatılmıştı. Örneğin, bölgede konuşlandırılarak pek çok operasyonu düzenleyen askeri birliklerin operasyonlarda ölüm makinesi gibi çalıştığı ve sivilmilitan ayrımı yapmaksızın operasyon bölgesinde kalan tüm köyleri ve insanları hedef aldığı iddia ediliyordu. Bunun dışında sabit jandarma birliklerinin rutin güvenlik görevleri sırasında yasadışı uygulamalara imza attığı söyleniyordu. Ayrıca paramiliter güçleri, yasadışı infaz timlerine hamilik yaptığı, binalarında sorgulara kattığı, hatta yasal sınırları aşan eylemlerde onları kullandığı söylentileri ortaya atılmış ve davalar açılmıştı. Devlet iktidarının şiddet aygıtları ile PKK güçlerinin giriştiği çatışmalarda tehlike boyutuna koşut olarak sadece çatışmanın tarafları değil, kaba yollarla edinilen istihbari bilgilere dayanarak cezalandırılan binlerce sivil de mağdur oldu. Zorla kaybedilen veya failleri belirsiz cesetleri bulunan pek çok insanın hukuki düzeyde suçlu olmayan sivil yurttaş olduğu biliniyordu. Askeri birliklerin sürekli bir operasyon hali içinde ve yasak bölgelerde yol açtığı ağır insan hakları, ihlalleri, kayıp, faili meçhul ve yargısız infazların, aynı zamanda organize olmuş JİTEM ve Özel Harekât timleri ve korucular gibi başka gruplar tarafından da gerçekleştirildiği hep söylenegeldi. Ortaya çıkan veriler, faili meçhul cinayetler ve kayıp vakalarında askeri birlikler, onların himayesindeki korucular, Özel Harekât birlikleri, gezici timler ve Hizbullah örgütünün epey bir rolü olduğunu gösteriyor. Ama “veriler bir itirafçının söylediği gibi bu vakaların yüzde 80’inin JİTEM infaz timleri tarafından işlendiğini teyit ediyor.”361 Bu infaz timlerinin müsebbibi olarak gösterilen, davalara ve Meclis raporlarına kadar giren, kayıpların ve faili meçhul cinayetlerin hedefi ise bir önceki bölümde belirtildiği gibi Kürt ve sosyalist siyasetiyle ilgilenen çok geniş yelpazedeki tüm sivil insanlardan oluşuyordu.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


346

Yer ve zaman bakımından çeşitliliğe sahip bu faili meçhul cinayetler içinde devletin koruması altında olan resmi kurumların içinden alınarak yok edilenler iktidarın yasadışılığıyla ilişkisini göstermesi bakımından en ilginç olanlarıdır. Faili meçhul hedeflerin anlatıldığı yukarıdaki bölümde üç sendikacının mahkemeden kaçırılmasına çok benzer bir olay 29 Mayıs 1995’te gerçekleşen cezaevinden kaybetmeydi. “Örgüte yardım ve yataklık” iddiasıyla tutuklu olan Kemal Birlik ile kuzeni Zeki Alabalık Kızıltepe Yarı Açık Cezaevi’nden 29 Mart 1995’te tahliye edildiğinde onu karşılamaya giden babası Mutki Nüfus Müdürü Abdulbaki Birlik ve büyük oğlu Mutki Tapu Müdürü Zübeyir Birlik’ten 18 yıl haber alınamadı. Ailenin izi, Nisan 2013’te boşaltılıp toplu mezar olarak kullanılan Kızıltepe Katarlı köyünde yapılan kazı çalışmalarında bulunabildi. Kazıda rastlanan kemiklerin İstanbul Adli Tıp Kurumu tarafından yapılan DNA profili tespitine ait raporunu açıklayan İHD Şube Başkanı Av. Erdal Kuzu, kemiklerin Birlik ailesine ait olduğunu belirtiyordu. 362 12 Nisan 2014’te ise Zeki Alabalık’la cezaevinde beraber kalan Hüsnü Acay’ın Fırat Haber Ajansı’ndan (ANF) Sedat Sur’a verdiği röportajla, olayın gelişimi açıklığa kavuştu. Cezaevi ile Alay Komutan­lığı’nın yan yana olduğunu belirten tanık, Kemal Birlik ile Zeki Alabalık’ın cezaevi kapısından çıkarılmayarak doğrudan Alay Komutanlığı’na götürüldüklerini ifade ediyor ve olayı şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Kemal’i saat 10 gibi müdürün odasına kadar getirdik orada tahliye kâğıtlarını imzaladı, vedalaştık. Daha sonra cezaevinin çıkış kapısını gören bir noktadan kapıdan çıkmasını bekledik ama Kemal’in cezaevi kapısından dışarı çıktığını görmedik. Bir ara Kemal’i Bitlis’ten almaya gelen babası ve abisini gördük, orada bekliyorlardı. Daha sonra onlar da gözden kayboldu.363

İntikam almak için yapılan bir faili meçhul ise 27 Temmuz 1992’te Tunceli’de kaçırılıp 8 Ağustos’ta Elazığ’da cesedi bulunan Ayten Öztürk cinayetiydi. Bir un fabrikasında memur olarak çalışan Ayten Öztürk apolitik biri olmasına rağmen ablası ve eniştesi politik kişilerdi ve uzun bir mücadeleden sonra yurtdışında yaşamaya başlamışlardı. Babasıyla birlikte Tunceli Alay Komutanlığı’na çağrılıp ablasının resmi gösterildikten kısa bir süre sonra beyaz renkli bir arabayla, dört kişi tarafından evinin önünden kaçırıldı.364 11 gün sonra Elazığ’da yarı gömülü olarak bulundu. Ceset işkencelerden tanınmaz hale gelmişti: Burnu, ku-


347

lakları ve dudakları kesilmiş, gözleri çıkarılmış, tanınmaması için saçları ve kafa derisi yüzülmüş, yüz derisi soyulmuştu. Resmi tutanakta boğularak öldürüldüğü sonucuna varılmıştı. Annesi ayak parmaklarının arasındaki benden, diş hekimi eniştesi dişlerine yaptığı protezlerden teşhis edebildiler. JİTEM’ci bir tim tarafından yapıldığı söylenen olayın failleri bulunamadı.365 İntikam amaçlı başka bir fail meçhul 28 Kasım 1996 tarihinde gerçekleşmişti. Oğulları dağa çıkan Mahmut ve Fahriye Mordeniz, sivil polis olduğu iddia edilen kişiler tarafından Diyarbakır’daki hayvan pazarında gözaltına alınmıştı. Tanıkları gösteren çocukları Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne başvurdu. 3 Aralık 1996 tarihinde, Cizre-Silopi karayolunun 16. kilometresinde yol kenarında elleri bir kumaş parçasıyla bağlı ve ağzı bantlanmış halde karınüstü yatan, biri kadın iki kişinin bedeni bulundu. 3 Aralık 1996 tarihli otopsi raporunda; Fahriye Mordeniz’in ayaklarında ayakkabısının olmadığı, ayaklarının çıplak olduğu, ellerinin beyaz bir bezle kördüğüm olacak şekilde bağlı olduğu, ağzının koli bandı ile kapatıldığı, kafasında bir kurşun giriş ve çıkış deliğinin olduğu, vücudunda sıyrıklar bulunduğu, ayrıca mermi çekirdeğinin bulunduğu belirtildi. Aynı otopsi raporunda, Mahmut Mordeniz’in benzer şekilde bir ayakkabısının çıkık, ellerinin beyaz bezle kördüğüm olacak şekilde bağlı olduğu, ağzının koli bandıyla kapatıldığı, kafasında künt travmaya bağlı şişlik olduğu, vücudunda darp izlerinin (diz kısmında) bulunduğu, kafasın-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Fahriye Mordeniz 28 Kasım 1996’da oğlu dağa çıktığı için eşiyle birlikte kaçırıldı, beş gün sonra cesedi yol kenarına bırakıldı.


348

da bir kurşun giriş-çıkış deliğinin bulunduğu bir mermi çekirdeğinin olduğu ifade ediliyordu. Bu benzerlikler dışında Mordeniz çiftinin yaşamına son veren silahın başka cinayetlerde de kullanıldığı tespit edildi. Mordeniz çifti, Cizre Asri Mezarlığı’na defnedildi. Olayın failleri bulunamadı.366 İntikam amaçlı bir faili meçhul de 1991 yılında Cizre’de gerçekleşmişti. Eşi dağda olduğu için evi sık sık basılan, gözaltına alınıp işkence yapıldığı söylenen Makbule Ökden’in evi yine 1991’de Özel Harekât timleri ve korucular tarafından basıldı. 3 çocuğunun gözü önünde, en büyük oğlunun kapıya kadar ağlayarak takip etmesi eşliğinde gözaltına alınan kadından 3 Eylül 2009’a kadar haber alınamadı. 18 yıl sonra Cizre Kuştepe köyü yakınlarında yol yapım çalışması sırasında bulunan iki insana ait iskelet ve kadın giysileri, puşi ve yöresel kıyafetlerin araştırılmasıyla kemiklerin Makbule Ökden’e ait olduğu anlaşıldı.367 Yine bir intikam alma nedenine bağlı olarak yapılan faili meçhul 1994 yılında Diyarbakır’ın Hani ilçesine bağlı Akçayurt köyü muhtarı Mehmet Gürkan’a yapıldı. Köyleri PKK’ye yardım ve yataklık gerekçesiyle 1993 yılında askerler tarafından boşaltılıp yakılan Muhtar Mehmet Gürkan ve ailesi Adana’ya göç ettiler. Muhtar burada televizyon muhabirlerine basın açıklaması yaparak “köylerini PKK’nın yaktığını söylemesi için jandarmanın kendisine işkence yaptığını” belirtmişti. 1994 yılında resmi işler için köye geri döndüğünde Topçular Jandarma Karakolu’nca gözaltına alınıp ardından bölgede operasyon yapan Bolu Dağ Komando Tugayı’na teslim edildi. Oğlu Hikmet Gürkan’ın ise köye gelerek babasını gözaltına alan Topçular Jandarma Karakolu’ndan sorması bir işe yaramadı. Kendi kişisel araştırmalarından öğrendikleri hakkında da kimse ifade vermek istemedi. 2001 yılında bildiklerini ve gördüklerini anlatan görgü tanıkları, Mehmet Gürkan’ın Bolu Komando Tugayı askerleri tarafından helikoptere bindirildiğini gördüklerini, uzaklaştıktan sonra ise Gürkan olduğunu sandıkları bir kişinin aşağıya atıldığını ifade ettiler.368 JİTEM’in yoldan kaçırıp yaptığı infazlara ise Silopi’den örnek verilebilir. Silopi’nin Kortige köyünde yaşayan Hasan Ergül, 23 Mayıs 1995’te hastalanan üç yaşındaki oğlunu Silopi’ye götürüp dönerken Silopi çıkışında 3 taksi tarafından durdurulmuş, taksilerden inen dört silahlı kişi, Hasan Ergül’ü kendi traktöründen alıp zorla arabaya bindirerek götürmüştü. Küçük çocuğu çalışır durumdaki traktörün üstünde bulan tanıdıkları, onu evine götürmüşler ve ailesi, Hasan Ergül’ü resmi makamlara sorarak araştırmaya başlamıştı. Bir

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


349

1995’te üç yaşındayken yanından kaçırılan babası Hasan Ergül’ün mezarını 14 yıl aradan sonra Elazığ Kimsesizler Mezarlığı’nda bulan İslam Ergül, babasının naaşını oradan alarak köyüne defnetti. (Fotoğraflar: www.cnnturk.com, Göksel Göksu, 30 Temmuz 2009)

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

JİTEM itirafçısının sonraki beyanlarına göre Hasan’ı “Koçero” lakaplı kişi kaçırmış, önce JİTEM Silopi Timi’ne sonra da Elazığ Timi’ne götürmüştü. İtirafçının verdiği bilgiye göre, Hasan Ergül boğularak öldürüldükten sonra bir çuvala konularak Hazar Gölü’ne atılmıştı. İtiraf üzerine 8 Nisan 2009’da, aile İHD avukatları aracılığıyla savcılığa başvurdu. Dosya yeniden açıldı. Elazığ’a bağlı Mollakendi Cevizdere köylüleri o dönemde bir cesedin Hazar Gölü kıyısından alınarak Elazığ Kimsesizler Mezarlığı’na gömüldüğüne tanıklık etmişlerdi. Kemikler DNA testi için Adli Tıp’a gönderildi. Cesedin Hasan’a ait olduğu tespit edildi. Aile cenazeyi alarak köylerine götürdü. Dosya ise Malatya’dan yetkisizlikle Diyarbakır’a gönderildi. Davadan herhangi bir sonuç çıkmadı.369 Politik kişilerin hedeflenmesi

Türkiye’nin batısında ise faili meçhul cinayetlerin polis içinde yapılandırılmış özel timler ve Susurluk kazasıyla ortaya çıktığı gibi, devlet adına kullanılan infaz timlerince yapıldığı gözleniyordu. Kürt coğrafyasındaki gibi kontrolsüz ve cılız istihbaratlara dayanan infazlar yerine batıda çoğunlukla ileri politik kişilerin seçilip faili meçhul cinayetlere kurban gittiği görülüyor. Tabanı öğrenci örgütlenmesine dayanan radikal silahlı sol örgüt mensubu pek çok öğrencinin hedef olduğu bu süreçte militan mücadeleyi yasal platformda sürdüren kişiler de kurban olarak seçildiler. Sol örgütlerin 90’larda yükselen ivmesinin önü fiziki imhayla alınmaya çalışıldı. Yeraltında faaliyet gösteren militanlara yakalanabilecekleri halde yargısız infazlar uygulanırken, bazen terörist dizaynı içinde yargısız infazlar yapılsa da yasal mücadele sürdüren militanlara


350

20 Temmuz 1992’de evinden çıktıktan sonra Hasan Gülünay’dan alınan tek haber, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde kalan bir tanığın, başka hücrelerden duyduğu, “Ben Hasan Gülünay, beni kaybedecekler” sözleriydi.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

da faili meçhul bir yok etme pratiği uyguladılar. Batıda olduğu için kamuoyunda yer bulma şansına sahip bu cinayetlerden tipik olanlardan biri Hasan Ocak, diğeri Hasan Gülünay cinayetiydi. 28 yaşındaki Hasan Ocak, Dicle Üniversitesi Sınıf Öğretmenli­ ği’ni bitirmiş, ancak ticaretle uğraşıyordu. 1995 Mart ayında Gazi eylemlerinin yöneticisi iddiasıyla başlatılan operasyonlarda 21 Mart’ta polis tarafından gözaltına alındı. Gözaltında olanlar, onu gözaltı listelerinde gördüklerini, işkenceden çıkarılırken karşılaştıklarını, yerde sürüklenerek bir odadan çıkarıldığını görüp ifade vermelerine rağmen resmi kurumlar gözaltına alındığını kabul etmedi. Ailesi ve sivil toplum örgütleri etkin şekilde bulunması yönünde günlerce kampanya yürüttü. Ailesi Meclis dahil pek çok kurumdan yardım istedi. Açlık grevleri ve yürüyüşler düzenlediler. Hatta ölen köpeğine şiirler yazıp, TV’de köpeğini anlatan dönemin DGM Başsavcısı Nusret Demiral’a, “Ben oğlumu arıyorum, bana oğlumu bulun” dediği için annesi 1 ay hapis cezası aldı. Hasan Ocak’ın cesedi, Beykoz Buzhane köyü Dedeler mevkiinde bir ormanlık alanda köylüler tarafından 26 Mart 1995’te bulundu. Bulunduğundan henüz iki gün önce ölmüş olduğu tespit edildi. Kimsesizler mezarlığına gömülen cesede ailesi 17 Mayıs 1995’te ulaşarak yeniden defnetti. Adli Tıp’ta, cesedin tel veya iple boğulmuş olduğu, vücudun her yerinde elektrik yanıkları, morartılar, sigara yanıkları, yüzünün bıçak ya da jilet gibi bir aletle kesilerek parçalandığı tespit edildi.370 Aile olayı AİHM’e taşıdı. AİHM, Türkiye’yi mahkûm etti. Kamuoyunda çokça tartışılan örnek bir faili meçhul-kayıp vakası da Hasan Gülünay’dı. 20 Temmuz 1992’de İstanbul Sirkeci’de


351

yaptığı arzuhalcilik işine gitmek için sabah evden çıkıp gözaltına alınan dört çocuk babası Hasan Gülünay’dan sonrasında haber alınamadı. Eşinin yok edilişini “O gece ağabeyim bizde misafirdi. Eşim, sabah kalkıp kahvaltısını yapmış ve beni uyandırmadan evden çıkmıştı. O gün ne giymişti, onu bile bilmiyorum” diye anlatan Birsen Gülünay, tanıdıkları vasıtasıyla ulaştıkları İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ’ın kendilerine, “Hasan Gülünay yaşıyor. İşkenceden geçmiş, yaralarının iyileşmesini bekliyorlar, düzelince çıkacak” dediğini anlatıyordu. Aynı dönemde gözaltında olan Erol Çam adlı kişiyle de serbest bırakıldıktan sonra görüştüğünde Hasan Gülünay’ın ‘Beni gözaltında kaybetmeye çalışıyorlar’ diye bağırdığını” öğrenmiş ve İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvurdu. Ancak tanıklar olmasına rağmen savcılık hiçbir işlem yapmadı.371 11 Eylül 1992’de TBMM’ye taşınan konuya İçişleri Bakanı İsmet Sezgin’in cevabı, “Bu iddialar bölücü örgütlerin propagandasını yapmaya yöneliktir” oldu, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ da daha önceki görüş-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Hasan Ocak’ın ağabeyi Hüseyin Ocak, kardeşinin ne halde bulunduğunu şöyle anlatıyordu: “Parmaklarında da parmak izi alındığını gösteren boya... Elektrik verildiği, üzerinde sigara söndürüldüğü, Filistin askısına asıldığı otopside anlaşıldı. Yüzü tanınmasın diye dağlanmıştı, elmacıkkemikleri kırılmıştı.” Savcılık ise “Türk polisinin işkence yapacağına ve gözaltında adam öldüreceğine inanmadığı” yönünde görüş bildirerek dava açılmasına gerek görmedi.372


352

melerinde söylediğinin tersine 1994’te İstanbul Valiliği’ne gönderdiği yazıda, “amaçlarının Emniyet’i karalamak olduğunu” öne sürdü. Soruşturma, 31 Ekim 2012’de, 20 yıllık zamanaşımı süresi dolduğu için kovuşturmaya yer olmadığı kararıyla kapatıldı. Sokaktan alıp kaybetme vakaları büyük şehirlerin tamamında polise yüklenen suçlamaların başında geliyordu. İddialara göre Ankara’da da aynı tip olay 1994’te gerçekleşti. Kenan Bilgin 9 Mayıs 1994’te otobüs durağındayken Ankara Terörle Mücadele Şubesi ekiplerince Dikmen Caddesi’nde gözaltına alınmıştı. Götürüldüğü Emniyet Müdürlüğü’nde dokuz kişi onu gördüklerine dair tanıklık yaptı. TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nda kardeşi İrfan Bilgin’in verdiği ifadede, “Kardeşimin ağır işkence gördüğünü, o anda orada bulunan tutuklulardan öğrendik. Devlet sürekli olumsuz cevap verdi. AİHM’de açtığımız davada tanık olarak dinlenen olayın savcısı da Kenan’ın kaybolduğunu söyledi.373 Bu kadar ciddi tanıklar olmasına rağmen devlet bunun üzerini kapattı” dedi. Ailenin yaptığı başvurular sonuçsuz kaldı. Dosya AİHM’e gitti. Türkiye mahkûm oldu.374 Polisin sokaktan gözaltına alındığı skandal niteliğindeki faili meçhul vakası Diyarbakır’da olmuştu. Savcılık, Mehmet Özdemir’in gözaltında olduğunu resmi evrakla kabul etti, ancak Özdemir’den bir daha haber alınamadı. Bu olayda, Diyarbakır’a bağlı Bağıvar köyünde yaşayan canlı hayvan ticareti yapan, aktif bir HADEP üyesi ve sekiz çocuk babası 44 yaşındaki Mehmet Özdemir, 1997 yılında kahvede otururken, insanların gözü önünde telsizli kişiler tarafından gözaltına alınmıştı. Mehmet Özdemir, daha önce de PKK’ye yardım ve yataklık ettiği iddiasıyla birçok kez yargılanıp beraat etmiş, birçok kez ölümle tehdit edilmişti. Eşi Enzile Özdemir’in Diyarbakır DGM Savcılığı’na başvurusuna, “Emniyet Müdürlüğü tarafından gözaltına alınmıştır” ibaresi taşıyan bir damga vuruldu. Ancak Mehmet Özdemir ne gözaltından çıkabildi ne de izi bulunabildi. Savcılık ise Özdemir’in gözaltında olmadığını ve “Emniyet Müdürlüğü’nce gözaltına alınmıştır” belgesinin yanlışlık sonucu verildiğini belirterek geri istedi. Tüm başvuruları sonuçsuz kalınca dava AİHM’e taşındı. AİHM, 8 Ocak 2008’te oybirliğiyle “Türk hükümetinin, Mehmet Özdemir’in kaybolması ve ihtimal dahilinde olan ölümünden sorumlu olduğu” kararına vararak Türkiye’yi mahkûm etti.375 19 Ekim 1995’te ise Diyarbakır Lice’deyken baskılar nedeniyle İstanbul Avcılar’a taşınan ve politik çalışmalar yürüten bir başka isim, 36 yaşındaki Fehmi Tosun evinin önünden, ellerinde tel-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


353

siz ve silah olan kişiler tarafından beyaz bir Renault araca bindirilerek kaçırıldı. Çocukları ve eşinin gözü önünde kaçırılan Fehmi Tosun’un son sözü, “Beni öldürecekler” olmuştu. Ailenin araştırma başvuruları sonuçsuz kalırken resmi açıklamalarda gözaltına alındığı inkâr edildi. Fehmi Tosun’u bir daha gören olmadı. Ancak Eşi Hanım Tosun’un anlatımıyla üç ay sonra evlerine gelen esrarengiz bir telefonla gözdağı verilmişti: Eşimin kaybolmasından üç ay sonra eve yeni telefon almıştım... Açtım, alo, alo, “Bekler misin hatta?” dedi biri... Sonra üç kere silah sesi, yakından, pat pat pat... “Tamam kapatabilirsin” dedi bir ses. Bana değil, oradan birine. Telefon kapandı. Korktum, bu sefer oğlumun başına bir şey mi geldi dedim. Gece 12 falan... Sonra çıkıp oğlumu buldum... O sırada vurulan eşim miydi? Bunu hiç bilemedim.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Türkiye’de açılan davalardan hiçbir sonuç çıkmadı. AİHM’e yapılan başvuru sonucunda soruşturmanın eksik yapılması ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 2. maddesinin ihlali nedeniyle Türkiye 31731/96 başvuru numaralı ve 6 Kasım 2003 tarihli AİHM kararıyla mahkûm oldu.376 Yıl

1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000

Faili meçhul cinayet

11 31 362 467 423 166 52 65 45 52 13 1990-2011 arasındaki toplam faili meçhul cinayet sayısı bin 901

Yargısız infaz

83 98 283 189 129 96 129 98 80 63 56 1990-2011 arasındaki toplam yargısız infaz sayısı bin 684

Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Yönetim Kurulu üyesi Coşkun Üsterci’nin TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’na sunduğu rakamlar. Kaynak: Milliyet, 26.01.2012 Dicle Haber Ajansı’nda gazetecilik de yapan yönetmen Mehmet Hatman’ın Türkiye’nin faili meçhul cinayetleri ile ilgili hazırladığı “4653” adlı belgeselde iddia edilen faili meçhul rakamı 4653 olarak belirlenmişti. Yönetmen bu rakamı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne giden davaları, İnsan Hakları Derneği’nin merkez ve Diyarbakır şubelerinin çalışmaları ve Yakınlarını Kaybedenler Derneği’nin istatistikleri incelenerek belirlediğini söylüyordu. 377


354

Kürt coğrafyasının hemen her yerinde gerçekleştirilen bu cinayetlerin sistematik bir tasnifini yapmak pek mümkün değil. Çünkü bu cinayetlerin yer, zaman ve usulleri çeşitliliklere sahipti. Kent merkezlerinde polis kılığında da gerçekleştiği oluyordu, kırsalda asker veya PKK kılığıyla da olabiliyordu. Bu, JİTEM infaz timlerinin joker gibi her alanda, korucularla, askerle veya polisle daima beraber çalışmasından doğan bir durumdu. Yasadışı bir oluşum olarak kır-kent ayrımı yapılmaksızın her alanda belirledikleri kişilere dönük cinayetler işleme esnekliğine sahipti. JİTEM infaz timlerinin yoğunlukla yaptığı işlem, sokaktan kaçırma şeklinde oluyordu. Terör finansörü olarak kara listeye alınmış Abdulkadir Çelikbilek bu şekilde 14 Aralık 1994’te gözaltına alınmıştı. Bir hafta sonra cesedi, elleri pardösü kemeriyle arkadan bağlanıp boğulmuş olarak yol kenarında bulundu. JİTEM’ci bir itirafçı olayı şöyle anlatmıştı:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

PKK’ya finans sağlıyor suçlamasıyla Diyarbakır Postanesi civarında Toros arabaya bindirdik. Olayda ben, “Apo” kod adlı Uzman Çavuş A.U, “Şehmuz” kod adlı Uzman Çavuş U.Y. vardı. JİTEM’e götürdük. Buradaki sorgusunda üzerinden hiç para çıkmadı, yoksul bir adamdı, bizde de şüphe olmuştu ama bir defa almıştık. JİTEM alınca sağ bırakmaz. Ş. Uzman Çavuş, onu boğarak öldürdü. Beyaz Station arabasının arka kısmına Çelikbilek’in cesedi atıldı. JİTEM Tim Komutanı T.Y. de oradaydı. Ardından ceset Mardinkapı’daki Diyarbakır Mezarlığı duvarının yanına atıldı.

Ailenin yaptığı başvurular neticesinde hukuki bir sonuç çıkmadı; aile AİHM’e başvurdu ve Türkiye bu davadan mahkûm oldu.378 Yine Diyarbakır’da 1997 yılında 1992 yılında Kulp Yeşilköy köyünün yakılmasının ardından ailesini alarak Diyarbakır merkeze taşınmış altı çocuk babası 73 yaşındaki Fikri Özgen sokaktan alınmıştı. Kızının evinden 27 Şubat 1997’de saat 09.30 sıralarında çıktığı sırada beyaz renkli Toros marka bir araçtan inen silahlı kişiler kızının gözü önünde araca bindirerek kaçırmışlardı. Özgen’den bir daha haber alınamadı. JİTEM itirafçısı Özgen’in JİTEM timi tarafından götürülüp infaz edildiği söylemişti.379 “PKK’ye yardım ve yataklık” ettiği iddiasıyla Diyarbakır’a sürgün edilip Kulp’ta hemşirelik yapan Zozan Eren ile Lice’de gardiyan olan Orhan Eren çifti ise 26 Eylül 1999’da kendilerine ait özel otomobille Kulp’a giderken kaybedilip yok edilmişti. Bazı tanıklar kendi kayıplarını araştırırken bir hemşire ile eşinin gözaltında


355

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Hasine Eroğlu’nun kaybedilen eşi Şehmus Eroğlu 3 Eylül 1995 gecesi Batman’da gözaltına alınıp Midyat Jandarma Karakolu’nda sorgulandıktan sonra Midyat Savcılığı’nca serbest bırakılmıştı. Ancak daha sonra Hüsnü Çankaya380 ile Şehmus Eroğlu sokaktan kaçırılıp kaybedildi. Bir daha kendilerinden haber alınamadı.381

olduğunu JİTEM elemanlarından duyduklarını anlatmışlardı, ama akıbetleri hakkında bir daha hiçbir bilgi alınamadı.382 Bunlar gibi ülkenin her yerinde benzer vakalar görülmüştü. Ticaretle uğraşan Yahya İpek’in Batman’da 1994’te sokaktan kaçırılması;383 16 Ağustos 1991’de Batman’da şoförlük yapan A. Hakim Kartal’ın müşteri gibi binen sivil giyimli iki kişi tarafından kaçırılıp olaydan 15 gün sonra aracının sahte plakayla Antalya’da bulunması ancak kendisinden haber alınamaması384 gibi olaylar JİTEM infaz timini işaret eden kaybedilme vakalarıydı.

Yargısız infazlar ve kayıplar

Kaybetme, faili belirsiz suikastlar kadar yargısız infaz adıyla anılan öldürmeler de benzer bir iktidar şiddetinin teknik amacını taşıyor. Yasallık sürecinin askıya alınmasını içeriyor. Devletin iktidar krizlerinde yargılama gibi bürokratik işlemlerin devreden çıkarılarak, güvenliği tehdit eden unsurlara karşı tıpkı kaybetme ve faili meçhul öldürmelerde olduğu gibi doğrudan öldürmeler şeklinde gerçekleşiyor. Yargısız infaz, tanımı gereği yargı sonucu beklenmeksizin cezanın verilmesi olarak anlaşılmakla beraber burada 90’lar Türkiyesi’nde bir genel vakaya dönüşüp “muhalif unsurların yargı sürecine katılmadan öldürülmesi” şeklin-


356

de kullanılan anlamıyla ele alınıyor. Dünyada uygulanış biçimlerinde de görüleceği gibi yargısız infaz, iktidarların kriz anlarında uluslararası tepkileri göğüsleyecek biçimde kılıflandırılmış, örtülü destekle yönettiği ve gizli-kabul edilmeyen örgütlere gördürdüğü bir kontrgerilla faaliyeti olarak anlaşılıyor. Bu durumda tüm şiddet pratiklerinde olduğu gibi devlet bu faaliyetlerin failleriyle ilgili araştırma yapma konusunda isteksiz davranıyordu. Doğal olarak da devletin krizlerini aşamada devreye soktuğu tüm şiddet pratiklerinde olduğu gibi yargısız infazlar da cezasızlık zırhının koruyuculuğuna alınıyordu. 90’lı yıllarda özellikle Kürt coğrafyasında meydana gelen çatışmalarda ölü ele geçirilen veya suç isnat edilip yakalan on binlerce insanın hangilerinin yargısız infaza kurban gittiğini tespit etmenin hiçbir yolu ve imkânı bulunmuyor. Yakalandıktan ya da yaralı olarak ele geçirildikten sonra kurşuna dizilen; herhangi bir suçtan dolayı şüpheli olarak gözaltına alınıp öldürülen ve daha sonra çatışmada öldürüldüğü iddia edilen pek çok şifahi söylentinin ve resmi kayıtlara geçememiş anlatımların olması, yargısız infazların Kürt coğrafyasında daima belirsiz kalacağını gösteriyor. Aynı şekilde PKK ve radikal silahlı örgütlerin yaptığı öldürmelerin hangilerinin çatışma dışı infazlar olduğunu tespit etmek de mümkün değil. Ancak yapıldığı itirafçı, tanık, dava dosyaları, Meclis araştırma raporları gibi kayıtlar, yargısız infazların gerek doğuda, gerekse batıda radikal silahlı örgüt militanlarıyla taraftarlarına karşı sistematik biçimde yapıldığını gösteriyor. Bu minvalde iktidarın şiddet pratiği olarak uygulandığı hatırda tutularak yapılan bir araştırmayla “yargısız infaz”ların yoğun ve olgusal bir gerçeklik olduğu anlaşılıyor. Özellikle 90’lı yılların başından itibaren uygulamaya başlanmış ve radikal silahlı grupların kadrolarının ve yapılarının imha edilmesine hizmet etmiştir. Artan iç tehdit bağlamında MGK’nın 1990 ve 1993 yıllarında teröre karşı sert tedbirler alınması kararından sonra yeniden yapılandırılan devletin şiddet aygıtları önemli yetki ve mühimmatla donatılmıştı. Yeni yapılanmada kapalı bir kutuya dönüşen ve ancak Genelkurmay Başkanlığı’nın veya Olağanüstü Hal Valiliği’nin bültenleriyle bilgi alınan Kürt coğrafyasında olup bitenler o dönemde muammaydı. Ancak batıda artan radikal silahlı grupların örgütlenme ve eylemlerine karşı yürütülen iç güvenlik tedbirleri kamuoyuna teferruatıyla yansıyabiliyordu. Çoğu kez de devletin şiddet aygıtlarının batıdaki sert kriz uygulamaları zayıf ya da güçlü biçimde kamuoyunun önüne çıkarılıp tarihe not düşürüldü.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


357

Bu izler bile yargısız infazların sistematik ve yoğun olduğu, devletin bu tip set uygulamaları savunarak örtülü destek verdiği kanaatini doğurmuştu. Bütün bu anlatılanları bir arada barındıran en çarpıcı örnek “Tuzla operasyonu”ydu. 12 Eylül sonrası ilk sokak infazı olarak kabul edilen, kamuoyunda “Tuzla operasyonu” olarak bilinen ve 1990 yılları boyunca yargısız infazların miladı olarak sayılabilecek olan bu olay 7 Ekim 1988’de gerçekleşmiş ve 4 genç polislerce öldürülmüştü.385 Resmi makamların iddiasına göre, 5 Ekim 1988’de istihbarat “Kırşehir Cezaevi’nden kaçan bir grup militanın da yer aldığı şüphelilerin araçla İstanbul’da bir karakola saldıracakları” ihbarı almıştı. Bu ihbara dayanan polis, 7 Ekim’de Tuzla Köprüsü’nde geniş güvenlik önlemi aldı. Araçta bulunan 4 kişi; konfeksiyon işçisi İsmail Hakkı Adalı, gurbetçi işçi Reha Şen, belediye şoförü Kemal Soğukpınar ve elektronik işçisi Fevzi Yalçın dur ihtarına uymayıp yoluna devam etmeye çalıştı. İkinci polis barikatına araçtan ateş edildi. Bunun üzerine köprü üzerindeki ve etraftaki ekiplerle araç

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Tuzla operasyonunda 274 kurşunun isabet ettiği araçta 4 kişi öldürüldü. Büyük tartışmalara sebep olup Meclis’e dek taşınan ve sorumluları hakkında dava açılan “Tuzla operasyonu”nda yargılanan güvenlik görevlilerinin tümü beraat etti.


358

arasında silahlı çatışma çıktı. Hiçbir polisin yara almadığı çatışmada DEG-C 7843 plakalı kırmızı renkli Opel marka araç yaklaşık 274 kurşunla delik deşik olmuştu. Otopsi sonucuna göre araçta bulunan Fevzi Yalçın’a 7, İsmail Hakkı Adalı’ya 28, Reha Şen’e 49, Kemal Soğukpınar’a 68 kurşun isabet etmişti.386 Örgüte sızıp operasyonun yapılmasını sağlayan ve 17 Şubat 1989 tarihinde öldürülen MİT ajanı Engin Kaya, öldürülmeden önce verdiği ifadede, arabadakilerin eyleme gitmedikleri, merkez komite üyesinin arabada olduğu zannedildiği için operasyon düzenlendiği belirtiyordu. Olay sonrası İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli, “Polis görevini yapmıştır” derken, Emniyet Genel Müdürü Sabahattin Çakmakoğlu ise “Sabıkasız oluşları eylem yapmayacakları anlamına gelmez” şeklinde açıklama yaptı. Ailelerin baskısıyla oluşan kamuoyu olayın kapanmasını önledi. Dönemin SHP Milletvekili Musa Gökbel ve 45 arkadaşının önergeleriyle Meclis araştırılması istendi. Ancak önerge, TBMM Genel Kurulu’nda hükümetteki ANAP’ın oylarıyla reddedildi. Operasyonun ardından yaşanan tartışmalar ve ailelerin başvurusu sonucu İstanbul Savcısı Cemal Çakar, silah kullandığı tespit edilen 16 polis hakkında “faili belli olmayacak şekilde birden fazla kişiyi öldürmekten” Ceza Kanunu’nun 448., 281. ve 463. maddeleri gereği Ağır Ceza Mahkemesi’nde 56’şar yıl hapis cezası istemiyle dava açtı. Yedi yıl süren davada yargılanan polislerin tümü Şubat 1995 tarihinde beraat etti. 22 yıl sonra polislerin avukatı olan Ömer Yeşilyurt, “Sağ yakalanabilirlerdi. Beraat eden polisler bugün olsa ceza alır. Çünkü devlet polisi koruyordu” itirafını yaptı. 1990 yılı geldiğinde ise sansasyonel ilk devlet operasyonu 12 Temmuz 1990 gecesi yapıldı. İstanbul Cihangir’de gerçekleşen ve 5 saat süren baskında Gülay Arıcı ve Alper Ersoy öldürüldü. Öldürülen Gülay Arıcı’nın ünlü bir jokeyin kızı olması nedeniyle olay gazetelerde geniş yer buldu. 19 Mayıs 1991 tarihinde İstanbul Hasanpaşa’da gerçekleşen polis operasyonu, sonraki yıllarda da çok tartışılacak en tipik “yargısız infaz”lardan biriydi. Yapılan bütün delil karartmalarına rağmen küçük bir tanığın bulunması olayı açık ve seçik olarak meydana çıkarmıştı. 1991 yılının bahar ayında saat 22.30 sıralarında polisler, o sırada ilkokul 2. sınıfa giden oğlu Özgür Cihan’ı arka odada yatırıp arkadaşı İsmail Oral ile çay içen Hatice Dilek’in İstanbul Hasanpaşa’da yaşadığı eve geldiler. Sonrasında ise 2 kişinin çatışmada ölü olarak ele geçirildiği açıklaması yapıldı.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


359

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Bir devletin düzenlemiş olduğu hukuk sistemi içinde yargılama olmaksızın herhangi bir cezalandırma işlemi olan, hukuksal ilkelere göre düzenlenmiş hukuk devletine aykırılık anlamına gelen yargısız infaz suçlaması 90’lı yıllar boyunca yukarıdaki gibi pek çok olaydan sonra yapılmıştı.

Ancak olaydan sonra evde avukatların yaptığı incelemeler ve küçük çocuğun ifadeleri olayın ayrıntılarını ortaya çıkardı. Buna göre, olay yerinde çay bardaklarının olduğu, evin iç duvarında üç, küçük çocuğun yattığı odanın duvar ve penceresinde üç tane kurşun deliği tespit ediliyor, evin arkasındaki balkon duvarı tarafında ise daha yoğun kurşun izleri görülüyordu. Hatice Dilek’in öldürüldüğü odadaki kan izi, yere saplanmış bir kurşun çekirdeği ve parçalanmış daire giriş kapısının dışında evin içinde silahlı çatışmayı gösteren hiçbir bir belirti yoktu. Hatice Dilek Aslan’ı öldüren mermi yakın mesafeden ve arkadan sıkılan kurşunla tam kulak arkasından girip beyni tahrip ederek çıkmıştı. İsmail Oral’ın bedeni ise kolları havada soğumuştu. Asıl önemlisi, Hatice Dilek’in oğlu Özgür Cihan’ın verdiği ifadeydi. Çocuk, polislerin kendisini uyandırdığını, bir polisin kendisini televizyon odasına götürdüğünü ve orada polislerin arasında annesini gördüğünü, annesinin kendisine, “Babana haber ver” dediğini, bu arada polisin annesini yere yatırarak ayağıyla kafasına bastığını söylüyordu. Görevli polis, çocuğu yakındaki Hasanpaşa Karakolu’na getirmiş, sabahleyin de babasına teslim etmişti. Olaydan sonra, dönemin İçişleri Bakanı, gazetecilerin olaya ilişkin sorularını, “Onlara çiçek mi verseydik?” diye cevapladı, ancak ifade ve deliller sonucunda Kadıköy 1 Nolu Ağır Ceza Mahkemesi’nde 12 polise dava açıldı. Hatice Dilek’in ve İsmail Oral’ın üzerindeki elbiselerinin bulunamadığı, çocuğun ifadelerinin dikkate alınmadığı ve delillerin göz ardı edildiği davada tüm polisler beraat etti. Hasanpaşa operasyonundan kısa bir sonra 12 Temmuz 1991’de


360

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Küçük tanık Özgür Cihan polis baskını esnasında annesinin sağ olduğunu, onunla konuştuğunu söyledi. Olayla ilgili dava açılsa da yargılama sonucunda tüm sanıklar beraat etti.

İstanbul’un Dikilitaş, Balmumcu, Nişantaşı ve Yeni Levent bölgelerinde aynı anda yapılan operasyonlarda ise Niyazi Aydın, İbrahim Erdoğan, İbrahim İlçi, Yücel Şimşek, Nazmi Türkcan, Bilal Karakaya, Zeynep Eda Berk, Cavit Özkaya, Ömer Coşkunırmak ve Hasan Eliuygun adlı kişiler öldürüldü. İstanbul Emniyet Müdürü Mehmet Ağar’ın polis telsizlerinden “Gözlerinizden öperim” diyerek kutlama mesajı geçtiği bu operasyon, yeni terörle mücadele tekniği olarak devreye sokulan ve “yargısız infaz” suçlamalarıyla adlandırılan pratiklerin kitlesel bir boyut aldığı önemli operasyon olarak anıldı. ABD Başkanı’nın Türkiye’ye gelmesi nedeniyle başlatılan bu çoklu operasyonların kanlı biçimi İstanbul iliyle sınırlı kalmamıştı. İki gün sonra Ankara’da 14 Temmuz 1991’deki ev baskınında bu kez Fintöz Dikme ve Buluthan Kangalgil öldürüldü. Radikal silahlı sol örgütlerin 90’lı yılların başından itibaren görece kitleselleştiği, öğrenci hareketlerinin giderek politikleştiği ve bu örgütlerin “cezalandırma” adıyla polis, asker ve istihbaratçılara yönelik ses getirici eylemlere girişmesi zaten Kürt coğrafyasındaki çatışmalarda kontrolü elinden kaçırmış olan devlet iktidarını batıda da sert tedbirler almaya itmişti. Kitleselleşme eğilimi gösteren, giderek yaptıkları silahlı eylem ve suikastlarla devletin zafiye-


361

tine yol açan bu silahlı guruplara “kısas” esasına dayanan misilleme eylemlerine girişen bir polis teşkilatı oluşturulmuştu. Bu kısas kısa bir zaman içinde “infazlara maruz kalan bazı silahlı sol örgütleri de içine alarak fasit bir döngüye soktu. Zira silahlı suikastların veya eylemlerin hemen ardından polisin ölüm timleri bazı evleri basıyor ve “örgüt militanlarının çatışmada öldürüldüklerini” duyuruyorlardı. Bu kanlı baskınların bazılarının silahsız örgüt sempatizanları olduğuna dair tartışmalar ise sürüp gidiyordu. Örneğin, 13 Ağustos 1993’te Okmeydanı PERPA baskını olarak kayıtlara giren operasyon, masumları da içine alan misillemeyi açıklayan kanıtlarla doluydu. Bu baskında çatışmada öldürüldüğü iddia edilen 5 kişiden biri de orada kasiyer olarak çalışan Selma Çıtlak’tı. Bu baskına katılan özel timci Ayhan Çarkın yıllar sonra yaptığı açıklamada, “Çıtlak’ı boşa öldürdük” diyor ve Perpa baskınını şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

PERPA baskını, basit bir gaz bombasıyla yapılabilecek bir operasyondu. Silah kullanılması gerekmezdi. Buna rağmen yargısız infaz yaptık. Oradakiler bizimle çatışmaya girmedi. Çatışma süsü verildi. Garson kızı da (Selma Çıtlak) tanık kalmasın diye öldürdük. Sonradan çok pişmanlık duydum.387

8 kurşunla hayatını kaybeden Selma Çıtlak, dört yıllık evli ve bir yaşında kız çocuğu annesiydi. Ailesine katkıda bulunmak için PERPA’ya çaycı olarak işe girmişti. Masum bir ailenin dağılmasıyla sonuçlanan olayın sonrasını da babası şöyle anlatıyordu: Kızım evliydi ve Burcu adında bir yaşında kızı vardı. Eşi Nedim Çıtlak çalışıyordu. Ben o sırada PERPA’ya yakın bir fabrikanın deposunda çalışıyordum. Bir gün yanıma geldi, çaycıda iş bulduğunu söyledi. Bende nasıl bir yer olduğunu görmek için kızımın yanına gitmiştim. Sık sık kızımın yanına giderek çay içiyordum... Gayrettepe’de bulunan Emniyet Müdürlüğü’ne gittim. Polislere, “Kızım vurulmuş, nerede?” diye sordum. “Kurunun yanın da yaşta yanar” diyerek beni gönderdiler... Silahı olmayan bir kişiye tabanca vermişler. Ekmek parası uğruna öldü. Mahkeme 7 yıl sürdü, sonuç çıkmadı. Kimse bana kızımın suçunu ispat edemedi. Kızımı defnettikten kısa bir süre sonra tehdit telefonları almaya başladım. “Oğlunu ve kızını seviyorsan açtığın davadan vazgeç” dediler. Telefonla telsiz sesleri geliyordu... Damadım ve torunum İstanbul’da oturuyor. Burcu İmam Hatip’ten mezun oldu. 15 yıldır doğru dürüst uyku uyuyamıyorum.388


362

Büyük bir iş merkezi olan PERPA’daki operasyonda Selma Çıtlak’ın dışında kafeteryada öldürülen Sabri Atılmış, Nebi Akyürek, Mehmet Salgın ve Hakan Kasa ile ilgili tepkiler nedeniyle, “görevin ifası sırasında, kişinin faili belli olmayacak şekilde ölümüne neden olmak”tan görevli polisler hakkında hemen dava açıldı. Silahların balistik incelemesinin yapılmadığı, ifadelerin bir yılda ancak alındığı, müdahil tarafın istediği delillerin toplanmadığı ve sanıkların hiçbir duruşmaya katılmadığı dava da tüm sanıklar beraat etti. AİHM’e başvuru sonucu tekrar görülen davada ise bu kez PERPA baskını suçu tescillendi, ancak hiçbir sanık cezaevine girmedi. Polisin doğrudan sonuç almak için yürüttüğü bu türden pratiklere maruz kalan pek çok silahlı sol örgüt ileri militan kadrolarını yitirip güçten düşerken Dev-Sol uzun süre aynı türden misillemelerle karşılık verdi. Ancak devletin şiddet aygıtlarıyla mücadeleyi öfke ve intikam duygularına indirgeyip tüm başka unsurları göz ardı etmek, bu sert bir mücadeleye giren tüm muhalif hareketleri bekleyen önemli bir sapmaya yol açtı. Sert mücadelede kaybettiği militanlarının intikamını almaya girişerek asıl mücadele perspektifinden kopan sosyalist yapıların, aynı zamanda kitleyle hızla bağlarını kaybetme tehlikesi baş gösterdi. Sonuçta yargılamadan infaz eden timlerin, silahlı örgütlerin ileri kadro, militan ve taraftarlarına dönük giriştikleri öldürmeler, gerek kadrolarını kaybettiği için gerekse intikam döngüsüne girip eylemlerini sığlaştırdıkları için batıdaki tüm silahlı grupların kitle bağlarını zayıflatıp marjinalize ederek devlet iktidarının hesapladığı maksimum yararı sağlamış oldu. İdeolojik aygıtlar vasıtasıyla alanları daraltıldı, kontrol altında tutulmaya ve şiddet kaynağı ve korku nesneleri olarak topluma teşhir edilerek düzene hizmet etmeye başladı. Silahlı sol örgütlerin güvenlik güçlerini hedef alan eylemlerinde 1992’de 93, 1993’te 56, 1994’te 51 polisin öldürülmesiyle rakamsal olarak doruk noktasına çıkan ve bunun karşılığında polisin operasyonlarla verdiği intikamvari misillemeyle daha fazla militanı öldürdüğü bu ortam oluştu. 1991 yılında Hasanpaşa operasyonuyla başlayan bu türden infazlar yıl içinde hızlanarak devam ederken yeni bir terörle mücadele tekniğinin devreye sokulduğu anlaşılıyordu; artık farklı biçim ve hedeflere yönelme söz konusuydu. 8 Eylül 1991’de Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Akademisi öğrencisi Seher Şahin’in okula yeni gelenlere yardımcı olmak için kurdukları rehberlik masasında çalıştığı sırada polisler tarafından gözaltına alıp okulun üçüncü katından atıldığı iddiası, yargısız infazların genişleyen alanını gösteriyordu.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


363

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

1990’lı yılların ortalarına kadar yoğun biçimde polis de örgütler de karşılıklı misillemelerle ilgili ilgisiz birçok cinayet işlemişti.

7 Haziran 1991’de Küçükçekmece’de bildiri dağıtan grubun içinde bulunan Murtaza Kaya’nın başından vurularak öldürülmesi gibi “Kaçarken vuruldu”, “Eylem hazırlığındayken yakalandı”, “Polise ateş açtı” türünden açıklamaların yetersiz kalıp dava konusu olan benzer iddialar artık diğer yıllarda da daha sık görülmeye başlanmıştı. Zira1991 yılı 26 Ekim günü Burhan Remzi Kafadenk Gayrettepe’de polisler tarafından sokakta tarandı. 16 Ocak 1992’de ise Merter’de bildiri dağıtan İ.Ü Hukuk Öğrencisi Engin Egeli polisin açtığı ateş sonucu öldürüldü. Egeli’nin silahı olduğu ve daha önce eylemlerde kullanıldığı açıklanarak ölümü haklı çıkarılmaya çalışıldı. Yine 27 Ocak 1992’de İstanbul Mahmutbey’de “örgüt evi” olduğu gerekçesiyle basılan evde bulunan İsmail Cengiz Göznek, Servet Şahin ve Mustafa Ateş adlı üç gencin balkona çıkarak “Teslim oluyoruz” diye bağırmalarına rağmen öldürüldüğü iddiası da dava konusu olmuştu. 16-17 Nisan 1992 tarihinde ise İstanbul Çiftehavuzlar, Erenköy ve İçerenköy’de dört eve yapılan toplu bir baskında üst düzey mi-


364

litan olduğu iddia edilen 11 devrimci, Sabahat Karataş, Eda Yüksel, Taşkın Usta, Sinan Kukul, Arif Öngel, Şadan Öngel, Ahmet Fazıl Ercüment Özdemir, Hüseyin Kılıç, Satı Taş (Kılıç), Ayşe Nil Ergen, Ayşe Gülen adlarında 11 kişinin öldürülmesi “polisin sağ yakalamak gibi bir amaç gütmediği, açıkça katletmek için operasyon yaptığı” gerekçesiyle dava nedeni oldu. Bu operasyonda öldürülenler üzerinde yapılan otopside Sabahat Karataş’ın vücudunda 40, Eda Yüksel’in vücudunda 58, Taşkın Usta’nın vücudunda 45 mermi bulunduğu tespit edildi. Operasyon sırasında patlayıcı maddeler ve bombalar kullanıldığı da tespit edildi. Açılan dava Kayseri’de görülürken davayı izlemeye gelenlere saldırılar düzenlendi, sanıkların ifadeleri iki yılda alınabildi. En ilginç yargısız infaz olaylarından biri de Adana’da yaşandı. Remzi Basalak, 23 Ekim 1992 günü Adana Terörle Mücadele Şubesi’nce gözaltına alındıktan sonra üzeri para ve silah dolu masanın arkasın­da basına tanıtıldığı sırada gazetecilere, “Bizim bu olayla hiçbir ilgimiz yok, masadaki şeyler bize ait değil, gazetelerinizde bunları yazın” diyerek masayı tekmeledi. Basının fotoğraf

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Çiftehavuzlar operasyonuyla ilgili 21 polis hakkında “kasten öldürdükleri” iddiasıyla 1995’te dava açıldı. Dava sonucunda sanıklar beraat etti, Yargıtay kararı usulden bozdu. Yerel mahkemede tekrar görülen dava, 11 yıl sonra yine beraatla sonuçlandı. Operasyona katılan bir özel timci, 2011 yılında bir gazeteye verdiği beyanatta olayın “yargısız infaz olduğunu” söyleyecekti.389


365

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Bu fotoğraflar çekilirken, “Masadaki şeyler bize ait değil” diye bağıran Remzi Basalak’ın, yaralı ele geçirildiği ve dört gün sonra beyin kanamasından öldüğü iddia edildi.

da çektiği bu esnada Remzi Basalak’ı polisler orada dövmeye başladılar. Daha sonra basını yol­ladıktan sonra yanındaki arkadaşı Kadir Yaşar tarafından dile getirildiği şekliyle ağır işkencelerden geçirilen Basalak hakkında dört gün sonra yaralı ele geçirildiği ve beyin kanamasından öldüğü yönünde açıklama yapıldı. Ölümünün ardından götürüldüğü Adana Numune Hastanesi’nde tu­tulan “ölü muayene tutanağında” ise “alın solunda, yüzünde, sol omuz önünde, sağ el sırtında, her iki ayak sırtında, sırt sağında, yüzeysel ekimoz­lu, raddi sıyrık yaraları tespit edildi” yazılarak işkence edilerek öldürüldüğü tescillendi. Fotoğrafları basın tarafından çekilmiş bir kişinin alenen öldürülmesinin ardından 14 polis hakkında açılan dava, otopsi raporunun gizlendiği, kanlı gömleğinin kaybedildiği duruşmaların sonunda beraatla sonuçlandı.390 1992 yılında yargısız infaz ve benzeri nedenlerle gerçekleşen ölümler, tespit edilen en yüksek rakam olan 283 kişiyle kapanırken, 1993 yılında bu tür ölümlerin sayısı 189 olarak tespit edildi. Bu yıl içinde İstanbul Kartal’da 23 Nisan günü İbrahim Yalçın; 30 Nisan’da İstanbul Kadıköy’de Uğur Yaşar Kılıç, Şengül Yıldıran; 5 Haziran’da Anka­ ra’da Murat Gül Fevzi; 26 Haziran’da İstanbul Gaziosman­paşa’da Devrim Mehmet Eroğlu ve Yüksel Güneysel; 16 Temmuz 1993’te İstanbul Şirinevler’de Kemal Aygül; 13 Ağustos’ta İstanbul PERPA’daki bir kafeteryada Sabri Atılmış, Selma Çıtlak, Nebi Akyürek, Mehmet Salgın, Hakan Kasa; 26 Ekim’de Ankara Balgat Yaşar Yılmaz ve Tayyar Turhan Sayar; 26 Kasım’da İstanbul Hasköy’de Selma Doğan, Erol Yalçın’ın ölümleri yargısız infaz iddialarıyla anılmıştı.


366

1993’ün ilk toplu infazı 6 Mart’ta İstanbul’un Kartal ilçesinde bir eve düzenlenen polis operasyonuyla başladı. Evdeki Bedri Yağan, Gürcan Özgür, Menekşe Meral ile ev sahipleri Asiye ve Rıfat Kasap öldürüldü. Operasyonu yöneten Emniyet Müdürü’nün yazdığı kitapta391 “Uzun süre takip altındaydı” denilen evin içindekilerin sağ yakalanmamış olması bu operasyonda da polisin yargısız infazla suçlanmasına neden oldu. Zira 18 yıl sonra operasyona katılan bir özel timci, “Bedri Yağan... olayı yargısız infazdır. İnfazdan sonra içerisi çatışma olmuş gibi süslendi, daha sonra basına haber verildi” şeklinde konuşarak yargısız infazı teyit ediyordu.392 Yaklaşık yarım saat süren baskın sonrası eve alınan gazetecilerin çektiği fotoğraflarda Bedri Yağan ile ev sahibi Rıfat Kasap salonda, diğer üç kadın ise oturma odasında vurulmuşlardı ve yanlarında birer silah bulunuyordu. Yatak odasında karyolanın altında Rıfat ve Asiye Kasap çiftinin 11 aylık Sebahat ve 5 yaşındaki Özgür adındaki iki çocuğu bulundu. Yapılan otopsinin raporunda erkeklerin sırtlarından, kadınların yüz ve göğüslerinden kurşunlandığı, cesetlerin vücutlarında yanık izleri olduğu; Bedri Yağan, Rıfat Kasap ve Gürcan Özgür’e 6, Menekşe Meral’e 16, Asiye Kasap’a 18 kurşun isabet ettiği ve

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

İstanbul’un İçerenköy ve Beylerbeyi semtlerindeki iki ayrı evin 28 Eylül gecesi ve 29 Eylül sabahı polis tarafından basılması sonucunda Kayhan Tazeoğlu (22), Fatma Süzen (20) ve Makbule Sürmeli (26) adındaki üç kişi öldürüldü.393


367

bu yaraların kısa namlulu silahla yakın atıştan kaynaklandığı belirtiliyordu. Raporda, kişilerin ölümünün ateşli silah mermi çekirdeği yaralanmasına bağlı kafatası, çok sayıda kaburga ve kemik kırıklarıyla, iç organ ve büyük damar delinmesinden gelişen iç kanama, beyin kanaması ve beyin doku tahribatı sonucu meydana geldiği kaydediliyordu. Operasyondan sonra ölenlerin yakınları “yargısız infaz” iddiasıyla polisler aleyhinde dava açtılar. Kartal 1. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki dava 2,5 yıl süren davada tüm sanıklar beraat etti ve karar Yargıtay’ca onaylandı. Operasyondan sonra Darülaceze Vakfı’na verilen iki çocuğun velayetini ise yıllar süren hukuki mücadelenin ardından teyzesi aldı. 1994 yılına gelindiğinde ise yargısız infaz, dur ihtarı ve rastgele ateş açma nedeniyle gerçekleşen ölüm sayısı 129 olarak tespit edilmişti. İstanbul Bağcılar’da 4 Ağustos’ta Hüseyin Arslan, Güner Şar ve Özlem Kılıç; Adana’da 17 Ağustos’ta sokakta öldürülen Maksut Polat; İstanbul Maltepe’de 4 Kasım’da Ecevit Balcı; 28 Eylül’de İstanbul Beşiktaş’ta bir kafede avukat Fuat Erdoğan, İsmet Erdoğan, Elmas Yalçın; İstanbul Sultançiftliği’nde 8 Ekim Güler Ceylan ve İbiş Demir; Mersin’de 26 Ekim günü Ahmet Öztürk ve Zeynep Gültekin’in tartışmalı ölümleri yargısız infaz iddiasıyla anıldılar. 96 yargısız infazın yaşandığı iddia edilen 1995 yılının ilk yargısız infaz olayı ise 12 Ocak’ta Diyarbakır’daki bir öğrenci evinde gerçekleşti. Aynı evde bulunan Reyhan Havva İpek, Refik Horoz, Hüseyin Deniz ve Selim Yeşilova polis baskını sonucu öldürüldü. 9 Şubat’ta ise İstanbul Bahçelievler’de yapılan ev baskınında Ayten Korkulu, Fuat Berk, Meral Akpınar; 4 Nisan’da Gaziantep’te Demet Taner ve Hüseyin Coşkun; 9 Nisan’da İstanbul Okmeyda­ nı’nda Sibel Yalçın; 12 Nisan’da Ankara Batıkent’teki bir evde Mustafa Selçuk, Şirin Erol ve Seyhan Ayyıldız öldürüldü. 1996 yılında yargısız infaz iddiası 129’a yükselmişti. 22 Haziran günü İstanbul Kâğıthane’de Adalet Yıldırım’ın sokakta; 17 Mayıs İstanbul Alibeyköy’de Kurtuluş gazetesi satıcısı İrfan Ağdaş’ın yine sokakta öldürülmeleri; 15 Temmuz’da İstanbul Gültepe’de Hasan Hüseyin Onat, Emine Tuncel, Gülizar Şimşek, Ali Ertürk ve Hanım Gül; 19 Temmuz’da İstanbul Bağcılar’da Levent Doğan; 20 Ağustos’ta İstanbul Alibeyköy’de Senem Adalı ve Muhammed Kaya’nın ev baskınlarında öldürülmeleri de yargısız infaz olarak anıldı. 15 Temmuz 1996’da İstanbul Gültepe’deki ev baskınında Hasan Hüseyin Onat, Gülizar Şimşek, Emine Tuncal ve Ali Ertürk öldürüldü. Militanlara yardım edip evini açan Hanım Gül ise

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


368

yaralı olarak hastaneye kaldırıldı, felçli babası sağ kurtulmuştu. Daha sonra Hanım Gül’ün tedavi gördüğü hastanede ikinci kattan atlayarak intihar ettiği söylendi. 1997 yılından itibaren Susurluk olaylarının patlak vermesiyle yargısız infaz yaptığı iddia edilen bürokrat ve polis timlerinin deşifre olması, suçlanması ve dava edilmesiyle dağılan birimler nedeniyle yargısız infaz iddiaları azalmaya başladı. Ama yine de dur ihtarı ve rastgele ateş açma nedeniyle gerçekleşen ve yargısız infaz kapsamında değerlendirilebilecek öldürmeler devam etti. Zira 1997 yılında bu iddialarla anılan 98 kişinin öldüğü tespit edildi.1991-2000 yılları arasında bu türden ölüm sayıları aşağıdaki tablodaki gibiydi:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Yargısız infaz, dur ihtarı ve rastgele ateş açma nedeniyle gerçekleşen ölüm sayısı YIL

ÖLÜM

1991

98

1992

283

1993

189

1994

129

1995

96

1996

129

1997

98

1998

80

1999

63

2000

56

Rakamlar, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu bünyesindeki terör alt komisyonunda 2012’de sunum yapan Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Yönetim Kurulu üyesi Coşkun Üsterci’nin milletvekillerine verdiği rapora göredir. Bu rapor İHD sitesinde açıklanan Yargısız İnfaz İşkence Sonucu ve Gözaltında Ölümler bölümünde yer alan rakamlardan kategori eksikliği nedeniyle daha az rakamı göstermektedir.

Kürt coğrafyasında yargısız infazlar Türkiye’nin batı illerinde 1991 yılından itibaren yoğunluğu artarak devam eden yargısız infaz iddiaları Kürt coğrafyasında daimi bir iddia olarak her zaman gündemini korumuştu. Büyük bir kapatma içine alınan bu bölgede görev yapan veya orada yaşayan insanların 2000’li yıllarda yaptıkları açıklamalar ve itiraflar, bölgede yargısız infazların nitelik ve niceliğinin vahametini gösteriyordu. Batı illerinde “çatışma”, “kaçma” gibi kılıflara büründü-


369

rülüp tartışmalı hale getirilen yargısız infaz vakıaları, kamuoyuna kapatılmış doğuda alenen ve gerekçe bulmaya gerek bile bulunmadan yapılıyordu. Bölgedeki insanların tamamının hayatına yerleşmiş, tanık olunmuş veya maruz kalmış olduğu bir durum olarak yaşandığı görülüyordu. Bölgedeki yargısız infazlarla ilgili en çarpıcı olay, sonradan dava konusu da olan “Görümlü köyü operasyonu” idi. Şırnak’ın Silopi ilçesi civarında operasyon yapan askeri birlik, 13 Haziran 1993’te Görümlü köyüne baskın düzenlemiş ve altı köylü öldürülmüştü. Öldürülen köylülerden Şemdin Cülaz’ın oğlu Kazım Cülaz baskını şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Görümlü’ye bağlı Derecik mezrasında yaşıyorduk. Olay gecesi yoğun ateş sesleri duyduk. Çatışma olduğunu anladık. Asker sabah erken saatlerde köye geldi. Köylüleri meydana toplayarak, kimlik tespiti yaptılar. Babam Şemdin ve Abdurrahman Kayek’i aldılar. Akşama doğru Abdurrahman’ı bırakmışlardı. Kendisine babamın nerede olduğunu sordum. Görmediğini ama karakolda herkese işkence yapıldığını, kendisinin de işkenceden sonra dışarı atıldığını söyledi.394

Biri köy imamı 6 köylünün köyden alınarak öldürülmesi hakkında açılan davanın ilk duruşması 5 Kasım 2013’te görüldü ve herhangi bir ceza çıkmadı. Ancak davada tanık olarak dinlenen asker ve tüm köylülerin verdiği ifadeler dehşetengizdi. O dönemde Görümlü Karakolu’nda askerlik yapan Remzi Büdüş adlı asker, duruşmada tanık olarak verdiği ifadede “köyden getirilen 6-7 kişinin cenazesini gördüğünü”, sivil kamyonların gelip cesetleri aldığını Silopi tarafına doğru götürüldüğünü söyledi.395 Yine karakolda askerlik yapan Yusuf Özdemir’in ise anlattıkları ayrıntılar yargısız infazın vahşet boyutunda olduğunu gösteriyordu: Altı köylünün tabura getirildiği günden önceki akşam, taburu koruyan Kesiktepe’ye saldırı düzenlendi... Güneş doğar doğmaz bizim tim köylüleri toplayıp, tabura getirdi... Köylüleri taburda askerlerin karşısına dizdiler... Bunlar çok işkence yaptılar. Yanlarında da subay ve astsubaylar vardı. Albay, köylülere “Neden teröristlere yardım ediyorsunuz?” diye sordu. İmam ve diğer köylüler, ağlayıp yalvararak yardım etmediklerini, iftira atıldığını söylüyorlardı. Çatışma sırasında evlerinde olduklarını, kimseye yardım etmediklerini yarım saat dil dökerek anlattılar. Komutanların köylülere inan-


370

maya niyeti yoktu. İnanmıyorlardı. İşkenceye başladılar. Küfürler, hakaretler havada uçuşuyordu. Ardından... nişan alıp köylülerin ayaklarına kurşun sıktı. Köylülere kurşun sıkıldıktan sonra, Albay ve diğer komutanlar köylülere tekrar işkence yapmaya başladı... tam bir vahşet gerçekleştirdi. Sonra askerlere dönüp “Daha dün asker arkadaşlarınız öldürüldü, köylüler artık sizin” dediler. Trabzonlu asker kulübede şehit olduğu için özellikle Karadenizli askerler tam bir vahşet yaptı. Köylüleri ayaklarından cipe bağlayıp, beton zemin üzerinde sürüklediler. Bununla da yetinmeyip, araç onları yerde sürüklerken, üzerlerine çıkıyorlardı. Bazılarının tırnaklarını söktüler. Komutanlar da askerleri seyrediyordu. İşkenceye ara ara komutanlar da katılıyordu. Askerlerin büyük kısmı işkenceye katılmamıştı. Biz de seyrediyorduk. İşkence öyle dayanılmaz olmuştu ki köylülerin kırmızı etleri çıkmıştı. Yalvarıyorlardı askerlere, “Biz kimseye yardım etmedik” diye. Yüzleri tanınmaz hale gelmişti. (...) Bu çocuk Karadenizli. Köylülere çok işkence yaptı. İple cipe bağlayıp, köylülerin üzerinde zıplayanların başında geliyordu. Yerde sürüklenen köylülere tekme atıyordu... Ya da o dönem komutanlar dahil, askerlik yapanların listesini bize gösterirlerse tüm soyadlarını hatırlarız. Olayın üzerinden 16 yıl geçti ve bazı isimleri unuttuk. Biz artık köylülere bakamaz duruma gelmiştik. Hayatımda böyle bir işkence görmemiştim. Olay yerinden biraz uzaklaştık.” “Öldürülen köylü Halit Özdemir, tabura getirildiği zaman, sırada beklerken benden su istedi. ‘Asker, Allah rızası için, babanın hayrına bana su getir, çok susadım’ dedi. Komutanlardan korkumdan ona su veremedim. Ben onlara işkence yapılıp, öldürüleceğini bilseydim, yemin ederim verirdim. Adam, su istedi ve içemeden öldürüldü. Bu olay hep aklıma geliyor ve vicdan azabı çekiyorum.396

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Bir başka askerin ise “Olay o kadar insanlık dışına çıkmıştı ki anlatamayacağım vahşet yapılıyordu köylülere. İşkence bir saatten fazla sürdü ve köylüler öldü. Ölülerini beton üzerine bıraktılar ve bizleri dağıttılar”397 şeklindeki anlatımı yargısız infazın dramatik içeriğini onaylıyordu. Yargısız infazların hesapsızlığını ve karanlıkta kalan yönünü gösteren olay ise 19 yıl sonra tesadüfen ortaya çıkan 11 yaşındaki “Fatma Erkan”ın öldürülmesiydi. Mardin’in Midyat ilçesine bağlı Çalpınar (Site) köyünde 14 Ekim 1995’te PKK’li olduğu söylenen 2 kişiyle birlikte infaz edilen 11 yaşındaki Fatma Erkan “terörist” olarak kayıtlara geçirilmişti. Çekilen fotoğraflarında terlikleri yanında, ayakları çıplak, renkli etekliği olan ve terörist olamayacağı


371

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Görümlü’de öldürülen imamın papaz olduğunu savunan İl Jandarma Komutanı olayı şöyle anlatmıştı: “Size ilginç bir anımı anlatayım. Yaklaşık iki ay önce, iki yıldır bir köyün imamlığını yapan kişi bir eylem sırasında öldürüldü. Üzerindeki eşyalar araştırıldığında boynunda haç kolye çıktı, sünnetsiz olduğu görüldü. İmam bildiğimiz adamın Ermeni olduğunu gördük. (...) Bakın, kızlarının tamamı iğfal edilen bir köy var. Sağlam, tek bakire yok. Onun da adını vermeyeyim. Sonra derler ki, ‘Kızımızın geleceğini baltaladın, evliliğine engel oldun.’ ” (Sayar, 1993)398

alenen belli olan kız çocuğu terörist olarak lanse edilmişti. Ailesi tarafından peşi aranmayan bu ölümün ardından seçmen kâğıdı gelen Fatma Erkan, ailesi tarafından nüfustan düşürülmek istendiğinde devreye giren insan hakları kuruluşları vahim olayı açığa çıkardılar. İHD Diyarbakır Şubesi Hukuk Komisyonu üyesi Avukat Rahşan Bataray Saman’ın araştırmaları sonucu yaptığı açıklamaya göre, köye yapılan baskında 2 kişiyle beraber ölen 11 yaşındaki “Fatma Erkan çocuklarla oyun oynadığı esnada çıkan çatışmada yaşamını yitiriyor.”399 O gün çekilen fotoğraflarda ve Midyat Cumhuriyet Savcısı’nın tuttuğu otopsi raporunda şu ifadeler geçiyordu: Bir metre otuz santimetre boylarında 45 kilo ağırlığında, 13-14 yaşlarında, kumral saçlı, buğday tenli, kahverengi gözlü, bakire, tam teşekkül bir kız çocuk cesedi olduğu görüldü. Üst kısmında açık kahverengi gömlek, onun altında beyaz renk iç çamaşırı olduğu, alt kısmında karışık renkli etek, pembe eşofman olduğu, ayaklarının çıplak olduğu, her iki ayağının yanında da terlik olduğu görüldü.401


372

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

İnsan hakları kurumlarının kayıtlarına göre güvenlik güçlerinin saldırıları sonucu hayatını kaybeden 500’den fazla çocuktan biri “Kadın terörist yakalandı” şeklinde resmi kayıtlara ve basına geçen 11 yaşındaki Fatma Erkan’dı. Tutulan savcılık raporunda, “Bir metre otuz santimetre boylarında 45 kilo ağırlığında, 13-14 yaşlarında, kumral saçlı, buğday tenli, kahverengi gözlü, bakire, tam teşekkül bir kız çocuk cesedi olduğu görüldü” yazıyordu.400

Askerlerle beraber operasyonlara katılan bir itirafçının çatışma bölgelerinde köylülere yönelik yapılan köy baskınını anlattığı açıklamaları yargısız infazların aleniliğini gözler önüne seriyordu. Sivil ile suçluyu birbirine karıştıran öfkenin anlatıldığı bu beyanatlar, çokça rastlanan köy baskınlarıyla ilgili iddialar hakkında da açıklayıcı bilgiler veriyordu. Buna göre boş çıkan ve askerin zarar gördüğü bir askeri operasyondan sonra, operasyonu yönlendiren Yarbay, bunun intikamını almak istemiş yakınlarda bulunan bir köye baskın yapmıştı. Bir itirafçı şunları anlatıyordu: Köyde evi olup da evini bırakıp gidemeyenler ile yaşlılar kalmıştı. Bu köyün en büyük sorunu ulaşımdı, zaten zor bela geçimlerini yapıyorlardı. Oldukça fakirdiler. Askerler operasyon dönüşü köydeki kadın ve çocukların bağırışları, feryatları içinde bir hastayı orada öldürerek on iki erkeği de döverek, dipçikleyerek getirmişlerdi. Kadınların komutanlara yalvarmaları da fayda etmemişti. Kocaları ve oğulları olmazsa yaşlı kadın ve çocukların geçimini kim sağlayacaktı. Yarbay’ın talimatı sonrasında 12 kişi bağırışlar, feryatlar arasında götürüldü. Yarbay’ın talimatıyla köyden çıkarılan on iki köylüyü kurşuna dizdiler. Yarbay da verdiği kayıptan dolayı hesap vermekten korkuyordu. Çünkü Yarbay daha sonra ken-


373

di üstlerine, kurşuna dizdikleri on iki köylü için, “Örgüt elemanı terörist öldürdük” diye bilgi verdi. Bu köylüleri bir yere toplayıp yanlarına birer silah bırakarak, terörist diye basına yansıttılar.402

Kürt coğrafyasında yargısız infazların uygulanma biçimlerinden birinin de helikopterden atma olduğuna dair tanıklıklara da rastlanmıştı. Eski bir astsubayın yazdığı Astsubayken Er Olmak kitabında çatışmada yaralı yakalanan bir militanın helikopterden atılması şöyle anlatılıyordu: 1993 günü öğle saatlerinde iki Ağrı Dağı arasında, PKK militanları ile tabura ait askerler arasında çıkan çatışmada yaralı olarak ele geçen aslen Malatyalı, İnönü Üniversitesi 2. sınıftan terk, Doğan isimli militan, Erzurum’a götürülmek üzere çatışmanın ertesi günü bir helikopterle askeri yetkililer tarafından alındı. Fakat hem sivil hem askeri kaynaklardan öğrendim; Doğan çözülmediği için Tendürek Dağı’nda helikopterden atılmış, ölmüştü.403

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Buna benzer bir olayı daha ayrıntılı biçimde ise 33 yaşındaki bir tanık (T.P.) 1995’te yapılan görüşmede İnsan Hakları İzleme Örgütü’ne anlatmıştı. Bu tanık, Lice’de asker barikatında gözaltına alındığını; alt katları soruşturma yerlerine dönüştürülen Lice Yatılı Bölge Okulu’nda gerilla suçlamasıyla yakalanmış olan ikisi kadın üç kişiyle beraber işkenceli sorgudan geçirildiğini; daha sonra ise helikoptere bindirilen üç kişinin gözü önünde helikopterden atıldığını iddia etmişti. Tanığın anlatımıyla yoğun olarak “baş aşağı bir şekilde ayaklarımdan tutup suya” daldırarak nefessiz bırakma işkencesine maruz kaldığını söylüyordu. Yanına getirilen gerilla zanlısı üç kişi ise yapılan işkenceden dolayı bilinçsiz hale gelmişti. Daha sonra hepsini beraber helikoptere bindirmişlerdi. Tanığın anlatımına göre infazlar burada şöyle gelişmişti: Uzman çavuş Abdurrahman’a kapının yanında durmasını emretti ve “Öteki dünyada bana bir yer ayır” diyerek adamı ölümüne itti. Abdurrahman aşağı atılmadan önce, uzman çavuş geride kalan üç tutsağa helikopterin sağ tarafındaki pencereden seyretmelerini emretti. Uzman çavuş daha sonra Bermal’e kapının yanına gelmesini ve giysilerini çıkarmasını emretti. Bermal reddetti ama çavuş yine de elbiseleri yırttı... Çıplak vücudunu elledi ve aşağılayıcı cinsel sözler sarf ederek onu s.....istediğini söyledi ve kızı kapıdan itti... Zelal de soyulup, aşağılandı ve helikopterden atıldı.”


374

Uzman çavuşun seyretme emrine itaat etmediğini, “Bakmak çok dehşet vericiydi gözlerimi kapadım” diyen tanık, atılmaktan “Silahlarının nereye saklandığını söyleyeceğim” diyerek kurtulduğunu söyledi.404

Köy boşaltma Bir şiddet pratiği olarak görülebilecek “köy boşaltmalar” devlet iktidarının egemenlik mekaniği içinde yarayışlı işlevlere sahipti. PKK eylemlerinin başladığı 1984 yılından itibaren tedricen devreye sokulan çıplak şiddet pratiklerinin işe yaramayıp tersine kitleselleşen bir ağa dönüşen ve isyan havasına bürünen Kürt coğrafyasında nüfusla ilgili mobilizasyonlar devreye sokuldu. Şiddet aygıtlarının operasyonlar, yasak bölgeler, köy baskınları ve kitlesel göz altılarla mukavemet ettiği olaylar; dayak, elektrik şoku, cinsel saldırı ve yiyecek-içecek vermeme dahil tahakküm teknikleri; yargısız infaz, kaybetme ve faili meçhul gibi sindirme pratikleri daha çok insanın politize olmasına ve artık doğrudan PKK’ye destek verip, devlet görevlilerin bölgede marjinalize olmasına neden olmuştu. PKK’nin 1984-1999 arasında faal silahlı militan olarak 30 binden fazla üye topladığı söylenen bu süreçte milis ve halk desteğiyle de devletin güvenlik güçlerini zora sokacak biçimde halktan lojistik destek sağlamaya başladı. Bu gelişmeler karşısında güvenlik güçlerinin silahlı militanlar ile sivil halk arasında zaten pek gözetmediği ayrımı iyice belirsizleştirerek davranmasına yol açtı. Bunun belirginlik koşulu olarak ortaya koyduğu katalizörlük aygıtı ise “koruculuk sistemi” oldu. Sadakat ve hainlik kategorilerini belirlemenin ölçütü haline getirilen koruculuk sistemine dahil olmayan köylerin PKK’li olarak damgalanarak yeni bir şiddet pratiğinin özneleri haline gelmesi de bu süreçte hayata geçmiş oldu. 90’lı yıllarda korucu olmayan bu köylerin PKK’ye destek verdiği düşünülerek hedef haline gelerek göç ettirilmesi, devletin güvenlik güçleri tarafından PKK’yle tamamen ilişkilerinin kesilmesi stratejisine dayanıyordu. Ancak teröre karşı koruyamadıkları için zorunlu göçün oluştuğu iddia ediliyordu. Köylerin boşaltılma süreciyle ilgili Meclis araştırma komisyonuna bilgi veren Eski Tunceli Belediye Başkanı Mazlum Aslan’ın söyledikleri, bölgede uygulanan köy boşaltmaların genel karakteristiğini de yansıtıyordu. Buna göre Aslan, Tunceli’de 374 köyün yüzde 70-80’inin boşalmış olduğunu, dolu olan köylerde de üç beş yaşlı insanın kaldığını belirtirken bu köylerin boşaltılış biçimi

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


375

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

hakkında “hemen hemen hepsinde, bir saat içinde insanlara kendi ziynet eşyaları dahil alma fırsatı” bırakılmadan yakılarak boşaltıldığı, bu insanların canlarını kurtarmak düşüncesiyle ilçe ve il merkezinde sığındıkları ya da Mersin başta olmak üzere, İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa gibi illere göç etikleri bilgisini veriyordu.405 Bu minvalde 1987 yılında ihdas edilip yasal olarak olağanüstü yetkilerle donanan OHAL Valiliği’nin köy ve mezraları boşalttırma, yerini değiştirme, birleştirme ve kamulaştırma yaparak hukuk üstü bir fiille “zorunlu göç”ün önemli amili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Köy boşaltmaların “PKK’nın kırsal alandaki barınmasının engellenmesi ve lojistik kaynaklarının kurutulması”, “alan hâkimiyeti ve PKK’yı bölgede barındırmama” stratejisi bağlamında TSK’nın bölge için başvurduğu ve talep ettiği uygulama olduğunu da unutmamak gereklidir. Bu hem doğrudan bir uygulama hem de köylülerin yaşam ve ekonomik alanları olan yayla, orman, tarla vb. yerlere yasak koyarak yaratılan ekonomik engelle yaratılan dolaylı bir göç olmuştur. Yine zorunlu göçün failleri arasında koruculuk sistemini de eklemek doğru olacaktır. Elde ettikleri güçle kişisel


376

nedenlerle cinayet, adam kaçırma, tehdit, şantaj, rüşvet, para sızdırma, keyfi gözaltına alma gibi kanunsuz faaliyetlerle köyleri yaşanmaz güvensiz hale getiren ve göç eden köylülerin evlerine, tarlalarına ve mallarına el koyan koy korucularının da siyasi göçteki payları büyüktür.406 12 Eylül 1995 tarihli Yeni Yüzyıl gazetesinde dönemin Devlet Bakanı Algan Hacaloğlu’nun, “Tunceli’de başçavuş düzeyindeki kişilerin bile, güvenliği gerekçe göstererek köy boşaltılmasına karar verebildiğini öğrendim. Durumu valiye anlattığımda haberi olmadığını söyledi” şeklindeki açıklamasından anlaşılacağı gibi bu şiddet pratiği bölgede sıradanlaşmıştı.407 Dönemin Van İl Genel Meclis Üyesi Rıza Ertaş’ın TBMM komisyonuna verdiği ifadede belirttiği şekliyle, köy boşaltmalarının en önemli müsebbibi olarak güvenlik güçleri gösterilmişti:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Köylerimiz terör nedeniyle boşaldı; ama bunun yüzde 80’ini devlet boşalttı, yüzde 20’sini teröristler boşalttı, ben bu olayları yaşadım... Silahları teslim ettikten sonra aradan bir hafta geçmedi askerler köye gelmiş, “Hemen köyü boşaltın” demişler. “Boşaltmadığınız takdirde eşyalarınızla beraber yakacağız, isterseniz boşaltın isterseniz boşaltmayın” diyorlar... Benim kendi evimi ilk önce kendi elleriyle yaktılar. Bin koyunluk yerimi yaktılar... Köylüler Van’a geldi ve herkes kendine bir yer buldu. Bunlar 40 haneydi. Yaklaşık 300 kişi. Benim bildiğime göre 26 köy boşaltılmıştır. Bu köylerin toplam nüfusu 5 bin kadardı, bu köylerin çoklarını yaktılar, onlar da köylerini terk edip gittiler. Bu yakılan evleri Bolu’dan gelen askerler yaktı. Benim kendi köyümü Yalıncak Nahiyesi Karakol Komutanı kendi eliyle yaktı. Bu olaylardan sonra yani, köylerimizin yakılmasından sonra bizlere herhangi bir tazminat ödenmedi. Çünkü bizler diyemiyoruz ki, “Evlerimizi askerler yaktı.” “Biz yakmadık teröristler yaktı” deniliyor.408

Olağanüstü Hal Eski Valileri olan Hayri Kozakçıoğlu’nun (19871991) “o dönemde hiç köy boşaltma yetkisini kullanmadığını”; Necati Çetinkaya’nın (1991-1992) “kendini güvende hissetmeyen köylünün göç etmek için kendisinin istekli” olduğunu; Ünal Erkan’ın (1992-1995) “bölge valiliği döneminde köy boşaltma talebiyle karşılaşmadığını ve bu yetkiyi kullanmadığını”; Necati Bilican’ın (1996-1997) “köy boşaltma talebinin gelmesine rağmen köy boşaltma yetkisini kullanmadığını”409, köylülerin devletin koruyabileceği yerlere gelmelerinin istekle olduğunu söylemelerine rağmen çeşitli tanıklar bunun tam aksini iddia ediyorlardı. Zorla göç ettirildi-


377

ğini söyleyen binlerce köylünün beyanının yanı sıra 2013’te Diyarbakır Cumhuriyet Savcısı’na gizli tanık olarak ifade veren bir askerin “Görevimiz evleri yakmaktı”, “1994’te Hazro, Lice, Hani ve Kulp’a bağlı 30 köyü yaktık” şeklindeki ifadesi en etkili olanıydı. 1994 yılının Şubat ayında gönüllü seçilerek geçici görevle üç bölük ve karargâh bölüğü olmak üzere toplam dört bölük olarak Diyarbakır Hazro ilçesine getirildiklerini söyleyen asker, sayının zaman zaman azalıp artığı 400-500 civarında askerin bu bölgede 2-2,5 ay kadar kaldığını söyleyerek görevlerini şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Bizim taburumuza verilen görev köyleri yakmaktı. Orada kaldığımız süre içerisinde Hazro, Lice, Hani ve Kulp ilçelerine bağlı yaklaşık 30 köyü yaktık. Köylere girince komutanlarımız askerleri ikişer, üçer kişi olarak evleri yakmakla görevlendiriyordu, evlere girip dışarı çıkın yakacağız diyorduk, eşyalarını boşaltmak için fırsat vermiyorduk. Köylüler dışarı çıkınca da en kolay tutuşabilecek bir yerden yakmaya başlıyorduk, ahırları da yakıyorduk içerisinde hayvan olup olmadığını kontrol etmiyorduk. Zamanımız olmadığı için bir an evvel yakıp çıkıyorduk. Bir köye girdikten yarım saat sonra yakma işini bitirip sonra başka bir köye geçiyorduk.410

Kaçının zorla göç ettirildiğinin bilinmediği bu dönem, resmi istatistiklerden izlendiğinde 90-95 arası belirsiz olmak üzere büyük bir artışın olduğu görülüyor. 1985 ve 1990 arasında, iller arası göç sayısı 4 milyon gibiyken, 1995 ve 2000 döneminde 4,7 milyonu bulmuştur. 1985-2000 arasında ayrıca 3.241.587 kişinin de il içinde göç etmiş; toplam 8.853.366 kişi gösterilmiştir. Ortaya konan başka ayrıntılı istatistiklere bakıldığında boşaltılan köyler, haneler ve nüfus hakkında daha kategorik bilgilere ulaşılabilmektedir. Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’nin 1997 yılında açıkladığı aşağıdaki tabloda gösterilen verilerine göre; OHAL Bölgesi ile (Diyarbakır, Hakkâri, Siirt, Şırnak, Tunceli, Van) mücavir alanı oluşturan (Batman, Bingöl, Bitlis, Mardin, Muş) 11 ilde KaTürkiye’de iç göçler (1985-2000) Dönemler

Beş yaş ve üzeri nüfus

Toplam göç eden nüfus

Göç oranı (%)

İl içinde göç eden nüfus

İl içi göç oranı (%)

1985-1990

50.518.291

4.065.173

81

1. 337. 517

27

1995-2000

60.752.995

4.788.193

79

1. 904.070

31

Kaynak: Kocaman ve Bayazıt, 1993 ve DİE, 1997’den alıntı (TBMM, 1998)


378

sım 1997’de dönüş ya­panlar hariç, 905 köy, 2923 mezra toplam 3428 boşaltılan köylerden göç edenlerin sayısı ise 378.335’e ulaştığı söylense de bu verilerin gerçeği tam yansıtmadığını dönemin Tunceli Milletvekili Orhan Veli Yıldırım şu sözlerle ifade ediyordu: Boşalan köy sayısında resmi istatistiklere göre verilen bilgiler yanlıştır. Şimdi, mesela merkez­de bu Baylık köyü benim kendi köyümdür, şu anda boştur... Dolu görünüyor. Oysa boştur. Çemçeli... Ulukale köyü... İbimahmut köyü var, dolu görünüyor, halihazırda boş. Emin olduğum köyleri ben burada söylüyorum.411

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

OHAL Bölgesi’ndeki illerdeki göçü, boşaltılmış köyleri gösteren ve artış bilgilerini gösteren aşağıdaki istatistikler daha ayrıntılı kategorik bilgiler veriyor. Tablo-33’e göre en fazla zorunlu köy boşalması gerçekleşen iller Mardin, Şırnak ve Tunceli olarak belirlenmiş, bu illerdeki toplam köylerin yüzde 20’den fazlası boşalarak harap hale gelmiştir. Tüm veriler bir fikir vermekle beraber Türkiye’de 1990-2000 yılları arasında yaşanan zorunlu siyasi göçün gerçek sayısal verilerini yansıtmaktan uzaktır. Çünkü iktidarın uluslararası baskıBOŞALTILAN KÖY VE MEZRALAR

İLLER

O H A L

M Ü C A V İ R

GOÇ EDEN

KÖY

MEZRA

HANE

NÜFUS

DİYARBAKIR

90

225

7.745

50.371

HAKKÂRİ

42

145

5.026

41.761

SİİRT

81

109

4.908

31.848

ŞIRNAK

105

225

9.734

71.874

TUNCELİ

183

823

8.439

41.939

VAN

16

87

1.756

13.573

TOPLAM

517

1614

37.608

251.366

BATMAN

32

110

2.456

18.409

BİNGÖL

41

288

3.702

24.944

BİTLİS

88

125

4.379

30.411

MARDİN

129

134

8.008

52.826

MUŞ

13

74

1.161

9.370

TOPLAM

303

731

19.706

126.969

820

2.345

57.314

378.335

GENEL TOPLAM

Kaynak: OHAL Bölge Valiliği: Kasım 1997 (TBMM, 1998; TBMM, 1998)


379

lar nedeniyle net rakamları açıklama konusunda isteksizliği görülmektedir. Zira Türkiye’de yerinden olmuş nüfus toplamı resmi istatistiklere göre 237 bin ya da 270 bin arasındadır. Ancak Türkiye’deki çatışma ve kayıtlara karşı güvensizlikler yerinden olmuş nüfus hakkında farklı rakamların ortaya atılmasına neden olmuştur. OHAL Valiliği’nin açıkladığı rakam ise resmi istatistikten farklı olarak 378 bin sayılarını telaffuz ederken, bazı sivil toplum kurumları 2 ila 4,5 milyon arasında sayıları telaffuz etmek-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Olağanüstü Hal Bölgesi illerinde boşalmış/boşaltılmış köyler (1990-2000)

İller

1997’de illere göre toplam köy sayıları

Boşalmış köy sayısı

1997’de illere göre boşalmış köyler oranı (%)

Geri dönüş yapılan köy sayısı

1990

1997

2000

Adıyaman

-

1

-

406

0.2

1

Ağrı

1

3

1

571

0.5

2

Bingöl

4

36

29

327

11

8

Bitlis

-

60

60

342

17.5

2

Diyarbakır

-

57

45

832

6.9

18

Elazığ

7

14

9

563

2.5

5

Hakkari

-

25

27

125

20

3

Mardin

6

117

127

568

20.6

-

Muş

-

5

5

376

1.3

1

Siirt

8

58

69

280

20.7

7

Tunceli

4

80

72

372

21.5

13

Van

-

14

19

584

2.4

2

Batman

1

23

20

267

8.6

7

Şırnak

24

86

86

242

35.5

-

Toplam

55

579

569

5855

9.9

69

Kaynak: DİE, 1994; DİE, 1999; DİE, 2002’den (TBMM, 1998)


380

te; United States Committee for Refugees (USCR) ve United States of Department of State (USDOS) gibi bazı uluslararası kuruluşlar ise Türkiye’deki göçün 1 milyon, İnsan Hakları izleme Örgütü (Human Rights Watch-HRW) ise 2 milyon kişi civarında olduğunu belirtiyor. Bu konudaki ciddi araştırmalardan biri olan M. Yüceşahin ile M. Özgür’ün birçok veriyi dikkate alarak yaptıkları incelemede, “1985-2000 döneminde 780 bin civarında bir nüfusun OHAL bölgesi illerinden başka illere göç ettiği” belirtiliyor. İller içinde göç eden yaklaşık 218 bin kişi de bu sayıya katıldığında, uluslararası literatürde de değinilen “göçün 1 milyon civarında olmasının güvenilir bir tahmin” iddiasını teyit eden, toplam 998 bin (yaklaşık 1 milyon) kişinin göçe maruz kaldığı öngörülmektedir. Söz konusu araştırmacıların makul bir yorum olarak söyledikleri gibi “3-4 milyon kişi denilen zorunlu göç eden nüfusu değil, olsa olsa 20 yıldır yaşanan silahlı çatışmalar ve güvenlik sorunlarından etkilenen nüfus büyüklüğünü ifade edebilir.”412 Her biri bir dramı ifade eden ve yüzde 71,6’sının 1990-1995 arasında gerçekleştiği iddia edilen413 siyasi göç olgusunu TBMM Göç Komisyonu’nda ifade veren pek çok mağdurun anlattıkları açıkça ortaya koyuyordu.414 Örneğin, Kulp ilçesindeki bir köy muhtarının 1993 yılında silah almaya zorlanıp iki taraf arasında kaldıktan sonra köyü terk ettiklerini ve köy halkının Diyarbakır’a yerleştiklerini anlattığı öyküsü şehirdeki sefaleti 300 köy nüfusunun göçünden sonra evlerin yakıl­ıp yıkıldığını ve Diyarbakır’a gidenlerin sokaklara düşüp geçim sıkıntısı içinde ol­duklarını anlatarak devam ettiği sözleri ortak bir göç mağduriyetini betimliyordu.415 Yine Diyarbakır Aziziye Mahallesi muhtarının verdiği örnekte olduğu gibi mahallesinin nüfusu 10 binden 36 bine yaklaştı. Muhtar, Kulp ve Lice’nin köylerinden can güvenliği nedeniyle geldiklerini burada iş olmadığını; resmi kayıtlarda kaç kişinin olduğu, ikametgâh isteseler doğru bir şekilde kayıtlarından kaç kişiye ikamet senedi verebileceği sorulduğunda, defterinin ve kayıtların olmadığını belirtiyordu.416 Siyasi kaynaklı göçün sayısal verilerinde yaşanan muğlaklığa rağmen göçün neden ve sonuçlarına ilişkin veriler yapılan sosyoekonomik araştırmalar sayesinde daha kapsamlı ve doyurucu bilgiler sunuyor. Siyasi göçün nedenlerine ilişkin bu araştırmalardan çıkan sonuca göre, belirlenebilecek iki başlık şiddet ortamı ve sosyo-ekonomik sınırlanmadır. Keza bu konuda TMMOB’un raporunda4171990 sonrası göç edenler, birden fazla cevap verdikleri araştırmada göç etmelerinin en önemli gerekçesi olarak yüz-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


381

de 58’le köylerinin yakılmasını, yüzde 43,6’sı böl­gedeki olayları ve yüzde 18,7’si de geçim sıkıntısını gösteriyorlardı. Şiddet ortamının etkisiyle silahlı grupların köylüleri yaşadığı yerleri terk etmeye zorlayan gelişigüzel saldırıları, katliamlar, soruşturma nedenli işkenceler, güvenlik güçlerinin köy boşaltma zorlaması nedeniyle köylülerin saldırılara açık hale gelmesi, can güvenliğinin artması ve gelecek kaygılarına yol açarak göçe neden olmuştur. Göç-Der’in raporunda göç edenler çoklu işaretleyebildikleri ankette göç etmek zorunda kalmalarının birinci nedeni olarak, yüzde 83,7’i güvenlik güçleri ve OHAL uygulamalarını, yüzde 66,5’i can korkusunu ve yüzde 60,9’u köy-mezra boşaltmalarını göstermiştir.418 Sosyo-ekonomik sınırlamalar ise halkın temel geçim kaynaklarının sınırlanması ve yok edilmesi nedeniyle baş gösteren geçim sıkıntısı ve eğitim ve sağlık hizmetlerinin alınamamasıdır. Döşenen mayınlar, çatışmalar, operasyonlar ve ilan edilen yasaklar nedeniyle hayvanlarını yaylalara ve otlaklara götüremeyen, arılarını ormana salamayan, tarla ve bahçelerinde yasaklar nedeniyle tahıl ve meyve tarımını yapamayan köylüler hızla geçim sıkıntısına düşmüş

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Zorla ya da zorunlu olarak Kürt coğrafyasında büyük bir mobilizasyon gerçekleşti.


382

ve yoksullaşmıştı. Mali zarar ve kayıplar konusundaki araştırma da bunu gösteriyor. Göç edenlerin yüzde 87’sinin göçten önce geçimini tarımdan sağladığını söylediği araştırmada, yüzde 75’i göç nedeniyle bağ bahçelerinin tahrip olduğunu, yüzde 64’ü hayvanlarının zarar gördüğünü, yüzde 84’ü topraklarını geride bırak­mak zorunda kaldıklarını, yüzde 72’si evlerinin zarar gördüğünü belirtiyordu.419 OHAL Bölgesi’nde 1987 ve 2001 arasındaki çatışmalarda 241 okul, 14 hastane, 305 postane ve cami, 500 kamu aracı ve inşaat makinesi, 89 karakol, 26 köprü, 624 özel araç ve 85 tren vagonun tahrip edildiği; güvenlik nedeniyle toplam 2202 okulun eğitime kapandığı; 387 sağlık ocağından 87’sinin faaliyetinin durduğu; 801 sağlık evinden 743’ünün kapalı olduğu420 bir sosyal yoksunluk hali de göçün nedenleri arasındadır. Zorunlu göç edenlerle yapılan ankette başka bir yere göç etme­ yi düşünenlerin yüzde 44’ünün “köyüne” dönmek istemesi ve ay­nı gruptakilerin yüzde 68,5 kadarının can ve mal güvenliği sağlanırsa evine geri dönmeyi düşündü­ğünü belirtmesi de zorunlu göçün yarattığı perişan durumu anlatıyor. Çünkü zorunlu göç edenlerin yaklaşık yüzde 95’i kentteki hayat koşulların­dan memnun değildi ve 93,7’si, köylerine geri dönmek istediklerini söylüyordu.421 TMMOB’un raporuna göre zorunlu göç edenlerin çoklu seçenekle verdikleri anket cevaplarında yüzde 81’i işsizlik, yüzde 70’i konut sorunu, yüzde 50’si sağlık sorunlarının artışı, yüzde 41’i çocuklarının okula gidememesi, yüzde 38,5’i kimseden yardım alamama, yüzde 35’i aç kalma sorunuyla karşı karşıya kalmışlardı.422 Eylemlerin arttığı her bölgenin insansızlaştırılmaya başlandığı bu nüfusa dayalı şiddet furyasının vardığı boyut pek çok sonucu da beraberinde getirecekti. Çünkü yüzde 74,5’inin evini, yüzde 62’sinin tarlasını, yüzde 58 kadarının bağ bahçesini, yüzde 41’inin de canlı hayvanlarını geride423 bırakarak çıkılan bu göç yolculuğu çoğu için sefalet dolu bir yaşamın kapısını açıyordu.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Göçün sonuçları

1990-1995 yıllarında çatışmaların arttığı ve güvenlik güçlerinin daha sıklıkla başvurduğu “köy boşaltmaları”na maruz kalan halk öncelikle en yakın il ve ilçelere göç ediyordu. Bunun yanında çatışma bölgesine en yakın büyük kentlere ve metropollere doğru bir göç söz konusu oluyordu. Tablo 35’te de görülebileceği gibi bu mobilizasyon özellikle 95’e kadar göç edilen yakın ilçe ve illerin nüfusunda büyük artışlar doğurdu.


383 Olağanüstü Hal Bölgesi’nde seçilmiş bazı kentsel yerleşmelerde nüfus miktarları ve değişim hızları (1985-2000). Nüfus Yıllık nüfus artış/azalış hızı (%) Yerleşim birimi 1985 1990 1997 2000 1985-1990 1990-1997 1997-2000 Küçük kasabalar ilce merkezleri Mutki 4065 2490 6770 4291 -9.8 14. 3 -15. 2 Hizan 4026 4798 11574 11067 3.5 12 . 6 -1. 5 Dicle 6097 5414 13014 9861 -2.4 12 . 5 -9 . 2 Baykan 6665 5169 8652 8883 -5.1 7. 4 0.9 İdil 8465 12905 21116 19123 8.4 7. 0 -3. 3 Derik 13975 13201 20671 19806 -1.1 6.4 -1. 4 Çınar 8049 10080 15755 13282 4.5 6.4 -5. 7 Pervari 5005 5178 6693 5737 0.7 3. 7 -5.1 Gercüş 5491 8116 9765 8451 7.8 2.6 -4. 8 Kiğı 4091 4544 5051 4684 2.1 1. 5 -2 . 5 Bismil 24862 39834 101409 61182 -9.8 14. 3 -15. 2 Midyat 22169 29569 61597 56669 5.8 10 . 5 -2 . 8 Palu 7562 7900 12036 10103 0.9 6.0 -5. 8 Hozat 4085 4606 7579 6589 2.4 7 .1 -4. 7

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Büyük kasaba ve kentler

Şırnak 12141 25059 51129 52743 14.5 10 . 2 Hakkâri 20754 30407 57077 58145 7.6 9.0 Bingöl 34024 41509 67022 68786 4.0 6.8 Muş 42159 44019 65801 67927 0.9 5. 7 Van 110653 153111 226965 284464 6.5 5. 6 Batman 110036 147347 212726 246678 5.8 5. 2 Diyarbakır 305940 381144 511640 545983 4.4 4. 2 Elazığ 182296 204603 250534 266495 2.3 2.9 Ağrı 54492 58038 69384 79764 1.3 2.6 Mardin 44085 53005 61529 65072 3.7 2 .1 Yüksekova 16334 28486 54739 59662 11.1 9.3 Kızıltepe 40852 60134 112015 113143 7.7 8.9 Silopi 13071 23430 39749 51199 11.7 7. 6 Cizre 29496 50023 63344 69591 10.6 3. 4 Nusaybin 45178 49671 56467 74110 1.9 1. 8 Kaynak: DİE, 1988; DİE, 1994; DİE, 1999; DİE, 2002, ve DİE, 2003’den (TBMM, 1998)

1. 0 0.6 0.9 1. 1 7.5 4 .9 2.2 0.4 4 .6 1. 6 2.9 0.3 8.4 3. 1 9. 1


384

Ancak bu hızlı eklenmenin yarattığı sorunlar göç mağdurları için çekilmez bir hayatın başlangıcı oluyordu. Çoğu tarım ve hayvancılıkla uğraşan göçmenler bir anda kalifiyesiz işgücü haline dönüştü. Neoliberalizm açısında büyük bir nimet olan bu yedek işgücü rekabet haline dönüşen emek gücünün değerini düşürüp sömürü ve istismarını artırırken, istihdamı daralan yerli halk için milliyetçilikle soslanmış bir düşmanlığa dönüşmüştü. Emek cephesinde oluşan bu bölünme sayesinde, sınıf ötesi yapay bir ayrıma dayanarak milliyetçilik söyleminin homojenleştirdiği büyük bir kesim “ulusal birlik” adı altında gönüllü bir sömürüye sürüklenirken, Kürt göçmenler gibi dışında bıraktığı tüm kesimleri ikinci sınıf vatandaş olarak ucuz işgücüne dönüştürüyordu ve bunu yaparken de bir lütuf olarak sunabiliyordu. Krizden yarar üreten iktidarın neoliberal ortama uygun olarak, sürdürülen bir savaşta sağladığı rant aktarımının dışında nüfus yönetimini de lehte kullandığı gözden kaçırılmamalıdır. Kentin hırslı ve acımasız döngüsünün içinde yer bulmaya çalışan büyük bir kitlenin giriştiği yaşam savaşı kimi zaman onları sefalete sürüklerken, bugünlere kadar gelen bir dejenerasyonun da içine sokmuştu. Kürt göçmenlerin karşılaştıkları en önemli sorun, işsizlikten doğan yoksulluk ve buna bağlı olarak barınma sorunuydu. Bu konuda yapılan araştırmaların da gösterdiği gibi göçmenlerin yüzde 91,3’ü işsizlik sorununu yaşamıştı.424 Diyarbakır iline göçenlerle yapılan ankette göçmenlerin yüzde 67,1’i işsiz olduğunu, yüzde 24,4’ü günübirlik/marjinal veya geçici işlerde çalıştığını; yüzde 95’i yoksulluk sınırının altında yaşadığını ve yüzde 70’i şimdiki yaşantısının göç öncesine göre kötüleştiğini söylüyordu.425 Van’da yapılan araştırmada da benzer sonuçlar söz konusuydu: Göçmenlerin yüzde 83’ü göçten sonra hiçbir iş bulamamış, yüzde 16’sı da geçici işlerde çalışmış; yüzde 79’u geçimini valilik, belediye ve gönüllü kuruluşların desteğiyle sağlanmıştı.426 Ekonomik alanları sınırlandırılarak ya da yok edilerek ilçe ve illere zorunlu olarak göç eden insanların eklendiği merkezlerde yeni iş alanlarının olmaması bu kitleyi ucuz işgücü yaparken, tabloda görüldüğü gibi bütün olarak da işsizliği büyütmüştü. Barınma ise göçmenlerin karşılaştığı ikinci büyük problemdi ve anlaşılacağı gibi yine ekonomik nedenlere bağlıydı. Aşağıdaki tabloda gösterildiği gibi göç edenlerin yüzde 54,3’ünün göç sonrasında barınma sorunu yaşadığının belirtildiği zorunlu göç araştırmasında, göçmenlerin yüzde 89,3’ünün göç öncesinde müsta-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


385 Yerinden olmuş nüfusun yerleştiği seçilmiş bazı kentsel yerleşmelerde işsizlik oranları (1985-2000) Yerleşim Birimi 1985 OHAL bölgesinden seçilmiş kentler Diyarbakır 18.1 Van 19 .1 Hakkari 10. 3 Batman 27. 7 OHAL bölgesinden seçilmiş kasabalar Kulp 17. 2 Hazro 27. 9 Bismil 24. 0 Cizre 17. 8 İdil 8.9 OHAL bölgesine uzak/yakın kentler Viranşehir 17. 5 Şanlıurfa 15 . 0 Gaziantep 12. 3 Tarsus 19 . 5 Mersin 17. 7 Türkiye kentler ortalaması 11. 5 Kaynak: DİE, 1989; DİE, 1993; DİE, 2003, (Yüceşahin & Özgür, 2006)

İşsizlik oranları (%) 1990

2000

26 . 5 25. 2 15. 9 24. 8

30. 3 32. 2 31. 0 36. 8

27. 7 44. 9 39 . 3 13.1 8.9

50. 9 38. 7 56. 1 32. 6 38. 2

29. 5 17. 6 12. 8 18. 2 17. 3 11. 4

52. 2 30. 0 16. 7 23. 8 22 . 7 17. 2

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

kil evlerde oturduğu; göç sonrasında ise yüzde 57,5’sinin gecekonduda, yüzde 4,39’unun barakada, yüzde 1, 4 çadırda barınmak zorunda kaldığı, ancak yüzde 18’inin daha iyi olabilecek kiralık apartman dairesinde yaşadığı ortaya çıkıyordu. Ayrıca ailelerin yüzde 36’sı birden fazla aileyle aynı evde yaşıyordu. 72,4’ünün göç sonrası yeni yerleşim alanlarına uyum göstere­ mediklerini söyleyen427 göçmenlerin yaşadıkları yeni yurtlarında yoksulluk ve barınmanın dışında ama bunlara bağlı olarak yaşadığı pek çok başka sorunları da olmuştu. Yüzde 90’ının yaşadıkları yerlerde kanalizasyon, okul, sağlık ocağı, su, yol, elektrik gibi altyapı sorunlarının bulunduğu, yüzde 87,4’ünün sigorta güvenceGöç Sonrası Sorun (Barınma Sorunu) Yaşama Durumu Göç Sonrası Barınma Sorunu Yaşama

N

%

Sorun Yaşamamış

977

45.7

Sorun Yaşamış

1162

54.3

Toplam

2139

100.0

(Barut, 1999-2001, s. 118)


386

sine sahip olmadığı ortamlarda yaşayan göçmenlerin çocuklarının büyük bölümü yüzde 75,4’ü parasızlık, yüzde 6,7 çocukların çalışması ve yüzde 5,4’ü de çocuğun gidebileceği okulun yakında olmaması nedeniyle eğitimden uzak kalmışlardı. Bu durum TBMM Göç Komisyonu’nun yerinde inceleme yapmak üzere Diyarbakır’da yaptığı inceleme-araştırma gezisinde de şahit olunan bir olguydu; heyetin göç sonrası göçmenlerin sefaletiyle ilgili gözlemleri hazırladıkları rapora da yansıyordu.428 Örneğin, Diyarbakır Aziziye Mahalle­si’nde bir göçmenin anlattıkları göç sonrası göçmenlerin yaşadıklarını gözler önüne seriyordu. Göçmen Diyarbakır’a “can güvenliği olduğu için geldiklerini, burasının gecekondu olduğunu, çok kişilerin bir ekmek bile alamadığını, acılar çektiklerini, bu kişilere iş bulunmasını rica ettiklerini” anlatıyordu.429 Aynı heyete dönemin mağdurlarından Refah Partisi Lice İlçe Başkanı Vahdettin Akan da “Şimdi 10 nüfus buradayım. 3-4 aileyim. 4 ev olarak bir barakada yaşıyoruz. Benden kirada almıyorlar. Böyle yaşıyorum430 diyordu. Yine göç etmiş başka bir muhtar, “köylerinin 1993 yılında boşaldığını, 400 ailenin göç ettiğini, hepsinin açıkta olduklarını, yardım almadıklarını, mağdur olduklarını, kuru ekmek alamayan insanlar olduğunu, kazma kürekle karın doymadığını, iş olmadığını, köylerine geri dönmek istediklerini, ancak köylerinin harap olduğunu” anlatarak yaşadıkları benzer dramı dillendiriyordu. Heyet bu görüşmelerin yanında gözlediklerini raporda şöyle aktarıyorlardı:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Recep Özaltın 3 aile, 26 çocukla beraber yaşadığı bir oda bir salondan ibaret, mutfak ve tuvalet aynı mekânda olan evine girildi, kendilerinin Dicle Kelekçi köyünden geldiği öğrenildi. Ağa Ünal’ın evi görüldü. Kelekçi köyünden göç ettiğini, 5 senedir aynı evde olduğunu söyledi. Bir oda ve bir salon evinde 8 kişiyle birlikte yaşadığı, yağmura karşı bir önlemi olmadığı görüldü.431

Başka deyişle zorunlu göç, mallarını, hayvanlarını değerinde satamayan ve çiftçilik ve hayvancılıktan başka bir iş bilmeyen bu göçmenlerin işsiz kalmasına ve göçtükleri kentte yoksullaşmalarına yol açmıştır. Kalifiyesiz olmalar düzenli bir iş bulamamalarına ve sosyal güvenceden yoksun yaşamalarına neden oldu. Yoksulluklarından dolayı aynı zamanda altyapıdan yoksun kötü barınma koşullarına mahkûmlardı. Bu fiziki çevre, sağlık hizmetlerinden ve eğitim hakkından yararlanamamalarına yol açıyordu. 90’lı yıllar boyunca milliyetçi söylemlerle bilenen kitlenin


387

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Operasyon bölgeleri göçe zorlanan alanlardı.

işe girme, ev tutma gibi istihdam ve kentsel mekânda “sosyal dışlanma”sına da ayrımcılığına maruz kaldılar. Çünkü 60’lı yıllardan sonra büyüyen ve sanayileştiği için istihdam olanakları sunan kentlere doğru oluşan “gönüllü göçmenlik”ten farklı olarak 90’lı yıllarda “zorunlu olarak gerçekleşen göçmenleri”, özelleştikçe kâr hırsına bürünen bir sanayi, iş güvencesinin yok olduğu bir iş ortamı ve birbirleriyle yarışarak çalışma ücretlerini düşüren bir kent bekliyordu. Zaten apar topar köylerinden sürülen “zorunlu göçmenlerin” kentte tutunabilecekleri maddi birikimleri yoktu. Yerleştikleri yerlerdeki iş ve yaşam alanlarına, olanaklarına yabancı olan bu kitlenin başvurdukları yegâne sığınak önceden tanıdıkları akraba ve hemşerilerinin yaşadığı gecekondu bölgeleri oldu. Kentin yalıtılmış bölgelerindeki bu alanlar gittikçe “Kürt mahallelerine” dönüştü. Kentin diğer kesimleriyle oluşan yalıtılmışlık, aynı türden sorunların geliştirdiği dayanışma duygusu zamanla kentle sosyal ayrılıklarını da doğurdu. Kendilerine bir gelir kapısı açmaya çalışan bu göçmenlerin işportacılık, sokak tezgâhçıları, pazarcılık gibi güvencesiz işlerde toplu çalışmaları, kentin acımasız döngüsünde bir dayanışma içinde olmaları ve yalıtılmış bölgelerde birlikte yaşamaları diğer kentli nüfusun onları “total” bir değerlendirmeye tabi tutmasına yol açtı. Milliyetçi söylemlerin kör ettiği sınıf bilincine sahip olmayan kentli orta ve dar gelirli kesimin daralan ve esnekleşen ekonomik durumdan “süren bir çatışma ortamının failleri bölücü Kürtleri” sorumlu tutması da tam bu zamanlara denk gelmektedir. Homo-


388

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

jen, ikinci sınıf, terör destekçisi gibi kodlanmaya başlayan bu kitlenin “cahil”, “haksız kazançla geçinen”, “kenti işgal eden”, “şehir hayatını mahveden” bir güruh olarak görülmeleri zorunlu göçmenlerin kendi iç dayanışma duygularını daha fazla geliştirdi ve böylece bu süreç birbirini besleyen sarmala dönüştü. Kürtler her geçen gün mekânsal ve sosyo-ekonomik olarak dışlanmaya başladılar.432 Sonraki yıllarda bu kodlama ve tanımlamayla gelişen öfke ve ayrımcı söylem, kitlesel fiziki saldırılara yol açacak, pek çok il ve ilçede Kürtlerin yaşadığı mahallelerde yaşayanlara, evlerine, işyerlerine ve araçlarına çeşitli vesilelerle saldırılacaktı. Bu acı göç pratiğinin en masum mağdurlarının ise elbette ki kadınlar ve çocuklar olduğunun hakkını vermek gerekir. Kent hayatında işsizlik ve yoksulluk yaşayan ailelerin çocuklara ve kadınlara yüklediği ayrı bir sorumluluk olmuştur. Keza göçmen ailelerin geçimlerini sağlamak için konfeksiyon atölyelerinde ve kapalı üretim mekanlarında kadınlı çocuklu düşük ücretlerle, güvencesiz ve ağır şartlarda çalıştırılarak zorunluluk nedeniyle kaçamayacakları bir sömürü ağının içine girdikleri biliniyor.433 Ayrıca 1990’lı yıllardan itibaren “sokakta çalışan çocuklar” çiklet, kalem, yara bandı veya mendil satarak, araçları yıkayarak ailelerinin geçimine katkıda bulunmak zorunda kaldılar. Bu onların eğitim imkânlarını ellerinden alırken, kentin çirkin istismarlarına açık hale gelmesine yol açtı. 90’lı yılların sokak çocuklarının arttığı, uyuşturucu madde kullanımının, tinerciliğin, hırsızlık şebekelerinin ve kapkaççılığın önemli yükselişler gösterdiği yıllar olması manidardır. 434


389

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Kentin soğuk ve bir o kadar acımasız yüzüyle erken karşılaşmaları, köyde yetişmiş feodal değerlere bağlı ailelerinden farklı olarak yeni kentli Kürt jenerasyonu sert, öfkeli ve asi yaptı. Özet olarak güvenlik güçlerinin ya da PKK’nin köy boşaltması, gelir kaynaklarının tükenmesi, ekonomik sıkıntılar, gıda ambargosu, can güvenliğinin kalmaması, sosyal bunalımlar gibi doğrudan ya da dolaylı nedenlerle zorunlu olarak göçen ve sayılar milyonları bulan göçmenler gittikleri yerlerde yaşadıkları, işsizlik, yoksulluk, barınma, sağlık problemleri,435 eğitim problemi, sosyal dışlanma, ırkçı saldırılar ve horlanma nedeniyle sonraki yıllarda izleri kolay silinemeyecek toplumsal bir travmayla karşılaştılar. 90’lı yıllarda zorunlu göç şehirlerde yeni tip ekonomik ilişkiler yaratmıştı. İktidarın milli güvenlikçi ideolojik kalıplarına dökülen bu ekonomik ilişkiler Foucault’nun yönetimselliğine benzerlik içeriyordu. Neoliberalizmin ekonomik işleyişi toplumsal çeşitliliğin korunmasını, bundan yarar sağlanmasını talep eder. Yani bir yekpareleşmeyi değil, nüfusun anomalilerini de koruyarak bundan yarar elde eder.436 Bilindiği gibi 90’lı yıllar bu nedenle herkesin yekpareleştirilmeye çalışıldığı, homojenleşmeye çalışıldığı bir ideolojik çağrıdan çok, güvenlik tehdit paradigması üzerinden anormalliği-normalliği; biz ve ötekini isteyen, üreten ya da sürdüren bir ideolojiyi sürekli körüklemiştir. Sınıfsal ayrımın gizlenmesi ya da müphem/bulanık hale gelmesinin yolu olarak da görülebilir. Egemen sermaye sınıflarının da içerisinde bulunduğu ordu güdümlü devlet bloğunun 90’larda ortaya koyduğu milliyetçi güvenlik ideolojisi parçalı bir toplumun homojenleştirilmesinden daha


390

çok iki uluslu bir hegemonyanın kurulmasına yol açabilirdi. İkinci ulusun bazı unsurlarının ise vazgeçilebilir olarak görüldüğü ortaya konan şiddetin niteliğinden anlaşılmaktadır. Bunun yanında devlet bloğunun milliyetçi söylemlerinin tüm vatandaşları yekpare bütün haline getirmesinin mümkün olmadığı elbette bunu uygulayanlarca da bilinmektedir. Bu koşullarda kriz sermayeye yarar sağlayan bir zıtlık üzerinden yürütülmüştür. “Türklük” söylemi içinde kalanlar bu üstünlük duygusu ve sembolik pratiklerinin desteklediği “aura”da tüm gerçek ayrımları unutmaktadır. “Türklük”ün sağladığı birlik, gönüllü sömürüye ya da sömürülmenin kendisine yabancı kalmayı sağlamıştır. Aynısı “dinsel” birlik söyleminin siyasi doğasında da vardır. Bir tehdit karşısında birlik ülküsü yaranma/özdeşim duygularını yaratır ve kitlelerin yönetilebilirliğini optimum düzeye getirir. Ötekiler için de sınıfsal sömürü düzeni başka türlü işlemektedir. Ötekileşme sürecinde otomatik olarak ikinci sınıf vatandaşlığa itilen kitle, yapay milli-dini ayrımlarla bozulan sınıfsal birliğinin bilincine varamaz. Ötekileşme kimliğini zaten kabul etmiştir ve bu onu egemen güçlerin lütuflarına açık hale getirir. Bir yerde çalışması, düşük ücretlere sigortasız çalışmaya mahkûm olması, yaşadığı yerlerde hizmet alamaması, düşük düzeyde eğitim, sağlık vb. olanaklardan yararlanmasını öteki kimliğinin doğal bir sonucu olarak görür. Zira devlet iktidarı için bu kesimin “gözden çıkarılabilir” niteliği, bu kitleyi savaşı kazanamadığı müddetçe “öteki kimliği” içinde ihmal edilmeye mahkûm bırakır. 40 yaşında ve 8 çocuk babası Fevzi Gökçan, “1991-1992 yılları arasında terör olayları nedeniyle mezramızı terk ederek bir kısmımız Hazro merkeze, bir kısmımız da Diyarbakır’a gitmek zorunda kaldık... Çok zor günler geçirdik. İş bulamadık. Perişan olduk” diyerek anlattığı göç sürecinden 9 yıl sonra kurtularak köylerine dönmüştü.437 Siirt’teki köyünde yaşarken göç ettirilmesini, “Komşu köyden olan korucuların topraklarımızda gözü vardı. Hakkımızda sürekli şikâyetler yapıyor, PKK militanlarının bizi ziyaret ettiklerini belirtiyorlardı” diyerek gerekçelendiren Abdulkadir A. adındaki köylü, 1995 yılında askerlerin en geç yedi gün süre vermesiyle köyünü bırakıp biri özürlü olan sekiz çocuğuyla birlikte Siirt’te iki odalı bir eve göçmüştü. Ardından köy tahrip edilmişti. Helsinki İzleme Komitesi’ne durumunu anlatan Abdulkadir A., özürlülük yardımı ve kent belediyesinin verdiği yakıt ve yiyecek yardımlarıyla geçindiğini söyleyerek göçmenlerin başına gelenleri özetliyordu.438

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


391

Kent tahribatı ve kitlesel kıyım Kitleselleşen eylemlerle beraber devreye sokulan “köy boşaltma” olgusu, düşünüldüğü gibi PKK ile halk arasındaki maddi ve manevi bağı tam kesmemişti. Zira köylerinden sürülerek kente eklemleşen göçmenler beraberinde, sürüldüklerinden dolayı artan PKK taraftarlıklarını buralarda da sürdürdüler. Tarafsız olanların bile taraf olduğu bu taraftarlık, kentlere de yayılmış olan PKK taraftarlarıyla birleştiğinde daha da kitlesel hal aldı. İller ve ilçeler 90’lı yılların başından itibaren isyan provalarının, gösterilerin merkezi haline geldi. Kırsalda yaşanmayan ve güvenlik güçleri açısından yeni bir eylem biçimine sahne olan bu tip eylemlilikler güvenlik güçlerini daha geniş alanda mücadeleye sürükledi. İl ve ilçelerde gelişmeye başlayan bu tip eylemlilikler karşısında güvenlik güçlerinin uyguladığı taktik, “köy boşaltmalarına” çok benzeyen pratikler içeriyordu. Özellikle ilçelerde gösterilere karşı girişilen sert müdahalelerle halkta yaratılmak istenen yılgınlık ve başlarına gelenlere karşı PKK’yi suçlama eğilimi başarılı olamadı. Bir süre sonra halktan kopuk birliklerinde ve lojmanlarında marjinalleşen güvenlik güçleri ve devlet erkânı, PKK’lilerin de ilçe merkezlerine yönelik yaptığı saldırılarla daha da hırçınlaşarak itidali kaybetmeye başladı. Artık halkla silahlı Kürt militanları ayrımının belirsizleştiği bir algı içinde “bütün olarak bir yerleşim merkezleri” cezalandırılmaya, hedef haline getirilmeye ve sürgüne zorlanmaya başlandı. Politikleşen, PKK’yi ulusal kurtuluş partisi gibi gören, onun propagandif eylemlerini, hamlelerini açıktan destekleyen; silahlı militanlarına sahip çıkıp öldürülenlerine törensel cenazeler düzenleyen; PKK’nin çağrılarıyla kepenk kapatma, yürüyüş, kutlama yapan ve kitlesel bir isyan havasında güvenlik güçlerine direnen il ve ilçe merkezlerine dönük ihlallerin başlangıcı 1992 yıllarıydı. 1990 yılında başlayıp giderek artan il ve ilçe isyanlarında Nevruz ile 16 Ağustos PKK’nin kuruluş yıldönümünde Kürt coğrafyasının tamamını saran bir karaktere bürünmüştü. Bunun dışında silahlı Kürt militanın ölmesi ya da bir hak ihlali, gözaltı, kaçırılma ve infaz olduğunda da yerel gösterilere dönüşen bir mobilizasyon oluşuyordu.439 Bunun sürekli hale geldiği, ciddi bir kitlesel desteğin olduğu bazı yerleşim merkezleri, şiddet aygıtlarının daha yüksek bir şiddet tekniğinin uygulandığı yerler oldu. Bu yerler birkaç gün bo-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


392

yunca dünyaya kapatılarak giriş çıkışı yasaklanıyor, sokağa çıkma yasağı ilan ediliyor, elektrikler ve telefonlar kesiliyor, teröristlerin sızdığı iddia edilerek tek tek ev aramasına başlanıyor, ardından çatışma başladığı söylenerek havan, tüfek ve ağır silahlarla tüm kent gelişigüzel vurulmaya başlanıyordu. Ev ve işyerlerinin büyük hasarlar gördüğü bu operasyonlardan sonra güvenlik, geçim ve barınma olanaklarını yitiren halk göç ediyordu. “Kent tahribi” denilebilecek bu türden bir saldırılara maruz kalan en önemli merkezler PKK’nin halk desteğinin yoğun olduğu il ve ilçelerdi. 1992’de Nevruz olaylarından sonra Cizre ve Nusaybin; Ağustos 1992’de il merkezi olan Şırnak; Ekim 1992’de Diyarbakır Kulp; Ocak 1993’te Hazro; Ağustos 1993’te Kars Digor ve Ekim 1993’te Lice bu yeni şiddetten en büyük oranda payını alan kentler oldu. Bunların yanında kısmen benzer şekilde kentin tahrip edilmesi ve kent içinde büyük çaplı operasyon düzenlenmesini içeren operasyonlar 1992-1994 yıllarında pek çok yerde uygulandı. Ağrı Diyadin, Doğubayazıt ve Patnos; Hakkâri Şemdinli ve Yüksekova; Mardin Nusaybin ve Kızıltepe; Muş Varto; Kars Göle gibi politikleşmiş yerleşim merkezleri bunlar arasında sayılabilir. Gösterilere dönük polisiye müdahalelerin çok ötesine geçip kent tahribatına dönüşen ilçeler ihlallerinin ilk sembolik olaylarından biri 1992 yılındaki Nevruz’la başlamıştı.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Şırnak ve Cizre

Daha önceki bölümde anlatıldığı üzere 21 Mart 1992 Nevruzu Kürt coğrafyasında oldukça kitlesel yaşanmış ve neredeyse her yerde güvenlik güçlerinin müdahalesiyle karşılaşmıştı. Ancak üç merkezdeki müdahalelerin nitelik ve süreleri daha sonra görülecek “kent tahribatı” vakalarına çok benzeyecekti. Güvenlik güçleri, Şırnak merkez, Cizre ve sonraki gün Mardin’in Nusaybin ilçesinde Nevruz gösterilerine müdahale etmekle kalmadı, birkaç gün boyunca insan avına çıktı, rastgele ateş açtı ve kent binalarına zarar verdiler. 1992’de Cizre’deki Nevruz’da belirlenen kutlama ve anma yerlerine gitmek üzere sabah toplanmaya başlayan gruplara sert müdahale hemen başlamıştı. 1992 yılında 70 bin nüfusu olan ilçede 10 bin aktif üyesi olduğunu söyleyen dönemin HEP İlçe Başkanı Hasan Baykara, ilklerin yaşandığı Cizre’nin ilk hedef olarak seçilmesinin sebebi olarak bu örgütlülüğü gösterirken sert müdahaleyle geçen Cizre Nevruz’unu şöyle anlatıyordu:


393

Üç koldan mezarlığa gidecektik. Mahalle ile mezarlık arasındaki mesafe, 5 kilometre... İpek Yolu’nda toplandığımızda ufak panzerler gelmeye başladı. Basının ve heyetlerin olduğu grubu gaz bombası ve rastgele ateş açarak dağıttılar. Sonra bizim gruba yöneldiler. Benim elimde megafon vardı; ‘kimse kalkmasın’ dememle birlikte panzerden taramaya başladılar. Önümde duran Lokman ve başka bir arkadaş orada şehit düştü. Hava da yağmurluydu, o taramadan sonra insanlar çamurda az kalsın boğulacaktı. Cadde boşaltıldı. 5-6 kişi cenazeleri bir eve taşıdık... Sonra mazot tankların tümünü İpek Yolu’na dizdik. O tankları dizerek ilerledik. Düşünün, 100 metre diziyoruz, askerler geliyor, ses ve gaz bombası atıyorlar, çatışıyoruz... Sabah 8’de yola çıkmıştık. Mezarlığa ulaşıncaya kadar saat 11 olmuştu yanlış hatırlamıyorsam.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Cizre’de bu şekilde başlayan müdahaleler gün içerisinde sürerken, müdahalelerin sertlik biçimi de azalmadan devam etti.440 Dönemin HEP İlçe Başkanı Hasan Baykara olayların gelişimini şöyle anlatıyordu: İpek Yolu’na gidecektik. Panzerler yine önümüzü kesti... Bize ilk ateş açıldığında da, bunun emrini kaymakam vermişti... O ayrılır ayrılmaz da bize ateş etmeye başladılar. Sonra kaymakam oradan ayrıldığında Nusaybin’e doğru gittiler, oradaki köylerde de birkaç kişiyi öldürdüler. Bu şekilde o köylerden gelişleri engellediler... Minarelere keskin nişancılar yerleştirilmişti, önlerinden geçen insanları tak tak vuruyorlardı. Çok kişiyi vurdular.

Baykara, “Şehit sayısı 22’ye yükseldiğinde mecbur kalıp halkı dağıttık” sözleriyle Nevruz’u sonlandırmak istediklerini belirtiyordu.441 Ancak 21 Mart’ta Cizre ve Şırnak’ta başlayan olaylarda resmi rakamlara göre 1’i gazeteci 57, gayriresmi kaynaklara göre ise 100’den fazla kişinin ölmesiyle Mardin’in Nusaybin ilçesine sıçrayan olaylar 23 Mart’a kadar devam etti. Nusaybin’de ise kalabalığa aynı şiddetle müdahale edilerek ateş açıldı. Orada da gün boyunca devam eden sürek avı sonucu 16 kişi 6 kişi yaşamını yitirirken 106 kişi de ağır yaralandı. Nusaybin’de olanları “amacıyla mezarlığa doğru yürüdük. Köprünün üzerinde toplandık. Karşımıza panzerler ve silahlarla çıktılar. Biz de köprü de oturma eylemi başlattık. Bize oradan kalkmamız için uyardılar, biz ise oturmaya devam ettik. Eyleme geçmek istediğimiz de ise onlarda üzerimize kurşunlar yağdırıp, pan-


394

zerle ezdiler” diye anlatan Taybet Ak (40) adlı tanık sonrasında olanlar konusunda da “Ben de köprünün altında saklanmak istedim. Bana köprünün altında kurşun sıktılar. Yanımdaki kadın arkadaşın da koluna sıktılar. Nusaybin kan gölüne döndü. Çok sayıda kişi yaşamını yitirirken, çoğumuzda yaralı olarak kurtulduk” diyordu. İki bacağından kurşunlanarak yaralanan Taybet Ak, tedavi gördükten sonra sinir damarları koptuğu için ayaklarında maraz kaldığını söylüyordu. Yaylım ateşi sırasında köprüden atlayıp kurşunlanan ve sakat kalan Rabia Şineğu (50) ise üzerlerine panzerlerin sürüldüğünü, panzer altında kalmamak için de köprüden atladığını belirttikten sonra Nusaybin’deki olayları şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

İki taraftan üzerimize panzerler geldi. Nasıl atladığımı dahi hatırlamıyorum. Gözlerimi Diyarbakır’da hastanede açtım. Hastanede 4 defa ameliyat geçirdim... Ailelerimizin bizi ziyarete gelmelerine izin vermiyorlardı. Hastanede bizim tedavimizle yakından ilgilenen doktora dahi, Kürt olduğu için dava açtılar. O olaydan sonra destek almadan yürüyemiyorum. Çocuklarımla yaşadığım yaşam zehir oldu.

Panzerin altında kalarak ölen Hikmet Aslan’ın annesi Ayşe As­ lan’ın anlatımı, olayların çirkin boyutunu gözler önüne seriyordu:

Cizre’de yaşanan olaylar ve müdahaleler.


395

Oğlum daha 17 yaşında ve oruçlu iken... panzerin altında kalarak şehit düştü... Oğlumu hastaneye kaldıramadan yaşamını yitirdi. O gün çocuklarımıza karşı gözleri dönmüştü. Nerden bilebilirdim ki; çocuklarımızın önüne pusu kurduklarını, oğlumu öldüreceklerini. Oğlum daha 18’ine girememiş, oruçluydu. Bize bu haksızlığı yapanlara hakkımı helal etmiyorum. 442

Cizre ve Şırnak’ta yaşanan Nevruz olaylarının ardından beş ay geçmişti ki Şırnak’ta il ölçeğinde tahribata neden olan kapsamlı bir operasyon yaşandı. 18 Ağustos 1992’de akşam saatlerinde Şırnak kent merkezine kalabalık gruplar halinde saldıran PKK militanlarının, Jandarma Tugayı, Emniyet Müdürlüğü ve çeşitli kamu binalara ateş açıp 3 er ile 1 polisi öldürdüğü; 13 güvenlik görevlisini de yaraladığı ve “militanların evlerden destek görmesi, buralarda sığınak, cephane depoları ve mevzilerin bulunduğu ihtimalinin ortaya çıkardığı” gerekçesiyle 23 Ağustos gecesi Şırnak’ta bazı kaynaklara göre 54, bazılarına göre 116 kişinin hayatını kaybettiği büyük bir operasyon başlatıldı. Evlerin tek tek aranacağının bil­dirildiği operasyon esnasında Şırnak’ta sokağa çıkma yasağı ilan edilirken kente giriş çıkış yasağı konuldu. Olağanüstü Hal Bölge Valisi’nin, “Teröristlerin ele geçirilebilmesi amacıyla başlatılan büyük çaplı operasyon sürüyor. Çatışmalar devam ediyor. Olaylar üzerine sabah saat 06.00’dan itibaren soka­ğa çıkma yasağı ilan edildi. Şehre giriş çıkış yasaklandı. Halktan, soğukkanlı davranmalarını istiyoruz. Halkın acil ihtiyaçlarını yetkililere bildirmesi gerek. Bazı binalardan güvenlik kuvvetlerine ateş açılıyor. Bu binaların hangileri olduğunun saptanmasın da, halktan yardım bekliyoruz. Kentteki trafoların isabet alması sonucu, Şırnak karanlıkta”443 şeklinde yaptığı itidal açıklamaları eşliğinde ilde başlatılan operasyon, tam bir halkı cezalandırılma pratiğine dönüştü. Dönemin Şırnak Valisi’nin bile yıllar sonra, “Askerler sivillerin evlerini taradılar, evlerin her tarafını, camını köşesini perişan ettiler, kırdılar. Asker çok insan öldürdü, Ankara’ya anlattım, ilgilenmedi”444 şeklinde açıkladığı operasyonu yaşayan il halkı olanlar hakkında acıklı detaylar veriyordu. Tanıklardan Nuriye Başak (70) Şırnak olaylarını anlattıklarıyla şöyle özetliyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Vallahi her şeyi hükümet yaptı. Hepimizin evlerini silahla taradılar. Panzerleri caddelerden girip, gelip evlere ateş ediyorlardı. Askerler dükkâna girip eşya­ları aldıktan sonra, dükkânları ateşe veri-


396

yorlardı. Ben bu yaşımla yalan söylemiyorum, doğrusu neyse onu söylüyorum... Araba bulanlar arabalarla, bulamayanlar ise yaya olarak Şırnak’tan kaçıyordu...445

Evi yıkıldıktan sonra 18 kişilik ailesiyle Şırnak’tan göç eden İsmail Adıgüzel (58) ise faillere ilişkin şunları söylüyordu: Darbe almamış ev bırakmadılar. Bazı evler tümden yakılıp yıkılmış, bazıları da kullanılmaya­cak derecede tahrip olmuşlar. Güvenlik görevlileri hiçbir ayrım gözetme­den ateş ediyorlardı... PKK’lilerin Şırnak’a saldırdığı yalandır. Allah’tan inanın olsun ki hiçbir PKK’li Şırnak’a saldırmamıştır. Herkes biliyor ki bunu devlet yaptı. ...Bunun üzerine ben de çocuklarımı toplayıp göç ettim. Araba olma­dığı için çocuklarımla birlikte yaya olarak yola koyulduk. Bir süre sonra Cizrelilerin gönderdikleri arabalara binip buraya geldik.446

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

İnsan Hakları Derneği Siirt Şube Başkanlığı yapmış Evin Çi­ çek’in olayın hemen ardından 25 Ağustos 1992 tarihinde Şırnaklı

Harabeye dönen Şırnak’ta operasyonu yöneten Tugay Komutanı’nın 18 Ağustos’ta çeşitli bi­rimlerle yaptığı telsiz konuşmalarını, telsiz kullanma yet­kisine sahip bir devlet görevlisi­aracılığıyla ele geçirdiğini iddia eden Özgür Gündem gazetesi yayımladı: “Evladım, o Yoğurtçulardan Geçitboyu’na doğru anasını s... oraların. Geçitboyu, Yoğurtçula­rı kaldırın artık. Kaldırın, kaldı­rın oraları artık!.. Yakın ulan o evleri... Size yakın olana siz de atın oğ­lum, daha ne diyeyim ulan, yıkın lan.”


397

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Şırnak’ta yapılan operasyonlar. Gözaltına alınan Şırnaklılar. (Hürriyet, 22 Ağustos 1990)

Z. Uysal ile yaptığı söyleşi, ölümden kurtulmuş birinin ağzından Şırnak olaylarının teferruatlarını açıkça veriyordu. Z. Uysal adındaki kadın, 18 Ağustos akşamı başlayan olaylardan sonra evlerin hedef alınarak tarandığını ve top mermileri nedeniyle kendi evlerinin çökmesi üzerine yakındaki bir eve sığındıklarını belirtiyordu. Kadın, sığındıkları tek katlı toprak damlı evin de hedef olması nedeniyle 30 kişiyle beraber daha güvenli bir yer bulmak üzere dışarı çıktıklarında karşılaştıkları manzarayı şöyle anlatıyordu: Etraf sokak başlarına, yüksek yerlere yerleştirilmiş olan zırhlı araçlarda yer alanlar, görevlendirilenler en ufak bir çıtırtıya, kımıldamaya, sese doğru ateş açıyorlardı. Çoğu insan sokaklarda, yerlerde yattıkları yerlerde duruyorlardı. Kımıldamıyorlardı. Kapısı sonuna kadar açık olan bir eve rastladık. Alt katına sığındık. Evin ikinci katı isabet alıp yıkılmıştı... Sabaha doğru etraf yavaş yavaş aydınlanmaya başladığında bilinçli, hedefli olarak oluşturulan manzaranın korkunçluğunu görmeye başladık. Yerlerde sürünmekten üstümüz yırtılmış ve kir içinde kalmıştık... Bunca ev değiştirdik, sokak aralarından geçtik. Bir tek gerillaya rastlayamadık. Bombardıman durunca etrafı görebiliyorduk... Şırnak yakılıp yıkılmıştı... ziynet eşyalarımızı, altın, gümüş, para, halı, kilim, antika eşya, vb. elle taşınabilen değeri yüksek olan mallarımıza el koydu(lar). Taşıyamadıklarını da kurşunladılar, yaktılar, kullanılmaz hale getirdiler. Kömür ocakları-


398

mız vardı, işletiyorduk. Eşim avukatlık da yapıyordu. Şimdi hiçbir şeyimiz yok. Evim oturulamaz durumda. İçinde ki bütün eşyalarımla birlikte mahvedildi. Üstümdeki elbiseler de Cizreli bir kadına ait.447

Bu olayların ardından neredeyse Şırnak halkının tamamı kenti terk etmişti. 4 Eylül’de Refah Partisi’nce oluşturulup Şırnak’ta incelemede bulunan heyet başkanı Bingöl Milletvekili Hüsamettin Korkutata’nın açıklamaları, resmi açıklamaların aksine Şırnak olaylarının farklı yönünü ortaya koyuyordu: Resmi açıklamalara göre iki binden üç yüze kadar inen silahlı PKK’lıların Şırnak’ta baskın düzenleyerek güvenlik güçleriyle çarpıştıkları söylendi... Çatışma 60 saat sürmüş... Peki, silahlı militanlar nerede? Beraberinde getirdikleri ağır silahlar nereye uçtu? Gerçekten Şırnak’ta ne ol­du? Bu soruyu yönelt­tiğimiz halkın tümü gerek çatış­ma süresince, gerek sonrasında herhangi bir PKK’lıya rastla­madıklarını net bir şekilde açık­ladılar. Buna karşılık görüştü­ ğümüz bölge valisi, emniyet müdürü daha önceki iddiaları­nı tekrarladılar. PKK’lılann ölülerini kaçırdıklarını söyledi­ler.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Şırnak Emniyet Müdürü Necati Altuntaş, 26 Ağustos 1992 tarihli Hürriyet’te olayları şöyle değerlendiriyordu: “Çatışmadan sonra göç edenlere, ‘Gitmeyin’ diye yalvardım. Ne dediler biliyor musun? ‘Defol köpek! Daha dün üzerimize kurşun yağdır­dın. Şimdi utanmadan ne diyor­sun!’ Bana ‘köpek’ demelerine rağmen, ses çıkarmadım. (...) Şır­naklılar beş ay beni dinledi, fa­kat altıncı ay PKK’yı dinledi­ler. Suç işlenen yere ateş açıla­caktır.” (Cumhuriyet, 4 Eylül 1992)


399

HEP milletvekillerinin Avrupa ülkelerine Şırnak halkı için iltica talebinde bulunması, Avrupalı ve yurtiçi heyetlerin bölgede incelemelerde bulunması ve basının büyük bir kitleyi ilgilendiren bu olayı manşetlere taşıması “Şırnak olayını” kamuoyunda uzun süre tartışılır kılmıştı. Kapalı bir alana dönüştürülmüş Kürt coğrafyasında “köy boşaltmalarını” nispeten manipüle edebilen devlet aygıtı, il çapında gerçekleşen büyük çaptaki ihlal ve göç karşısında ülke ve dünya kamuoyu karşısında zor duruma düşmüştü. Ancak bu tepkiler bile şiddet aygıtını başat güç olarak kullanan iktidar bloğunu geri adım attıramamıştı. Şırnak Milletvekili Selim Sadak’ın durumu haber aldığında gittiği Şırnak Emniyet Müdürlüğü’nde konuşmak istediği Emniyet Müdürü tarafından dövülmesi,448 iktidar partisi DYP Çanakkale Milletvekili Süleyman Ayhan’ın Güneydoğu’da halkın dörtte birinin PKK sempatizanı olduğunu ileri sürerek, olayların önüne geçilebilmesi için bir önce darağaçlarının kurulması gerektiğini söylemesi449 ve olayın ardından 30 Ağustos’ta Genelkurmay’ın “Radikal önlemler alınsın” açıklaması, devlet refleksinin hangi durumda olduğunu gözler önüne seriyordu. Sonuçta devreye sokulan il ve ilçelere uygulanan topyekûn şiddet, hız kesmeden gerekli görülen yerlerde genel bir uygulamaya olarak sonraki zamanlarda da devam etti.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Kulp

Bu olaydan iki ay geçmeden bu kez Diyarbakır’ın Kulp ilçesi üzerinde “ilçe tahribatı” yapıldı. 2 Ekim 1992’de 3 askerin çatışmada öldürülmesi üzerine ilçe ablukaya alınarak giriş çıkışlar yasaklandı. Sokağa çıkma yasağı ilan edilen ilçede evler, dükkânlar gelişigüzel taranmaya, top ve roket atışlarıyla tahrip edilmeye başlandı. Elektrikler ve telefon hatları kesilerek kapalı kutuya çevrilen ilçede evler tek tek aranmaya başlanarak çok sayıda şüpheli görülen kişi gözaltına alındı. Kulp’ta ki bu olayın evveliyatı ise bir yıl önce devlet güçleri nezdinde Kulp’un sicili bozan çatışmalardan bağımsız değildi. Diyarbakır’ın Kulp ilçesi yakınlarında öldürülen 3 PKK’linin cenazelerini alıp Kulp’a dönen Diyarbakır, Kulp, Lice ve Silvan’dan yaklaşık 500 araçlık konvoy 23 Aralık 1991 tarihinde diğer cenazeleri de alıp dönerken Kulp’un 2 kilometre ilerisindeki Sarım Çayı Köprüsü üzerinde asker ve özel timlerce durdurulup ilçeye girmesi engellenmişti. Gün boyunca süren, çeşitli milletvekilleri, siyasiler ve valinin de katıldığı görüşmelerden bir sonuç alınamamıştı.


400

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Kulp’taki olaylar sonrası ilçenin nüfusu 7500’den 1000’e düşmüştü.

İddiaya göre, devreye giren milletvekillerinin etkisiyle Kulp Tabur Komutanı’nı arayan İçişleri Bakanı İsmet Sezgin’in yüzüne telefonun kapandığı, bunun üzerine Bakan Sezgin’in, Kulp’a gönderdiği Diyarbakır Valisi’nin halkla ve tabur komutanıyla görüşmesinin, komutanın valiye, “Bu olay ne sizi, ne de bakanı ilgilendiriyor. Ben üstlerinden emir alırım” demesinin ardından sonuç alınamayınca halk ateşler yakarak sabahladı. Ertesi gün arabulucu siyasilerin ve gazetecilerin Kulp’a geri dönmesinin ardından bekleyenlerin üzerine barikattan asker ve özel timlerce ateş açılmaya başlandı. Ateş sonucunda öldürülen 7 sivil ve bekleyen cenazeler Kulp Tabur Komutanlığı’nın bahçesine getirilerek, “Teröristler öldürüldü” şeklinde basın açıklaması yapıldı; olay sonrası 54 kişi gözaltına alınarak tutuklandı.450 Sonrasında olanları dile getiren RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın “Kulp ve Lice’de üç bin kişi kar üzerine yatırılarak saatlerce bekletildi. Çoğu kadındı”451 sözlerini HEP Diyarbakır İl Başkanı Hüseyin Turhallı, “24 Aralık günü saat 09.45 sıralarında Kulp-Muş karayoluna çıkmak isteyen halka ateş açıldı. Geri kalan vatandaşların paltoları soyduruldu. Buzla kaplı zemin üzerine elleri başlarının üzerinde yüzüstü yatırılıp yaklaşık 6 saat bekle-


401

tildiler. Yerlere yatırılanlar içinde bulunan genç kızlara cinsel tacizde bulunuldu” diyerek teyit ederken bir kadın tanık ise şunları anlatıyordu: Saatlerce bizi yüzüstü yatırdılar. Bir komutan iki defa ayağındaki o kocaman botlarla kafamı ezdi, çok pis küfürler etti bana. Oradaki kalabalığın belki üçte biri kadınlardan oluşuyordu. Bizleri erkeklerden ayrı bir yerde yüzüstü yatırdılar ve etrafımızda dolanan komutan sürekli küfürler ediyordu, tekmeliyordu.452

Lice

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

İl ve ilçelere dönük operasyonların başlamasında bir yıl sonra 22 Ekim 1993 günü Lice’de olan kent tahribatı boyutları ve yapılanların şiddeti bakımından özel bir öneme sahipti. Bu nedenle ve üç gün boyunca uygulanan şiddet pratiklerinin vardığı boyutu anlamak bakımından da Lice olayları daha ayrıntılı anlatılmayı hak ediyor. Çepeçevre hâkim bölgelerin askeri birliklerce kuşatıldığı ve halkın adeta kışla içerisinde bulunuyormuş gibi yaşadığı Lice ilçesinde 22 Ekim saat 09.30 civarında PKK saldırısı olduğu söylenerek giriş ve çıkışları kapatıldı ve operasyon başlatıldı. Devriye gezen bir polis otosuna ateş açılması, ardından da 500 kadar PKK’linin ve milisin çok sayıda evden kamu binalarına ateş edilmesiyle başladığı öne sürülen olaylarda 36 saat boyunca kent


402

tank, panzer, ağır ve hafif silahlarla yerle bir oldu. Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın aynı gün saat 11.45’te, çıkan olayları yerinde incelemek üzere Lice Jandarma Bölük Komutanlığı’nın önünde gelmiş ve keskin nişancı tüfeği Kannas mermisiyle öldürüldü. Resmi açıklamalara göre Lice merkezde ikisi bebek, üçü çocuk 13 kişi ölmüş, 36 kişi yaralanmış, 401 konut ve 260 işyeri yanarak tahrip olmuştu. Lice Bayındırlık Müdürlüğü’nün tespitlerine göre 401 konuttan 302’sine tam, 86’sına orta, 13’üne de az hasarlı raporu verilmişti. 26 Ekim günü sona eren olayların ardından 9 bin 600 nüfuslu ilçeden geriye göç etmeyen 300 kişi kalmıştı.453 Lice nüfusu merkez ve köy toplam 1990’dan 2000’e gelindiğinde 47 binden 24 bine düştü. 1999’da Lice’ye bağlı 54 köyden 34’ünün nüfusunun yarıdan fazlası göç etmek zorunda kalmıştı. Gayriresmi rakamlara göre olaylarda 30’dan fazla kişi öldü, 60’tan fazla kişi yaralandı. 454 Olayın fütursuz boyutu ve gizlenemez delilleri nedeniyle sonraki günlerde ortaya atılan bilgiler Lice olayının karanlıkta kalan yönlerini ortaya koymuş ve olayın ciddiyetini gözler önüne sermişti. İlk olarak 1996 yılında Yüksekova Çetesi davasının ön sorgusunda ifade veren itirafçı JİTEM görevlisi Kahraman Bilgiç, “Bahtiyar Aydın ve Eşref Bitlis’i biz öldürdük” diyerek Lice olaylarına gerekçe gösterilen suikastin düzmece olduğunu iddia etti. 2008 yılındaki Ergenekon Davası’nda ifade veren “Kıskaç” kod adlı gizli tanık da “Bahtiyar Aydın’ı UHŞ1 tipi helikopterden indi. Kürsüde konuşurken sağ gözünden vuruldu. Paşa’nın o gün geleceğini Fikri Karadağ ve birkaç kişi biliyordu. Suikastın ardından bulunan Kannas marka silahı tabur komutanı ‘Bu terörist işi değil!’ diye bana verdi. Ben de silahı Jandarma Yarbay’a teslim ettim. Bu Yarbay daha sonra televizyonlarda kurşunun saplandığı yeri gösteren kişiydi. Sonra suikast silahı kaybedildi” diyerek suikastin düzmece olduğunu teyit ediyordu. Yüzlerce ilçe sakininin ifadeleri, devlet görevlilerinin beyanı olmasına rağmen ciddi bir soruşturmanın olmadığı Lice olayında zamanaşımına günler kala 2013 yılında hazırlanıp kabul edilen iddianamede455 “PKK’nın Lice’ye saldırdığına ve Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ı öldürdüğüne dair herhangi bir delil elde edilemediği” ortaya konuyordu. Çok sayıda askerin, tanığın ve itirafçının ifadeleriyle hazırlanan iddianame Lice baskınının kurgu olduğunu ortaya koyuyordu. Zira askerler günler süren sözde çatışmalarda hiç PKK’li görmemiş ve öldürmemişti. Tuğgeneral Bahtiyar Aydın

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


403

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö 22 Ekim 1993’ten sonraki üç gün boyunca ilçeye tüm giriş çıkışlar yasaklandı.

dışında hiçbir asker şehit olmadığı gibi çatışmada sadece bir er askeri araç içinde teknik bir arızadan kaynaklanan patlama nedeniyle hafif şekilde yaralanmıştı.456 Yargı tarafından bir kurgu olarak tasarlandığı iddia edilen ve üç gün boyunca şiddet deneylerinin yapıldığı anlaşılan Lice’de olanlar ise en açık biçimde, yaşayan tanıkların anlatımlarından öğrenilebildi. Bu konuda ciddi bir araştırma yaparak tanıklarla röportajlarda bulunan ve olayın teferruatlarını457 Deng dergisinde “1993 Lice Dosyası” başlığıyla yayımlanan yazısıyla sunuyordu. Buna göre Lice’nin çevresindeki köyler PKK ile lojistik desteği kesmek için bir aydan beri yakılıyordu. Bu köylerde göç ettirilenler büyük oranda Lice ilçesine sığınmışlardı. Olayı yaşayan Mehmet (56) adındaki kamu görevlisi bu durumu şöyle anlatıyordu: O günlerde mezralar ve köyler yakılıyordu zaten. Dolayısıyla oralarda evi yananlar Lice’ye yerleşmeye gelip, olan biteni anlatıyorlardı. Ve biz zaten tedirgindik. Ama Lice ilçe olduğu için açıkçası böyle bir şeye cesaret edemeyeceklerini düşünüyorduk. Nerden bilebilirdik ki bu kadar gözleri dönmüş? Hanım o sırada ha bire “Memed toplar aşağı atılıyor!” diye feryat ediyor, ben de ısrarla “Hanım, sakin ol yanlışın var, yine her zamanki gibi dağı taşı bombalıyorlardır!” diye ısrar ediyorum. Sonra bir baktım hakkatten toplar aşağı atılıyor.458


404

Yine Lice Belediyesi’nde çalışan başka bir kamu görevlisinin eşi olan Mualla (49) adındaki kadın da benzer ifadeleri kullanarak köy yakmalar ile Lice arasındaki irtibatı ve Lice’de başlayan silahlı saldırıları şu sözleriyle dile getiriyordu: Evde oturuyorduk. Zaten bir aya yakındır köyleri boşalttıklarını ve yaktıklarını duyuyorduk. Ben eşime diyordum “Lice’yi de yakabilirler!” Gittikçe çember daralıyor biz de risk altındayız” falan. O diyordu ki “çocuk oyuncağımı. Koca ilçe buraya dokunamazlar... Sonra bir anda silah sesleri yaklaştı ve birden Lice ateş topuna döndü. Helikopterlerle, panzerlerle, Askerlerin sağa sola silah sıkmasıyla bir anda oldu her şey. Resmen yanıyor her taraf... Duvarları atlaya atlaya barakaları geçtik, sığınağa ulaştık. 6 metrekare gibi bir yerde otuz kişi. Böyle tıkış tıkış, yapış yapış otururduk bütün gün. Baktık akşam oldu. Silahlar durmuyor. Aç susuzuz. Yirmiye yakın çocuk.459

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Konuşan tanıkların hepsi olayların asker, polis, özel tim, korucu ve itirafçı devlet güçlerinin sabah saatlerinden itibaren etrafa rastgele açmasıyla başladığını söylüyordu. Olayın başlangıcını okulda küçük bir çocuk olarak yaşayan Aydın Yaş (29) şöyle anlatıyordu: Olay sırasında okuldaydım. İlkokul üçteydik. Andımızı okuyorduk. Biz andımızı okurken her zamanki gibi top atışları yapılıyordu. ... Biz içeri girdiğimizde “Hayat Bilgisi” dersi vardı. Hocamız Hayat Bilgisi dersine başlarken bir kurşun gelip pencereden içeri girdi ve hocanın kafasının üzerindeki tahtaya saplandı. Orda hocamız bağırarak “Eğilin!” dedi. ...Hepimizi hocalarımız okulun ana holüne topladılar... “Bir şey olmayacak biz sizin yanınızdayız” diye bizi teskin etmeye çalışıyordu hocalarımız. Tabii hepimiz yüzüstü uzanmışız hole. Toplar atılıp, kurşunlar sıkılıyordu. Okulun tüm camları aşağı inmişti! 6 Eylül İlköğretim Okulu üç katlı bir okuldu. Hocam bizi kalorifer dairesine indirirken yukarıda helikopter okulun çatısını taramaya başladı. Kasıtlı bir şekilde. Tabii orada bir hocamızı kaybettik.

Tanığın bahsettiği öğretmen ise vurularak öldürülen ilkokul öğretmeni Ali Nurettin Soyer’di. Ateş açılmaya başladığında aynı okulda görev yaptığı eşi ile çocukların güvenliğini sağlamış, evlerine gönderdikten sonra eşi ve öğretmen arkadaşlarıyla evine dönerken başından vurularak öldürülmüştü. Cesedi bir gün yol-


405

da kalmış, aldırılmamıştı. Lice olaylarıyla ilgili hazırlanan iddianamede, olay esnasında yardım için öğretmenin yanına giden ve kendisi de kolundan vurulan tanığın ve eşinin ifadesine başvurulmuştu. Tanık Mehmet Tutak ifadesinde, öğretmene jandarma kulübesinden ateş edildiğini, askeri helikopterden yerdekilerin tarandığını, PKK’nin saldırıda bulunmadığını söylemişti. İddianamedeki anlatımlarında öğretmenin eşi Nurhayat Soyer’de460 okuldan dönerken eşinin vurulduğunu, 25 yaşlarında bir gencin eşini sırtüstü çevirip nabzına baktığını, ateş edilince genç yuvarlanarak oradan uzaklaştığını ama kolundan yaralandığını, ateş edenleri göremediğini, eşinin vurulmasından sonra helikopter sesi duyduğunu ve o gün herhangi bir terörist görmediğini söylüyordu.461 Öldürülen öğretmenin komşusu Mualla (49) adlı kadın verdiği röportajda olay sonrasını şöyle anlatıyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Öyle bir ses, ağlama feryat ki insanın içini parçalıyor... Gittim sese doğru. Başımı uzattım ki ne göreyim bir bayan oturmuş tam çarşıya giden yolun üzerinde feryat ediyor; “Beni bırakın kocamın cesedini alayım!”... Baktım o öğretmen hanım. Bizim duvardan atladım gittim yanına. “Hoca hanım! Hoca Hanım” diye seslendim, baktım döndü arkasına şuursuzca yüzme baktı. Dedi “Efendim.” Dedim; “Hoca hanım sen kimi çağırıyorsun? Kimden yardım bekliyorsun? Onu vurdular sana mı acıyacaklar? Şu kucağındaki kız çocuğuna acı. Sizi de vururlar! Hadi gel benimle”... Kadın feryat etmeye başladı: “Hayır, köpekler benim kocamı orada yiyecek! Yerde cesedi yatıyor! Bıraksınlar alalım!” “Hoca Hanım gel” diyorum. Dinletemiyorum. İlginçtir, o sesini kesiyor, silahlar duruyor. O “İmdaaaaaattt!” diye feryat edince tekrar silahlar patlıyordu. Baktım olmuyor, ben de yanına gittim. O ateş hattında yolun başına çıktım. Kadını aldım çeke çeke zorla yanımıza getirdim... Sabaha kadar feryat etti... Sabahı zar zor ettik. Hava aydınlanır aydınlanmaz bu tutturdu “Hadi gidelim, kocamın cesedine bakalım. Bakalım bütün mü yoksa hayvanlar yedi mi?”... Tam cesedine yaklaştık. Adam yerde yatıyordu. Kadın feryatla üzerine kapandı!462

Aralıksız ateş altında sokağa çıkamayan insanlar en güvenilir buldukları beton evlere, ahırlara ve varsa sığınaklara sığınmışlar ve sokağa çıkamadan geceyi buralarda geçirmişlerdi. Geceyi pek çok sığınmacı gibi ahırda geçiren Hasan (36) adlı Liceli, o geceyi ve sabah olanları şöyle anlatıyordu:


406

Sonra biz eve geldik. O gece ahırda yattık. Ertesi sabah askerler geldi. Şöyle uzunca bir şey vardı ellerinde bir beyaz tozu evlerimize atıp yakıyorlardı. O neydi bilmiyorum, ama bir anda bütün evi camları, kapıları, demirleri kül ediyordu. Bir tane komşumuz vardı. Köylerini yakmışlardı kısa süre önce, onlar da gelip Lice’ye yerleşmişti. Onun evini yaktıklarında hiç unutmam, kızının elini tutmuştu adam demişti ki, “Köyde evimi yaktılar, Lice’ye geldim. Şimdi evimi yaktılar, nereye gideyim?” Ağlamıştı. Hepimiz ağlamıştık onunla. O günde öyle geçti ahırda. Aç susuz hayvanlar gibi koyun koyuna.

İkinci gün ev aramalarına ve binaları özel bir toz eşliğinde ateşleyerek yakmaya başladıklarını tüm tanıklar anlatıyordu. Tanık Ahmet’in (68) de şeklinde anlattığı ev yakmaların yanında o gün işyerleri de nasibini almaya başlamışt:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Evleri ateşe verdiler. Can pazarıydı. Bize hemen çıkın diyorlardı, hiçbir şey almamıza müsaade etmiyorlardı. Ellerinde beyaz bir toz vardı onu evlere serpiyorlardı ve evleri ateşe veriyorlardı. Bir anda bütün ev yanıp kül oluyordu. Asker, komando, bir de böyle uzun boylu, daha önce orada hiç görmediğimiz adamlar gelmişti. Ama üzerlerinde asker kıyafetleri vardı. Bazıları aynı o sapıklar gibi üzerlerini çıkarmışlardı üst çıplak, kafalarına bir şey bağlamışlardı, daldılar evlerimize.

Tanık Mehmet’in (56) anlattığına göre, “Sabah bu sefer dük­ kânları yağmalamaya başladılar. Önce yağmalayıp sonra ateşe veriyorlardı. Can Market vardı. Benim akrabalarım o zamanın parasıyla 450 bin liralık eşya almıştı, beyaz eşya. O zaman büyük paraydı. Kalktı, yukarıdan bir yerden dükkânına baktı. Gözüyle gördü dedi ki, ‘Dayı gel bak, askerler makasla kepengi kestiler ve beyaz eşyaları yüklediler. Sonra da dükkânı ateşe verdiler’...” Sokağa çıkan her şeyin hedef olduğu Lice’de sığındıkları güvenli yerlerde ev ve işyerlerinin yakılmasını seyreden Liceliler ertesi gün kaldıkları yerlerden çıkarılarak toplanmaya başlanmışlardı. Sokaktaki cesetlerin alınmasına izin verilmediği için üçüncü günde sokakların ceset kokmaya başladığı söylenen Lice’de üç gün boyunca yaylım ateşi aralıksız devam ettiği söyleniyordu. Sabah erkenden herkesi dışarı çıkararak başlatılan toplamada erkekleri askeri birliklerde, kadın ve çocukları ise Demirçelik İlkokulu’na götürmüşlerdi. Dilek (34) adlı tanığın “Bütün erkeklerin ve babamın ellerini başlarının üstüne koydurtup tek sıra halinde alaya gö-


407

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Kent tahribatının ve katliamvari müdahalelerin yapıldığı Şırnak olayı, daha sonraki zamanlarda ileri politik örgütlenmeye ulaşan pek çok kent merkezinde uygulanmaya konacaktı. (Özgür Gündem, 6 Kasım 1992)

türülmesi! O görüntüyü tek bir gün bile unutmadım. Ben babamı çok severim” diyerek erkeklerin götürülüşünü anlattığı toplamayı Aydın Yaş (29)adlı tanık, “Dizüstü çöktürüp ellerini enselerinden bağlatmışlardı. Öylece bekletiyorlardı. Gruplar halinde götürüyorlardı. Gelen tüm erkekleri topluyorlardı. Dövüyorlardı. Görüyordu” diyerek anlatıyordu. Götürülen tabur alanında iki gün boyunca yüzüstü yatırılarak kötü muameleye maruz kalan olayın mağduru Mehmet (56) adlı tanık da şunları anlatıyordu: Askerin top oynadığı boş alana bizi tek tek dizdiler. Yere yatırdılar bizi, yüzüstü. Sayıyı bilmemin nedeni de asker tam teçhizat sırtımızda yürüyüp sayıyordu! 1, 2, 3,... 176. Ve üzerimizde koşarak hopluyorlardı! Ellerimizdeki saatleri yüzükleri hepsini toplayıp ceplerine koydular. Bize en iyi kelimeleri “orospu çocuklarıydı!” Bu durum iki gün devam etti. Yaşlılara diyorlardı ki, “Kalkın tel örgüden çişinizi yapın.” Çünkü Demirçelik’in camından bayanlar bakıyordu. Özellikle oradan yapmalarını istiyorlardı ve kendileri de çişlerini bayanlara karşı orada yapıyorlardı!

Taburun içine götürülerek sorgulananlara yapılanları ise yine aynı tanık sözlerinin devamında şöyle anlatıyordu: O esnada birisi geldi... Bize, “Kalkın oturun” dedi. İkinci gün ilk defa yüzüstü pozisyondan kalkıp oturduk ve nefes alabildik! Bize


408

dedi ki ‘siz burada cennettesiniz. Hele bir de binanın içini görün. Eğer onlardan kurtulan olursa, bir gün sorarsınız onlara ne yaptığımızı anlatırlar!” Bir yeğenim şimdi Denizli’de, içerideydi. Sonradan gördük bir paket Samsun sigarasını üzerinde söndürmüşler! Demek ki hakkatten onlara nazaran biz cennetteymişiz!

Üçüncü gün Lice’de bulunan herkesi “Vali konuşma yapacak” diyerek bir alana toplamaya başladılar. Herkesi zorla getirdikleri alanda oluşan mahşeri bir kalabalığa konuşma yapan Vali, “Eskiden Lice’nin kaçakçılıkla, şimdi ise terörle anıldığını, Lice’de paşanın öldürüldüğünü, teröristlerin Lice’yi yaktığını ve teröre yardım edilmemesi gerektiğini” söyledi ve toplanan kalabalığa konuşması alkışlattırıldı. O arada 15 yaşında bir genç kızın Vali’nin sözlerine karşı çıkarak, “Bir Paşanız öldü değil mi? Bir paşa öldü diye mi Lice’yi bu hale soktunuz? Şu an Lice’de bütün sokak araları açık bir şekilde ordu tarafından işgal edilmiş. Tek tek evler talan edilip yakılıyor. Bir paşanın ölmesi demek bütün bunları haklı kılar mı? Paşanız ölmüşse başınız sağ olsun! Ama bu can kaybı bu işgali haklı kılamaz!” demişti. Mehmet (56) adlı tanığın anlattığına göre, son gün traktörün römorkuna doldurmuş cesetleri Valiliğin önünden almaları için anons yapılmıştı: “Çünkü artık Lice ceset kokuyordu. Çağrı yaptılar gelin cenazelerinizi götürün diye. Üç günden sonra yollar açıldı. İşte giden gitti kalan kaldı! Her şeyimizi kaybettik, oturduk işte!” Tanık Hasan (36) ise kent tahribatından sonra ortaya çıkan dramatik sonucu, “Sonra neyse işte herkesi serbest bıraktılar. Eve döneceğiz ama ev yok. Çarşıyı komple yakmışlar... halkı kandırıp ‘Altın para verin evlerinizi yakmayalım’ demişler; halk vermiş, yine de ateşe vermişler” diyerek anlatıyordu. PKK’ye destek verdiği, kitlesel eylemlerin gerçekleştiği ve örgütlü politik bir kitlenin yoğun olduğu düşünülen ve 22 Ekim 1993’te PKK saldırıları gerekçe gösterilerek tahrip edilen Lice, 24 Ağustos 1994’te aynı nedenle bir kez daha tahrip edilmişti. Bu tahribatta Lice’de 20 kişi yaralandı, 108 ev yakıldı ve yakılan evlerden birinde bulunan 70 yaşındaki Tahir Kozat yanarak öldü. Büyük çaplı kent tahribatının ilk örneği olan Şırnak ve ardından bir dizi aynı türden operasyonların çeşitli çaptaki provaları ileri politik kitlelerin olduğu, kitlesel eylemlerin baş gösterdiği her yerde 1992 yılından itibaren yapılmaya başlanmıştı. Bu şiddet provalarının sağladığı yarar, ilçelerde kitlesel bir ayıklamayı sağlayacak operasyonların yolunu açıyor olması, kitlesel eylem-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


409

lere karşı kitlesel bir gözdağı vererek devlet şiddetini ve tehlikeyi gösterebilmesiydi. Bu retorikle yerleşim merkezlerinde farklı zamanlarda irili ufaklı bu türden kitlesel şiddet gösterilerini özellikle politize olmuş kent merkezlerinde uygulamaya koymuşlardı. Bu pratiklerin vardığı yaygınlık ve katliam boyuna varan acımasızlığı karşısında 1991’den itibaren başlayan kitlesel kalkışmalar 1995’e gelindiğinde ivme kaybetmeye başladı; bu pratiklerin akabinde yürütülen toplu gözaltılar ve tutuklamalar nedeniyle de kitleyi harekete geçiren örgütlülük bağı zarar görmüştü. İl ve ilçeler bazında bu şiddet gösterilerinin uygulandığı diğer yerlere bakıldığında bu daha iyi anlaşılacaktır.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Patnos

Ağrı ilinin politikleşmiş ve kitlesel eylemlere yönelmiş ilçelerine dönük ilk operasyonlar Şırnak olaylarının hemen ardından 25 Ağustos gecesi roketatar ve uzun namlulu silahlarla PKK’liler tarafından basıldığı söylenerek Patnos’ta başlamıştı. Gece 22.00’de başlayan saldırılara güvenlik güçleri karşılık vermiş, süren çatışmalarda Jandarma Bölük Komutanlığı, Emniyet Müdürlüğü, bankalar, kamu binaları, ev ve işyerleri hasar görmüştü. Halkın sokağa çıkamadığı, fırınların açılamadığı ilçeye ekmekler Ağrı ve Van illerinden getirilip dağıtıldı. Günün ederiyle 500 milyar zararın tespit edildiği ilçede PKK’lilere yardım ve yataklık yapanların yakalanması için sonraki günlerde başlatılan operasyonlar ise Patnos ilçesinin ayıklanması sürecine dönüştü. İlçe merkezinde şüpheli görülen politik kimliğe sahip insanlar sorgulanmaya ve gözaltına alınmaya başlandı. Pek çok kişi tutuklanarak açı-


410

lan davalar neticelenene kadar cezaevlerinde tutuldu. Neredeyse tüm köylere olay gerekçe gösterilerek köy koruculuğu dayatıldı ve bunun üzerinden köyler tasniflenerek baskı görmeye başladı. Diyadin Resmi açıklamalara göre 12 Temmuz 1993 gecesi saat 00.30 sıralarında Ağrı’nın Diyadin ilçesine değişik noktalardan giren teröristler baskın düzenlemiş, Emniyet Müdürlüğü, jandarma bina ve lojmanlarına, kamu kurum ve kuruluşlara ait binalara ve vatandaşlara ait ev ve işyerlerine roketatar ve otomatik silahlarla saldırmıştı. Ağrı Valisi İsmet Metin’in açıklamasına göre, teröristler ayrıca ilçe merkezinde, belediyeye ait bir fırın ile iki dükkânı ateşe vermiş, bir vatandaşa ait işyeri ve işyerinin üstündeki eve de roketatarla saldırıda bulunmuştu. Bu saldırıda aynı aileden 6 kişi yanarak ölmüştü. Vali, olaylar üzerine ilçede sokağa çıkma yasağı ilan edildiğini, ilçenin giriş ve çıkışlarının tutulduğunu, olayı gerçekleştiren teröristlerin bir kısmının ilçe merkezinde bulunduklarının tahmin edildiğini açıklamıştı.464 Sonraki günlerde yerel tanıkların anlatımıyla tartışılmaya başlanan Diyadin olaylarının “terörist saldırı, ilçenin giriş çıkışının engellenmesi, sokağa çıkma yasağı” biçiminde rutinleşen kent tahribatlarından biri olduğu iddia edilmişti. Zira PKK’lilerin 6 kişiyi465 yaktığı iddia edilen evden sağ kurtulan Nazmiye Çiftçi’nin (60) ifadesi, Diyadin’de olanların dehşetengiz yönünü ortaya koyuyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Gece yarım sıralarında, silah patlamalarıyla uyandım. Yarım saat kadar süren silah seslerinden sonra, ateş kesildi. Sabaha karşı üç buçuk civarlarında tekrar ateş başladı. Bir süre sonra evimiz, âdeta depremdeki gibi sarsıldı. Daha sonra bir panzerin, evimizin altında bulunan dükkâna girdiğini fark ettik. Dükkândaki patlamalarla birlikte, duman kokusu da almaya başladık. Yangın çıktığını anlayınca, kurtulmak için terasa çıkmaya çalıştık; ancak oğlum Burhan’ın ayağı kırık olduğundan çıkamadı. Terasta bağırarak yardım istedim; fakat, özel timler, panzerlerden başlarını çıkararak “Aponuz gelsin sizi kurtarsın” diyerek ateş etmeye ve yardıma gelenleri engellemeye çalıştılar. Sonradan kendimi arka sokağa attım. Oğlum, gelinim ve torunlarım içeride yanarak can verdiler.466

Yangını söndürmek isteyen bir itfaiye memuru ise özel tim elemanlarının itfaiyeyi yangın alanına sokmadığını, su almaya giden


411

araca ateş açtıklarını ve yardıma gelen çevre ilçe itfaiye araçlarının ilçeye sokulmadığını belirtiyordu.467 Diyadinlilerin anlatımına göre, 12 Temmuz 1993 gece yarısı ilçe merkezindeki Emniyet lojmanlarına yapılan taciz atışından sonra güvenlik güçleri cadde ve sokaklarda, panzerlerle rasgele sağa sola ateş etmeye başladı. Özellikle işyerlerinin ve dükkânların hedef alındığı bu saldırı sonucunda 104 işyeri ve ev tahrip edildi, 5 milyar TL’lik zarar meydana geldi. Dönemin Diyarbakır Milletvekili M. Hatip Dicle’nin inceleme yapıp Meclis önergesinde belirttiği üzere ilçe sakinleri; geceleri dükkân kepenklerine ve gerilla yakınlarının evlerinin duvarlarına boyayla “Hepiniz öleceksiniz, Diyadin Kürtlere mezar olacak” gibi Türk İntikam Tugayı (TİT) imzalı sloganların yazıldığını ve halktan bazı insanların bu yazıların gece özel timler tarafından yazıldığına tanık olduklarını söylemişlerdi.468 Güvenlik gerekçesiyle çevre ilçelerden gelen itfaiyenin özel timler tarafından engellendiği belirtiliyordu. Olaylar Ağrı valisine aktarıldığında Vali’nin “Teröristler özel tim elbisesi giyerek bu işi yapıyorlar” şeklinde cevap verdiği iddia ediliyordu.469

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Ağrı/Doğubayazıt

Dönemin İnsan Haklarından Sorumlu Bakanı Mehmet Kara­ man’ın basın toplantısında verdiği bilgilerle 25 Eylül 1993 günü saat 22.00 sıralarında taciz ateşiyle başlayan ve iki gün süren çatışmalarda PKK, ilçedeki askeri birliklere, emniyet ve diğer kamu kuruluşlarına taciz ateşi açmış, ertesi gün de çatışmalar ilçe merkezinde sabaha karşı devam etmişti. Çatışmalarda vatandaşın meskeni, işyerleri ve araçları hasar görmüştü. Bakanın ağır silahların terörü durdurmak için kullanıldığını söylediği ilçede panzer, tank gibi araçlar ve otomatik silahlarla 150 işyeri de tahrip olurken 90 milyar liradan fazla zarar oluşmuş ve 2 kişi yaşamını kaybetmişti. Araçların yakıldığı, evlerin büyük bölümünün kurşunlandığı ve pek çok evin hasar gördüğü Doğubayazıt olaylarını ANAP Ağrı Milletvekili Yaşar Eryılmaz’ın evinin de yıkılması vesilesiyle ANAP lideri Mesut Yılmaz grup toplantında dile getirmiş ve tartışmaya açmıştı. Güvenlik güçlerinin gizlenemez boyutlara varan hatalarıyla anılmaya başlanan Doğubayazıt olaylarından sonra ilçe kaymakamı ve tugay komutanı çatışmalarda olayın kendi kontrollerinden de çıktığını, bu nedenle tahribatın arttığını, zararın tespit edilip, tazmin edileceğini dile getirerek halktan özür dilemişti.470


412

Kars/Digor 14 Ağustos 1993’te Kars’ın Digor ilçesinin köylerinden toplanıp gelen 4000 civarında köylü ilçe girişinde durdurulmuş ve çıkan çatışmada çok sayıda insan ölmüştü. Olaylardan sonra ilçede sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Kars Valiliği ve Digor’daki resmi yetkililerin açıklamasına göre olaylar sabahın erken saatlerinde başlamış, otobüsler ve minibüslerle Digor’un 48 kö­yünden ilçeye 4000 köylü gelmiş, bu köylüler ilçe­nin girişinde araçlardan inerek PKK bay­raklarını açmış ve sloganlar atarak yürüyü­şe geçmişlerdi. Göstericilerin ilçeye girmelerini engellemek isteyen güvenlik güçleri, ilçe girişine barikatlar kurmuş; kurulan barikatların önüne yığılan yaklaşık 4 bin ki­şilik kalabalık slogan atarak barikatı aşmaya çalışmış ve güvenlik güçleri, kalabalığı dağıtmak için havaya ateş açmıştı. Uyan atışından sonra kalabalığın içinden güvenlik güçlerine ateş edilmiş ve çıkan çatışma sonunda 9 kişi yaşamını yitirmişti.471 Görgü tanıkları ise resmi açıklamaların aksine, güvenlik güçlerinin yaptığı baskı ve ihlalleri dile getirmek için yürüdüklerini, tek bir slogan bile atılmadığını, silahlı çatışma yaşanmadığını ve doğrudan kalabalığın üzerine ateş açıldığını iddia ediyorlardı. Yaralananlara özel timlerin dipçik ve tekmelerle vurduğunu, askerlerin müdahalesiyle öldürülmekten kurtulduklarını; özel timlerin kimi cesetleri ve yaralıları panzerlerin arkasına bağlayarak yerde sürüklediğini söylüyorlardı. Hatta iddialar arasında ölen 12 yaşındaki Zarife Boylu, 16 yaşındaki Selvi Çağduvul adlı kız çocukları ile

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Kars’ın Digor ilçesinde yasak bölge ilan edilip tarla ve bağlarına girmeleri yasaklanan 4 bini aşkın kişinin katıldığı sessiz protesto yürüyüşünde çıkan olayların içeriği, ölüm, yaralı ve gözaltı sayısı değişik kaynaklarda farklı yansıtılıyordu.


413

36 yaşındaki Gıyasettin Çalış’ın yaralıyken panzer arkasında sürüklendiği için öldüğü vardı. Görgü tanıkları resmi açıklamaların aksine Yeter Kerenciler, Necla Geçener, Sona Çiğdeal, Zarife Boylu, Nurettin Örün, Süleyman Taş, Haşan Çağdavul, Gülistan Çağdavul, Selvi Çağdavul, Cemil Özvarış, Asiye Parlak, Erdal Boğan, Faruk Aydın ve Varlı köyünden Hacı Lalaş’ın eşi dahil 16 kişinin öldüğünü, 134 kişinin yaralandığını belirtiyorlardı. İlçede inceleme yapan DEP heyetine “4000’e yakın insanın toplanmasına bilinçli olarak göz yumuldu, istenseydi bazı yol kavşaklarında önlem alınarak bu kadar insanın bir araya toplanması engellenebilirdi. Üstelik, bir ikaz ya da uyarı ateşi yapılmış ol­ saydı geri dönerdik” diyerek açıklama yapan görgü tanıkları, planlı bir saldırı olduğunu iddia ettiler.472 Digor’da yaşanan olayların hemen ardından 15 Ağustos 1993’te bu kez Muş’un Malazgirt ilçesinde yürümek isteyen binin üzerindeki kişiyi engelleyen güvenlik güçleri ile çatışma çıktı. 3 kişinin açılan ateş sonucu öldürülmesiyle tırmanan olaylar ilçenin baskı altına alınmasına neden oldu. Muş ilinde ilçe nezdinde baskı gören ilçelerden biri de Varto’ydu. Geçmişten beri sol kültürün etkin olduğu Varto, 90’lı yıllarda politik bir ilçe olma özelliğini koruyarak güvenlik güçlerinin şimşeklerini üzerine çekmişti. Kulp olaylarından kısa bir süre sonra da 1993 yılında Varto’da da kentin bütününe dönük bir operasyon yapıldı, kent giriş çıkışa kapatılarak şiddet gösterisine ve gözaltılara maruz bırakıldı. Hakkâri bölgesi Çukurca, Yüksekova ve Şemdinli ilçeleriyle arazinin dağlık ve silahlı militanların üslenip geri çekildiği geçiş bölgesi olması bakımından PKK’nin propagandif eylemlerinin de, askeri güçlerin sürekli operasyonlarının da yoğun olduğu bir alan olagelmişti. Bu durumun yarattığı durum, bölge halkını kaçış noktası olamayacak şekilde sürece dahil ediyordu. Kürt coğrafyasının en çok eylemselliğine sahip bu bölgesinde askeri güçlerin de sürdürdüğü sürekli operasyonlar, Hakkâri ve ilçelerinde rakamının ve zamanının tespit edilemeyeceği kadar çok kez tahribatına yol açtı. İleri politik bir kitlenin niceliksel yoğunluğuna, örgütlü refleks gösterme becerisine sahip bu bölgede kent tahribatına, toplu gözaltılara ve kitlesel eylemlere gösterilen yüksek şiddet uygulamalarına yine PKK baskını iddialarıyla başlanıyor, ardından kente giriş çıkışlar kapatılarak sokağa çıkma yasağı ilan ediliyordu. Bunlar içindeki en yoğun şiddet gösterilerinden biri 1993 yılı-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


414

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Hakkâri ve ilçeleri 90’lı yıllar boyunca askeri operasyonlara ve kent tahribatlarına maruz kaldı.

nın Ağustos ayında görüldü. Hakkâri’nin Yüksekova ile Şemdinli ilçesi arasında savaş uçakları ile Kobra, Süper Kobra ve Skorsky helikopterlerinin yoğun bombalaması altında kırsalda yapılan büyük çaplı operasyon esnasında PKK’nin Yüksekova ilçesine baskın düzenlediği iddia edildi. Resmi açıklamaya göre gece saat 22.00 sıralarında bir grup PKK militanı çeşitli noktalardan Yüksekova’ya saldırıda bulundu, güvenlik güçlerinin karşılık vermesi üzerine çıkan çatışma, sabaha kadar sürdü. Hakkâri Valisi Cemalettin Sevim’in beyanına göre, PKK’lilerin roket ve uzun namlulu silahlarla emniyet lojmanlarını, hükümet konağını ve kamu ku­ruluşlarına ait binaları hedef alan saldırısı sonucu çıkan çatışmada 1 militan öldürüldü, 1 polis ve 3 güvenlik görevlisi de hafif yaralandı. Vali Sevim, olaylar sı­rasında 3’ü İran uyruklu 100 kişinin gözaltına alındığını açıkladı. Çatışmada yaklaşık 500 roketin atıldığı ilçede çok sayıda ev ve işyeriyle birlikte otogarın da yandığı bildiriliyordu. İlçede birkaç boyunca sokağa çıkma yasağı ve ardından kent içinde operasyon başlatıldı. “PKK’liler ilçe merkezine baskın düzenledi ve çıkan karşılıklı çatışmada ev ve işyerleri hasar gördü” şeklindeki resmi açıklamaya, yaptığı incele­meler sonucunda İnsan Hakları Derneği yetkilileri karşı çıktı. İHD’ye göre birçok evde roket ve havan mermisi darbesi olmuş, çarşı içindeki dükkânlar çatışmanın bittiği söylenen 16 Ağustos’ta tahrip edilmiş, bazı işyerlerine panzerle


415

girilmiş, işyerleri gündüz ortasında tahrip edilip yağmalanmıştı. İHD heyetine konuşan tanıklar da gelişigüzel bir şiddet uygulandığını söylemişlerdi. Örneğin, komando taburunun hemen bitişiğinde bulunan karayolları binasında çalışan işçiler ve bekçi, karayolları binasının taburdan atılan yangın bombasıyla yakıldığını, makinelerin askerlerce taran­dığını iddia etmişlerdi. Türkiye Süt Endüstrisi Kurumu çalışanları da binalarının karşısında bulunan İlçe Sınır Jandar­ma Tabur Komutanlığı’ndan ateş açıldığını belirtiyorlardı. İHD heyetinin görüştüğü Esentepe Mahallesi sakinleri de olayı devlet güçlerinin gerçekleştirdiğini ve bunu gözleriyle gördüklerini anlatıyorlar, öldürülen ve PKK’li olduğu iddia edilen kişinin inşaatta çalışan bir işçi ol­duğu iddia ediyorlardı.473

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

90’lar boyunca irili ufaklı eylemlere karşı güvenlik güçlerinin mukavemeti kenti cezalandırmaya kadar vardırıyordu.


416

Sivas olayları 1990’lı yıllarda Kürt coğrafyasında olan kent tahribatı ve kitlesel müdahale sonucu toplu ölüm vakaları Batı’da olan bir şey değildi. Ancak burada toplumsal muhalefetin güçlü dinamiklerinden olan Alevilere karşı iki büyük tertip düzenlenmişti. Sonraki süreçlerde itiraflarda bulunan devlet görevlilerinin söylediklerine göre iki olay da 90’lar boyunca faal olan devlet içindeki yasadışı birimlerce hazırlanmıştı. Sonuçları itibariyle kaostan beslenen şiddet odaklı iktidar güçlerinin politikalarını besleyen bu iki olay, devletin her gücünü göstermeye çalıştığında muhalif güçlere yönelttiği kıyımların da örneklerini oluşturuyırdu. Bunlardan ilki 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’ta gerçekleşti. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilen şenliklere dönemin Sivas Valisi Ahmet Karabilgin’in özel davetlisi olarak gelen sol ve Alevi kökenli aydın ve sanatçılar, Kültür Merkezi’ndeki şenliklere katıldılar. Burada dinci ve milliyetçi grupların saldırısına uğramalarına rağmen polisiye önlemlerle olaylar yatıştırıldı. Ancak provokasyonlarla kalabalıklaşan kitle bu kez aydın ve yazarların kaldığı Madımak Oteli’nin etrafını sardı. O andan itibaren ise orada bulunan polise, sonrasında gelen askeri birliklere ve Ankara’ya bağlanan telefon görüşmelerine rağmen bir linç vakası yaşandı. Taş yağmuruna tutulan otel, ardından yakıldı. Olaylarda 33 otel konuğu, 2 otel görevlisi yanarak ve boğularak yaşamını kaybetti. 2 göstericinin de öldüğü olaylarda 51 kişi ise ağır yaralı olarak otelden kurtulmayı başardı. Olaylardan hemen sonra Başbakan Tansu Çiller’in yaptığı, “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bu yangından zarar görmemiştir!.. Halktan kimsenin burnu kanamamıştır ve ölenler de çıkan yangından boğularak ölmüşlerdir. Olayı bu kadar büyütmek yanlış, bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilirdi” sözleri devlet erkânı içinde olayın nasıl değerlendirildiğini açığa çıkarıyordu. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, “Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiştir. Olayları çok yakından izledim. Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır” sözleriyle mağdurları suçlayan sözleri, dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu tarafından da “Aziz Nesin halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir” sözleriyle desteklendi.474 Olayların şenliğe katılanların tahrikiyle çıktığına, güvenlik görevlilerinin hiçbir suçu olmadığına dair görüşler medyanın tüm haber ve yorumlarında koro halinde tekrarlandı.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


417

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Yakılma, mahsur kalma ve kurtulma sürecinin tamamı kayıt altına alınan Sivas Katliamı sonrası gözaltına alınan 190 kişiden 124’ü hakkında dava açıldı. Karar ve bozma içinde geçen davalarda yargılanan bazı kişilerin zamanaşımından davaları düştü, çoğu ise pişmanlık yasasından yararlanarak düşük cezalarla kurtuldu.

Sivas Katliamı ile devletin karanlık güçleri arasında dile getirilen ilişkilere dair en somut bilgiler ise olaydan 21 yıl sonra Özel Harp Dairesi bünyesinde çalışan Üsteğmen H.Ç. adlı kişinin itiraflarıyla geldi. Olayın karanlık noktalarını açıklığa kavuşturan bu itiraflarda olay “İslamcıların arasına girmek basit” diyerek olay günü halkın arasına girip onları otel çevresinde topladıklarını anlattı. Provokasyonu yaptıktan sonra geriye çekildiklerini söyleyen subay olayın içeriğini şöyle anlatıyordu: Helikopterle geldik ve Sivas’a 11 km kala bir mezraya indik... 13 kişiydik herkes ikişerli gruplara ayrıldı... Üç yazar özel hedefti baş-


418

larında da Aziz Nesin vardı... Duyum JİTEM’den geldi... Bizim bölgede yaptığımız en büyük olay insanların Madımak Oteli önünde toplandığı zaman taşı atmamız ve geri çekilmemizdir. (HÇ, 2011)

ABD’de üç aylık kontrgerilla eğitimi aldığını söyleyen subay çalışma sistemlerini şöyle anlatıyordu: Sistem şuydu. 93 senesinde kurulum başladı. 93 senesinde bölgeye farklı birimlerden insanlar gönderildi. Ben bu insanlardan bir tanesiydim. Gönderilen birinci takım ve ikinci takım hepimizi anti terör, kontrgerilla eğitimi almıştık. Ve patlayıcı uzmanlığı eğitimi almıştık. Bizim gidiş konseptimiz bölgede ilk başta bir kaos ortamı yaratmak belli başlı isimleri infaz etmekti. 93’teki kurulum amacı 94 yılına kadar tamamen sivil insanları hedef aldı. Bu insanlar dağda bulunan gerilla değildi. Seçilen insanların zaten listeye baktığınız zaman yaklaşık yüzde 80’i aydın insanlar üniversite mezunu ya da üniversitede okuyan insanlardı.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Gazi Olayları

Kitlesel kıyım niteliğindeki diğer olay ise 12 Mart 1995 yılının akşam saatlerinde İstanbul’un Gaziosmanpaşa ilçesinin Gazi Mahallesi’nde başladı. Gazi Mahallesi sosyo-ekonomik yapı itibariyle Alevi kökenli insanların oturduğu ve sosyalist duyarlılıkları olan yoksul bir mahalleydi. Bu haliyle de kışkırtmaya çok uygundu. Akşamüstü en kalabalık saatlerde mahalleye giren bir taksi, dört kahvehane ve bir pastaneyi taradı. Saldırıda Halil Kaya adlı bir Alevi dedesi hayatını kaybederken, 5’i ağır 25 kişi yaralandı. Saldırıda kullanılan gasp edilmiş taksi ise şoförü öldürülmüş olarak yanmış halde bulundu. Olayın duyulmasının ardından İstanbul’un her yanından mahalleye toplanan kalabalık bir kitle, “kahveyi tarayanların polis müdahalesi ile karşılaşmamış olması” nedeniyle karakola yürüyerek protestoya başladılar. Polisin protestoculara ateş açmasıyla Mehmet Gündüz adlı bir kişi yaşamını yitirdi, pek çok kişi yaralandı. Bunun üzerine yayılan protestolar ertesi gün de devam etti ve 15 bini geçen kalabalık karakolu protesto için tekrar yürüyüşe geçti. Bölgeye gelmiş çok sayıda çevik kuvvet ve özel tim destekli güvenlik güçleri ile halk arasında denk olmayan bir çatışma başladı. Halkın üzerine doğrudan kurşun sıkan polisler, telsiz kayıtlarına göre, İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir’in, “Halkın üzerine ateş açmayın” emrine rağmen


419

çok sayıda kişinin ölmesine ve yaralanmasına neden oldu. Zira Adli Tıp Kurumu’nun otopsi raporlarında, 15 kişinin ateşli silah mermi çekirdeğine bağlı yaralanma sonucu öldüğü, pek çoğunun baş ve göğüs bölgesindeki yaşamsal yerlere tek kurşun atılarak öldürüldüğü belirtildi.476 Sokağa çıkma yasağı ilan edilmesine rağmen olaylar durulmadı. Askeri birliklerin sevk edildiği bölgede olaylar ancak 16 Mart’ta sona erdi. Başka ilçelere ve illerde de protestolarla karşılanan olayların bilançosu 23 ölü, 653 yaralıydı. Gözaltına alınanların bırakılmasını isteyen kalabalıktan seçilen bir heyet karakola gidip kimsenin olmadığını tespit etti. Bu heyet içinde yer alan ve Gazi olaylarında öldürülesiye dövülürken kameralara alındığı için medyada yer alan 17 yaşındaki Özlem Tunç, heyetin görüşmesinin ardından iki çevik kuvvet polisi tarafından alıkonularak bir kahvehaneye sokulmuştu. Genç kızın anlattıkları, Gazi olaylarındaki fütursuz şiddeti de ortaya koyuyordu:

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Ve işkence başladı. Tacizle işe başladılar. Sonra coplarla ağzımı burnumu paramparça ettiler. Yoruluncaya kadar dövdüler. Yüzüstü yatırdılar. Bu kez de tekmelerle vurmaya başladılar. Bir halıyı çiğner gibi üzerimde tepiniyorlardı. Tırnaklarım düşmüştü, halsiz ve mecalsiz bir duruma düşmüştüm... Dışarıya çıkarıldım. TİM üyesi başıma bir el kurşun sıktı. Öleyim istedi. İkincisini sıkacaktı,diğer TİM üyesi müdahale etti, “Zaten ölmüş” dedi, “boş ver, kurşununu diğerlerine harcarsın.” Vücudumda bir sıcaklık vardı, hiçbir şey hissetmiyordum. Sesleri duyabiliyor ama göremiyordum. Sanki bir perde gözlerimin önüne çekilmişti. O zaman saçlarım uzundu. Biri saçlarımdan diğeri ayağımdan tutarak beni kaldırıma attı. Bedenim kaldırımda, ayaklarım yolda kalmıştı. Kaldırıma attıktan sonra birinin iki ayağıyla üzerime çıktığını hissettim. Sonra onu diğerleri izledi. Bu sırada omurilik diskim yerinden çıkmış... Öldüğüm düşünülerek morga kaldırılmışım. Ailemin benden haberi yok. Ayrıca sokağa çıkma yasağı var. O yüzden Gazi’den çıkamıyorlar da. Çırılçıplak soyuluyorum, üzerime de bir bez parçası atılıyor. Yüzüm tanınmaz bir haldeymiş. Ölü sahipleri, yakınlarını morgda ararken daha iyi bakabilmek için yüzüme eğiliyorlar. Tam bu sırada biri nefes aldığımı, göğsümün kalkıp indiğini görüyor. Sonra “Bu yaşıyor” diye bağırıyor.

Daha sonra hastaneye kaldırılan genç kız, daha tedavisi bitmeden hastaneden çıkarılıp sorgu için İstanbul Emniyet Müdürlü­ ğü’ne götürülmüştü.477


420

Olaylar sonrasında sadece 9 ölüm için 20 polise dava açıldı. Trabzon’a alınan dava mağdur aileler için tam bir eziyete dönüşürken, aileler 31 kez gittikleri bu davalarda pek çok kez milliyetçi grupların saldırılarına uğradılar. Dava sonucu 20 polisten 18’i, “delil yetersizliğinden” beraat ederken, fotoğraflarıyla suçları sabit olan 2 polise, “halkın yürümesi ve taş atması sonucu panikledikleri” gibi hafifletici sebeplerle toplam 4 yıl 32 ay hapis cezası verildi. Olay sonrası dillendirilen karanlık bağlantıların tertibi olduğuna dair görüşler arasında en önemli ifade Emniyet İstihbarat Dairesi eski Başkanvekili Hanefi Avcı’nın söyledikleriydi. İstihbarat çalışmalarının sonucunu iki yıl sonra “Gazi Olayları’nda Kalaşnikov ile kahveyi tarayan ve olayları başlatan Yeşil’dir. Bu olay kesin provokasyondur. Biz olay sonrası yaptığımız araştırmalarda bu isme ulaştık. Özellikle olayda kullanılan taksinin şoförünün bagaja kilitlenip sonra arabası ile birlikte yakılması eylemi yasadışı bir örgüt işi değildir “478 sözleriyle özetliyordu. Gazi saldırısının, Genelkurmay Başkanı İsmail Karadayı’nın “Asker artık Güneydoğu’dan çekilmelidir” demesinden bir gün sonra, Tansu Çiller’in “İşkence kesinlikle yasaktır” genelgesinin yayımlandığı gününün akşamında tertip edilmesinin altını çizen479 Nam-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

23 ölümün yaşandığı Gazi Olayları nedeniyle yargılanan 2 polisten birine 3 kişiyi öldürmek suçundan 3 yıl 24 ay hapis, diğerine 1 yıl 8 ay hapis verildi. Ailelerin AİHM’e 35072/97 ve 37194/97 numaralarıyla yaptığı başvurular 26 Temmuz 2005 tarihinde sonuçlandı. Türkiye, Gazi Mahallesi’nde ölen 10 iki kişi ile Ümraniye’de ölen 5 kişinin ailelerine toplam 510 bin avro tazminat ödemeye mahkûm edildi.


421

lunun Ucundaki Mahalle kitabının yazarı araştırmacı Orhan Tüleylioğlu’nun bu kuşkuları ve diğer karalık bağlantılarla ilgili veriler hakkında herhangi bir ciddi sonuç çıkmadı. Ancak olaylar sonrasında güvenlik güçlerinin olayları gerekçe göstererek başlattığı operasyon ve sürek avında pek çok hak ihlalinin yapıldığı, pek çok kişinin kanunsuz biçimde işyerlerinden, sokaklardan, duraklardan ve evlerinden sivil araçlarla alınarak sorgulandığı iddiaları ortaya atıldı. Bölge yıllarca baskı ve operasyon bölgesi haline dönüşürken, olaylara katıldığı şüphesiyle gözaltılar ve yasadışı kaçırmalar yaşandı. Bunların içinde Hasan Ocak gibi 21 Mart 1995’te kaçırıldıktan sonra köylüler tarafından 26 Mart’ta Beykoz’da cesedi bulunan faili meçhul kurbanları da oldu.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Cezaevi operasyonları

Kitlesel müdahaleler arasında anılması gereken bir başka konu ise cezaevlerinde yaşananlardı. Devlet aygıtının şiddet dinamiğinde özel bir yere sahip olan cezaevlerinin, 1990’lı yıllarda şiddet mekânı olarak kullanılması da 1980 yılından kalan bir mirastı. Mekânsal kapatma içine alınan politik tutuklu ve mahkûm­ ların siyasal mücadelelerini sürdürdükleri bu mekânlar doğrudan bir şiddetin her veçhesinin uygulandığı alanlar oldu. İktidarın türlü disipliner tekniklerini rahatça uygulayabildiği cezaevleri, politik mahkûmların direnişleriyle karşılaştığında ölümcül mekânla­ ra dönüştü. TİHV 2001 yılına ait yıllık raporunda, cezaevlerinde sistematik olarak uygulanan baskılar ve kötü koşullar neticesinde 1990-2000 yılları arasında 461 kişinin öldüğünü belirtiyordu. Cezaevlerinde direnişler sonucu toplu öldürmeler ve açlık grevleriyle ölüm oruçlarından kaynaklanan ölümler hesaba katıldığında cezaevlerinin 90’lı yıllar boyunca ölümün kol gezdiği yerler olduğu anlaşılıyor. Bu dönemde yapılan hak istekleri için mahkûmların yaptığı açlık grevleri ve ölüm oruçlarında 1993’te 1, 1995’te 2, 1996’da 12 kişi yaşamını yitirdi. 1995 yılında 20’yi aşkın cezaevinde 5 bin kişinin yaptığı açlık grevinde 23 Temmuz 1995’te Fesih Beyazçiçek, 11 Ağustos’ta ise Remzi Altun yaşamını kaybetti. 1996 yılındaki ölüm oruçları Adalet Bakanı Mehmet Ağar’ın çıkarttığı cezaevleriyle ilgili Mayıs Genelgesi yüzünden 43 cezaevinde başlamış, toplam 2174 mahkûm açlık grevi ve 355 mahkûm da ölüm orucuna katılmıştı. Ağar’ın bakanlıktan ayrılmasından ve gerçekleşen 12 ölümden sonra genelge geri çekildi.480 Müdahaleler sonucu


422

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

2000 yılında ironik biçimde adına “Hayata Dönüş“ adı verilen ve 20 cezaevinde aynı anda yapılan operasyonda 30 tutuklu ve 2 asker hayatını kaybetti.

24 Eylül 1996’da Diyarbakır Cezaevi’nde 10 kişi dövülerek öldürüldü, 22 kişi ağır yaralandı. 26 Eylül 1999 tarihinde Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde isyan çıktığı gerekçesiyle yapılan müdahalede ise 10 politik mahkûm öldürüldü. Ancak hem müdahale hem de ölüm oruçları nedeniyle 2000 yılındaki Tufan/Hayata Dönüş Operasyonu’nda meydana gelen toplu kıyım çok büyüktü. 20 Ekim 2000’de hücre tipi cezaevlerine karşı 18 cezaevinde 816 tutuklunun başlattığı süresiz açlık grevleri 19 Kasım 2000 tarihinde ölüm oruçlarına çevrilmeye başlamıştı. 19 Aralık’ta 250 kişinin ölüm orucu, 1000’i aşkın kişinin ise süresiz açlık grevi sürdürdüğü sırada 10 bin güvenlik görevlisinin katıldığı 20 cezaevine birden operasyon düzenlendi. Dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın “İçişleri Bakanlığı olarak bizim Hayata Dönüş Operasyonu’nda bir rolümüz yoktu. Milli Güvenlik Kurulu ve hükümetin kararıyla bu operasyonun yapılmasına karar verildi” 481 biçiminde açıkladığı operasyonda 30’u tutuklu, 2’si asker 32 kişi hayatını kaybetti. 237 kişi yaralanarak hastaneye kaldırıldı. İstanbul 4 Nolu DGM “ölüm oruçları ve F tipi cezaevleriyle ilgili olarak, örgüt propagandası, halkı kin ve düşmanlığa tahrik,


423

suç işlemeye teşvik ve organize suç örgütlerinin korkutma, sindirme ve yıldırma gücünü artırmaya yönelik yayın yapılmasının yasaklanmasına karar” vererek cezaevleriyle ilgili yayın yapan medyaya sansür getirdi. Bu kapalılık içinde uzaktan yapılan canlı yayınlarda verilen operasyonda ağır iş makineleri cezaevlerinin duvarlarını yıkarken, binlerce güvenlik görevlisi tazyikli su, alev makineleri, silah, ağır makineliler, gaz bombaları eşliğinde cezaevlerine girerken görülüyordu. Operasyon sonrası 2 bin tutuklu ve mahkûm başka cezaevlerine sevk edildi. Sevk edilen yerlerde 1656 kişi açlık grevlerini ve ölüm oruçlarını sürdürdüler. Operasyona karşı oluşan tepkiler nedeniyle çıkan olaylarda ise 2 bin 145’i gözaltına alındı, 147 kişi tutuklandı, beş miting yasaklandı, 18 dernek ve kültür merkezi basıldı, 228 yayın toplatıldı. Olaydan sonra da cezaevlerine basın mensupları yaklaştırılmadı, sadece güvenlik güçlerinin geçtiği görüntü ve haberler verildi.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Yanmış yüzler ve cesetlerle hatırlanan “Hayata Dönüş Operasyonu”nda 20 bin bomba kullanıldığı açıklanmıştı. Bunlar içinde kimyasal bomba olduğuna dair iddialar daha sonra açılan davalarda yetkililere suçlama olarak yöneltilmişti.


424

Operasyon sonrasında devam eden açlık grevleri, dışarıdan da verilen desteklerle 7 yıl sürdürüldü. Başlangıcından sonlandırılana kadar 122 ölüm gerçekleşti. 500’den fazla insan da WernickeKorsakoff’a yakalanarak sakatlandı.482 Operasyon sonrası, tutuklu ve mahkûmlardan “devleti zarara uğrattınız” gerekçesiyle para talep edilirken, “F Tipi” cezaevlerine sevk edilen mahkûmlara “görevli memura mukavemetten” ek hapis cezaları verildi. Operasyonu düzenleyenlere dönük suç duyurularına mukabil pek çoğuna valilik dava açma izni vermezken, açılan davalardan da herhangi bir sonuç çıkmadı. Operasyondan sonra Adli Tıp’ta yapılan otopsilerde, ölenlerin hepsinin kurşunlama, zehirlenme, darp, boğulma ve yanma gibi nedenlerle öldüğü tespit edildi. Bazılarının tamamen yanmış olması nedeniyle ölüm sebepleri tek bir nedene bağlanamamıştı. Mahkeme dosyalarında geçen kimyasal silah niteliğindeki bomba kullanıdığına yönelik iddiaları ise ciddi araştırmalara konu olmadı.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


425

Ali İhsan Özkan

19 Aralık Cezaevi Operasyonunda Ölen Tutuklu ve Mahkumlar Cezaevi Ölüm Nedeni Ateşli silah mermi yaralanmasına bağlı kafatası, yüz kemikleri, omur ve Ümraniye. kaburga kırıkları ile mütefarık beyin kanaması sonucu öldü. Vücudunda dördü öldürücü bölgede olmak üzere sekiz mermi bulundu. silah mermisi yaralanmasına bağlı iç organ delinmesinden gelişen Bayrampaşa Ateşli iç kanama Bursa Kendini yakması sonucu öldü.

Alp Ata Akçayüz

Ümraniye

Aşur Korkmaz

Bayrampaşa Yanma ve zehirlenme. Vücudunda ateşli silah mermisi bulundu.

Berrin Bıçkılar

Uşak

Adı Soyadı Ahmet İbili Ali Ateş

Ateşli silah mermi çekirdeği yaralanmasına bağlı iç ve dış kanama.

Fidan Kalşen

Kendini yakması sonucu öldü. Ateşli silah mermi çekirdeği yaralanmasına bağlı etraf kemik kırıklarıyla Bayrampaşa mütefarık büyük damar delinmesinden gelişen dış kanama. Yanı sıra vücudun çeşitli yerlerinde darp ve cebir izleri ile kesik yaraları da mevcut. . Mermi yaralanmasına bağlı büyük damar delinmesinden gelişen dış kanaÜmraniye ma. Çanakkale. Ateşli silah mermi çekirdeği yaralanmasına bağlı iç kanama. silah mermisi yaralanmasına bağlı iç organ delinmesinden gelişen Bayrampaşa Ateşli iç kanama. Çanakkale Kendini yakması sonucu öldü.

Gülser Tuzcu

Bayrampaşa Duman soluması ve karbonmonoksit zehirlenmesi. Tanınmaz halde yanma.

İlker Babacan

Çanakkale

Başa soldan giren gaz bombasının kafatasını kırması ve beyin kanaması.

İrfan Ortakçı

Çankırı

Kendini yakması sonucu öldü.

Murat Ördekçi

Bayrampaşa Ateşli silah mermi çekirdeği yaralanmasına bağlı gelişen iç kanama.

Murat Özdemir

Bursa

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Cengiz Çalıkoparan Ercan Polat Fahri Sarı

Fırat Tavuk

Mustafa Yılmaz

Kendini yakması sonucu öldü. silah mermisi yaralanmasına bağlı iç organ delinmesinden gelişen iç Bayrampaşa Ateşli kanama

Nilüfer Alcan

Bayrampaşa Duman soluması ve karbonmonoksit zehirlenmesi. Tanınmaz halde yanma

Özlem Ercan

Bayrampaşa Duman soluması ve karbonmonoksit zehirlenmesi. Tanınmaz halde yanma.

Seyhan Doğan Sultan Sarı

soluması ve karbonmonoksit zehirlenmesi. Tanınmaz halde Bayrampaşa Duman yanma. cm. çaplı bir cismin güğüs ön duvarına vurulmasıyla göğüs kafesinin Çanakkale 4kırılması.

Şefinur Tezgel

Bayrampaşa duman soluması ve karbonmonoksit zehirlenmesi. Tanınmaz halde yanma.

Umut Gedik

Ümraniye

Yasemin Cancı

Uşak

Akciğer ödemine bağlı solunum yetmezliği sonucu zehirlenerek ölüm.

Yazgülü Öztürk

Kendini yakması sonucu öldü. duman soluması ve karbonmonoksit zehirlenmesi. Tanınmaz halde Bayrampaşa Yanma, yanma.

Halil Önder

Ceyhan

Kendini yakarak hafif düzeyde yaralandı; hastanede kuşkulu biçimde öldü.

Rıza Poyraz

Ümraniye

Haydar Akbaba

Ümraniye

Ateşli silah mermi çekirdeği yaralanmasına bağlı iç kanama. Yanı sıra vücudunda darp ve cebir izleri bulundu. Yanma sonucu ölüm.

Muharrem Buldukoğlu Ümraniye

Yanma sonucu ölüm.


P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


Sonuç yerine

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Kolombiya’da devlet güçleri ve onun desteklediği paramiliter güçlerin muhaliflerle mücadelesinde yüzbinlerce insan öldürüldü. Kolombiya’da devlet destekli olarak sürdürülen bu sürek avında son yirmi yılda 173.183 kişi devlet destekli faşist çetelerce öldürüldü. 34.467 kişi kayboldu. Bundan sorumlu Kolombiya Birleşik Savunma Güçleri Birliği (AUC) adlı faşist çete, barış görüşmeleri çerçevesinde yakın zamanda düzenlenen törenle silah bıraktı. Çete lideri meclise çağrılarak alkışlar altında eylemlerini savunan bir konuşma yaptı. 2 Ekim 1966’da General Suharto önderliğindeki ordu, darbe girişimiyle suçladığı komünistler hakkında ülke çapında antikomünist propaganda başlattı. Yasal bir parti olan Endonezya Komünist Partisi yasaklandı. Kısa zamanda ordu, İslamcı örgüt Ansor gibi örgütler ve devlet destekli çeteler oluşturularak başlatılan antikomünist katliamda, parti üyelerinin dışında, onların aileleri, onlara destek verdiği düşünülen kesimler kontrolsüz biçimde işkenceyle sorgulanmaya ve öldürülmeye başlandı. Şovenist bir furyayla mobilize edilen işsiz güçsüz, serserilerden oluşturulmuş çeteler özellikle Endonezya’da ticari olarak güçlü olan Çinli azınlığa karşı, komünist olup olduklarına bakmaksızın çoluk çocuk topluca katliama giriştiler. 20. yüzyılın en kanlı katliamları arasında gösterilen ve 500.000 ile 1 milyon arasında insanın öldüğü sanılan bu kıyım, 17 Aralık 1966 tarihli Time dergisinde şöyle anlatılıyordu: Komünistler, sol sempatizanlar ve aileleri acımasızca katledildiler. Kırsal bölgede ordu mensupları yakaladıkları binlerce komünisti işkence altında sorguladıktan sonra hapishanelerde infaz ettiler. Yöreye özel


428

uzun saplı bıçaklarla gece insanların evine saldıran Müslüman haydutlar, tüm aileleri öldürüp evlerine gömdüler. Katliam öyle bir hal aldı ki Java kırsalında Müslümanlar kurbanlarının kafalarını sopalara takıp yürüyüşler yaptılar. Cesetler o kadar çoktu ki, Doğu Java ve Sumatra’da ciddi salgın hastalık tehlikesi baş gösterecekti. Bölgede bulunan gözlemcilere göre küçük dere ve ırmaklar cesetlerle kaplandı.*

2012 yapımı The Act Of Killing (Öldürme Eylemi) adlı belgeselde, bu katliamın günümüzdeki durumu açıkça görülüyor. Belgeselde kendilerine özgür adam/gangster adını veren çete üyeleri nasıl işkence yaptıklarını, köyleri nasıl yakıp yıktıklarını, kadınlara nasıl tecavüz ettiklerini ve insanları nasıl katlettiklerini gurur ve neşeyle anlatıyorlar. Bunları yapanların bazılarının vali, belediye başkanı, medya patronu olarak hâlâ sakınmadan büyük bir övgüyle katliamı anlatmaları da işleniyor belgeselde. Tarifsiz bir vahşilikle boğazlanan, günlerce zevk için işkencelere maruz kalarak öldürülen binlerce insana yapılanlar bu coğrafyada da alkışlanmıyor mu? Vücudunda hunharca yapılan işkencenin izlerini taşıyan binlerce insan bu topraklarda yaşarken ve milyonlarca insan kanlı zulümlerin tanığı olarak zihinlerine kazınmış travmanın hatıralarını taşırken buna sebep olan aktörlerin ödüllendirilir gibi hâlâ ülkenin politikalarına yön veriyor olması insani bir problemdir. Bu ülke hâlâ “Yurdumuzun Ermenilerden temizlenişinin 100. yıldönümü kutlu olsun. Şanlı atalarımızla gurur duyuyoruz” diyerek pankart açabilme cesareti gösteren, “Hepiniz Ermeni’siniz, hepiniz piçsiniz” afişi açıp İçişleri Bakanı’nın katılımıyla miting düzenleyen ırkçı grupların olduğu bir ülke. Vatan savunması adı altında kolluk güçleriyle kol kola ırkçı grupların beğenmediği parti binalarını yakabildiği, üniversitede mafyavari gruplar oluşturarak şiddet uyguladığı bir ülke. Bu türden saldırılar gerek devletin üst kademesindeki bürokratlar, gerekse yerel yöneticiler tarafından “milli hassasiyet” nedeniyle hoş görülüyor. Her defasında mağdur olanlar suçlanıyor. Bu topraklarda Maraş’ta katledilen kadın, yaşlı, çoluk çocuğun; Sivas’ta yakılan 32 aydının veya Gazi olaylarında hedef alınarak öldürülen Alevilerin maruz kaldığı şovenist şiddet hâlâ utanç verici olaylar olarak görülmüyor. Tersine, yapanların korunduğu ve alkışlandığı bir söylem hâkim kılınmaya çalışılıyor.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

* http://tr.wikipedia.org/wiki/Endonezya_Kom%C3%BCnist_Partisi


429

1990’lı yıllar boyunca her karışı kanla sulanan Kürt coğrafyası ölüm tarlalarına dönüşmüş, her yanı mezara dönüşmüş. Hâlâ her yandan kemikler toplanıyor. Devlet olanaklarını kullanarak bölgeyi kan nehrine döndüren katillerin neredeyse hiçbiri bu işten sorumlu tutulmuyor. Masum halkı yıllarca acılara boğan, topraklarından sürüp sefil bir hayatın içine atan zorbalar, “Vatanımızı koruduk” sığınağında devlet olanaklarını kullanarak mutlu bir hayat sürdürmeye devam ediyorlar. Sonuç olarak;

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Dünyanın her yerinde evrensel ilke ve tutumları benimsemeyen antidemokratik yönetimler yıllarca bunları yapmıştı. Bazı yönetimler o kadar azıtmıştı ki sahibi olduklarını düşündükleri devleti korumak için öldürüp kaybettikleri insan sayısı bir kent nüfusu kadar olmuştu. Devletlerinin tüm olanaklarını kıyım için seferber etmişlerdi. Kendilerini yüksek maaşlı memur tayin edip, şürekâsına özel araçlar tahsis etmişler, ödenekler almışlar ve dokunulmazlık içinde yaşamışlardı. Evrensel ilke ve tutumların benimsendiği ve demokrasi anlayışının hâkim olduğu bir iklim oluşturulduğunda bir kesim iktidarı ele geçirip devlet içinde gizli örgütlenmeler kurmaya, hiç kimseye hesap vermeden binlerce insanın kanını dökmeye kalkışamayacaktır. Ülkenin sahibi gibi davranamayacaklar; devlet içinde yasalardan, yargıdan ve yürütmeden bağımsız bir şebeke kuramayacaklardır. Bu yönetimler ve şebekeleri, canları sıkıldıkça gece yarısı çıkıp, kendi bedeniyle soğuk yatağını yeni ısıtmış gencecik insanları evlerinden aldılar. Gözlerini bağlayıp sorgulama yaptıkları binalarına getirdiler. Korkudan ve acıdan titreyen masum bedenlere işkenceler yaptılar. Yoruldukça başkasına devredip dinlenme odalarına çay ve sigara içmeye çıktılar. Yaptıkları büyük işin görev aşkıyla tekrar döndüler işlerinin başına. Ellerinden kurtulanlar travma içinde, sakat ve hastalıklarla boğuştu yıllarca. Bazen üşenip öldürdüklerini, sorguladıkları binanın bahçesine gömüverdiler. Bazen “Hem de dolaşırız” deyip daha uzağa götürüp attılar. Kimi zaman ise altlarındaki arabalarda sorguladılar; işkence yaparken nerede öldüyse oraya bıraktılar. Altlarında araba, ceplerinde para, bir şehirden aldıkları genci bir haftada başka bir şehre götürdüler. Her şehre uğrayıp işkence yaptılar. O kadar korku yaydılar ki kimse korkularından karışamadı bu şebekenin işlerine. Yollarda, kırlarda, ormanda canları sıkıldıkça durup işkencelerini


430

sürdürdüler. 17-18 yaşındaki çocukları aylar boyunca ışığın bile giremediği yerlerde sorguladılar; bazı gençleri demirin bile çürüdüğü hücrelerde unuttular. İnsanlara vahşice işkence eden, onları eziyetle öldüren veya sakat bırakan iktidarların yöneticileri ve onların bağlı olduğu görevlilerin toplum içinde hiçbir şey yokmuş gibi yaşamaları, hatta yaptıklarını savunmaları, kutsanmaları ve ödül almaları o topluma yapılan en büyük haksızlıktır. Evrensel ilkelere göre kötüyü savunan, kötüyü yargılamayan ve kötülüğün kutsandığı bir toplumun durumu içler acısıdır. İşte bu nedenlerle topluma ve insanlığa karşı yaptığı hak ihlallerinin sağlıklı biçimde yargılanmasının ayrı bir önemi var. Bu, evrensel insani ilkeleri temel alan, demokrasinin ilkelerinin tamamının ne anlama geldiğini anlamış, herkesin isteyebileceği şeyleri isteyebilen bir anlayış demektir.*

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

* Kara Arşiv, 12 Eylül Cezaevleri, Ali Yılmaz, Metis Yayınları, İstanbul, 2013, s.227-231.


Notlar

I. bölüm: Hegemonik devlet kuramı 1. http://tr.wikipedia.org/wiki/II._Dünya_Savaşı 2. Bilgi için: Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 4. cilt, s. 1274 ve Kapitalizmin Kara Kitabı, çev. Kerem Kurtgözü, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2013. 3. Zepezauer, 1996, s. 80. 4. Çalışma içinde geçen “söylem” kavramı, iktidar ilişkilerine içeriden bakan ve Gramsci iktidar-ideoloji analizleriyle örtüşmeyen Foucault’cu söylem anlamında değil, “ifade” ya da “tez” içeriğindeki sözlük anlamında kullanılmıştır. 5. Marks ideolojiyi, Alman İdeolojisi eserinde, “insanları gerçek toplumsal koşullardan başka yönlere çeken yanılsamalar, çarpıtmalar ve tersyüz etmeler” şeklinde tanımlamakla beraber aynı eserde “egemen sınıfın zihinsel üretim araçlarıyla eşitsiz ilişkileri yeniden üretmesini sağlayan fikirler” olarak görür. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı eserinde ise “bünyesinde sınıf mücadelesinin verildiği toplumsal bilinç biçimlerinin bütünü” olarak ele alır. Olgunluk döneminde Kapital-Meta Fetişizmi eserinde “sistemin kendi çarpıklığı ve altüstlüğünün bilince yansıma biçimi” olarak değerlendirir. Ayrıntılı bilgi için bkz. “Marx’ta İdeoloji: Kapitalizmin. Devrimci Bir Eleştirisinin Olanağı”, Gökhan Atılgan, Praksis dergisi, sayı: 4, 2001, ss. 11-34. 6. Gramsci’nin nötr bir anlamla ele aldığı “ideoloji” kavramının öğretisi içinde negatif anlama gelecek bir yanı daima olmuştur. Çünkü sınıflara ayrılmış bir toplumda çelişki ve çatışmalarla süren sınıf mücadelesinde “ideoloji”, yanılsamalı bir birlik fikrini yaymaktadır. Althusser de özneler yapıların taşıyıcıları olan somut bireyleri, kendi kendilerini kuran özgür ve bilinçli özneler haline getiren ideolojik işlevi, aslında sınıflı bir toplumun yeniden üretimini sağlayan bir mekanizma olarak görür. 7. Althusser, ideolojinin insan zihninin bir ürünü olmadığını, kiliseler, sendikalar ve okullar gibi “devletin ideolojik aygıtlarında” cisimleşmek suretiyle yarı bir varlığa sahip olduğunu iddia eder. Ayrıca ideolojinin bir çeşit toplumsal harç olarak kalıcı bir niteliği olduğuna inanır. (“Siyasal İletişimde İdeolojik Dil”, Emine Kılıçaslan, Trakya Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü yayınlanmamış yüksek lisans tezi, 2008, s. 35.) 8. Habitus kavramı bağlamında Bourdieu Doxa kavramını ideolojiyle ilişkilendirerek benzer bir şekilde tanımlar: “Pek çok şeyi bilmeden kabul ederiz ve bu ideoloji dediğimiz şeydir.” Doxa, üzerinde uzlaşmaya varılmış sorgulanmayan görüşler, inanç ve gelenekler anlamına da gelen Eagleton’ın deyişiyle, “Doxa

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


432

toplumdaki hâkim görüş, mutlak gerçekliktir, artık söylemeye bile gerek olmayandır.” (Türk, 2001, s. 205) 9. İdeolojinin farklı tanımları için bakınız (Sancar, 1997/2008) 10. Güngör, 2001, s. 226. 11. Kurtbağ, 2010, s. 38. 12. “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur; bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.” (Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, Ankara, 2005, s. 39.) 13. “Egemen sınıfların tarihsel birliği devlet içinde gerçekleşir ve onların tarihi, özsel olarak devletin ve devletler grubunun tarihidir. Ama bu birliği sadece hukuki ve politik bir birlik olarak düşünmek yanlış olacaktır. Temel tarihsel birlik, somut olarak devlet ya da politik toplum ile ‘sivil toplum’ arasında organik ilişkilerin sonucudur.” (Gramsci, 1994.) 14. Gramsci, 1994. 15. [Gramsci: Selection from Prison Notebooks, s. 261 aktaran (Gramsci, 1994.)] 16. Gramsci devlet kavramını “politik toplum” anlamında da “genel devlet aygıtı “ anlamında da kullanmıştır. 17. Gramsci, 1994, s. 54-55. 18. Bu ayrımlar Gramsci geleneğini takip eden Althusser’de daha açık ve seçik betimlenmiştir. Althusser’e göre de devlet aygıtı, toplumsal üstyapının iki farklı ve bağlantılı kurumu olan baskı aygıtları ve devletin ideolojik aygıtlarından teşekküldür. Devlet, sınıf egemenliğinin yeniden üretimi sürecinde zorlama ve baskı araçlarının da yardımıyla, tahakküme dayalı siyasal iktidar pratiklerine kurumsal görünüm kazandırılan aygıtlar toplamıdır. Her biri farklı işlevlerle donatılmış olan ordu, polis, yargı, sivil bürokrasi, vb. kurumsal/örgütsel yapılar, verili toplumsal-siyasal düzenin sürdürülmesi amacıyla etkinlik gösteren “devletin baskı aygıtı”nı oluşturur. Baskı aygıtının temel işlevi, iktidardaki sınıf ya da sınıf fraksiyonlarının üstünlüğünü kabul etmeyen toplumsal kesimleri baskı altında tutmaktır: Bu aygıt, “aktif ya da pasif bir şekilde ‘rıza’ göstermeyen gruplar üzerinde ‘hukuksal olarak’ disiplin uygular”; bununla birlikte, zorlama gücü, hegemonik üstünlüğün tehlikeye girmesi ve “kendiliğinden rıza”nın sağlanamaması nedeniyle, ileride ortaya çıkabilecek “yönetim ve komuta” krizleri sırasında devreye girmek üzere, “bütün topluma” yönelik olarak da oluşturulur. Devletin ideolojik aygıtları (DİA) ise din, okul-eğitim sistemi, aile, hukuksal yapı, siyasal partiler, sendikalar, basın, radyo, TV gibi iletişim kurumları; vakıf, dernek ve odalar; edebiyat, spor, güzel sanatlar vb. kültürel aygıtlardır. “(Devletin (Baskı) Aygıtı “zor kullanarak”, “DİA’lar ideoloji kullanarak işlerler.” Devletin ideolo-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


433

jik aygıtları, ideoloji çerçevesinde bireyin özne olarak kurulmasına yardım ederken, ideolojiyi somutlaştırır ve ona maddi varoluş kazandırırlar. Devletin baskı aygıtları son noktada zora dayalı olarak işlev görürken, ideolojik aygıtları emek gücünün rızasını sürekli yeniden üretirler. Modern devlette devletin ideolojik aygıtları ve devletin baskı aygıtı birlikte işlevsellik kazanır. Devletin ideolojik aygıtları, üretim ilişkilerinin yeniden üretimini öznelerin vicdanında sağlayan, “ideoloji” ile işleyen aygıtlardır. (Özbek, 2000, s. 145.) Dolayısıyla egemen sınıf sadece devletin baskı aygıtında değil, aynı zamanda devletin ideolojik aygıtlarında da egemen konumdadır. Althusser’e göre, “hiçbir sınıf Devletin İdeolojik Aygıtları içinde ve üstün­de kendi hegemonyasını uygulamadan devlet iktidarını kalı­cı olarak elinde tutamaz”dı. (Althusser, 2010, s. 172.) Kısacası devlet, toplumun rızasını sağlayarak toplumsal yeniden üretim yapmayı ve hegemonyayı, devletin ideolojik aygıtlarını kullanarak sağlamaktaydı. Althusser, 2010, s. 171. Barrett, 2000, s. 65. Gramscigil geleneğin temsilcisi Poulantzas tarihsel blok ve devlet ilişkisine açıklayıcı yorumlar getirmiştir. Poulantzas’a göre devlet, yalnızca bir sınıfı temsil etmez, farklı sınıf çıkarları devlet aygıtı içinde mevcuttur. Bütün sınıflar ve sınıf mücadeleleri devlet ve devlet aygıtlarının içinde meydana gelir. Poulantzas, devleti kendi aralarında çelişkili olan birçok sınıf ve sınıf fraksiyonun elinde bulunan siyasal iktidar olarak görür. Devlet içinde egemen sınıflar ve bu sınıfların fraksiyonları ittifak kurarak bir iktidar bloğu oluştururlar. Ancak iktidar bloğunun içinde bulunan farklı sınıf fraksiyonları arasında bir çıkar çatışması mevcuttur. Bu nedenle aralarındaki birliği kendiliğinden oluşturamayan iktidar bloğunu, hegemon blok denilen sınıf fraksiyonlarından biri kendi liderliği altında birleştirir. Yönetici sınıf ve egemen sınıf arasındaki ayrımı net olarak Gramscigil geleneğin temsilcisi Poulantzas ortaya konmuştur. Buna göre devlet içinde egemen sınıf olan burjuvazi, her koşulda bizzat iktidarda bulunmak zorunda değildir. Poulantzas, çoğu durumda, siyasal iktidarın herhangi bir burjuva kesimi yerine, bir sınıf özelliği göstermeyen ama bir hedefe yönelik olarak içsel birlikle hareket eden bürokrasinin elinde olmasının bu amaca daha iyi hizmet ettiğini belirtir. Burjuvazi ve devlet arasında nesnel bir ilişki vardır. Bu ilişki aslında “parçalı bir bütün” olan iktidar bloğunun çıkarlarının korunmasına dayanır. (Kılıç A. 2006, s. 10.) Yönetici sınıf ve egemen sınıf arasındaki ayrım Poulantzas (1969, 73-74) tarafından ortaya konmuştur. Kapitalist devlet içinde egemen sınıf olan burjuvazi, her koşulda bizzat iktidarda bulunmak zorunda değildir. Egemenliğini sürmesi açısından bu gerekli de değildir. Burjuvazi ve devlet arasında nesnel bir ilişki vardır. Bu ilişki aslında “parçalı bir bütün” olan iktidar bloğunun çıkarlarının korunmasına dayanır. Poulantzas, çoğu durumda, siyasal iktidarın herhangi

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

19. 20. 21.

22.

23.


434

24. 25. 26. 27.

bir burjuva kesimi yerine, bir sınıf özelliği göstermeyen ama bir hedefe yönelik olarak içsel birlikle hareket eden bürokrasinin elinde olmasının bu amaca daha iyi hizmet ettiğini belirtmektedir. Kısaca yönetici sınıf kavramı, sınıfsal kökeni sorgulanmaksızın, somut siyasal iktidarı elinde bulunduran kesimi ifade etmektedir. Metin içinde de bu anlamda kullanılmıştır. (Kılıç A. 2006, s. 10.) Gramsci, 1994. Gramsci, 1994. Gramsci A., Modern Prens, 1984, s. 91. Kılıç A., 2006, s. 20.

II. bölüm: 90’lara doğru toplumsal muhalefet

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

1 . Yükselen toplumsal muhalefeti engellemek için pek çok 12 Eylül uygulamasına son verilmemişti. Zira 13 Ocak 1986 tarihinde “işkenceye cezanın artırılması” ve “sorguda avukat hazır bulundurulması” önerisi TBMM tarafından reddedildi. 2 . Bu iki sendika 1995 yılında birleşerek Eğitim-Sen Sendikası’nı kurdu. 3. Aslan, M. ve G. Kaya, “1980 Sonrası Türkiye’de Siyasal Katılımda Sivil Toplum Kuruluşları,” Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi Ve İdari Bilimler Dergisi, cilt no 5, sayı 1, s. 213-223, 2004,s. 220. 4 . Cumhuriyet gazetesi, 20 Nisan 1989, s. 9. 5 . YÖK Başkanvekili Kemal Karhan’ın Anka Ajansı’na yaptığı açıklama. Cumhuriyet gazetesi, 5 Ocak 1987. 6 . 15 Nisan 1987 tarihinde TBMM Milli Eğitim Komisyonu Başkanı tarafından yasa geri çekildi.http://www.barikat-lar.de/barikat/birincibar/3/gencligin.htm Şubat 1992. 7 . Genelkurmay Başkanlığı İstihbarat Başkanlığı’nın açıklaması. Cumhuriyet gazetesi, 1 Ocak 1986. 8 . Bu rakamlar İçişleri ve Genelkurmay Başkanlığı’nın açıkladığı resmi rakamlardır. Cumhuriyet, 24 Şubat 1987. 9 . Hürriyet gazetesinin 23 Haziran 1987 tarihli nüshasında katliamla ilgili bazı sorular gündeme getirildi. Bunlardan önemli bazıları şöyleydi: “Eşkıya dağdan geldiyse, sınırdan en az 25-30 km içerdeki köye kimseye görünmeden nasıl ulaşabildi? Katliam bu kez düzlük bölgede gerçekleşti. Buna rağmen müdahalede neden gecikildi? Jandarma resmi açıklamadaki gibi köye 12 dakika sonra geldiyse, bu kısa sürede eşkıya ne kadar süre uzaklaşabilir? Hainlerin sınırı aşmaları oldukça güç görünüyor. İçerdeler ise nerede ve nasıl saklanıyorlar? Olaydan sonra Bakanlar Kurulu alışılmışın tersine neden derhal toplanmak ve tavır belirlemek gereği duymadı? Pınarcık’ta daha önce de hain pusu yaşanmıştı. O halde özel koruma neden yoktu? 60 kadar militan nasıl olur da kolayca gizlenebilir. Yoksa istihbaratımız yetersiz mi kaldı? Bölücüler eğer iddia edil-


435

diği gibi komando kıyafetli ise, bunları nereden buldular?” Özel Harekât timinde görev yapan Ayhan Çarkın 22 Mart 2011’de Dicle Haber Ajansı (DİHA) muhabirlerine açıklama yapıp olayla ilgili şunları söyleyecekti: “O zaman oradaydım, olay yerine gittim. Bir buçuk yaşındaki bebeğin kanı avucuma düştü. ‘PKK yaptı’ diyorlardı, ama bu katliamı JİTEM yaptı.” 10 . 27 Ekim 1983 tarihinde yürürlüğe giren 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanunu’na ek olarak 10 Temmuz 1987’de kanun hükmündeki kararnameyle Olağanüstü Hal Bölge Valiliği kuruldu. 11 . Kongar, 1998, s. 641. 1 2. http://www.jandarma.gov.tr/asayis/gecici_korucu.doc 13 . Cihat Akyol, Ayaklanma Karşı Koyma Harekâtında Psikolojik Harp, s. 46. 1 4. http://www.halksahnesi.org/soylesiler/neogladio1/neogladio1.htm 15 . http://www.zaman.com.tr/gundem_iste-jitemin-belgesi_822639.html, http://www.radikal.com.tr/turkiye/ve_devlet_jitemi_resmen_kabul_etti-1055684 1 6. http://marksist.org/tarihte-bugun/11690--4-haziran-1990-turkiye-birlesikkomunist-partisi-tbkp-resmen-kuruldu 17 . http://www.tbmm.gov.tr/kutuphane/siyasi_partiler.html 18 . Akşin, 2003, s.90. 19 . Bunlardan biri “Ana Gerilla Birliği” adıyla anılan ve Devrimci Yol’a bağlı gruptu. Devrimci Yol’un merkezi olarak çökertilmesinden sonra, yerelde baskıyla karşılaşıp şehirlerde faaliyetlerini sürdüremeyen dağınık gruplar 1982 yılında çekirdek grup olarak kır gerillası faaliyeti başlattılar. 1985 yılında merkezi bir yapıya dönüşemeden kır faaliyetlerini sona erdirerek dağıldılar. TİKKO ise bütün kentlerdeki ilişki ağını ve örgütlenmesini yakalanmalar sonucu kaybettiği halde, darbeden sonra Tunceli civarındaki kır gerillalarını korudu. Detaylı bilgi için “Vehbi Ersan, 1970’lerde Türkiye Solu, İletişim Yayınevi, 2013” 20 . Milliyet gazetesi, 8 Haziran 1989 tarihli nüshanın birinci sayfası. 21 . http://www.ihd.org.tr/index.php/baslamalarinmenu-77/genel-merkez/2551-astos-genelgesn-1-yild.html 22 . 1990 yılına kadar açlık grevi ve ölüm oruçlarında, 20 Nisan 1981’de Ali Erek, zorla yedirilen bir ekmeğin yemek borusunu kesmesi nedeni ile öldü. 1982 yılında Diyarbakır Cezaevinde Kemal Pir 7 Eylül, Hayri Durmuş 12 Eylül, Akif Yılmaz 15 Eylül ve Ali Çiçek 17 Eylül 1982 günü; Orhan Keskin ve Cemal Arat 1984 yılı başlarında açlık grevlerinde yaşamlarını yitirdiler. Aynı yılın Haziran ayında Sağmalcılar Cezaevi’nde Abdullah Meral, Fatih Öktülmüş, Haydar Başbağ, Hasan Telci açlık grevi nedeniyle yaşamını kaybederken, 1988 Şubatı’nda Diyarbakır’da Mehmet Emin Yavuz; 1989 yılında Eskişehir’den Aydın’a yapılan sürgünü protesto etmek için gidilen açlık grevinde Hüsnü Eroğlu ve Mehmet Yalçınkaya 2 Ağustos 1989 günü yaşamlarını yitirdiler.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


436

III. bölüm: 1990’ların karanlık vardiyası 1. 2. 3. 4. 5. 6.

Althusser, 2010, s. 158; Sancar, 1997/2008, s.50-55. Althusser, 2010, s. 170-171. Gramsci A., Hapishane Defterleri Seçmeler, 1986, s. 273. Weber, 2006, s. 132. Burak Eldem, “Baskı, hegemonya ve ‘Yeni tarihsel blok’”, http://yeniozgurpolitika.com/index.php?rupel=nuce&id=4588, 11 Aralık 2011. Akça & Paker, Türkiye’de Ordu Devlet ve Güvenlik Siyaseti, 2010; TSK’nın iç siyasete müdahalesinin bir aracı olarak yapılan darbelerin tümü, iç siyasette var olan bir düşman ve tehdit algısı üzerinden yürütüldü. Daha geniş bir tartışma için İsmet Akça’nın bu kitaptaki yazısına bakınız. Benzer bir biçimde Gencer Özcan da bu kitapta yer alan yazısında, ulusal güvenlik söyleminde iç tehdit unsurunun kurucu yerine dikkat çeker. Cumhuriyet, 25 Aralık 1993. Milliyet, 26 Eylül 1992. 2935 Sayılı OHAL Kanunu 413 nolu Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile 10/4/1990’da; 421 nolu KHK ile 13/4/1990’da; 424 nolu KHK ile 10/5/1990’da; 425 nolu KHK ile 10/5/1990’te; 427 nolu KHK ile 15/6/1990’da; 3842 nolu KHK ile 1/12/1992’de değişiklik olmuştur. “PKK Terör Örgütü (Tarihsel ve Siyasal Gelişim Süreci Bakımından İncelenmesi)”, Türkmen Töreli, SDÜ, Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi, Isparta, 2002, s. 149. Güvenlik söylemi konusuyla ilgili konuşurken Foucault’nun “güvenlik iktidarı” kavramını da burada anmak gerekiyor. Foucault her ne kadar, burada ele aldığımız kapsamda devlet iktidarını “fail” gibi ele almasa da, onun yaşamın içinde süregiden ilişki odaklarını çözümlediği iktidar teorisi konuyla ilgili açıklayıcı perspektife sahiptir. John Lockedan alıntı Neocleous, 2010, s. 29. Neocleous, 2010, s. 29-46. Adam Smith’den aktaran Neocleous, 2010, s. 35. Ali Bayramoğlu, “Asker ve Siyaset”, Birikim dergisi, sayı:160-161, ss.28-48, 2002. Milliyet gazetesi, 4 Mart 1997. “MGK Kabine Gibi”, Milliyet gazetesi, 6 Nisan 1991. Karahanoğulları, 1998. Sabah gazetesi, 22.11.2010 tarihli haberinde Askeri Yüksek İdare Mahkeme­ si’ne (AYİM) giden konu, askeri savcının “Okuldan atılma yerindedir” mütalaasına karşılık, beş kişilik mahkeme heyetince 3/2 oyçokluğuyla çıkarılma işleminin hukuka aykırı olduğu kararıyla sonuçlanmıştı. Bayramoğlu, 2010.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö 7. 8. 9.

10.

11.

12. 13. 14. 15. 16. 17. 18. 19.

20.


437

21. Bayramoğlu, 2010. 22. Brwnlee’nin devletin şiddet aygıtlarına tam nüfuz sağlayan iktidarların egemenliği devam ettirme becerisine sahip olduğu hakkındaki görüşleri Gramsci’nin egemen sınıfın krizi yönetme yeteneğinin olduğuna dair görüleriyle beraber düşünülmelidir. 23. Cogito, Kış-Bahar 1996, s. 292. 24. Aygan, Röportaj, 2009a. http://webcache.googleusercontent.com/ search?q=cache:C4dZFToAsYoJ:www.taraf.com.tr/yazilar/nese-duzel/ abdulkadir-aygan-olmedi-hastaneden-alipyine/3733/+&cd=2&hl=tr&ct=clnk 25. Kavram, Bourdieu’nün, sembollerin ve dilin, egemen gruplar tarafından düzenlenip sınıflandırılarak ta­hakküm altındaki sınıflara empoze edilmesini ve tahakküm biçimlerinin sembolik karakterini anlatan “sembolik şiddet” gibi özel anlamında kullanılmamaktadır. Çıplak şiddetin yarattığı etkileri de içeren dolaylı şiddet anlamında kullanılmaktadır. 26. Fırat, 2014; İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır Şubesi’nin hazırladığı toplu mezar haritası için bkz. http://www.ihddiyarbakir.org/Map.aspx

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

IV. bölüm: 90’larda devlet aygıtı

1. Rıza Üretme Aygıtları Anderson, 1988, s. 27. 2. Başbakan T. Özal’ın Resmi Geziler-Tesis Açılışları ve Toplantılarda Yaptığı Konuşmalar (13.12.1988-21.10.1989), 1989, s. 56. 3. Pasif devrim, zor eksenli mücadeleden çok ideolojik, kültürel, etik, dil, vb. figürler üzerine süren “ikna” mücadelesidir. 4. Paker, Dış Tehditten İç Tehdide: Türkiye’nin Doksanlara Ulusal Güvenliğin Yeniden İnşası, 2010, s. 440. 5. Yönetici sınıf ve egemen sınıf arasındaki ayrım Poulantzas (1969:73-74) tarafından ortaya konmuştur. Kapitalist devlet içinde egemen sınıf olan burjuvazi, her koşulda bizzat iktidarda bulunmak zorunda değildir. Egemenliğini sürmesi açısından bu gerekli de değildir. Burjuvazi ve devlet arasında nesnel bir ilişki vardır. Bu ilişki aslında “parçalı bir bütün” olan iktidar bloğunun çıkarlarının korunmasına dayanmaktadır. Poulantzas, çoğu durumda, siyasal iktidarın herhangi bir burjuva kesimi yerine, bir sınıf özelliği göstermeyen ama bir hedefe yönelik olarak içsel birlikle hareket eden bürokrasinin elinde olmasının bu amaca daha iyi hizmet ettiğini belirtmektedir. Kısaca yönetici sınıf kavramı, sınıfsal kökeni sorgulanmaksızın, somut siyasal iktidarı elinde bulunduran kesimi ifade etmektedir. Metin içinde de bu anlamda kullanılmıştır. “1980’den Sonra Türkiye’de Sosyalist Partilerin Siyaset Anlayışı”, A. Zeynep Kılıç, AÜ, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2006, s. 9. 6. Özbek, 2000, s. 145. 7. Güvenç, Şaylan, & Diğerleri, 1987, s. 13.


438

8. A. g.e., s. 13. 9. Metin Eriş, Yelkovanın Ucundan Düşen Takvim Yaprakları c 1, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 2011, ss.326-327; Servet Armağan, Din, Vicdan Hürriyeti ve Lâiklik Milli Eğitim ve Din Eğitimi İlmi Semineri, Aydınlar Ocağı Yayınları, İstanbul, 1981, ss.177-183. 10. Faik Bulut, “Sağ kanat tarihçiliğinin illeti”, Cumhuriyet Kitap, 11/01/2001, s. 14. 11. Rıfat Okçabol, “Neden şaşırıyoruz?”, http://haber.sol.org.tr/yazarlar/rifat-okcabol/neden-sasiriyoruz-57558, 27 Temmuz 2012. 12. Milli Kültür Raporu, DPT Yayını, 1983, s.141, 514, 515, aktaran Güvenç, Şaylan, & Diğerleri, 1987. 13. Cumhuriyet gazetesi, 15 Eylül 1984. 14. Yalçın, 1984, s. 13. 15. MEB, Onuncu Milli Eğitim Şûrası, İstanbul 1991, s. 5-6. 16. İnal, 1996, s. 23. 17. Şen, 2005. 18. Çarkoğlu & Binnaz Toprak, 2006. 19. “Türk Toplumunda Cemaat Algısı” Araştırması, ANDY-AR Sosyal Araştırmalar Merkezi, Mart 2011 (http://andy-ar.com/wp-content/uploads/2011/01/Cemaat-raporu-tumu.doc) 20. Yusuf Ziya Özcan, “Ülkemizde Cami Sayıları Üzerine Sayısal Bir İnceleme”, İslami Araştırmalar Dergisi, cilt: 4, No: 1, s: 5-20. Aktaran Can Dündar, Milliyet, 18 Şubat 2008. 21. http://haber.stargazete.com/guncel/turkiye-degerler-atlasi-2012-arastir­ masindan-ilginc-sonuclar/haber-693888, 2/10/2012 22. http://www.bilgi-rehberi.com/kanunlar/kanun5765uc-117.html; http:// www.ozgurlukdunyasi.org/arsiv/301-sayi-232/985-terorle-mucadelemahkemeleri; 23. Katoğlu, 1994, s. 255 24. http://www.csgb.gov.tr/csgbPortal/ShowProperty/WLPyüzde 20Repository/ csgb/dosyalar/kitap/kitap02_6356 25. http://www.mevzuat.gov.tr/Metin.Aspx?MevzuatKod=7.5.9897&MevzuatIlisk i=0&sourceXmlSearch=disiplinyüzde 20yönetmeliği 26. www.sabah.com.tr/fotohaber/gundem/12_eylul_magduru_subaylar_anlati yor?tc=27&page=14&albumId=21765 27. Ordudan atmalar, 926 sayılı TSK Personel Kanunu’nun 94/b maddesinin “disiplinsizlik veya ahlaki durum sebebiyle ayırma” hükmü ile bu kanuna istinaden 27 Aralık 1998 tarihli 23566 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Subay Sicil Yönetmeliği’nin 91/f maddesi ile 28 Aralık 1998 tarihli 23567 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Astsubay Sicil Yönetmeliği’nin 60/f maddesinin “Tutum ve davranışları ile yasadışı siyasi, yıkıcı, bölücü, irticai ve ideolojik görüşleri benimsediği, bu gibi faaliyetlerde bu-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


439

lunduğu veya karıştığı anlaşılanlar” hükmüne dayandırılmıştır. 28. http://www.egitimbirsen.org.tr/ebs_files/files/dosya/2014Basınaciklamasi/2 8yüzde 20Şubatyüzde 20Raporu_Basınyüzde 20Bülteni.doc 29. Arena gazetesi (http://www.arenagazetesi.com.tr/default.asp?page= haber&id=82537 ), 03 Aralık 2012 tarihli “Darbe komisyonu raporu-7”yazına göre, “RTÜK tarafından 1995-2003 yılları arasında özel radyo ve televizyon kuruluşlarına 180 adet ceza verildi. Bu cezaların 68 tanesi uyarı, 99 adedi ise kapama cezası idi. 2 yayın kuruluşunun yayın izni ise iptal edilmişti. Ceza verilen yayın kuruluşlarının toplam sayısı 37’si radyo, 8’i televizyon olmak üzere 45’tir.” 30. Darbeden sonra çıkan müzik dergisi HEY’de bazı sanatçıların görüşleri şöyleydi: Ferdi Tayfur: “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ülke yönetimine el koymasına çok sevindim. Yeni yönetimin tüm ülkemize, tüm insanlarımıza hayırlı, uğurlu olmasını diliyorum.” Bülent Ersoy: “Son derece memnunum. Başta Evren Paşa olmak üzere tüm rütbeli ve rütbesiz büyüklerime ve arkadaşlarıma teşekkürüm sonsuzdur. Bu arada, bir sanatçı olarak benim de bir görevim varsa, hemen ifaya hazırım.” Zerrin Özer: “Bekliyordum. Çok sevindim.” Türkan Şoray: “Hayırlı olsun ülkemize.” 31. Akşam gazetesi, 19.09.2009, Ali Ekber Ertürk’ün Ertürk Yöndem Röportajı. 32. http://www.diclehaber.com, “TRT’nin ‘Perde Arkası’nda infaz!“, 7 Haziran 2010. 33. Gramsci A., Hapishane Defterleri, 1986, s. 29. 34. Söğüt, 2010. 35. Birgün, Ümit Alan, 25 Eylül 2013. 36. http://www.milliyet.com.tr/1997/09/15/siyaset/12dizi.html 37. Habertürk ‘ün 4 Nisan 2012’de yayımlanan “12 Eylül’de Evren’e övgü mektubu atan gazeteciler” haberi; http://www.haberturk.com/gundem/haber/731130kenan-evrene-ovgu-dolu-mektuplar 38. Ural, 2010, s. 103. 39. Ural, 2010, s. 320. 40. “Terör ve irticaya” dönük mücadele kapsamında basına dönük sansür kanunu 10 Mayıs 1990 tarihli 424 sayılı “Şiddet Olaylarının Yaygınlaşması ve Kamu Düzeninin Ciddi Şekilde Bozulması Sebebine Dayalı Olağanüstü Halin Devamı Süresince Alınacak ilave Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararname”nin 1. maddesinin (a) bendiydi. Buna göre, “Bölgedeki faaliyetleri yanlış aksettirmek veya gerçek dışı haber ve yorumlar yapmak suretiyle bölgedeki kamu düzeninin ciddi şekilde bozulmasına veya bölge halkının heyecanlanmasına neden olacak veya güvenlik kuvvetlerinin görevlerini gereği gibi yerine getirmelerini engelleyecek şekilde yayımlanan her türlü basılmış eser hakkında Olağanüstü Bölge Valisinin teklifi veya görüsü alınarak İçişleri Bakanınca bunların bölge içinde veya dışında basılmış olup olmadığına bakılmaksızın; basılmalarını, çoğaltılmalarını, yayınlanmalarını ve dağıtılmalarını süreli veya süresiz yasaklamak, gerektiğinde bunları basan matbaaları kapatmak” şeklindeki ifade mu-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


440

halif basınla mücadeleyi kolaylaştırıcı hale getirmişti. Basın üzerindeki baskılamayı düzenleyen ifadeler aynı yıllarda Terörle Mücadele Kanunu’nun “Devletin Bölünmezliği Aleyhinde Propaganda” başlıklı 8. maddesinde, “Hangi yöntem ve maksat ve düşünceyle olursa olsun Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı hedef alan yazılı ve sözlü propaganda yapılamaz... Propaganda suçunun 5680 sayılı Basın Kanunu’nun 3. maddesinde belirtilen “mevkuteler vasıtasıyla işlenmesi halinde, ayrıca sahiplerine de mevkute bir aydan az süreli ise, bir önceki ay ortalama satış miktarının; mevkute niteliğinde bulunmayan basılı eserler ile yeni yayına giren mevkuteler hakkında ise, en yüksek tirajlı günlük mevkutenin bir önceki ay ortalama satış tutarının yüzde doksanı kadar ağır para cezası verilir...” basına karşı baskıyı hükme bağlanıyordu. 41. İHD verilerine göre. 42. TBMM, 2012, s. 135-145. 43 http://www.tuncayozkan.com/?p=938 44. Arar & Bilgin, 2010. 45 “Türkiye’ye Sahip Çık! Demokrasi İçin Mücadele Et!” adıyla 5 Ocak 1997 tarihinde Ankara’da yapılan mitinge yüz bine yakın insan katılmıştı. Burada konuşan Türk-İş Başkanı Bayram Meral, “Mollalar laik sistemi asla değiştiremez. Bu çağdaş ülkenin güvencesi bizleriz” demişti. Milliyet gazetesi, 6 Ocak 1997. 46. Sabah gazetesinin 11 Ocak 1997 tarihli haberine göre “Konut’ta iftar”ın davetliler listesi: Kemal Kaçar (Süleyman Hilmi Tunahan Efendi’nin damadı), Fethullah Gülen Hocaefendi, Enver Ören (Türkiye gazetesi sahibi), Mahmut Ustaosmanoğlu (İsmailağa Cemaati), Tahir Büyükkörükçü (âlim, vaiz), Prof. Dr. Esat Coşan (İskenderpaşa Cemaati), Doç. Dr. Raşit Küçük, Prof. Dr. Said Yazıcıoğlu, Mehmet Nuri Yılmaz (Diyanet İşleri Başkanı), Lütfi Doğan (Diyanet İşleri eski Başkanı), Ahmed Yaşar Hocaefendi (âlim), Kemal Güran, Abdülbaki Efendi (Menzil Cemaati), Haydar Baş (Kadiri Cemaati), Said Özdemir (Bediüzzaman Said-i Nursi’nin talebesi), Mehmed Kırkıncı Efendi, Mehmet Kutlular (Yeni Asya gazetesi sahibi), Sefer Efendi (Cerrahi), Akif İnan, Dârendevi Efendi, Halkalı Caferi Cemaati temsilcisi, Asım Köksal Hocaefendi, Şeyh Nazım Kıbrisi, Mehmet Emin Er Hoca, Mehmet Emin Halveti, Dr. Emin Acar, İsmail Turan Efendi, Ankaralı Ömer Efendi, Abdullah Büyük Hoca, Hüsnü Aktaş, Rıza Çöllü, Halil Gönenç, Mehmet Savaş, Emin Saraç, Ali Rıza Demircan, Mahmut Vanlıoğlu, Abdullah Çetin Faruki, Abdullah El-Cizrevi Efendi, Hacı Galip Efendi, Hüseyin Aksarayi Efendi, Ali Küçüker, Molla Bahri Tunç, Baran Yüksel Hoca, Mehmet Nayir Efendi, Hacı Hasan Burkay Efendi, Ali Ramazanoğlu (Yahyalılı), Hikmet Tuzkaya Efendi, Doç.Dr. İrfan Gündüz, Abdürrahim Reyhan Efendi, İhsan Tamgüney Efendi, İsmail Karakaya (Din. Gör. Federasyonu Başkanı). 47. Resmi ideoloji ve devlet iktidarının kullandığı dinsellik söylem 90’larda zor aygıtını devreye sokan hâkim fraksiyonlar tarafından kullanılamayacak hale gelmişti. Muhalif bir kimlik olarak siyaset arenasına çıkmış siyasal İslam, dini söy-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


441

lemin asıl sahibi gibi davranmış, devletin bu jargonla irtibatını kesmişti. 48. 1990 yılında İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne Mehmet Ağar getirilirken 1993’te onun Emniyet Genel Müdürü olmasıyla bu görevi 1995 yılına kadar Necdet Menzir sürdürdü. OHAL Valisi Hayri Kozakçıoğlu ise 1991- 1995 döneminde İstanbul Valisi olmuştu. Ağar, 16 Ocak 997 tarihinde (TBMM, 1996) verdiği ifadesinde o dönemi: “Ben Emniyet Genel Müdürlüğü’ne atanmadan bir ay önce 33 askerimiz Bingöl yolunda şehit düştü. PKK’nın sözde ateşkesinin ardından yoğun eylemler başladı; büyük kentlerde patlamalar oluyor insanlar öldürülüyordu” şeklinde anlatarak kurulan yeni emniyet yapısının gerekliliğini savunmuyordu. 49. Hürriyet gazetesi, 13 Şubat 2000. 50. Milliyet, 4 Kasım 1993. 51. Hürriyet gazetesi, 28 Nisan 1994. 52. Cumhuriyet gazetesi, 23 Mart 1995. 53. Emek gazetesi, 12 Mart 1997. 54. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), 2001, s. 89. 55. Tim 3 içinde yer alan polislere yönelik ortaya atılan pek çok işkence iddiası nedeniyle dört polis ceza almıştı. Ancak cezaları ertelenmişti. Önce 1999’da öldürülen Süleyman Yeter’in ailesine 112 bin avro tazminat, ardından tecavüze uğrayan Asiye Zeybek Güzel için tazminat kararı veren AİHM, Arif Çelebi, Mukaddes Çelik, Sultan Arıkan Seçik, Bayram Namaz, Sedat Şenoğlu ve Necati Abay adlı altı işkence mağduruna işkence yapan polislerin cezasını ertelediği için Türkiye’yi 33 biner avro maddi ve manevi tazminat ödemeye mahkûm etti. 56. 1999 yılında yeniden gözaltına alınan sendikacı Süleyman Yeter, gözaltında yaşamını yitirmişti. 57. Asiye: İşkencede Bir Tecavüz Öyküsü, Asiye Zeybek Güzel, Ceylan Yayıncılık, 4. baskı, İstanbul 2000’den aktaran “Tecavüzü yazmıştı”, Taraf gazetesi, 23 Temmuz 2012. 58. “Tecavüzcüler ödüllendirildi”, Güler Can-Hülya Emeç, DİHA, 25/07/ 2012; http://www.yuksekovahaber.com/haber/tecavuzcu-ve-katil-odullendiril­ di-79555.htm 59. Bia Haber Merkezi, s. 27 Temmuz 2012. 60. “Zincirleme İşkence”, Milliyet gazetesi, 28 Haziran 1999. 61. Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’nun kurucuları arasında bulunan Avukat Emire Eren Keskin, İnsan Hakları Derneği ve çeşitli insan hakları organizasyonunda yer alan bir aktivist olarak gözaltında tecavüz vakalarıyla ilgili önemli çalışmalar yapmış, raporlar hazırlayarak kitaplar yazmıştır. “Tecavüz” konusunda önemli çalışmalar yapıp kamuoyuna veriler sunmuştur. Eren Keskin hakkında insan haklarıyla ilgili çalışmalarından dolayı şimdiye dek yüze yakın dava açılmıştı 62. “Devlet Kaynaklı Cinsel Şiddet”, Eren Keskin, PolitikART dergisi, sayı: 119, 6 Temmuz 2013.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


442

63. Keskin & Yurtsever, 2006, s. 383. 64. Bu davanın ardından AİHM’e başvurusu olan 25 tecavüz ve taciz şikâyetinden bazıları şunlardı: 1996 yılında Zelal Saraç ve Temmuz 1999 tarihinde Eva Junke;. Zeynep Avcı dosya no: 37021/97; 1999 yılında, Hüsniye Tekin dosya no: 50971/99; Güneş Baltaş dosya no: 50988/99; Mızgin Firik dosya no: 45443/99; Ayşe Arda dosya no: 49235/99; Özlem Alpaslan dosya no: 52663/99; Gülizar Gül dosya no: 51048/99; Meryem Avcı dosya no: 52900/99. 2000’de üç başvuru, Dilek Yılmaz dosya no: 58030/2000; Azime Işık dosya no: 63900/2000 ve Neşe Kılıçgedik dosya no: 55982/2000; 2001’de dört başvuru, Fatma Tokmak dosya no: 65354/2001; Kazı Özlü dosya no: 71795/2001; Fatma Karakaş ve Derya Bayır aynı dosya no: 74798/2001 Mukadder Ateş ve Süheyla Sever ise aynı dosya içinde 14 Mart 2002 tarihinde şikâyette bulundu. Bunların dışında Emine Yaşar, dosya no: PP.20232; Dilek Akdemir dosya no: PM 17228; Eylem Çevik dosya no: PM 18456; Emine Çağlayan dosya no: PN 90033; Songül Polat dosya no: PM l5459; Nazan Seymener ve Pınar Özer aynı dosya içinde PN 10395 başvurular olmuştu.(“AİHM’e 1 değil 25 tecavüz ve taciz başvurusu var”, Necdet Açan, 13-05-2002, azetem.net’den http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTip ID=5&ArsivAnaID=7260 65. ETHA, s. 25 Kasım 2010. 66. Çiğci, 2002. 67. “Bitmeyen bir kâbus gibi”, Sabah gazetesi, 30 Haziran 2001. 68. “Nazlı Hemşire’nin müthiş zaferi”, Nuray Babacan, Hürriyet, 31 Mayıs 2001. 69. “Mağdurlar Anlatıyor, Nevin Cerav”, Pazartesi dergisi, sayı: 57, Aralık 1999, s. s.23 70. A.g.y. 71. Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Hayır Kurultayı, 2000. 72. “Görsem korkudan titrerim”, Aysun Yazıcı, Taraf gazetesi, 18 Ağustos 2012. 73. A.g.y. 74. Gözaltı sonrası süreçte işkencenin gizlenmesi süreciyle ilgili Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın 1998 ve 1999 yıllarında tedavi ve rehabilitasyon merkezlerine başvuran 406’sı kadın, 916’si erkek toplam 1322 kişinin bir arada incelenerek yaptığı araştırma önemli veriler sunuyor. Bu incelemede, adli muayenesi yapılan 711 kişiden, 570’i (yüzde 80,2) muayene sırasında güvenlik güçlerinin muayene ortamı dışına çıkarılmadığını, 568’i (yüzde 79,9) gerektiği gibi muayenesinin yapılmadığını, 511’i (yüzde 11.,9) bulgularla uyumlu rapor düzenlenmediğini belirtiyordu. Gözaltı sonrası adli prosedür içinde yapılan muayene sonucunda, işkence görmediğine dair rapor düzenlenen ya da adli tabip karşısına hiç çıkarılmayan 102 kişi (yüzde 7,7) daha sonra kendisi girişimde bulunarak işkence gördüğünü tıbbi raporla belgelemeyi başardığını ifade ediyordu. Rakamların yüksekliği resmi genelgeler ve düzenlemelere karşın adli muayene süreçlerinin de dahil olduğu işkenceyi gizleme mekanizmasının olduğunu gösteri-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


443

75. 76.

77. 78. 79. 80. 81. 82. 83. 84. 85.

yor. Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezleri Raporu, 2001, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), Ankara, Eylül 2002, s. 98. Cumhuriyet gazetesi, 9 Aralık 1996, s. 4. “İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Sedat Selim Ay, tescilli işkencecimdir”, Necati Abay, Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP) 5 Temmuz 2013; http://tutuklugazeteciler.blogspot.com.tr/2013/07/istanbul-emniyet-muduryardmcs-sedat.html, erişim tarihi; 17/04/2014 İşkence Dosyası Gözaltında ya da Cezaevinde Ölenler (1980-1995), Türkiye İnsan Haları Vakfı (TİHV), Ankara, 1996. Cumhuriyet, 4 Mart 2000. Evrensel, 21 Haziran 1995. Cumhuriyet, 6 Aralık 1995. Yeni Yüzyıl, 4 Nisan 1996. Milliyet, 26 Ağustos, 1990. Özgür Politika, 27 Şubat 1997. Ortadoğu gazetesi, 26 Eylül 2002. İHD yöneticisi sanıklar Akın Birdal, Hüs­nü Öndül. Selahattin Esmer, Gülten Felekoğlu, Nazmi Gür, Erol Akar, Nebahat Akkoç, Abdullah Çağer, Abdulhamit Toprak, Tu­ran Demir, Alp Ayak, Yeşim İşle­yen, Nihat Bulut, Ercan Kanar, Sefahat­tin Esmer, Ümit Erkol, Müjgân Arslan’dı. Cumhuriyet, 7 Mart 1996. Sakık’ın söylediği iddia edilen sözleri şöyleydi. “Basın mensupları içinde de örgütün parayla yazdırdığı ya da konuşturduğu çok ünlü kişiler bulunmaktadır. Bazılarını da parayla satın alabileceğini düşünür. Bunlara örgütte eyyamcılar denir. Bunun yanında Ülkede Gündem, Özgürleşen Yurtsever Gençlik, Evrensel, Özgür Halk, Demokrasi, Emek gibi basın organları da örgütün finanse ettiği kuruluşlardır. Doğu Perinçek ve Mehmet Ali Birand’ın Öcalan ile görüşmesi ona Türk basınında kapıların açılmasına neden olmuştur. Öcalan bana, para karşılığında konuşan ya da yazanlar arasında Mahir Kaynak, Mahir Sayın, Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand ve Yalçın Küçük’ün isimlerini söyledi.” Hürriyet, 25 Nisan 1998. Yenişafak gazetesi, 20 Temmuz 2004; http://yenisafak.com.tr/arsiv/2004/temmuz/20/kronikmedya.html “İHD On Altı Yaşında” Bia Haber Merkezi, s. 17 Temmuz 2002. Günaydın, 27 Temmuz 1990. Hürriyet, 14 Aralık 1990. Demokrasi gazetesi, 27 Kasım 1996. Gündem, 10 Kasım 1997. Iğdır Milletvekili Pervin Buldan’ın TBMM 882 sayı, 11 Nisan 2012 tarihli dilekçesi; http://www2.tbmm.gov.tr/d24/10/10-101373gen.pdf Kürt siyasi parti geleneğini 2000’li yıllarda 24 Ekim 1997’de kurulan Demokra-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

86. 87.

88. 89. 90. 91. 92. 93. 94. 95.


444

tik Halk Partisi (DEHAP) devam ettirmişti. Çeşitli partilerle ortak çatı oluşturarak seçimlere girme girişimlerini birkaç kez tekrarlayarak sekiz yıl boyunca faaliyet gösterdi. Anayasa Mahkemesi’nce, 2002’de “örgütlenmesini tamamlamadan seçimlere girdiği”, 2003’te “yasadışı bir örgütün odağı olduğu” iddiasıyla iki kez hakkında kapatma davası açıldı. DEHAP, 19 Kasım 2005’te kendini feshetti. Aysel Tuğluk ile Ahmet Türk’ün eşbaşkanı olduğu Demokratik Toplum Partisi (DTP) 9 Kasım 2005 tarihinde kuruldu. 11 Aralık 2009’da Anayasa Mahkemesi’nce kapatıldı. Eşbaşkanlarına siyaset yasağı getirilmişti. Yerine Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak’ın eşbaşkan olduğu Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) kurulmuştu. Parti Haziran 2014’te aldığı kararla kendini feshedip Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) katıldı. 96. HADEP üyesi olmayan maskeli bir kişinin Türk bayrağını indirdiği teziyle AİHM’e giden davada Türkiye, HADEP üyeleri ve liderleri için 24.000 avro manevi tazminat ödemesine karar vermişti. AİHM, Hadep Ve Demir Davası (Başvuru No: 28003/03), 14 Aralık 2010. 97. “1990’dan Bugüne”, Bia Haber Merkezi, s. 12 Aralık 2009. 98 Özgür Öztürk, 2009, s. 355. 99. KESK, 1998, s. 69. 100. KESK’e, Eğitim-Sen tüzüğünün 2. maddesinde bulunan “anadilde eğitim” talebi nedeniyle kapatma davası açılmış, Eğitim-Sen’in, 3 Temmuz 2002’de tüzüğünü değiştirip bu talebi kaldırmasıyla dava kalkmıştı. 101. Özgür Gündem gazetesi “2 yılda 76 çalışanı”nın öldürüldüğünü belirtmektedir. Kaynak: http://www.ozgur-gundem.com/index.php?haberID=359 84&haberBaslik=Özgüryüzde 20basınyüzde 20susmaz&action=haber_ detay&module=nuce erişim Temmuz 2014 102. Polis Akademisi Başkanlığı’nca yayımlanmış Polis Bilimleri dergisi, cilt: 4 (1-2), 2002, s.2 4’te bahsedilen 1992’de yapılmış bir araştırmada deneklerin televizyon ve gazetelerde en çok yüzde 59 oranında terör haberlerinin ilgisini çektiği tespiti yapılıyordu. Araştırmada deneklerin terörle ilgili haberleri en çok aldığı kaynak olarak yüzde 59,3 gazete ve televizyonu gösteriyordu. 103. Yıllara göre insan hakları bilançoları. İHD, 2014. 104. Sarızeybek, 2006, s. 36. 105. A.g.e. 106. Cemal, 2003, 163. 107. Paker, Dış Tehditten İç Tehdide: Türkiye’nin Doksanlara Ulusal Güvenliğin Yeniden İnşası, 2010. 108. Günlük-Şenesen, 2002. 109. 21 Aralık’ta Lice’de yapılan baskıları protesto edip kaymakamlığa şikâyette bulunmak için gösteri yapan köylülere açılan ateş sonucu bir kadın ve bir çocuk öldürüldü. 110. Bia Haber Merkezi, s. 20 Mart 2003.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


445

111. ZAN Sosyal Siyasal ve İktisadi Araştırmalar Enstitüsü, 2014. 112. Güneydoğu’da çarşı izni sevinci, 25 Mayıs 2013; http://www.diyarinsesi.org/ haber/guneydoguda-carsi-izni-sevinci-41405.htm 113. Malay, 2013. 114. Şırnak’ın Silopi ilçesine bağlı Görümlü beldesinde 14 Haziran 1993’te 6 köylünün gözaltında öldürülmesiyle ilgili dönemin 23. Jandarma Sınır Tugay Komutanı Emekli Tuğgeneral Mete Sayar’ın yargılandığı davadaki ifadesinden aktaran “Devlet ipliğimi pazara çıkardı”, Evrensel gazetesi, 04/04/2014; 115. Sağ yakalayıp kurşuna dizdiler, Necdet YENTÜRK, Özgür Gündem, 19 Ekim 2011 116. “Tuğgeneral Ertürk Davasında Mağdurlar İfade Verdi: 9 Gün İşkence Gördüm”,Felat Bozarslan/ Diyarbakır, Doğan Haber Ajansı-Dha, 27.12.2013 ; http://www.dha.com.tr/tuggeneral-erturk-davasinda-magdurlar-ifade-verdi9-gun-iskence-gordum_572058.html 117. “Tuğgeneral Ertürk Davasında Mağdurlar İfade Verdi: 9 Gün İşkence Gördüm”, Felat Bozarslan/ Diyarbakır, Doğan Haber Ajansı-Dha, 27.12.2013 ; http:// www.dha.com.tr/tuggeneral-erturk-davasinda-magdurlar-ifade-verdi-9-guniskence-gordum_572058.html 118. Kaynak: Milliyet-22 Şubat 2008 ve http://www.aljazeera.com.tr/haber/tskninsinir-otesi-operasyonlari 119. Hakkâri’nin Yüksekova’da Nisan 1995’te gerçekleşen çoban 24 yaşındaki çoban Nezir Tekçi olayı. Tekçi köyüne gelen askerler tarafından gözaltına alınmış, daha sonra kendisinden haber alınamamıştı. Eskişehir 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde konuyla ilgili görülen dava sürüyor. Bu sırada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ise 10 Aralık 2013 tarihinde, Türkiye’yi yaşam hakkını ihlalden tazminata mahkûm etti. 120. Hakkâri Yüksekova’da, Nezir Tekçi adlı çobanın 1995 yılında askerler tarafından öldürülmesinden sonra Eskişehir 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan dava duruşmasında, taburda görevli askerlerden alınan ifade.; “Çoban Nezir’e komutan emriyle infaz”, İsmail Saymaz, Radikal gazetesi, 24/07/2013 ; http://www.radikal.com.tr/turkiye/coban_nezire_komutan_emriyle_infaz-1143090 121. Çakan, 2006’dan alıntılayan Taraf gazetesi, 25 Ağustos 2008. 122. “Bir gece bizi kurşuna dizdiler”, Remzi Budancir/Diyarbakır, Taraf gazetesi, 28/10/2013 :www.taraf.com.tr/haber-bir-gece-bizi-kursuna-dizdiler137992/+&cd=1&hl=tr&ct=clnk, 123. “Blogdan vahşet ihbarı”, Cumhuriyet, 7 Temmuz 2011 “17 Yıl Sonra Suç Duyurusu”, Bingöl - BİA Haber Merkezi,07 Temmuz 2011, http://www.bianet.org/bianet/insan-haklari/131297-17-yil-sonra-suc-duyurusu, 124. “Dersim’de Çatışma”, Halk İçin Kurtuluş, Sayı 8 30 Kasım 1996 ; http://www.ozgurluk.info/kitaplik/webarsiv/kurtulus/eskisayilar/h-icin08_30-11-96/8-19. html 125. 2565 Sayılı 18.12.1981 kabul tarihli Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


446

Kanunu’nda dayanarak 17.1.1983 tarih ve 83/5949 nolu Bakanlar Kurulu Kararıyla çıkarılan Yönetmelikle saptanmaktaydı. 126. Dicle Haber Ajansı, Erişim 2014, s. 23 Temmuz 2013. 127. Bilgiç, 2010, s. 240. 128. “Yufka Yürekli Komutan”, Nuriye Akman, Sabah gazetesi, 21.11.1993 ;http:// www.nuriyeakman.com/node/2581 129. Şiddet pratikleri bölümünde köy ve ilçe boşaltmalar bölümüne bakınız. 130. Milliyet, 19.09.1989 131. Güneydoğu Ergenekon’u(1): Fırat’ın ötesi “adaleti” çağırıyor İnci HEKİMOĞLU, Taraf gazetesi,09/02/ 2009: http://www.taraf.com.tr/haber-guneydoguergenekonu-1-firatin-otesi-adaleti-27492/ 132. “Yeşilyurt dramı Davutoğlu’yu yalanlıyor”, Fatih Polat Evrensel gazetesi, 31 Temmuz 2012 133. “Gümüşlük uyuyor mu?”. Eren KESKİN, Özgür Gündem gazetesi, 05/01/2012 134. Güneydoğu Ergenekon’u(5): Fırat’ın ötesi “adaleti” çağırıyor İnci HEKİMOĞLU, Taraf gazetesi,12/02/ 2009: 135. Şehitler Şehri Silvan, Ferhat Parlak, Araştırma, 2014’ten aktaran (Bia Haber Merkezi, s. 24 Ocak 2014) 136. Tecavüzle ilgili en derli toplu bilgiler 1997 yılında kurulan Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’nun 14 yıllık faaliyetlerine ilişkin verdiği rapordu.1997 yılından sonraki cinsel suçları içeren bu rapor göre büroya 86’sı tecavüz, 303’ü cinsel tacizle 389 başvuru olmuştu. Bunlardan 291’i siyasi, 21’i savaş kaynaklı olarak özaltına alınmışlardı. Suçu İşleyen Failler Dağılımı şöyle veriliyordu: Polis:283, Jandarma/Asker: 100, Özel Tim: 20, Korucu:17, İnfaz Koruma Memuru: 49, İtirafçı: 4. Tecavüz sonucu 3 kadının intihar ettiği, bir kadın işkence sonucu öldüğü, 14 yaşındaki bir kız çocuğu tecavüze uğradıktan sonra akrabaları tarafından “namus temizleme” gerekçesiyle öldürüldüğü, 1 kadının işkencenin uzun vadeli etkisi sonucu Aralık 1999 tarihinde öldüğü bilgileri yer alıyordu. (Bia Haber Merkezi, s. 25 Kasım 2013)“Kadına Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü”, Çiçek Tahaoğlu, İstanbul - Bia Haber merkezi,25 Kasım 2013 137. Bia Haber Merkezi, s. 24 Ocak 2014. 138. “Korucu ve asker tecavüzünün yaşattığı dram 14 yıldır sürüyor”, Özgür Gündem gazetesi, 26 Mayıs 2009 139. 15 Nisan 1993’te hazırlanan raporda, ”Ş.E’nin yapılan kızlık muayenesinde kızlık zarının tramva neticesinde zedelenmiş olduğu, tarafımdan gözlendi. Kızlık zarı tramva neticesinde bozulmuştur”ifadesi yer alıyor. http://bianet.org/bianet/kadin/26002-se-davasinda-ikinci-durusma, 6/11/2003 140. “S.E.’nin annesi de tecavüze uğramış”, Yeni Şafak gazetesi, 8/10/2003; ttp://yenisafak.com.tr/arsiv/2003/ekim/08/g01.html 141. Ergenekon Davası 3.Ek İddianame, 2009.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


447

142. Hürriyet gazetesi, 24 Ekim 1993 143. Sosyalizm için Kızıl Bayrak, Sayı: 2009/33, 28 Ağustos 2009 144. Mehmet Z. Sungur, B. Akın Sürmeli, Ahmet Özçubukçuoğlu, Güneydoğu’da Görev Yapan Askeri Popülasyonda Görülen Travma Sonrası Stres Bozukluğu Üzerine Bir Çalışma, Nöropsikiyatri Arşivi - TİHV, 1996 145. Asker, 2010. 146. “Çatışma bölgesinde görev yapan ve GATA Psikiyatri Anabilim Dalı’na başvuran askeri personelde, silahlı çatışmaya katılacak olmanın stresi ile silahlı çatışmaya katılmış olmanın psikopatolojik etkilerinin araştırılması ve çatışma sonrası psikolojik durumun incelenmesi”, Dr. Ulvi Reha Yılmaz, Uzmanlık Tezi, 1995’ten. Aktaran TBMM Genel Kurul Tutanağı, 23. Dönem 4. Yasama Yılı, 82. Birleşim 06 Nisan 2010, s.24 147. Ülkede Gündem gazetesi, Ek gündem eki, 03 Ekim 1998 148. Devletin İki İllegal Aygıtı: Kontrgerilla ve Paramiliter, Gün Zileli, 31 Ocak 2012: http://www.gunzileli.com/2012/01/31/devletin-iki-illegal-aygiti-kontrgerillave-paramiliter/ 149. “Beytüşşebap Kaymakamı Beytüşşebap’ı anlatıyor,” Yılmaz ÖZDİL, Hürriyet gazetesi, 4 Eyl 2012 150. Helsinki İzleme Komitesi (HRW), Ekim 2002. 151. Paker & Akça, Askerler, köylüler ve paramiliter güçler: Türkiye’de köy koruculuğu sistemi, 2013, s. 10. 152. 9 TBMM B: 71, 12.3.1985 O:1, TBMM Tutanak Dergisi, Cilt 14, 1985, s. 25, 27. 153. 2000’e Doğru Dergisinde yayınlanan bu haber’i aktaran; Akdağ, Bedran, Dağın Ardındaki Gerçekler: PKK, Korucular, JİTEM, İtirafçılar ve “Diğerleri”, Ozan Yayıncılık, İstanbul, 2012, s.49 154. İlk korucu aşireti Jikrilerin lideri Tahir Adıyaman, askeri ve sivil kanattan yerel yetkililerle yapılan pazarlıklar sonucunda, bazı aşiret üyelerinin dokunulmazlığı karşılığında köy koruculuğunu kabul etmiştir. Sürecin ayrıntıları için bkz. (Aytar, 1992; 178-180, 354-356) aktaran (Paker & Akça, Askerler, köylüler ve paramiliter güçler: Türkiye’de köy koruculuğu sistemi, 2013) 155. “26 yıldır süren “geçici” bir sistem olarak köy koruculuğu”, Abdurrahim Özmen, http://www.tr.boell.org/web/103-1533.html 156. “48 bini geçici, 23 bini gönüllü 71 bin köy korucusu var”, Güngör Uras, Milliyet gazetesi, 24 Eylül 2009. 157. Akdağ, Bedran (2012): Dağın Ardındaki Gerçekler: PKK, Korucular, JİTEM, İtirafçılar ve “Diğerleri”, İstanbul: Ozan Yayıncılık, s. 158. Burada, Ancak aşiret liderlerinin köylüler üzerinde tam bir kontrole sahip olduğu söylenemez. Pek çok yerde aşiretlerin koruculuğu kabul etmesine rağmen bazı aileler köy korucusu olmamıştır. Bu da iç denetim mekanizmasının devreye girmesine aşiret liderince o ailelerin baskı görmesine veya göç etmesine yol açmıştır.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


448

159. TBMM, 2013, s. 127. 160. TBMM, 2013, s. 59. 161. Osman Aytar, Hamidiye Alaylarından Köy Koruculuğuna, Medya Güneşi Yayınları, İstanbul, 1992, s. 183. Aktaran (Göç-Der, 2013) 162. Şarman, 2007, 38-9. 163. Bu olanakların başlıcaları:1. Devletin desteğini almak. 2. Silaha sahip olarak yerel nüfusa psikolojik üstünlük sağlamak. 3. Hukuk dışına çıkma serbestliğine sahip olmak. 4. Bir ekonomik gelire kavuşmak. 164. Korucuları hain ilan ederek köylerine düzenlediği baskınlılarla katliamvari cezalandırmalara girişen PKK bu tutumunu 25-31 Aralık 1990 tarihlerindeki 4. Kongresi’nde aldığı kararlara kadar sürdürdü. Bu tarihten itibaren köy korucularını “devletin baskı uygulamasına boyun eğmek zorunda kalmış mağdurlar” olarak değerlendirerek köy baskınlarından vazgeçmeye karar verdi. 165. Helsinki İzleme Komitesi (HRW), Ekim 2002, s. 11) 166. Akdağ, 2012, s. 58. 167. Paker & Akça, Askerler, köylüler ve paramiliter güçler: Türkiye’de köy koruculuğu sistemi, 2013, s. 20. 168. Karataşoğlu, 2011, s. 370. 169. “21 Yılda 5 Bin Köy Korucusu Suça Karışmış”, Radikal gazetesi, 27 Temmuz 2006. Resmi makamlara dayanarak açıklanan bu rakamlar (Çeyrek asırlık problem: Koruculuk Hamza Erdoğan Aksiyon dergisi, sayı: 753, 11 Mayıs 2009) kaynağında farklı verilmiştir. Kaynak, 5 bin suça karışan korucu olduğunu, 3 bin korucu hakkında yasal işlem yapıldığını ve çeşitli suçlardan dolayı bin civarında cezaevlerinde yatan korucu bulunduğunu belirtiyordu. 170. Cizre’de aşiret lideri ve korucubaşı Kamil Atağ’ın yıllarca belediye başkanlığı yapmasının devlet güçlerinin pek çok kez seçim müdahaleleri ve manipülasyonu yapmasında kaynaklandığına dair çok ciddi iddialar bulunuyordu. Korucubaşı Kamil Atağ, Mart 1994 yerel seçimlerinde şaibeli bir biçimde –Jandarma Komutanı Cemal Temizöz’ün desteğiyle- Cizre belediye başkanı seçilerek beş yıl süreyle kamu hizmetinde de bulundu. Kamil Atağ’ın belediye başkanı olabilmek için gerekli olan ilkokul diplomasına sahip olmadığı sonradan ortaya çıktı. 500’ün üzerinde korucuyu yönlendiren korucubaşı olarak tanınıyor. http:// www.hrw.org/km/node/109868/section/6 171. Akdeniz Göç-Der raporuna göre köyleri yakılan ve/veya zorla yerlerinden edilen insanların koruculuk baskısını ya da dayatmasını birincil sebep olarak gösterme oranı yüzde 65,9 olarak saptanmıştı. Akdeniz Göç-Der, Zorla Yerinden Edilenler İçin Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Araştırma Raporu, 2011’den aktaran (Göç-Der, 2013, s. 7) 172. http://www.ozgur-gundem.com/?haberID=22954&haberBaslik=Katliamyüz de 20Silsilesiyüzde 20veyüzde 20’Bebekyüzde 20Katilleri’-1&action=haber_ detay&module=nuce, 16/10/2011

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


449

173. Seyhan, 2010. 174. ANF, s. 27 Temmuz 2010. 175. http://www.nasname.com/a/faili-devlet-olan-cinayetlerin-mimari-albay-temizozu-kurtarma-plani 176. Taraf, 2014, s. 5 Eylül 2009) 177. Bucak-Devlet ilişkisinin Başbakanlık Teftiş Kurulu’nca hazırlanan 13.08.1997 tarihli Susurluk Raporu’nda resmi olarak belgelenmiş içeriğine göre, Urfa’da gözaltında kaybedilen kişilerin sorumluları listesinin tamamında Bucak Aşireti bulunuyordu, 1993 Eylül’ünden itibaren güvenlik güçleri bölgede yaptığı operasyonların tamamını Bucak Aşireti’nde devretme eğilimine girmiş ve bölgedeki operasyonları aşiret ileri gelenleri planlayıp uyguluyordu.1993 Aralık ayında aşiret lideri devletten roketatar ve benzeri güçte ağır silahlar; İl Jandarma Alay Komutanından Jandarma bölgesinde “insan alma yetkisi” istemiş bu konunun halledileceğine dair taahhüt almıştı. Kaynak:http://www.zorlakaybetmeler. org/event.php?id=HAH/event/30 178. İsimlerini saklı tutulmasını isteyen bazı tanıklar Nazım Babaoğlu’nun çalıştığı Özgür Gündem gazetesine; “Nazım’ı Siverek’te gördüm...”, “Belediyeye giderken gördüm...”, “Uzun boylu gözlüklü biri Bucak korucuları tarafından bir arabaya bindirildi, gördüm...” diyerek açıklamada bulunmuşlar; savcılığa ifade veren bir tanık da (Abdülaziz Taşkaya) “Nazım Babaoğlu’nu Sedat Bucak’ın Sadettin Köyü’nde gördüm!” ihbarında bulunmuştu. (Bia Haber Merkezi, s. 12 Mar 2012) Babaoğlu’nu son görenlerden olan Abdulaziz Taşkaya sonraki konuşmasında, “Kaybolan ağabeyim Hüseyin Taşkaya’nın nerede olduğunu öğrenmek için 1994 yılının Mart ayında, Sedat Bucak’ın evine gitmiştim. Ben oradayken, Bucak’ın evine, iki kişi koluna girmiş bir vaziyette Nazım Babaoğlu’nu getirdiler. Tabii ben Nazım’ı tanımıyordum, kim olduğunu bilmiyordum. Sorduğumda gazeteci olduğunu söylediler. Oradan ayrıldım ve İstanbul’a döndüm. Sonra gazetelerde Nazım’ın fotoğraflarını gördüm” demişti. (Taraf, 2014, s. 9 Eylül 2009) dikkat bu metinde de var. 179. “Bizim Guatanamo”, Red dergisi, sayı: 6, Mart 2007, s. 21; 1993 yılında Hüseyin Taşkaya’yla aynı akıbete sahip üç kişi daha olmuştu. Bunlar, fırıncı Mehmet Kalpar, çiftçi Şefik Gençgel ve taksici Adnan Bağca. 180. “18 yıldır kocasını bekliyor”, Hasan CÖMERT, ntvmsnbc, 23 Aralık 2010,http:// www.ntvmsnbc.com/id/25163662/ 181. İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi, 2003. 182. Özgür Gündem, s. 2 Temmuz 1993. 183. Bia Haber Merkezi, s. 24 Ocak 2014. 184. İHD Köy Korucuları Özel Raporu, 2009, s. 61. 185. “Vampir gibi adam öldürüyorlardı”, Yeni Şafak gazetesi, 16.10.2010; http:// www.yuksekovaguncel.com/guncel/cocuklar-dahi-jitem-aracini-taniyor­ du-h7906.html, 16/10/2009; “Cizre Jitem Davasına Devam Edildi”, Çağdaş Hu-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


450

kukçular Derneği, http://chd.org.tr/cizre-jitem-davasina-devam-edildi.html, 16/10/2009 186. Yakay-Der, 2012. 187. Özgür Gündem, s. 2 Ekim 1992’den aktaran (İHD Köy Korucuları Özel Raporu, 2009, s. 5) 188. “Mahkeme tecavüzcüyü ödüllendirdi!- Karar: Beraat”, Fatma Kayhan, Roza- Irkçılığa ve Cinsiyetçiliğe Karşı Kürt Kadın Dergisi, Mayıs- Haziran 1997, sayı:8, s.3 189. İHD Köy Korucuları Özel Raporu, 2009, s. 7. 190. Ülkede Gündem gazetesi, 12 Haziran 1998’den (İHD Köy Korucuları Özel Raporu, 2009, s. 24) 191. Yeni Ülke gazetesi, 2-8 Aralık1990’dan ahtaran (İHD Köy Korucuları Özel Raporu, 2009, s. 4) 192. Ülkede Gündem gazetesi, 4 Eylül 1998’den (İHD Köy Korucuları Özel Raporu, 2009, s. 25) 193. Olay “ Necla’nın hikayesi unutulmayacak”, Burak Kaya, 21/01/2014; http://www. esenyurthaber.com/neclanin-hikayesi-unutulmayacak-06yy.htm“Mor Bülten Çıktı”, http://www.bianet.org/bianet/kadin/16692-mor-bulten-cikti, 18/02/2003 ve (İHD Köy Korucuları Özel Raporu, 2009, s. 27)’da anlatılmaktadır. 194. İHD Köy Korucuları Özel Raporu, 2009, s. 4. 195. İnsan Hakları İzleme Komitesi’yle görüşme, Siirt, 27 Haziran 2001. 196. İHD Köy Korucuları Özel Raporu, 2009, s. 59. 197. İHD Köy Korucuları Özel Raporu, 2009, s. 48. 198. Akdağ, 2012, s. 58-61. 199. Akdağ, 2012, s. 57. 200. Buna bir örnek 1991-1992 yıllarında baro başkanı olan Mustafa Özer’in aracının bombalanmasıydı. Çok bilinçli olarak faaliyet gösterdiğini bu nedenle cezaevine gönderilmemesi ve öldürülmesi gerektiği kararına varan JİTEM timi avukatın aracına C3 tipi patlayıcı koymuş, ancak araçta olmayan avukat suikasttan kurtulmuştu. (Ergenekon Davası 3.Ek İddianame, 2009, 182. Klasör, s. 96) 201. Duvaklı, 2010, s. 18-19. 202. Oğuz, Hüseyin Oğuz: Öldürüp, kelle vergisi aldılar, 2010. 203. “Hani JİTEM yoktu: İşte o belge”, Zaman gazetesi, 19 Kasım 2010. 204. “JİTEM tabelası bile vardı”,Nevzat Çiçek,Taraf gazetesi,17 Aralık 2008. 205. Jitem elemanı Turan Ünal’IN İTİRAFLARI http://www.ozgurluk.info/kitaplik/ webarsiv/vatan/vatan_arsiv/kapak-inceleme/kapak-inceleme12/kontra_gerilla.html 206. Eski Jandarma Genel Komutanı Emekli Orgeneral Aytaç Yalman, “Hayata Dönüş Operasyonu” davası kapsamında Bodrum’da ‘tanık’ sıfatıyla verdiği ifade.”Yalman JİTEM’i kabul etti”, Haber: İsmail Saymaz, Radikal gazetesi, http://www.insanhaber.com/guncel/aytac-yalmandan-jitem-itirafi-h21926. html, 18 Eylül 2013

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


451

207. JİTEM’i ben kurdum, ben dondurdum’, Burhan KAZMALI, Habertürk gazetesi, 26 Eylül 2010 208. “İtirafçılar tetikte”, Haşim Söylemez, Aksiyon dergisi, sayı: 572, 21-27 Kasım 2005. 209. Cezasızlık zırhını aşmak: Türkiye’de güvenlik güçleri ve hak ihlâlleri,Mehmet Atılgan ve Serap Ișık, TESEV, 2012, s.36 210. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, 25.06.2013 Tarihli, 2013/536 Esas Ve 2013/491 Nolu İddianame’den, S.4-8 211. 1 Kasım’da Ankara Çamlıdere’de sevgilisi Neval Boz’un, 2 Kasım’da Ankara Polatlı’da itirafçı Murat Demir’in ve 4 Kasım 1993’te Ankara Elmadağ’da Ahmet Cem Ersever’in cesetleri jandarma tarafından bulundu. Üç kişiyi kimlerin öldürdüğü bir sır olarak kaldı. 212. Demir & İpek, 1997. 213. Demir & İpek, 1997. 1 Mayıs 1996’da 18 yaşındaki Hasan Albayrak göğsün­den, 20 yaşındaki Dursun Adabaş ile 29 yaşındaki Levent Yalçın başından kurşunlanarak öldürüldü. 214. “Jitem için hiyerarşik tespit”, Radikal gazetesi, 20 Temmuz 2013 215. 1992-1994 yılları arasında karakol komutanı olarak görev yapan tanık Ahmet Öznalbant’ın “Cizre Davası İddianamesi ifadesi, Genel Değerlendirme”, http:// tr.wikisource.org/wiki/Cizre_davası_iddianamesi/Genel_değerlendirme [son erişim 21 Mayıs 2011].Cizre İlçe Merkez Jandarma Karakolu’nda 216. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşmada, “gizli tanık Kıskaç”, Radikal, 26/01/2010 217. “İşte İtiraf, İşte Ceset! Sorumlular Nerede?” (Bia Haber Merkezi), Burhan Ekinci, 02 Şubat 2005 218. Kayıplar Ve Toplu Mezarlar Cehennemi Başlıklı Bildiri, Mihdi Perinçek, ”Uluslararası Zorla Kaybedilme Ve Toplu Mezarlar” Konferansı-Cenevre, 17 Eylül 2008 219. Aygan, Röportaj, 2009a. 220. Oğuz, Hüseyin Oğuz: Öldürüp, kelle vergisi aldılar, 2010. 221. Orhan Miroğlu, Star gazetesi, 16 Şubat 2014 222. Radikal, 8/5/2013 223. Akdağ, 2012, s. 90. 224. Bölgede adı ölümle anılan JİTEM’in Kızıltepe dosyası, Özgür Gelecek, 21 temmuz 2013; http://www.ozgurgelecek.net/manset-haberler/6195-boelgedead-oeluemle-anlan-jtemin-kzltepe-dosyas.html#color 225. Zaman gazetesi, 13 Kasım 2010 226. Davasında toplam 35 faili meçhul cinayetten sorumlu tutuldı. 227. http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/newsDetail_openPrintPage. action?newsId=21978 228. http://failibelli.org/haberler/musta-faili-mechul-olayina-20-yil-sonra-dava/ 229. JİTEM merkezinde çocuk cıvıltısı, Serbest Özden, Bugün gazetesi, 01 Mayıs 2012

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


452

230. “ İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşmada Tanık Kıskaç’ın ifadesi;, JİTEM işkencelerini anlattı”, “Gizli tanık Kıskaç’tan JİTEM açıklamaları”, Radikal gazetesi, 26/01/2012 231. http://www.ozgurluk.info/kitaplik/webarsiv/kurtulus/eskisayilar/byolunda30_14.05.99/40_turkiyeiskence.html 232. Kaçırmalar JİTEM’e Jandarma Genel Komutanlığı tarafından tahsisi edilen sivil araçlar tarafından yapılıyordu. Özellikle “beyaz toros” denilen, o döneme özgü ve korku psikolojisi üreten bir araba tipi kullanılıyordu. Bu araçlara duruma her görevlerinden sonra farklı sahte plakalar takılıyordu. Kontrol noktalarında durdurulmamaları için JİTEM’e ait her arabada yetkili komutanın resmi mühürlü bir “araç görev kartı” bulunduruluyordu. JİTEM arabalarına benzin alınırken ise ay ihtiyaca göre gelen Petrol Ofisi’nin çek koçanları kullanılıyordu. (Aygan, Röportaj, 2009a) 233. Beğler, 2006. 234. “5 bin kişiyi öldüren Jitem dağıtılmadı”, Ecevit Kilic, Sabah gazetesi, 26.01.2009 235. Sabah gazetesi, 31 Temmuz 2013 236. Asker, 2010. 237. Röportajı yapan Can Dündar itirafların doğruluğunu test et­mek için, avukat E.G.’yi arayıp bildiklerini aktarmadan başlarından geçenleri an­latmasını istediğinde, avukat itirafçıların yaptıklarını teyit etmiştir. 238. Demir & İpek, İşkenceci Anlatıyor, 2000. 239. Beğler, 2006. 240. Demir & İpek, İşkenceci Anlatıyor, 2000. 241. Demir & İpek, İşkenceci Anlatıyor, 2000. 242. age 243. Aygan, Röportaj, 2009a. 244. Pazartesi Dergisi, 1996. 245. “Bir JİTEM Subay’ının İtirafları’ , Evrensel gazetesi, 20/22 Kasım 1996 246. Aygan, Röportaj, 2009a. 247. Abak, 2014. 248. “JİTEM Karargâhından Çıkan Kemikler”, Ahmet Ay, 24.01.2012; http://www.haberx.com/biz_kafataslarina_mi_sevinmeliydik(19,w,10763,209).aspx 249. Beğler, 2006. 250. 1994 yılı itibariyle Diyarbakır Cezaevi’nde tutuklu bulunan itirafçı olup Jitem elemanı olarak kullanıldıktan sonra 22.07.1994 -16.08.1994 tarihleri arasında Diyarbakır Cinayet Büro Amirliği’nde verdiği ifadelerden sonra kaçırılarak öldürülen Muhsin Gül’ün MİT raporuna yansıyan ifadeleri: “Jitem Gerçeği”, Çetin Agaşe, Truva Yayınları, 8.baskı, İstanbul, 2009, s.167-184 İtirafçı Muhsin’in Gül’ün ifadeleri 16 Kasım 1998 tarihinde Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan imzasıyla Diyarbakır DGM Savcılığı’na ulaştırılmıştır. Bu ifadeler daha sonra resmi yazışmalarla istenmesine rağmen bulunamamıştır. : http://www.savas-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


453

karsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=5&ArsivAnaID=25736 251. Aygan, Yanımda Kafalarına Sıktı, 2009b 252. “Türkiye İnsan Hakları Raporu 2004”, Tihv Türkiye İnsan Hakları Vakfı Yayınları. Ankara, 2005, s. 97 “Jitem Öldürdü”, 15.03.2004, http://bianet.org/bianet/yazdir/31067 253. Taraf gazetesi, 24 Haziran 2011 254. Aygan, Yanımda Kafalarına Sıktı, 2009b 255. Aygan, Röportaj, 2009a 256. Aygan, Yanımda Kafalarına Sıktı, 2009b 257. Emine Tadik, 01/07/2010 tarihli Diyarbakır 6’ncı Ağır Ceza Mahkemesi’”Cizre Davası”ifadesinden: “Hâkimden tanıklara ‘Allah’lı yemin”, 02/07/2010 https:// t24.com.tr/haber/hakimden-taniklara-allahli-yemin/212182 258. Diyarbakır 6.Ağır ceza Mahkemesi’nin 14/07/2009 tarih, 2009/1040 Esas No ve 2009/972 nolu iddianamede geçen Tanık Mehmet Nuri BİNZET’in ifadesi.Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı (CMK’nın 250. maddesinde Belirtilen Suçlara Bakmakla Yetkili): 2009/906 soruşturma, 2009/1040 esas sayılı, 2009/972 nolu ve 14/07/2009 tarihli iddianame. 259. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı 14.07.2009 tarihli ve 2009/906-1040-972 soruşturma, Albay Cemal Temizöz ve Diğerleri hakkında “cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak ve bu teşekküle katılarak mensubu olmak, adam öldürmeye azmettirmek ve adam öldürmek” suçlarından 1993-1995 yılları arasında yirmi sivilin öldürülmesi suçlarından iddianame düzenledi ve sanıklar hakkında dava açıldı. Bu dava hala Diyarbakır Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2009/470 E sayılı dosyasının dava tutanaklarından. 260. Yakin: ‘’Kulak Kesip Tespih Yaptım’’, Cihan Haber Ajansı, 9 Ocak 2010 261. Örneğin Naif Demir adlı işadamının ölümünün bu şekilde olmuş ve tanık bu durumu şöyle anlatmıştı. “yüzbaşı bir astsubayla birlikte onu boğarak öldürdüler. Aslında açık açık kurşuna dizebilirler ama başlarını ağırtmak istemiyorlardı. Öldürürken fazla kaygılandıklarını da zannetmiyorum. Çünkü gerekçe bol, örgütün üzerine de yıkabilirlerdi. Naif Demir’i boğduktan sonra zırhlı askeri araca koyup Zap suyunun akıntılı suyuna bıraktılar. “ (Bilgiç, 2010, s. 234) 262. Aygan, Röportaj, 2009a 263. Kasap Ali’nin kızı ve JİTEM, Halit TUNÇ, Rotahaber, 27.01.2012; http://haber.rotahaber.com/kasap-alinin-kizi-ve-jitem_242764.html#ixzz3653oYM2V 264. Akdağ, 2012, s. 74 265. Aygan, Röportaj, 2009a 266. Gülçin Avşar, Ergenekon’un Öteki Yüzü: Faili Meçhuller ve Kayıplar, Tesev Yayınları, İstanbul, 2013, s.169-175. ve (Ergenekon Davası 3.Ek İddianame, 2009, 182. Klasör, s. 96) 267. Sabah gazetesi, 3 Nisan 2009 268. Beğler, 2006

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


454

269. Aygan, Röportaj, 2009a 270. Beğler, 2006 271. http://www.kanalahaber.com/haber/gundem/jandarmadan-tartisilacak-belge-39688/,07 Ocak 2010 272. Cihan Haber Ajansı, 2010 273. Akdağ, 2012, s. 66 274. Oğuz, Hüseyin Oğuz: Öldürüp, kelle vergisi aldılar, 2010 275. Kayseri Jandarma Bölge Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürü Albay Kamber Oğur görülen Yüksekova davasında verdiği ifadede Abdullah Canan’ı tabur karargâhında başı sarılı vaziyette revirde otururken gördüğünü, itirafçı Kahraman Bilgiç’in Canan’ın ailesinden görüştürmek için 20 bin marka anlaşıp 8 mark aldığını söylemişti. Ailesi de bu ifadeyi onaylıyordu. Kaynak: AİHM Canan 39436/98 nolu başvuru, 26 Haziran 2007 tarihli Davası 81.maddeli paragrafta; “Parayı itirafçı Bilgiç aldı”, Abdulkadir Selvi, Yeni Şafak, 01 Temmuz 2007 276. Davada 5 asker, 1 özel harekâtçı, 1 belediye başkanı ile şoförü, 1 kurum müdürü, 1 terör örgütü itirafçısı ve 3 geçici köy korucusu yargılanmıştı. 277. Bilgiç, Mardin Midyat Cezaevi’nde tutuklu bulunurken öldürülme korkusundan dolayı cezaevinde koruma altında tutuluyordu. O dönemde Midyat Cezaevi Müdürü Muhittin Özdemir, bu korumanın yersiz olmadığını 2010 yılında verdiği bir söyleşide anlatmıştı: “Bilgiç’i tehdit etmişler; ‘...ifadeni geri al’ diye baskı yapmışlar. Aynı kişiler cezaevinde olmadığım bir Pazar günü yine gelmişler, jandarma bölümünde görüştükleri Bilgiç’e baskı yapmayı sürdürmüşler... Hem Ankara’dan Hem Erzincan’dan tehdit telefonları alıyordum. Ankara’dan Arayanlar polis, Erzincan’dan arayanlar Askerdi...’gönderdiğimiz adamları Kahraman Bilgiç’le görüştür, yoksa senin için iyi olmaz ‘diyorlardı... Bir defa da Adalet Bakanlığı’nın faks emriyle Mardin Cezaevi’ne nakli çıktı. Göndermeye hazırlanıyorduk ki, savcılıktan, ‘göndermeyin, suikast yapılacak’ dendi...Tutanak tuttuk göndermedik.” 278. Bilgiç, 2010, s. 233 279. Ergenekon ek iddianamesi 208 numaralı klasörün 43 ile 53 sayfaları arasında bulunan “Jandarma Genel Komutanlığı’na verilecek JİTEM dosyasına ek bilgiler yazan “Astsubay’ın yazdıkları” isimli belge; aktaran “Savaş, rütbelileri milyoner yaptı”, Aysel Kılıç, Birgün gazetesi, 07 Ağustos 2008; http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=5&ArsivAnaID=46926 280. Beğler, 2006 281. Bilgiç, 2010, s. 244 282. http://bianet.org/bianet/insan-haklari/31065-abdulhakim-guven-kuyuyainsanlari-doldurdu 283. PKK itirafçısı Muhsin Gül’ün 22 Temmuz ve 16 Ağustos 1994 tarihlerinde Diyarbakır Cinayet Büro Amirliği’ne verdiği ve Jitemden pek çok kişi ve suçlarını ifşa ettiği ifadelerinden kısa bir süre sonra öldürülmüştü.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


455

284. Haraç toplamanın bir başka biçimi de infaz timinden kurtulmak içindi. Jitem’in elindeki kara listeden alınan herkesin öldürüldüğünü söyleyen Jitem elemanı tek kurtulanın çok zengin bir işadamı olduğunu, onun da alınan büyük bir haraç sayesinde kurtulduğunu söylüyordu; “Bizim ana karargâhın ufak nezarethanesine koyduk. Kimse görmesin diye. Sonra bıraktılar... Binbaşı ‘ya bir villa hediye etmiş. Ya Alanya ya Antalya. Bizim komutanlardan duydum” (Beğler, 2006) 285. 1994’te haraç pazarlığı sırasında ele geçirilen Jitem elemanı Alaattin Kanat’ın polise verdiği ifade (Kanat, 1998) 286. Er, 2009 287. Yeni Şafak gazetesi, 4 Ağustos 2010. 288. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) verilerine göre tespit edilen faili meçhul cinayet sayısı 1990-2011 yılları arasında 1901’dir. 289. Hüseyin Oğuz’un TBMM Raporu. 290. Anılarını yazdığı kitapta Oğuz olayı ayrıntılarıyla anlatmıştı. 291. Eşitli dönemlerde Aalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Müdürlüğü yapan Mehmet Ağar, 90 döneminin karanlık faaliyetlerinin kurgucusu ve faili olarak daha sonra “Cürüm işlemek için silahlı teşekkül meydana getirmek” gibi pek çok suçtan yargılandı. Beş yıl mahkûmiyet aldı. 292. Milliyet gazetesi, 23 Ocak 1998 293. Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 12.2.2002 ve 15.3.2002’den aktaran (Sabuktay, 2010, s. 100) 294. http://www.yuksekovahaber.com/haber/sezgin-cinayetleri-dogruladi-35158. htm, 03 Ağustos 2010 295. Zaman gazetesi, 16 Şubat 2009. 296. Aygan, Yanımda Kafalarına Sıktı, 2009b 297. “İtirafçılar tetikte”, Haşim Söylemez, Aksiyon Dergisi, Sayı : 572, 21 - 27 Kasım 2005 298. Cihan Haber Ajansı, 2010 299. Sabri Gasyak’ın 2 Nisan 2010 tarihli 10. duruşma tutanakları, sayfa 3 te yer alan ifadesi., aktaran; Adalet Vakti, Human Rights Watch, 2012, s. 27, http://www. hrw.org 300. Akdağ, 2012, s. 125 301. Abdülkadir Aygan, Itırafçı - Bir JITEM´ci Anlattı.....Timur Şahan - Uğur Balik sayfa 56-57 302. Zaman gazetesi, 6 Mayıs 2009 303. Zaman gazetesi, 2 Mar 2010 304. Özgür Gündem, 2 Temmuz 1994 tarihindeki ifadesine göre: “Teslim olduktan sonra ve itiraflarda bulunduktan sonra beni Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nin 3. koğuşuna koydular. Bu koğuşta 7 ay kaldıktan sonra bir gün cezaevi müdürü beni çağırarak yapılması gereken bir iş olduğunu ve bunu mutlaka yapmamı istedi. İş,

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


456

Vedat Aydın’ın cenaze törenine katılan insanlara ateş etmekti. 40 itirafçı ile birlikte cenaze törenine katılanlara ateş açtık, ancak onların istediği başarıyı gösteremedik. Olay sonrası tekrar koğuşlarımıza döndük. Birkaç gün sonra bizi tekrardan çağıran Müdür, bizi Emniyet Müdürlüğü’ne götürdü. Burada cenaze törenine ateş açmamız üzerine bir brifing verildi. Eylem amacına ulaşmasa da bizim başarılı olduğumuzu belirlen Emniyet Müdürü her birimize bir sertifika vererek ödüllendirdi. Tekrar cezaevine döndük. Müdür, aradan iki hafta geçmeden bizi tekrar çağırarak eğitim görmemiz gerektiğini belirtti. 3 aylık özel bir eğitim gördükten sonra 3 kişilik bir birim olarak Muş ve Bingöl çevresinde yurtsever insanları araştırıp ortaya çıkarmaya ve bunu raporla emniyete iletmeye başladık. Bir süre böyle çalıştıktan sonra bizden, ortaya çıkardan bazı insanları öldürmemiz istendi, tim olarak Solhan ilçesine bağlı Oluk köyü muhtarını öldürdük.” 305. TBMM, Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun Tasarısı Görüşmelerinde Bingöl Milletvekili İdris Balüken’in konuşmasından, 07/02/2013 306. http://www.hukukhane.net/?p=131 307. Özgür Gündem kapatıldıktan sonra Özgür Ülke ve Yeni Politika adlarıyla yayın hayatına devam etti. 308. Hafıza Merkezi, 2014 309. “Siverek Faili Meçhullerini Arıyor”, Mustafa Arısüt, Taraf,09 Eylül 2009 310. http://www.rizgari.com/ebook/Kisa_Bir_Oyku_2.doc, TÜRKİYE BAROLAR BİRLİĞİ XXIII. OLAĞAN GENEL KURUL U, BALIKESİR, 27- 28 MAYIS 1995, sayfa V’teki Başkanlık raporuna göre 1995 yılı içinde Av. Şevket Epözdemir, Av. Yusuf Ekinci, Av. Medet Serhat ve Av. Faik Candan hayatlarını faili meçhul cinayetlerde kaybetmişti. 311. “16 faili meçhulün ölüm timi aynı”, Aliye Çetinkaya, Sabah, 07 Kasım 2013 312. İHD ve Diğer STK Ortak Basın Açıklaması-25 Şubat 1993 313. Bir Cinayet ve Bir Mektup “, Barikat Dergisi, 10. Sayı - Mart/Nisan 1993 314 Bu dönemde kamu çalışanlarına verilen cezalar: görevden uzaklaştırma 12, açığa alma 30, maaş kesme-kınama-uyarı 3860, sürgün 936; kaynak Cumhuriyet gazetesi, 17 Ekim 1999 315. Kılıçoğlu, Ademyıldız, & Yeşil, 2011, s. 168-169 316. Pazartesi Dergisi, 1996 317. Kayıplar Kurultayı, 1996, s. 207 318. TİHV, 1996, s. 77 319. Aygan, Yanımda Kafalarına Sıktı, 2009b 320. CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün Aralık 2011’de eski özel harekatçı Ayhan Çarkın’la Sincan Cezaevinde cezaevinde yaptığı görüşmeden (Milliyet, 28 Aralık 2011). 321. “Efeoğlu kardeşlere ne oldu?”, Burcu Karakaş, Milliyet, 03 Aralık 2012 322. İHD Basın Açıklaması, 26 Aralık 2011 323. Milliyet, 28 Aralık 2011

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


457

324. Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi Basın Bürosu, 8 Temmuz 1999 tarihli 90 nolu açıklama; http://tr.habervesaire.com/haber/1980/ “Foça kayıplarının adresi JİTEM’in ‘03 timi’ çıktı”, Birgün gazetesi, 5 Mayıs 2009 325. “20 yıl sonra ‘sarı bülten’le aranıyor“, İsmail Eskin, Dicle Haber Ajansı (Diha), 23 Mart 2014 326. Evrensel, 20 Kasım 1996 “ Jitem Subayının itirafları” haberinde şu işkencelere yer veriyordu:”... Önce Diyarbakır İşkence merkezinde, sonra ise Çevik Kuvvet işkence merkezinde sorgulandı. Silvan’a getirilmeden önce Pirinçlik ölüm timinde son kez sorgulandıktan sonra, Alman zırhlı personel taşıyıcısıyla Silvan’a getirildi. Buraya getirildiğinde saç sakal bir birine karışmıştı. 5-6 metreden acayip pis kokuyordu. Ben o zaman operasyon timindeydim. Ali Tekdağ itirafçıların bilgisi dahilinde gözaltına alınmıştı. 90 günün sonunda hiç bilgi vermemişti.” 327. ‘Bir JİTEM Subay’ının İtirafları’ , Evrensel gazetesi, 20/22 Kasım 1996 aktaran (Gökdemir, 2011) 328. MİT Terörle Mücadele Dairesi eski Başkanı Mehmet Eymür’ün İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen Ergenekon Davası’nın 215’inci duruşmasındaki ifadesi “Hizbullah’ın kurulmasının arkasında resmi kurumlar olduğu kesin ancak sonradan kontrolden çıktı” şeklindedir. http://www.demokrathaber. net/guncel/mehmet-eymur-hizbullahin-arkasinda-resmi-kurumlar-oldugukesin-h10793.html, 07 Ağustos 2012 329. Paker, Dış Tehditten İç Tehdide: Türkiye’nin Doksanlara Ulusal Güvenliğin Yeniden İnşası, 2010. 330. http://bianet.org/bianet/insan-haklari/133445-17-yildir-soruyoruz-nazimgulmez-nerede 331. Karar tarihi: 18.06.2002 Başvuru no: 256567/94. http://hudoc.echr.coe.int/ webservices/content/pdf/001-60509 332. “Kemikleri kaybolan 8 kişinin failleri araştırılıyor “, Ferit ASLAN & Serdar SUNAR(DHA), Milliyet gazetesi, 19 Kasım 2009 333. http://www.yuksekovahaber.com/haber/yurtseven,-ozeken-ve-saritasaileleri-cenazelerini-istiyor-116090.htm 334. http://www.bianet.org/bianet/insan-haklari/77809-budaklarin-olumundenbolu-tugayi-sorumlu, 17 Nisan 2006 http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=184465, 15 Nisan 2006 335. “Yıllarca korkudan susan kayıp yakınları yaşadıkları acıyı anlatıyor”, Rıfat Başaran, Radikal gazetesi, 22/09/2009. 336. “Yıllarca korkudan susan kayıp yakınları yaşadıkları acıyı anlatıyor”, Rıfat Başaran, Radikal gazetesi, 22/09/2009 337. “Kayıp köylünün ailesine 15 bin avro tazminat”, Özgür Cebe (Dha), Milliyet gazetesi, 10 Mayıs 2007 338. 24 Kasım 1995 tarihli Evrensel gazetesinden aktaran http://www.zorlakaybet-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


458

meler.org/victim.php?id=HAH/person/665 ve Direniş dergisi, Sayı 32, 1995, s.11 339. “Hasan Kundakçı Vakası”, Ertuğrul Kürkçü, İstanbul - BİA Haber Merkezi, 01 Ekim 2004; http://www.bianet.org/bianet/siyaset/44222-hasan-kundakcivakasi; 340. Maktul yakını Mizbah Akdeniz 1997 yılında olayla ilgili olarak yaptığı suç duyurusundan sonra yargı sürecinin işleyişi hakkında şu bilgiyi veriyor, “sanık olarak adliyeye gelen komutanın elini arkasına bağlayarak, ‘Ne kimse benden hesap sorabilir, ne ifademi alabilir’ dediğini ve savcının da müdahale etmediğini anlatıyordu. http://www.dha.com.tr/32-mezranin-tamamini-yaktilar_571276. html 341. Diyarbakır’da 1993’te geçici görevle bulunan dönemin Bolu 2. Komando Tugay Komutanı Tümg. Yavuz Ertürk hakkında, 11 köylüyü öldürmekten ağırlaştırılmış müebbet istemiyle 2013’te dava açıldı. Ayrıca 1994’te Lice ve Kulp kırsalında 26 köylünün daha öldürüldüğü iddiasıyla 4 ayrı soruşturma daha yürütülüyor. (Kaynak: “Generale, infaz ve isyana teşvik davası”, Özgür Cebe, Sabah gazetesi, 25.10.2013) 342. İHD Diyarbakır Şube Başkanı Raci Bilici, Doğu ve Güneydoğu’da 300 toplu mezarda 4 bin kişinin gömüldüğünü tespit ettiklerini söyledi. Bilici, 1990’larda toplu mezarlara gömülen sivil ve PKK’lıların mezarları iş makineleriyle açıldığı için kimlik tespitinin zorlaştığını kaydetti. (Bugün gazetesi, 26 Haziran 2013) 343. “Okulda sorgu arazide infaz”, http://yenisafak.com.tr:999/gundem-haber/ okulda-sorgu-arazide-infaz-26.10.2013-576419?ref=manset-7 344. Özgür Gündem, 6 Temmuz 2013. 345. http://www.diyarbakirsoz.com/haber-96941-9-gun-iskence-gordum.html, 28/12/2013 346. http://www.analizmerkezi.com/jitem-usulu-inanilmaz-iskence-5544h.htm 347. http://www.anfnuce.com/news/guncel/erturk-zorla-mahkemeye-getirilecek. htm 348. http://www.haberler.com/tuggeneral-erturk-davasinda-magdurlar-ifadeverdi-5479861-haberi/ http://t24.com.tr/haber/11-koyluyu-oldurdugu-iddia-edilen-generale-11kez-muebbet-istendi/242577 349. TBMM Raporu-2004 350. http://www.diyarbakirsoz.com/haber-96941-9-gun-iskence-gordum.html 351. “Mirik’in Solmayan Fotoğrafları”, Hüseyin Aygün, BİA Haber Merkezi, 2 Ağustos 2006; http://eski.bianet.org/2006/08/03/83146.htm 352. Etkin Haber Ajansı, 29 Ekim 2011; http://www.etha.com.tr/Haber/2011/10/29/guncel/cocuklarimizi-kaybeden-cumhuriyeti-istemiyoruz/ 353. Korucu olduğu sanılan bir gizli tanık; yedi kişinin dönemin Dargeçit Jandarma Komutanı Mehmet Tire ile Jandarma Komanda Tabur Komutanı Hurşit İlmen’in

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


459

emriyle öldürüldüğünü söylüyordu. Milliyet gazetesi, 16 Şubat 2012. 354. Mardin İHD- Adli Tıp Raporu, 04 Ocak 2014. 355. Altan, 2013. 356. Öğüt A., 2013. 357. Öğüt İ., 2013 358. Olay adli makamlara ilk yansıdığında Muş DGM savcısı “askeri tutanağı esas alarak” olayı PKK’ye nin yaptığını kabul etmişti. Akabinde olaydan mağdur olan yurttaşlar hakkında tutuklama talebinde bulundu. Açılan ve yürütülen soruşturmalarla dava “zaman aşımına uğrama” noktasına geldi. Ailenin takibi sonucu açılan davanın ilki Davanın ilk duruşması 4 Eylül 2013 tarihinde Muş Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Daha sonra 4 Aralık 2013’te Kırıkkale Ağır Ceza Mahkemesi’ne alındı. 359. http://www.yargitay.gov.tr/aihm/upload/31730_96.pdf 360. http://www.bianet.org/bianet/insan-haklari/129669-zeki-ve-ilyas-ikaybedenler-yargilansin; http://www.yargitay.gov.tr/aihm/upload/68188_01. pdf 361. İtiraflarında Abdülkadir Aygan “Korucular, Özel Harekâtçılar, gezici timler, kendilerine Hizbullahçı diyenler... Onlar da faili meçhul cinayetler işlediler. Ama yüzde 80’ini JİTEM işledi.”diyordu. (Aygan, Röportaj, 2009a) 362. Mardin İHD’nin “Bir Aileyi Yok Ettiler” başlıklı açıklaması, 22 Mart 2014; www. ihdmardin.org.tr/basin-aciklamalari/448-bir-aile-yok-edildi.html, 363. ANF- 12 Nisan 2014 364. Binbaşı Cem Ersever, öldürülmeden önce verdiği röportajlarda Ayten Öztürk cinayetini Yeşil Kod adlı Mahmut Yıldırım’ın yaptığını belirtiyordu. 365. “Ayten Öztürk’ün otopsi raporu”, Orhan Miroğlu, Taraf gazetesi, 02 Ocak 2012 366. http://www.ihd.org.tr/index.php/raporlar-mainmenu-86/el-raporlarmainmenu-90/113-mahmut-ve-fahre-morden-bulunmalarina-da-rapor. html; http://www.zorlakaybetmeler.org/event.php?id=HAH/event/133 ; http://www.ozgur-gundem.com/?haberID=73276&haberBaslik=ADALETyüz de 20İÇİNyüzde 20HAKİKATyüzde 20III&action=haber_detay&module=nuce; http://www.yakayder.com/tr/sayfa/bizden-koparilanlar/fahriye-mordeniz/236 derlenmiştir. 367. http://www.zorlakaybetmeler.org/event.php?id=HAH/event/33 368. http://www.haberruzgari.com/haber_yazdir.php?id=36693, 8 Mart 2011 369. “14 Yıl Sonra Gelen Kayıp Cenazesi,” Şırnak Express, 18.07.2009; “Kayıp Hasan Ergül’ün Cesedi 14 Yıl Sonra Bulundu”, (Bia Haber Merkezi) Tolga Korkut, 13 Nisan 2009; http://www.sirnakhaber.com/haberler/haberdetay. asp?id=9882&kategori=Dünyayüzde 20Haberleri 370. http://toplumsalbellekplatformu.org/default1.asp?l=tr&kid=3&lid=2&kid1= 1&id=24 371. “Kemiklerine bile razıyım”, Cumhuriyet, 16 Ocak 2013

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


460

372. “Hasan Ocak’ı da onlar almıştı”, Gökhan Erkuş, Taraf gazetesi, 26 Temmuz 2012. 373. Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Selahattin Kemaloğlu, AİHM yargıçlarına verdiği beyanda, “Kenan Bilgin’in gözaltına alınıp kaybedildiğine inandığını, olayın faillerini bulmak için çok uğraştığını, fakat karşısına bir duvar dikildiğini” anlattı. (AİHM Karar Tarihi: 2001 Başvuru no: 25659/94) 374. “1994’te kaybolan Kenan Bilgin ve Namık Erdoğan’ın aileleri dinlendi”, Zaman gazetesi, 16 Şubat 2012, 375. Karar Tarihi: 8 Ocak 2008 -Başvuru No: 54169/00. “15 Yıldır Kayıp”, A. VAHAP HARAN& MUSTAFA EMRAH SÜER, DİHA, 25 Aralık 2012 ;http://www.yuksekovahaber.com/haber/15-yildir-kayip-90889.htm, 376. Öğünç, 2010. Hafıza Merkezi, 2014. Tosun, 2012. 377. Mehmet Hatman röportajı- “4653 faili meçhul belgeseli”, Banu TUNA, Hürriyet, 24/03/2005 378. http://www.yargitay.gov.tr/aihm/upload/27693_95.pdf 379. “Babamın dua edip su dökecek mezarı olsun”, Burak KARA, Vatan gazetesi, 13 Ocak 2012. 380. “Midyad: Devletin infaz yeri”, Sedat Sur, Özgür Gündem, 19 Aralık 2013. 381. Unutulmayan Geçmişin Güncel Acıları: Kayıplar, Sedat Sur, Fırat Haber Ajansı, Mardin, 4 Aralık 2013; http://www.firatnews.com/news/guncel/unutulmayan-gecmisin-guncel-acilari-kayiplar.htm 382. http://web.tbmm.gov.tr/gelenkagitlar/metinler/298389.pdf; AİHM’e taşınan davadan Türkiye mahkûm oldu. (AİHM Karar tarihi 21 Şubat 2005. Başvuru no:57778/00) 383. “Çocuklar 14 Yıldır Kayıp Olan Babalarının Bulunmasını İstedi”, Masum Günaydın-İlke Haber Ajansı, 30.03.2012; www.ilkehaberajansi.com.tr 384. “İlk kayıplardan Hakim Kartal’ın hikayesi okundu”, Batman Medya gazetesi, 6.03.2014 385. http://www.babaerdogan.org/partizan/1988.html# 386. http://www.radikal.com.tr/turkiye/22_yil_sonra_gelen_yargisiz_infaz_itirafi-1025628 387. http://www.demokrathaber.net/guncel/perpadaki-kizi-tanik-olmasin-diyeoldurduk-h5956.html 388. http://arsiv.sabah.com.tr/2008/10/23/haber,614A3361108E40C4B12B2ADE8F 6046A4.html 389. Çarkın, Savcıya anlatacak çok cinayet biliyor, 2011 390. Özgür Gündem gazetesi, 26-27 Kasım 1992. 391. Hanefi Avcı, Haliç’te Yaşayan Simonlar, Agora Yayıncılık, 2010. 392. Taraf gazetesi, 14 Eylül 2011; http://www.taraf.com.tr/haber-dev-sol-ayargisiz-infaz-78017/ 393. Hürriyet, 30 Eylül 1993. 394. Şırnak’ın Silopi ilçesine bağlı Görümlü beldesinde 14 Haziran 1993’te 6 köylüyü

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


461

gözaltına aldıktan sonra öldürdükleri iddiasıyla görülen davanın Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşmasında Kazım Cülaz’ın verdiği ifade. Aktaran; (Fırat Haber Ajansı, 2014) 395. http://www.trthaber.com/haber/turkiye/gorumlu-davasinda-yargilama-sureci-devam-ediyor-132424.html, 20 Haziran 2014 396. “Taburda işkenceli linç”, Taraf gazetesi, 19 Ekim 2009. 397. “Taburda işkenceli linç”, Taraf gazetesi, 19 Ekim 2009. 398. “Öldürülen imamı Mete Sayar ağzından kaçırmış”, Demokrat Haber, 22/01/2012; http://www.demokrathaber.net/guncel/oldurulen-imami-metesayar-agzindan-kacirmis-h6452.html; “Apo’nun ortadan kaldırılması yararlı olur”, Nuriye Akman, Sabah gazetesi, 20.11.1993, http://www.nuriyeakman.com/node/2582; “Akıbeti sorul(a)mayan kayıplar diyarı Şırnak”, DİHA, 10/04/2014 tarihli habere göre; Görümlü karakoluna getirilen 6 köylünün içinde köy imamı İbrahim Akıl’ın boynuna haç takılmış, askerler “Haç takan imam olur mu?” diye köylülere sormuş ve daha sonra imamı bu şekilde öldürerek gömmüşler. Haberi http://www.demokrathaber.net/guncel/oldurulen-imamimete-sayar-agzindan-kacirmis-h6452.html 399. “İşte savaş suçu”, Metin İnan, DİHA, 26.02.2014: http://www.ozgur-gundem. com/index.php?module=nuce&action=haber_detay&haberID=99350&hab erBaslik=11yüzde 20yaşındakiyüzde 20çocuğayüzde 20infazyüzde 20!yüzde 20&categoryName=&authorName=yüzde 20&categoryID=&authorID= 400. “BDP askerlerin katlettiği Fatma’yı Başbakan’a sordu”, Dicle Haber Ajansı (DİHA), 27.02.2014: http://www.diclehaber.com/1/22/viewNews/388094 401. Özgür Gündem, s. 26 Şubat 2014. 402 Bilgiç, 2010, s. 235) 403. Astsubayken Er Olmak, Kasım Çakan, Tevn Yayıncılık, 2008 aktaran, Taraf gazetesi, 25 Ağustos 2008. 404. Bia Haber Merkezi, s. 26 Ağustos 2008. 405. TBMM, 2013, s. 15 406. “Hala Kritik: Türkiye’deki Yerinden Edilmiş Kürtler için 2005 Ne Getirecek?” başlıklı rapor, İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch-HRW), 2005’ten (TESEV, 2006, 2008) 407. TBMM, 1998, s. 20. 408. Dönemin Van İl Genel Meclis Üyesi Rıza Ertaş’ın TBMM ifadesi, TBMM, 1998, s. 20. 409. TBMM, 1998, s. 14-15. 410. “Biz Köy Yakma Taburuyduk”, Taraf gazetesi, 10 Kasım 2013; http://www.taraf. com.tr/haber-biz-koy-yakma-taburuyduk-139135/ 411. TBMM, 1998, s. 14. 412. Yüceşahin & Özgür, 2006. Bu konuda “Kürtlerin Yerinden Edilmesine Ulusal ve Uluslararası Tepkiler, Bilgin Ayata, Deniz Yükseker, Birikim dergisi, sayı: 213,

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


462

Ocak 2007, s. 51’de geçen yorum 3-4 milyon göç için “can güvenliğinin olma­ ması; çatışmalar; jandarma tarafından uygulanan gıda ambargosu; güvenlik güçleri, PKK ve geçici köy korucularının tehditleri gibi nedenlerle evle­rini terk etmeye zorlanan ya da terk etmek zorun­da kalan herkesi zorunlu göç mağduru olarak” değerlendiren STK’ların rakamları olduğunu belirtmektedir. 413. Barut, 1999-2001, s. 16. 414. Barut, 1999-2001, s. 16. 415. TBMM, 1998. 416. TBMM, 1998. 417. Dağ, R., A. Göktürk ve H.C. Türksoy (der.) (1998) Bölge İçi Zorunlu Göçten Kaynaklanan Toplumsal Sorunların Diyarbakır Kenti Ölçeğinde Araştırılması (Genişletilmiş 2. Baskı). TMMOB Yayınları, Ankara’dan (TESEV, 2006,2008, s. 108). 418. Barut, 1999-2001, s. 39-42. 419. Barut, 1999-2001, s. 51. 420 TBMM, 1998, s. 32. 421. Barut, 1999-2001. 422. TESEV, 2006,2008, s. 108. 423. TESEV, 2006,2008, s. 108. 424. Barut, 1999-2001. 425. Yüceşahin & Özgür, 2006. 426. Bilgili ve diğerlerinin 1997:331­-332’dan (Yüceşahin & Özgür, 2006) Ayrıca Orta Doğu Teknik Üniversitesi Diyarbakır Alan Çalışması -Ersoy, M., ve H. T. Şengül (der.) (2000) Kente Göç ve Yoksulluk: Diyarbakır Örneği, ODTÜ Kentsel Politika Planlaması ve Yerel Yönetimler Anabilim Dalı Yayınları, Ankara’dan TESEV, 2006, 2008, s. 111 aktarılan anket rakamlarına göre de Diyarbakır Seyrantepe’de ankete cevap verenlerin yüzde 71’i işsiz olduğunu veya nadiren çalıştığını söy­lerken, Şehitlik’te bu oran yüzde 64, Suriçi’nde ise yüzde 40. 427. TESEV, 2006, 2008, s. 110. 428. TBMM, 1998. 429. TBMM, 1998, s. 18. 430. TBMM, 1998, s. 17. 431. TBMM, 1998, s. 19. 432. Saraçoğlu, 2009. 433. Yerinden Edilme Ve Sosyal Dışlanma: İstanbul Ve Diyarbakır’da Zorunlu Göç Mağdurlarının Yaşadıkları Sorunlar, Deniz Yükseker (TESEV, 2006,2008, s. 185201) 434. TBMM araştırma komisyonunun ra­porunda (2005), çocukları “sokağa iten” nedenler arasında iç göç, yoksulluk ve işsizlik sayılıyor gösteriliyordu. 435. Göçmenlerin yaşadığı sağlık problemleriyle ilgili iki veri fikir verme açısından önemlidir. TMMOB tarafından hazırlanan rapora göre, “Diyarbakır ve Zorunlu Göç Grubundaki hanelerin yüzde 45’inden fazlasında tifo vakası görül-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


463

düğü belirtilirken, kolera, dizanteri vb. ağır ateşli hastalıkların yüzde 30 dolayında görüldüğü ortaya çıkmıştır.” Dönemin Lice Kaymakamı Akgün Corav’ın, “Göçe maruz bırakılmış insanlarımızın sağlık sorunları ise içler acısıdır. Göç etmiş olan yurttaşlarımızın yüzde 50’sinde çok ciddi sağlık sorunları vardır, yüzde 33’ünün ailesinde 0-5 yaş grubu ölüm görülmektedir ve Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan çocukların yüzde 40’ında gelişme geriliği gözlenmektedir” sözleri de yaşanan sağlık problemlerinin yetkili bir ağızdan ikrarıdır. Aynı raporda 1994 yılında Türkiye’de görülen sıtma vakalarının yüzde 37’si Diyarbakır’da, yüzde 73’ü bölgede (Diyarbakır, Mardin, Siirt, Batman, Şırnak) görüldüğü belirtilmektedir. (TBMM, 1998, s. 25) 436. Foucault’da iktidar tiplerinden egemenlik iktidarı, tüm yurttaşları bir yasa etrafında şekillendirmek isterken, disipliner iktidar aynılaştırma iddiasındadır. Yönetimsellik iktidarı ise farklılıkları talep ederek onlardan yararlanır. 437. Hazro’da köye dönüş projesi, 23 Haziran 2000; http://arsiv.ntvmsnbc.com/ news/13392.asp 438. Helsinki İzleme Komitesi (HRW), Ekim 2002, s. 11. 439. “1990’lı Yılların Olağanüstü Hâl Rejimi ve Savaş: Kürdistan Yerellerinde Şiddet ve Direniş”, Adnan Çelik, Toplum ve Kuram sayı: 9 Bahar 2014, ss. 100-148. 440. Olaylarla ilgili 15 Nisan 1992 tarihli BM komisyonu raporunda “güvenlik güçleri sivil halkın bulunduğu alanları 20 saat boyunca taradığı” ifadesi yer alıyordu. Aktaran; Kanla söndürülmek istenen Newroz ateşini milyonlar yakıyor(2), Cengiz Oğlağı & Engin Eren, Dicle Haber Ajansı-DİHA, 18 Mart 2014. 441. ‘92 Cizre Newrozu milattır’, Meral Çiçek, Yeni Özgür Politika, 21 Mart 2012; http://yeniozgurpolitika.org/index.php?rupel=nuce&id=7841 442. Ak, Şineğu ve Aslan’ın tanıklıklarını aktaran “Kanla söndürülmek istenen Newroz ateşini milyonlar yakıyor (2)”, Cengiz Oğlağı & Engin Eren, Dicle Haber Ajansı, Erişim 2014, 18 Mart 2014. 443. Hürriyet, 22 Ağustos 1992. 444. Malay, 2013. 445. Çetin, 2014, s. 164 446. A.g.e., s. 164. 447. İnsan Hakları Derneği Siirt Şube Başkanlığı yapmış Evin Çiçek’in Z. Uysal’la yaptığı mülakat; Bia Haber Merkezi, s. 20 Aralık 2013 448. Bia Haber Merkezi, s. 20 Aralık 2013. 449. Cumhuriyet, 2 Eylül 1992, s. 4. 450. Mustafa Doğan, “ 21 yıl önceki Kulp katliamında 37 askere soruşturma”, 26.06.2012; http://www.anf.bz/news/guncel/21-yyl-onceki-kulpkatliamında-37-askere-soruthturma.htm 451. Cumhuriyet, 20 Aralık 1991, s. 4. 452. “Devletin Şiddet Rejiminde Yeni Bir Safha: “Serê Sipi” Olayı ve Pasûr (Kulp) Katliamı”, Adnan Çelik; http://www.toplumvekuram.org/?guncelyazilar=devletin-

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


464

siddet-rejiminde-yeni-bir-safha-sere-sipi-olayi-ve-pasur-kulp-katliami 453. Özgür Gündem, 22 Ekim 2010. 454. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz.”1990’lı Yılların Olağanüstü Hâl Rejimi ve Savaş: Kürdistan Yerellerinde Şiddet ve Direniş”, Adnan Çelik, Toplum ve Kuram, sayı: 9 Bahar 2014, ss. 100-148. 455. Diyarbakır Cumhuriyet Savcısı Osman Coşkun’un hazırlayıp Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nce 21 Ekim 2013’te kabul edilen 2013/692 nolu iddianame. Bu iddianamede “Dikkat Çeken Ayrıntılar” bölümünde Lice olaylarıyla ilgili şu ayrıntılar verilmişti: “1-Yaklaşık 11 saat süren çatışmada, sadece bir polis memurunun zırhlı araç içinde hafif yaralanması, bu memurun ifadesinin alınmaması. 2- Hiçbir teröristin ölü ya da yaralı olarak ele geçirilememesi, gözaltına alınıp ilk sorgudan sonra serbest bırakılan 54 kişinin ve Diyarbakır TEM Şube Müdürlüğü’ne teslim edilen 20 kişinin ifade tutanakları, yakalama tutanakları, hangi delile dayanılarak gözaltına alındıklarına dair hiçbir belgenin evrak arasında bulunmaması, sadece 20 kişilik isim listesinin bulunması. 3-cRoket saldırısına maruz kaldığı ileri sürülen Dragon 9 isimli zırhlı araçta sadece zırh boyasının çizilmiş olması. 4-cÖzel şahıslara ve DEP’li belediye başkanı bulunan belediyeye ait bina ve araçlarda ağır hasarın bulunmasına karşılık asıl hedef olması gereken emniyet ve askeri birliklere ait binalarda hafif hasarın bulunması. 5- cLiceli vatandaşların nerede, nasıl öldürüldükleri, yaralıların nasıl yaralandıklarına dair herhangi tespitin yapılmaması, şehit olan öğretmen Ali Nurettin Soyer’in öldürülmesiyle ilgili ise, yakınlarının talebi üzerine sonradan sadece vurulduğu yeri gösterir krokinin jandarma tarafından düzenlenerek 25.11.1993 tarihli yazı ekinde savcılığa gönderilmiş olması.” 456. Zaman gazetesi, 9 Ekim 2013. 457. Bêmal, 2012. 458. Tanık Mehmet (56) Bêmal, 2012. 459. Mualla (49), Bêmal, 2012. 460. Öğretmenin eşine daha sonra şehit madalyası verilmişti. Bêmal, 2012. 461. “Lice’de öğretmen Ali Nurettin’i de jandarma mı vurdu?”, Radikal gazetesi, 27 Ekim 2013 462. Bêmal, 2012. 463. Cumhuriyet, 2 Kasım 1993. 464. Milliyet, 14 Temmuz 1993, s. 14. 465. Olay esnasında evde bulunan Burhan Çiftçi (45), eşi Mahide (40), çocukları Ender (17), Ruken (12), Sevim (11) ve Can (8) yanarak ölmüştü. 466. “Agıri’nin Madımak’ı”, Nuri Bilgin, Özgür Gündem, 12 Aralık 2011; http://www. ozgur-gundem.com/?haberID=27043&haberBaslik=AGIRİ’NİNyüzde 20MADIMAK’Iyüzde 201&action=haber_detay&module=nuce 467. Süleyman Tekin’in anlatımını aktaran Çetin, 2014, s. 167. 468. TBMM. B: 11/ 9/1993 O: 1, s. 45.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


465

469. Diyadin olaylarından sonra düzenlenen operasyonlarda öldürülen silahlı militanlardan ikisinin cenaze namazları imamlar tarafından kıldırılmadı ve bu durumun Diyanet İşleri Bakanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Yaşar İşcan’ın “Bu teröristlere İslamiyet’te baği denir. Bağilerin cenazesi kıldırılmaz” fetvasıyla desteklenmesi, devlet aygıtının tüm birimlerinin “hâkim ideolojik söylem etrafında nasıl kenetlendiğini göstermektedir. Valilik, savcılık, güvenlik güçleri, Diyanet, vb. gibi tüm devlet birimleri ideolojik söyleme uygun bir değerlendirme içine girmiş, mağdurların tüm iddialarına karşın olay ne basında yer almış ne de araştırılmıştır. (Milliyet, 30 Temmuz 1993, s. 18) 470. Çetin, 2014, s. 170. 471. Cumhuriyet, 15 Ağustos 1993. 472. Çetin, 2014, s. 167. 473 Çetin, 2014, s. 168. 474. Birgün, 30 Haziran 2007 ve http://blog.radikal.com.tr/turkiye_gundemi/sivaskatliamindan-sonra-soylenenler-ve-bugune-dek-degismeyenler-65205 475. “Özel Harp Dairesi üyesi Sivas’ı anlatıyor”, Baki Gül, ANF, 1 Temmuz 2013. 476. Tüleylioğlu, 2012. 477. ANF, s. 12, Mart 2008. 478. Sabah, 14 Temmuz 1997. 479. Namlunun Ucundaki Mahalle, Orhan Tüleylioğlu, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı Yayınları, Kasım, 2011. 480. 1996 yılındaki açlık grevinde Aygün Uğur (Ümraniye), Altan Berdan Kerimgiller (Bayrampaşa), İlginç Özkeskin (Sağmalcılar), Ali Ayata (Bursa), Müjdat Yanat (Aydın), Hüseyin Demircioğlu (Ankara), Tahsin Yılmaz (Sağmalcılar), Ayçe İdil Erkmen (Çanakkale), Yemliha Kaya (Bayrampaşa), Hicabi Küçük (Bursa), Osman Akgün (Ümraniye), Hayati Can (Bursa) yaşamını yitirmişti. 481. Taraf, 8 Nisan 2011. 482. “Hayata Dönüş’ün Gerçek Bilânçosu; 122 Ölümdür”, Alper Turgut, Bia Haber Merkezi, 18 Aralık 2010.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


Kaynakça

Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Hayır Kurultayı. (2000, Haziran 10-11). Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Hayır. Ses ve Cesaret: 10-11 Haziran 2000 Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Hayır. (H. Güden, Derleyici) İstanbul: Emekçi Kadınlar Birliği Kültür ve Sanat Merkezi. Abak, H. (2014, Ocak 9).” JİTEM merkezinden çıkan kemikler Ökmen ve Aydoğan’a ait olabilir.” Dicle Haber Ajansı- DİHA; http://www.diclenews.com. Agaşe, Ç. (2009). JİTEM Gerçeği. Truva Yayınları. İstanbul. AİHM Aydın-Türkiye Davası, 57/1996/676/866 (AİHM Eylül 25, 1997). Akça, İ. (2014, Mart 3). “1980’lerden bugüne Türkiye’de siyaset ve hegemonya: bir çerçeve denemesi.” Emek ve Toplum Araştırmaları Merkezi (EMEK-TAR): http://emek-tar.org/1980lerden-bugune-turkiyede-siyaset-ve-hegemonya-bir-cercevedenemesi-2 (Erişim: 29 Nisan 2014) Akça, İ., & Paker, E. (2010). Türkiye’de Ordu Devlet ve Güvenlik Siyaseti. (İ. Akça, & E. Paker, Dü) İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. İstanbul. Akdağ, B. (2012). Dağın Ardındaki Gerçekler. Ozan Yayıncılık. İstanbul. Akın, R. C., & Danışman, F. (2011). Bildiğin Gibi Değil (90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak). Metis Yayınları. İstanbul. Altan, E. (2013, Eylül 18). Vartinis’te İnsanlığın Bittiği Tarih. Özgür Gündem; http://ozgur-gundem.com/index.php?haberID=8 3893&haberBaslik=Vartinis’teyüzde 20insanlığınyüzde 20bittiğiyüzde 20tarih:yüzde 203yüzde 20Ekimyüzde 201993yüzde 20-II&categoryID=7&action=haber_detay&module=nuce. Althusser, L. (2010). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları (4 b.). (Çev. A. Tümertekin) İthaki Yayınları. İstanbul. ANF. (tarih yok). Fırat Haber Ajansı- ANF; http://www.ajansafirat.com (Erişim: Temmuz 2013) Asker. (2010, Ağustos 31). “Güneydoğu’da Savaşmış Askerler”

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


468

(Röportaj: T. Tekerek,) Taraf gazetesi. İstanbul. Askerler, G. S. (2010, Ağustos 31). “Güneydoğu’da Savaşmış Askerler” (Röportaj: T. Tekerek,) Taraf gazetesi. İstanbul. Aydın, İ. (1999). Dünden Bugüne Öğretmenler. Eğitim Sen Yayınları. Ankara. Aydın, İ. (2001). Osmanlıdan Günümüze Tarih Ders Kitapları. Eğitim Sen Yayınları. Ankara. Aygan, A. (2009a, Ocak 27). Abdülkadir Aygan. (Röportaj: N. Düzel) Taraf gazetesi. Aygan, A. (2009b, Ocak 17-19). “Yanımda Kafalarına Sıktı.” (Röportaj) Star gazetesi; http://gundem.bugun.com.tr/oldurulenlerin-isimleri-haberi/51112. Babat, H. (1993, Aralık 5-6). “En sevdiğim dizi ‘Yalan Rüzgârı’.” (Röportaj: N. Akman) Sabah gazetesi. Barrett, M., (2000). Marx’tan Foucault’ya İdeoloji. Mavi Ada. İstanbul. Barut, M. (1999-2001). GÖÇ-DER Göç Araştırmaları ve Çözüm Önerileri. Göç Edenler Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Derneği. GÖÇ-DER. Baştürk, E. (2012, Güz). Michel Foucault’da Liberalizm Eleştirisi: İktidar, Yönetimsellik ve Güvenlik. Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi (14), 65-78. Beğler, Y. (2006, Nisan 15). Yıldırım Beğler Röportajı. (Röportaj: E. Erbaş) Sabah gazetesi. Bêmal, K. (2012, Ağustos 16). Dosya Lice 1993. Deng Siyasal ve Kültürel Dergi (87), 43-84. Bia Haber Merkezi. (tarih yok). Bianet. İstanbul. Bilgiç, K. (2010). Üniformalı Çete-”İşte Bilgiç’in İtirafları”. M. Duvaklı içinde, JİTEM’in Kürt Tetikçileri (s. 228-250). Profil. İstanbul. Binzet, M. N. (2010, Haziran 15). “İşte Çok Konuşulan Görüntüler” (M. S. İfadesi, Röportaj Yapan) Samanyolu Haber. İstanbul. Cihan Haber Ajansı. (2010, Ocak 9). “Yakin: Kulak Kesip Tespih Yaptım” Diyarbakır. Cogito. (Kış-Bahar 1996). Şiddet (6 b.). Yapı Kredi Yayınları. İstanbul. Cumhuriyet. (tarih yok). Cumhuriyet Gazete Arşivi. 2014 tarihinde Cumhuriyet gazetesi; http://www.cumhuriyetarsivi.com/ monitor/index.xhtml Çakan, K. (2006). Astsubayken Er Olmak. Tevn. İstanbul.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


469

Çapraz, E., & Ömer Oğuz. (2013, Kasım 9). “Yurtseven, Özeken ve Sarıtaş aileleri cenazelerini istiyor.” YÜKSEKOVA HABER;http://www.yuksekovahaber.com/haber/yurtseven,ozeken-ve-saritas-aileleri-cenazelerini-istiyor-116090.htm. Çarkın, A. (2011, Mart 26). “Bazı büyükelçileri bizimkiler vurdu” (Röportaj: M. Baransu, & S. Güleç) Taraf gazetesi. İstanbul. Çarkın, A. (2011, Mart 24). “Savcıya anlatacak çok cinayet biliyor” (Röportaj: E. Tayman, & G. Dinçer) Çetin, V. (2014). “Toplumu Sindirme Yöntemi Olarak Faili Meçhul Cinayetler ve Kent Baskınları” Toplum ve Kuram, 147-176. Çiğci, K. (2002, Haziran 7). “Utanmak mı? Onlar Utansın!”(Röportaj: E. Alıçpınar) Özgür Politika gazetesi. Demir, M., & İpek, M. (1997, Temmuz 19-20). (Röportaj: C. Dündar) Yeni Yüzyıl gazetesi. İstanbul. Demir, M., & İpek, M. (2000, Haziran 3).” İşkenceci Anlatıyor.” (Röportaj: C. Dündar) Sabah gazetesi Cumartesi Eki. İstanbul. Demirtaş, E. (2014). Ortadoğu’da Devlet ve İktidar. Metis Yayıncılık. İstanbul. Dicle Haber Ajansı. (2014). DİHA; http://www.diclehaber.com/tr (Erişim: 2014) Dicle Haber Ajansı. DİHA; http://www.diclehaber.com/tr (Erişim 2014) Duvaklı, M. (2010). JİTEM’in Kürt Tetikçileri. Profil Yayıncılık. İstanbul. Eğilmez, Ş. (2013). Kızımla Büyümek. Belge Yayınları. İstanbul. Ekinci, B. (2010, Ağustos 20/29). “Faili Meçhuller Meçhul Kalmasın.” Taraf gazetesi. İstanbul. Ekinci, N. (2012). Faili Meçhul Cinayetler. Do Yayınları. İstanbul. Er, S. (2009, Haziran). “Yeşil, Benimle Baş edemeyince Yaşlı Babamı Öldürdü.” (Röportaj: M. Korkmaz) Yeni Aktüel dergisi, Sayı: 192, Haziran 2009, s. 20. İstanbul. Ergenekon Davası 3.Ek İddianame, 2009/565 (İstanbul 13.Ağır Ceza Mahkemesi 21 Temmuz 21 2009). Ergenekon Davası Ek İddianame, 2009/188 (İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi 25 Mart 25 2009). Ergenekon Davası İddianamesi, 2008/623 (İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi 10 Temmuz 2008). Ersan, V. (2013). 1970’lerde Türkiye Solu. İletişim Yayınları. İstanbul.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


470

ETHA. (tarih yok). Etkin Haber Ajansı; http://www.etha.com.tr (Erişim: Temmuz 2014) Evrensel . (2014). Evrensel gazetesi. http://www.evrensel.net (Erişim: 2014) Felsefelogos. (2012). Gramsci. Fesatoder Yayınları. İstanbul. Fırat Haber Ajansı. (2014, Nisan 4). Fıratnews.com-2012. AJANSA NÛÇEYAN A FIRATÊ: http://www.firatajans.com Fırat, B. Ş. (2014). “Türkiye’de “Doksanlar”: Devlet Şiddetinin Özgünlüğü”. Ç. Güney, & Ş. İbrahim içinde, Türkiye’de Siyasal Şiddetin Boyutları (s. 369-402). İletişim Yayınları. İstanbul. Gambetti, Z. (2012/2014, Yaz). “Foucault’dan Agamben’e Olağanüstü Halin Sıradanlığına Dair Bir Yanıt Denemesi”. Cogito (70-71), s. 21-38. Göç-Der. (2013). “Türkiye’de Koruculuk Sistemi: Zorunlu Göç Ve Geri Dönüşler Raporu.” Göç Edenler Sosyal Yardımlaşma Ve Kültür Derneği. İstanbul. Gökdemir, O. (2011). Faili Meçhul Cinayetler Tarihi. Destek Yayınları. İstanbul. Gramsci. (1994). Gramsci Üzerine (2 b.). Eriş Yayınları. İstanbul. Gramsci, A. (1984). Modern Prens (Cilt 1). (Çev. P. Esin) Birey ve Toplum. Ankara. Gramsci, A. (1986). Hapishane Defterleri. (Çev: K. Somer) Onur. İstanbul. Gramsci, A. (1986). Hapishane Defterleri. Belge Yayınları. İstanbul. Güngör, S. (2001). “Althusser’de İdeoloji Kavram”. SDÜ İİBF Dergisi, 6(2), 221-231. Hafıza Merkezi. (2014, Nisan). Hakikat, Adalet, Hafıza Merkezi. http://hakikatadalethafiza.org/default.aspx?LngId=1 (Erişim: Nisan 2014 Temmuz 2014) Helsinki İzleme Komitesi (HRW). (Ekim 2002). Göç Ettirilmiş Ve Yüzüstü Bırakılmış Türkiye’nin Başarısız Köye Dönüş Programı. Helsinki İzleme Komitesi (HRW), Göç ettirilmiş ve yüzüstü bırakılmış. Helsinki İzleme Komitesi (HRW). hurriyet.com.tr. (2014). Hürriyet gazetesi: hurriyet.com.tr (Erişim: Temmuz 2014) İHD. (2014). İnsan Hakları Derneği. http://www.ihd.org.tr (Erişim: 2014) İHD Köy Korucuları Özel Raporu. (2009). 1990-2009 Döneminde Köy Korucuları Tarafından Gerçekleştirilen İnsan Hakları. İnsan Hakları Derneği- İHD, İHD Köy Korucuları Özel Raporu.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


471

İstanbul. İnsan Hakları Derneği Yayını. İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi. (2003). Faaliyet Raporu (2000-2002). İHD Diyarbakır Şubesi. Diyarbakır. Kanat, A. (1998, Haziran 1). “2. Yeşil’in itirafları.” (Röportaj) Zaman gazetesi. İstanbul. Karahanoğulları, O. (1998). “Güvenlik Soruşturması”. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 53(1), 159184. Kartal, E. (Dü.). (2010). 122 Şehit. Boran Yayınları. İstanbul. Kaya, B. (2012, Temmuz 27). İşkencecisini Yenen Sosyalist Bir Kadın. (Röportaj: Ç. Tahaoğlu) BİA Haber Merkezi. İstanbul. Kayıplar Kurultayı. (1996). I. Uluslararası Gözaltında Kayıplar Kurultayı. Varyos. İstanbul. KESK. (1998). KESK II. Olağan Genel Kurulu Çalışma Raporu (1996-1998). Ankara. Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK). Keskin, E., & Yurtsever, L. (2006). Hepsi Gerçek Devlet Kaynaklı Cinsel Şiddet. (Dü: Eren Keskin & Leman Yurtsever) Punto Yayınları. İstanbul. Kılıç, A. Z. (2006). “1980’den sonra Türkiye’de Sosyalist Partilerin Siyaset Anlayışı”. Ankara. A.Ü. Yayınlanmamış Doktora Tezi. Kılıçoğlu, H., Ademyıldız, N., & Yeşil, Ş. (2011). Ölümlerle Yaşamak. Eğitimsen Diyarbakır Şubesi. Diyarbakır. Kollektif. (2012). Türkiye Değerler Atlası. (Dü. Y. Esmer) Bahçeşehir Üni. Yayınları. İstanbul. Kongar, E. (1998). 21. Yüzyılda Türkiye: 2000’li Yıllarda, Türkiye’nin Toplumsal Yapısı. Remzi Kitabevi. İstanbul. Layder, D. (2014). Sosyal Teoriye Giriş. (Çev. Ü. Tatlıcan) Küre. İstanbul. Malay, M. (2013, Aralık 16). “Eski Şırnak Valisi: Asker çok insan öldürdü” (Röportaj: H. Özvarış) T24 internet gazetesi. Marcus, A. (2012). Kan ve İnanç (4.b.). (Çev. A. Alkan) İletişim Yayınları. İstanbul. Mater, N. (2004). Mehmedin Kitabı-Güneydoğuda Savaşmış Askerler Anlatıyor. Metis Yayınları. İstanbul. Milliyet. (tarih yok). Milliyet Gazete Arşivi; http://gazetearsivi. milliyet.com.tr (Erişim: 2014) Milliyet.(1996, Aralık 13). “PKK’lı gibi haraç alındı”. Milliyet gazetesi, s. 17. Milliyet. (tarih yok). milliyet.com.tr: http://www.milliyet.com.tr (erişim: 2014)

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


472

Miroğlu, O. (2011). Silahları Gömmek. Everest Yayınları. İstanbul. Neocleous, M. (2012). Güvenlik, Şiddet ve Savaş. Dipnot Yayınları. Ankara. Oğuz, H. (2010, Temmuz 27). “Hüseyin Oğuz: Öldürüp, kelle vergisi aldılar” (Röportaj: N. Düzel) Taraf gazetesi. İstanbul. Oğuz, H. (2012). Karanlık Güçler Çeteler ve Raili Meçhul Cinayetler. Paraf Yayınları. İstanbul. Öğünç, P. (2010, Eylül 4). “Fehmi Tosun’u hatırla.” Radikal gazetesi. Öğüt, A. (2013, Temmuz 24). “Katliamın şahitleri o günü anlattı” (Röportaj: M. Ş. Çağlayan) Öğüt, İ. (2013, Temmuz 23). Katliamın şahitleri o günü anlattı. (Röportaj: M. Ş. Çağlayan) İstanbul. İlke Haber Ajansı; http:// www.ilkehaberajansi.com.tr Özbek, S. (2000). İdeoloji Kuramları. İstanbul. Bulut. Özgür Gündem. http://www.ozgur-gundem.com/: http://www.ozgur-gundem.com (Erişim 2014). Özkazanç, A. (1998). “Türkiye’de Siyasi İktidar Ve Meşruiyet Sorunu: 1980’li Yıllarda Yeni Sağ.” Ankara. A.Ü. Yayınlanmamış Doktora Tezi. Paker, E. B. (2010). “Dış Tehditten İç Tehdide: Türkiye’nin Doksanlara Ulusal Güvenliğin Yeniden İnşası.” E. Balta Paker, & İ. Akça içinde, Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti (s. 405-431). İstanbul Bilgi Üniversitesi. İstanbul. Paker, E. B., & Akça, İ. (2013, Şubat). “Askerler, Köylüler ve Paramiliter Güçler: Türkiye’de Köy Koruculuğu Sistemi.” Toplum ve Bilim Sayı: 126, 7-34. Pazartesi dergisi. (1996, Mayıs 14). “Savaş: ölüm, tecavüz, göç, yoksulluk, dulluk, evlat acısı.” Pazartesi dergisi (14), 1-5. Sabuktay, A. (2010). Devletin Yasal Olmayan Faaliyetleri. Metis Yayıncılık. İstanbul. Salmanoğlu, N. C. (1999, Aralık). Mağdurlar Anlatıyor. 2-3. (Röportaj: N. Cerav) İstanbul. Pazartesi dergisi. Sancar, S. (1997/2008). İdeolojinin Serüveni. İmge. Ankara. Saraçoğlu, C. (2009, Aralık 7). “Siyaset Kürtleri Tanırken, Şehirler Dışlıyor.” (Röportaj: Bianet Haber Merkezi) Sarızeybek, E. (2006). Şemdinli’de Sınırı Aşmak (1. b.). Ümit Yayıncılık. İstanbul. Sayar, M. (1993, Kasım 21). “Yufka Yürekli Komutan”. (Röportaj: N. Akman) Sabah gazetesi. İstanbul.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


473

Seyhan, E. (2010, Şubat 26). “12 yıllık korucu işledikleri suçları itiraf etti.” (Röportaj: R. Coşkun) Dicle Haber Ajansı-DİHA. İzmir. Susurluk. (1999). Susurluk Raporu-Kutlu Savaş. http://akgul.bilkent.edu.tr/Dava/susurluk/kutlu/p1.html. Şarman, S. (2006, Nisan 17). “Eski Vali: JİTEM’le çalıştık” (Röportaj: A. Dirican) Sabah gazetesi. İstanbul. Taraf. (2014). Taraf gazetesi. http://www.taraf.com.tr (Erişim: 2014) TBMM. (1996). Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu. TBMM. Ankara. TBMM. (1998). Meclis Araştırması Komisyonu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Göç Raporu. TBMM. Ankara. TBMM. (2012). Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Raporu. TBMM. Ankara. TBMM. (2013). Terör ve Şiddet Olayları Kapsamında Yaşam Hakkı İhlallerini İnceleme Raporu. TBMM İnceleme Komisyonu. Ankara. TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu. (2013). Terör ve Şiddet Olayları Kapsamında Yaşam Hakkı İhlallerini İnceleme Raporu. TBMM. Ankara. TESEV. (2006,2008). “Zorunlu Göç” ile Yüzleşmek: Türkiye’de Yerinden Edilme Sonrası Vatandaşlığın İnşası (2 b.). (Dü: E. Kalaycıoğlu, & E. Ege) TESEV Yayınları. Thomas, P. D. (2012). Gramsci Çağı. (Çev. İ. Akçay, & E. Ekici) Dipnot Yayınları. İstanbul. TİHV. (1996). İşkence Dosyası Gözaltında ya da Cezaevinde Ölenler (1980-1995). Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV). Ankara.. TİHV. (2014). Türkiye İnsan Hakları Vakfı. TİHV: http://tihv.org.tr (Erişim: 2014) Tosun, B. (2012, Aralık 10). Birinin Kaybedilmesiyle Başlıyor Her Şey. (Röportaj: B. Kural) Bianet. http://www.bianet.org/bianet, İstanbul. Tüleylioğlu, O. (2012, Nisan 5). “Gazi Mahallesi halkının, namlunun ucunda geçirdiği iki günden geriye, sadece acı kaldı.” (Röportaj: N. A. Bektaş) Okuryazar.tv Kitap Dergisi. Türk, H. B. (2001, Bahar). “Türkiye’de Ulus-Devlet Formasyonunun Ortaya Çıkış Sürecini Habitus Kavramı Üzerinden Okumak.” Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 57, s. 201225.

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


474

Ural, A. (2010). Medya-Sermaye-Siyaset Üçgeni. Siyah Beyaz Yayınları. İstanbul. Vergin, N. (2011). Siyasetin Sosyolojisi. Doğan Kitap. İstanbul. Yakay-Der. (2012). Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği YAKAY-DER. http://www.yakayder.com (Erişim: 2013) Yılmaz, A. (2013). Kara Arşiv 12 Eylül Cezaevleri. Metis Yayınları. İstanbul. Yüceşahin, M., & Özgür, M. (2006). “Türkiye’nin Güneydoğusunda Nüfusun Zorunlu Yerinden Oluşu: Süreçler ve Mekânsal Örüntü.” A.Ü. Coğrafi Bilimler Dergisi, 4(2), 15-35. ZAN Sosyal Siyasal ve İktisadi Araştırmalar Enstitüsü. (2014, Temmuz 23). ZAN, zanenstitu.org. Enstitûya Lêkolinên Civaki Siyasi û Abori Sosyal Siyasal ve İktisadi Araştırmalar Enstitüsü Institute for Social, Political and Economic Studies: http:// zanenstitu.org/1990lar-kronolojisi (Erişim: 2014)

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Gazete haberleri ve görselleri (Erişim: 2013-2014) Hürriyet gazetesi arşivi( 1990-2000) Ankara Milli Kütüphane Gazete Arşivi Milliyet gazetesi arşivi (1990-2000) Ankara Milli Kütüphane Gazete Arşivi Sabah gazetesi arşivi (1990-2000) Ankara Milli Kütüphane Gazete Arşivi Özgür Gündem gazetesi arşivi (1992-1993) Ankara Milli Kütüphane Gazete Arşivi Güneş arşivi (1990-1992) Ankara Milli Kütüphane Gazete Arşivi Tercüman arşivi (1990-1993) Ankara Milli Kütüphane Gazete Arşivi http://www.cumhuriyetarsivi.com http://www.gazetearsivi.milliyet.com.tr http://www.zaman.com.tr http://www.yenisafak.com.tr http://www.radikal.com.tr http://www.evrensel.net http://www.ozgur-gundem.com http://www.kurdistan-post.eu (Ramazan Yavuz fotoğrafları)


Dizin

A A. Hakim Kartal 355, 459, Abbas Cihanco 258 Abbas Çiğdem 224 Abdo Yamuk 335, 338 Abdulbaki Birlik 273, 346 Abdulbaki Yiğit 273 Abdulhamit Toprak 442 Abdulkadir Çelikbilek 270, 286, 354 Abdullah Akman 289 Abdullah Büyük Hoca 440 Abdullah Canan 296, 454 Abdullah Çağer 443 Abdullah Çetin Faruki 440 Abdullah Doğan 312 Abdullah El-Cizrevi Efendi 440 Abdullah İzzet 275 Abdullah Meral 62, 435 Abdullah Olcay 226 Abdullah Öcalan 179, 206, 443 Abdullah Özdemir 275 Abdullah Şengüler 206 Abdulvahap Ateş 273 Abdulvahap Yiğit 273 Abdurrahman Abi 273 Abdurrahman Bulut 273 Abdurrahman Coşkun 226, 340, 341, Abdurrahman Kayek 369 Abdurrahman Olcay 340 Abdurrahman Öztürk 273 Abdurrahman Söğüt 308 Abdülbaki Efendi 440 Abdülkadir Aksu 48

Abdülkadir Çelikbilek 270, 286, 354 Abdülkadir Kişi 309 Abdülkadir Konuk 60 Abdülkerim Kırca 283, 284 322, Abdülkerim Kırcı 270, 271, 321 Abdülsamet Sakık 308 Abdülselam Kişi 276 Abdülvahap Altınkaynak 255 Abdürrahim Reyhan Efendi 440 Abece 36 Abidin Polat 227 Aburezak Binzet 275 Aczimendiler 139 Adalet Yıldırım 367 Adem Yakin 294 Adil Başkan 310, 135 Adil Timurtaş 291 Adnan Çelik 463, 464 Adnan Işık 135, 310 Ağa Ünal 386 Ağaç-İş 38, 39 Ahmed Yaşar Hocaefendi 440 Ahmet Aslan 309 Ahmet Ceylan 270, 287 Ahmet Fazıl Ercüment Özdemir 364 Ahmet İbili 425 Ahmet Karabilgin 416 Ahmet Kaya 138, 139 Ahmet Öztürk 367 Ahmet Taner Kışlalı 312, 314 Ahmet Turan 308 Ahmet Türk 189, 454

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


476

Akgün Corav 463 Akın Birdal 179, 181, 443 Akif İnan 440 Akif Yılmaz 61, 435 Algan Hacaloğlu 376 Alınteri 198, 199 Ali Aslan 181 Ali Ateş 425 Ali Ayata 465 Ali Bayramoğlu 135, 436 Ali Can Öner 276, Ali Çarkoğlu 114 Ali Çiçek 61, 435 Ali Efeoğlu 323 Ali Erol 196 Ali Ertürk 367 Ali Işık 339 Ali İhsan Dağlı 333-335 Ali İhsan Özkan 425 Ali Kalkancı 139 Ali Küçüker 440 Ali Miran 290 Ali Nabi Koçak 139 Ali Nurettin Soyer 404, 473 Ali Rıza Demircan 440 Ali Tekdağ 328, 329, 457 Alican Öner 276 Alman Yeşiller Partisi 185 Alp Ata Akçayüz 425 Alp Ayak 443 Alp Ayan 230 Alparslan Pehlivan 225 Alparslan Türkeş 172 Alper Ersoy 358 Altan Berdan Kerimgiller 465 68’liler Birliği Vakfı 185 Anavatan Partisi (ANAP) 38, 42, 99, 100, 102, 105, 141, 145, 358, 411 Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneği

(AHFÖD) 42 Ankaralı Ömer Efendi 440 Arif Çelebi 451 Arif Öngel 364 Arya Kültür Merkezi 185 Asım Köksal 440 Asiye Kasap 366 Asiye Parlak 413 Asiye Zeybek Güzel 155, 156, 200, 441 Aslan Başboğa 181 Aslan Şimşek 336 Aslan Tayfun Özkök 60 Aşur Korkmaz 425 Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu 105 Atatürk Yüksek Kurulu 103 Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) 141 Atılım 155, 181, 185, 198 Atilla Uğur 272, 273 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 156, 159, 162, 164, 310, 320, 344, 350, 352, 353, 441, 442, 444, 454, 459,460 Aycan Öğüt 342 Ayçe İdil Erkmen 464 Aydın Yaş 404, 407 Aydınlar Matbaası 198 Aydınlar Ocağı 102, 103, 105, 106, 438 Aydınlık 196, 198 Ayfer Serçe 135 Aygün Uğur 475 Ayhan Çarkın 361, 435, 456 Ayhan Efeoğlu 323 Aysel Öğüt 342 Aysel Tuğluk 444 Ayşe Arda 442 Ayşe Gülen 364

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


477

Ayşe Miran 290 Ayşe Nil Ergen 364 Ayşe Sağlam Derince 312 Ayşenur Şimşek 318, 321 Ayşenur Zarakolu 180 Ayten Korkulu 367 Ayten Öztürk 346, 459 Ayten Yüce 129 Azime Işık 441 Azimet Köylüoğlu 153 Aziz Nesin 416, 418 Aziz Taşkaya 311

Binnaz Toprak 114, 438 Birsel Kaya 156 Birsen Gülünay 351 Birsen Özcan 309 Bordo Bereliler 202 Bucak Aşireti 449 Buluthan Kangalgil 360 Burhan Çiftçi 464 Burhan Remzi Kafadenk 363 Bülent Ersoy 130, 439 Bülent Ülkü 312, 313

B

Can Ataklı 134 Cantürk ailesi 179 Cavit Özkaya 360 Celal Aydoğdu 338 Celal Bayar 105 Celil Aydoğdu 335 Cemal Akar 135, 309 Cemal Arat 61, 435 Cemal Babaoğlu 313 Cemal Çakar 358 Cemal Keser 60 Cemal Temizöz 275, 276, 448,453 Cemal Veske 285 Cemalettin Bayan 223-225 Cemalettin Sevim 414, Cemil Aydoğan 181, Cemil Özvarış 413, Cengiz Altun 135, 312 Cengiz Çalıkoparan 425 Cengiz Çandar 177, 179, 453 Cevdet Ayaz 217, Cezayir Örhan 330, 331 Cihan Matyar 256 Cihat Öğüt 342 Coşkun Üsterci 353 Cumartesi Anneleri 186, 340 Cumhuriyet Halk Partisi

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Babat Aşireti 247 Bahattin Turan 309 Bahri Işık 312 Bahri Şimşek 335, 336 Bahriye Üçok 314 Bahtiyar Aydın 402 Baran Yüksel 440 Basra Üçok 333 Batı Çalışma Grubu 91 Bayram Namaz 441 Bedii Yarayıcı 314 Bedri Berek 275 Bedri Yağan 60, 366 Bedriye Taş 206 Behçet Cantürk 299 Behçet Tutu 335 Behzat Eraslan 135 Bekir Coşkun 131 Bekir Yıldız 140, 141 Belediye Memurları Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği 184 Berdan Akdağ 262, 274 Berdan Matbaası 198 Berrin Bıçkılar 425 Bilal Batırır 341 Bilal Karakaya 360

C


478

(CHP) 141, 145, 276, 296, 456 Cüneyt Arcayürek 132 Ç Çağdaş Radyo 181 Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) 141 Çağlayan Kültür ve Dayanışma Derneği 186 Çetin Ababay 135, 312 Çetin Emeç 131, 312, 314 Çevik Bir 140

Devrimci Gençlik 183, 197 Devrimci Gençlik Derneği 183 Devrimci Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi (DHKP/CDevrimci Sol) 268 Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) 141, 146, 155 Devrimci Kadınlar Derneği (DKD) Devrimci Mücadelede Kadınlar Derneği (DEMKAD) 183, 185 Devrimci Proleterya 197, 199 Devrimci Proleterya Yayınevi 197 Devrimci Sol Güçler 93 Dev-Sol 59, 60, 362 Dev-Yol 59, 60, 63 DHKP 268 Didem Talo 199 Dilek Akdemir 442 Dilek Yılmaz 442 Dinçer Şahin 165 Direniş 458 Diyarbakır Cezaevi 60-62, 319, 422, 435, 452, Diyarbakır Söz 320 Diz Basın Yayın Şirketi 198 Doğan Güreş 73, 84, 188 Doğru Yol Partisi (DYP) 145, 399 Doğu Perinçek 58, 443 Doğu Silahçıoğlu 139, Dok Gemi-İş Sendikası 38 Dursun Karataş 60 Düzali Serin 339

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö D

Dârendevi Efendi 440 Davut Altunkaynak 226, 340 Demet Taner 367 Demokrasi 199, 443 Demokrasi Mücadelesinde Kadınlar Derneği (DEMKAD) 183, 185 Demokrasi Partisi (DEP) 181, 188-190, 272, 285, 304, 308, 309, 315, 413, 464 Demokratik Halk Partisi (DEHAP) 444 Demokratik Mücadele Platformu 185 Demokratik Sol Parti (DSP) 141, 145 Demokratik Toplum Partisi (DTP) 415 Deng 198, 403 Denge Azadi 198 Deri-İş 39 Derya Bayır 442 Devrim 199 Devrim Aslan Güler 218, Devrim Mehmet Eroğlu 365 Devrimci Emek 198

E Ebubekir Deniz 275 Ecevit Balcı 367


479

Eda Yüksel 364 Edip Akbayram 177 Edip Aksoy 270, 287 Eğit-Der 36, 187, 193 Eğitim-İş 36, 193 Eğitim-Sen 18, 193, 318 Eğit-Sen 18, 193, 318, 434, 444 Elazığ Halkıyla Dayanışma, Yardımlaşma ve Kültür Derneği 183 Elif Işık 339 Elmas Yalçın 367 Emeğin Bayrağı 196, 197, 199 Emek 196, 198, 441, 443 Emek Partisi (EMEP) 181, 191 Emekçi Kadınlar Birliği 185 Emel Sayın 130 Emin Acar 440 Emin Galip San­dalcı 178 Emin Saraç 440 Emine Çağlayan 442 Emine Eren Keskin 178 Emine Tadik 453, 288 Emine Tuncal 367 Emine Yaşar 442 Engin Egeli 363 Engin Kaya 358 Engin Kişin 135 Enver Ören 440 Enver Polat 135 Enzile Özdemir 352 Ercan Güre 312 Ercan Kanar 443 Ercan Polat 425 Erdal Boğan 413 Erdal Kuzu 346 Erdal Sarızeybek 200 Ergenekon Davası 231, 263, 273, 278, 297, 402, 446, 450, 453, 454, 457 Erhan Avar 211, 338

Erkan Acar 276 Erkan Dilsiz 218 ERNK 263 Erol Akar 453, Erol Akgün 312 Erol Cansel 106 Erol Çam 351 Erol Evgin 130 Erol Güngör 106 Erol Yalçın 365 Ersin Yıldız 135, 196, 312 Ertuğrul Özkök 131, 455 Ertürk Yöndem 129, 439 Esat Canan 296 Esat Coşan 440 Esen Aslan 135 Esenler Kültür Araştırma Derneği (EKAD) 183 Esin Ertem 260 Eşref Bitlis 402 Eşref Öğüt 342 Ethem Seyhan 251, 252 Eva Junke 442 Evin Çiçek 396, 463 Evrensel 196, 197, 312, 328, 334, 443, 445, 446, 452, 457 Eylem Çevik 442 Eyüp Adıyaman 309 Eyüp Ögmen 287 Eyüp Seyrek 166

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö F Fadime Şahin 139 Fahrettin Baykara 309 Fahrettin Dülçek 135 Fahri Aslan 309 Fahri Sarı 425 Fahriye Mordeniz 347 Faris Aydın 228 Faruk Aydın 413 Fatih Öktülmüş 62, 435


480

Fatih Polat 446 Fatma Aslan 302 Fatma Deniz Polattaş 162 Fatma Erkan 370-372 Fatma Karakaş 442 Fatma Kayhan 450 Fatma Süzen 366 Fatma Şimşek 321 Fatma Tokmak 442 Fazilet partisi (FP) 145, 179 Fehmi Işıklar 188 Fehmi Tosun 352, 353 Ferdi Tayfur 130, 439 Ferhat Kentel 114 Ferhat Parlak 227, 446 Ferhat Tepe 135, 310, 312, 315 Ferit Aslan 457 Ferit İlsever 196 Fesih Beyazçiçek 421 Fethi Tanrıverdi 243 Fethi Yıldırım 270, 287, 304 Fethullah Erbaş 179 Fethullah Gülen 133, 440 Fevzi Ba­yan 224 Fevzi Gökçan 390 Fevzi Yalçın 357, 358 Fırat Tavuk 425 Fidan Kalşen 425 Fikret Başkaya 200 Fikri Baygeldi 206 Fikri Karadağ 402 Fikri Özgen 270 Filiz Soylu 199 Fintöz Dikme 360 Fuat Berk 367 Fuat Erdoğan 367

Gebze Cezaevi 165, 309 Gelenek 198 Genç Ekin Kültür Merkezi 185 Gençlik Yıldızı 198 Gıyasettin Çalış 413 Göç-Der 381, 448 Göçedenler Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Derneği (GÖÇDER) 184 Gurbetelli Ersöz 135 Güçlü Eylem Planı 179 Gülay Arıcı 358 Güler Ceylan 367 Gülhan Aydoğdu 338 Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA) 234 Gülistan Ağırman 257 Gülistan Çağdavul 413 Gülizar Gül 442 Gülizar Serin 339 Gülizar Şimşek 367 Gülser Tuzcu 425 Gültan Kışanak 134, 444 Gülten Felekoğlu 453 Gün (dergi) 42 Güner Şar 367 Güneri Cıvaoğlu 132 Güneş Baltaş 442 Güneş Matbaası 182 Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti 184 Güngör Mengi 131 Gürcan Özgür 366 Güven Erkaya 91

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö G Gazeteciler Cemiyeti 132, 312 Gazi Olayları 137

H H. Aziz Ayaz 217 Habip Kılıç 189 Hacer Arıkan 323 Hacı Galip Efendi 440 Hacı Hasan Burkay Efendi, Ali


481

Ramazanoğlu 440 Hacı Lalaş 413 Hafız Akdemir 135, 310-312 Hafız Çetin Ağırman 257 Hakan Kasa 362, 365 Hakkı Kahraman 182 Hakkı Kaya 270, 286, 287 Haklar ve Özgürlükler Derneği (ÖZGÜR-DER) 183, 185 Haldun Ören 179 Halef Belek 275 Halepçe katliamı 207 Haliç’i Kalkındırma ve Yaşatma Derneği 183 Halil Adanır 135, 310 Halil Baysal 309 Halil Birlik 275 Halil Gönenç 440 Halil İ. Uysal 135 Halil Kaya 418 Halil Önder 425 Halim Yalçınkaya 309 Halit Akhan 251 Halit Demir 275 Halit Tunç 290, 453 Halkevleri 64, 183, 187 Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) 181, 190 Halkın Emek Partisi (HEP) 58, 188, 306 Halkın Gücü 198, 312 Halkın Günlüğü 185 Halkın Hukuk Bürosu 184 Haluk Gerger 200 Haluk Özkan 177 Hanefi Avcı 263, 420, 460 Hanım Tosun 353 Harbi Arman 270, 306, 309 Harun Padır 337 Hasan Albayrak 451 Hasan Avar 211, 335, 338

Hasan Aydın 135 Hasan Aydoğan 325 Hasan Celal Güzel 105 Hasan Ceylan 142 Hasan Eliuygun 360 Hasan Ergül 348, 349, 459 Hasan Gülünay 350, 351 Hasan Hüseyin Onat 367 Hasan Kaya 316, 317 Hasan Mezarcı 142 Hasan Ocak 155, 350, 351, 421, 460 Hasan Orhan 331 Hasan Örhan 330, 331 Hasan Pulur 131 Hasan Sağlam 107 Hasan Telci 62, 435 Hasine Eroğlu 355 Haşan Çağdavul 413 Haşim Gaşa 135 Haşim Yaşa 309, 310 Hatice Dilek Aslan 358, 359 Hatice Tekdağ 328 Hatip Kapçak 312 Hatip Dicle 189, 411 Hatun Işık 339 Hatun Karakoç 218 Hatun Yıldırım 196 Hayat Altunkaynak 340 Hayata Dönüş Operasyonu 422, 423, 450, 465 Hayati Can 465 Haydar Akbaba 425 Haydar Baş (Kadiri Cemaati) 440 Haydar Başbağ 62, 435 Haydar Demir 196 Haydar Kaya 181 Hayri Kozakçıoğlu 52, 376, 441 Hazni Doğan 340 Hedef (dergi) 185, 198, 199

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


482

Hevi 198 Hewdem 197 Hıdır Çelik 135 Hıdır Işık 339 Hıdır Öztürk 273 Hicabi Küçük 465 Hikmet Aslan 394 Hikmet Gürkan 348 Hikmet Kaya 226, 340 Hikmet Tuzkaya Efendi 440 Hikmet Yakut 135 Hizbullah 196, 312, 320, 330, 345, 457 Hulusi Kul 190 Hüsamettin Korkutata 398 Hüsamettin Yaman 325 Hüseyin Aksarayi Efendi 440 Hüseyin Arslan 367 Hüseyin Atay 115 Hüseyin Coşkun 367 Hüseyin Çelebi 273 Hüseyin Demircioğlu 465 Hüseyin Deniz 135, 308, 310, 312, 367 Hüseyin Ertene 309 Hüseyin Kılıç 364 Hüseyin Kocadağ 351 Hüseyin Ocak 351 Hüseyin Oğuz 296, 450, 451, 454, 455 Hüseyin Taşkaya 254, 311, 449 Hüseyin Turhallı 400 Hüsniye Tekin 442 Hüsnü Acay 346 Hüsnü Aktaş 440 Hüsnü Çankaya 355 Hüsnü Eroğlu 435 Hüs­nü Öndül 443

İbrahim Erdoğan 60, 360 İbrahim Halil Yaman 166 İbrahim Halil Mert 318 İbrahim İlçi 360 İbrahim Özdemir 337 İbrahim Sayılgan 343 İbrahim Tatlıses 130 İbrahim Yalçın 365 İbrahim Yüce 129 İdil Kültür Merkezi 185 İdris Çelik 309, 318 İdris Yıldırım 270, 287, 290 İGD 42 İhsan Haran 270, 285, 287 İhsan Tamgüney Efendi 440 İhsan Yakut 135 İkibine Doğru 314 İkram Damlayıcı 318 İkram Esen 229, 230 İkram İpek 333 İkram Mihyaz 318 İktisadi Kalkınma Vakfı 66 İlginç Özkeskin 465 İlhan Evliyaoğlu 104 İlk Adım (gizli tanık) 231 İlker Babacan 425 İlyas Diril 344 İmam Resul Çiçek 275 İnsan Hakları Derneği (İHD) 180-182, 184, 185, 187, 249, 316, 353, 396, 414, 451, 449, 463 İnsan Hakları İzleme Komitesi 260, 450 İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights WatchHRW) 334, 373, 461 İnsan Hakları ve Mazlumlarla Dayanışma Derneği (Mazlum-Der) 184 İrfan Ağdaş 367

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö İ İbiş Demir 367


483

İrfan Bilgin 352 İrfan Gündüz 440 İrfan Ortakçı 425 İsa Çiçek 275 İsa Öğüt 343 İsa Tanrıverdi 44, 45 İslam Ergül 349 İslami Dayanışma Vakfı 127 İsmail Adıgüzel 396 İsmail Ağaya 135 İsmail Beşikçi 198 İsmail Cengiz Göznek 363 İsmail Hakkı Adalı 357, 358 İsmail Karadayı 421 İsmail Hakkı Kocakaya 309 İsmail Irmak 308 İsmail Karakaya 440 İsmail Oral 358, 359 İsmail Turan Efendi 440 İsmet Acar 252 İsmet Akça 436 İsmet Erdoğan 367 İsmet Metin 410 İsmet Sezgin 303, 351, 400 İstanbul Karanfiller Kültür Merkezi 184 İstanbul Meteoroloji Mühendisleri Odası 184 İstanbul Sanat Merkezi 185 İstanbul Savaş Karşıtları Derneği 184 İşçi Partisi 12, 57, 141 İşçilerin Sesi 199 İşçinin Yolu 200 İşsizler Derneği 184, 185 İzzet Kezer 208, 312, 314 İzzet Padır 275, 337 İzzettin Yiğit 273

Mücadele Grup Komutanlığı (JİTEM) 12, 56, 266 Jirki Aşireti 240, 241 Jiyan Ağırman 257 K Kadir Bülent Ülkü 313 Kadir Güven 218 Kadir İpeksürer 135, 310 Kadir Yaşar 365 Kâğıthane Sadabat Spor Kulübü 187 Kahraman Bilgiç 296, 297, 332, 402, 454 Kaldıraç 185 Kamil Atağ 253, 275, 276, 448 Kamil Bilgeç 275 Kamil Koşapınar 312 Kamil Muştak 225 Kamil Yıldırım 344 Kamile Çiğci 160 Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) 12, 192, 193 Kartal Kültür ve Sanat Derneği 184, 185 Katıl İlhan 258 Kayhan Tazeoğlu 366 Kazı Özlü 442 Kazım Oksay 105 Kemal Aygül 365 Kemal Birlik 273, 346 Kemal Ekinci 135, 310 Kemal Göçer 318 Kemal Güran 440 Kemal Kaçar 440 Kemal Karhan 434 Kemal Kılıç 135, 310, 312 Kemal Mübaris 275 Kemal Pir 61, 435 Kemal Soğukpınar 357, 358

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

J Jandarma İstihbarat ve Terörle


484

Kenan Bilgin 460 Kenan Erdem 260 Ke­nan Esatoğlu 268 Kenan Evren 104, 105, 108, 115, 129, 131, 132, 313 Kerim Demir 309 Kervan Çiçek 275 Kırşehir Cezaevi 60, 357 Kıskaç (gizli tanık) 278, 402, 451, 452 Kızılbayrak 185 Komün 199 Körfeze Bakış 312, 313 Kurtuluş 198, 199, 367 Kürt Enstitüsü 185

Mahmut Ertak 309 Mahmut Mordeniz 347 Mah­mut Sancar 92 Mah­mut Tali Öngören 179 Mahmut Ustaosmanoğlu 440 Mahmut Vanlıoğlu 440 Makbule Ökden 348 Makbule Sürmeli 366 Maksut Polat 367 Mamak Kültür Araştırma Derneği 183 Manisalı Gençler 164 Manuel Demir 64, 65 Mazhar Ağırman 257 Mazlum Aslan 374 Mecit Akgün 312 Mecit Aydın 228, 229 Mediha Curabaz 165 Mehmed Kırkıncı 440 Mehmet Ağar 149, 303, 360, 421, 441, 455 Mehmet Ali Birand 443 Mehmet Ali Dalcı 48 Mehmet Ali Mandal 325 Mehmet Ali Yiğit 273 Mehmet Altan 134, 179 Mehmet Ay 270 Mehmet Ayyıldız 190 Mehmet Barlas 131 Mehmet Bayrak 200 Mehmet Bilgeç 275 Mehmet Bozkurt 210 Mehmet Can Gündüz 135 Mehmet Dansık 275 Mehmet Emin Abak 273 Mehmet Emin Aslan 226, 340, 341 Mehmet Emin Bingöl 276 Mehmet Emin Er 440 Mehmet Emin Halveti 440 Mehmet Emin Narin 309

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö L

Levent Doğan 367 Levent Ersöz 275 Levent Yalçın 451 Leyla Zana 189 Limter-İş Sendikası 155 Lokman Gündüz 135, 310 Lokman Zoğurlu 270 Lütfi Doğan 440 M

M. Hatip Dicle 411 M. Hayri Durmuş 61, 435 M. Nasır Öğüt 342, 343 M. Salih Akdeniz 335, 339 M. Salim Dönen 283, 287 M. Selim Örhan 330, 331 M. Şerif Avar 335 M. Zeki Aksoy 135 Madımak Oteli 416, 418, Mahir Kaynak 443 Mahir Sayın 443 Mahmut Abak 273 Mahmut Acar 276 Mahmut Alınak 189


485

Mehmet Emin Toktaş 227 Mehmet Emin Yavuz 62, 435 Mehmet Emin Yurdakul 332 Mehmet Erdem 260 Mehmet Ertan 309 Mehmet Fındık 275 Mehmet Gazioğlu 416 Mehmet Gündüz 418 Mehmet Güngör 275 Mehmet Gürkan 348 Mehmet Halit Oral 206 Mehmet Hatman 353, 459 Mehmet İhsan Karakuş 312 Mehmet Karaman 411 Mehmet Kaya 190 Mehmet Kısa 190 Mehmet Kutlular 440 Mehmet Müngar 275 Mehmet Nayir Efendi 440 Mehmet Nuri Binzet 253, 453 Mehmet Nuri Yılmaz 440 Mehmet Nuri Yiğit 273 Mehmet Ömeroğlu 275 Mehmet Özdemir 352 Mehmet Salgın 362, 365 Mehmet Salih Dönen 270 Mehmet Salim Dönen 283 Mehmet Savaş 440 Mehmet Selim Örhan 331 Mehmet Sencer 135, 310 Mehmet Sıdık Etyemez 270 Mehmet Sincar 189, 308 Mehmet Şah Atala 335 Mehmet Şakir Öğüt 342 Mehmet Şen 270 Mehmet Şenol 135 Mehmet Şerif İnal 275 Mehmet Şirin Öğüt 342 Mehmet Tekdağ 309 Mehmet Tevfik Athan 260 Mehmet Topaç 62

Mehmet Topaloğlu 312 Mehmet Tutak 405 Mehmet Uykur 256 Mehmet Yeşil 309 Mele Ahmet Ağırman 257 Mele İzzettin 270 Melike Demirağ 177 Memur Sen 37 Memur-Sen 193 Menderes Demir 285 Menekşe Meral 366 Meral Akpınar 367 Meryem Avcı 442 Mesut Dündar 205 Mesut Taner Genç 237 Mesut Yılmaz 411 Mete Sayar 274, 445, 461 Metin Can 316, 317 Metin Göktepe 196, 197, 312 Metin Akpınar 130 Metin Andaç 325 Metin Budak 332 Metin Özdemir 186 Meyase Söğüt 333 Mezopotamya Kültür Derneği 185 Mezopotamya Kültür Merkezi (MKM) 185, 186 Mızgin Firik 442 Mikdal Özeken 331, 332 Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) 109, 116, 125, 127, 143 Milli Gençlik Vakfı 127 Milli Güvenlik Kurulu (MGK) 75, 84, 100, 101, 105, 126, 148, 422 Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) 88, 126, 136, 154, 258, 266, 358, 452, 457 Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) 145

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


486

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) 141, 145 Mirza Mehmet Çimen 206 Molla Bahri Tunç 439 Molla Fethi Tanrıverdi 253 Muammer Aksoy 314 Muhammed Kaya 367 Muharrem Buldukoğlu 425 Muhsin Göl 270 Muhsin Gül 286, 299, 452, 454 Muhsin Melik 190 Muhterem Demir 309 Muhyeddin Aktaş 344 Mukadder Ateş Mukaddes Çelik 155, 441 Murat Arslan 95 Murat Aslan 270, 271 Murat Bozlak 190 Murat Demir 268, 451 Murat Gül Fevzi 365 Murat İpek 268, 269 Murat Ördekçi 425 Murat Özdemir 425 Murat Özsat 326 Murtaza Kaya 363 Musa Anter 135, 270, 308, 310, 312 Musa Abla 220 Musa Anter 135, 270, 308, 310, 312 Musa Çitil 276 Musa Dürü 310 Musa Gökbel 358 Musa Toprak 270 Mustafa Ateş 363 Mustafa Kalemli 225, 358 Mustafa Malay 209 Mustafa Öztürk 190 Mustafa Saygı 344 Mustafa Selçuk 367 Mustafa Yılmaz 425

Muzaffer Akkuş 312 Mücadele 198 Mücadele Birliği 185 Müjdat Yanat 465 Müjgân Arslan 443 Mükerrem Taşçıoğlu 105 Mümtaz Soysal 106 Münir Aydın 224 Münür Sarıtaş 331, 332 Müslüm Gündüz 139 N

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Nabi Yağcı 57 Nadir Naci 275 Na­hit Deniz 174, 175 Namık Tarancı 312 Nasır Öğüt 342, 343 Nasrettin Yerlikaya 210 Nazan Seymener 442 Nazar Ümger 216 Nazım Babaoğlu 135, 254, 310313, 449 Nazım Gülmez 330 Nazım Kavak 174 Nazime Ceren Salmanoğlu 162 Nazlı Top 161 Nazmi Gür 443 Nazmi Türkcan 360 Nazmiye Çiftçi 410 Nebahat Akkoç 319, 443 Nebi Akyürek 362, 365 Necat Yalçınkaya 273 Necati Abay 164, 451, 443 Necati Altuntaş 398 Necati Aydın 270, 271, 318, 321 Necati Bilican 376 Necati Çetinkaya 376 Necati Özgen 202 Necdet Menzir 419, 441 Necla Akdeniz 259, 260 Necla Geçener 413


487

Necla Nazır 130 Necmettin Büyükkaya 61 Necmettin Erbakan 141, 142, 400 Necmi Onur 132 Nedim Akyön 226, 340 Nedim Çıtlak 361 Neslihan Uslu 324, 325 Nesrin Teke 135 Nesrin Ünügör 318 Neşe Kılıçgedik 442 Nevzat Çiçek 450 Nevzat Polat 226 Nezih Demirkent 132 Nezir Tekçi 215, 216, 445 Nihat Bulut 443 Nihat Sargın 57 Nihat Yakut 135 Nilgün Yıldırım 206 Nilüfer Alcan 425 Niyazi Aydın 360 Niyazi Koçak 200 Nurettin Ersin 132 Nurettin Örün 413 Nurettin Yalçınkaya 273 Nurettin Yerlikaya 335 Nurhayat Soyer 405 Nuriye Akman 446, 461 Nuriye Başak 395 Nusret Demiral 350 Nusret Senem 58

Orhan Miroğlu 308, 451, 459 Orhan Tüleylioğlu 421, 475 Orhan Veli Yıldırım 378 Osman Acar 252 Osman Akgün 465 Osman Altun 199 Osman Baydemir 260 Osman Efeoğlu 323 Osman İbrahim 275 Osman Kaya 258

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

O Odak 199 Oğuz (gizli tanık) 269, 273, Oktay Ekşi 131 Oktay Türkmen 318 Onat Kutlar 312, 314 Orhan Doğan 189 Orhan Eren 318, 354 Orhan Karaağar 135, 310 Orhan Keskin 61, 435

Ö

Ömer Coşkunırmak 360 Ömer Çaha 114 Ömer Çam 115 Ömer Dansık 275 Ömer Fındık 275 Ömer Kartal 275 Ömer Özkan 166 Ömer Savun 275 Ömer Söğüt 332, 333 Ömer Yeşilyurt 358 Öz Gıda-İş 39 Öz Maden-İş 39 Özel Harekât Dairesi 202, 278, 316, 417, 465 Özel Harp Dairesi (ÖHD) 202, 417, 465 Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK) 202 Özgür Atılım 181, 198 Özgür Cebe 467, 458 Özgür Cihan 358, 359, 360 Özgür Gelecek 198, 451 Özgür Gündem 135, 195, 199, 310-312, 321, 396, 407 Özgür Halk 135, 196, 198, 199, 312, 443 Özgür Politika 135, 176 Özgür Ülke 135, 195, 196, 198, 312, 456


488

Özgürleşen Yurtsever Gençlik 443 Özgürlüğe Yürüyüş 198 Özgürlük Dünyası 197 Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) 191 Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖZDEP) 188 Özlem Alpaslan 442 Özlem Ercan 425 Özlem Kılıç 367 Özlem Tunç 419

Recai Aydın 318 Recail Uğurluoğlu 243 Recep Doğaner 181 Recep Oyur 318 Recep Özaltın 386 Recep Tayyip Erdoğan 142 Refah Partisi (RP) 101, 128, 139, 141, 142, 145, 386, 398 Refik Horoz 367 Reha Şen 357, 358 Reha Yılmaz 447 Remzi Altun 421 Remzi Basalak 364, 365 Remzi Budancir 445 Remzi Büdüş 369 Remzi İl 309 Remzi Kafadenk 363 Remziye Dinç 259 Reşat Aydın 312 Reşit Eren 224 Reşit Gasyak 289 Reyhan Havva İpek 367 Rıdvan Özden 295 Rıfat Başaran 457 Rıfat Kasap 366 Rıfat Okçabol 438 Rıza Çöllü 440 Rıza Ertaş 376, 461 Rıza Güneşer 312 Rıza Poyraz 425 Ronahi 198 RTÜK 84, 91 439 Ruhi Can Tul 312

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö P

Partizan 198, 199, 460 Partizan Sesi 196 PDK 212 Petrol-İş 39 Pınar Özer 442 Pir Sultan Abdal Kültür Derneği 185, 416 PKK: (Partiya Karkeren Kurdistane) Kürdistan İşçi Partisi 50 Pozantı M Tipi Çocuk Cezaevi 13 R

Rabia Şineğu 394 Ragıp Duran 181 Ramazan Akçiçek 331 Ramazan Ayçiçek 331 Ramazan Aydın Bilge 318-320 Ramazan Denli 318 Ramazan Keskin 270, 322 Ramazan Özmez 335 Ramazan Uykur 256 Ramazan Yelken 114 Ramazan Yerlikaya 210 Ramazan Yüce 318 Raşit Küçük 440 Rauf Tamer 131

S S. Turgay Daloğlu 312 Saadettin Akbay 308 Sabahat Karataş 364 Sabahattin Çakmakoğlu 358 Sabit Ayasbeyoğlu 170 Sabri Atılmış 362, 365


489

Sabri Gasyakadlı 305 Sabri Polat 227 Sadettin Tantan 422 Sadi Erdem 260 Sadullah Çağlar 181 Sadun Aren 58 Sadun Bayan 224 Safyettin Tepe 135 Sağlık Eğitimcileri Sendikası (SES) 318, 321 Sağlık-Sen 321 Sahabe Eğitim ve Kültür Vakfı 128 Said Özdemir 440 Said Yazıcıoğlu 440 Sait Ertan 309, 312 Salih Akçiçek 331 Salih Akdeniz 335, 339 Salih Ayaz 216, 217 Salih Battal 234 Salih Şarman 244 Salih Tuğ 106 Salim Ensarioğlu 179 Satı Taş (Kılıç) 364 Sebahat Kasap 366 Sebgetullah Seydaoğlu 179 Sedat Bucak 311, 449 Sedat Sur 346, 460 Sedat Şenoğlu 441 Sefahat­tin Esmer 443 Sefer Efendi 440 Seher Şahin 170, 362 Selahattin Esmer 443 Selami Çiçek 275 Selim Ay 163, 443 Selim Orhan 331 Selim Sadak 399 Selim Yeşilova 367 Selma Çıtlak 361, 362, 365 Selma Doğan 365 Selman Kaya 96

Selvi Çağdavul 412, 413 Sema Yüce 206 Senem Adalı 367 Serdar Mert 166 Serdar Tanış 275 Serdar Sunar 457 Serhat Epözdemir 315 Servet Arslan 270 Servet Aslan 270, 271, 302 Servet İpek 333 Servet Şahin 363 Sevda Öğüt 342 Seve Nifak 256 Sevim Öğüt 342 Seydo Aydoğan 318 Seyfettin Kavak 243 Seyfettin Tepe 312 Seyhan Ayyıldız 367 Seyhan Doğan 226, 340, 341, 425 Sezen Aksu 130, 177 Sıddık Demir 309 Sıddık Etyemez 287 Sıddık Tan 308 Sıddık Turhallı 309 Sıddık Yetmez 270 Sırrı Sakık 189 Sibel Yalçın 367 Sinan C. Kahraman 135 Sinan Kukul 60, 364 Sincan “F Tipi” Cezaevi 136 Siraç Pençe 135 Sona Çiğdeal 413 Soner Gül 324, 325 Songül Polat 442 Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) 51, 58, 96, 145, 188, 358 Sosyalist Birlik Partisi 58 Sosyalist Parti 58 Stran Kültür Merkezi 185

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


490

Sultan Arıkan 157 Sultan Arıkan Seçik 440 Sultan Sarı 425 Sultan Taşkaya 254 Süheyla Sever 441 Süleyman Abak 273 Süleyman Askan 258 Süleyman Ayhan 399 Süleyman Bozkurt 210 Süleyman Çiğci 199 Süleyman Demirel 79, 171, 172, 416 Süleyman Seyhan 226, 340, 341 Süleyman Soysal 275 Süleyman Taş 413 Süleyman Yalçın 105 Süleyman Yamuk 338 Süleyman Yeter 155, 157, 159, 440

Şükran Esen 229, 230 Şükran Mizgin 286 Şükrü Fırat 309 Şükrü Karatepe 139 Şükrü Kursu 256 T Tacettin Değer 273 Tahir Ayaz 217 Tahir Büyükkörükçü 439 Tahir Kozat 408 Tahir Seyhan 309 Tahsin Yılmaz 464 Talat Akyıldız 270 Talat Türkoğlu 309 Tansu Çiller 79, 134, 148, 153, 189, 416, 421 Tarık Somer 106 Taşkın Usta 364 Taybet Ak 394 Tayyar Altıkulaç 103 Tayyar Turhan Sayar 365 Teğmen Demir 309, 310 Teğmen Gemir 135 Tekman Gündüz 309 Temel Demirer 196 Teoman Erel 131 Tevfik Bazitçi 308 Tevfik Tavura 309 TİSK 38, 66, 146 TMMOB 380, 382, 461 Tohum Kültür Merkezi 185 Tuncay Özkan 136 Tunceliler Derneği 187 Turan Demir 335, 339, 442 Turan Dursun 312, 314 Turan Ünal 325, 450 Turgut Özal 99, 103, 105, 436 Tutuklu Aileleri Derneği 185 Tutuklu ve Hükümlü Aileleri İle Yardımlaşma Derneği

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Ş

Ş. Aydın 228 Şadan Öngel 364 Şahabettin Latifeci 270, 287 Şahittin Güvercin 268 Şefinur Tezgel 425 Şehmus Eroğlu 355 Şehmuz Kavak 243 Şemdin Cülaz 369, 460 Şemdin Sakık 179, 189, 308, 442 Şemsettin Yurtseven 331, 332 Şengül Yıldıran 365 Şevket Epözdemir 315, 455 Şevki Yılmaz 142 Şeyh Nazım Kıbrisi 439 Şeyhdavut Yalçınkaya 309 Şimşekler Taburu 242 Şirin Erol 367 Şirin Öztürk 273 Şükran Aydın 159, 229, 231, 307


491

(TAYAD) 183-185 Tuzla operasyonu 357 Türk Hemşireler Derneği 184 Türk Hukukçu Kadınlar Derneği 141 Türk İntikam Tugayı 411 Türk Kadınlar Birliği 141 Türk Metal-İş 39 Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) 141, 146 Türk Sosyal Bilimler Derneği 112 Türk-ABD İşadamları Derneği 66 Türkan Şoray 130, 438 Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) 57, 123 Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP) 59, 60, 268 Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı’nın (TESEV) 114, 117, 450, 460, 461 Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu (TESK) 141 Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 312 Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) 16, 154, 353, 368, 440, 441, 452, 454

Türkiye Kamu Çalışanları Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı (TÜRKAV) 37, 193 Türkiye Kamu-Sen Konfederasyonu 37 Türkiye Komünist Partisi (TKP) 57 Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) 141, 146 Türkiye Sanayiciler Sendikası 67

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö

Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO) 59, 60, 68, 435 Türkiye İşçi Partisi (TİP) 57 Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş) 141, 146, 440 Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) 58, 66

U

Uğur Mumcu 106, 312, 314, 464 Uğur Yaşar Kılıç 365 Ulucanlar Cezaevi 422 Uludere Cezaevi 344 Ulusal Demokratik Kadın Derneği’nin (UDKD) 187 Uluslararası Af Örgütü 161 Umut Gedik 425 United States Committee for Refugees (USCR) 380 United States of Department of State (USDOS) 380 Ü

Ülkede Gündem 195, 199, 442, 446, 449 Ümit Erkol 442 Ümit Haluk Zileli 177 Ümit Taş 335 Ünal Erkan 64, 290, 376 Ünal Mesuloğlu 312 Ünsal Öztürk 200 Üzeyir Anık 224 V Vahap Bakış 181 Vahdettin Akan 386


492

Vahdettin Sarıçelik 287 Vasıf Çetin 190 Vecihi Ataklı 51 Vedat Aydemir 206 Vedat Aydın 207, 270, 288, 306308, 455 Vehbi Dinçerler 105 Velat Azat Emirhanoğlu 206 Volkan Eryiğit 135 Y Yahya Akman 288 Yahya İpek 355 Yahya Orhan 135, 310, 312 Yahya Yakut 135 Yakınlarını Kaybedenler Derneği 353 Yakup Tetik 276 Yalçın Gaşa 135 Yalçın Küçük 442 Yalçın Yaşa 310 Yarın 42 Yasemin Cancı 425 Yasin Aktay 114 Yaşar Aktay 312 Yaşar Eryılmaz 411 Yaşar İşcan 464 Yaşar Kankal 174 Yaşar Kaya 190 Yaşar Kemal 177 Yaşar Parlak 255 Yaşar Yılmaz 365 Yavuz Coşkun 308 Yavuz Gökmen 179 Yavuz Önen 178 Yazgülü Öztürk 425 Yemliha Kaya 312, 464 Yeni Çözüm 199 Yeni Demokrasi 199 Yeni Evrensel 196 Yeni Politika 135, 195, 312,

455 Yeşil 300, 306, 309, 420, 455, 458 Yeşiller Partisi 185 Yeşim İşle­yen 452 Yeter Işık 339 Yeter Kerenciler 413 Yıldırım Akbulut 239 Yıldırım Beğler 279, 432 Yıldız Mücellithanesi 198 Yılmaz Esmer 119 Yılmaz Odabaşı 200 28 Şubat 84, 126,127, 134, 136, 141, 146, 147 YNK 212 Yunus Şahin 216 Yurt Yayınları 200 Yurtsever Kadınlar Derneği (YKD) 185 Yusuf Acar 251 Yusuf Ekinci 316, 455 Yusuf Kalender 275 Yusuf Kalenderoğlu 275 Yusuf Özdemir 369 Yusuf Solmaz 309 Yusuf Tunç 273 Yücel Şimşek 360 Yüksekova Çetesi 296, 298, 402 Yükseköğretim Kurulu (YÖK) 43-46, 84, 86, 91, 105, 108, 109, 127 Yüksel Güneysel 365 Yüzyıl 135, 314, 376

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö Z Z. Uysal 397, 462 Zahit Turan 270 Zana Zoğurlu 270 Zarife Boylu 412, 413 Zeki Alabalık 273, 346 Zeki Alasya 130


493

Zeki Diril 344 Zekiye Alkan 205, 206 Zekiye Demir 339 Zelal Armutlu 163 Zelal Saraç 441 Zerrin Özer 130, 438 Zeynep Avcı 451 Zeynep Baba 286 Zeynep Eda Berk 360 Zeynep Gültekin 367

Zozan Eren 354 Zöhre Ana-Ali Sosyal Hizmet Vakfı 127 Zuhal Tepe 135 Zübeyir Akkoç 318-320 Zübeyir Birlik 273, 346 Zülfü Livaneli 177 Zülküf Akkaya 310 Zülküf Gökkaya 135

P A T İ K N R İ A T Ğ K O E D RN Ö


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.