Gölge #13 - Gunah

Page 1

GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

GÖLGE E­DERGİ: KORKU & GERİLİM SAYI : 13 ­ GÜNAH TEMMUZ 2009 Yayın Yönetim ve Görsel Tasarım: Galip Dursun

Yayına Hazırlayanlar: Işın Beril Tetik Koray Günyaşar Vuslat Taş Ali Kamil Yeniay

Düzelti: Vuslat Taş

ÖYKÜLER / YAZARLAR PRELUDIUM / Koray Günyaşar GELEN / Galip Dursun FİTNE / Işın Beril Tetik KILICIN KESKİN TARAFI / Işın Beril Tetik DİLRUBA / Işın Beril Tetik ERGEN / Demokan Atasoy ZELİHA / Ayşegül Nergis YÜKSEKLERDE UÇMAK / Ayşegül Nergis

İLETİŞİM golge (at) kanguncesi.com

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

#Gölge’de 13.GÜNAH İnsanoğlu'nun dile getirmeye çekindiği en karanlık noktadır günahları. Çünkü onlar, dönüp dönüp bakmaya korktuğumuz yerdedirler. Başa çıkamayacağımız işlerden kaçmaya çalıştığımızda, bir çıkış yolu aradığımızda bir bela şeklinde hayatımıza girip zihnimizin pek az uğradığımız bir kıyısına sıkışıp kalırlar, kolay kolay dile getirilemezler; ancak kendimizle başbaşa kaldığımızda ortaya çıkarlar. Bazı günahlarımız yalnızca bizi ilgilendirir. Bunlar bazen pişmanlık verici, çetin bir eylem, bazen de akıl çelici bir düşüncedir. Ama bazı günahlarımıza tanık olanlar da vardır; bunlar da çoğunlukla günahlarımızın kurbanları olanlardır. Bu sayıda kendi içimizde bakmaya korktuğumuz o yere gözümüzü diktik, kalemi elimize alıp yine o tekinsiz dünyalara daldık, kılıcını dipsiz bir mağaraya dalarken çekmiş bir savaşçı gibi. ** Gölge'de, bu sayıda türümüzün azabı olan karanlık bir konu ele alınıyor: "Günah"; daha başka tekinsiz temalarla da karşınızda olacağız. İyi okumalar dileriz... AYŞEGÜL NERGİS

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Preludium | Koray Günyaşar Bozkırın ortasında sıcakla boğuşarak yürümekten daha kötü bir şey varsa o da bunu yanınızda bir cesedi sürükleyerek yapmaya çalışmaktı. Kuşkusuz bu yolculuğa çıktığında bunun farkındaydı, ancak ani hareket etmesi gerektiğinden bunu düşünmeye zamanı kalmamıştı bile. Kaldı ki kolundan çekerek sürüklediği Rahip Savek'in hiç de zayıf sayılmayacak bedeninin yarattığı yorgunluk şu an üzerine düşündüğü sorunların en sonuncusuydu. Neticede Girdap'a giderken bu cesedi yanında götürmek zorundaydı ve bunu yapabilmek için birçok şeyi göze almak zorunda kalmıştı. Hayır, ne Kum şehrindeki iki rahibi paramparça etmesi, ne Bozak Prensesi'nin cesedini Bozak'ın kapılarına asması ne de kendi doğduğu şehir olan Kanişe'de Tanrıların Hizmetkarları'nı lime lime doğraması göze almakta zorlandığı şeylerden değildi. Asla para için öldüren biri olmamıştı, doğuştan bir katil hiç değildi. Ama birisinin kalbinin ortasına bıçağını saplamak için bu konuda eğitimli olmanın şart olmadığını anlayalı çok olmuştu. Bazen öfke, eksik olan tüm ölümcül becerileri kapatmaya yetiyordu. Yine de bu kez hedefi canlı kanlı bir insan olmayacağından, sahip olduğundan daha fazlasına duyabilirdi. Neticede bıçağının ucu tanrıların boynunda olacaktı. "Tanrılara armağan, evinin bereketidir." Yeşilli siyahlı kostümünün altından bulabildiği en kendini beğenmiş tavrı takınan Rahip Dereta, Tanrıların Hizmetkarları'nın en tepesindeki koltukta oturmanın tüm gereklerini yerine getirir gibiydi. Sıradan bir rahip değildi, kendine verilen ödevleri yerine ivedilikle yerine getirip Tanrıların Hizmetkarları'na kabul edilmiş; açgözlülük, komplo, entrika gibi erdemli vasıfların tamamında ustalaşıp dinlerinin bu en önemli tarikatında tepeye doğru tırmanmanın onurunu yaşamıştı. İşte o kara günde tüm kibriyle kapısını çalmış, henüz sekiz yaşına basmış küçük kızı Mişa'yı tanrılara kurban etmek için alırken bu sözleri söylemişti. Komşuları rahibe saygı dolu gözlerle bakarken, bu kurbanla kutsanmış bir aile konumuna yükselen Mişa'nın anne babasına sahte bir imrenmişlik duyuyorlardı. Kimse çocuklarını ölüme göndermek istemiyordu ama dinlerine karşı gelmeyi göze almak demek, türlü felaketlere kucak açmak demekti. Kıtlığın, ani ölümlerin, şansızlığın tanrılara karşı gelen ailenin peşinden ayrılmayacağını söylerdi dinleri. İşlenen hemen her günah, en basit anlatımla, ölümcüldü. Mişa'nın alınışından sonra tam on yedi gün konuşmadı. Hem kızının alınışı için günlerce gizli gizli ağlayıp hem de kocasının büründüğü devamlı suskunluktan kahrolan güzel karısı Seza'ya olmuştu ilk sözleri. "Ağlama." Karısı önce şaşkınlıkla susmuş, sonra daha büyük bir şiddetle hıçkırıklara boğulmuştu. "Ağlama dedim." Suskunluğunu bozmasının on saniye sonrasında ilk cinayetini işleyivermişti işte. Karısının hıçkırıklarını kadının boğazını okşayan küçük bir bıçakla sonlandırmayı başarmış, sonrasında üstünü başını sükünetle temizleyip aceleyle çıkmıştı evinden. Artık avını başlatmanın zamanı gelmişti. Hiçbir günah, hiçbir tanrı, hiçbir felaket umrunda GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

değildi. Yaşamı bedeninden çekileli zaten on yedi günü bulmuştu. Bir anda içindeki ıssızlığın ortasında duruverip karanlığın daha koyusundan korkacak değildi. Kollarından alınan kızının ona son bakışını düşündü ve karanlık bastırırken düşük mevkili iki Tanrının Hizmetkarı'nı loş bir sokakta lime lime doğradı. Din adamlarına başlatılan saldırı kısa sürede tüm Kanişe'yi kasıp kavurdu. Her gün bir başka rahip şehrin bir başka köşesinde cansız yatarken, isimsiz katilin, ya da halkın deyimiyle din düşmanı günahkarın ölü ya da dirisi için belirlenen yüksek bedele üşüşen kelle avcılarının varlığı bile içindeki intikam arzusunu ürkütmeye yetmedi. Dördüncü günün sonunda elinde kralın kellesi olduğu halde Rahip Dereta'nın karşısına dikildi. Kralın dehşet içindeki kesik başını yere fırlatırken doğan boşluğu rahibin kibir dolu suratıyla değiştirmeye niyetliydi. İçindeki büyük ıssızlıktan tam manasıyla kurtulmak üzereyken Dereta'nın uğursuz sözleri onu bambaşka bir hedefe yönlendirecekti. "Benimle ilgisi yok tanrının cezası! Ben istemedim, benim bundan mutlu mu olduğumu sanıyorsun? Çocuğu başkası istedi. Çocukları başkası istiyor." "Kim?" "Bunu o kadar da kolay öğrenemezsin kafir! Canımı bağışla! Ancak o zaman kim olduğunu öğrenebilirsin. "Kim dedim!" "Eğer beni öldürürsen asla bilemezsin. Asla öğrenemeyeceksin. Belki de yaşıyordur. Kızın yaşıyor olabilir kahrolası!" "Kim olduğunu söyle ve buradan arkana bile bakmadan kaç." "Sana nasıl güveneceğim? Bir ahlaksız, bir günahkar! Neyin üzerine yemin edebilirsin söylesene! Sözüne nasıl güvenilir?" "Seçeneğin yok. Ya söyler ve yaşama ihtimalin için dua edersin, ya da şurada kesin olarak boğazını keserim senin." "... Beni affedin tanrılar..." "Söyle ya da öl" " Bozak Prensesi'ne git. Çocukları onlar istiyor." "Ne için?" "Bilmiyorum!" "Çocukları ne için istiyor?"

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

"Bilmiyorum ve umrumda da değil. Biz, karşılığını aldık. Her çocuk için, ne gerekiyorsa. Para, yiyecek, uyuşturucu, kadın... Ne istersek!" "Sülükler... " "Şimdi bırak gideyim." "..." "Söz vermiştin!" Sorun şu ki bir günahkarın sözüne asla güven duymamalıydınız. Hele çocuğunu alıp sattığınız bir adamı bizzat siz "günahkar" ilan etmişseniz. Bunu aklından çıkarmayıp rahibi öldürürken acısının daha uzun sürmesini sağladı. Tıpkı apar topar gittiği Kum şehrinde son sözleri olarak Rahip Savek'in ismini veren genç kalma sevdalısı Bozak Prensesi Aşiya'yı boğarken yapacağı gibi. Bozak şehrini Kanişe'de olduğu gibi günlerce kana bulamamıştı. İçeri sızma konusunda asla problem yaşamıyordu. Atlanamayacak kadar yüksek yerlerden atlıyor, tırmanılmayacak yerlere çıkıyor, önüne kim çıkarsa çıksın büyük bir süratle öldürüp doğrudan hedefine gidiyordu. Kendini besin zincirinin en tepesine çıkmaya çalışan bir yırtıcı gibi hissetti. Tepedeki şey her neyse tüm hıncını ondan çıkarmaya kararlıydı. Gereken bilgiyi alıyor, hızla hareket edip hedefini yok ettikten sonra yenisine geçiyordu. Prenses'in parçalarını şehrin kapısına asıp Kum kentine doğru yola çıktığında şehrin büyük bir bölümü bu cinayetten hala habersizdi. Hiç değilse prensesin yaşlanmasını sona erdirdiğine memnundu. Sonsuza kadar. Kum kentine ulaştığında, ardında bıraktığı şehirlerin içine işleyen cinayetlerinden sızan kan kokusunun burayı henüz sarmalamadığını gördü. Haberlerden hızlı hareket etmek avantajınaydı. Daha az güvenlik önleminin, daha çok dağılmış dikkatin ve beklenmeyen sürprizlerin getirdiği tüm rüzgarı arkasına alabiliyordu. Katiliyle arasına yalnızca iki gözcü ve iki rahip koymuş olan Rahip Savek'in karşısına üstü başı kan içinde kalmış olmasına rağmen çıktığında din adamının sukünetini bozmamış ise olması belki de onu günlerdir şaşırtan ilk şey oldu. "Ben de seni bekliyordum." "Nasıl?" "Dereta'nın öldüğünü öğrendim. İşin ucunda ya prenses ya da ben olmalıydım. Benim için geciktiğine göre yolda prensese de uğramış olmalısın. Onun için öldü diyebilirim değil mi?" "Onu boğdum." "Ah ah, ölmesi çok acı verici. Ölmemek için elinden geleni yapıyordu. Yoksa yaşlanmamak için mi demeliydim? Hımm, neticede bazen ikisi de aynı kapıya çıkıyor değil mi?" GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

"Çocuğuma ne yaptınız?" "Tanrılara verdik." "Çocuğuma ne yaptınız dedim!" "Ah hakikaten anlamıyorsun değil mi! Onları gerçekten tanrılara veriyoruz. Onlarla ne yaptıkları kendi bilecekleri iş. Bana kalırsa cinsel bir dürtünün esiri olarak istemiyorlar onları. Aslına bakarsan büyük olasılıkla onları yiyorlar. Evet, yiyor olmalılar." "Pislikler! Hangi tanrılar çocuklarla beslenecek kadar alçalırlar?" "Bizim yarattıklarımız? Hiçbir tanrı ortaya çıkıp ‘Ben tanrıyım bana itaat edin' demez. Bunu sadece krallar yaparlar. Tanrılar için ise bir gönül dökümü şarttır." "Ne demek istiyorsun?" "Demek istediğim şu; eğer bir takım salaklar ortaya çıkıp "Onlar birer tanrı, hemen onlara tapmalıyız" diye bağırarak kendilerinden geçmeselerdi, ne Khazek'in ne Tuzan'ın ne de Sevojan'ın bir tanrı olmak gibi bir fikri olurdu. Bu fikri onların aklına biz soktuk. Şimdi ise bunu ortadan kaldırmak istemiyoruz tabii." "Tanrıların yeryüzünde olduğunu mu söylüyorsun?" "Çocukları onlar istediler. Yüzyıllar evvel. Biz de verdik. Biz onlara genç, taze kurbanlar verdik, onlar bize zenginlik bahşettiler. Tanrılardan beklentin bu değil midir? Bana şunu ver, bunu yap, karnımı doyur vesaire vesaire. Onlar da bunu yapıyorlar işte." "İnsanları değil Tanrının Hizmetkarları'nı zengin ediyorsunuz!" "Ne fark eder ki! Rahiplik krallığın aksine babadan oğula geçmiyor. Düzgün çalışıp Tanrının Hizmetkarları'na kadar yükselebiliyorsan ne ala! Bir çiftçi çocuğu bile bu güçten faydalanabilir. Kıytırık bir prenses her gün aynı yaşta kalabilmek için, bir prens çocuğu olabilsin diye, bir kral dinimizden olmayan bir başka kralı mağlup edebilmek için bizlerden medet umuyor. Bir çiftçinin, bir seyisin, bir sütçünün oğlundan! Tanrılar insanlarının yanında oğlum. Sadece bunu nasıl yapacağını bilsinler yeter. Ne yapacaktık yani? Her gün onlarca çocuk birdenbire ortadan kaybolsaydı kimse umursamaz mı sanıyorsun? Oysa çocukları tanrılar adına alıp, günahlarla onları korkutursan kimse sesini çıkarmaz. "Hiç bir emir doğru değil. Yüzyıllardır günahlarla insanları korkuttunuz! Her şey sizin uydurmacanızdı!" "Tanrıların ilgilendiği tek şey her gün çuvallar dolusu yeni çocuk bulmak. Dinimizin etki altına aldığı her krallıktan, her kentten, her kasabadan çocuklar. Günahlarla, kurallarla neden ilgileneceklermiş ki? Tek ilgilendikleri başka çocuklar. Günahları, emirleri atalarımız olan başka rahipler yazdılar. Hepsi de işinin ehli adamlardı doğrusu. Böylece çocuklarını aldığımız ailelere yeni bir şey vaat edebildik. Yalansız, hırsızsız, zinasız GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

güven dolu bir yaşam. Sıkıştıklarında sığınacakları çok daha büyük bir güç. Korumacı, merhametli, şefkatli tanrılar. Bu mükemmel düzenin içinde olabilmeleri için tek yapmaları gereken kurallara uymaları ve seçilenlerin çocuklarını kurban vermeleriydi. Böylece kutsandılar, çabucak bu büyük güçlerin bir parçasıymış gibi hissettiler kendilerini. Her şehirde hizmetkarlıklar kurup her bölgeye refah saçtık." "Ne refahı! Kendi çıkarınız için insanları günahkar ilan edip asıp yaktınız. Çocuklarını çaldınız ve canavarlara yedirdiniz. Bir de hala karşımda durmuş güven dolu bir yaşamdan söz ediyorsun. Siz çocuğumu katlettiniz!" "Ayrıntılı olarak onlara neler yaptıklarını bilemiyoruz ama tanrılarımıza canavar demen oldukça barbarca. Sahip olduklarımıza oranla ödediğimiz oldukça küçük bir bedel ve de tanrılarımızın gerçekten de bizden kat kat üstün güçleri var. Onlardan yararlanmak hem düşmanlarımızı bertaraf etmek hem de hakim olduğumuz yerlerdeki insanların huzurunu sürdürebilmek için senin küçük beyninde canlandırdığından kat kat daha önemli." "Bana onları nerede bulacağımı söyle!" "Tanrıları bulmak için kalbine bakman yeterli." "Yıllardır sıktığın palavraları kendine sakla. Ya doğruyu söyleyip kısa bir ölüm dilersin ya da seni öyle bir deşerim ki ölmen için saatlerce kanaman gerekir ve kimse yerini bulamaz." "Nasıl olsa beni öldüreceksin. Burası kesin, zira arkanda yaşayan bırakmıyorsun. Mademki öleceğim, sana onların yerini söylemek için bir sebep göremiyorum. Bir şey kazanman için gerçekten bir şey teklif etrmen gerekir. Yo hayır, kısa ve acısız bir ölüm beni cezbetmiyor. Öldükten sonra hepsi aynı, bu dünyada yeterince acı çektim, beni sonunda öldürecek uzun bir acı için sabredebilirim." "Ne istiyorsun?" "Beni de götüreceksin." "Burada boğazını kesip parçalayacağım seni." "Bu sana fayda sağlamayacaktır ama beni yanında götürmen tanrılara giden yolun kapısını açabilir." "Hiçbir yere gitmeyeceksin." "Sus da dinle gerizekalı! Efendilerimizi görmek istiyorsan rüzgarın taşları sert şarkılarla oyduğu topraklara gitmen gerekecek. Orada yüzyıllardır esen rüzgar onların kontrolündedir. Girdap Mağaraları'ndaki bu dehlizlerden ancak çocuklar gibi masumlar ya da onların buyruklarını yerini getiren rahipler geçebilir. Tek başına oradan geçebileceğini sanıyorsan yanılıyorsun. Beni de alırsan bir şansın olabilir."

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

"Seni nasıl tanıyacaklar?" "Rüzgar beni koklayacaktır." "O zaman ölmen bir şeyi değiştirmeyecekti değil mi?" Bıçağını rahibin boynuna hızla sapladı. Adamın faltaşı gibi gibi açılan gözlerine küçümsemeyle baktı. İçindeki kan isteyen canavar kısa süreliğine susmuştu. Ama rahibin şişman bedenini sürüklemek zorlu olacaktı. İşte, bozkırı Rahip Savek'in cansız bedenini sürükleyerek boydan boya geçerken yorgunluğunu unutturan öfke ve inadı yüzyılların aldatılmışlığından besleniyordu. Öylesine bir aldatılış ki anayı babadan, çocuğunu ailesinden koparıp almış, yüzyıllarca çıkar uğruna yakılmış onlarca insanı canlı canlı aleve sürmekten geri durmamıştı. Adeta günahları uğruna yakılan ve yitirilen her şeyin bir bedene bürünmüş haliydi. İşte bu yürüyen ceza mangası bozkırın tükendiği yerde yalçın kayalar tarafından karşılanıp dar mağaralarda yürümeye başladığında, tüm sorunların başlangıcına olan yere yaklaştığını iyiden iyiye hissetti. Derin bir kuyu gibi birikmiş acısından başka hiçbir şey hissetmiyordu. Canından çok sevdiği Mişa'sı, bir koluyla sürüklediği beş para etmez adamdan daha canlı değildi artık. Bu öfkeyle çarpılmış yüzüne fırlattı tokadını rüzgar ve bir kaç dev kaya kütlesinin adeta karşısında eğilircesine çekilmesinden sonra canavarların ininde olduğunu belgeleyen açıklığa attı kendini. Onlarca çocuk iskeleti. Etlerinden sıyrılıp süpürülmüş onlarca kemik yığını. Karanlığın daha da koyulaştığı yerde bir kıpırtı duyduğunda rahibin cesedini bir kenara bıraktı. Üstünde kan kurumuş olsa da keskinliğinden çok şey kaybetmeyen bıçağını avucunda sıkılaştırdı ve gözlerinin koyu karanlığı delip geçmesine izin verdi. Soyunun tanrı dediği şekilsiz yaratıklardan birinin minnacık bir çocuğu büyük bir iştahla yediğini gördüğünde, kontrolünü kaybedip olanca gücüyle kaskatı yaratığın sırtına atıldı. Bıçağının yaratığın derisine saplanmadığını büyük bir hayal kırıklığıyla keşfetse de tutunduğu öfkesi ve inadının ona sağladığı güçle defalarca kolunu indirip kaldırdı. Yaratıkla umusuzca boğuşurken içten içe beklediği kötü haber, sırtına geçirilen bir dizi keskin dişten geldi. Bir çırpıda koparılıp atılmış etlerinin sağa sola savrulmasıyla kendini yerde buldu ve ölümün gelişini kabullendi. Son gördüğü gözler, ağzı çirkin ve kanlı bir gülümsemeyle çarpıtılmış Rahip Savek'e aitti. "Bu kadar çabuk öldürmemeliydin, eğlenmeye başlamıştım Tuzan." dedi yaratık, Rahip Savek'e. "Öldüğüme inanmış olması ne üzücü, bu kadar öfke ve acı içindeyken daha kurnaz olabileceğini düşünmüştüm. Demek ki duyguları dikkatini köreltebiliyor." "Bu onun suçu değildi." dedi Khazek bir köşede bir kız çocuğunu yemeyi henüz bitirmişken. "Kendini ölmüş gibi göstermekte ustasın." "Kandırmacaları seviyorum, ne yapayım? Hem insanlar bizlerden daha eğlenceli."

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Deminki boğuşmadan yeterince eğlenmediği için şikayetçi olan Sevojan hem Tuzan'a hem de Khazek'e baktı. "Onu senin bahçene yollayalım mı Tuzan, ne dersin?" "Benden nefret ediyor. Hem yeni dünyam oldukça genç, neredeyse kimse yok gibi." "Daha iyi ya, daha da eğlenceli." "Mademki bu kadar ısrar var, yollayalım onu. Dünyamdaki ilk insan konuğum." "Sahi adı neydi?" "Adı sanırım Adam'dı. Adam."

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Gelen | Galip Dursun "İntiharların öcünü almaya gelenim ben..." Spencer Holst Gelen Taksim'in sıkışık, terli ve kokuşmuş ara sokaklarından birindeydi Saint Bar. Acelesiz adımları yolları utangaç bir tanıdıklıkla arşınlarken hangisinde olduğunu düşünmedi. Onlardan bir tanesindeydi işte; bu sokaklardan onlarca olmasına rağmen ayakları yolu biliyordu ya, yeterliydi. Son altı ayını geçirdiği hücrede günler ve geceler boyunca bu adımları çalışmıştı. Yolunu bilen, kendinden emin ve korkusuz adımlar... Bir görevi yerine getirmiş olmanın zevkiyle huzur dolmuş hafif adımlar... Onu sidik ve çöp kokan sokaklardan geçirip Saint'in önüne getirecek ayaklar. Başını kaldırmadan ayaklarına baktı. Modası geçmiş mokasenleri pırıl pırıldı. Gülümsedi, yine o muzaffer ve dingin eda vardı yüzünde. Nihayet o kutsanmış yerdeydi. Ana caddeden derinlemesine giren soldaki bir sokağın sahte ilk solundan sakınıp devam edince, esas ilk solda kalırdı Saint. Kendine güldü. Terimlerin kendine aitliğine ve bunlarla kimseye yol tarif edemeyecek olmasına gülümsedi. Barın girişinde daha fazla durmadan içeri süzüldü. Uzun süredir insanlardan uzakta olması biraz çekingen yapmıştı onu. Kendisine "Merhaba" diyen garsona başıyla belli belirsiz bir selam verip üst kata çıktı. Günün bu saatlerinde sakin bir yer olan Saint, genelde öğrencilerin takıldığı bir yerdi. Bu nedenle de bolca kuytu yeri vardı içinde. Üst katta her zaman oturduğu yere baktı. Eskiden duvar olan yerde küçük bir pencere vardı. Merdivenin yanındaki küçük girintinin sağladığı, o şehvet kokan mahremiyet artık yoktu. Farkında olmadan gülümsedi. Artık bir penceresi olan küçük cebe girdi. Her zamanki masaya kuruldu. Saint'in içi biraz değişmişti ama sandalyeleri halen aynıydı. Üzerinde geçirilen saatlerle orantılı olarak kıç felci riskini yükselten ve rahatsızlık dışında herhangi bir şey vaat etmeyen şeylerdi bunlar. Ama yine de kendini kötü hissetmedi. Rahatsızlığın bile bir tanıdıklığı vardı, uzun öğleden sonraların bira ile tatlandırılmış anıları gibi. Peşinden gelen garsonu o an fark etti. Bu garip halini ve kaçarcasına üst kata çıkmasını izah etmek, anıları ve eski bir müdavim olduğunu anlatmak istedi. Ama sonra vazgeçti. Çenesinde bir tutam uzun sakalıyla kendisine bakan, yirmili yaşlarının başındaki adam onu anlamayacaktı nasıl olsa. "Bir bira, lütfen" dedi. Sesi ne buyurgan ne de rica eder gibiydi. Ruhsuz, sıradan bir cümle idi. Gülümsemekten kendini alamadı. Barı dolduran binlerce saçma sapan şey gibi bu lafın da yerli yersiz bir anısı vardı. Birası geldiğinde teşekkür edip içmeye koyuldu. Bir yandan da düşünüyordu. Son altı ay çok hızlı geçmişti gerçekten de. İnanılmaz ve büyülüydü. Yaptıklarını düşündü. Eli farkında olmadan uzun ceketinin sağ dış cebine gitti. Parlak ciltli küçük bir kitabı cebinden çıkarıp seyretti. GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

* * * İstanbul her şeyin şehridir, aynı zamanda da hiçbir şeyin. Cehennemden kaçıp gelmiş sıcak yaz günleri neredeyse gece yarısına kadar sürebilir burada. Ve sadece birkaç hafta sonra, henüz öğleden sonra sayılırken gece çökebilir. Sıcak başlayan günler yağmurla biter, buz gibi soğuk sabahları yakıcı kış güneşleri takip edebilir. Ve bunlar sıkça olur. Yeterince paranız varsa cebinizdeki banknotun üstüne kendi resminizi bastırabilirsiniz. Ama beş parasızlıktan sigara izmariti toplayacağınız günler çok da uzak olmayabilir. Her şey iç içedir. Adı Karmaşa olan bir tiran tarafından yönetilir İstanbul, yazıhanesi de İstiklal Caddesi üstündedir. Hükmü, şehrin 20 milyon nüfusunun her an ensesinde hissedilir. Karmaşa'nın İstiklal Caddesine hâkim olduğu bir sonbahar günüydü. Saint kapısında dikilip temiz hava almaya çalışan bakımsız garson, bakışlarını üst kata dikti. Aynı çift gelip konmuştu kuytuda kalan cebe. Canı sıkılmıyor da değildi hani. Kızın güzelliği adamın çirkinliğiyle o derece tezat oluşturuyordu ki, bazen onları kovmamak için kendini zor tutuyordu. Sigarasını sokağa atıp içeri geçti. Tezgahın üstünde duran biraları alıp merdivene yöneldi. Üst kattakiler garson merdivenin başında belirdiğinde toparlanmaya çalışıyorlardı. Konuşacakları ciddi bir şey varmış gibi davrandılar. Birayı masaya bırakan garson, kot pantolon ceplerinin en dibinde özenle saklanmış buruşmuş kağıt paralar ve biraz da bozuk para verilip gönderildi. Gerçekten de konuşacakları ciddi bir şey vardı. Ama önce biraz önce yarım bıraktıkları öpücüğü bitirmeliydiler. Genç adam sevgilisinden kopma riskini yok sayıp derin bir nefes aldı. Gözleri halen onun üzerindeydi. Kızın yüzündeki ağır makyaj, güzelliğini epey bir şey katarken masumiyetine gaddarca el koymuştu. Ama genç adam buna aldırmadı. Sadece bir görüntü, bir yanılgıydı. Fondötenin altındaki gerçeği görebiliyordu bakarken. Bu durum yeterliydi onun için. "Kaçta gideceksin," diye sordu. Kafasındaki bulutları dağıtmak istemişti aslında. Kaçta gideceğini biliyordu. "Saat sekiz buçukta kalkmam lazım. Yoksa geç kalırım, biliyorsun. Saat kaç oldu?" Genç adam saatine bakmadan cevap verdi. "9 filan herhalde." Kızın gözleri bir anlığına büyüdü. Sonra sahte bir öfkeyle sevgilisinin üzerine atıldı. Tekrar öpüştüler. Genç adam çaktırmadan saatine baktı. Saat 8.20 idi. Sevgilisinin elini avucuna alıp gözlerine baktı. Çok mutluydu. * * *

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Kitabın kenarı kıvrılmış bir sayfasını açıp okumaya koyuldu. Korkunç bir fırtınanın içinde ve yokluğun anavatanında kaybolmuş bir adamı anlatıyordu öykü. Dili ve sözcükleri kasvetliydi. Sadece birkaç sayfadan ibaret hayalde anlatılan genç bir adam olmalıydı. Öyle olduğuna inanıyordu, öykünün hiçbir yerinde bundan bahsedilmediği halde. Birasından büyük bir yudum aldı. Cebinden bir sigara paketi çıkardı. Yumuşak kağıttan kırmızı pakete fazla şefkat göstermeden bir tane sigara çıkardı. Aceleyle yaktı, derin bir nefes çekti. Keyif tüm vücuduna yayılırken birasına uzandı. Ve durdu. Çok uzaklardan gelen, tanıdık bir sesti, işittiğini sandığı. Seneler öncesinden ve sadece bir sandalye ötesinden geliyordu. "Erken gelmişsin." Tınıyı tanıyordu. Sesin o benzersiz kişiliğini tanıyordu. Sadece sesini duyup sahibinin geri kalanını çizdi kafasında. Tınıya eklenmiş ve çıkarılmış şeyleri, bıraktıkları izleri ve kopardığı parçaları da hesaba kattı. Heyecanı azalmış, çehresi değişmiş ve artık eskisi gibi giyinmiyor olsa da sesin sahibini tanıyabiliyordu. Yavaş ve umutsuzca arkasını döndü; orada birinin olmasını beklemiyordu. Beyni ona bir oyun oynuyordu büyük ihtimalle. Aksini çok istese de üst kattaki yalnızlığına hazırladı kendini. Başını kaldırdığında ise orada kumral bir genç kadın oturuyordu. Bakışlarının değdiği her yerini inceleyip emin olmaya çalıştı. Ama bunun için bakması gereken yeri biliyordu. Tek istediği biraz yolu uzatıp bir anda hayal kırıklığına uğramamaktı. Giyimi eskisi gibi değildi gerçekten de. Ve duruşu da değişikti. Eskisi gibi heyecanlı, atik değildi. Durgun bile sayılırdı hatta. Gözlerinin içine baktı. Geçen yıllar her şeyi alıp götürse bile bu bakışa bir şey yapamamıştı. Zeynep'in yeni doğan güneş gibi çekinceli ve parıltılı bakışlarını tattı. İçi ısındı... * * * Genç kız çantasını toparlamaya çalışıyordu. Sevgilisi ise ilgiyle onu izliyordu. Kıza tamamıyla hayrandı. O zarif duruşu, kendinden emin tavrı, en savunmasız olduğunda bile insanı ona dokunmaktan alıkoyan masumiyeti... Bir anda aklına bir şey geldi ve kıza uzandı. "Ah, unuttuk gitti. Bugün bana anlatacaktın!" Kız aldırmadan çantasını düzenlemeye devam etti. "Neyi?" "Şu büyük sırrını." Bir anlığına durdu. Başını çantasından kaldırmadan devam etti. Hareketleri ağırlaşmıştı. GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

"Yarın anlatırım." "Haydi ama, 10 dakikamız daha var." "Şimdi olmaz, uzun sürer..." "Ama bana söz vermiştin." "Evet, söz vermiştim ama şimdi olmaz. Gerçekten uzun sürer." Kızın hareketleri gerçekten yavaşlamıştı. Sonunda durdu. Sevgilisine döndü. "Anlatamam. Gerçekten." Genç adam şaşırmıştı. "Neden?" diye sordu. Kuşkusu iyice artıp kızı artık bıktırana kadar ısrar etmeyi sürdürdü. Kız derin bir nefes alıp sevgilisine baktı. * * * "Çıktığını öğrenince seni aradım. Aslında mektup da yollamıştım ama eline ulaştığını sanmıyorum." dedi kadın. "Çünkü açmadan geri gönderdim." diye tamamladı Erol. Bir anda, aklına hikayedeki kasvetli hava ve insanın soluğunu kesen fırtına geldi. "Hiçbirini okumadım. İade ettim." "Neden?" diye sordu Zeynep. Sesi kısıktı ve bir şeyleri ürkütmekten çekinir gibiydi. "Çünkü istemedim. Sonrasında çoğu zaman okumak istedim ama artık çok geçti. Her yeni geleni de aynı şekilde iade ettim. Ve sonra da okumak istedim. İşte benim şey hallerim... Biliyorsun, ismi sen takmıştın." "Hatırlamıyorum bile ne olduğunu." diye mırıldandı kadın. Gözleri adamın üstünde sabitlenmişti. Erol bu cevabın barındırdıklarını anlamaya çalıştı. Unutkanlık mı umursamazlık mı kestiremedi. "Neden yaptın?" diye sordu bir kez daha Zeynep. Aynı soruydu ama aynı şeyi sormuyordu bu sefer. Erol anlamıştı. Bu başka bir soruydu. Ve gülümsedi. Cevap verecek gibi oldu. Fakat biraz önce garsonda olduğu gibi susmayı tercih etti. Artık kendisi de pek umursamıyordu, şeyleri... bazı şeyleri... İzah etmek... Vakit kaybıydı bu. Anlatamazdı, çünkü bir şeyi anlatmak için anlatabilmek gerekiyordu. Bir köre renkleri anlatmak ya da bir sağıra gök gürültüsünü tarif etmek gibi faydasızdı.

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Hikayedeki bata çıka ilerleyen, yorgunluktan ve korkudan, hiçbir yere çıkmayan yollarda yürümekten yılmış adamın hali geldi aklına. Evet, oradaki kesinlikle genç bir adam olmalıydı. Başka kim umutsuzluğu böylesi heyecanla kucaklayabilirdi ki? "Ben yapmadım, biliyorsun. Artık herkes biliyor." Gülümsedi. Kadın başını iki yana salladı. * * * Genç adam inanmaz gözlerle bakıyordu sevgilisine. "Orospu çocuğunu, anasını siktiğimin piçini öldüreceğim." diye mırıldandı. Kelimeler söylenmemiş sadece dudaklarından dökülmüştü. Nefes alış verişleri hızlandı. Kulakları uğulduyordu. "Lime lime kesip parçalayacağım." dedi. Kız artık ağlıyordu. Aklına başka hiçbir şey gelmedi. Geriye yaslanıp sandalyenin sert dokunuşuna kendini verdi. Biraz önce neşe içinde yaktığı sigara izmarite kadar gelmiş, parmaklarını yakıyordu. Ama aldırmadı. Kız bunu fark edip eline uzandığında ise başka bir dünyada gibiydi. Sarıldılar. * * * Erol gülümsedi. Vücudu barın yapış yapış nemli havasıyla boğulurken o çok uzaklarda olduğunu düşündü. Küçük bir kasabadaydı şimdi; ucuz tatilcilerin akınına uğramış ufak bir yer. En berbat pansiyonun da oda parasını ödüyordu. Başında geniş kenarlı şapkası, sırtında ağır sırt çantası vardı. Şimdi de ağır adımlarla odasına çıkıyordu. Çantasını odanın ortasında açıp içinden not defterini çıkardı, planlarını kontrol etti. Sonra da çantasındaki diğer eşyaları çıkardı. Uzun bir deri ruloyu yatağın üstüne yaydı. İçinde çeşit çeşit kesici alet vardı, hepsi de düzgün bir şekilde rulonun içine sabitlenmişlerdi. Duyguları karmakarışıksa da aklı tek bir şeye odaklanmış haldeydi. Ardından uzun takip saatleri geldi. İki kilometre ötedeki bakımlı bir pansiyonun yakışıklı patronunu takiple geçen uzun saatler. Her şey not edilip sabaha kadar yaptığı uzun çalışmalarında göz önüne alınıyordu. Genelde kapalı tuttuğu cep telefonunu üç günde bir kez açıyordu. Her şeyi planlıydı; buraya kesinlikle ve kesinlikle yıllar önceki sevgilisi için gelmemişti. Tatildeydi. Onu terk ederken arkasında bıraktığı her şey gibi öfkesi de geçip gitmişti. Zeynep'in kırgınlık, hüzün ve aşk dolu yüzünü aklından çıkarmaya çalıştı. GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Pansiyonda kaldığı son günün sabahında yorgun bir şekilde uyandı. Elini yüzünü zorla yıkayıp heyecanının sebep olduğu istekliği bastırmaya çalıştı. Eşyalarını özenle toplayıp alt kata indi. Hesabını kapatıp yola koyuldu. Şimdi ise ellerinde kelepçeler vardı. Polis minibüsünün arkasında oturmuş telaşlı gözlerle etrafa bakınıyordu. Yanında oturan polislerle içinde bulunduğu şoka yakışır bir şekilde konuşmaya çalışıyor, yarıda kesilen cümleleri isterik gözyaşları kovalıyordu. Fakat hepsi yalandı. İddia ettiği kişi bile değildi. Karakolda kemerinden ayakkabı bağına kadar aldıklarında kitabının yanında olmasını çok istedi. Ama şu an çantasında bulmalarını isteyeceği son şey o olurdu. Bıçaklar ya da planları o kadar umursamıyordu. Ama kitabı önemliydi. Nezarette önce biraz daha sızlanıp duvarlara vurdu. Sonra derin bir uyku çekti. Sabah onu adliyeye götüren komiserin "suçlular nezarette en rahat davrananlardır" tezine gülümsedi. Cevabı "ben de o filmi izledim ama gerçek hayatta masumsan uykuya daha çok sarılıyorsun" olmuştu. Sonraki altı ay ise hapiste, boktan bir koğuşta geçti. Üstünde hakimiyet kurulmasına izin verdi. Ailesinin ağlamaktan kızarmış gözlerle onu ziyaret etmesine de. hep aynı şeyi söylüyordu. "Ben o adamı öldürmedim!" Ve hep kendinden emin, doğruları söylediğinin farkında bir şekilde gülümsedi. Aynen, şu an Saint'in üst katında Zeynep'le aynı masayı paylaşıp ona gülümsediği gibi. * * * "O adam kendini öldürdü. Bundan seneler önce, masumiyete el sürdüğü gün yaptı bunu. Küçücük, tatlı bebeklerin henüz toy göğüslerini ıslak bir ağızla öperken ve bundan ölümüne zevk alırken yaptı bunu. İçindeki insanın boynuna ilmeği taktığı gün, senin masumiyetine avuç dolusu ilaç içirdiği gün öldürdü kendini. Ben ise sadece Gelen'im. Uzun ve tehlikeli bir yoldan, yıllar öncesinden intiharların öcünü almaya gelen'im." * * * Sarıldılar. Aradan geçen senelerin acısını çıkarırcasına, etlerini yarıp kemiklerini kırıp birbirlerinin içine girmeyi arzularcasına sarıldılar. Kadının aralanmış dudaklarında tuzlu bir şefkati bulduğunda adam aslında öldürmediği yaşlı pansiyoncuyu düşünüyordu. Kendiliğinden onlarca parçaya ayrılan vücut gözlerinin önündeydi bir kez daha. Gülümsedi. O bir şey yapmamıştı. ‐‐‐

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Saint'in kapısında sigarasını bitirmeye çalışan garson sıkıntıyla üst kata baktı. Aradaki kat duvarının ötesini, sanki arada engel yokmuş gibi görebiliyordu. Barın kuytusunda dönen küçük oyunlar bazen canını sıkardı. Fakat bu defa öyle değildi. Üst katta otuzlarında bir kadın ve saçları kısa kesilmiş, ketum, aynı zamanda da nazik bir adam oturuyordu işte. Onlara fazladan bir çeyrek daha süre verecekti. Sigarasını söndürüp bara yöneldi.

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Fitne | Işın Beril Tetik Masumların kanı toprağa karıştı. Sadece ve sadece bir günde çıktı cehennem yeryüzüne. Ve yakıp yıktı, etleri parça parça etti, ruhları toz gibi savurdu oraya buraya... Azapların en dehşetlisini tekrar tekrar zihinlere işledi göz nuruyla işlenmiş danteller gibi. Ölümle sarmalanmış çığlıkların acılı yankıları çarptı günahın görünmez duvarlarına. Ve tek bir adam, tövbekar gözlerle izledi yok oluşun ihtişamlı alevlerini... Genç kız heyecanla al al olmuş yanaklarını eliyle sıvazlayarak daha kızarttı. Saçlarına şöyle bir çeki düzen vererek kâküllerini düzeltti. Birbirine yakın gözlerinin ve irice burnunun yarattığı orantısızlığa hayıflandı. "Kız Zehra, ne yapacaksın o böreklerle sabah sabah? Tövbe tövbe... Rüyanda mı gördün, sabahın köründe börek mi pişirilir a şaşkın kızım?" Genç kız yeni aldığı bluzu ve eteği beğeni ile süzerek kapı girişindeki portmantoya koyduğu ağzına kadar börekle dolu kabı alarak kapıyı açtı. "Amcamın kiracıları okula gitmeden şunları vereyim dedim. Yazık, evlerinden uzak okullu çocuklar, uzun zamandır ev yapımı bir şey yememişlerdir." Saliha Hanım endişe ile kaşlarını çattı. Kızının o gençlere olan ilgisinden hoşlanmamıştı. Bir süredir görmezden gelmeye çalışsa da bu iş çığırından çıkmak üzereydi. Fırsatını buldu mu delikanlıların kapısında bitiyordu genç kız. "Zehra ayaklarını kırarım senin, sana demedim mi onları rahatsız etmeyeceksin diye. Bir genç kızın sabahın köründe delikanlıların kapısının önünde işi ne. Sen bizi dile mi düşüreceksin eşek sıpası... Valla baban bir duyarsa seni de onları da keser" Genç kız huysuz bir tavırla omzunu silkti ve dışarı çıktı, kapıyı ardından kapamadan önce "Aman anne, babamın sinek öldürecek hali mi kalmış, korkak sünepenin teki o. Kendi karısı marketçiyle fingirderken sesi mi çıkmış..." Saliha Hanım suratı morarmış halde kapıya bakakaldı... Demir, kapının çalındığını duyduğunda okula gitmek için çantasını topluyordu. "Şu Allahın cezası kapıya bakacak yok mu? Toplanmaya çalışıyoruz şurada... Vizeye yetişmem lazım, zaten hocanın gözüne battım yeterince, bu gün de gecikmek istemiyorum." Sarışın, narın bir gençti ve çıtı pıtı görüntüsünün verdiği yumuşak ifadesinin tam tersine karakter olarak oldukça sert ve huysuz bir yapıya sahipti. Fuat odasının kapısından çıkıp ters ters Demir'e baktı. Küpesinin arkasını bir türlü bulamamıştı ve ufak bir silgi parçasını küçük metal çubuğa geçirmeye çalışırken epey zorlanıyordu. Bir kaşını kaldırarak arkadaşına alaycı bir gülüş attı. "Bahse girerim o kaçık kızdır gene. Geçen gece de elinde kısır tabağı ile kapıda iki saat tuttu beni. Evrensel bir şaka gibi. Eğer gene oysa bu sefer dersini vereceğim." derken kapıya doğru yürüyordu.

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Diğer odadan çıkan Mehmet ise çantasını sırtlamış her zamanki gibi tam vaktinde hazırdı. O da Fuat gibi esmer ve yapılı bir gençti. Ancak Fuat ve Mehmet'in tersine eğlenceden çok kitapları tercih eden içe dönük bir yaşantısı vardı. Omuzlarını silkerek çanta askılarının yerine oturmasını sağlayarak içini çekti. "Tanrım, eğer o ise kapıyı açma. Geçen beni sokakta yakalayıp ‘Siz satanist misiniz? Neden hep siyah giyiyorsunuz, o dinlediğiniz müzikler ne müziği?' diye sorguya çekti. O kız tüylerimi diken diken ediyor." Fuat silgiyi metal çubuğa geçirmeyi başardığı sırada kapıyı da açmıştı. Ve evet... "İşte muhteşem bir güne muhteşem bir başlangıç," diye düşündü. Kız onlara bela olmuştu. Kapılarının süsü gibi, ne zaman evde olsalar bir yolunu bulup o zile basıveriyordu. Kız beceriksiz bir şekilde kırıtarak kirpiklerini indirdi. "Size börek getirmiştim. Çıkmadan bir iki tane yiyebilesiniz diye. Ne de olsa evden uzaktasınız," dedi. Fuat'ın artık canına tak etmişti. Kimseyi kırmaktan hoşlanmazdı. Ama bu kadarı da fazlaydı... Sırf bu manyak yüzünden iki gündür kız arkadaşıyla konuşmuyordu. "Bak kızım her fırsatta bu kapıda belirneye bir son vermelisin, anlaşıldı mı? Ne ben ne arkadaşlarım seni bu kapıda istemiyoruz. Bizler kiracınız olarak burada huzurlu bir şekilde yaşayıp, mümkün olduğunca çabuk okullarımızı bitirip defolup gitmek niyetindeyiz. Sen huzurumuzu bozuyorsun... Hatta ve hatta tüylerimizi diken diken ediyorsun. Bizden sana iş çıkmaz, kızım. Bunu anlayabiliyor musun?" Genç kız nutku tutulmuş bir halde Fuat'a bakakalmıştı. Kendisine her zaman nazik davranan bu esmer gençten beklemediği bu sözler beynine balyoz gibi iniyordu. Fuat, Mehmet'in adını seslendiğini ve "yavaş ol" dediğini duymadı. Artık iş çığırından çıkmış, Fuat'ın o meşhur sağlam sinirleri pelteye dönmüştü. "Kapımızdan defol git ve bir daha asla gelme yoksa seni annene babana şikâyet ederim. Beni duyuyor musun?" Fuat'ın sözü genç kızın elindeki cam kabın elinden yere kayarak yerde tuzla buz olmasıyla kesildi. Mehmet omzundaki çantayı fırlatarak yerdeki cam kırıklarına karışmış börekleri toplamaya çalışırken Demir ile Fuat donakalmışlardı. Genç kız mosmor olmuş yüzünden süzülen sel gibi yaşlarla hıçkırarak arkasını dönüp kaçtı. Merdivenlerden aşağı inen telaşlı ayak seslerine acılı iç çekişleri karışıyordu. "Bu kadar acımasız olmak zorunda mıydın?" diye mırıldandı Mehmet. Hala yerdeki felaketi toparlamaya çalışıyordu. Bir anda sıçrayarak küfretti. Fuat Mehmet'in elinden fışkıran kanları görünce telaşla mutfağa koşup küçük havluyu kaptı. Havlu iki saniye içinde kan olmuştu. Demir kanayan elin durumuna bakıp endişeyle kaşlarını çattı. "Çok derin kesilmiş Mehmet. Dikiş attırmamız lazım. Hemen çıkıp okulun revirine gidelim."

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Üç genç üstlerine başlarına bulaşmış kana aldırmadan telaşla evden çıktılar. Kanama hala durmuyordu. En alt katta merdiven boşluğuna sinmiş, çömeldiği yerden nefret dolu gözlerle gençlerin apartmandan çıkışını izleyen Zehra, üstlerindeki başlarındaki kanları görünce gözlerini kıstı. Aklına muhteşem bir fikir gelmişti... Salak annesi ona çok yardımcı olacaktı. 10:40 Ve işte başlıyoruz... Saliha Hanım kızı gittiğinden beri boş gözlerle pencereden dışarı bakıyordu. Üç gencin telaşla apartmandan çıkıp gidişini izlerken kızını merak etti. Bu sefer ne yapmıştı kızı acaba. Her ne kadar garip giyinişleri, tuhaf konuşmaları olsa da onların da normal birer delikanlı olduğundan emindi ve kızının onları da bunaltması yakındı. Her seferinde olduğu gibi... Kayınbiraderini kiracı olarak erkek öğrenci almaması için uyarmıştı. Ama paragöz herifi ikna etmek kolay değildi. Kapının ısrarla yumruklanması Saliha Hanım'ın yüreğini hoplatmıştı. Telaşla kapıya gitti. Gene bir şeyler olmuştu muhakkak. Kapıyı açtığında gördüğü manzaraya hazırlıklı değildi. Nutku tutulmuştu. Kızı, üstü başı parça parça olmuş, kanlar içinde ağlayarak kapıda titriyordu. Hıçkırıklar içinde annesinin kollarına yığılıp bayıldı. Saliha Hanım kızının elinden düşen kanlı parçanın ne olduğunu anlayınca ağzından bir inilti kurtuldu... Yarım saat sonra kendine gelen kızının ağzından çıkanlar inanılır gibi değildi. Panik içinde çağırdığı yan komşusu Dürdane Hanım ile dehşet içinde kalmış kızının anlattıklarını dinliyorlardı. "Kediyi gözümün önünde canlı canlı kestiler," diyordu hıçkırıklar içinde. Saliha Hanım apartmanın sarman kedisi Altın'ın parçalanmış cesedine kaçamak bir bakış attı. Ağzına gelen safrayı yutmaya çalışarak yutkundu. Kızının hayal gücünün geniş olduğunu biliyordu ama anlattıkları bunun çok ötesindeydi. "Bana güldüler, böreği elimden alıp parçaladılar. O sırada evin içinden Altın'ın acılı miyavlamalarını duyup o esmer çocuğu ittim, eve girdim. O sarışın zayıf çocuk elindeki garip bir bıçakla kedinin karnını deşip üzerinde garip işaretler olan bir sehpaya kanını döküyordu. Anne çok tuhaf şeyler söylüyordu. Yemin ederim. Allah belamı versin ki bunlar satanist, demiştim sana..." Saliha Hanım her cuma dinlemeye gittikleri hocanın söylediklerini düşündü. O da bu çocukların satanist olabileceklerini söylemişti. Hem kızının anlattıkları ile az önce çıkıp baktıkları evin hali birbirini tutuyordu. Dürdane Hanım da onaylamaz bir ifade ile başını sallarken "Satanist bunlar, ben de söylemiştim," diye mırıldanıyordu. Saliha Hanım üzeri dantelle örtülü telefonun yanına gidip telefon rehberinden Hoca efendinin telefonunu buldu. Bu işi ancak o bilirdi.

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

12:35 Önsezi... "Nasıl olur da böyle bir şeyi daha evvel bize söylemezsin?" diye mırıldanıyordu Demir. Mehmet'in bu kadar kanaması olmasının sebebi hemofili hastası olmasıydı. Revirden hastaneye götürmüşler ve orda dikiş atıldıktan sonra kan da verilmişti Mehmet'e. Her şey yolunda olmasına rağmen Mehmet hala dünyanın sonu gelmiş gibi bir ruh hali içindeydi. Arkadaşları ne yapsa onu neşelendiremiyorlardı. "Aklıma söylemek gelmedi, Fuat" hem bu öyle sohbet arasında söylenebilecek bir şey değil. Ayrıca bu konuda konuşmaktan pek hoşlanmıyorum." "İyi de ölebilirdin... Bilsek daha çabuk davranabilirdik," diye kızdı Demir. Ama sonra arkadaşının üzgün suratını görerek yumuşadı. "Neyse, olan oldu. Bugün derse girmeyelim. Sinemaya falan gidelim. Okulda üstümüzü değiştirir oradan da sinemaya gideriz. Hani şu senin çok görmek istediğin filme, ne dersin?" Mehmet olumlu anlamda başını salladıktan sonra tepesinde duran Fuat'a baktı. "O kıza çok sert davrandık. Belki de özür dilemeliyiz. İçim hiç rahat değil..." Fuat sırıtarak omzunu silkti. "Kafanı takma, uzun zamandır hak emişti." Mehmet hâlâ içine oturmuş, geçmeyen o garip yumrunun hayra alamet olmadığını düşünüyordu. Ama arkadaşlarının keyfini bununla bozmaya hakkı yoktu. Her ne kadar hissettiği sıkıntı dakikalar geçtikçe artsa da... 15:00 Bre kafirler... Hoca kahvede oturmuş, her zamanki müdavimleri ciddi bir şekilde süzüyordu. Onları galeyana getirmesi sadece yarım saatini almıştı. Saliha Hanım ile konuşup olanları öğrenir öğrenmez koşturarak kahvehaneye gelmiş, olanları bire bin katarak, ballandıra ballandıra anlatmış. Cehennemin ateşinden, iblislerden, cinlerden bahsederek hepsinin ödünü koparmıştı. Kireç gibi beyazlaşmış yüzlerle, korku içinde ona bakıyorlardı. İçini garip bir tatmin hissi kapladı. Çoğu zaman onu dikkate almayan bu yarım akıllı topluluk, yarım saat içinde onun sözünü tanrı buyruğu gibi algılamaya başlamışlardı. Sadece bir kişi, Eczacı Ahmet ona şüpheli gözlerle bakıyordu. Her zaman kâfirin biri olmuştu zaten... Başka ne beklenebilirdi ki? "İyi de Hoca efendi, bu çocukların bu söylediklerinizi yaptıkları nerden belli?" diye sordu Eczacı Ahmet. Hoca sakalını sıvazlayıp onaylamaz bir ifade ile Ahmet efendiye baktı. "Daha ne gibi bir kanıt ararsın. Evleri kan içinde, garip garip yazılar yazmışlar duvara. Kedinin ölüsü Saliha Hanım'ın evinde durur hala. Çocukları sabah kan içinde koştururken görenler var. Her şey bir yana giydikleri o zibidi kıyafetlerle, dinledikleri o abuk subuk müzikle de her şey ortada. Kâfir kendini belli eder Ahmet efendi." "Ben hala bunda bir yanlış anlaşılma olduğunu düşünüyorum. Polisi çağıralım. Her şey çıkar ortaya." GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Hoca güldü. "Polis, hah. İki gün sonra salıverirler. O güne kadar cehennem yeryüzüne çıkmış olur. Öyle demişler ya kıza. Onları mahalleden kovmamız gerek. Bunlar iblis soyu. Ne yapacakları belli." Kahvehanenin dört bir yanından gelen destek çığlıkları içinde kaybolup gitti Eczacı Ahmet'in itirazları. "Akşam olsun soralım hesabını, Allahın adına soralım hesabını..." diye bir orkestra şefi edasıyla yönetti topluluğun sesini ak sakallı hoca... 19:00 Herkes biliyor onların ne olduğunu... Akşam mahallenin üzerine çökmek üzereyken mahallenin tüm kadınları, erkekleri, çocukları, esnafı... Herkes şeytan kovmaya hazırdı. Yaşamları boyunca hayatın getirdiği, en ufağından en büyüğüne, tüm haksızlıklar ve acılarla içlerindeki kızıl ateşi beslemişlerdi. Şimdi o ateşin hedefinde hiçbir şeyden haberi olmayan bu üç genç vardı. Hocanın eşsiz çalışmaları ile örülmüş örümcek ağının yapışkan ipliklerine kapılıvermişlerdi bir gün içinde. Eczacı Ahmet korkuyordu. Böyle bir deliliği ne görmüş ne duymuştu. Bir küçücük kıvılcım önüne geçilmesi imkânsız bir yangın çıkarmıştı ve o da bu alevlerin içinde her an yanabilirdi. Polise haber vermeyi düşündüyse de sonradan vazgeçti. Fark ettikleri takdirde bu durdurulmaz öfkenin hedeflerinden biri olacaktı. "En fazla ne olabilir," diye kendini avutmaya çalışıyordu. Hoca, kızın babası ve bir iki kişi daha çocuklarla konuşur ve onları buradan kovalarlardı. Belki biraz tartaklarlardı ama hepsi o kadar... Ama ya... Ya her şey bir anda çığırından çıkarsa? Eczacı Ahmet dükkânını kapatırken sokakta, orada burada fısıldaşan insanlara baktı. Bu mahallede herkes birbirini tanırdı. Ufak fakat birbirine bağlı bir mahalleydi. O nedenle biri çıldırdığında diğerlerinin de çıldırması kaçınılmazdı. Geçmişte de olmuştu. Sevgili kızı... Linçten zor kurtulmuştu. Şimdi uzaktaydı ve bebeği ile mutluydu. Ama hala o gecenin kâbuslarıyla uyandığına emindi Eczacı Ahmet. Kızının ruhunda açılan yara izleri hiç geçmeyecekti. Eczacı Ahmet o zaman da korkmuş ve beklemişti. Karısı olmasa şu anda kızı ölmüş olacaktı. Onu terk etmekte sonuna kadar haklıydı... O bir korkaktı. Peki ya bu delikanlılar? Onları önceden uyarabilirdi. Ama onları nasıl bulacaktı ki? Ne telefonları vardı ne de nerede okuduklarını biliyordu. Saat de epeyce geç olmuştu. Mahallenin girişine giderse ki hep oradan yürüyerek dönüyorlardı evlerine, belki onları yakalayabilirdi. Erken geldikleri akşamlar geçerken eczacıyla selamlaşırlardı hep. Bugün ise geç kalmışlardı. Onların geçmesini beklemiş, onları uyarabilmeyi dilemişti. Ama nafile. Hala gelmemişlerdi. Ya evine gidip yastığının altına saklanacak ya da giriş sokağında yakalamayı umarak onları bekleyecekti. O an uzun zamandır ilk defa kendini

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

dua ederken buldu. Tanrıdan onları bulabilmesi için yardım istiyordu... Hem de nasıl... Bu sefer saklanamazdı. 22:00 Dönüş yolundaki Haberci Demir sallana sallana arkalarından gelen arkadaşına dönerek, "Hadi ama, götüm dondu burada. Bir an evvel eve atalım kendimizi. Hem şu yeni aldığımız filmi de seyretmek istiyorum." Mehmet ağrıyan elini unutarak kıkırdadı. "Daha yeni filmden çıktık be oğlum. Ara ver az. Hem ben hala filmdeki sarışının etkisi altındayım." Fuat hafif bir sesle güldü. Sokağın başında titreyerek duran adamı görünce şaşırdı. Eczacının bu saate titreyerek sokakta ne aradığını merak etti. Eczacı ise onları görür görmez telaşla yanlarına seğirtmişti. "Hemen gitmeniz lazım buradan. Çabuk. Kimseye görünmeden gidin ve geri de gelmeyin." diye korku içinde fısıldarken bir yandan da arkasına kaçamak bakışlar atıyordu. Fuat elini yüzü kireç gibi bembeyaz, donmak üzere olan adamın omzuna koyarak sakinleştirmeye çalıştı. "Sakin ol Ahmet amca. N'oluyor böyle, bir soluklan önce." Adam çıldırmış gibi acılı, kısık bir çığlık atıp, "Olmaz!!! Lütfen beni dinleyin. Arkanızı dönüp gidin buradan. Yoksa başınız büyük belaya girecek. Kediyi kestiniz diye sizi linç edecekler." Demir ve Mehmet şaşkın bir tavırla birbirlerine baktılar. Bu adam kafayı yemişti herhalde... "Ne kedisi ya... Ne öldürmesi?" diye şaşkınlıkla çığlık attı Demir. "Evinizde buldukları kedi. O kız sizin kediyi öldürdüğünüzü görmüş," diye kesik kesik devam etti Eczacı Ahmet. "Ben kedi falan öldürmedim, manyak mı bu kız? Sana demiştim Fuat, bu kıza öyle şeyler söylemeyecektin. Aldık şimdi başımıza belayı." Eczacı Ahmet giderek daha da telaşlanıyordu. "Bırakın tartışmayı, neyse ne, dediğimi duymuyor musunuz? Gidin buradan..." "İyi de eşyalarımız var evde. Bari onları alalım," dedi Demir ve Fuat'a soran gözlerle baktı. "Evet, eşyalarımızı alıp gidelim. O salak karıdan bezdim zaten, bir de bu... Bu mahalle külliyen tuhaf." "Eşyalarınızı sonra aldırın, şimdi diyorum... Şimdi gidin," diye ısrar etti Eczacı Ahmet.

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

"Mümkün değil Ahmet amca, o gerzek kız ve ailesi benim bilgisayara kim bilir ne yaparlar. Onu almadan şuradan şuraya gitmem. Tüm modellemelerim onun içinde," diye hırsla söylendi Demir. Mehmet ve Fuat onun bu tavrını çok iyi bilirlerdi. Eczacı Ahmet'in korkusu onlara da geçmişti ama Demir doğruyu söylüyordu. Eşyalarını almaları gerekiyordu. "Eşyalar..." diye başladı Fuat. Eczacı Ahmet onları vazgeçiremeyeceğini anlamıştı. "Tamam, ben de sizle geleceğim, şu arkalardan gidelim bağrı. Kahvehaneye doluştular. Oradan göremezler sizi. Çabuk olun..." Eve doğru giderken paranoya ve korku dördünü de iliklerine kadar titretiyordu... 22:22 Davetsiz Misafirler... Çocuklar eşyalarını toplamaya çalışırken Eczacı Ahmet kapıya kulağını dayamış apartmandan gelen sesleri dinliyordu. Eve gizlice girmişlerdi ve az daha o kıza yakalanıyorlardı. Eve girip kapıyı kapar kapamaz, merdivenlerden yukarı çıkmış ve sessiz bir şekilde kapının gözetleme deliğinden içeri bakmaya çalışmıştı. Allahtan kapının ters tarafındaydı ve çocuklar çıt çıkarmadan put gibi donup kalmışlardı. Kız bir süre kapıyı dinlemiş ve ardından geldiği gibi sessizce aşağı inip gözden kaybolmuştu. Çocuklar sessizce eşyalarını toplamaya çalışırken kalpleri gümbür gümbür çarpıyor, korkudan kulakları uğulduyordu. Özellikle Fuat çirkin sahnelerden nefret ederdi ve bu yüzden kız ve ailesi gelmeden bir an evvel bu evden defolup gitmek istiyordu. Eczacı Ahmet'in dediği kadar vahim bir durum olduğunu düşünmüyordu. Ta ki evlerine girene kadar. Evlerinin her yerinde kan lekeleri vardı. Ve çoğu Mehmet'in kanı değildi. Bundan emindi. Duvarlara kömürle garip şekiller çizilmişti. Hayatında ilk defa gördüğü şekiller. O kızın garip olduğunu düşünmekte haklıydı. Kapının yumruklanmasıyla donup kaldılar. "İçerde olduğunuzu biliyoruz açın kapıyı," diyen ses emretmeye alışkın, tok bir sesti. "Hoca efendi..." diye fısıldadı Eczacı Ahmet. "Açın yoksa kırarız. Satanistlerin mahallemizde işi yok! Defolun gidin buradan!" Apartmanda ayak sesleri ve homurtular artıyordu. Büyük bir topluluk yukarı, kapılarının önünde birikmeye başlamıştı. Fuat artık durumun gittikçe ciddileştiğinin farkındaydı. "Telefon..." diye fısıldadı Demir'e. Demir ikiletmeden telefona koştu ve telaşla numaraları çevirip ahizeyi kulağına götürdü. Ardından ağzı şaşkınlıkla açılarak arkadaşlarına baktı. "Çalışmıyor." Mehmet çantasını kaptığı gibi heyecanla titreyen elleriyle içinden cep telefonunu bulmaya çalıştı. Parmağının ucuna değen telefonu kavradığı anda kapıda şiddetli bir gümbürtü koptu ve kapı içe doğru parçalanarak açıldı. GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

07:00 Ertesi Sabah ­ Masumların kanı... Tepesinde duran Hoca efendinin omzunu sıkan elinden uzaklaşmamak için kendini zor tutuyordu. Karşısında oturan polis yorgun gözlerle eczacıya baktı. "Demek siz de bir şey görmediniz. Duymadınız. Karıştıkları bir kavga veya başka bir şey?" Eczacı omzunu sıkan elin sıcaklığını kemiklerine kadar hissediyordu. "Hayır." "Hiç birimiz ne olduğunu anlamıyoruz. Ev sahibi bile bir şey duymamış memur bey. İyi çocuklardı. Her zaman selam verirlerdi, öyle bir taşkınlıkları da olmamıştı," diye üzüntülü bir sesle söylendi Hoca efendi. Polis elleri ile gözlerini ovuşturarak içini çekti. Bu, her zamanki gibi basit bir vaka olarak başlamıştı. Aileleri merak eden gençlerin iyi olup olmadıklarını kontrol edeceklerdi sadece. Ama eve vardıklarında bir vahşet ile burun buruna gelmişlerdi. Çocukların üçü de tanınmayacak haldeydi. Parça parça edilmiş, kafaları bedenlerinden ayrılmıştı. Evdeki tek renk neredeyse sadece kırmızıydı. Kan kırmızısı. Duvarlardaki garip yazılar, kapının önünde asılı bırakılmış ölü kedi... Satanist mevzuları tekrardan hortlayacaktı. Emekliliğine sadece bir hafta kala mükemmeldi doğrusu... O gençlerin paramparça görüntüsü bir ömür boyu gözlerinin önünden gitmeyecekti. "Peki, hiç arkadaşlarını veya tanıdıklarını eve getirirler miydi?" "Hayır, hiç getirmediler. Sabahtan akşama kadar okulda olurlardı. Akşamları da ders çalışırlardı. İyi ailelerin çocuklarıydılar," diye mırıldandı mahalle muhtarı. Memur mahalle sakinlerinden olayla ilgili hiçbir bilgi alamamıştı. Okulu araştırması gerekecekti. "Pekâlâ, daha sonra tekrar gelip bazılarınızı yazılı ifadeniz için karakola çağıracağız." Polis kahvehanenin kapısından çıkmadan önce duraksadı. Çocukların cesedini bulmalarının üzerinden iki saat geçmişti ama ona rağmen hala kalp çarpıntısı devam ediyordu. Buradaki adamlar ise, üzüntülü gözlerine rağmen, gayet sakin görünüyorlardı. Sanki cesetleri onları hiç etkilememişti. Garipti... Çok garipti... 08:30 Korku Bekler Dağları...

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

"Bu kadar yıkılmış durma Eczacı efendi. Dünyadan üç iblis silinmiş, nedir ki?" diye homurdandı Hoca efendi. "Evet ya, biz doğru olanı yaptık," diye destekledi titrek bir sesle Muhtar. Eczacı Ahmet kanlı gözlerini önünde oturan iki adama çevirdi. Sonra kahvede oturan tüm yüzleri tek tek taradı. "Sadece konuşmanız ve gitmelerini istemeniz yeterliydi. Onca kişi onlara saldırdınız kuduz köpeklerle. Tırnaklarınızla, ellerinizle parçaladınız üç masum çocuğu. Ve ben, bugün olanlara şahitlik etmek yerine susup sizin sözlerinizi desteklediğim için lanetlenmeliyim. Allah beni affetsin." Muhtar efendi kızmıştı. "Ne yani, kediden sonra bizi de öldürmelerini mi bekleseydik. Hoca efendiyi duydun. Bunun yapılması gerekiyordu." Eczacı Ahmet'in gözlerinden yaşlar dökülürken kahvenin kapısından soluk soluğa korku içinde giren genç "Ahmet amca, kimse çıkamıyor mahalleden. Kısılıp kaldık." Eczacı şaşkın bir şekilde yerinde doğruldu. "Nasıl çıkamıyorsunuz? Barikat mı kurmuşlar? Ah dedim ben size, ne olduğunu anladı o polis." Esmer genç hararetle başını salladı."Öyle değil, anlatamıyorum, göstermem gerek." Kahvehanede kim var kim yoksa merak etmişti. Bir anda işlenen suçun ağır etkisi unutulmuş, merak baskın çıkmıştı. Hep beraber çocuğu izlediler. "İşe gitmek için aşağı mahalleye yürürken fark ettim. Mahallenin tüm çıkışlarını denedim, gene de olmadı."dedi çocuk. Muhtar şaşkın bir şekilde mahalleyi aşağı mahalleye bağlayan yola baktı. "Kafayı mı yedin oğlum. Al işte bir şey yok." Çocuk kafasını salladı ve ilerledi. Sokağın tam ortasında bir şeye çarpmış gibi geriye sıçradı. Tekrar ilerlemeye çalıştı ama sanki görünmez bir şey onu geri itiyordu. "Dalga mı geçiyorsun salak herif, sabah sabah," diye çocuğu azarlayarak hızla sokakta ilerledi ve şiddetle görünmez bir engele çarpıp arkası üstü yere düştü. "Tövbe estağfurullah, bu da nesi?" O anda orda kim var kim yok aynı şeyi denedi. Kimse görünmez engeli geçmeyi başaramadı. Mahallenin çevresini dolandılar ve çıkış aradılar. Bulamadılar. Eczacı Ahmet görünmez engele elini koyduğunda ısının arttığını hissederek geri çekti. Mahalle görünmez bir perdenin ardına hapsolmuştu. Koşturarak kahvehaneye gidip telefona sarıldılar. Ölüydü. Ne sinyal ne cızırtı, tamamen sessizdi. Cep telefonlarını denediler, olmadı. Tüm mahalledeki apartmanları dolaştılar ama bir tane bile çalışan telefon bulamadılar. Gençler interneti denedi. Ama telefon ölüyken o da çalışmadı. GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Eczacı Ahmet sessizdi. Cezalandırıldıklarını biliyordu. Sadece bu cezanın nasıl bir şey olacağından emin olamıyordu. Oturup ne yapacaklarını tartışırken iki kadın kol kola korku içinde kendilerini kahvehaneden içeri attılar. Üstlerinde kan lekeleri vardı. Biri hıçkırmaktan konuşamıyordu. Diğeri ise kireç gibi yüzünde akıl almaz bir korku ile kesik kesik olanları anlatmaya çalışıyordu. "O şey, bir anda karşımıza çıkıverdi. Hasibe de yanımızdaydı. Kızın... Kızın gırtlağına atıldı, ısırdı onu. Şapırtıları hala kulağımda... Allahım. İğrenç bir şeydi. Kıpkızıl, kanla yıkanmış gibi vıcık vıcık..." 10:15 Ödeşme... Kadınları yatıştırmak için epey uğraştılar. Bu zaman zarfı içinde iki üç kişi daha üstleri başları kanlı kahvehaneden içeri daldı. Hepsi de iğrenç garip yaratıklardan bahsediyorlardı. Muhtar, Hoca efendi, Eczacı Ahmet ve birkaç kişi çıkıp mahallenin sokaklarını gezmeye başladılar. Orada burada yarısı yenmiş, parçalanmış cesetler vardı. Kimi evlerden ara sıra çığlıklar yükselip bir anda sona eriyordu. Bir iki eve yetişmeye çalışsalar da hep geç kaldılar. Karşılaştıkları sadece cesetlerdi. Kızıl yaratıkları da gördüler. Onları görünce yedikleri cesetleri bırakıp havaya karışır gibi toz olup gözden yok oluyorlardı. Olabildiğince kişiye ulaşmaya çalışıp insan topladılar. Ama hala evlerden çığlıklar yükselmeye devam ediyordu. "Aman allahım, yer ısınıyor!" diye çığlık attı muhtar. Arkalarındaki toplulukla kahvehaneye doğru ilerlerken pabuçların lastikleri erimeye başlamıştı. Telaşla kahvehaneye girip kapıları kapattılar. Saliha Hanım korkuyla kızının adını seslenip kahvehanenin hangi köşesinde olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bağrışlarına cevap veren olmadı. Zehra içerde değildi. Dışarıdaydı. Camdan sokağı izlemeye başlayan topluluktan artık çıt çıkmıyordu. Sokağın zemini artık kor ateş gibi parlıyordu. Ortadaki bir kısım gittikçe siyahlaşmaya ve parça parça çökmeye başlamıştı. Saliha Hanım bir çığlık atarak sokağın başında dikilen üç genci gösterdi. Hoca efendi kalbini tutarak yanındaki sandalyeye yaslandı.

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Katledilen üç genç kahvehaneye doğru ilerlerken yer yarılıyor ve yarıklardan insan gözünün daha evvel hiç görmediği yaratıklar fırlıyor, mahallenin dört bir yanına dağılıyorlardı. Üç genç kahvehane camlarının önüne geldiklerinde yan yana durdular. Hala bedenleri parça parçaydı. Kafaları ise eğreti bir şekilde bedenlerinin üstüne oturtulmuş gibi sallanıyordu. Üstleri başları kan içinde, etleri sarkıyordu. Süt beyazı altı çift göz camlara dikilmişti. Eczacı Ahmet hıçkır hıçkıra ağlamaya başladı. Geri kalanlar ise korkuyla soluk bile almıyorlardı. Gözyaşlarının gerisinden çocukların iki yana ayrılarak arkalarında duran silueti öne itelediklerini fark etti. Zehra... Çıplak ayakları zeminin sıcaklığı ile simsiyah kesilmiş, neredeyse tüm etleri soyulmuştu. Aralardan kemiklerin beyazlığı görünüyordu. Kızın boynuna ölmüş olan kedi Altın'ın bedeni asılmıştı. Dehşet içindeki gözleriyle yalvararak kahvehanenin camlarına bakıyordu. Ağzı açıldı ve içinden kapkara, katran gibi bir madde fışkırdı. Kız öksürerek iki büklüm olurken, boynundaki ölü kedi iki yana salındı. Gençler kızı tutarak doğrulttular ve kahvenin pencerelerine bakmaya zorladılar. Sağda duran sarışın çocuk elini pençe haline götürerek kızın kalbine doğru uzattı ve bluzu bir yana iterek tek göğsünü ortaya çıkardı. Erkekler tövbe ederek başka tarafa baktılar. Eczacı Ahmet ise büyülenmiş gibi sahneyi izliyordu. Çocuk elini kızın memesinin az altına daldırdı tüm gücüyle ve el etten içeri girdi. Hızla geri çektiğinde kızın kalbi çocuğun elinde atıyordu. Kız ise hala yaşıyor, çocuğun elindeki kalbine bakıyordu. Diğer esmer çocuk kızı sıkı sıkı tuttu ve bir şeyler mırıldandı. Az ötelerindeki çukurdan bir şey boynunu uzattı. Pespembe, kalın bir yılandı. Sürünerek çukurdan çıktı ve kıza yaklaştı. Kız yılanı görünce çığlık atmaya başladı. Kurtulmak için çabaladı ama arkasındaki diğer esmer çocuk onu sıkı sıkıya kavramıştı. Yılan kızın bedenini kullanarak yukarı, ağzının hizasına kadar çıktı ve kızın korkuyla çığlık attığı bir anda başını kızın ağzına daldırıverdi. Vücudunu ittirerek ağzından boğazına doğru süzülmeye, oradan da midesine kadar inmeye devam etti. Kahvede toplaşmış ahali camdan kızın bedeni içinde süzülen yılanın kuyruğunun ağzında kaybolmasını hayret ve korku ile izlediler. Yılan kızın rahmine yerleşmiş ve hareketsiz kalmıştı. Altı aylık hamile bir kadın kadar şişirmişti kızın bedenini. Sarışın çocuğun elinde bir bıçak belirdi. Kız bunu görünce daha da şiddetli bir bağırış kopardı. Kızın annesi bu bağırış ile kulaklarını kapatarak olduğu yere çöktü. Sonsuza dek acı içinde ağlayacak gibiydi. Çocuk tereddüt etmeden bıçağı kızın karnına daldırdı ve diklemesine yararak içerdeki yılanı serbest bıraktı. Yılan ağzında kızdan bir parça ile toprak üzerinde süzülerek çukurun kenarında gözden kayboldu.

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Kız hala yaşıyor, yerlere sarkan bağırsaklarını sakar bir tavırla toparlayıp yerine yerleştirmeye çalışıyordu. İki yandaki çocuk ellerini kızın boynuna doladıklarında kız şaşkınlıkla sıçradı. Ellerden kurtulmaya çalışırken çırpınıyordu. Çocukların elleri eti bıçak gibi yardı. Boynundan kanlar fışkırdı ve asılı ölü kedinin üzerine döküldü. Kedi iki yana sallandı ve kafasını kaldırarak kanı arandı. Küçük pembe dili ağzına dökülen kanları obur bir iştahla yalanıyordu. Tırnaklarını kızın omuzlarına geçirerek doğruldu ve dişlerini kızın yüzüne geçirerek beslenmeye başladı. Eller sıktıkça, kafayı bedene bağlayan boyun da inceliyordu. Ve bir anda kafa bedenden kurtularak üzerinde beslenen kedi ile beraber yere yuvarlandı. Kızın bedeni yere yığıldı. Yerin kor ateşi bedeni çoktan pişirmeye ve dumanlar çıkarmaya başlamıştı. Kedi yarık karnından salınan küçücük bağırsaklarını umursamadan dişlerini geçirdiği kafayı sürükleyerek ortadaki çukura dalıp gözden kayboldu. Gençler yavaş adımlarla kahvehaneye doğru yürümeye başladı. Artlarında gittikçe artan bir uğultu onları takip ediyordu. Muhtar arkalarından gelen şeyleri fark ederek bayıldı. Hoca efendi ve geri kalanlar ise panik içinde kahvehanenin arka duvarına doğru kaçışıyordu. Delikanlıların gerisinden, kahvehaneye bağlanan her sokaktan akın akın yaratık koşturarak kahveye yaklaşıyordu. Camlar içe doğru parladığında Eczacı Ahmet öylece olduğu yerde dimdik duruyordu. Millet üzerine saldıran envai çeşit cehennem yaratığından kurtulmak için çığlık çığlığa kaçışırken o öylece duruyordu. Suçunu biliyor ve cezasını bekliyordu. Yaşlı gözlerle ileride durup parça parça edilen mahalle sakinlerini seyreden çocuklara baktı. "Tanrım beni affet..." diye mırıldandı ve gözlerini kapadı. Üzerine doğru gelen kapkara, koca dişli yaratığı görmüş, etinin acısını hissetmeyi bekliyordu. Bir anda bir şeyin onu kaldırarak omuzladığını hissetti. Hızla vahşet yerinden uzaklaşırken gözlerini açıp onu omuzlayan şeye bakmaya korkuyordu. Sonunda şey onu yere indirdiğinde gözlerini açmaya cesaret etti. O kapkara yaratık ona başıyla aşağı mahalle çıkışını gösteriyordu. Gözlerindeki yaşlarla başını iki yana salladı. Burada kalmalı ve cezasını çekmeliydi. Yaratık homurdanarak pençeleri ile görünmez engeli iki yakasından kavrayıp tiz bir ses ile ikiye ayırdı ve başı ile geçmesini işaret etti. Onun gitmesini istiyordu. Ama neden? Son bir kez dönüp arkasına baktı; çocuklar sessizce onu izliyorlardı. Dönüp onun için açılmış olan yarığa baktı ve tekrar düşünmeden kendini yarığın diğer tarafına attı. Yaratık, o geçer geçmez yarığı kapadı ve ona son kez hırladıktan sonra dört ayak üzerinde kahvenin olduğu yere doğru koşmaya başladı. Fanusun diğer tarafındaki GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

balıkları seyreder gibi, kahveden fırlayan insanların yaratıklarca yakalanmasını ve parçalanmasını izledi. Hıçkıra hıçkıra ağlarken bir eli de görünmez engelin üzerindeydi. Üç çocuğun yavaşça çukura ilerleyip atlayarak gözden kaybolmalarını seyretti. Yaratıklar da ellerinde, dişlerinde mahalle sakinlerinin parçalarıyla onları takip ederek çukura koşmaya başladılar. Yaratıklar çukura yağarken binalarda çıkan yangın da giderek yayıldı ve fanus içindeki mahalleyi sarmalayarak yuttu. 10 gün sonra ... 10:45 DEJAVU Eczacı Ahmet iki gün önce bir otobüs yakalayıp memleketine dönmüştü. Önce kızını ziyaret edip ondan özür dilemiş, ardından da karısını görmeye gitmişti. Hiç beklemediği bir şekilde karısı onu gördüğüne sevinmiş ve kalmak üzere onu içeri buyur etmişti. Şimdi karısı ile yeniden evlenmenin planlarını yapıyorlardı. Ne de olsa torun sahibi iki yetişkin olarak olması gereken de buydu. Karısının yüzük seçmesini beklerken kuyumcunun penceresinden dışarı bakıyordu. Neşeli bir sohbete dalmış siyah giyimli iki genç dikkatini çekti. Onları görünce Istanbul'da olanlar aklına gelmişti. Sıkıntıyla yüzünü buruşturdu. Hala kâbus görüyor, zaman zaman ter içinde uyanıyordu. Gazeteler büyük bir yangın demişti. Tüm mahalleyi sakinleri ile birlikte yutan muazzam felaket... Düşüncelerinden sıyrılıp tekrar camdan baktığında gençler gözden kaybolmuştu. Omzunu silkerek tam karısına dönecekken onu gördü. Sarışın genç. Az ilerdeki sokak lambasına yaslanmış onu seyrediyordu. "Ne oldu şekerim? Hayalet görmüş gibisin?" Ahmet şaşkınlıkla karısına döndü. "Ne? Hı?" "Hayalet görmüş gibisin diyorum. Bembeyaz kesildin. Hasta mısın?" Eczacı Ahmet sıkıntıyla pencereye dönüp sarışın gencin olduğu yere baktı. Gitmişti... *Bitti* (Ya bitmemişse?)

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Kılıcın Keskin Tarafı | Işın Beril Tetik Gecenin kara gönlünde hançer yarası gibi hüzünle ışıldadı hilal kılığındaki Ay. Bir günaha şahit olmuştu gene, yapayalnız, çorak ovanın tepesinde. Simsiyah bir öfkenin eliyle alınan masum kuzunun canıydı o günah. Ay, onu yaratana döndü ve sordu, "Ne olur, kılıcının keskin tarafı olayım bir kerecik. Sonsuzluk saydım her bir sırrı taşırken, kanları toprak ananın bedenine karışırken... O kanı dökenler ne ateşle yandılar, ne buzla... Ne de pişmanlıkla..." Gece sessizce izledi Ay'ı. Merakla bekledi, kudretli olan en sonunda yalvarışına yanıt verecek miydi? Hafif bir meltem toprak ananın bedenindeki tozdan örtüyü okşarken fısıldadı Ay'a, "Ateşin gazabıyla, buzun kederiyle yanmayanları sen neyle yakarsın? Pişman olmayanı ne ile yargılarsın?" Hilalin kaşları çatıldı. "Ya kuzunun kanı? Daha ne kadar besleyecek Ana'yı?" Meltem kıvrakça salındı, yükseldi Ay'a doğru. Geceyi işaret ederek,"Bir sen misin şahidin sırrını saklayan? Ya ona ne demeli? O istemez mi bedeninden kara olan yürekleri kılıcın keskin tarafıyla delmeyi?" Gece utanarak sakladı yüzünü, hüzünle soludu. Ay içini çekti ve çaresizlikle inledi. Meltemin içindekine seslenerek savundu ev sahibini, "O, güneş uyurken evrenin muhafızı, tarafsızın da tarafsızı... Gene de benim gibi acı içinde saydı bir bir, sövdü ve sustu." "Toprak ana izin verir mi üzerinde yürümene? Asırlardır onu besleyen kanı dindirmene?" diye alayla mırıldandı ve bir kez daha Ana'nın üstündeki tozları kaldırdı. Ana kıpırdandı, homurdandı, derin bir uykudan uyanmış gibi kalınlaşmış sesini saldı geceye. "Beni besleyen kan mıdır, ey yaratanın nefesi, ey meltemin efendisi? Sanır mısın tek bir damlası yakmaz bedenimi? Sanır mısın tenime karışan kemiklerin iniltileri ağlatmaz beni?" Meltem bir an haşmetle kabararak yükseldi, şiddetlendi... Sonra, sanki bir el tarafından okşanarak sakinleşti. "O halde yürüsün gecenin de desteğiyle sinende. Batırsın kara yüreklere alevden kılıcı. " diyerek dindirdi Ana'nın bedenindeki nefesini. Ne hilal, ne Gece ne de Ana beklemişti böylesine bir hikmeti. Ve Ay, acılar içinde gecenin bedeninden koparak ayak bastı Ana'nın tenine... **** Elindeki kanlı bıçağı temizleyerek, sarsak adımlarla ilerledi köy evine doğru. Büyüklerinin verdiği görevi yerine getirmiş, rahattı. Kurban kesmek kadar kolay olmuştu. Hatta belki daha kolay. Alnının çatısına indirince kabzayı sus pus olmuştu kancık... Kir ve kandan beyazı görünmez olmuş mendili bir kez daha sürttü bıçağının lüle GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

taşı kabzasına. Kızıl lekeler inatla giderek büyüyor, genişliyordu bembeyaz taşın üstünde. "S...tir, en sevdiğim bıçağımın içine etti kancık,"diye küfretti. Daha küçük bir çocukken ağasından hediye gelmişti bu bıçak. Özeldi... Kimsede yoktu böylesi ya, en önemlisi de oydu. Sinirle söylenerek açık evin kapısının üzerinde yaşlı gözlerle bekleşen anasına doğru yürüdü. İki adımda verandaya çıkıp yolu tıkayan yaşlı kadını itekleyerek içeri girdi. Babasının ve aile meclisinin bekleştiği odaya daldı ve gururla şişinerek kanlı mendille bıçağı yer sofrasında yemeleri için getirilmiş meyvelerin arasına attı. "İş bitti. Bir deli Osman'ı bulmaya kaldı, orası da kolay, Haşim sindiği delikten çıkarıp getirir nasıl olsa." Babası kan oturmuş gözlerini kaldırdı tek oğlunun yüzüne. "Çok debelendi mi?" Yer sedirine otururken muzlarını silkti kardeş katili, "Yok, bastım kabzayı alnının ortasına, sesi mesi kalmadı çıkaracak. Yardım boğazını, aktı canı iki dakka içinde. Kurbandan kolay oldu vallaha." Babası düşünceli düşünceli salladı kafasını, yanında oturan yaşlı köylüler de onu taklit ederek salladılar başlarını. "Sana oğulların şahı verilmiş, Hacı efendi! Gıkı çıkmadı töreye karşı. Ben benimkini de yollamıştım tahtalı köye kız gardaşıyla birlikte. Töreye yüz çevirdiydi. Katli vacipti." Diye mırıldandı köylülerden biri kızgınlıkla... Küfredip yere tükürdü ardından. Bir diğeri hızla kafasını sallayıp karman çorman olmuş ak sakalı sıvazladı. "Hüsam'ların Şerruh da öyle geberdiydi. Şehirde okuduydu ya, o da hainlik ettiydi. Hüsam hem onu hem de karısını kestiydi. " O anda elinde koca gümüş tepsiyi zar zor taşıyan on, on iki yaşlarında bir kız çocuğu girince sustular. Kız başını yerden kaldırmadan tepsiyi yer sofrasının üzerine koymak için yaklaştı. Sofranın üzerinde kanlı mendil ile bıçağı görünce kara gözleri kocaman oldu, dudakları titredi. Hafif bir soluk alarak abisinin kendinden memnun yüzüne baktı. Abisi küçük kız kardeşinin yüzündeki suçlayıcı ifadeyi görünce sinirlendi, içten içe bir an utandı... Ama hemen toparlandı. "Ne bakıyon kız? Koysana içecekleri." Kız kardeşinin gözleri tekrar bıçağa takılınca hemen uzanıp mendille bıçağı masadan aldı. Meyveleri yana çekip yer açtı. Kız usulca tepsiyi koyup hızla doğruldu ve koşarcasına odadan çıktı. İhtiyar köylülerin hepsi de kızın koca gözlerindeki ateş karşısında sus pus olmuşlardı. Bir anda evin dışında bağrışlar duyuldu. Patırtı, gürültü iri yarı, pos bıyıklı kara şalvarlı bir köylü kolundan tuttuğu, paçavralar içindeki hırpani genci aile meclisinin oturduğu yerin ortasına fırlattı.

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

"Ağam gözünü seveyim, ben bir şeycik yapmadım, günahsızım, bacım da günahsızdır, Allah'ını seversen bırak gideyim..." diye salya sümük yalvarıyordu yarı deli haldeki genç adam. Burunlarına gelen sidik ve günlerdir yıkanmamış tenin bayat kokusu ile burunlarını kıvırdı köylüler. "Bana pişmiş ekmekten başa bişi vermedi bacım, gözü gözüme bile değmemiştir, bırak ki eli elime değsin..." "Sus! Seni dulun piçi seni..." diye gürledi baş köşede oturan köy ağası. "Ramazan'ın yeğeni görmüş kızı senin ininden çıkarken, üst başını düzeltiyormuş." "Vallaha ekmek bıraktıydı yalnızca, biraz da ayran... Konuşmadı bile benimle, açtım, bilmiş nasıl bildiyse, azıktan başka bişi bırakmadı inime!" Ağa sinsi sinsi güldü bıyık altından, günahının keçisine bakarken içten içe kahkahalar atıyordu. Hacı'nın biricik kızını çekivermişti samanlığa sinsi bir gecede, yarı baygın kısraktan almıştı hevesini. Uyandığında ne ağlaması bitmişti ne hıçkırığı, sürekli "Ağam, ne yaptın sen bana, öldürdün beni, aldın canımı,"diye mızıklanıyordu. Belli ki ötecekti babasına veya kardaşına... Ağa ertesi gün yaymıştı köye dedikoduyu... Deli Osman'ın ininden çıkarken eteğini düzelten Fidan'ın talihsiz günahını. Toplamıştı aile meclisini, öğle güneşi düşmeden aldırmıştı infaz kararını. Gece yarısını geçe akıttırmıştı toprağa kanını. "Götürün kancığının yanına bu deli piçi, tahtalı köyde devam ederler pişirmeye işi..." Delinin bağrışlarına aldırmadan iki kolundan tutup sürükleyerek çıkardılar geceye. İki köylü arasında sürüklenen delinin ardında kızın ağabeyi, elinde aynı bıçak... Osman da aynı yolun yolcusu. Boğazı şimdiden kesilmiş gibi böğürürken, ayaklarını sürüyerek engel olmaya çalıştı cellatlarına ama nafile. Ağanın sözü kanun. O boğaz kesilecek, kan toprağı besleyecek, namus belasına intikamla yanan gözler sakinleşecek. Deli Osman, Fidan'ın yere kıvrılmış bedenini görünce sustu anca. Açık boğazından akan kan durulmuş, kara saçları çorak toprağın tozuyla solmuştu. Tam yanında diz çöktürdüler Osman'a. Son bir gayretle, gözyaşları ile pisliği her yere dağılmış yüzünü kaldırdı kızın ağabeyine. "Gardaşım, bacının ne eli ne gözü değdi bana. Kurbanın olam bi dinle. Bir lokma ekmek, bir yudum ayrana akıtacaksın kanımı. Allah'ım şahidim olsun, hiç günah geçmez idi aklımdan bacına karşı." Kızın ağabeyi kılını bile kıpırdatmadı Osman'ın yalvarışlarına karşı. Töre kanundu. Ağanın kanunu ise kanundan da kanundu. Kaldırdı bıçağı tutan kolunu Ay'a doğru. Tam savuracakken şaşkınlıkla irileşti gözleri. Kocaman oldu, yuvalarından uğradı. Bir yırtılma sesi geldi önce, sonra bir tane daha. Ay'ın ışığı uzandıkça katil ağabeyine, cildi kanlı çiçekler gibi yarıldı, açıldı. Köylüler deliyi bırakıp korkuyla gerilediler, tövbe sesleri çıkararak.

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Ağabey, yarılan cildinden bembeyaz kurtlar dökülürken, korkuyla inledi, acıyla kıvrandı ve dizlerinin üzerine, ölmüş kız kardeşinin yanına çökerek inledi. Elindeki bıçağın kızıl lekelerle dolu lüle taşından kabzasına baktı şaşkın şaşkın. "Yandım anammm!" diye bağırırken gırtlağından yükselen gurultu ile birlikte şelale gibi kan boşandı toprağın üstüne. Boşalan kan simsiyah ve topak topaktı. Topağın içinde kımıl kımıl bir şeyler yüzerek kenarda korkuyla titreşen iki köylüye doğru süzüldü. Köylüler dehşet dolu gözlerle, tam önleriinde etleri parça parça yarılıp dökülen, içinden kurtçuklar, böcekler ve kim bilir daha neler dökülen genç adamın yuvalarında anlamsızca dönen gözlerine bakakaldılar. Onları bu şoktan çıkaran Deli'nin ağlayışlarıydı. Önündeki adamın etleri ayrılıp toprağa düşerken Deli Osman sessiz sessiz hıçkırıklarla ağlıyordu. Kardeşinin yanında şekilsiz bir et yığınına dönüşen tanınmaz haldeki genç adam, canı bedeninden çekilmeden hemen önce hırıltılı bir yalvarışla köylülere uzandı. Köylüler tiz ve yüksek sesli çığlıklar atarak arkalarını dönüp koşmaya başladılar. Deli Osman, yaşlı gözlerinin ardından Ay'ın ışıklarının incecik siluetlerinin, bir kılıç misali köylüleri izlediğini fark ederek onlara seslenmek istedi. Tam elini uzatmış seslenecekken bir fısıltı duydu, "Şşşşşşş." Deli Osman sustu. *** Gözü yaşlı kadın, kanlar içindeki iki köylünün aceleyle eve dalışına bakakaldı. Garip bir hisle tüyleri diken diken oldu, içi bulandı. Gece her zamankinden daha kara ve korkutucuydu. Büyük kızını töreye kurban vermesinin ötesinde, çok daha canlı bir acıyla kasıldı. İrileşmiş, kan çanağı gözlerle başını kaldırıp hilal şeklindeki aya baktı. Ay, garip bir şekilde, leke lekeydi, sanki kirliydi... Ay'ın ışıklarının ince uzun şeritler gibi yerde süzülerek eve ulaşmasını ve yanından geçerek eve girmesini izledi. Verandanın diğer köşesine sinmiş küçük kızına aceleyle işaret etti ve yanına gelen kızının kulaklarını kapayarak göğsüne bastırdı. İçeriden önce şaşkınlık ve küfür dolu sesler geldi. Garip, iç bulandıran yırtılma sesleri ile birlikte canhıraş acı dolu çığlıklar geceyi doldurdu. Çığlıklar öylesine yüksekti ki yan evlerde oturan köylüler korkuyla evlerinden fırladı. Evin önünde toplaşan kalabalık verandada birbirine sarılmış ana kıza şaşkın, korku ve soru dolu gözlerle bakıyorlardı. Çığlıklar yükselerek devam ediyor, kalabalığı gittikçe artan bir dehşete sürüklüyordu. Çığlıklar çığlık olmaktan çıkmış, ulumayla karışık böğürtülere dönmüştü. Canlı canlı, kör bıçaklarla kesilen danaların böğürtüleri gibi... Kalabalığın ardından uzun donunu çekerek fırlayan imam, bembeyaz bir yüzle verandaya koşturdu. "Hanım, hanım! İçerde kimi doğruyor bu cahiller?!" Kadın korku dolu gözlerle imama bakarken anca kafa sallayabilmişti. İmam tereddüt etmeden eve daldı, aradan bir an geçmeden öğüre öğüre geri çıktı ve kendini verandadan toprağa fırlatarak titreyerek, şiddetle kustu. GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

"Aman yarabbim, aman yarabbim!" diye söylenirken, onun yalvarışlarına karışan böğürtüler giderek azaldı ve korkuyla uğuldayan kulaklardan silinerek dindi. Kalabalık epey bir süre evden başka ses gelecek mi diye bekledi ama başka ses çıkmadı. İmam biraz kendini toparlayınca koşar adımlarla verandaya çıkıp kadın ve kızı oradan uzaklaştırdı. Bir yandan da kocaman olmuş gözleriyle evin açık kapısını gözlüyordu. Verandadan içeri süzülen ay ışıklarının toprak üzerinde süzülerek geri çekilmesini şaşkınlıkla izlediler. Tövbeler ve dualar arasında kadın ve kızı da aralarına alarak evlerine dağıldılar. O gece kimse o eve girmeye cesaret edemeyecekti. Ertesi gün de... Ve daha ertesi gün. Jandarmayı çağıramadılar lakin kimse ne olduğunu anlamamış, imamın anlattıklarına da inanmamışlardı. En sonunda evden gelen ağır çürük kokusuna dayanamayarak evi ateşe verdiler. Birkaç saat içinde ev yok olmuş, evin yerinde toprağın üstünde garip bir şekilde yanık bir hilal izi belirmişti. O dehşet gecesinden sonra köyde hiçbir aile meclisi töre için toplanmadı. Belki de için için biliyorlardı ki Ay, ışıklarını köy üzerine salarak kalplerinin derinliklerinde dolaşan günahları bir bir görüyor, sorguluyor ve yargılıyordu. Deli Osman'ı da o geceden sonra gören olmadı... Ancak yan köylerden elinde bohça, köy köy dolaşıp Ay ile ilgili saçma sapan hikayeler anlatan bir delinin gezindiği haberini aldılar. Köylü, Fidan'ın katledildiği küçük kurak ovanın tam ortasına bir ağaç ekip her gün suladı. Seneler geçti, ağaç büyüdü ve dilek ipleriyle süslendi. Derler ki, Ay hilal olduğunda, ağaç gecenin içinde parlayan bir güneş gibi ışıldar ve günahsız dilekleri ağaç üstünden toplarmış... *** "Toprak Ana bana dargın mısın? Bir gecede suladım tenini kızıl günahın suyuyla, bana kızgın mısın?" Sinesinde dikili tek ağacın dallarını hışırdatarak kıpırdandı Ana, "Ne dargınım, ne kızgınım... Kılıcını kınına yerleştirme gecenin gülen yüzü, sulanacak daha başım, göbeğim ve ayak ucum var..."

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Dilruba | Işın beril tetik Gerçek olmayanı sorgulamaya başladığında, gerçekten sıyrılıp rüyaya dalmak işten bile değildir. Rüyalar ise eşsiz tuzaklarla bezenmiş, cehennemin uzantısı olabilir...

Kulağında yankılanan anlamsız fısıltıları yok etmek istercesine başını sallayarak uykusunda döndü. Gördüğü rüyanın kesintiye uğramasını istemiyordu. Puslu bir gecede, mezarlıkta... Çırılçıplak bir özgürlük duygusuyla gecenin sisini içine, ciğerlerine çekiyordu. En son ne zaman bu kadar canlı hissetmişti kendisini? Ne zaman hayat böylesine dokunmuştu tenine? Rüyasının onun için hazırlamış olduğu sahnede ilerlerken, yanından geçtiği mezar taşlarını okumaya devam ediyordu. 1902‐1952 Hikmet Almış, elli yaşında bir adam. Neden öldüğü yazmıyordu taşta haliyle ama Saliha'nın biricik eşi ve Can'ın sevgili babası idi. 2002‐2003 Berfe Kurt, bebek sadece bir sene yaşamıştı. Ama başında yükselen melek heykelinin yüzündeki gülümseme kadar kazınmıştı hayatın akışına. 1927, bir garip mezar... Taşta yazan sadece buydu, ne doğum tarihi, ne adı, ne cinsiyeti vardı. Doğmadan ölmüş bir canlı ne kadar gerçek olabilirdi? Mezar taşlarının yanından geçerken sanki yürümüyor, kayarak ilerliyordu. Ayaklarını göremediği halde, gece çiyi ile ıslanmış çimenlerin ıslak, kadifemsi dokunuşunu iliklerine kadar hissediyordu. Mezar taşlarının bittiği noktada kocaman bir kabir çıktı karşısına. Korku filmlerindeki gibi sis, demirden kapısının üzerinde hortumlar oluşturarak yerden yukarı doğru sütunlar halinde yükseliyordu. Kapının üzerinde daha önce hiç görmediği garip eğimli bazı işaretler vardı. Biraz daha yaklaşarak ne olduklarını anlamaya çalıştı. Bu işaretler ona tamamen yabancıydı. Kiril alfabesine benzemesine rağmen, Rusya'da yaşadığı onca senenin verdiği güvenle Kiril olmadığına emindi. Harflerin üzerinde noktalamalar ve altlarında düzensiz sayılarda çizgiler vardı. Ağır ağır elini uzatarak çizgilere dokundu. Kapı sanki dün takılmış gibi pırıl pırıldı, cilalı yüzeyi ise ılıktı. Gecenin içinde bembeyaz görünen, hatta hafif bir ılıkla parlayan uzun ince parmaklarını kabartmaların üzerinde dolaştırdı. Kapı sanki canlı gibiydi. Ilık ve yumuşak... Kadın teni gibi ipeksi. Bu mümkün müydü? Hafifçe geri çekilerek kapının üstündeki mermerden kemere baktı ve orada da bir takım resimler olduğunu gördü. Küçük, çıplak bir kız çocuğu resmedilmişti tam ortaya, küçücük kanatlarını açmış meleksi bir gülümseme ile donmuştu kemerin üstünde. Kızın kabartmasının iki yanında ise cehennemin tam ortasından ipini koparıp yerleşmiş iki yaratık vardı. Küçücük boynuzlu başlarını kaplayan, sivri dişlerle dolu ağızlarını yukarı doğru açmış ve kız çocuğunun iki yanında tapınırcasına diz çökmüşlerdi. Ardına kadar açılmış kanatlarında insan siluetleri vardı. Uzun tırnaklı pençelerini kızın ayaklarına doğru uzatmışlardı ve bu pençelerde birer kadın kafası duruyordu. Kıza sunuyorlardı sanki bu kafaları... Birden omurgasında bir el dolaşırmış gibi baştan aşağı ürperdi. Hemen kemerin yan tarafına kazınmış resimlere baktı. Yılanlar vardı, çeşitli büyüklüklerde... Çiçek motiflerine dolanmış, ağızları açık, üstteki melek kıza dönmüş sırıtıyorlardı sanki. Hemen yanlarına o garip harflerle bir yazı kazınmıştı. Elini mermere işlenmiş kabartmalara götürdü. Mavi‐beyaz yakıcı bir akım çıkıp parmağının ucunda patladı. Acı GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

içinde geri çekilirken kapıdan gelen hafif klik sesini duydu. Kapının hafif gıcırtısı gecenin sessizliğini yırtarken, aralıktan sarımsı, bulanık bir ışık sızdı dışarıya. Acıyan parmaklarını ovuştururken merakla yaklaştı. Bir aşağı eğilip bir yukarı uzanarak aralıktan bir şeyler görmeye çalıştı ama kapının aralığı içeriyi görmesi için yeterli değildi. Işık hüzmesi parlak olmamasına rağmen midesini bulandıran bir yoğunlukla görüşünü bozuyordu. Tıp...tıp...tıp... Kalp atışı gibiydi... Hafif ama istikrarlı. Belli bir melodinin ritmine eşlik edercesine düzenli. Garip bir şekilde ürkütücüydü ve nedense onda iğrenme hissi uyandırıyordu. Sanki birinin göğsü açılmış, kalbi kanlı yuvasında huzurla atıyordu. Tıp...tıp...tıp... Midesindeki bulantıya ve tüylerini diken diken eden o huzursuz duyguya rağmen merakına yenildi. Kapıyı hafifçe iterek mezardan içeriye adım attı. Işık dışarıya sızdığı kadar yoğun değildi burada. Gene de gecenin sisi sanki içeriye dolmuş, hareket ediyor gibiydi. Biraz dağılır gibi olduğunda mezar odayı iyice görebildi. Genişçe ve dikdörtgen şeklindeydi. Tüm duvarları, tavan ve yer siyah damarlı mermerdi. İnci beyazlığında tenin altında görünen kara kanla dolu damarlar gibi... Odanın ortasında, aynı mermerden yapılmış bir mozole vardı. Etrafını çepeçevre sarmış, dans edercesine hareket eden sisin ardından mozolenin üstünde duran bir şekil yakaladı göz ucuyla. Mozoleye ulaşmak için iki basamak inmesi gerekiyordu ama bir anda içini müthiş bir korku sarmış, onu olduğu yere çivilemişti. Hissssss.... Fıssss... Garip hışırtılar arasında gölgenin kımıldadığını gördü. Hissssss... Fıssss... Onu çağırıyordu... Engel olunamaz bir hisle kımıldayan gölgeye karşı müthiş bir sevgi hissetti içinde. O...o çok güzeldi... Onu seviyordu? Sarsak adımlarla iki basamağı inerek mozoleye ulaştı. Mezarın içindeki sis hızla hareket ederek, vakumla çekiliyormuş gibi bir anda aralık kapıdan yok olup giderken, mozolenin dört bir yanına konulmuş adam boyundaki bronz şamdanları fark etti. Sivri dişli ağızları açık, ısırmaya hazır üç yılan başı tarafından taşınan bilek kalınlığındaki mumlar karanlık bir neşe ile parlayarak yanıyorlardı. Bronz yılanların gövdeleri birbirleriyle düğüm olmuş, şamdanın gövdesini kavrayarak aşağı uzanıyorlardı. Tısss... Tıssss... GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Demin duyduğu o garip hışırtıları bunlar mı çıkarıyordu yoksa? Mozolenin üzerindeki karaltı hafifçe öne doğru eğilerek kendini ışığa çıkardı. Nefesi kesildi, sersemledi... Belki de o anda öldü? Rüyadaki elini bilinçsizce mozolenin üzerindeki karaltıya uzatarak uzandı. Dünya üzerinde görülmemiş bir güzelliğe sahip meleksi, gamzeli yüz; beyaz denecek kadar açık, altın bukleli, pırıl pırıl, kuş tüyü kadar hafif ve yumuşacık saçlar; dipsiz kuyuların, aysız gecelerin ve ölümden sonra gelecek sessizliğin sonsuzluğunu taşıyan o kocaman kara gözler... Üstünde oturduğu mozolenin beyazı kadar bembeyaz, pürüzsüz, ışıltılı bir ten... Bir kız çocuğu bu kadar güzel ve saf olabilir miydi? Bembeyaz danteller içinde bir melek? Ah Tanrım! Bir melek? Parmaklarını iyice uzatarak küçük kızın altın buklelerle çevrili bembeyaz yanağına dokundu. Soğuk ama capcanlıydı. Küçük kız onun dokunuşu ile kızıl minik dudaklarını büzerek bir, "Ooo," sesi çıkardı. Sonra utangaç bir ifadeyle geri çekilerek gamzeli eliyle ağzını örterek kıkırdadı. O da rüyasında gülümsedi. Küçük kız biraz daha uzanarak eliyle ona işaret etti. Yaklaşmasını istiyordu. Yaklaştı... Küçük kız işaret parmağını dudaklarına götürerek sessiz olmasını işaret etti ve diğer elini minik göğsüne götürerek kalbinin olduğu noktayı kaşırmış gibi yaptı. İlgiyle onu izliyordu; rüyasındaki bu küçük kızın ondan ne istediğini anlamıyor ama ne istiyorsa vermeye hazır hissediyordu. Küçük kız göğsünü biraz daha kaşıdı ve dantelleri bir kenara iterek tırnaklarını göğsünün çıplak tenine geçirdi. Genç adam karşısında donmuş onu izlerken parmaklar battığı yere biraz daha dalarak derinlere girdi ve küçük parmaklarının arasından kapkara kandan ince sicimler aktı bembeyaz dantellerin üzerine. Gamzeli küçük parmaklar bembeyaz tenin ardında görünmez olana kadar battı... Battı. Ve nihayet küçük meleksi yüzünde tatmin olmuş birinin gülümsemesi belirdi. Parmaklar battıkları yerde bir şey kavradı ve vıcık vıcık bir emme sesi ile beraber geri çıkmaya başladı. Parmakların battığı delikler genişleyerek yayıldı ve yırtıldı. Bir an sonra kız kanlı parmaklarının arasında, kapkara sıvıyla kaplanmış bir nesne tutuyordu. Şok olmuştu, iğrenmişti, merak etmişti... Onu seviyordu... Küçük kıza biraz daha yaklaşarak elindekinin ne olduğunu görmeye çalıştı. Kız aldırmaz bir ifade ile nesneyi üstündeki bembeyaz dantel geceliğin eteğine silerek temizledi. Muzip bir gülücükle elindekini önünde merakla bekleyen adama sundu. Göğsündeki

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

kanlı yara yine o vıcık vıcık emme sesini çıkararak yavaşça kapandı ve yok oldu. Geriye dantele bulaşmış kara sıvının lekesi kalmıştı. Kızın elindeki altın ışıltılar saçan büyük bir düğme boyutunda olan nesneyi avucuna aldı. Yüzüne yaklaştırarak ne olduğunu anlamaya çalıştı. Bir broşa benziyordu. Altın bir broş. Üzerinde o garip harflerin oluşturduğu bir halka ve onun içinde de gene üç yılan başı vardı sanki. Kenarları ise minik kara taşlarla bezenmişti. Çevirerek arkasına baktı. Broş değildi. Çünkü iğnesi yoktu. Düğme değildi... Delikleri yoktu. Kafasını kaldırıp soran gözlerle rüyasındaki küçük kızın güzel yüzüne baktı ve yuvarlak altın cismi ona geri uzattı. Küçük kız kafasını iki yana sallayarak itiraz etti ve küçük gamzeli eli ile adamın göğsünü işaret etti. Ne yapmasını istiyordu? Küçük kız sorusunu anlamış gibi, hayali bir yuvarlak cismi parmaklarının arasında tutarak kendi göğsünün üzerine götürdü ve bıraktı. Bu şeyi göğsüne koymasını mı istiyordu. Kız yine sorusunu anlamıştı ve ışıltılı bukleleri kafasını onaylarcasına sallarken yüzünün çevresinde dans etti. Neden? Neden bunu yapmasını istiyordu? Neden ona bu şeyi vermişti?.. Sorular kafasında uçuşurken, aynı anda o iğrenme hissi içini bulandırırken, yüreği de o eşsiz sevgi hissinin neşesi ile doldu. Onu seviyordu... Hep beraber olacaklardı... Burada, onunla... Sonsuza kadar? Uyuşmuştu gene. Hissiz parmakları ile diğer elinin avucunda duran altın nesneyi aldı ve yavaşça parmaklarının arasında döndürerek, gözlerini küçük kızın dipsiz kutular gibi derin gözlerinden ayırmadan göğsünün üzerine götürdü. Bir an, sadece bir tek an duraksadı... Sevmek istediği ama sevemediği kadının güzel yüzü gözünün önüne geldi. Terk ettiği, ağlattığı ve acımasızca alay ettiği kadının... Küçük kız tereddüdünü hissederek kaşlarını çattı ve itiraz edercesine mırıldandı. Ihhh... Bu küçük şey ona hiç hissedemediği sevgiyi vermiş, onunla sarmalamış, ruhunu onunla okşamıştı. Bunu kaybetmek istemiyordu...

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Elini kararlı bir şekilde göğsünün üzerine hızla bastırdı. Rüyasında göğsü çıplaktı şimdi ve altın nesnenin soğuk dokunuşunu tam kalbinde hissetti. Bir an parmaklarını arasında, kalbinin atışlarına eşlik edercesine, nabız gibi şişip indi. Kımıldandı. Isındı. Tıssss... Fıssss... Göğsünün derisi acı ile ürperdi. Refleksle nesneyi göğsünden çekmeye çalışırken küçük kızın gülümsemesi sırıtmaya dönüştü ve kızıl küçük dudakların arasından sivri, sipsivri dişler göründü. Acı dalgası tekrar göğsüne vururken kızın sırıtması kahkahalara dönüştü ve küçük ellerini çırparak yerinde zıplarken karşısındaki adam acıyla kıvradı. Refleksle elinin altındaki nesneyi göğsünden çekmeye çalıştı. Ancak nesne sımsıkı göğsüne yapışmış, çıkmıyordu. Rüyada bu kadar büyük bir acı hissedebilir miydi? Zorlukla gözlerini kızın neşe dolu kara gözlerinden ayırarak göğsüne baktı. Sersemledi... Korkuyla titredi... Altın yuvarlak nesnenin kenarlarından simsiyah, ipliğimsi şeyler uzanarak göğüs derisinin altına girmişti. Nesne nabız gibi şişip inerek katlanılmaz yoğunluktaki acı dalgalarını adamın vücuduna yayarken, çevresine dizili kara taşlar kızıl bir ışıkla yanıp sönüyordu. Rüyada inanılmaz da olsa o ipliksi şeylerin derinlere dalarak kalbinin etrafını sardığını ve her geçen dakika incecik gövdelerini kasarak kalbini sıktıklarını hissedebiliyordu. Acı dalgaları ile birlikte iğrenme hissi olanca gücüyle geri geldi. Umutsuzca küçük kıza baktı... Adamın çektiği acı ile neşe içinde ellerini çırparak kahkahalar atan kızdan yayılan o müthiş sevgiden eser kalmamıştı. Acıyla kasılarak öksürdü ve dizlerinin üzerine, mozolenin yanına çöktü. Uyanmak istiyordu.... Boğazından yukarı yoğun sıcacık bir sıvı yükselerek ağzından beyaz mermerin üzerine boşaldı. Kapkara kanın beyaz mermer üzerinde, sanki canlıymışçasına hareket ederek, kılcal damarlar gibi ayrışarak yayılmasını gözyaşları içinde izledi. Umutsuz bir çığlık atarak kalkmaya çalıştı. Kan tekrar ağzında yere boşandı. Kılcal damarlar gibi ayrışarak yine mermer zemine yayıldı. Son bir gayretle ayağa kalkarak doğrulmaya çalıştı ancak bacakları boşalarak sırt üstü yere düştü. Çıplak sırtında mermerin soğuğunu duyumsarken, canının bedenini terk ederek yavaşça dışarı kaydığını hisseti. Rüyada ölünebilir miydi? Hiç uyanmamak böyle bir şey miydi? Canının son kırıntıları ile küçük kızın eğilmiş merakla onu izleyen yüzüne doğru uzattı elini. Küçük kızdan yardım isterken odada ikisinden başka varlıkların olduğunu

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

hissederek başını yana çevirdi ve gittikçe bulanan gözleriyle kim olduklarını görmek için, gözlerini iyice açarak dikkatle çevresine baktı. Odanın içinde yükselerek çoğalan fısıltılar arasında mezarın beyaz duvarları kıpırdandı ve duvarlarda beliren kısılıp kalmış yüzlerce insan silueti, yardım etmek istercesine ona uzandı. Küçük kızın kahkahaları daha da artarken, fısıltılar ağlar gibi sesler çıkararak mermer duvarların yüzeyini kaplayan incecik zarın altından ona ulaşmaya çalışıyorlardı. Kımıldamak, onlara uzanmak istedi... O kadar hissiz ve hafifti ki! Gözleri kararmadan önce son gördüğü şey, kendi ağzından çıkan mavi, pırıl pırıl bir ışığın bedenini terk ederek küçük kızın ardına kadar açık, kızıl dudakların çevrelediği sivri dişli ağzında gözden kaybolması ve küçük göğsünün üzerinde, nesneyi çıkardığı, kalbinin olması gereken yerin tam altında nabız gibi ışıyarak tekrardan canlanmasıydı... *** "Ölüm saati?" "12:15" "Böyle bir şey görmedim? Doktor, bu nedir?" Genç doktor eldivenli elinde tuttuğu kanlı, yuvarlak nesneye bakarak kaşlarını çattı. "Biliyorsam ne olayım... Yutmuş desem, gene imkânsız. Ancak cerrahi müdahale ile girmiş olabilir oraya." Asistan merakla eğilerek doktorun elinde tuttuğu altın nesneyi çatık kaşlarla inceledi. "Üzerindekiler ne acaba? Şunlar harf mi?" Doktor elindeki gazlı bez ile nesneyi biraz daha temizledi. "Evet, harfe benziyor." "Onu ne yapacaksınız, doktor? Ailesine mi vereceksiniz?" Doktor dikkatle ameliyat masasında yatan, göğsü kesilerek açılmış genç adama baktı. Uykusunda attığı canhıraş çığlıklardan korkan komşuları kapıyı kırarak eve girmiş ve genç adamı uyandırmaya çalışmışlar, ancak başarılı olamayınca hemen ambulans çağırmışlardı. Genç adamın çırpınışları hastaneye yetişmeye çalışan ambulansta kalbinin aniden durması ile birlikte sona ermişti. Hastaneye ulaştığında yapılan kalp masajı ve elektroşoka rağmen geri döndürememişlerdi. Açık kalbe şok uygulama niyetiyle göğsünü açan doktor ve asistanları gördükleri karşısın dehşete düşmüşlerdi. Genç adamın kalbinin tam üstüne yapışmış altın bir nesne, incecik kara ipliklerle kalbi sarmış ve sıkarak parçalamıştı. İplikleri kesip kalbi nesneden serbest bırakmalarına rağmen organ o kadar feci parçalanmıştı ki, tamir edilebilir bir yanı kalmamıştı.

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Nesneyi ailesine vermek? Doktor sebebini anlayamadığı bir şekilde müthiş bir kıskançlık hissetti. Onu vermek mi? "Sanırım!" diye mırıldandı meraklı asistanına. Onu veremem, diye düşündü doktor. Nedense bu nesne ona alışık olmadığı bir sevgi hissiyle uzanıyordu sanki... Onu veremem, o bende kalmalı, diye tekrar etti kendi kendine. Hem zaten ne olduğunu araştırmam lazım, öyle değil mi, diye bahaneler yarattı kedine... Doktor nesneyi genç adamın ailesine vermedi, aileye söylediği şey kalp krizi geçirdiğiydi. Gençti ama mümkündü. Bazen böyle şeyler olurdu... Doktor o gece geç saatte nöbeti bitirerek, karısının aylarca önce terk edip gittiği yalnız evine döndü. Yemekte az pişmiş biftekle makarna yedi ve yanında bir bardak şarap içti. Yemekten sonra bir saat kadar televizyonu zapladı, seyredecek bir şey bulamayıp kapadı. Kendine sütlü bir kahve yaparak çalışma odasına gitti, altı aydır okuduğu kitabın bir yarım sayfasını daha okuyarak kenara bıraktı. Yukarı kata çıkarak soyundu, duşunu aldı, pijamalarını giydi. Yatağa girerek komodinin üzerine koymuş olduğu okuma gözlüklerini takarak dünün gazete haberlerini gözden geçirdi. Bir kadın kendini balkondan atmıştı... İki siyasi, televizyonda gene ağız dalaşı yapmıştı. Bir adam çocuğunun kaçırıldığını iddia ediyordu ama polis adamın çocuğu öldürdüğünden şüphe ediyordu... Hatay'da arkeolojik bir kazıda çok eski bir mezar bulunmuştu... Market sahibi müşterisini doğramıştı... Doktor gazeteyi kenara atarak ışığı kapadı ve karanlığa gözlerini dikerek ceketinin cebinde duran nesneyi düşündü. Yorgundu... Esnedi... Uyudu... Doktor o gece sislerle bezenmiş bir mezarın rüyasını gördü... * * * DİLRUBA = Gönül kapan, gönül alan (Farsça)

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Ergen | Demokan Atasoy İstanbul, 21.Mart.1996 "Yavaş... Lütfen yavaş... Canım yanıyo!" diye fısıldadım ağzımın üzerine gevşekçe kondurduğu bodur parmaklarının arasından. Aslında bir yerimin acıdığı filan yoktu ya, o böyle söylememi isterdi. Hep gece karanlığında gelir, arkamdan yanaşıp üzerime çullanırdı. Ses çıkarmamam için bir eliyle ağzımı kapatırken diğeriyle ise yorganı aramızdan çeker, geceliğimi kaldırır, donumu kenara sıyırıp içime girerdi. Sıkılı dişlerinin arasından "Ayşecik..ıhh... Ayşecikhh..." diye fısıldarken, tutamadığı salyaları omzuma damlardı. Bana aslen babam Ayşecik derdi ya, sonradan öyle üzerime yapışıp kaldı Ayşecik... Neyse işte, yaklaşık üç yıldır, haftada üç dört gece bu rutin tekrarlanırdı. Üzerimdeki, sahibinin bacağına sarılıp bundan zevk almaya çalışan zavallı bir köpek gibi tepinen, ağabeyim Hakkı'ydı ve Hakkı ebeveynlerimizin hiçbir özelliğini almamış, kara kuru bir oğlandı. Kalıbına göre gücü kuvveti yerinde sağlam delikanlıydı ya, ilkokulu bitirdiği yıl vücudunun büyümesi durmuş ve o günden beri bir santim bile uzamamıştı. Bu aynı zamanda babamızı kaybettiğimiz yıldı. Ufacık aleti bacaklarımın arasında, tenimin sıcaklığını hissetti mi tepinmeye başlardı Hakkı ve onbeş yirmi hamleye kalmaz gevşeyiverir, tüm ağırlığıyla üzerime serilirdi. İlk iki yılın ardından, okuldaki kız kıza muhabbetlerin aydınlatıcılığında Hakkı'nın kızlığımı bozmayı dahi beceremediğini anladığımda içimi hiç anlamadığım bir burukluk kaplamıştı. Tabii ilk seferinde ödüm kopmuştu. Uyku sersemliğim arasında, üzerime çullananın kim olduğunu ya da ne yaptığını anlayamıyordum. Yüzümü yastığa bastırmış ve kalçalarım üzerinde bir iki gidip gelmenin ardından popomu sırılsıklam etmişti. Yüzümü nefes almama el verecek kadar çevirip, en az benimki kadar pürüzsüz, tombik çenesini enseme dayamıştı. "Kimseye tek kelime edersen yarın gece geldiğimde seni boğarım haberin olsun!" deyip kendi yatağına dönmüştü. Ne olup bittiğini anlamamış ve korkudan sabah dek ağlamış ama kimsenin duymaması için hıçkırıklarımı yastığımın derinliklerine gömmüştüm. Boğulmak istemiyordum. Sabaha karşı kıpırdanmaya cesaret ettiğimde donumun çıtır çıtır olmuş ve popoma yapışmış olduğunu fark etmiştim. Annemin bir şeyleri anlayacağı korkusuyla kimseler uyanmadan kalkıp kendimi tuvalete kapatmış ve donumu musluğun altında soğuk suyla yıkamıştım. Tabii asıp kurutma riskini de göze alamayacağımdan tüm gün üzerimde o ıslak donla dolaşmış, akşama da cırcır olmuştum. Hakkı'nın bana ne yaptığını anlamam bir yıldan daha çok zamanımı alsa da onun tehditleri olmasa dahi bunun kimselere anlatılamayacak ayıp bir şey olduğunu için için hissetmiştim. İşte ilk günlüğümü o sıralarda aldım. Başıma gelenleri anlamasam dahi, GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

içimdekileri bir şekilde dışa vurmam, aktarmam gerekiyordu. Ben de yazmaya başladım. Satır satır döküldüm. *** 4.Mart.1993 Sevgili günlük, Hakkı bugün donumu çıkartmak istedi. Ona karşı koymak istedim ama ufak tefek olsa da çok güçlü. Kafamı yastığa bastırdı. Soluksuz kaldım. Ölücem sandım. Sonunda beni serbest bırakması için donumu kendim çıkardım. ... 22.Temmuz.1993 Sevgili günlük, Babamı çok özledim. O burda olsa Hakkı geceleri beni rahatsız edemezdi... 6.Ocak.1994 ...okulda oğlanların sıralarının altına sakladığı bir dergi gördüm. Herkes gittikten sonra dergiyi aldım. Dergide çıplak kadın ve erkeklerin resimleri vardı. Erkeklerin pipilerini gördüğümde çok şaşırdım. Çünkü ben bütün pipilerin Hakkı'nınki gibi olduğunu sanırdım. Ama bunlarınkinin yanında Hakkı'nınki devede kulak! Ay, gece Hakkı üzerimde tepinirken bir gülme geldi sorma. Neyse ki çaktırmadım... 11.Mayıs.1994 Sevgili günlük, Edebiyattan yine on aldım. Canan Öğretmenin bana söylediği kitapları tek solukta okuyorum... Annemin sandığa kaldırdığı, babamın eski kitaplarından bir kaçını çaldım. Hafta sonları onları da okuyorum. Kitaplardan birinde yazar pipiye kamış demiş. Ha ha... Hakkı'nın bana küçük kamışıyla ne yapmaya çalıştığını artık biliyorum... ...artık korkmuyorum. Sanırım alıştım... 25.Şubat.1995 ...günler haftaları, aylar yılları kovaladı ama Hakkı üzerimde tepinmekten hiç ama hiç bıkmadı. Dün gece mırıldanmamı, ona birşeler fısıldamamı istedi. Sanırım ona acıyorum. Babam öldüğünden beri evi o geçindiriyor ve çok yalnız... çok çalışıyor... o kadar ufak ki... hiç kız arkadaşı olmadı. Evet... acıyorum.

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

28.Şubat.1995 Çok kızgınım... ondan nefret ediyorum! Kimden mi? Anneannem olacak o cadalozdan tabii. Dün gece Hakkı yine yorgun argın eve gelip yemeği yedikten sonra televizyonun başına çöktü. Ben yatağa girer girmez o da odaya geldi ve hemen üzerime çörekleniverdi. Ama o kadar yorgundu ki daha işini bitirir bitirmez uyuyakaldı... sabah cadaloz karı çat kapı odaya daldı. Sıyrılmış donum ve üzerimde Hakkı'yla öylece yatıyordum. Hakkı uyanmadı, bense hiç uyuyamamıştım. Kafamı çevirdim ve göz göze geldik. Kıpkırmızı olan yüzünü yere çevirip, sessizce odadan çıktı. Tek kelime bile etmedi. Tek kelime bile... 2.Mart.1996 O kadar mutluyum ki, olanları sana anlatmak için akşamı bekleyemedim. Aşık oldum! Artık eminim... Anlıyor musun? İçim içime sığmıyor. Sokaklara çıkıp bağırmak istiyorum. "Seni Seviyorum" diye bağırmak... *** İstanbul, 26.Mart.1996 "Ama ben onu seviyorum!" diye geçirdim içimden, inatçı bir tavırla. Anneannem söylevini, tavizsiz ama sabırlı bir tonlamayla sürdürüyordu. "Dır da dırdır! Dırdır da dırdır. Dır? Dırdırdırdırıdır..." O kadar güzeldi ki! Benden üç yaş küçük olmasına rağmen şimdiden ergenliğe girmiş, ince dudaklarının üzerinde tüyler bitmeye başlamıştı. Bir yıl önce boyu ancak omuzuma gelmesine rağmen şimdilerde parmak ucumda yükselsem dahi göğsünün hizasını geçemiyordum. Geniş omuzları ve güçlü kollarıyla beni bez bir bebekmişim gibi kucakladığı zamanlar karnımın derinliklerinde yükselen sıcaklık beni çıldırtıyordu. O aydınlık, masum gözleriyle bana oldum olası taparcasına bakardı. Gözlerinden bana akan sevgiyi yakalayıp, bir yerlerde saklamak isterdim. Asla kaybetmemek ve o yanımda olmadığında sakladığım yerden çıkartıp üzerime yayılmasına izin vermek... Hatta daha pek bir şey bilmediğinden hiç bakmadığı yerlerime yönlendirmek isterdim o bakışları. Beni kucakladığı zamanlar koca ellerinin hoyratça ama bilinçsiz gezindiği kalçalarıma baksın, yanıma oturduğundaysa geçen yıldan kalan, geniş ağızlı daracık bluzlarıma zar zor sığdırdığım, büyüme çağımın bana en taze hediyesi; haziranda, dalında olgunlaşmayı bekleyen elmalar gibi diri ve yepyeni bir dolmakalemin ucu kadar hassas memelerimi dikizlesin isterdim. O gün de gelecekti nasılsa. Bunca yaygaranın sebebini anlamıyordum... İlk günlüğümün, ilk satırını yazdığımdan beri, için için, hep bir yazar olmak istemiştim. Yazmak ilk aşkımdı diyebilirim. Oysa şimdilerde ilgilendiğim tek şey Ergin'di. Sabahları serviste yaşıtlarıyla yan yana oturamadığı için başlarda biraz surat yapsa da sonunda bu bencilliğimi affetmişti. Ergin beni hep affederdi. Artık o benim değil de ben onun koltuk altına sığıyordum. Sabahları başımı göğsüne yaslayıp, soğumuş parmaklarımı koca, terli GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

avuçlarının arasına sokardım. Bazen okula gelmeden, uyuduğumu sanıp, bir eliyle yüzüme düşen saçlarımı düzeltişi yok mu... düşüncesi bile içimi ürpertiyordu. Günlüklerim onunla dolmuş, taşıyordu. Birlikte geçen her saniyemizi yazmaya doyamıyordum. Ergin'i yazıyordum. Ama bir kaç dakika içinde yazdıklarım beni azdırıyor, kendimi yorganımın derinliklerine zor atıyordum. Yazarken, bir tarafıyla aşkımızı deftere kusan dolma kalemim, diğer tarafıyla arzularımın ateşini söndürüyordu! Malum ergenliğin insana öğrettiği ilk şey, eşyaların birden çok kullanım alanı olduğuydu. İşte artık o gün dayanamamış, çocuklar sokakta oynarken Ergin'i arka bahçeye çağırmıştım. Aklının oyunda olduğunu biliyordum ama kendimi onu bahçenin daha da derinlerine sürüklemekten alamıyordum. Sonunda arka duvarın önündeki taşa oturtmuş, uzun uzun saçlarını okşayıp onu sakinleştirdikten sonra o ince ve şekilli dudaklarına arzu dolu bir öpücük kondurmuştum. Dilimle dudaklarının tadına bakmaya çalıştığım sırada gözlerimi aralamış ve onun şaşkınlıkla koca koca açılmış yeşil bakışlarıyla karşılaşmıştım. Hafifçe geri çekilip, "Ergin, seni seviyorum." dedim. Bakışlarındaki şaşkınlık hızla anlayışa dönüştü. "Ben de seni" dedi, "Şimdi top oynamaya gidebilir miyim? Arkadaşlar beni bekliyo." Gülümsedim. Onu yolladım. O kadar saftı ki! Dudakları bugüne dek tattığım hiçbir şeye benzemiyordu. Dokunuşu muhallebinin yüzeyindeki ince tabaka gibiydi ama ılık ve dayanıklıydı bir yandan da. Bunu günlüğüme yazmalıydım. Tabii arka bahçemizin tam da o noktasının, mutfak penceresinden lamba gibi göründüğünden haberim yoktu. İçeri girdiğimde burnundan soluyan anneannemle burun buruna geldik. İşte dırdırın sebebi de bu güzelim ilk öpücüktü. İkiyüzlü cadaloz! Her ne derse desin, "Ben Ergin'i seviyorum." İstanbul, 17.Haziran.1996 Tabii anneannemin beni o söylevin ardından rahat bırakacağını düşünmek saflıktı. Burnunu hayatıma bunca sokmasa herkes daha mutlu olurdu. Öpücükler artık olağanlaşıp benim merakım Ergin'in bacakları arasında gelişene yöneldiği sırada anneannem bizi tekrar yakaladı. Bir yandan Kur'an'dan hutbeler indirirken diğer yandan beni, her şeyi anneme anlatmakla tehdit etti. Eminim bunu yapardı. Allah'ın belası karı... Hakkı konusunu açmama bile izin vermedi. Cidden korkmuştum. Annem de beni bir temiz pataklar, sonra da evden yollardı mutlaka. Babam öldüğünden beri itilmiş kakılmış, en ufak hatamda evden yollanmakla tehdit edilir olmuştum. Hayat boyu Hakkı ne yaptıysa haklı, bense haksızdım. O evimizin direğiydi. Ya ben? Ne yapardım tek başıma? Daha da önemlisi Ergin'im olmadan ne yapardım? Ya o bensiz...

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Binlerce söz ve yeminle, Ergin'i bir daha öpmeyeceğime onu ikna etmek zorunda kaldım. Ona bu sefer çok daha fazla kırılmıştım. Bu, bardağı taşıran son damla olmuştu. O akşam Hakkı kalçalarımın üzerinde soluk soluğa tepinirken uzun süreden beri yaptığım gibi Ergin'i hayal etmektense, anneannemi düşündüm. Uzun uzun düşündüm. Ertesi gün de, o geceki planlarımı uygulamaya koydum. Sabah karnımın ağrıdığı bahanesiyle okulu astım. Annem tüm gün temizlikte, Hakkı'ysa mobilyacıda oluyordu. Anneannem pazara gittiğinde bir süre için de olsa evde yalnız kalabilmiştim. Anneannemin mutfak rafındaki ilaç kutusunda duran haplarından 5‐6 tanesini afırıp, havanda bir güzel ezdim. Ardından toz haline gelen ilacı günlüğümden kopardığım ve külah şekline soktuğum bir kağıda doldurdum. Kağıdı da sütyenimin içine sakladım. Anneannem döndüğünde beni mutfakta, en sevdiği çorbayı pişirirken buldu. Yemek servisini her zaman ben yaptığımdan o akşam mutfakta, anneannemin çorba kasesine bir iki doz ilaç kattığımı kimse farkedemezdi. Bir yandan takma dişlerini ağzının içinde takırdatırken, diliyle de şapırdata şapırdata çorbayı içişini izledim. "Ellerine sağlık Ayşecik. Çorba da pek güzel olmuş. Hüüp." "Afiyet olsun tontonum, yarasın." Yaşlı kadının, yaşlı kalbi bu yeni diyete sadece iki gece dayanabildi. Eh, bunca yılda âşıkların arasına girmemesi gerektiğini öğrenmiş olmalıydı. Değil mi? *** İstanbul, 20.Haziran.1996 Ergin'in tüm bu olanları bir oyun gibi görmesi beni rahatsız etmiyordu. Gün gelip o da büyüyecekti. Tek ihtiyacım olan bana bakışlarındaki saf sevgiydi ve onu bol bol alıyordum. Her gün biraz daha kekremsi bir havaya bürünen kokusunu içime çekmekten başka birşey düşünemez olmuştum. Ama o güne dek ev onu odaya atabilmem için çok kalabalıktı. Okulda da teneffüs saatlerimizi tutturmayı bir türlü becerememiştim. O yüzden ağaçlık arka bahçenin duvar köşelerinden başka seçeneğimiz kalmıyordu. Aşkımızın tohumlarını orada, beraberce atacaktık. Ama bu hiç de kolay değildi. Kapıcıyla mı, diğer çocuklarla mı yoksa mutfak penceresinden bize yönelebilecek başka meraklı gözlerle mi uğraşmalıydım? Önceleri sırf onu okşayıp sevmekle, öpüp koklamakla yetiniyordum ya, gün geçtikçe elimin altındaki bu güzel çocuğa sahip olamamanın acısı ruhuma ağır basmaya, günlüklerim her geçen gün daha iç karartıcı, daha sıkıcı yazılar, şiirlerle dolmaya başlamıştı. Ama mutfaktaki kartal bakışların hayata gözlerini yummasıyla bayağı bir rahatladım. Annem, anneannemi defnetmek için memlekete gidiyordu. Hakkı'ysa mobilyacıda çok yoğun bir dönem olduğundan izin alamamıştı. Zaten annem hiçbirimizi yanında GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

istememişti. Annesiyle son kez de olsa yalnız kalmak istiyordu. Doğrusu onu hiç anlamasam da bu benim işime gelmişti. Sonunda evde yalnız kalabilir ve Ergin'e sahip olabilirdim. Fakat tam bu sırada Hakkı'nın, babamın kitap sandığının diplerine sakladığım günlüklerimin yerini keşfedip aklı sıra neler düşündüğümü öğrenmek amacıyla yazdıklarımı okumaya kalkmasıyla işler içinden çıkılmaz bir hal aldı. En mahrem arzularımı, Ergin'e yönelmiş fiziksel isteklerimi ve birlikte yaptıklarımızı öğrendiği sırada şansıma, annem yola çıkmıştı bile. Tabii Hakkı çılgına dönmüş, ağzından köpükler saçarak tehditler savurmuş, birden bire aklı sıra namus bekçisi kesilmişti. Sanki bunca yıldır bana yaptıkları çok doğaldı. Ergin'e olan aşkımı öğrenmek onu zıvanadan çıkartmıştı. O gün ağlaya zırlaya, özürler dileye, sarıla öpe onu annemi aramamaya ikna edene dek akla karayı seçtim. Aslında benim yollanmam onun da işine gelmezdi ya, benim bunu asla göze alamayacağımı biliyordu. İşte o sırada şunu fark etmiştim ki Ergin'e karşı duyduğum zincirlenemez arzularımla aramdaki tek engel Hakkı'ydı. Bunu o da fark etmişti. Okullar tatil olduğundan iş öğretme bahanesiyle Ergin'i kandırmış, birlikte işe götürüyor, bizi baş başa bırakmamak için elinden geleni ardına koymuyordu. Beni fena yakaladığının farkındaydı ve bunun tadını çıkartıyordu. İstanbul, 25.Haziran.1996 Ağabeyim aptal olmasına aptaldı ya, ondan kurtulmak anneannemden olduğu kadar kolay olmayacaktı. İlaç dolabının tümünü ona çaktırmadan içirebilirdim ama bu ondan kurtulmama yetmezdi. Ayrıca zehirlenmesi tüm kuşkuları üzerime çekebilirdi. O yüzden annem dönmeden önce ondan kurtulabilmek için oturup yeni bir öykü kurarcasına özenle çalışıp iki aşamalı bir plan hazırladım. Tam üç gün kulu kölesi olup her isteğini yerine getirdim. Hatta üçüncü gece üzerime yaslandığında, kamışını doğru yere sokabilmesi için elimle ona yardımcı oldum ki, bu onu kendinden geçirdi. Sabaha dek beni rahat bırakmadı. "Ayşecik, ohh... Ayşecikhh..." O gün kıvama geldiğini biliyordum. Akşamüstü yorgun argın eve döndüğünde annemin Diazem ve Serapaxlar'ından hazırladığım güzel bir harmanı kattığım buz gibi limonatasını ona tüm şirinliğimle içirdim. Akşam yemeğinden önce televizyonun önünde içi geçmek üzereyken ise sokak kapısının altından atıldığını iddia ettiğim ve üzerinde adı yazan zarfı eline tutuşturdum. Bir gece önce, hoşlandığını bildiğim komuşumuz Yeter teyzenin büyük kızı Mine'nin ağzından ona bir aşk mektubu döşenmiştim. Hakkı'nın eli ayağı birbirine dolanmış, el yazısının benim olduğunu fark edemeyecek kadar heyecanlanmıştı. Mektuba göre, Mine yarım saat içinde sokağın dibindeki inşaatın çatısında onunla buluşmak istiyordu. Tabii ben mektubu ona verir vermez evden fırlayıp, alacakaranlıkta gölgelerin oynaştığı boş inşaatın sütunlarından birinin ardındaki yerimi almıştım.

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Şimdiye ilaçlar etkisini göstermeye başlamalı ve kolunu kaldıramayacak hale gelmeliydi. Ama iki eli kanda olsa Mine'yi görme şansını kaçırmayacağını da biliyordum. Gerçekten de çok beklememe gerek kalmadan, Hakkı sokağın başında göründü. Bazı geceler ailecek yürüyüşe çıktığımızda caddedeki birahanenin önünde rastladığımız sarhoşlar gibi yalpalaya yalpalaya ilerliyordu. Yaklaştığında tüm sersemliğine rağmen üzerine bayramlık gömleğini giymiş olduğunu görüp şaşırdım. Ah! Erkekler bir kadın için her şeyi yaparlardı ama âşık taraf bir kadın olunca neleri göze alabileceği hakkında hiç bir fikirleri yoktu. Ne duvar ne de korkulukları olmayan binanın merdivenlerini çıkarken şaşkın bir penguen gibi sallanıyor bir yandan da dudaklarını yalayıp duruyor, kısık sesle aşkına sesleniyordu. "Şşt! E...m... Minee... kız Minee, nerdesinn?" Merdivenlerde dengesini kaybetmesi, kendi kendine aşağı yuvarlanması ve işimi kolaylaştırması için dualar ettim ya olmadı. Dedim ya, sağlam delikanlıydı. Ama karşısında Mine yerine beni bulunca neler olduğunu kavramaya pek vakit bulamadı zavallıcık. Kalası kafasına indirdiğim gibi olduğu yere yıkıldı. Gık bile diyememişti. Tabii sonra onu çatının kenarına dek çekiştirmek zorunda kalacağımı hesap etmemiştim. O ufak tefek oğlan amma da ağırlaşmıştı birden. Kan ter içinde kenara ulaştığımda dudaklarını kıpırdattığını farkettim. Sudan çıkmış bir balığa benziyordu. Eğilip yüzümü onunkine yanaştırdım. Burnu ve kaşının üzerinden yüzüne yayılan kan kulaklarına doluyor, oradan inşaatın zeminine süzülüyordu. Gözleri uzaklarda bilinmez bir yere takılmışken "A...a...ay...şe...cikhh..." diye fısıldadı. Doğrulup kalası kafasına bir daha indirdiğimde ise çıkan tek ses kafatasının o iç burkucu çatırtısı oldu. Sonra aşağı yuvarladım gitti Hakkı. Tümü kendi suçuydu. Ergin'le aramıza gir‐me‐ye‐cek‐ti. Ergin'i düşünmek beni sakinleştirdi. Eve dönerken ağabeyimi çoktan unutmuş sadece aşkıma yoğunlaşmıştım. Annemin dönmesine iki gün vardı ve iki gün için de olsa ev bana kalmıştı. Artık sevdiğimle bir olabilir, aşkımızı mühürleyebilirdik. O güzelim yeşil gözleriyle bana bakıp, her dediğimi eksiksiz olarak yapacağını biliyordum. Eve yanaştığımda bahçe kapısının dışında kendi kendine bilye oynadığını gördüm. Yani en azından çabalıyordu. Bilyeler o koca, terli avuçlarından kayıp kayıp düşüyor ama o tekrar tekrar bilyeleri topluyordu. Hiç vazgeçmezdi benim bir tanecik aşkım. Yıl sonunda öğretmenler Ergin'in diğerlerine göre daha yavaş olduğuna ve bu yılı tekrar okumasına karar vermişlerdi. Ama o hiç bir şeyin moralini bozmasına izin vermezdi. Haberi, yüzünde her zaman asılı duran o geniş, aydınlık gülümsemesiyle karşılamış ve hiç ama hiç üzülmemişti. Tekrar etmeyi severdi. Hem ne olursa olsun benim onu sevdiğimi ve yanında olacağımı da biliyordu. O, benim koca aptalımdı! Yanağını okşayıp onu çöktüğü yerden kaldırdım. Elinden tutup, eve... evimize götürdüm. Sadık bir köpek gibi beni takip etti. Onun olacaktım. Onu o kadar çok seviyordum ki! Soyunduk ve onu küvete soktum. Bahçede toz toprak içinde kalmıştı. Kulak arkalarına dek ovalaya ovalaya onu bir güzel yıkadım. Ellerim kalçaları ve bacak arasına indiğinde koca göğsü bir körük gibi kalkıp inmeye başlıyordu. Gözleri ise o sonsuz sükunetiyle bana bakmaya devam ediyordu. Arada uzanıp avucuna doldurduğu suyu başımdan aşağı akıtıyor, saçlarımı okşuyordu.

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

"Canımm" diyordu, "canımm." Onun küvetten çıkartıp, iyice kuruladım. Tekrar elinden tutup yatağıma yatırdım. Ergin... Ergin... Sonunda benim olacaktı. Birbirimizin olacaktık. Ben de üzerimdeki havluyu yere atıp yanına uzandım. Onu okşadım, okşadım. Artık aramıza kimse giremeyecekti. Onu sırtüstü çevirip, doğruldum. Sertleşmiş erkekliği avucuma aldığımda bir nabız gibi atıyordu. Hakkı'nınkinin tersine, bir zamanlar okulda bulduğum dergideki adamlarınkini andırıyordu Ergin'inki. Kocamandı. ‘Sonunda' diye düşündüm. Heyecandan kulaklarım uğulduyor, tüm bedenim ürpertilerle tir tir titriyordu. Sonunda! Aniden arkamda bir tıkırtı oldu ve kapı açıldı. Yatağımda elimde Ergin'in erkekliği, çırılçıplak halde kapıya döndüm. Omuzuna çapraz geçirdiği büyük çantasıyla annem yatak odamın kapısında dikiliyordu. Ergin onu gördüğüne sevinmiş, yattığı yerden doğrulup, "Merabaaa!" derken, annem bir hışım içeri dalıp, beni saçlarımdan çekip yere yuvarlamış, Ergin'i kolundan yakaladığı gibi odadan dışarı sürüklemişti. Annem memlekette cenazeydi, akrabalardı derken tüm o sıkıntıya dayanamamış, erken döneceği tutmuştu. O gece yediğim dayağın haddi hesabı yoktu ki daha ağabeyimi merak etmek bile aklına gelmemişti. Tüm o aşağılamaları, küfürleri ve cehennemde yanma tehditlerini şişip kapanmış gözlerimin arasından sızan yaşlarla ve ağzımda kan tadıyla dinledim. Bu işlediğimden daha büyük bir günah yoktu, olamazdı. Beni doğuracağına taş doğursaydı. Her şey bitmişti. Yarından tezi yok beni gönderiyordu. Her nereye olursa! Annem sabaha karşı uyuduğunda, odamın bir duvarının dibinde sersem sersem serildiğim yerden zor da olsa kalktım. Kafamı toplamak çok zordu ama ilerlemeliydim. Ne yaptığını bilmiyordu. Beni sevdiğimden ayırmasına izin veremezdim. Tek gözümle ve ince bir şerit halinde görebildiğimden banyoya girip Hakkı'nın limon kolonyalarını bulmam bayağı bir vaktimi aldı. Usulca annemin odasına girdim. Yürümek, biraz kendime gelmemi sağlamıştı. Annemin çantasından, sigarasıyla çakmağını çıkardım. Artık yaşım gelmişti. Sigara içmeye başlamanın tam zamanıydı. Aslen bugün sigaraya çok daha keyifli bir vesileyle başlamayı umuyordum ya... kısmet. Şişelerin ağzını açıp kolonyayı yatağın ayak ucuna ve halılara saça saça odadan çıktım. Sessizce kapıyı kilitledim ve paketten bir sigara çıkarttım. Dudağıma yerleştirdim ve çakmağı çaktım. İlk nefeste duman sanki kulaklarımdan çıkacaktı. Öksürünce tüm çehrem akkordan bir maske gibi zihnimi kavurdu. Ağzıma tekrar kan tadı gelirken sigarayı elime aldım. Alt dudağımda kurumaya yüz tutmuş bir yaraya yapışmış olan sigara, dudağımdan bir parçayı da beraberinde götürdü ama artık acıya aldıracak halde değildim. Tümü onların suçuydu. Sigarayı kapının altından sızan kolonyanın üzerine bırakıp döndüm. Arkamda büyük bir harlama oldu ve bir an için koridor aydınlandı. Günlüklerim geldi aklıma ama boşverdim. Bundan sonra olacakları yazmayacak, sadece yaşayacaktım. Odanın içinde başlayan patırtı kütürtü arasında ayaklanmış Ergin'i gördüm. Uzanıp elinden tuttum ve sokak kapısına yöneldim. Merdivenlerden inerken bana sıkı sıkıya sarılmıştı. "Abla, ben çok korkuyom! Burası çok karanlık." dedi.

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Ensesini okşayıp elini biraz daha sıkıca kavradım. "Korkma Ergin'im geçti." dedim. " Ablasının kuzusu gel, sarıl bana, birazdan her yer aydınlanır."

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Zeliha | Ayşegül Nergis BÜYÜK, DAHA BÜYÜK, EN BÜYÜK Cebindeki son otuz lirasıydı... Gelecek cumaya, maaş gününe kadar. Tam anlamıyla parasızdı, bu çiçeklere harcayacak parası olmadığını biliyordu ama yine de kendini çaresiz hissetmedi. Derine gömülmüş soğuk yeşil gözleri, çiçekçinin dışarıdaki sergiye koyduğu rengarenk demetlerde gezindi. Plastik vazolarda uyuyan, renklerine göre ayrılmış çiçekleri donuk bir ifadeyle seyretti. Ne güzel görünüyorlardı. Ey Allah'ım, ne olurdu elini uzatıp bir demetini kapıverse? Günah mıydı bu? Öylesi büyük bir kabahat miydi? Ne olurdu ki? Zeliha'sını sevindirmeye, onun o pembe yanaklı yüzündeki şaşkın gülümsemeyi görmeye değmez miydi? Ne pahasına olursa olsun, sonu nereye varırsa varsın, buna değmez miydi: Polis karakolu veya kızgın azap melekleri, merhametsiz cehennem zebanileri... Sonu nereye varırsa varsın... İşte aklından geçen buydu. Ah, sonu nereye varırsa varsın... O akşam kaba elleri, çiçekleri sergiden yürütmeye bir türlü varmadı. Onu bu basit suçtan alıkoyan ve henüz pek taze olan anıları zihninde birden bir şimşek gibi çakıp kayboldu. Üstelik içini bir anda saran hırsızlık güdüsü yine bir anda silinip gitmişti. Arkasını döndü ve elleri, paltosunun ceplerinde, Kadıköy sokaklarını arşınladı. Bir yandan da kısık sesle söylenen türküler, sessiz küfürler gibi şunları mırıldanıyordu: "Geliyorum, meleğim. Birazdan yanındayım, Zeliha'm... Zeliha'm... geliyorum..." Şehrin renkleri, o gece aklını karıştırmıştı. Gri döşeme taşları, yerdeki ilginç şekiller, desenler, tabelaların iç içe geçmişliği, renk cümbüşü, o nahoş müzik sesleri, kakofoni, tuhaf kokular, bakışlar, süzüşler, gereksiz insanların, bu dünyaya gelmesi pek de bir şey değiştirmeyen gerekenlerin topuk sesleri... Ne kadar karışmış, sapıtmış bir şehirde yaşıyordu. Herkes gülümsüyordu, konuşuyordu ‐ boş konuşuyordu ‐ hızlı hızlı yürüyordu, birbiriyle çarpışıyordu, tökezliyor, kaldırımdan kaldırıma sekiyor ama yorulmak nedir bilmeden, bir halta yaradığı bile şüpheli işlerine koşuyordu. Birden başının döndüğünü hissetti; içini garip bir tiksinti kaplamıştı. Ama durmak istemedi, ayaklarının götürdüğü yere kadar yürümeye devam etti. Kendisi farkında değildi ama dudakları ayaklarını ritmine uyarak her adımıyla şu sözcüğü fısıldıyordu: "Günah, günah, günah, günah, günah..." Son zamanlarda başka hiçbir şey yapmadan anılarına takılıp derin derin düşünerek, kendini yorarak ve hatta bazen bununla acı çekmeye zorlayarak saatler, hatta günler geçirir olmuştu. Daha önce böyle değildi, hiç de değildi. Çok nadir şey onu üzebilir, ruhuna sıkıntı verebilirdi. "Günah, günah, günah, günah, günah..."

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Neredeyse bir delininki gibi pörtlettiği gözlerini önüne, bir adım sonra basacağı noktalara dikmiş, kalabalık ve fazla gürültülü sokaklarda, kendi iç sıkıntısından başka hiçbir şeyi umursamayarak yürüdü. Zaman zaman ağzından çıkan "günah", sokakta gördüğü ve duyduğu şeylerle çakışıyordu. Böyle bir şey olduğunda hemen duruyor, feri kaçmış gözleriyle çevresini tarıyor, sanki bu sözcüğü ilk kez duymuş gibi üzerinde düşünüyor ve sonra ne düşündüğünü bile unutup yürümeye devam ediyordu. Tam da onu bulmuş gibi, günah her yerdeydi: dudaklarda, sevgililerin iltifatlarında, mesela genç insanların dilinde dönüp duran popüler şarkıların sözlerinde veya yaşlı insanların öğütlerinde... Sonra, afişlerdeydi: ‘Son Günah', ‘Günahın Bedeli', 'Katil', 'Suçlular Kenti' – "Hıh!" dedi, kendi kendine, "Onlar günahın ne olduğunu bile bilmiyorlar!.." Bazı şeyleri tarif edebilmek için onu en derin tecrübeyle zihnine kazımak gerektiğini öğrenmişti. Hayat insanı ne çetin sınavlarla pişiriyordu... Gözü neon lambaların bakışları altında yanan kitapçının camekânlarına takıldı: Günah, kitap kapaklarına da işlenmişti; aslında ona sorarsanız, sevimli bir şeytan gibi kaygısızca sırıtıyordu: Tövbe'ye Çağrı, Günah'ın Askerleri, Günahsız Yaşamlar, Günah Çiçekleri... Çiçekler... Birden, hızla gerisin geri, o iç gıdıklayıcı kokuların sarıp sarmaladığı çiçekçiye koşturmak geldi içinden. Kadıköy'ün aşağı mahallelerindeki o dükkana dönüp o sevimli yüzlü ve sıska çiçekçiyi bulmak istedi. Kimse görmeden cılız boğazını bir bez parçasıymışçasına sıkmak... Hiçbir şey olmamış gibi dükkandan çıkıp o güzel demetleri kucaklamak... Zeliha'ya götüreceği demetler... Beyaz güller, güneş sarısı şu iri çiçekler, adları her ne ise, morumsu karanfiller... Zeliha'yı çiçeklere boğmak için yapamayacağı şey yoktu. Ama bu kez sorun, bu işi yapamayacak durumda olması değildi. Onun için neler yapabileceğini biliyordu, yapabileceklerinden emindi. Ama bu kez istediği şeyi yapamazdı, çünkü sıkıntı verici yakalanma ihtimali canını sıkmaya yetmişti. Bildiği mahallere doğru giden sokağa daldı. Akşamın griliği zihnini iyice bulandırmıştı. Bazı zamanlarda tek bir berrak düşüncenin dahi zihnini aydınlatmaya yeteceği umut dolu anları arar buluyordu kendini. Tek bir olumlu düşünce, geleceğin iyi bir şeyler getirebileceğine dair silik ama sıcak bir his, bu boz bulanık havasıyla insanın içindeki şeytanları kudurtan şehrin günah peçesini kaldırabilirdi. Ama neden bu duygular onu daha ve daha da az şekilde ziyaret eder olmuştu, bunu anlayamıyordu. İnsanın yaşadıkça umudunu kaybetmesine neden olan, salgın hale gelmiş bir büyü mü vardı? Yoksa hayat, yalnızca insanın ruhunu kemiren düşüncelerle gün be gün çürümekten, saflığını kaybetmekten mi ibaretti? Mesela, şimdi durduk yere, bu vahşi güdü nasıl ortaya çıkmıştı? Birdenbire böylesi bir hayvani hissin nereden geldiğini bilmiyordu, bazen oluyordu yine de; kötülük melekleri omzuna tünemişlerdi bir zaman önce, şimdi inmek bilmiyorlardı. Hem ne olurdu ki? Günahlar içinde batabileceği kadar derine batmış bu şehirde bir kişi daha kurban gidiverse kim fark ederdi ki? Polisler! Bu, aklına gelince bir an olduğu yerde kaldı. Polislerle tekrar karşılaşma ihtimali bile bedenini kaskatı kesmişti. Sokağın ortasında elleri ceplerinde bir heykel gibi dikilmiş, gözlerini yerdeki taşlara dikmiş bir halde şunları düşünürken buldu kendini de sonra birden silkelenip yürümeye devam etti.

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

"Geçen sefer neler yaşadığını biliyorsun. Polisler olmaz... Onlara hesap vermek hep zor oldu. Sen bunu pek iyi beceremiyorsun. Bırak kendini, iyice sal duruşunu, rahat ol, doğal görün. Başka yolu yok. Geçen sefer paçanı nasıl da zor kurtardığını hatırla ve bir daha asla, asla o aptalca hayallerin yüzünden başını öylesi büyük bir belanın içine sokma. Zeliha'nın gözlerindeki gülüşü görmek içinmiş... Zeliha, nerde ki şimdi? Zaten hepsi onun suçu..." ‐‐ Eve vardığında zihni hala boz bulanıktı. Kafasının içinde bir Zeliha'nın çiçek gibi gülümsemesi, bir de çiçekçi kızın solucanımsı kıvrık ve buruşuk boynu birbirine geçmiş resimler halinde çakıyordu. Sıkıntıyla püfledi. Böyle yapınca canı sigara çekti ve sabahleyin eski ceketinin cebinde bulup buzdolabının üzerine koyduğu paketi aradı. Paket ezilmişti, tütün döküntülerini epey acı bir kokusu olan çöp kutusuna silkeledi. Sigarayı içince nedense her nefeste ağzına bu tuhaf koku gelecekti. Hiç seyretmediği televizyonu açtı ve pencereden sokağa baktı. Pek farkında değildi ama bütün geceyi aralık pencereden sızan soğuk rüzgarda sigara tüttürmekle geçirdi. Artık iyice sık olmaya başlamıştı bu dalgınlık... Neredeyse kendinin hiç farkında olmadan geçirdiği günler birbirini kovalıyordu. Hayatında bir şeyler değişmeliydi ama hiçbir şeyi değiştirecek gücü kendinde bulamıyordu. İçinden "En azından neyin eksik olduğunun farkındayım" diye geçirdi. Hala bilinçli düşünebildiği zamanlar vardı. Neden sonra, nasıl buralara kadar geldiğini sorgulamaya başladı. Evet, bu da çok sık oluyordu. Soru üstüne soru, çoğu zaman bir cevap bile aramadığını biliyordu. Zaten bütün her şeyin anlamı neydi ki? "İyi de yaşasan, kötülüğün dibine de vursan, hayat gelip geçidir." Bunlar, her şeyi bildiğini düşünen bir yazarın aklında kalmış sözleriydi. Ve bu sözler ona ne kadar da doğru geliyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde zihninde yine ne bir soru ne de bir cevap olan şu sözler yanmaya başladı, bunları nerede okuduğunu kestiremedi: "Günahın yanlışlığı, yaptığın işin kötülüğünde değildir. Günahın özü, günahı işledikten sonra içinde kalan silik hırs kırıntılarıdır, ağzının kenarına yapışmış alaycı bir gülümsemedir, o günah anını hatırlayıp dişlerini etrafındakilere belli etmeden bilemendir, günahı unutup gitmemendir. Bu huyların en korkuncu, insan ruhuna en çok zarar vereni, işte bu sonuncusudur." Sigaraları tüketti, metal kül tablasının dibindeki izmaritleri seyrederken aklına Zeliha'sı geldi. Kayalıklar... Yumruk büyüklüğünde taş parçaları gibi yatan izmaritler. "Zeliha şimdi nerede? Onu nereye gönderdim?" İşte bunlar, üzerine kafa yorduğu şeylerdi. Erdem ve doğruluk üzerine yaptığı okumalar... Her güzel şeyin sonunun geleceğini öğrenmişti, bu kağıt parçalarının ona hayattan daha fazla şey öğretemediğini anladı. Evet, her güzel şeyin sonu geliyordu: aşkın, emeğin, erdemin, doğruluğun... Muhakkak, onları bitiren bir şeyler oluyordu. GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Yine zihni bulandı. Bu kez, oluşan bulanıklığı net bir şekilde takip edebildi. Her şey bir döneme ait anılarla başlıyordu ve tek bir iç acıtıcı anıyla birbirine giriyordu. Zihninin defalarca üst üste örülmüş örümcek ağlarına dönüştüğünü nefretle kabul etti. Defalarca okuduğu bir yazar, ona şu öğüdü bırakmıştı: "Nefret insanoğlunun en büyük günahı değildir. Görmezden geliş daha büyük bir felakettir. Çünkü bu huy, insaniyetin sonu demektir." "Zeliha'ya çiçekler yaraşır, kırmızı ve beyaz güller. Saçına yosun kokusu yaraşır. Tırnaklarına martı gagası..." Sonra zihninde, Zeliha'nın cesedinin kayalıklarda dalgalarla sürüklendiği hatıra yandı. Ne acı bir his ama ne güzel bir resimdi! Böyle düşüncelere daldığında kendine şaşıp kalıyordu, ama böyle hissetmekten kendini alıkoyamıyordu. Elinde değildi, derin ve karanlık hislerle örülü bir ruhu vardı. Üstelik zihninin iradesini zaman zaman kaybedip tekrar kazanmak için çok uğraştığını da biliyordu. Bu bilinçli bunalımlar onu elinde olmadan bir felakete sürüklemişti. Belki de hatırlamadığı pek çok felakete... Hepsini, her günahını, bilinci elinden kayıp gittiğinde işlediği her ufak günahı hatırlayamazdı. Ama bunların en büyüğünü, en canlısını, en acısını hep hatırlayacağını seziyordu. Keşke bunu unutmak kolay olabilseydi. Hatırlama gereği olmayan saçma sapan anıları şu iç parçalayıcı görüntü ile değiştirebilse hayatına bir parça huzur gelebilirdi. Hatta bu gerçek olursa, artık hatırlayamadığı eski mutlu günlerine de geri dönebilirdi. Ve yine o parlak umut ışığı söndü. Bir anda zihni, onlarca delinin alkışlarıyla, ıslıklarıyla neşelenen fırtınaların birbirlerine girerek çarpıştığı bir sahneye dönüştü. Her şey kül rengine dündü. "Hatalarım, kabahat sınırını aşan o büyük hatalarım... İşte bazıları bunlara günah diyor. Ben de öyle demeliyim belki: beni günahlarımın içimden bir türlü silinip gitmeyen gölgesi, acı verici, akıl yıpratıcı anılarım mahvetti! Unutmaya çalışıp da unutamadıklarım mahvetti beni ..." Aslında her zaman büyük günahların adamı saymamıştı kendini. Ama bir gün delice bir hareketle öyle bir hata işlemişti ki, bunun günahı diğer bütün kabahatlerini aşardı. Geçen bahar Zeliha'nın mutlu bir günlerinde hiç nedensiz başlattığı o tartışma, kızın yüzünde ilk vuruşunda darmadağın olan o taşı parçalaması, yanaklarında al çiçekler gibi açmış kan yollarını gömleğinin kollarına silmesi... Hayır, yaptığı bu iş, diğer hiçbir kabahatinden daha büyük günah değildi; böylesi bir günah, başka hiçbir şey ile karşılaştırılamazdı. "Şüphesiz, öldürmekten daha büyük günah yoktur" diye kaçıncı kez kendine bunu itiraf etti. Ama bu itirafını duyan ya da dinleyen olmadı.

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Yükseklerde Uçmak | Ayşegül Nergis İNTİHAR SEBEBİ Yazacaklarımı çoktan tükettim. Son yıllarda yazdıklarım, bana sorarsanız birer fikir çöplüğü; eleştirmenlere sorarsanız olgunluk yıllarımın dolgun ve parlak meyveleri. Zihnimin hala ateş gibi parladığını söylüyorlar. Ben buna katılmıyorum. İnsanın gözlerindeki ateş söndü mü, ruhunun ateşi de sönmüş demektir. İnsanları o eski çekiciliğimle, alevli bakışlarımla, ani ve keskin süzüşlerimle etkileyemediğimi biliyorum. Bu, en az son on senedir böyle sanırım. Elli yaşında gösterdiğimi söylüyorlar. Ah, ne kadar da başkalarının sözüne güvenir olmuşum. Bana kalırsa en az altmış gösteriyorum. Aslında, seksen dört yaşındayım. Son kitabım üç sene önce basıldı. O zamandan beri televizyonlara çıkmıyorum, gazetelere, dergilere röportajlar da vermiyorum. Yeni kitabımı henüz bitirdim. Bu, sonuncu olacak. "Yükseklerde Uçmak"... Kitabın adı bu. Rafta kenarları defalarca okunmaktan yıpranmış, ciltlenmiş bir çıktısı öylece yatıyor. Ona zavallı bir şeymiş gibi bakıyorum. Sonuçta, tüm bu şeylerin anlamı ne ki? O da benim gibi yıpranıp tükenecek. Tüketilecek! Yıllarca insanlara bir şeyleri anlatmak için kendimi hırpaladım. Onlara iyi ve doğru şeylerden, çirkin ve yanlış şeylerden, dosdoğru olmanın kazandırdıklarından ve veya yapay ve anlaşılmaz olmanın sakıncalarından bahsedip durdum. Onlara kendilerini anlattım. Şimdi bahsedilen ben olacağım. Bu son zafer, benim. Bugün aynaya gözlerimi dikmiş kendime bakıyorum. Kırık ön dişlerim, oldukları yere ait olmayan yabancı nesneler gibi ışıldıyor. Bunlar bana ait değil! Bir şeyler değişmeli. Bu kez değişim ani ve sert olacak. Peki dişlerime ne olacak? Cesedimin yakışıklı olmayacağı kesin. Yarın sabahki gazete haberlerini düşlüyorum. Hatta hemen akşam gazetesinin ön sayfalarını boyayacak haberleri. "Ah, gün dediğin nedir ki!" İşte bu söz bana ait... Pencereye bakıyorum. Tüller bir içeri bir dışarı akıp gidiyor. Bugün hava rüzgarlı ve bulutlu. Mükemmel. ‐‐ Hiç bir gereği yok ama bu, büyük bir olay olabilir. Arkadaşlarımın haberi duyduklarında ne düşüneceklerini, neler söyleyeceklerini daha doğrusu neler zırvalayacaklarını merak ediyorum. İçimde pek silik bir korku var. Korkmuyorum desem yeridir. Bir tek, kendi isteğimle yaşayacağım bu heyecanın arkamda bıraktığım insanların başına bir iş açmasından çekiniyorum. Çünkü bu korkunç değil, yalnızca heyecanlı bir olay. Kesinlikle böyle olacağını tahmin ediyorum. Sonuçta canım yanmayacak, bedenim hiçbir şey GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

hissetmeyecek. Tüm heyecan, fiziksel olmayan duyularımdan gelecek; kanatsız, demir bir kuş gibi aşağı inivereceğim. Pencereye bakıyorum. Dışarıda hafif bir rüzgar var, perdeler uçuşuyor. Hem hava da kapalı. İntihar etmek için mükemmel bir hava. ‐‐ İşte zamanı geldi. Kim derdi, sen, usta yazar, koskoca adam, günün birinde dairenin penceresine tavuk gibi tüneyecektin? Ne komik bir durum. Gülesim geliyor. Ama kahkahamı paylaşanım bile yok. Bu iş, yalnız yapılmalı. Bakışlarım düşeceğimi sandığım yerde değil, ileride. Karşı binalara doğru bakıyorum, rüzgarın salladığı kavak ağaçlarının öte sokaktan gözüken tepelerini gözlüyorum. Ama nasıl bir heyecan bu! Güneş de açıyor. Ah! Ben atlarken hava bulanık ve efkarlı olsun ama düştükten sonra cesedimin üzerine taze bahar güneşi vursun isterim. İşte başladık! Belki de hayatımda ilk kez "Ya, Bismillah!" diyorum. Hadi bakalım, sonu nereye varacak? İniyorum. Bu nasıl bir hız! Hemen biraz sonra yere çakılacağım. Hani şu kaç gündür kimsenin kafasına düşmeyeyim diye pencereden aşağı eğilip eğilip hesaplar yaptığım noktaya... İşte orası! Kimse oradan geçmez. Birkaç metre ileride yeni bir kaldırım yapıldı, uzun zaman o kaldırımı eskitmeye uğraşacak millet. Ama buraya düşersem kimseye zarar vermeyeceğim. Yüksek apartmanlar, gölgesinde durup yukarı doğru bakınca mı heybetlidir, yoksa son hız tepesinden aşağı düşerken mi? Ben ikisini de yaşadım, söyleyeyim; yönü ne olursa olsun, gölgesinde gözünüzü kapadığınızda. Eğer yüksek bir yerden düşerseniz, sakın gözlerinizi kapamayın. Aklınızı kaçırabilirsiniz. Ben, düşüşüm hızlandığında bir anlığına kapadım, az kalsın korkudan ölüyordum. İnanın gözleriniz açıkken her şey daha kolay olacaktır. Çünkü o apartman dediğiniz şeyin heybetli gövdesi, sizi yutacakmış gibi geliyor. Halbuki kendimi hazırladığım şey bu değildi. Kısacası, gözler mutlaka açık olmalı. Bilmem nasıl oluyor ama bilincim hep açık. Sanki içimde bir şeyler benden bağımsız bir bilinçle birbirleriyle tartışıyorlar. Sonra dikkat ediyorum. Bu laf kalabalığına gerek yok, çünkü inişe az kaldı. İşte gerçek uyanış o zaman başlıyor. Bir şeylerin farkına varıyorum ama adını koyamıyorum. İşin felsefesinde bir delik! Ölümden sonraki hayata inanmayan her hücremde bir şeyleri en baştan yanlış yapmış olabilir miyim korkusu titreşiyor.

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

Bu dini bir his mi? Seksen yıllık inançsız bir hayattan sonra, ölüme yalnızca birkaç metre kalmışken bu hesaplaşma da neyin nesi? ‐‐ Ben bunun cevabını düşünmeye heves edene dek, zeminle bir oluyorum. Hem de tam anlamıyla. Beton yüzeye terliğin altında ezilmiş cıvık bir böcek cesedi gibi yapışıyorum. Ama demiştim; bunda bedeni hisler söz konusu değil! Can yanması, haykırış, kopuş, bağırış, çağırış yok. Acı yok, trajedi yok. Ama hala şüphelendiğim bir şeyler de yok değil. Yazdıklarımı okuyanlar, benim ne kadar karamsar olduğumu bilir. Yaşamımda tam bir efkar adamıydım. Nitekim ben eski ben değilim; cevapları bilen, mutlu bir adamım artık. Acılara dair anılarım silinmiş olabilir. Evet! Artık değil geçmiş ıstıraplarımı, eski kendimi bile tam anlamıyla hatırlayamıyorum. Bütün karanlık hisler ve yaşamın gölgesinde kalanlar, tümü gitmiş! Ben artık değiştim. İşte, böyle bir şeymiş. Size kendiniz tecrübe etmeden ulaşamayacağınız şeylerin anısını yaşatmak içindi bu eylem. Ben artık başka bir şeyim, bambaşka bir alemdeyim. Sizin dünyanızdaki işlerimi bitirdim. Sizlere ötelerden seslenmek için artık buradayım, buradan dönüş yok. Ne derin bir huzur, terk ettiğim o çılgın kargaşaya buradan dönüş yok! Dostlar... bu eylem sizin içindi. Yükseklerde uçmak böyle bir şeymiş. Sözlerimi değerli bir şeymişçesine dinleyen ve her gittikleri yere beraberlerinde sürükleyen dostlarım, benden size son bir vasiyet: Bu ölüm notunu, okuyucularım, insan dediğimiz şeyin yalnızca kendi başına tecrübe edebileceği bu çılgın hissi, kendileri yaşamışçasına tatsınlar diye kitabımın sonuna ekleyin. Bu sözleri de ekleyin ki, kendileri cesaret edemeseler de yükseklerde uçmanın tadına varsınlar.

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


GÖLGE # 13: GÜNAH – TEMMUZ 2009

GÖLGE e-Dergi: Korku & Gerilim Öyküleri MMIII – MMIX http://www.kanguncesi.com/


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.