Fish Sanat 4. Sayı

Page 1



Looking through the void with empty eyes, We resemble each other, The void and the hole inside of me are alike. But I should come back from this And hold on to this light that makes me fight, Fight in a war in which my heart is the only guide. I am so numb and out of sight, Love how it feels, But I know I don’t belong in here, I need to make myself visible to eternal eyes, The everlasting fight inside is again about to start, I should pick a side. *** A slap in the face, I’m awake. I never challenged myself this far, The lowest ground where I stand Must be the new record height. Yet, the slap makes me feel alive And triggers the awareness, The awareness that burns at the top of my head. Suddenly I’m able to see, Able to see the golden mountain that I’m a part of; And it tells me; Let the rocks roll, As we will stand still at the sun rise. *** Bury it to the deepest of the soil ground, Cage it in the hardest of steel, Get your nails and Hammer it to the wall a thousand times, Or leave it on earth and run to mars; It will free itself from all the illusionary traps That you thought to atone, And will unleash its rage on to you A rage which is refined inside, Till nothing is remained of you, So you get inside of the womb one more time, Now, a new you is born with it flowing through your veins, It replaces your blood.


Müjgangiller 3 Hani sabahlara kadar şiir okumuştuk ya seninle. Rüzgardık o zaman... Ben ölmemiştim daha, sen gömmemiştin. Daha acımamıştı. Kimler cinnet geçirmişti o gece, kim bilir. Müjgan yine ikili koltukta sızıp kalmıştı. Hani sabahlara kadar şiir okumuştuk ya. Rüzgar o zaman... Beyoğlu’nda Müjgan’ın çatıya çıkıp ucuz şaraptan içmiştik yudum yudum. Sigara, tek dal dönüp durmuştu dudaklarda. Attila İlhan gibi taparcasına yaşamıştık İstanbul’u. Ben ağlamamıştım daha, sen bağırmamıştın. Karaköy’de, çantamın çalındığı gece çokça gülmüştük ya Daha yorulmamıştık. Hani sabahlara kadar benliğimizi yitirdiğimiz zamanlarda Ben kaybolmamıştım daha, sen isyan etmemiştin Tanrı’ya. Kolaydı o zamanlar, kimse yoğun değildi. Hani sabahlara kadar şiir okumuştuk ya Ben ölmüştüm, sen yeni gömmüştün. Rüzgar...


Bir Modern Edebiyat Yüzleşmesi. ‘Yaptığım ve hala yapmakta olduğum en büyük şey : Umudumu yitirmemek.’ Röportaj: İrem Tulga. Günümüz popüler edebiyatının gerçek edebiyatla aramıza örülmüş bir duvar olması ve okuyucunun özenle edebi değerlerden uzak tutulması bir sanat sever olarak beni uzun zamandır derinden yaralayan bir durum. Bu sorunun kaynağı yazar mı yoksa okuyucu mu diye merak ettiğim sıralarda Ayşe Nur ile tanıştım. Daha önce ‘Labirent’ isimli bir kitabı basılmış olan Ayşe ile sanat paydasında buluştuk. Şuanda üzerinde çalıştığı yeni kitabının editörlüğüne yardım ettiğim sürede bir kitabın basım süreci ve günümüz yayınevlerinin tutumuna dair çok şey öğrendim. Genç ve yetenekli yazarların karşılarına çıkan engelleri, neden raflardaki durumun endişe verici olduğu sorularına arkadaşım ile yanıt aradık.

Klasik bir giriş yapalım, sizi tanımayanlar için kendinizden bahseder misiniz? Kendimden bahsetme işinde pek yetenekli olduğumu söyleyemem aslında. Kendi gözlemimle başkalarını yazma konusunda her daim daha başarılıydım. İstanbul’da doğup büyüdüm. Aslen Manisa’lıyım. Büyük bir ailenin en küçüğü olduğum için doğuştan şanslıyım. 24 yaşındayım ve kendimi bildim bileli yazıyorum desem yalan olmaz. Fazla da anlatılacak şaşalı bir hayatım yok anlayacağınız.


Yazma serüveniniz ne zaman ve nasıl başladı? Yazmaya 9 yaşında, ilkokul öğretmenimin beni keşfetmesiyle başladım. O gün bugündür kendisi benden desteğini eksik etmedi. Bugün hala kendisiyle görüşür ve yazdıklarımı ona okuturum. Ben çok şanslı ve istikrarlı bir çocuktum. Henüz 9 yaşında yeteneğimi keşfetmiş ve hayatım boyunca yürüyeceğim yolu çizmiştim.

Meslek olarak yazarlığı seçmeye nasıl karar verdiniz? Olumsuz olarak değerlendirdiğiniz yönleri neler? Çocukken sıradan oyunlar oynamayı sevmezdim. Zaten öğretmenimin ilk dikkatini çeken buydu. Bir oyun oynanacağı sıra önce oyuna kurgu yazardım. Sıradan bir evcilik oyununda dahi bu böyleydi. Sonrasında bu oyunları kağıda aldım. Hatta bazılarını tiyatrolaştırıp, okulda sahne aldığımız oldu. Yazmadan önce arafta yaşıyordum da yazarak taraf seçmiştim adeta. Yazmak hayatımı bu denli etkilemişti. Yazdığım zamanlar kendimi daha güçlü hissediyordum ve her daim güçlü kalabilmek için yazar olmam gerektiğini anlamıştım. Meslek olarak yazarlığın tek olumsuz yanı günümüz yayıncıları…

Biraz da edebi kişiliğinizden bahsedelim. Edebi görüşünüzü, eserlerinizi ve bunların zaman içindeki değişimini bizlerle paylaşır mısınız? Çok genç yaşta kitabınız okuyucuyla buluşmuş. Bu süreçte neler yaşadınız? Öncelikle bu oldukça zor bir süreç. Birçok bitmiş romanım var. Fakat basılmış olan yalnızca bir tane. Aslında henüz büyük bir başarı elde etmiş değilim. Onun için çalışmaya devam ediyorum. Eğitim alıyorum, bolca kitap okuyorum ve sürekli yazıyorum. Daha büyük bir başarıya ulaşabilmek için boş durmuyorum. Yazmaya fantastik türüyle başladım. Şu an üstünde çalıştığım roman ise polisiye. Bir romanı yazmayı bitirdiğimde onu bir öncekiyle karşılaştırırım. Işte o vakit ne kadar yol kat ettiğimi görürüm. Labirent isimli romanımı çıkardığımda henüz 19 yaşındaydım. Aradan beş yıl geçti ve şimdiki romanımla onu karşılaştıramıyorum bile.

İlk basım süreciniz nasıl ilerledi, bu süreçte karşınıza çıkan engeller nelerdi? Size engelden oluşan bir dağım vardı diyebilirim. Bu yalnızca yayınevlerinden, tanınmamışlıktan kaynaklanan engeller değildi. Benim çok daha büyük engellerim vardı. Kitabımın basımını gerçekleştirebilmek için öncelikle aşmam gereken insanlar oldu. Ben bir hayli mücadele ettim. Çoğunlukla tek başımaydım. Yaptığım ve hala yapmakta olduğum en büyük şey: Umudumu yitirmemek. Engelleri aştıktan sonra ne yazık ki basım sürecinde de karşıma çıkan bir çok talihsizlikler oldu. Fakat maalesef ki, bunları açık bir şekilde anlatmam doğru olmaz.

Günümüz yayınevleri ve editörlerin genç yeteneklere karşı yaklaşımı nasıl? Edebi değere ne kadar önem veriliyor sizce?

Bu soruyu üzülerek yanıtlıyorum. Ne yazık ki, günümüzde edebi değer diye bir şey pek söz konusu değil. Elbette hala değer veren iyi yayınevleri var. Ama çoğunluğu edebiyat yerine ticaret yapıyor. Hele bir de genç ve tanınmıyorsan, işin çok zor. Sana şans bile vermiyorlar.


Şeyma Subaşı gibi örnekler büyük ilgi görürken genç ve yetenekli yazarların görmezden gelinmesi sizi umutsuzluğa itiyor mu? Az önce dediğim gibi, günümüzde edebiyat değil ticaret önemli oldu. Şeyma Subaşı ve onun örnekleri bu kategorideler. Elbette kitaplarının çıkacağını duyduğumuzda üzülüyoruz ama hayır umutsuzluğa lüzum yok. Çünkü o çıkan kitaplar edebi eser olmayacaklar, onlar bir zaman sonra yok olacaklar. Eğer umutsuz olursak, kalıcı eserler de olmaz.

Basım sürecinde yayınevleri tarafınca karşılaştığınız tutum nasıldı? Ne yazık ki, bazı yayınevleri kitabımı incelemek yerine sosyal medya adreslerimi incelemeyi istedi. Takipçi sayım, kitabın kalitesinden daha önemliydi. Bu yayınevleriyle ikinci bir görüşme dahi yapmadım. Hiçbir yayınevine sosyal medya hesabımı vermedim. Bazı yayıncılar ise okul furyasıdır. Onların okur kitlesi ortaokul çocuğudur. Kitapları toplu halde okullara satarlar, okullar da istedikleri fiyattan zorla öğrencilerine aldırır. Benim ortaokula giden iki yeğenim var. Bir keresinde okullarında yapılan kitap satışında, kitabın etiket fiyatından çok daha fazlasını verdiklerini söylemişlerdi. Çünkü öğretmenleri mecbur tutmuştu. Işte ben böyle bir yayıneviyle de karşılaştım. Bunların edebiyatla ya da eserlerle ilgileri yok. Kitabımı onlara bırakmadan kalktığımda, ‘pişman olup geri dönecek ve asla başarılı olamayacaksınız’ diyecek kadar da alçalmışlardı. Pişman olmadım ve başarılı olacağım. Çünkü olmamam için hiçbir neden yok.

Günümüz edebiyat camiasında yayınevleri ve editörler döngüsüne karşı nasıl motive kalabiliyorsunuz? Aslında cevap çok basit: Yazarak. Çok daha iyi yazarak. Olmuyor mu? Hala bir yayıneviyle anlaşamadım mı? Dönüp kendime bakıyorum. Kitabımı tekrar ve tekrar okuyorum. Sonra daha iyisini yazıyorum.

Sanatın ülkemizde sadece belli bir kesim arasında takdir görmesi sizce nelerden kaynaklanıyor? Belki de hata, sanatı sunanlardadır. Belki de sanat kasten belli bir kesime sunuluyordur. Ne de olsa sanatçı diye sunulanların da çoğu sanatçı değil.

Son olarak okuyucularımıza ve genç yazar arkadaşlarımıza söylemek istediğiniz bir şey var mı? Öncelikle, okumayı bırakmayın ve okuduklarınızın size kolay ulaşmadığını bilin. Tekrar söylüyorum, bu oldukça zorlu bir süreç. Yazmaya gönül bağlayanların ise asla umudunu yitirmemesi gerekiyor. ‘Unutmayın, umut varsa oldukça başarı da var olur.’ Sonuna kadar gelip okuduğunuz için ayrıca teşekkür ediyorum. Dilerim kitaplarımın satırları arasında da buluşuruz. Hoşça kalın. Ayşe Nur ile paylaşmak istediğiniz şeyler olursa kendisine aysenurokoc@gmail.com adresinden

veya ays_nr_ instagram adresinden ulaşabilirsiniz.



Bird Box İnceleme Netflix’in son zamanlarda en çok ses getiren yapımlarından biri olan ve başrolünü Sandra Bullock’un üstlendiği post apokaliptik film ‘’Bird Box’’ hakkında derinlemesine bir inceleme için hazır olun. UYARI! Filmi izlemeyenler için büyük bir spoiler olacak. Bu incelemeye filmi izledikten sonra göz atmanızı öneririm :) Filmin konusu genel anlamda peşlerinde olan görünmez varlıklardan kurtulmak için gözleri bağlı bir şekilde yola koyulan bir kadın ve çocuklarının hikayesini anlatıyor. Eğer bu görünmeyen varlıklar ile göz kontağı kurulursa bu varlıklar kişinin intihar etmesine neden oluyorlar. Beş yıl önce başlayan bu doğaüstü olaydan sağ kurtulmayı başaran Malorie ve iki çocuğu, tamamen kaotik bu ortamdan kaçıp uzaklaşmak için dağları, nehirleri aşmak zorundadırlar. Bu zor ve uzun yolculuk sürecinde ne olursa olsun gözlerini açmamaları gereken Malorie ve çocukları, karşılarında onları neyin beklediğini asla bilmezler. Bir hayvan, canavar ya da uzaylı güç mü bilinmez ama gerilim ve bilinmezlik izleyenleri de ortamın içerisine kolaylıkla sokuyor.

NEDEN BIRD BOX ?

Filme oranla sadece kısa bir süreliğine görülen ‘kuş kafesi’, sembolik olarak düşündüğünüzden çok daha önemli bir yere sahip. Görünürde, Malorie süper markette bulduğu kuş kafesinin içerisindeki kuşları, tepkilerinden yararlanmak için yanına alıyor ancak işin derinine indiğimizde kuşların Tanrı ile insanlar arasındaki iletişimi sağlayan bir mesajcı olarak kabul edebiliriz. Aynı zamanda kuşların özgürlük ve umudu da temsil ettiğini eş geçmemek lazım. Ne de olsa film boyunca umudunu yitirmeden özgürlüğüne kavuşmaya çalışan kahramanları izliyoruz. Gözlerimizin görmediği ortamda ruhsal olarak bize yol gösterici görevini üstlenen bu kuşlar, bir anlamda yine insanların kendisini temsil etmektedir. Filmin başında çoğu insana öldükça anlamsız gelen Malorie’nin çizmiş olduğu resim aslında bu konuyla son derece bağlantılı bir sahnedir. Resimde karanlık bir ortamda bulunan ve telefonlarıyla ilgilenen insan figürleri yer almaktadır. Bu insan figürleri arasında sürati çizilmemiş olan tek figür vardır ve bu figür fiziksel olarak Malorie ile birebir örtüşmektedir. Malorie’nin kız kardeşi bu resmi bir grup yalnız insan diye tanımlarken Malorie onu ‘’Hayır, insanların birbiriyle etkileşim sorunu ile alakalı.” diyerek düzeltir ve ekler: “Bu durum senin için aynı şey değil, annelik anında oluşan bir aşk durumudur.” Evet konu annelik ile ilgili ancak film ilerledikçe Malorie’nin bu düşüncesinin ne kadar yanlış olduğunu göreceğiz çünkü anında oluşan bir aşktan ziyade bebekle olan ilişkisini onu kabullenmekte zorlanmasından, yavaş yavaş bebeğe alışması ve annelik duygusunun bir süreç içerisinde gelişmesine tanık olacağız. Malorie’nin çizdiği resme geri dönecek olursak... Bir bakıma karanlık ortam kafesi, telefonlarıyla ilgilenen ve birbirlerinin varlığından bile haberi olmayan insanlar alt metinsel olarak kuşları temsil etmektedir, tıpkı evlerimizi kafes ve kendimizi kuş olarak kabul edebileceğimiz gibi. Kıyamet koptuktan sonra kapalı ortamların güvenli olduğunu sanan insanlar ise özgürlüğüne kavuşmaktan korkan


kişilerin hayatlarını bir kafes içerisinde yaşamaya mahkum olduklarına bir atıfta bulunuyor. Oysaki karanlık ve duygusal açıdan pesimist bir ortamdan ayrılıp özgürlüğüne kavuşmanın insanların birbirleriyle etkileşimini artıracak ve daha mutlu bir hayat sürmelerini sağlayacaktır. Bütün bu nedenlerden dolayı Tanrının eli ve yol göstericisi olan bu kuşlar filmde en büyük öneme sahiptir. ANLATILMAK İSTENEN ASIL YOLCULUK NEDİR? Asıl yolculuk fiziksel olandan ziyade içsel yolculuktan oluşuyor. Film bir heroine (kadın kahraman) üzerine kurulu ve onun iç dünyasındaki gelgitli yolculuğunu anlatıyor. Bu gelgitleri o kadar karmaşık ve gri bir tonda yansıtıyorlar ki izleyici Malorie ile empati kuramıyor ve hatta ondan nefret etmeye başlıyor. Malorie’nin hayatında bir erkek olmamasına rağmen hamile olması İncil’e gönderme yapılarak Bakire Meryem’i sembolize ediyor. Meryem’in İsa’nın doğuşu ve sonrasında yaşadığı bütün zorlukların bir nevi içsel tekrarını yaşayan Malorie, kendini savunmakta en başta güçlük çekse de sonradan kendi kaderini kendisinin çizmesini biliyor. Film boyunca hayatta kalanların gözlerini kapatması da aynı sebepten; İncildeki ‘’Biz inancımızla yürürüz, gözlerimizle değil.” ayetine güzel bir göndermedir, ki bir insanın duyusal organları çalışmadıkça insanlar gönül gözleriyle daha rahat görürler. Bunu filmin sonunda görme engellilerin tamamen güvende olduklarını izlediğimizde farkediyoruz. Öte yandan kahramanımız annelik kavramı anlamında son derece bilinçsiz. Çocuklara ayrımcılık yapma konusunda iki arada bir derede kalıyor. İçindeki annelik duygusuna göre mi yoksa evrimsel sürece göre mi hareket edeceğini filmin sonuna kadar tam olarak kestiremiyor. Buradaki arada kalmışlık izleyiciye bilerek geçirilmeye çalışılan bir nefret duygusunu da beraberinde getiriyor. Ayrıca bu bilgisizlik filmde önemli bir bölüme sahip olan ‘nehir’ imgesinin neden bu kadar gözümüze sokulduğunu bize açıklıyor. Erkek egemonyasından sıyrılan kadın kahramanın ataerkil düzene karşı gelmesi sonucu yüzleşmek zorunda kaldığı cehennemden cennete uzanan korkulu ve bir o kadar belirsiz bir macerayı, derinliği bütün bir şekilde anlatıyor. Nehrin başlangıcı ve sonu, sembolik olarak, filmde nereden çıktığı bilinmeyen cehennemi, kıyameti oldukça güzel bir şekilde nakışlayarak işlenmiş. Buna istinaden ruhun barındırdığı çatışma ve duyguların birbirine girmesi psikolojik olarak sadece baş kahramanı değil, aynı zamanda seyirciyi de zorlamaktadır. Nehir imgesi de bu macerada annelik kavramının gelişimini tamamlayan en etkili faktör ancak olayın derinine indiğimizde bu faktör zamandan başka hiçbir şey değil. Nehire girişlerinden çıkışlarına kadar yaşanan süreçte Malorie’nin bir birey olarak gelişimini izliyoruz. Korkularından kurtularak yeni ve rahat bir hayata başlamasının hikayesi, annelik duygusunun bu zorlu süreçte çözüme kavuşmasını ve beraberinde getirdiği tecrübeden dolayı oluşan rahatlama hissini özgürlük teması adı altında amamen alt metinlerden oluşan giriş, gelişme ve sonuç şeklinde eyirciye aktarmak, Bird Box’ı mükemmel kılan bir başka faktör. Korkuların arkasında a yer alan asıl şey ise başında bir erkek olmadan anne olmanın vermiş olduğu korkunç baskı


baskı ve belirsizlik, baş kahramana verilmek istenen iç çatışmadır. Peki Malorie’nin nişanlısı Tom ne işlev görmekte derseniz bunun cevabı yine İncil’de yer almaktadır. Özellikle siyahi olarak tercih edilen Tom, Kudüs’te doğan İsa’nın on iki havarisinden birine atıfta bulunmaktadır. Bilindiği üzere İsa’nın on iki yardımcısından en kuşkucusu olan Thomas, Hristiyanlığı yaygınlaştırmak için uğraşmış ve kendisine göre cehennemlik olanlar tarafından pek sevilmemiştir. İlerleyen zamanlarda ise İsa’yı korumak için kuşkucu Thomas, bu cehennemlik dini liderler tarafından o dönemlerin kurşunu olan mızrak ile öldürülmüştür. Filmde ise Malorie ve çocuklarını beklenen cennete (güvenli alana) ulaşmaları için koruyan Tom, görünmez varlıklar tarafından ele geçirilip intihara zorlanmış ancak Tom son bir gayretle Malorie ve çocuklarının oradan uzaklaşmalarını söyleyerek onları korumak adına kendini feda etmiş ve silah kurşunu ile öldürülmüştür. Nehirdeki zorlu yolculuğu binbir türlü gayretle aşarak tamamlaması sonucu iç çatışmalarından kurtulan Malorie, gönül gözü açık ve ruhani değeri yüksek olan görme engelli bireylerle birlikte kendi ve çocukları için yeni bir hayata başlamıştır. Sürekli ve hızlı bir şekilde değişen dünyadan ve kimsenin birbirini umursamadığı bir toplumdan sıyrılarak huzura kavuşan ve kendisini bir kuş misali doğaya bırakarak huzura kavuşan başkarakter, insan olmanın yardımlaşma, emek ve sadece bir birey değil aynı zamanda komün toplumu olmanın önemini anlamış ve yönetmen bu temanın önemini biz seyircilere göstermiştir. Filmin derinlerinde yer alan din ve ruhani düzen algısı, doğru kullanılmadıkça nasıl bir kaos ortamı oluşabileceğini diğer gerilim filmlerine oranla farklı bir şekilde açıklamış ve her zaman olduğu gibi doğaya dönmenin insanın ruhen ve fiziken benliğinin farkında olmasına en büyük katkı olacağını anlatmıştır. Filmi bir de bu gözle yeniden izlemenizi tavsiye ederim.t



Gri şehir Her gün Neredeyse Biraz daha yeşil Bazıları için Değil





PETRA : Cehaletin Tanıdık Hafifliği Petra, 38. İKSV Film Festivali’nde oldukça rağbet gören, ödüllü yönetmen Jaime Rosales’in; Uluslararası Bergen Film Festivali, Cine Ceora Sinema Festivali ve ‘Cinema Writers’ Circle Festivali’nden çeşitli ödüllerle ayrıldığı son filmi. Başrollerini ise Barbara Lennie, Joan Botey ve Alex Brendemühl paylaşıyor. Her film gibi Petra da üzerindeki perde henüz kaldırılmamış bir gizem. Filme adını veren ana karakter Petra’nın soy ağacındaki önemli boşluğu, baba figürünü doldurma amacıyla çıktığı keşif yolculuğu ile başlayan hikaye farklı hayatların birbirine kaotik bir örgüyle karışmasını anlatıyor. Tolstoy’un da dediği gibi ‘’Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da bir şehre bir yabancı gelir’’. Petra ölen annesinden kalan tek mirasın koca bir belirsiz, bir sır perdesi olduğu; ruhani bir evsizlikten muzdarip bir kadın olarak çıkıyor seyirci karşısına. Babası olduğunu düşündüğü Jaume ile yüzleşmek için, temelinde bir kimlik arayışı yatan bir yolculuğa çıkarak saygın sanatçı Jaume’nin evine bir yabancı olarak gelir. Jaume ise zalim fakat işlevsiz bir tanrı kompleksinin vücut bulmuş halidir adeta. Herkesin hayatta kalma savaşı içinde ihtiyaç duyduğu şeyleri avcunun içinde bulunduruyor olmanın zaferi ile sarhoş olmuş bu adam; kendi gölgesinden bile korkan, otoritenin kendisinde güvende hisseden oğlu Lucas’ın kanatlarını yuvadan uçma fırsatı yakalayamadan kırmıştır. Evin herhangi bir köşesinde izi yokmuş gibi görünen evin hayaleti, Jaume’nin eşi Marisa ise gerçeği bir anahtar gibi elinde tutan yegane karakter aslında. Birçok varoluşçu filozofun da savunduğu gibi varoluş amacı hayatın kökünde yatan ‘gerçeğe’ ulaşmaktır ancak asıl ilahi belirsizlik bu gerçekliğin doğasıdır. Petra’da da herkes gerçeğin peşinde ta ki ona ulaşana dek. Film çözünmeye başladıkça, Petra sanat medyumu ile iletişim kurabildiği Jaume ile yüzleşir ve Jaume Petra’nın babası olmadığını söyler. Arayışın sürekli anksiyetesinden yorulan Petra gerçeğin bu versiyonunda bulduğu ferahlıkla Lucas ile yakınlaşır ve film izleyiciyi geleceğin tam ortasına atar. Bu aşamada yönetmenin filme atfetmiş olduğu yapı önem kazanıyor. Daha önce Yorgos Lanthimos ve Lars von Trier tarafından da kullanılmış chapterlara (bölümlere) ayrılmış yapısalcılık hem izleyiciye kitap okuma hazzı yaşatıyor hem de Petra’nın kimlik bölünmesini fiziksel olarak dışa vuruyor. İzleyicinin kendini içinde bulduğu gelecekte, Petra ve Lucas evlidir ve bir çocukları vardır. Tam bu sırada tanrı figürü, kuklacı Jaume, Petra ile görüşür ve yalan söylediğini, aslında babası olduğunu açıklar. Bu gerçekle ve baba oğul arasındaki asla galip gelemeyeceğini kabullendiği bu güç ilişkisi ile yüzleşemeyen Lucas kalan tek kurtuluş yolunu bulur ve kendini vurur. Lucas’ın ölümüyle bu gerçeği bir başına sırtlanmak zorunda kalan Petra ise artık kovalamak zorunda olduğu bir şeyin olmamasının verdiği özgürlükle annesinden gördüğü anneliği kendi kızına yapmaya başlar. Tam bu esnada bir diğer kederli anne, Marisa, Petra’nın evine gelir ve gerçeği en zehirli haliyle gözler önüne serer: Lucas’ın Jaume’nin oğlu olmadığının gerçeğini… Petra bu kırılma noktasında hayatta kalarak ‘’başka birisi için biri olmak’’ durumunda kalmıştır artık ancak insanın kendi doğasının bazen bir ömür kendisinden sakladığı ilahi gerçeklikle asıl bu noktada yüzleşmiştir. İnsanın tamamlanmışlık hasretini dindirecek ev gözünü açtığı andan itibaren kendisidir, kişisel olarak tanrılaştırdığı arayışlar değil. Jaume’nin annesinin ölümüne sebep verdiği, zayıf halka olarak gördüğü genç bir adam tarafından öldürülmesiyle arayışta olma bağımlılığını bir kenara bırakan Petra,


ilk geldiğinden farklı bir Petra olarak; artık Jaume’nin değil Marisa’nın evine gelir ve kızını görmesine izin verir. Bu kırılgan sahne Petra’nın otantik bir varoluş için ödediği bir kefarettir ve sırlar zincirinden kurtularak kendini hayatın ‘’dingin kayıtsızlığına’’ bırakır. Petra’yı birkaç kelime ile tanımlamak zorunda olsaydım; kendi kuyruğunu yiyen bir yılan derdim belki de. Ama Petra bir cevap değil, bir soru aslında. Cehalet gerçekten saadet midir? Cehalet ne kadar çeker? UÇURUMLA YÜZLEŞMEK BÖLÜM I: ‘’Uçuruma uzun süre bakarsan uçurum da sana bakar.’’ F.Nietzsche Bembeyazdı her yer, kar gibi değil ama. Uçsuz bucaksız bir toz yığını gibi beyaz, hem hacimsiz hem de inatçı, erimenin kendisine karşı. Ağzını açıp tarif etmeye kalktığında ne dar diyebilirdin ne geniş, ne dokunabilirdin ne işitebilirdin sonsuzluğunu. Hatta o kadar tahmin edilemezdi ki bu yapı, sonsuzluğun kendisini haksız çıkartırdı zira o bile bir ölçü birimiydi zaman zaman. Søren’e gelirse, o da bihaberdi nerede olduğundan, bir şeylerin ortasında mıydı köşesinde miydi bilmiyordu ama tabi bir teorisi vardı kendine göre. Kocaman bir zarın içindeydi ve tüm varlığı 8 yaşında bir çocuğun oyun oynarken ki bilinçsiz kararlarına bağlıydı. O denli tahmin edilemez, kuşku dolu ama sonsuzdu ki her bir hamle, sadece bu tarif bile özetliyordu bir zarın içine hapsolmuş bir hayatı; suçluluğun derinliği kadar tahmin edilemez, benlik kadar kuşku dolu ama anne sevgisi kadar sonsuz. Ayağa kalkmayı denemedi bile. Dizlerini karnına çekti ve gördüğü şey karşısında hayrete düştü sadece. Ellerine, kollarına, yüzüne çarpan hava asılı kalmıştı etrafında. Öyle dingin bir ağırlığı vardı ki, insanın içini ağzına kadar dolduruyordu, bir şeyle ya da biriyle. Søren’in yüzünde kurnaz bir tebessüm belirdi, hissettiği memnuniyet teselli ediyordu her bir hücresini. Eğer evrenden harekete geçmek için bir işaret bekliyor olsaydı, işte o işaret şüphesiz bu an olurdu. Bir anda, fotokopi odası havasını teneffüs etmekten yorgun düşmüş, bu zülme nasırlarla karşılık vermiş bir el dağıttı tüm havayı. Artık tek görebildiği koca bir is bulutuydu. CLEM: Biliyor musun Søren? Her şeyi gördüm, her bir yüz ifadesini; korkusu mimiklerine sinmiş birçok yüz, merak ve şüphenin iç içe geçtiği çocuk simaları ve belki bu ikisinden de çok, eşsiz bir hezeyan türü. Ama böyle bir tebessümü ilk kez görüyorum, aslına bakarsan ikinci kez. Evrendeki ilk kuş parmaklarımın arasında ilk adımlarını attığında ben de böyle bakmıştım, kırılganlığına aldırış etmeden bana bir şey öğretebilme itaatkarlığı muazzam bir öfke uyandırmıştı içimde, hatta onu avcumun içinde o an sıkıştırabilir, tüylerini ufalayabilirdim ama yapmadım. O an annen ne yaptıysa, ben de onu yaptım Søren çünkü hep bir galip vardır, ya o ya sen. SØREN: Bu fiyakalı tirattan bir ders çıkarmam mı gerekiyor? Çünkü eğer amacın buysa, tıraş losyonunun kokusu kendisinden önce gelen, grinin yedi tonunu içinde barındıran, takım elbisesi kendisine iki beden dar gelen, kemik gözlüklü, elleri cebinde gezen pırıl pırıl bir herif olman gerekirdi öncelikle.


Clem’in yüzünde en ufak bir mimik bile oynamadı, sınırları zorlanmış görkemli bir dağ gibiydi, sanki ufak bir balta darbesi püskürmesine yetecekti. Ama belki de cidden beklentisinden düşük bir giriş yapmıştı bu defa. CLEM: Nefes alabilmesi Wachowski kardeşlere bağlı bir Ajan Smith bekliyordun yani buraya düştüğünde. Burada Ajan Smith’ler yoktur Søren, tek bir Wachowski vardır. Bana Marlowe’dan bahset, şimdi. Søren gürültülü bir kahkaha patlattı, gözlerini olabildiğince geriye devirdi ta ki kaskatı bir sis göğüs kafesini sarıp, süzülerek gırtlağını doldurana kadar. Sanki kilitlenmiş dişleri korunaksız bir kale duvarıydı ve bünyesindeki tüm sırlar, tüm kelimeler aç tilkiler gibi; bilinçsiz, kan kokusuna bağımlı gencecik askerler gibi ona karşı birleşmiş duvarları tekmeliyorlardı. Kekelediği kelimeler boğazında bayır aşağı yuvarlanan bir kar kütlesine karıştı, çığ gibi büyüdü ve tam da bu yüzden hakim olamadı diline. SØREN: Marlowe, yıllar önce penceremin önünde bulduğum yavru bir kargaydı. Yağmur ıslatmıştı sokak lambalarını, kaldırımları, çatıları hatta evsizleri ama onun kapkara gövdesine bir damla bile isabet etmemişti sanki. Ufak bir çakıl taşı bağlıydı bir ayağına; her havalanmaya kalktığında, önce tökezliyor sonra da düşüyordu. Görünen o ki sayısız kez denemişti bunu zira ayağı kırılmıştı. Ne haddimeydi bilmiyorum ama iyileştirmeye çalıştım, kendi dizindeki yarayı görünce ağlayan bir çocuk için epey de ağır bir yüktü. Avuçlarımın arasına aldım, doğruca anneme götürdüm. Kırığın etrafını sıkıca bağladı, itibarsızlaşmış hissetmiş olsa gerek ki dikkatle etrafa bakmayı kesti. Onu geniş bir kafese koydu annem, ne verirsek verelim sadece yaşamasına yetecek kadar yerdi. Ah geceler! Geceleri en kötüsüydü, ardı arkası kesilmeyen, kulak tırmalayan bir kazıma sesi… Bazen yalvarırdım ona, uyumama izin versin diye. Daha da sert kazırdı ama aşındıramazdı kafesin tellerini. Sonra bir gün tamamen kapattı gözlerini. Ayağını iyileştirmiştik belki ama içinde başka bir şeyi kırmıştık: uçma, yaşama şevkini belki de. Öldüğünden emin olduğumda kafesin küçük kapısını araladım ama işte ordaydı. Kanatlarını öyle bir açtı ki kalbi kalbimde atıyordu, onunla beraber ben de uçuyordum gözlerim sımsıkı kapalı. Niye bilmiyorum tutmaya çalıştım, annem de görsün istedim belki de. O sırada derin bir çizik açtı elimde, hala gazi gibi hissederim kendimi gördükçe. Sanki şu koca hayatımda bir mücadeleye göğüs germişim de yaralarını bir zafer nüshası gibi taşıyormuşum gibi. Her neyse gereksiz detaylar bunlar. Ben o hayranlıkla karışık huşu arasında annemi görmedim ama o tek eliyle yakalamıştı Marlowe’u tam boynundan, o da direnmeyi tamamen kesmişti görünüşe bakılırsa. Tüm haykırışlarıma, nefesimi kesen hıçkırıklarıma rağmen; onu eski farelerimden birinin kafesine kapattı. Çok daha dardı bu kafes, bir hakaret kadar yoğun, en az o kadar küçük düşürücüydü. Sanki içindekinin dilini, gözlerini bağlayan bir hastalıkla sarılmıştı çepeçevre. Onun mahkumiyetinde ben daha mahkum hisseder olmuştum. Yavaş yavaş önce kazımayı bıraktı, sonra yemeyi, uçmayı en son da bakmayı tümden. Gözlerini kapattı, öyle sıkı kapattı ki annem zaman zaman kargaların da kış uykusuna yattığını düşünür oldu ama ben anlamıştım.


Gözlerini açtığında gördüğü mahkumiyet kanına karışmamıştı henüz, gerçekliğe indirdiği perdenin gerisinde bir cennet yaşıyordu, orada nefes alıyordu artık. O an o kadar özendim ki bir başkasının hayatına, ben de gözlerim kapalı yaşamayı denedim ama dünya o yaşlarda rafa kaldırmak için çok renkli gelirdi gözüme. Yine de onu izlemek, eşsiz bir büyülenmişlikti, kanımı kaynatırdı. Bir sabah uyandığımda artık yoktu. Annem kaçtığını söyleyip durdu ama ben inanamazdım bu gökyüzüne geri dönüş sığlığına, ayıpladım her geçen gün. Gerçi ayıplanacak çok şey var bunun dışında da. Ben varım mesela, annem var. Onu pencerenin kenarına koyup aklını çeldi! Hiçbiri… Bunların hiçbiri olmazdı eğer kanmasaydı sonsuzluğuna gökyüzünün. Daha sonsuz şeyler var, yemin ederim var. Beklemek gibi mesela, binlerce yıl yaşayacak bir karganın hayatının bir bölümünde olsun tekrar o pencerenin önüne sığınma riskini göze alabilecek olmasına kendini inandırarak beklemek. Dediğim gibi, utanacak çok şey var; eğer başlarsan utanmaya. Yüzü öfkeyle alev almıştı Søren’in sonrasında ise o küllerden yepyeni bir mahcubiyet doğuvermişti. İnanamadı dilinin keskinliğine. Hayal kırıklığı bu olsa gerekti. CLEM: Gel, yürü benimle. Ayakları yerden kaldırdı Søren’i, adeta dili adına af diliyorlardı ama nedense affedemedi bu küstahlığı. Bambaşka bir sarhoşluğu vardı bu adımların, her bir eklemin hissizliğinde sırtüstü yüzer gibiydi. Bir saniye için de olsa içinde canlılık adına ne kaldıysa, onu özledi. Kanatlara ihtiyaç duymadan uçar gibiydi ama nereye? Kim bilir… SØREN: Nereye doğru ilerliyoruz? Hem ne bu hız, yetişmen gereken bir yer varsaCLEM: Sen, Søren, epey komik bir yabancısın. Aslına bakarsan, ilerlemiyoruz ve hayır benim hiçbir zaman bir yere yetişmem gerekmiyor ki bu biraz öldürüyor hevesimi. Gerçi fotokopici bir memurun tekiyim ben, birkaç parça can sıkıntısı benim için ideal bir iş modeli. Senin içinse aynısını söyleyemem. Zaman küçük kum taneleri gibi akıyor avuçlarının arasından, nasıl yakıştırıyorsun kendine bu cinayete görgü tanığı olmaktan başka bir bok yapmamayı, anlamıyorum. Søren’in yüzü ekşidi, anlamlandıramadığı bir girdabın içinde oradan oraya savruluyordu. CLEM: Tabi ben daha tecrübeliyim konu zaman olduğunda, sizlere tarif edilemez bir yoğunluk gibi geliyor ki bu karmaşaya ben sebebiyet verdim sanırım. Asırlardır övgü duyuyorum Søren, bitmek tükenmek bilmeyen bir övgü şelalesi. Ancak, her yüz yılda bir hikaye anlatıcısı olarak sağlam eleştiri darbeleri aldığım oluyor ve büyük küstahlık belki de ama kulağıma daha değerli gelmeye başladılar. Mesele şu ki : evet ilerlemiyoruz ama ilerlememek geri gitmek anlamına gelmiyor. Bir konuda haklıydın, sonsuzluk da bir ölçü birimidir ama ölçebilmek için olabilecek tüm köşeleri, tüm uçları bulman gerekir. Eğer bulamıyorsan, ne fark eder ki? Ama dikkat et, her köşe bir uçurum sayılır, gerçi bunu sana anlatmak ölüm döşeğinde bir adamın son şakası gibi. Komik olmasa bile gülmen gerekiyormuş gibi hissettiriyor ve ben gülmekten çok yoruldum.


Søren ustalıkla, soymak için girdiği evin çocuk odasında bir ayna görmüş gibi suçlu hissetti, sanki kaçmak için beş, on saniyesi kalmıştı da gözünü aynadan alamıyordu. Üstelik ev sahibi de affetmişti onu, yakalanmayı bile beceremeyen bir yüz karasıydı artık. Çakıl taşları bağlanmıştı ayak bileklerine sanki. SØREN: Dur, bak açıklayabilirim, tamam mı? Bana bir tek sen yardım edebilirsin, yalvarırım bırakma ellerimi. CLEM: Nasıl açıklayacaksın Søren? Kendine birkaç milyon versiyonunu anlattığın açıklamadan mı bahsediyorsun? Aa, bir saniye yoksa ayakların kapıdan dışarı birkaç adım atmak için yalvarırken kapıya taktığın o ikinci kilide anlattığın hikaye mi asıl açıklama? O haykırışlar yukarı doğru dalgalar halinde yolculuk ederken epey detone bir yansıma yapıyor, güven bana. Bir kez olsun, korkma gözlerini açmaktan, konuşmaktan. Onu neden öldürdün Søren, söylesene, neden?! Søren vücudunun yükü altında ezildi, karnına bir yumruk yedi sanki, öyle yoğun bir demir tadı vardı dilinde. Düştü geriye doğru, uçsuz bucaksız düştü. Clem’in sesi ise uzaklaşıyordu gitgide ama kahkahalar duyuluyordu inceden inceden. Okyanus kadar derindi bu düşüş; bir ucunu, bir köşesini arıyordu Søren ta ki şu son sözleri duyana dek. CLEM: Yetişmen gereken bir yer var Søren, bir randevu. Biliyorsun, uzun zamandır bir bekleyenim var. Sevgili okuyucu, kim bilir bu randevu seninledir belki. Søren ve ben bir sonraki sayıda seni bekliyor olacağız.



Grief is an option So it’s true, when all is said and done, grief is the price we pay for love However, we choose this way to go through life by using our boxing glove This heartache this sadness this feeling of pain, we’ve gotten used to it until the calm will come back again Freedom of desire is the only thing we need; our souls became so damaged but we can proceed we refused to settle and control our thoughts, anyhow hustle is the only way to connect the dots our books have some multicultural verses, you can call it a melting pot, and I hope you can read what’s between the lines. We started to see the pattern from seedless grapes to Georgian wines, while having a plan to write a new song in Baku. We are such an amazing mosaic with different people, different beliefs, different yearnings, different hopes, different dreams So grief is playing a vital role in our lives and we always take it as an option to continue our journey to the center of the earth. What we have learned along this journey is how to make money and gain experience, we decided to let it go and to not take it too seriously.


‘Hayatımız, satın aldığımız her şeyin barkodları ile büyüyen alışveriş dağımızın bizi ezmesine izin verirken, özgürlüğün kaç harfi bizi kurtarır?‘



Do you remember the meadow I told you about? Grey sky, wet grass that dead bodies lying beneath. Shadows of our grand sin. So dark, even though our smiles shining through the depths of the fire. I lay down, raindrops on my face. Where did you go? With the vision of the mellow meadow You walked so long, what did you find? A recreation of me? No, you found nothing. The nothingness of your thin mind. Love, we lay down while holding hands. Connected veins of our hearts The heat coming from our dream Where did you go, what did you find? Our souls merged into one, embodied a sinner. You, the one who left me in a shattered dream A place that nobody lives, already dead Yes, you spoilt child! Come to me whenever you want. I’ve got the time of Bible black sins Nobody moves, nobody wants Do you remember the meadow I told you about? Grey sky, wet grass that our dead bodies lying beneath. Our bodies, you and I.



İntikam 18. yaş günümü kız arkadaşımla birlikte sessiz, sakin bir kafede kutlamıştık. O bana baş harfinin yazılı olduğu bir bileklik almıştı ben ise ona kalbimi hediye etmiştim. Yaklaşık üç saat birlikte zaman geçirdikten sonra ertesi gün yeniden aynı mekanda buluşmak için sözleştik ve kız arkadaşımın yanından ayrılıp evin yolunu tuttum. Eve dönerken ne kadar da mutluydum. 3 yıldır hayatımda bir kız arkadaşım vardı ve inanır mısınız bu 3 yıl boyunca bana dayanabilmişti. Eve gider gitmez lenslerimi çıkarıp küçük transparan ufaklıkları yerlerine koydum. Çok sinirliydim. Annemle babam doğum günümü unutmuş gibiydiler. Onlara bugünün ne kadar önemli olduğunu türlü şaklabanlıklar yaparak anlatmaya çalışıyordum ama sinirim git gide artıyordu. Akşam ezanı da okunduktan sonra babam, keyfimiz yerine gelir diye hep beraber AVM ye gitmemizi önerdi. Annem, babam, ben ve iki kardeşim babamın emeklilik ikramiyesiyle aldığı eski model Focus’a binerek alışveriş merkezinin yolunu tuttuk. AVM ye gittiğimizde kimsenin sevmediği pastanelerden birine oturduk. Orada ailem benim doğum günümü kutladı. Annem beni doğurduğu için ne kadar şanslı bir kadın olduğunu, babam ise bu sene üniversite kazandığım için benimle fazlasıyla gurur duyduğunu dile getiriyordu. Ancak ben hiçbir şeyi umursamazcasına tek bir noktaya göz dikmiştim. Oradaydı. Kız arkadaşım yanında başka bir erkekle el ele, yürüyen merdivenlerden çıkıp sinemaya gittiklerini gözlerimle gördüm. Lenslerim gözümde olmadığı için ilk başta gördüklerime inanamamıştım ancak dayanamayıp bir hışımla yanlarına gittim. Ne oluyor burda dememe kalmadan kız arkadaşımın başka birisinin daha sevgilisi olduğunu başımdan kaynar sular dökülürcesine öğrendim. Meğerse beni son bir kaç aydır başka bir çocukla aldatıyormuş. Peki, dedim. Ailemin yanına gözlerim sulu bir şekilde geri döndüm. Annem pasta yarım kalmasın günah olur diye beni tembihledi. Ben pastayı bitirirken annem de bardağa su koyuyordu. Annemin su koyduğu bardak, sanki benden boşalırcasına kirpiklerimi ıslatmaya başladı. İntikamım acı olacaktı. Ertesi gün okula gitmek için yataktan kalktım. Lenslerimi özenle taktıktan sonra ev ahalisini uyandırmamak için usulca evin kapısını kapadım. Okula gideceğim için heyecanlıydım ama kalbimdeki yara daha çok yeniydi. Daha önce bir kaç kere yanına gittiğim arkadaşıma yeniden gidesim geldi. Arkadaşım dediysem bir satıcı. Ne ararsan var. Kendime güzel bir paket satın aldıktan sonra mahallenin bir kenarında mutlu bir şekilde acımı dindirdim. Tam o anda aklıma mükemmel bir fikir gelmişti. Geleceğin kimyacısı olarak alacağım intikam da bana uygun olmalıydı. Öyle bir intikam ki herkes bana hayran kalacak, herkes bana tapacaktı. Methemoglobin maddesine bir karbon ve üç azot eklemek kimsenin aklına gelmeyecek şahane bir fikirdi. Kafam yerine geldikten sonra eve geldim. Lenslerimi düzenli bir şekilde çıkarıp yerlerine koydum. Artık olmam gereken kişi gibi hissediyordum. İnternetten hafif bir araştırma yapıp gerekli siparişi verdikten sonra planımı nasıl uygulayacağımı düşünmeye başladım. Her şey çok basitti. Bana bu acıyı yaşatan bir daha acı bile yaşayamayacaktı. Bu iki gün geçmek bilmiyordu. Gündüzleri okulda hiçbir şey olmamış gibi takılırken akşamları ailemle birlikte son derece sıkıcı bir aktivite olan televizyonu izliyorduk.


Annem bir koltukta, babam diğerinde. Küçük kardeşim başımı ütüleyecek kadar ağlarken, diğeri bilgisayar başında oyun oynuyordu. Daha ne kadar bekleyebilirdim. Bir an önce ertesi gün olması için dua ediyordum. Ertesi gün okula gitmedim ve nihayet beklediğim kargolar geldi. Karışımı dikkatlice yapmak için lenslerimi taktım. Bu bana mutluluk vermişti. Her şeyin yolunda gideceğine o kadar emindim ki. Akşam olunca annemle babam işlerinden yorgun bir şekilde eve dönmüştü. Kardeşlerim okuldan çıkmış, ikisi de bilgisayar başında oyun oynamaya başlamıştı. Hemen mutfağa gittim. Oluşturduğum karışımı 4 ayrı bardağa koyarak homojen hale getirdim. Buz dolabının üzerinde duran ve genelde türk kahvesi eşliğinde kullanılan demir tepsiyi aldım. Özenle üzerini sildikten sonra bardakları dikkatli bir şekilde tepsinin üzerine koydum. Oturma odasına gittiğimde annem uzanmış el işi yapıyordu. Söylediğine göre benim çeyizime koyacakmış ama onları altın günlerinde satmaya çalışacağına emindim. Babamın elinde ise telefon vardı. Yeni yeni facebook kullanmayı öğrenmiş. 40 yaş sendromuna girdiğine bahse girerim. - Anne, dedim. Size bir sürprizim var! - Ne yapmış benim oğluşum diye yanıt verdi. - Hepinize şerbet hazırladım. Özel bir karışım, öyle çoğu kişi bilmez. Hepsinin ellerine birer bardak verdikten sonra bir yarışma yapalım dedim. Üçe kadar sayacağım ve herkes bardaktakileri bitirecek! Kardeşim sen niye içmiyorsun diye bana karşı çıktı. “ Ben hakemim” diye cevapladım. Ve olmuştu. Üçe kadar saydım. Canım annem sorgusuz sualsiz içiverdi bardaktaki şerbeti. Sonra da babam. Ancak kardeşim hemen püskürdü ağzındakini. Bu sefer zorla içirmeye çalıştım. Annem ağzı açık beni izliyordu. “Ne yaptın oğlum bize?” diye bağırdı avazı çıktığı kadar. - 10 dakikanız kaldı, size ölümcül bir içecek verdim. Cahil babam sanki işe yarayacakmış gibi kardeşimden yoğurt getirmesini istedi. Annem ise babamı düzelterek önce kendiniz için diye yalvardı. Kardeşim yoğurt almaya diye gidip evden çıktı. Komşulara bağırarak ambulansı aramalarını söyledi. O arada küçük kardeşimi de alarak banyoya geçtim. Geri döndüğümde annemle babam yerde uzanmış zorla nefes almaya çalışıyorlardı. Boğazlarından çıkan can çekişme sesi intikamımı kusursuz bir şekilde aldığımı gösteriyordu. Annem, başörtüsünü elinden asla bırakmadan son bir hışımla tekrar seslendi: -Ne yaptın sen bize? Cevap basitti, beni bu leş hayata getirmek yetmiyormuş gibi bir de aldatılmama neden olan bu insanları asla affedemezdim. Ben bir dahiydim, onlar ise sadece bir deney.


Diz Kapağı İçimde tutmak istemiyorum. Tuttukça tutulamaz oluyor, büyüyüp ruhumu aşıyor. Yenilmek istemiyorum. Diz kapaklarım göğüs kafesime değerken her şey nasıl rahat. Üzüldüğümde ilk midem hissediyor, ilk o yanıyor. Belki çevresini sararsam bedenimle en hassas yerimin, göz yaşım giremezse belki… Belki o zaman geçer. Ruhum geride kalıyor. Kendime yetişilmesi gereken olaylar yaratıyorum Ellerimle yarattığım olaylara ayaklarımla yetişmeye çalışırken yüzlerce kaldırım geçiyorum Binlerce çizgiye basıyorum; Siyah,sarı,beyaz. Hızlı yürürsem hayali zorunluluğumu başarabilirim. Ruhumu göremiyorum. Göz bebeklerinin büyüyüp küçüldüğünü izlediğim sırada hikayeni atlıyorum, Dinlemeyi unutuyorum. Bendeki çığlığı bastırmak için seninkine ihtiyaç duyuyorum. Kalabalığı bu yüzden seviyorum; Gürültülü, dikkatsiz, bencil. Bana kulak vermek ağır geliyor, sağır oluyorum. Ruh var mı? Aynı şeyleri yaparsan yer edermiş Yer edenler hislerimi yerinden ediyor. Ağlamanın özlenebilir olduğunu anlıyorum; Avazım çıktığı kadar tepki vermek istediklerime tebessümle sustuğum zamanlarda. Yalancıyım. Ruh ne? Her şey bittiğinde siyah daha güzel gözükür mü göze, Merak etmiyorum. Sonsuzluktan daha büyük ruh. Gözlerinle görmeden sev beni! Ruhum bir yerlerde Gerçekten ihtiyacım olduğunda aramadan buluyorum onu. Seni, sendekini; belki ilerde beni, bendekini Kalbimi diz kapaklarımda görüyorum sonra, Tedirgin, titrek, hızlı… Ruhum, bedenimi yakala Kaldırımlar kayıyor ayaklarımın altından, ellerim başka şeyler yaratmak için can atıyor. Süzülerek yetişmeliyim bana. Kuş tüylerinden ilham alınmalı; Telaşsız, beyaz, hafif Bedenim tüy olsun istiyorum. Ruhum… Diz kapakları göğüs kafesine ne yakınsın!



Her olayın dört penceresi vardır. Bir senin gördüğün, bir karşındakinin gördüğü, bir çevrendekilerin yorumladığı bir de onun özü. Hayatının büyük bir kısmında iki pencereden bakarsın olaylara. Bir kendi gördüğün bir de çevrenin yorumladığı. Hareketlerini hatta belki duygularını bu iki pencereye uydurmaya çalışırsın, kendini kısıtlarsın. Hayatının daha az bir bölümünde ise, ki bu daha çok sevmeyi öğrendiğimizde başımıza gelir, üç pencereden bakarız yaşadıklarımıza. Bir bizim gördüğümüz, bir çevrenin yorumladığı bir de karşımızdakinin gördüğü. Karşımızdaki hep bir sıfır geridedir çünkü hissettiğimiz duygular bize aittir. Onun ne durumda olduğu ancak ve ancak sevginin varlığıyla fark edilebilir. Empati denilen şeyi uygulamaya çalışır olaylara bir de zıt yönden bakmayı deneriz. Ama kazanan her zamanki gibi bize en yakın penceredir. O görüş hizasından olaylar ne bir eksik ne bir fazla tam da olması gerektiği gibidir. Hayatın çok nadir dönemlerinde ise bir olayın dört farklı yüzünü görebiliriz. Yaşanılan geçmiş, sarılan etrafı yüzünden tüm açıklığıyla kala kalır karşımızda. Dördüncü pencere kilittir; çünkü orası bir olayın gerçeğidir. Öz denilen en temeldir. Gerekçe, kalıba sokma, açıklama, yanlış anlaşılma, ama, bence, çünkü... yoktur burada. Nedeni mantıka sığdırılmaya çalışılmadan kabul edilen yerdir son cam kapılar. Nedeni her ne ise hissedildiği için yapılmıştır. Bu yüzden bu kapı af kapısıdır. Kendini, karşındakini ve çevrenin düşündüklerini affediş, kabulleniş ve yaşanılana duyulan saygının görüş hizasıdır. Gördüğü tek manzara ise bakanın özüdür. Tek pencereden bakanlar bencil, iki pencereden bakanlar aciz, üç pencereden bakanlar korkak dört pencereden bakabilenler ise gerçeğe bir adım daha yakın duranlardır. Bu fotoğrafta üç pencere var. Baktığınız ekran sayesinde ise bu sayı dörde yükseliyor. İçlerinden sadece birinin görüş açısıyla yetinmekte, hepsinin manzarasını merak etmekte size kalmış. Hayata dört bir yandan sarılanlar beşinci pencereyi aramak için yola koyuldular.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.